calling mag

DUYGU ROLLER-COASTER’I: 10: SOYUTLAMALAR, İMALAR, MÜTALAALAR

Yazı: Burak Diken

Fotoğraf: İmalat-Hane

Küratörlüğünü Duygu Demir’in üstlendiği grup sergisi “10: Soyutlamalar, İmalar, Mütalaalar”, 2 Eylül Cumartesi günü İMALAT-HANE’de açılışını gerçekleştirdi. Son on yılda üretilmiş eserlerden bir seçki sunan sergide Ahmet Doğu İpek, biriken, Burak Kabadayı, Cevdet Erek, Deniz Aktaş, Hakan Topal, Hale Tenger, Hasan Özgür Top, Huo Rf, İnci Furni ve Özlem Günyol – Mustafa Kunt ikilisi yer alıyor.

 

Serginin belirleyici filtresini, hem buralarda hem de tüm evrende karşımıza çıkardığı sayısız çılgınlığıyla son on yıl oluşturuyor. Sanatçılar, -sergi metnine göre- sosyal, politik, düşünsel onca mevzunun yaşandığı şu on yıldaki değişim ve dönüşümlere bakan işleriyle, seyirciyi sonsuz serbest çağrışımlı bir hafıza yolculuğuna çıkarıyor. 10: Soyutlamalar, İmalar, Mütalaalar, DAEŞ’in favori fontundan Birecik’teki tehlike altındaki kelaynaklara, yasaklı slogan kelimelerinden 15 Türk Lirası’na uzanan görüş alanıyla bu geçirdiğimiz on yılın nasıl hissettirdiğine dair bir hatırlatıcı. 

 

Videoları bugüne kadar birçok ülkede gösterilen Hasan Özgür Top’un Bir Kahramanın Düşüşü isimli işi, serginin en akılda kalıcı eserlerinden birisi. Sanatçının 15 dakikalık videosu bir sorgu, bir psikoterapi seansı ya da bir günah çıkarma ritüeli arasında gezinen bir itiraf olarak kurgulanmış.

 

Protocinema ve SAHA işbirliğiyle hazırlanan bu şaşırtıcı video, Türkiye’de ilk kez gösteriliyor. Videodaki anti-kahraman, DAEŞ’in 2014 yılında “Amerika’ya Bir Mesaj” isimli YouTube videosunda kullandığı Trajan fontu üzerinden başladığı çözümlemelerinde Hollywood’dan politik liderlerin sosyal medya hesaplarına, Roma İmparatorluğu’ndan video oyunlarına uzanarak ideoloji ve mitolojinin yan yana geldiği noktaları analiz ediyor. Videoyu izlemeye başlamadan önce, DAEŞ’in motivasyonuyla Joseph Campbell’ın fantazyalar için el kitabı olan Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’nu bir şekilde bağdaştırabileceğinizi hiç tahmin edemiyorsunuz gerçekten. ‘Macera’ya çağrı, bu yolculuktaki mentörle tanışma, kendi yaşam alanından o ayrılma ve tüm o macera sonrası yeni birisi olarak evine dönme gibi Campbell’ın her hikâyenin mutlak elementleri olarak önerdiği bu adımların her biri DAEŞ’e katılmak isteyenlerin de motivasyonlarıyla bire bir uyumlu. Frodo’nun hikâyesine tanık olduktan sonra DAEŞ’e kaydolmak isteyen birileri olmamıştır umarım. 

 

Bir kapı eşiğinin hemen yanında ya da bir duvarın tam ortasında yükselen A’lar ise sanatçı ve müzisyen Cevdet Erek’in Belçika M KHA’daki 2018 yılındaki kişisel sergisi AAAAA’da ilk kez yaptığı yerleştirmelerdeki tipografik elementler. Sanatçının bu sergi için uyarladığı AA AA’da da, diğer işleri gibi ses, grafik dil ve mimari iç içe. Eserin ilk fikri, Erek’in metal müzik gruplarının tişörtlerinde kullanılan baskıları anımsatan bir grafik denemesi üzerine yükselmiş. Duvarlarını süslediği İMALAT-HANE’ye benzemesiyle de mekan deneyimine dair yine ve yeni bir perspektif sunuyor.

 

 

 

 

 

Detaycılığıyla tanıdığımız Ahmet Doğu İpek’in Siyah Su Kayıtları – Günler eseri ise bir performansın görsel kayıtları-ymış. Sanatçının, 157 gün sürdüğürdüğü bu performansın kayıtları üzerine sulu boya kullanarak oluşturduğu örneklerle her ayrı günü her ayrı kareye işlediği bu seri, birbirine çok benziyor olsa da dokusu ve izleriyle birbirlerinden farklı. İzole ve tekrar eden günleri yakından tanıdığımızı hatırlatırken serinin oluşturulduğu 2016-2017 yıllarındaki gerginlik ve karamsarlık gibi kavramlar da İpek’in öne sürdüğü diğer olgular. 

 

İpek’in işlerinden hemen bir sonraki yıl, 1 Mayıs 2018 yürüyüşlerinde atılması yasaklanan sloganlardan yola çıkan Cezalı Harfler ise yaklaşık yirmi yıldır birlikte üretim gerçekleştiren Özlem Günyol ve Mustafa Kunt ikilisine ait. Bu yasaklı sloganları oluşturan harfler, DVD video ikonunun televizyonun köşelerine çarpması gibi, birbirinden ayrı gayrı -ve tabii ki artık anlamsız bir şekilde- çerçevenin içerisinde geziniyorlar. Sıkışmak, duvarlardan sekmek, bariyerler, öznellik ve öteki gibi dinamik ve ilişkilerle birlikte kelime ve harfleri algılayışımıza ve güncel konumlarına dair bir yerleştirme. Tekil olarak kullanılan harflerin bütününden kopunca bu denli anlamsızlaşıyor olması da dilin deliliğini -ve tabii yasaklarımızla yaşadığımızı- bir kez daha hatırlatıyor.

 

Serginin bir diğer göz alıcı işi de Huo Rf’e ait. Multidisipliner sanatçının banknot, bakır levha ve atılmış deri parçalarından ürettiği 15 Lira isimli eseri, göç üzerinden kurgulanmış bir asamblaj aslında. Üç adet 5 Türk Lirası’nın üzerine Suriyeli göçmen bir ailenin hikâyesini işleyen Rf’in seçtiği bu meblağa, eserin üretildiği 2015 yılındaki haberlere göre Türkiye-Suriye sınırından kaçak göçmen geçişi için gerekli olan miktar. Bu hikâyesi birden derinlerden derine inen 15 Lira’nın etrafını oluşturan derilerin farklı renkleriyse ten rengi, insan bedeni ve harita çağrışımlarıyla seyircisini birden o dünyanın içine çekiyor.

 

Burak Kabadayı’nın Suriçi’nde bir evdeki kurşun deliklerinin kalıplarını alıp bu boşlukları dolu formlara çevirdiği Bırak Orada Kalsın yerleştirmesi, Deniz Aktaş’ın Diyarbakır’a uçarken havadan gözüne çarpan imajların izini sürmesiyle gerçekliklerini öğrendiği askerî mezar hazırlıklarını içeren 9 Tahta I ve II, Hakan Topal’ın Birecik bölgesindeki eserler, harabeler, su kütleleri ve organizmalar üzerine şiirsel bir soruşturması olarak tanımlananan Altın Kafes de serginin değinebildiği diğer alanlardan bazılarını oluşturuyor. 

 

10: Soyutlamalar, İmalar, Mütalaalar; toplumsal hafıza, ortak bilinç, evrensel hissiyatlar ve canımızı sıkan diğer bu gibi yoğun olguların geçtiğimiz on yılda ne kadar derinleştiğine dair hem yeni hem de tanıdık bir bakış. Eserlerin kiminin tekil kimininse iç içe dallı budaklı birçok metodun ve stratejinin bir araya gelmesiyle oluşturduğu o kalabalık ve yoğun duygu seli, 3 dakika falan bile nefes almaya fırsat bulamadığımız bu on yılın nasıl geçtiğine dair somut bir sonuç gibi hissettiriyor. Sergi, belirtildiği gibi sadece bazı konulara göz atabiliyor gibi görünse de aslında anlatılabilecek ve kayıtlara aktarılabilecekleri kullanarak göstermek istediklerini göstermeyi, hatırlatmak istediklerini hatırlatmayı, yaraları -belki de- açmayı ve nasıl bir his roller-coaster’ında olduğumuzu aktarabilmeyi başarıyor.

 

     

 

10: Soyutlamalar, İmalar, Mütalaalar, 2 Aralık 2023’e dek İMALAT-HANE’de görülebilir.

 

 

 

 

 

 

 

 

yazıyı oku

HOUSE OF OBSERVATION

Röportaj: Heja Bozyel

Fotoğraf: Can Görkem

 

Dikiş, nakış, dokuma ve tekstil evrenini yerleştirme ve heykel mekansallığıyla birlikte ören Tuba Geçgel’in ilk kişisel sergisi Büyükdere35’te izleyiciyle buluştu. Teknik ve malzeme çeşitliliğiyle üretilmiş figürlerin arasında Geçgel ile bir araya geldik ve çocukluğunun renkli dünyasından bugünün katmanlı görünümlerine uzanan bir sohbet gerçekleştirdik.

 

 

Mozaikle nakışı birleştirdiğin “My Childhood” eserinle başlamak istiyorum. Biraz anlatabilir misin bu iki malzemeyi, ipi ve mozaiği birleştirme fikri nasıl oluştu ve neyi simgeliyor?

“My Childhood,” aslında kendi otoportrem. Altı yaşındayken anaokuluna gittiğim zaman dilimine ait. O dönem de renklere karşı büyük bir ilgi duyuyordum; tüm oyun hamurlarını bir araya getirir, dünya formunda bir şeyler yaratırdım. Mozaiği, farklı parçaların bir araya gelerek bir dünya oluşturması gibi düşünüyorum. Genellikle iplik ve tekstil malzemeleri kullanıyorum, ancak elim her zaman yeni bir malzemeye gitme eğiliminde. Tekstille ifade ettiğim kısımlar yetersiz geldiğinde, geri kalan kısımları ifade edecek malzeme kendiliğinden zihinsel bir şekil almaya başlıyor.

Mozaiği oluşturan seramik parçalarının tekstilin aksine daha sert bir malzemeden yapılmış olması, aslında yaşamın kendisi kadar sert bir gerçekliğe göndermede bulunuyor. Renklerin canlılığı, parlaklığı ve yumuşaklığı da yaşamın tonlarını yansıtıyor. Üçgen dilimleri kesme, pişirme, renklendirme ve bir araya getirme aşamaları, benim için bir bütünü oluşturma yolundaki adımlar gibi. Eserin tam ortasındaki “ben” de, başına neler geleceğinden habersiz bir şekilde gülümsüyor.  

 

İpi ve tekstil malzemelerini senin için çekici kılan nedir?

Malzemenin esnekliği, akışkan formu, saydamlığı, mat dokuları, kendiliğinden oluşturduğu durumlar ve zaman zaman yarattığı düğümler gibi özellikler, sanatımda dinamizmi ve çeşitliliği vurguluyor. Malzemeyle etkileşimde bulunabilmek, hatta bazen kendiliğinden oluşturduğu karmaşık durumlarla başa çıkabilmek, sürecimi zenginleştiriyor. Malzemeyi kullanmak benim için rahat ve keyifli bir deneyim, aynı zamanda bir oyun alanı gibi.

 

 

 

 

 

 

 

El işi ile nasıl tanıştın? Ailende nakış, dantel yapan var mıydı?

Ailemin kadınları el işi üretimler yaparlardı. Dokuma ya da örgü örerek onun kullanılabilir bir nesneye dönüşmesi ilgimi çekiyordu. Tek bir ipin ve tığın kullanılmasıyla örülen örümcek ağı gibi detaylar görmek, onun manası olan bir nesneye dönüştüğüne şahit olmak etkilendiğim bir durumdu. Nakış yapıldığını hiç görmedim ama.

 

Son senelerde el işi sanatta çok fazla kullanılmaya başlandı. Bunun sebebi nedir?  

El işinin varlığı, aslında her zaman devam etmiş gibiydi. Son zamanlarda artan dijital ve endüstriyel üretim biçimleri, hızlı üretim ve tüketim anlayışı, bizi tekrar ellerimizle yaptığımız işlere yönlendiriyor gibi hissediyorum. Benim jenerasyonum için, televizyonun üzerindeki örtü gibi aşina ve samimi bir his yaratan detaylar, arabesk duyguları uyandırıyor. Bu görsel unsurlar, genetik aktarım gibi bir şey, kodlanmış gibi. Bu bağlamda malzemenin çok yönlülüğü ve tabii ki sosyal medyanın etkisi, el işini daha popüler hale getirdi.

El işi ve zanaat, odak gerektiren uzun süreli çalışma biçimleri. Bu süreçte, tamamen kendi kendine kalabildiğin bir döngü oluşuyor ve bu, günümüz hızlı tüketim ritminde nadir bulunan bir durum. Bu zamanda, el işinin tedavi edici yanları olduğunu düşünüyorum, tabii ki işlediğin konuya bağlı olarak değişebilir. Bu süreç, kendimizle baş başa kalabildiğimiz, ürün ve düşünce olarak değerli çıktılar alabildiğimiz bir aralık yaratıyor. El işi, zamanı yavaşlatma ve kendimizle derinlemesine bir bağlantı kurma şansı tanıma potansiyeliyle dolu.

 

 

 

 

 

 

Kullandığın nakış teknikleri hangileri?

Adını -serbest nakış tekniği- koyduğum bir teknikle ilerliyorum. Resmim için en uygun adım neyse iğnem ve ipliğim oraya doğru yol alıyor. Ve en sevdiğim şey de tek iplikle, işleme aşamasında verdiğim yön sayesinde ışık gölge değerleri yaratabiliyorum. Bütüne baktığımda tek ipin ve yöntemin yüzeyde farklı etkiler yaratmasından epey etkileniyorum. Tabii ki daha önceden yapılmış teknikler de ulaşabildiğimiz kaynaklarda mevcut. Oluşturmak istediğim görüntüye hizmet eden teknikler ekliyorum. Rococo, Çin İğnesi veya French Knot gibi. Sonsuz teknik ihtimali var yeterince vakit geçiren biri yeni teknikler de üretebilir diye düşünüyorum.

 

Nakış yanında tufting de kullandığını görüyorum. Nasıl bir aletle yapıyorsun tufting işlerini? Tufting gun nasıl bir alet ve bunu seçme nedenin nedir? Ne hissediyorsun yaparken ve bitirmek üzere son ipleri keserken?

Nakış neyse tufting onun tam tersi öncelikle. Nakış yavaş tufting hızlı, nakış sessiz tufting -gürültülü-, nakış zarif ve detaylı tufting böyle bir şey değil. Tufting gun elektronik bir alet ve bana büyük alan yaratabildiği için kullanmayı tercih etmiştim başlarda. Minik minik işlediğim ipleri büyük yüzeye taşımak için edinmiştim. Daha Türkiye’de yaygın değilken çok uzun süre bekleyip almıştım. Kullanırken bütün vücudunla birlikte hareket ettiğin bir alet. İplerin kontrolünü sağlaman gereken, gerekli hazırlıkları önceden planlayıp başlayabiliyorsun. Çok zevkli çünkü çok hızlıca ulaşmak istediğin görüntüye götürebiliyor seni. Bu bilgi beni sürekli heyecanlı tutuyor. İpleri kesme kısmına gelmek de tamamlamak gibi. Her zaman da kesmiyorum bu arada bazen buna gerek kalmadan bitebiliyor.

 

 

 

 

 

 

Çocuklarla yaptığın atölyeler nasıl geçiyor? İğne ve ipliği korkmadan kullanmayı öğrenmelerini izlemek nasıl bir duygu? Sen onlardan neler öğreniyorsun?

Çocuklarla yaptığım atölyelerden çok eğlenerek ve yenilenerek çıkıyorum. Her seferinde sürekli bitmeyen istek ve merak, beni derinden etkileyen bir taraf. İğne ve ipliği kullanmayı öğrenmek, çatalı tutmayı öğrenmekten farksız gibi geliyor çocuklar için. Onlar için sadece yeni bir şey öğrenmek anlamına geliyor o an. Bazıları sıkılıyor, ama çoğunluğu ilk denemelerinde bile bir şeyler dikmeyi başarabiliyor.

Çocukların kendi başlarına gerekli parçaları birleştirebileceklerini görmek, benim için önemli bir yer tutuyor. Kontrol onlarda, ne yapmak isterlerse yapabilirler. Sınırlar belli. Ben onlardan açık olmayı, güzel iletişimle açılabilmeyi öğreniyorum öncelikle. Aynı zamanda hiç tanımadıkları bir ortamda, tanımadıkları biriyle, yepyeni bir deneyim yaşayarak özgüvenlerini pekiştiriyorlar. Hepsi, bu tür şeyleri düşünmelerine gerek olmadığını zaten biliyor. En önemlisi birlikte çok eğleniyoruz.

 

Sergiyi gezen çocukların tepkileri nasıldı?

Sergiyle alakalı en şaşırdığım şey çocukların tepkisi. Böyle bir şey beklemiyordum. Bir seferinde galerinin camının önünde kafasını ellerinin arasına alıp yerde oturmuş bir çocuğun içeriyi izleyişini gördüm ve kötü bi şey mi yaptım ben diye düşündüm. Sonra içeride epey zaman geçirdi, anlattım. Güle oynaya çıktı. Ortadaki koltuk işim olan “Familya”’da  oturmayı, dokunmayı sevdiler. Normalde olan “sanat eserine dokunulmaz” gibi bir yerde asla değiller. Renkler ve figürlerin aşırı keskin olmayışı da yakın gelmiş olabilir. Çok güzel, çok mutluyum çocuklarla vakit geçirebildiğim için bu sergide. Sergide görüp eve gidip resmini çizip annesi tarafından bana gönderilmiş bir resim var hatta. İnanılmaz bence. Bu durumu aklım almıyor, çok heyecanlanıyorum.

 

 

 

 

En sert konuları bile esprili bir dille anlatan bir sanatın var. Hayatı böyle mi yaşıyorsun?

Hayatı böyle yaşamak istiyorum. Eğlenmiyoruz, neşeli değiliz. Çok çalışıyoruz sürekli koşturuyoruz. Ömrümüz de matematiksel olarak belli. Belli bi zaman var yani. Gülelim istiyorum. Daha doğrusu içimizdeki muhasebeyi gülebileceğimiz bir yerde bırakalım. 

 

Yarattıkların senin mi yoksa satın alan kişinin mi?

Satın alan kişi de kendinden bir şey bulup alıyor. O başkasına hediye ediyor. Böylece ne kimin belli değil. Ben kendimden yola çıkıyorum. Bitirdiğimde benim de değil. Ama biri için de yapmıyorum. 

 

Ayrılamadığın işler oluyor mu? 
Ayrılamayacak kadar çok ortamımda tutmuyorum işlerimi. Hep böyle oldu. Yaptıktan sonra ya galeriye ya birine gidiyor. O yüzden gidişleri üzmüyor. Ama çok hüzünlü olduğum zamanlarda yaptıklarım biraz daha farklı hep.

 

Botaniğe ilginden de bahsedelim… Neler anlatabilirsin çiçeklerle, bitkilerle ilgili?
Yaptığım ilk serinin adı Botanicum’du ve bitkilerin içlerini düşünerek yapmıştım. Çok acayip, güçlü ve zarif, ölümcül olanları var. Bitkilerin benim için büyüleyici bir yanı var. Floraları, kendi kendilerini geliştiriyor olmaları, vahşilikleri. Öğreneceğimiz çok şey var. Ve tabi ki estetikleri de ayrı bir yerden ilgimi çekiyor. Bazı çiçekler zariflikten ölüp biterken bir bakmışsın zehirlemiş seni. Sonuç olarak bağ kuruyorum. Tanışıyorum ve birbirimize benzetiyorum.

 

 

 

 

Gözler ve eller tekrarlayan simgeler işlerinde. Senin için anlamı nedir?

Gözler bu sergide gözlem yapmayı ve bakış açılarını bu açılar değiştiğinde hayatımıza getirdiği değişiklikleri simgeliyor. Aynı zamanda gözlemlenen olduğumuzu da hatırlatıyor. Eller de benim için kalpten gelenin ifade aracı. Her şeyi elimizle yapıyoruz, otomatikleşmediğinde, bilinçli hareketlerimizde üstümüzde bıraktığı etkiyi incelemeye herkesi davet ediyorum bir yandan.  

 

Yakında yeni projelerin var mı? Nerelerde göreceğiz adını? 

2024 için GDM Contemporary -Ostrava’da, Warszawa Off Art Polonya’da ve Prag’da görüşmelerine devam ettiğim bir galeride gerçekleşecek 3 grup sergim olacak.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

yazıyı oku

"ATATÜRK'ÜN TORUNU MUSUN?"

Röportaj: Damla Kellecioğlu

Fotoğraf: Tolga Yıldız +  Arşiv

 

Cumhuriyet düşüncesini benimsemiş efsane isimlerden, Atatürk’ün manevi kızı,  yazar, tarihçi ve sosyolog Prof. Dr. Afet İnan’ın torunlarından Afet Derin İnan ve Peyman Serin İnan ile Cumhuriyet’in bugünü üzerine bir sohbet bu okuyacağınız. Çok umut verici diyemeyiz ama yol gösterici olduğu kesin.

 

Prof. Dr. Afet İnan, ömrünü tazecik Cumhuriyet’e adamış bir efsane. Ankara Üniversitesi DTCF’nin İnkılap Tarihi kürsüsü ve Türk Tarih Kurumu’nun kurucularından, sosyolog, tarihçi ve hepsinden önemlisi, Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren, başta kadının seçme ve seçilme hakkı olmak üzere kadın hakları alanında aktif çaba sarf etmiş bir Cumhuriyet kadını. Prof. Dr. Afet İnan, 1985’teki ölümüne dek dur durak bilmemiş, rivayete göre o an kızı Arı İnan ile düzenlemekte oldukları bir kitap üzerine çalışırken rahatsızlanıp bu dünyadan ayrılmış.

 

Onun mirası sadece kitaplarda ve müzelerde yaşamıyor. Torunları da tıpkı onun gibi çalışkan. Afet İnan’ın torunlarından mimar ve öğretim üyesi Dr. Derin İnan ve yaratıcı yapımcı ve yazar Serin İnan ile babaannelerini, dünyaya bakışlarını ve Cumhuriyet’ten aldıkları mirası konuşmak, hem Cumhuriyet’in aslında ne denli genç olduğunu idrak etmemizi sağlıyor hem de “yenilik” ve son günlerde dilimizden düşmeyen “Cumhuriyet” kavramını sorgulatıyor.

 

Derin İnan ve Serin İnan, bilginin çabayla erişildiği, çalışmanın ve üretmenin kıymetinin bilindiği, yerli üretime ve ürünlere değer verildiği için, bir dönem “Cola Turka” bile içilen bir ailede gerçek cumhuriyet değerleri ile, gerçek bir demokratik anlayış ile büyümüşler. Henüz 4-5 yaşlarındayken bile aile kararlarında oyları alınmış, fikirlerine saygı gösterilmiş.

 

Derin İnan, şu anda Afet İnan’ın eski evinde yaşıyor. Ailenin düzenli olarak kütüphane olarak kullandıkları bir daireleri var. Görüşmeyi yaptığımız sırada Serin İnan, Sadberk Hanım Müzesi’nin Abdülmecit Efendi Köşkü’nde sergilenen “Geçmişten Günümüze Cumhuriyet Giysileri” koleksiyonu ile ilgili olarak seyahate gittiği İstanbul’dan henüz dönmüştü. Koleksiyonda Afet İnan’ın giysileri de yer alıyor. İçlerinden biri, Atatürk tarafından bizzat tasarlanmış giysiler. 

 

Cumhuriyet değerleri dendi mi torunların aklına bilginin kutsallığı ve üretme arzusu geliyor. Cumhuriyete ilişkin en çok kaygı duydukları şey ise, yeninin yarattığı erozyonla eskinin silinmeye yüz tutması.

 

 

Atatürk tarafından bizzat tasarlanan kıyafeti ile Afet İnan, 3 Nisan 1930’da, Ankara Türk Ocağı’nda Türk kadınlarının seçim haklarına dair verdiği konferansta. Bu kıyafet Mâziden Âtiye sergisinde görülebilir. 

 

 

Babaanneniz Afet İnan sadece tarih ve sosyoloji alanında çalışmakla kalmamış, kadınların oy kullanabilmesi ve kadın hakları alanında da pek çok çalışmaya imza atmış. Biraz da onun bıraktıklarından söz edelim. Babaannenizin bu çalışmalarının günümüzde Cumhuriyet’e yaptığı katkıyı nasıl değerlendiriyorsunuz? 

D: Evet kadın hakları alanında önemli bir katkısı var Afet İnan’ın. Kadınların seçme ve seçilme hakları pek çok Avrupa ülkesinden önce Türkiye’de kanunlaşıyor. Afet İnan bu mesele için toplantılara katılıyor, konuşmalar yapıyor. İkna etmek için konuşma yaptığı insanlar da şapkalı, modern, Avrupai tipler değil, aralarında mollalar falan var. İşi zor yani.

S: Bence de öyle. Kadınların seçme ve seçilme hakkının birçok ülkeden daha önce bizim ülkemizde kazanılmış olması ve bunu babaannem gibi siyasetçi olmayan, sosyolog, tarihçi, akademisyen bir kadının katkılarıyla gerçekleşmiş olması benim açımdan inanılmaz gurur verici bir durum. Ama ülke açısından bu medeni başlangıç, maalesef üzerine daha çok özgürlük konarak ilerleyemedi. Aksine kazanılmış özgürlüklerin tehdit edildiğini ve çoğu zaman kaybedildiğini görüyoruz. Günümüzde pek çok kadın sokaklara dökülüp sesini duyurmaya çalışıyor ama başarılı olamıyor. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmamız bu sağırlığın en büyük kanıtı bence. Siyasetçiler zaman zaman sağır olabiliyor ama kadın haklarının siyasetçilerin değil akademisyenlerin, sosyologların, toplumun nabzını tutanların konusu olması gerektiği kanısındayım. 

 

 

“Kadın hakları siyasetçilerin değil akademisyenlerin, sosyologların, toplumun nabzını tutanların konusu olmalı”

 

 

Babaannenizin Cumhuriyet’in ilk yıllarına ilişkin anılarını dinleme şansınız oldu mu? 

S: Babaannem Afet İnan’ı tanıdığımda ben çok küçüktüm, onun hakkındaki bilgilerimin çoğunu ailemden değil onun bizzat kaleme aldığı veya onun hakkında yazılan kitaplardan öğrendim. Babaannemden Atatürk’le ilgili bir anısını anlatması istendiğinde, kim olursa olsun, cevap olarak: “Ben bunların hepsini yazdım, açın, okuyun” dermiş. Bizim aileye işlemiş bir görüş bu. Bizde hiçbir bilgi kolay alınmazdı. Öyle gel otur kucağıma sana bir anımı anlatayım gibi bir durum hiç olmamıştır. Zaten babaannemin de öyle bir vakti olduğunu düşünmüyorum. Son nefesine kadar çalışmış, üretmiş bir insandı. Ölümünden beş dakika önceye kadar bir araştırma için çalışmaya devam ediyormuş, orada fenalaşmış.

D: Babaannem vefat ettiğinde ben ilkokuldaydım. Anılarımda onu çok disiplinli biri olarak hatırlıyorum. Onunla aynı bardağı kullanmak istediğimi, bazı konularda onunla zıtlaştığımı, bunun aramızda şakayla karışık çekişmelere sahne olduğunu çok iyi hatırlıyorum. İdealtepe’de bir evi vardı. O evdeki çalışma odasına, yatak odasına çok hayrandım. Mimarlığı seçmeme katkısı olmuştur. Fakat kişisel olarak, yaptığı çalışmalar bağlamında babaannemi daha sonra tanıdım diyebilirim. Yazdıklarını okumanın yanı sıra onun öğrencisi olmuş olan pek çok kişiye denk geldim. Ondan tarih dersi almış çok insan var. Aralarında babam gibi fizikçiler, doktorlar, avukatlar, pek çok farklı branşta eğitim almış kişiler de var. Çoğu insanda yer etmiş bir hoca olması benim babaannemi tanımamda ve anlamamda değişik bir perspektif kattı. Bir de tabii 20. yüzyılda Türkiye’de yaşadığınızı düşünün, üniversitede İnkılap Tarihi dersini doğrudan dönemin bizzat içinde bulunmuş birinden almak etkileyici olsa gerek. 

Babaanneme ilişkin en çarpıcı hikaye yine mesleğimden uzak olmadığı için Piri Reis haritasının Topkapı’da keşfedilmesi galiba. Bu hikayeyi kitabında da anlatıyor. Harita, ustalar üzerinde yemek yerken keşfediliyor. Babaannem haritayı tarihi bir belge olarak alıp onun doğru koşullarda saklanması için girişimde bulunanlar arasında. Haritayı Atatürk’ün elinde gördüğü zamanı ve bu konudaki çalışmalarını kitabında anlatıyor. Harita hakkında bir kitap yazıyor, bir bakıma Piri Reis’in dünyaya tanıtılmasını sağlıyor… Tarihin diğer nesillere aktarımı için önemli bir adım diyebiliriz.

 

 

Atatürk, İstanbul treninde İsmet İnönü ve Afet İnan ile, 22 Eylül 1935

 

 

Peki sizin için Cumhuriyet değerlerini içselleştirmek sizin için bir öğreti miydi, doğal bir süreç miydi? Bu değerleri ne ölçüde sorguladınız? 

D: Pek sorgulamadım sanırım, doğal bir süreç oldu diyebilirim. 

S: Evet, biraz doğal bir süreçti. Mesela bizim evde demokrasi ben kendimi bildim bileli konuşulan ve uygulanan bir sistemdi. Ben 4-5 yaşlarımda bile ailecek verilecek bir karar hakkında oy kullandığımı, görüş bildirdiğimi ve buna aile büyükleri tarafından saygı duyulduğunu hatırlıyorum. 

Öğreti kısmı ise okulun aksine bizde hep serbest bırakıldı. Atatürk hakkında veya çok zorunlu bir durum olmadıkça siyaset hakkında konuşulmazdı soframızda. 

Babamların nesli, değişmeyecek, kazanılmış haklar gibi görmüş elde edilenleri. Ben bu rahatlığı biraz ona bağlıyorum. Ama bilgi her zaman etrafımızdaydı. Babaannemin sadece kitaplarla dolu bir evi vardı, babamın da aynı öyle. Biz o kütüphanelerin içinde büyüdük. Etrafımız her zaman bilgiyle çevriliydi. İsteyen açıp okur, öğrenirdi.

 

Böyle bir ailede, böyle bir kültürle büyüdükten sonra şu anki dünyada ve Türkiye’de yaşamak, çocuk büyütmek zor mu?

S: Aileden aldığımız kültür ve eğitim her şeyden önce ayaklarımızın küçük yaştan itibaren yere basmasını sağladı. Hiçbir zaman prenses muamelesi görmedik. Ben her koşula kolay adapte olurum mesela. Ama elbette Türkiye’de her gün daralan bireysel özgürlükler ve kadın hakları, beni, özellikle de bir kız çocuğu annesi olarak epey zorluyor. Bence çocuk büyütmek coğrafyadan bağımsız olarak zor bir iş. Fakat tabii ki az önce de bahsettiğim etkenler işin içine girince daha da zorlaşıyor.  

D: Şu anda Türkiye’de yaşamak, özellikle belirli bir eğitimden geçmiş, belirli bir kültürel altyapıya sahip olan herkes için zor. Üniversitede öğretim üyesi olduğum için yeni nesilde de bu karamsarlığı gözlemliyorum ve bu durumu üzücü buluyorum. Türkiye bizim üniversite yıllarımızda yaşadığımız Türkiye’den farklı bir yerde. Kişisel hak ve özgürlüklerin sınırlanmasından toplum kurumlarının işlevsizleştirilmesine birçok alandaki belirsizlik toplumsal bir güvensizlik ortamı yaratıyor. Son dakika kararlarıyla şekillenen böyle bir ortamda çocuk büyütmek de haliyle zorlaşıyor.

 

 

“Atatürk senin deden mi? Sen Atatürk’ün torunu musun?”

 

 

Çocuklarınıza aktarmaya çalıştığınız başlıca değer ne?  

S: Benim bir kız, bir erkek ikizlerim var. O yüzden eşitlik konusu bizde çok temel bir kavram. Hiçbir zaman kız-erkek ayrımına gitmedik. Doğdukları günden itibaren, çocuklarımıza bütün farklılıklarına rağmen eşit olduklarını göstererek büyütmeye çalıştık, çalışıyoruz. Farklılıklarıyla birlikte eşitliği küçük yaştan benimsemiş çocukların, ileride, eşitlikçi ve özgürlükçü, Cumhuriyet’e yakışır bireyler olacağını düşünüyoruz. Umarım yanılmayız.  

D: Benim bir oğlum var ve bizim ailede de eşitlik konusu önem verdiğimiz bir konu. Bir diğer önemsediğim konu da tarih bilinci. Yaşadığımız yerin tarihi, toplumun tarihi bunlar her biri çok katmanlı ve öğretici. Ben tarihin günlük hayatımızın parçası olmasının çok önemli olduğunu düşünüyorum. Belki de bu babaannemden miras aldığım bir özelliktir. 

 

Siz küçükken babaannenizin kim olduğunu öğrenen çocuklar değişik tepkiler veriyor muydu? 

S: “Atatürk senin deden mi?”, “Sen Atatürk’ün torunu musun?” gibi sorular çok geliyordu. Ben de her seferinde “Hayır, ben Afet İnan’ın torunuyum,” diye düzeltiyordum. 

D: Özellikle öğretmenlerin derslerdeki tutumundan ötürü herhalde, yaşıtlarımızda da bir merak uyanıyordu. Bugün bu farkındalığın biraz daha az olduğunu gözlemliyorum. Afet İnan’ın kim olduğu, çocukluğumuzdaki ve gençliğimizdeki kadar bilinmiyor. 

 

Hayatta Afet İnan’ın torunu olduğunuz için utandığınız, kendinizi kötü hissettiğiniz durumlar oldu mu?

S: Benim olmadı. Fakat bunu konuşulacak bir övünç kaynağı, böbürlenilecek bir şey olarak da görmedim. Aile içinde, Afet İnan’ın akrabası olduğundan sorulmadıkça söz etmemek gibi bir gelenek vardı. Yani biraz mütevazılık gibi. Babam da böyle yaşamış bunu. Bize de önce kendi yaptıklarımızla var olmamızın önemini öğretti.

D: Hiç utanmadım. Ama benim ikinci ismim Afet. Dediğim gibi, özellikle ortaokul ve lise yıllarında tarih öğretmenlerimin hemen dikkatini çekerdim. Yılın ilk tarih dersinde derhal sözlüye kaldırılır, inkılap tarihi konulu sorulara cevap vermek zorunda kalırdım. Verdiğim cevaplar da öğretmenlerimi hiç tatmin etmezdi!

 

Afet İnan’ın çalışmalarını ne ölçüde yaygınlaştırabiliyorsunuz? 

D: Burada bir özeleştiri yapmamız gerekiyor. Afet İnan’ın ailesi olarak onun yaptığı çalışmaların bir bütün olarak görünürlük kazanması için yeterince girişimde bulunmadık. Bu bir müze de olabilir, dijital alanda da erişime açılabilir örneğin. Ancak çalışmaların bizden sonraki nesillere aktarılabilmesi için bir düzenleme yapmak şart. Babaannemin kitaplarını ilk ders verdiği Dil Tarih Coğrafya Fakültesi’ne bağışladık, kadın hakları konusunda yapacağı bir konuşmada giymesi için Atatürk’ün bizzat tasarladığı kıyafet de dahil olmak üzere Cumhuriyet Dönemi giysileri ise Sadberk Hanım Müzesi’nde. Bunların dışındaki tüm belgeler, yazışmalar vb. ailede duruyor. Bu belgeleri araştırmacıların erişebileceği bir ortamda paylaşmamız gerek.

S: Evet, bunu sürekli düşünüyorum. Kuzenimiz Canan Aykent* ile de bunu sık sık konuşuyoruz. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına, toplumun adım adım değişimine tanıklık eden çok sayıda belgesi var babaannemin. Ayrıca çalışmalarını da tek bir çatı altında toplamak, araştırmacıların çok işine yarayacaktır. Cumhuriyet değişip dönüşürken, çıkış noktasını akılda tutmak önemli.

*Canan Aykent, Afet İnan’ın kızı Arı İnan’ın kızı. Vurmalı çalgılar sanatçısı. 

 

 

Afet İnan, kütüphanesinde.

 

Sizce Cumhuriyet ne demek ve tabii bir cumhuriyetin 100. yaşını kutlaması size ne ifade ediyor? 

S: Bende hem gururlandırıcı hem de hüzün verici duygular uyandırıyor. Gururlandırıcı tarafı kısacık bir zamanda büyük emeklerle inşa edilmiş bir cumhuriyeti 100 yıldır öyle ya da böyle sürdürme çabamız. Hüzün uyandıran yanı ise şu: 100 yıl insanlık tarihinde çok kısa bir süre aslında ve bu kısacık sürede Cumhuriyet’in ve temsil ettiği değerlerin nasıl zarar gördüğünü, değersizleştirildiğini görmek.

D: Bence Cumhuriyet, Türkiye özelinde sadece bir rejim değişikliğinden çok daha fazla şey ifade ediyor. Çünkü sadece ülkenin rejimi değil, başkentinden, alfabesine, tarihinden yönetimine birçok şey değişiyor. 100 yıl da elbette önemli bir zaman dilimi, önemli bir tarihsel birikim. Bence pek çok alanda bu 100 yılda nelerin ilerleyebildiğine nelerin de tıkandığına bakmak gerekiyor. Her alanı genelleyerek değerlendirmek zor. Bazı alanlarda gelişmeler oluyor, bazı alanlardaysa tıkanıklıklar ve tekrarlar var.

 

Cumhuriyet yeniyi nasıl kucakladı? 

S: Sanırım en büyük yanlışı yeni olan her şeyi modern saymakla yapıyoruz. Yenilik eşittir modernlik olmuyor maalesef. Şu anda Cumhuriyetimizin geri dönüşü olmayan bir yenileşme sürecinden geçmekte olduğunu düşünüyorum ve bunun sonucunun da bizi daha modern yapmayacağına inananlardanım. Cumhuriyet’in yerleştirmeye çalıştığı “biz” kavramı yerini hızla “ben”e bırakıyor. Bireyselleşiyoruz. Fakat salt birey odaklı bir toplumun da geleceğe hiçbir modern değer bırakamayacağını düşünüyorum. Özellikle küresel ısınmanın, iklim ve enerji krizinin eşiğinde bir dünyada…

D: Türkiye’de Cumhuriyet’in ilanı dünyada modernizm akımının da yükselmesine denk geliyor. Bu ikisinin dönemdaş olduğunu söyleyebiliriz. 20. yüzyılın başı sadece Türkiye’de değil dünyada da pek çok değişimin ve bu değişimle gelen modern düşüncenin ve yaşam tarzının hızla değiştiği bir dönem. Çok fazla yenilik oluyor. Bence o dönem Cumhuriyet ile birlikte gelen radikal değişim dünya genelinde yaşanan değişimleri yakalayabilme potansiyelini barındırıyor. Ama 100 yıllık süreçte bu modernizm ile tetiklenen değişime aynı oranda ayak uydurup uyduramadığımız konusu daha muallak sanırım. Modernite zamanla değişime ayak uydurabilmeyi öngörüyor. Ancak değişim derken her şeyin sil baştan değişmesi silinip üstüne yenisinin gelmesinden bahsetmiyorum. Ama sanki bizim toplumumuzda biraz da böyle bir gelişim yaşanıyor. Pek çok alanda bu böyle, yeni gelen mevcutta var olanı sürdürmek yerine onu bırakıp başka bir şeye geçiş yapmaya, dönüştürmeye daha çok odaklanıyor sanki. Bu politikada da böyle, mimari, teknoloji gibi farklı alanlarda da böyle. Ve bence bu durum, bilginin sürekliliğinde kesintilere de neden oluyor. Yani her değişim modernleşme sağlamıyor. Yenilik eskinin silinmesi gibi algılanıyor. Oysa eskinin yanına yeninin eklenmesi olabilmeli. Mesleğimden bir örnek vereyim. Ankara Kalesi, yapım tekniklerinin adım adım incelenebildiği bir dokuya sahipti. Son dönemde yapılan “sağlıklaştırma” çalışmaları bu yapım tekniklerine dair bilginin aktarımını önlemiş oldu. 

 

“Cumhuriyet’in yerleştirmeye çalıştığı “biz” kavramı yerini hızla “ben”e bırakıyor.”

 

Bugün Cumhuriyet nerede?

S: Yerlerde. Bunun en büyük nedeni, bizim dönemimizde eğitimde benimsenen yanlış yöntemler bence. Cumhuriyet ve Atatürk kavramları bizim neslimize maalesef tam anlatılmadan, ezberletildi. Ben sınav odaklı yetişen bir nesilden geliyorum. Sınav odaklı sistemin, bizim düşünce yapımızı, potansiyelimizi, analitik düşünce becerimizi geliştirmek yerine baltaladığı, körelttiği kanısındayım. Belki biraz da bu yüzden, Cumhuriyet’e yeterince sahip çıkamadık. Çıkamıyoruz.

D: Cumhuriyet’e sahip çıkılabildiğini hiç düşünmüyorum. Ben mesleğim üzerinden örnek vereyim. Mimarlığımıza ve özellikle de Cumhuriyet mimarlığına hiçbir şekilde sahip çıkılmıyor. Bunun en önemli örneği belki de cumhuriyetin başkenti Ankara. Ankara kenti Cumhuriyet ile var olmuş ve Cumhuriyet dönemi mimarlığının ön planda olduğu ve aslında kentin kimliğini oluşturan yapıları barındıran bir kent. Ama bugün Cumhuriyet mirası olan, pek çok önemli yapının maalesef 100 yıl bile yaşayamadığını görüyoruz. Bu kentin hafızasında kocaman boşluklar oluşturuyor ve bir bakıma kenti kimliksizleştiriyor. Aynı durum, Cumhuriyet tarihinde sanayileşmenin simgelerinden, planlanarak geliştirilmiş Zonguldak için de geçerli. Sonuçta gelecek nesillere sağlıklı bir bilgi aktarım zemininin boşalması demek bu: kenti var eden pek çok unsur ya yıkılıyor, ya tahrip ediliyor ya da eskimeye, çürümeye bırakılıyor. Mimarlıkla ilgili bu saptamalar bence Cumhuriyet için de geçerli: Eğer değişim kontrol edilemez durumdaysa hiçbir şeye sahip çıkamazsınız. 

 

Sizin Cumhuriyet’ten bizzat miras aldığınız şeyler oldu mu? Torunlara bir şey kaldı mı? 

S: Manevi değerler ve bir yol haritası kaldı diyebilirim. Bu da sanırım birçoğumuz için geçerli. 

D: Bence Cumhuriyet mirası gün geçtikçe azalıyor, eriyor. Politika da bunu tetikliyor. Biz de gün geçtikçe bundan olumsuz etkileniyoruz tabii. Torunlara torunlarımıza daha çok şey bırakabilmek bence önemli.

 

Genç cumhuriyetlerde, rejim sağlamlaşma gelgitleri yaşarken ilk etapta rejimin faydasını görenlerin çocuklarının hızla ülkeden gittikleri ya da doğrudan siyasete atıldıkları gözlemlenir. Sizin babanız gitmemiş, siyasetçi de olmamış.** Siz de öğrenim için bir süreyi yurt dışında geçirmişsiniz ama sonuçta hâlâ Ankara’dasınız. Kalma kararı öğrendiklerinizden, miras aldıklarınızdan mı kaynaklanıyor? 

S: Kesinlikle öyle. Bunun tamamen aileden gelen bir şey olduğuna inanıyorum. Bizim ailedeki genel düşünce şudur: Şehir dışına veya yurtdışına sadece, bilgi görgü geliştirmek için çıkılır, sonrasında ülkene, şehrine geri döner ve bu bilgiler ışığında çevrene katkı sağlarsın. Hatta ben bir ara bir şehirden diğerine sürekli seyahat halindeydim. Babam, “Sokrates ne kuramlar geliştirmiş ama evinden uzaklaşmamış,” demişti. 

Ankara’nın bir Cumhuriyet şehri olarak bizim ailede yeri başka. Fakat ilginçtir, üç nesildir Ankara’da olmamıza rağmen aileden hiç siyasetçi çıkmamış. Sanırım bunun en büyük sebebi de ailede akademiye olan sevgi. Ben hep yalnızca yarı zamanlı olarak akademide görev aldığımdan kendimi bunun biraz dışında tutarak konuşuyorum ama genele baktığınızda üç nesildir akademik alanda çalışan bir aileyiz.

D: Ben kendi adıma konuşursam, biraz yere bağlı olan bir insan olduğumu söyleyebilirim. Yaşadığım yer ile olan bağlarım benim için her zaman çok önemli olmuştur. Bugün Ankara’da yaşamakla kalmıyorum, aynı zamanda babaannemin son dönemlerinde yaşadığı dairede oturuyorum. Hemen yanımızda Afet İnan Parkı var. Bu tip bağlar benim için önemli. Çok azımız doğduğu evde oturmaya devam edebiliyoruz. Kent çok hızlı değişiyor, bu değişim kötü bir şey değil ama bazı değerlerin de devam etmesi gerekiyor. Ben bu mirasın içinde, çevresinde yaşadığıma çok mutluyum.

** Hacettepe Üniversitesi Yeni ve Temiz Enerji Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin kurucusu, akademisyen Prof. Dr. İsmail Demir İnan (1944-2014) fizik alanında çalışmıştır.

 

 

“Bizim ailede Cumhuriyet ile özdeşleşen belki de en büyük kavramlardan biri üretkenlikti. Üretmeden hak edemezdin.”

 

 

Aileden gelen, Cumhuriyetle özdeşleştirdiğiniz başka yaklaşım, değer vb. var mı? Vatana millete hayırlı olmanızı salık verdiler mi? 

S: Kesinlikle verdiler. Hatta en çok verilen öğüt vatana millete hayırlı olmaktı diyebilirim. Bir şey Türk malıysa mesela onu tercih etmemizi söylerdi babam. Türk malı bir ürünün daha ucuz olmasına içerlerdi adeta. Zamanında Cola Turka bile içtik! Bir şeyin Türkiye’de üretilmiş olması kötü görülen bir şey olmadı asla. Bizim ailede Cumhuriyet ile özdeşleşen belki de en büyük kavramlardan biri üretkenlikti. Üretmeden hak edemezdin, mutlaka bir şey üretmen gerekirdi. Yazın öyle yan gelip yatamazdın mesela… Ya evin tamirat işleriyle uğraşırdın ya da mesleğine, ilgi alanına uygun bir proje üzerinde çalışman gerekirdi, tatilde. Bu sayede yaz tatili bittiğinde tatil yapmış olmanın yanında bir de ürettiğin, emek verdiğin bir proje ile ayrılırdın. Küçükken bana çok sıkıcı gelen bu zorunluluk, büyüdükçe tabii çok anlamlı ve faydalı oldu kendimi geliştirmemde.  

D: Evet, o projeler o zamanlar sıkıcı gelirdi ama kişisel üretkenliğimize büyük katkı sağladı bence. İşe yaramak, boş durmamak önemliydi. Hiçbir şey yapmak istemeyenler de babamın bir sonraki projesinin asistanlığını üstlenirdi. 

 

 

Solda Afet Derin İnan ve sağda Peyman Serin İnan

 

 

Babaannenizin yaşadığı dönemden okuduğunuz, dinlediğiniz kadarıyla özendiğiniz, kendi hayatınızda da olmasını isteyeceğiniz neler var? 

S: Benim çocukluktan beri en çok özendiğim, o dönemde babaannemin etrafında yaşanan o muhteşem değişim ve gelişim. Elbette kendisi de bu değişimin ve gelişimin bir parçası ama onun dışında da ülkede her gün yeni ve medeni bir adım atılıyor. Buna tanıklık etmenin çok heyecan ve gurur verici olduğunu düşünüyorum. Umarım biz de Cumhuriyet’in ikinci yüzyılında böyle duygular yaşayabiliriz. 

D: Cumhuriyet’i kuran ve onun gelişimine katkıda bulunan neslin yaşadıkları elbette çok ilham verici. Birçok savaş görmüş, çok umutsuz zamanlardan, zorluklardan geçmeyi başarabilmiş ve bunların yanında yepyeni işlere imza atabilmiş bir nesil. 

 

 

“Kadınlarımızın hikayelerini anlatmak, Cumhuriyet’i ve onun kazandırdıklarını göstermek için iyi bir yol.”

 

 

Cumhuriyet’in yaptığınız mesleklere etkisi nasıl olmuş?

D: Mimarlık alanı ve Cumhuriyet yakından ilişkili. Cumhuriyet anlayışı ve yaklaşımı, Türkiye’de bir dönemin mimari üretimini epey etkiliyor. Ben akademisyen olduğum için tarih, arşiv vb. bilgi kaynaklarının çok değerli olduğunu düşünüyorum ve bunlar beni besliyor.

S: Ben eşim Tolga Yıldız ile birlikte Ankara’da bir animasyon/film stüdyosu yönetiyorum ve aynı zamanda da ilk bilim kurgu kitabım üzerinde çalışıyorum. Sanırım öğrendiğini bir sonraki nesile anlatmak ve devamlı üretmek Cumhuriyet’in en büyük etkisi benim kariyerimde. Eğitim amaçlı çok fazla animasyon video yapıyoruz, yarı zamanlı olarak üniversitede animasyon dersi veriyorum. İşimizin yapısı gereği farklı yaşlardan ve milletlerden insanlarla sık sık işbirliği yapıyoruz. Emekle üretmek sanırım Cumhuriyet döneminin bize en büyük öğretisi. Biz projelerimizi, yapabileceğimiz en iyi şekilde yapıyoruz çünkü ürettiklerimizle var oluyoruz. Bu sayede de küresel pazarda var olabiliyoruz.  

 

Cumhuriyet ile ilgili bir işe imza atma şansınız oldu mu? Böyle bir hayaliniz var mı? Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına şöyle bir şeyle imzamı atayım diyor musunuz?

D: Mesleğimle ilgili araştırmalar yapmayı önemsiyorum. Ama bunlara ek olarak babaannemin mirasının düzenlenmesi ve arşivin hem ilgilisi için hem de gençler için gezilebilen ziyaret edilebilen bir şekilde erişime açılmasının gelecek için önemli bir proje olacağını düşünüyorum.

S: Ben bugüne kadar Cumhuriyet ile ilgili çeşitli projelere dahil oldum. Bazıları hayata geçti bazıları geçemedi. Yazık ki Cumhuriyet ile ilgili işlerin siyasi yanı ya da siyasi taraflılığı diyeyim, daima yapılan işin niteliğinin önüne geçiyor. Bu da ya işin değerinden çalıyor ya da yaygınlaşmasına engel oluyor. 

Cumhuriyet’in ikinci yüzyılı için en büyük hayallerimizden biri Cumhuriyet kadınlarını anlatan bir dizi/film yapmak. Okumanın gitgide azaldığı bu dönemde görsel mecrada özellikle kadınlarımızın hikayelerini anlatmanın, Cumhuriyet’i ve onun kazandırdıklarını göstermek için iyi bir yol olacağını düşünüyorum. 

 

Afet İnan’ın Atatürk tarafından tasarlanan kıyafetinin de sergilendiği Mâziden Âtiye Zarâfet sergisi Abdülmecid Efendi Köşkü’nde, pazartesi günleri hariç her gün 11.00-19.00 arası gezilebilir. 

 

     

 

Afet İnan kimdir? 

Atatürk’ün manevi kızlarından biri olan Prof. Dr. Afet İnan (1908 Doyran, Makedonya – 1985 Ankara) sosyolog ve tarihçidir. Türk kadınlarının seçme ve seçilme hakkı elde etmesi için sivil alanda girişimlerde bulunmuş, çeşitli konferanslarda konuşmacı olarak görev alarak bu konuda kamuoyu oluşturulmasına katkıda bulunmuştur.

Türk Tarih Kurumu’nun kurucularındandır. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde Türk Devrim Tarihi kürsüsünü kurmuştur. Ankara Üniversitesi’nde, Hacettepe Üniversitesi’nde, Ege Üniversitesi’nde ve Ankara Harp Okulu’nda dersler vermiştir. 1955-1979 arasında UNESCO Türkiye Milli Komisyonu’nda Türk Tarih Kurumu’nu temsil etmiştir.

 

 

 

 

 

 

 

 

yazıyı oku

ORALI OLMAK

Röportaj: Heja Bozyel

Fotoğraf: Zeynep Fırat  +  YUNT arşivi

 

Bir şehri “memleket” yapan nedir? Nedir bizi oturduğumuz sokaklara bağlayan, “oralı” yapan? Kaldırımlardaki hangi taşların su sıçrattığını ezberlememiz mi? Köşedeki ağacın sonbaharda çok güzel olduğunu bilip yapraklarının sararmasını heyecanla beklememiz mi? Büyük marketten alışveriş yapınca, evin çaprazındaki esnafa karşı mahcup hissederek geçmemiz mi?

 

Bir şehri memleket yapan onunla kurduğumuz bağlar, onun bize öğrettikleri, hissettirdikleri değilse nedir? O yüzden değil mi başka şehre/ülkeye göçenlerin “memleket hasreti”? Aklımda bu sorularla varıyorum Sultanbeyli’deki YUNT’a. 

 

 

 

 

Yirmi yıldır git-gellerle, terk edip geri dönmelerle yaşadığım şehirde, İstanbul’da hiç gitmediğim semtlerden biri. Hiç yolum düşmedi. İçinden geçmişimdir elbette ama farkında değildim. Benim Sultanbeyli’ye hiç gitmemiş olmam, Sultanbeyli’deki bir kişinin Moda’ya, Taksim’e hiç gitmemiş olması ile hem çok aynı hem de çok farklı. Çünkü “şehir” bizi kendi sokaklarımıza mahkum ediyor çoğu zaman. Yolumuzun ötesine gitmek için belli bir cazibe, bir havuç gerekiyor. Sultanbeyli’de bu yoktu benim için. Ya da öyle sanıyordum, YUNT ile tanışana ve şehrin sınırlarını yeniden (yeniden yeniden) sorgulayana kadar. 

 

Kabul ediyorum, bu semtin tarihini, Aydos Kalesi’ni, göleti, İnsan ve Şehir Akademisi’ni bilmemek benim ayıbım. Ya da belki de İstanbul’u sadece deniz ve denize yakın çevre semtlerden ibaret görenlerin ayıbı. Bu şehrin bize sunacaklarını, hatırlatacaklarını, sürprizlerini hesaba katmadan gittiğim YUNT, muhtemelen daha önce hiçbir sanat galerisinden içeri girmemiş kişilerin yaşadığı yüksek apartmanların arasında bir galeri. Bu apartmanlarda yaşayanların bir galeriye hiç gitmemiş, modern sanatla tanışmamış olmaları benim Sultanbeyli’yi tanımamamdan daha büyük bir ayıp ama bu onların ayıbı değil elbette. Sanatı belli bir kesime aitmiş ve bu kesimi de halktan, gelenek göreneklerden kopukmuş gibi yansıtan, sanatı desteklemeyen hükümetlerin ayıbı. İnsanların duygularını harekete geçiren her şeyden korktukları gibi, sanattan korkmaları da kaçınılmaz, onlar da haklı. 

 

Neyse ki bu şehrin tüm o kaba, can sıkıcı ve sana kendini “yanlış” hissettiren kalabalığı arasında bir kişi çıkıp bir anda bizi hiç görmediğimiz yerlere götürebiliyor. Benim ve Sultanbeyli’nin hikâyesinde bu kişi, Muratcan Sabuncu oldu. Yakın tarihe kadar bir at çiftliği olan bir alanı bir galeriye ve sanatla tanışma/buluşma noktasına çeviren YUNT, Muratcan Sabuncu’nun bireysel çalışmaları ile doğmuş. Mekânın sanat danışmanlığında ise Sergen Şehitoğlu var. 

 

 

“Bugün eskiyi düşünerek yazılıyor. O zaman da bugünü elden kaçırıyorsun.”

 

 

Kentsel dönüşümle apartmanlar ve alışveriş bölgesine dönüşen eski at çiftliğinin yoğun insan trafiği olan bir köşesinde yer alan YUNT, Emre Zeytinoğlu küratörlüğündeki  ilk sergisinde “Şehir Nerede” diye soruyor. Emre Zeytinoğlu, sergiyi oluştururken eserlerden ziyade sanatçıları düşünmüş ve aklına ilk gelen sanatçılardan onay alıp, onlardan kendi eserlerini seçmelerini istemiş. Bu sayede her sanatçı aslında sergiye kendi fikri ile katılmış. 

 

Sanatla etkileşimi demokratikleştirmek amacı ile yola çıkan YUNT, İstanbul’un sadece Galata’dan, Teşvikiye’den ibaret olmadığının altını çiziyor.  “Şehrin merkezi” neresi sorusunu tartıştmaya açan sergi, buna cevap olarak “Tek merkez yok” diyor. Emre Zeytinoğlu şehir, özellikle İstanbul konusu açıldığı zaman herkesin eskiyi yâd etmesinden dem vuruyor: “Bugün eskiyi düşünerek yazılıyor. O zaman da bugünü elden kaçırıyorsun.”

 

Tam olarak son senelerde aklımda dönen düşüncelere cevap olan bu sözünü not ediyorum. Kent hafızasından bahsediyoruz, kenti korumaktan bahsediyoruz ama değişim de kentin hafızasının bir parçası değil mi? Salah Birsel de ta 1976’da “Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu” kitabını yazmış, biz her 10 senede bir “Aaah aaah o eski Beyoğlu” diyoruz mesela… Belki de değişimi kabullenmenin vaktidir. “Ben 68 senedir burada yaşıyorum, bir rahat nefes alamadık” diyor Emre Zeytionoğlu. 

 

O sırada baba-oğul olduğunu tahmin ettiğim bir adamla 9 yaşlarındaki çocuğu geçiyor galeri önünden. Çocuk babasının kolunu çekiştirerek içeri bakıyor. Baba bakıyor ama anında gözlerini kaçırıyor. Baba hızla ilerlerken çocuğun başı arkaya dönük, galeriyi incelemeye devam ediyor. Yani galeri aslında üç yanı camlarla kaplı hali ile içeri girmeyeni de içeri alıyor ve ilk adımda amacına ulaşıyor. 

 

 

 

 

“Eski İstanbul’u biliyorum, o zaman da bir şeye benzemezdi” diyerek sözüne devam ediyor Emre Zeytinoğlu, ben baba-oğlu izlerken. “Her yerde bir karakter var sanıyoruz ama aslında her yerde başka bir şey kaynıyor…” 

 

Galeride sadece sergiler olmayacak. Kendi sanatçılarını üretecek olan YUNT, Sultanbeyli’nin gençleri ve çocukları için sanatla buluşma ve kendi içlerindeki sanatçıyı ortaya çıkarma alanı olacak. Bunun yanı sıra, YUNT sergileri, Türkiye’nin farklı şehirlerini gezecek. Konuşmalar, eğitimler, atölyeler de tüm bunları destekleyecek. 

 

Galeriye yaklaşırken Sergen Şehitoğlu’nun galeri açılışına paralel ürettiği açık alan yerleştirmesi karşılıyor sizi. Cevahir Akbaş, Setenay Alpsoy, Sercan Apaydın, Can Aytekin, Antonio Cosentino, Mustafa Duymaz, Ahmet Elhan, Murat Germen, Sinan Logie, Mustafa Pancar, Rüçhan Şahinoğlu’nun eserlerini derleyen “Şehir Nerede?” sergisinde bir stadyumun kara boşluğuna düşüp, eski bir binanın faturalarla, yazılmayan mektuplarla dolu posta kutularına çıkabilirsiniz. Aman dikkat edin, yol bariyerlerine takılabilir, bir çiviye çarpabilir, elektrik direklerine asılı kalabilirsiniz. Şehrin nereden çıkacağı belli olmuyor. 

 

​​Dönüş yolunda yeniden sorguluyorum… Daha neler var bu şehirde hiç görmediğim? Gerçekten yaşıyor muyum bu şehirde?

 

YUNT SOHBETLERİ

YUNT tarafından “Şehir Nerede?” sergisi kapsamında hazırlanan “Şehrin Sınırlarını Yeniden Düşünmek” başlıklı konuşma programı, katılımcıları şehrin sınırlarını yeniden düşünmeye davet ediyor. Prof. Dr. Eva Şarlak moderatörlüğünde gerçekleştirilecek dört oturumda, şehir üzerine düşünme pratiklerini yaygınlaştırmak hedefleniyor.

 

Konuşma programı kapsamında şehir plancısı Murat Güvenç, felsefeci Güncel Önkal, mimar ve kent tarihçisi Pınar Erkan ve edebiyatçı Nedret Öztokat Kılıçeri, şehrin sınırılarını farklı yönlerden ele alacak. Her oturum ayrı bir alt başlık altında gerçekleşecek ve katılımcılarla oturum öncesi okuma önerisi paylaşılacak. 

 

 

 

yunt

  1. ‘at’
  2. ‘at sürüsü’

Eski Türkçeden başlayarak kullanılır (yunt). Orta Türkçede yunt (yund) ‘atlar, at sürüsü’ olarak geçer. [Kaynak: TDK Etimoloji Sözlüğü]

 

 

 

 

yazıyı oku

LORİN MERHART: “GECE GÜNDÜZ OYUNCULUK DÜŞÜNÜYORUM”

Röportaj: Heja Bozyel

Fotoğraf: Can Görkem

 

Geçtiğimiz karanlık ve soğuk hafta sonunda siz de çoğu kişi gibi yeni yapımları izlemek için battaniye altında kıvrıldıysanız muhakkak Prime Video’nun yeni yapımı Bihter’i izlemişsinizdir. Gerçi film o kadar çok konuşuluyor ki hava nasıl olursa olsun bir merak edip izleyesi geliyor insanın. Filmle ilgili yorumlarda hangi tarafta olursanız olun, Bihter’deki gizli cevher sizin de dikkatinizi çekmiş olmalı: Sessiz sedasız Beşir’i canlandıran Lorin Merhart’tan bahsediyorum.

 

Daha önce farklı yapımlarda yer almış olsa da ilk kez bu kadar çok dikkat çekti. Hem de filmin en sessiz, en silik (ya da öyle görünen) karakterini canlandırdığı halde. Üstelik, Beşir karakterini canlandırmak için 10 kg vermiş ve vücudunu deformasyona uğratması gerekmiş. Bu yüzden Lorin’i daha iyi tanımak gerektiğine karar verdik. 

Bali’de başlayan yolculuğu, Berlin’de İsviçreli bir baba ve Türkiyeli balerin bir annenin ilk çocuğu olarak hayata gelişi, Londra’da oyunculuk eğitimi aldıktan sonra İstanbul’a dönüşü ve hayalleri. Bu ilginç karakterin kendi hayatı bile başlı başına bir film olabilir aslında! 

 

Nerelerden geldin, Beşir olmadan önce kimdin?

28 Ocak 1997 doğumluyum. Berlin’de doğumluyum. Baba tarafı İsviçreli Alman, anne tarafı Türk. Baba tarafı biraz karışık. Babam Afrika’da doğmuş falan filan. Ben de Berlin’de doğdum.  Sonra Bali’ye taşınıyoruz. 3 sene orada yaşıyorum. Film gibi hikayeler var. Ben birazcık Balice konuşmaya başlayıp annemler beni anlamamaya başladığı zaman Türkiye’ye geliyoruz. Sonra burada büyüdüm. 8. sınıfa kadar Eyüboğlu Koleji, sonra Doğa Koleji’ne gittim. Ondan sonrasında eğitim için yurt dışına gittim, Londra’ya. Üniversiteyi orada okudum, konservatuar. Drama Studio London’da, 4 senelik bir konservatuar eğitimim var.

 

 

Oyunculuk merakın nasıl başladı?

11 yaşında İsmet Ergin’in bir kısa filmiyle başladım bütün bu olaylara. Hatta audition aldığı zamanı hatırlıyorum. Bir tane kamerası vardı elinde. Bir restorandaydık. “Oyuncu olmak ister misin? Filmde olmak ister misin?” diye sordu… Böyle başladı. O film ödül alınca falan ben de anneme “Acaba hani profesyonel olarak yapılıyor mu bu oyunculuk” diye sordum. O da “İstersen bu senin kariyerin olabilir” dedi. Dedim ki “Okey, ben bunu seçiyorum”. 11 yaşında seçtim yani aslında. Ondan sonrasında Zil Çalınca dizisinde oynadım…  Diziler ve filmlerle devamı geldi. Muhteşem Yüzyıl sonrasında eğitime gittim. Google’a “en iyi oyunculuk okulu nerede” yazdım. O da ya Londra ya Amerika diyordu. Ben de Londra yakın dedim. Annem de çok uzağa yollamak istemedi beni. Ondan sonra Londra olsun dedi. Bir hazırlık kursuna kabul edildim önce. Lise bitiyordu. Yani herkes günde 500 tane soru çözerken ben arkada Hamlet okuyordum. Gerçekten böyle gizli gizli monolog ezberliyordum. İngilizce… Kendi başıma bu arada monologları deneye deneye anneme gösteriyordum. Babama gösteriyordum. Onlar da birazcık inanıyorsa devam ediyordum.

 

Ailende sanatçı çok fazla, annenin de oyunculuk, senaristlik deneyimleri var. Bunun getirdiği bir özgürlükle mi başladın oyunculuğa yoksa her halukarda oyuncu olur muydun?

Evet. Ailemde sanatçı çok fazla. Bence sanat camiasında büyümüş olmak epey bir katkı sağladı bana. Çünkü sonuçta anneannem Tülin Onat’ın sergilerine gidiyorduk sürekli. Ben sürekli böyle bir ressamlar, sanatçılar arasında büyüdüm yani. Açılış oluyor sonrasında yemeğe gidiliyor. Ben de yemeklerde uykum gelince uyuyordum yanında. Öyle hep yanlarında taşıdıkları bir çocuktum aslında. Sanat camiasının içinde. Annem de Berlin’de oyunculuk eğitimi adı. Aynı zamanda çok iyi bir balerindi. Babamla da orada tanışıyorlar zaten. Yani bence işte annemin, anneannemin böyle sanatçı ruhlu olması beni çok körükledi. Çünkü başka bir şey düşünemiyordum yani. Ama babam da hiçbir zaman finans oku falan demedi. “Ne istiyorsan onu yap” dedi. İsmet Ergün’ün filminden sonra da çok sevdim set ortamını, bayıldım yani. O yüzden onu kovaladım.

 

“Beşir’e benzemek için yemek yemeği bıraktım, 10 kilo verdim.”

 

Peki herkesin sorduğu soruyu sorayım, bu kadar imkanın varken, yurt dışında okumuşken neden Türkiye’ye döndün? 

Evet bu soru çok soruluyor. Bu soruyu yanıt olarak şöyle söylemek istiyorum. Çünkü annemler burada, yani anneannem, annemin çok fazla çevresi olduğu için stratejik olarak, bir hamle olarak düşündüm bunu. Yurt dışından ayrılırken o kapıyı hiç bir zaman kapamadım bu arada. Orada bir ajansım var hala. Herhangi bir tiyatro, iyi bir film veya dizi teklifi gelirse onun üstünden bir şeyler düşünebiliriz diye konuştuk. Çünkü o ajans Game of Thrones’a falan cast yapıyor. Ama ben şu an yolumdan çok memnunum. 

 

Peki Beşir ile nasıl tanıştın? 

Valla Beşir ile tanışmamız çok ilginç oldu. Çok hızlı oldu bu arada. Yani yönetmen görüşmem 5 dakika sürdü. Hocalarla ısındık bir anda. Direkt kitabı aldım, 3-4 defa okudum. Volkan Yosun hocam çok destek oldu. Onunla beraber Beşir karakterini her türlü açısından ele almaya çalıştık. Beşir, fiziksel olarak çok narin, elleri çok naif, kendisi çok saf… Normalde ben bir sporcuyum ve boks yaptığım için çok vücudum sert bir kalıptaydı. Ben de yemek yemeği bıraktım. 75 kilodan 65 kiloya düştüm. 

 

Of!

Aynen… O dönem yani bunu da sorguladım bu arada, yapmam gerekiyor mu diye. Ama ekranda kendimi birkaç açıda gördükten sonra dedim ki iyi ki yapmışım. Çünkü fark yarattığını düşünüyorum. Yani kendimi  bir karakter oyuncusu olarak tanımlıyorum. Her karaktere farklı bir ruh, farklı bir fiziksel özellik, farklı bir bakış katmaya çalışıyorum. O yüzden öyle yani çok güzel bir süreçti.

 

Beşir’den kendine dair neler öğrendin?

Kendime dair… Küçüklüğümden beri yani 18 yaşımda Londra’ya gittiğimden beri her gün spor yapıyordum. Haftanın 7 günü yani, dinlenme günleri dahil. Şimdi bu rol için ilk defa spor yapmayı bırakıp yemek yemeyi bırakmam gerekiyordu. Farklı bir fiziğe geçtiğim zaman havam değişti, dış görünüşüm değişti, konuşma biçimim biraz daha böyle naifleşti diyebilirim. Daha farklı bir benliğe büründüm aslında. Ama işte o sırada da bütün fokusum Beşir olduğu için aslında birazcık Beşir’e bürünmeye başladım gibi hissettim. Böyle her şeyi duyuyorum, her şeyi görüyorum ama çok konuşmuyorum, içime atıyorum falan, değişik bir psikolojiye büründüm. Ama bu deneyim sayesinde artık her türlü şeyin altından kalkarım gibi düşünüyorum. Çünkü aynı zamanda aksan ekledik üstüne. Kitapta Beşir, Türkiye’den değil, tam olarak geçmişini bilmiyoruz ama farklı bir geçmişe sahip olduğu için hocalar da birazcık Türkçe aksanını kırmak amaçlı bir şeyler rica etti. Onu da ekledik. Ve güzel bir şey çıktı ortaya. Üst üste bir sürü şey koyabildiğimi gördüm. 

 

“Gece gündüzümü oyunculuğa veriyorum. Başka hiçbir şey düşünmüyorum.”

 

Peki bu kadar fazla insana hitap eden ve bence bu sene en çok konuşulacak filmde oynayınca daha fazla insan tanıyacak seni, sosyal medyanın acımasızlığı ile karşılaşacaksın. Hazır mısın bunlara?

Tabii ki de. Çünkü tabii ki karşılaştırma yapılacak. Buna insan çok fazla hazırlanamaz gibi düşünüyorum. Sadece seni etkileyip etkilemeyeceğine dair bir karar verebilirsin. Yani ben bunun beni etkilememesi tarafındayım. Çünkü insanlar her zaman, görüyorum yani, yorumlar her türlü, her şeye yapılıyor. Her türlü yorumlar geliyor. Bunlar kaçınılmaz. Şahsen seyirci olsaydım ilk baştan her şeyi silip kafamda sıfırdan hiçbir beklenti olmadan, bunu ayrı bir film olarak görüp öyle izlerdim. Gelecek acımasız yorumlara da aldırmayacağız. Yapacak tek şey bu. Oyunun bir parçası bu. 

 

Hedefin ve kendini oyuncu olarak koyduğun nokta ne? 

Hedeflerim çok yüksek açıkçası ama genelde kendime saklıyorum. Çünkü insanlara söylediğin zaman birazcık fazla uçup gelebiliyor ama ben kaybetmeyi korkmadan hayal kurmayı seviyorum. Başarısız olacağımı düşünmüyorum çünkü pes ettiğin zaman başarısızsın. Devam ettiğin sürece her zaman başarılı olabilirsin. Benim amacım naçizane, global bir başarı yakalamak. Bunun için de çok çalışıyorum zaten, o yüzden bunu gururla da söyleyebilirim. Hiçbir çekincem yok bu konuda. Gece gündüzümü oyunculuğa veriyorum. Başka hiçbir şey düşünmüyorum. Ve gelecek olan her türlü karaktere de içtenlikle bağlanacağıma, en iyisini çıkaracağına da inanıyorum.

 

Karşına bir zorluk çıkınca bununla nasıl baş ediyorsun?

Öncelikle bunun bir yalan olduğunu kendime ikna ederim. Çünkü aslında aklımıza koyduğumuz her şeyi başarabiliriz. Sadece içsel inançlarımız bunlara engel olur. Durumu sorgulayıp neyin beni bu kadar korkuttuğunu, durdurduğunu analiz ederim ve sonrasında kendimi bu işin altından kalkabileceğime inandırırım. İnanmıyorsam bile inanmış gibi yaparım. Bu durumda yapmam gereken eylemi zaten yapmaya başlamış olduğumdan, harekete geçtikten sonra beni durduran düşüncenin aslında  mental bir illüzyon olduğunu görürüm. Ayrıca bir şeyin yapılamayacak olması veya başarılamaz denmesi bende ters bir etki yaratır. İnadım tutar ve etraftaki herkesi haksız çıkarmak için daha da sıkı çalışırım. Kısacası zihnimizi kontrol edebilirsek, bence başaramayacağımız şey yoktur.

 

     

 

Lorin ne demek?

Lorin Türkçe’de aydınlık ve zafer kazanan demek. Bizim ailenin Kürtlükle bir bağlantısı yok ama ismim aynı zamanda Kürtçe ninni demekmiş. Sınavlarda, bazen kurumsal işlemlerde ismimle ilgili karışıklıklar oluyor ama en komiği bence kiralık scooterları kullanamam, kabul etmiyorlar ismimi.

 

Kaç dil biliyorsun?

3.5 dil. İspanyolcam az, buçuk olan o. Almanca, Türkçe, İngilizce. Çift dilli büyüdüm, İngilizce ve İspanyolca sonradan ama İngilizce de anadilim gibi şu an.

 

İstanbul’da huzur bulduğun yerler?

İstanbul’da Beykoz Riva tarafındaki evimde çok iyi hissediyorum. Ormanın içinde, yeşilliklerin arasında gerçek huzurun tadına varabiliyorum. Ara sıra şehrin kaos ve gürültüsünden kaçabiliceğim bir yerimin olması müthiş bir durum. Onun dışında Fenerbahçe Kalamış taraflarını huzurlu ve sakin buluyorum.

 

En sevdiğin şehirler?

Herhangi bir sıralama olmadan Londra, Bali ve Los Angeles derdim. İstanbulu saymıyorum çünkü çok uzun yıllardır burada yaşıyorum zaten, çok da seviyorum. Ama farklı 3 şehir deseydim bu üçünü seçerdim. Londra dememin sebebi bütün konservatuar arkadaşlarımın hala orada olması ve zamanında birlikte inanılmaz bir vakit geçirmiş olmamız. Bali dememin sebebi çocukluğumun bir kısmının orada geçmiş olması ve ikinci gidişimde hissettiğim huzurdu. LA dememin sebebi de şuanda kardeşlerimin orada hayallerini kovalıyor olması ve 3-5 seneye muhtemelen benim de onlara katılacak olmam.

 

 

yazıyı oku

calling'den haberdar ol

RÖYSKOPP İLE PROFOUND MYSTERIES VE MÜZİĞİN DERİN DÜNYASI: DJ SETİNDEN ALBÜME YOLCULUK

Röportaj: Hikmet Demirkol

Artwork: Carilla Karahan

 

Geçtiğimiz haftalarda Zorlu PSM’de gerçekleşen MIX Festival’de DJ setinde yer alan Röyskopp ile röportajımız, son ana kadar net olmadığı için haftalarca bu ihtimalin heyecanıyla bekledim desem yalan olmaz. Norveçli ikili ilegeride bıraktıkları 20 seneyi ve müziklerindeki değişimi konuştuk. Hem sohbet sırasındaki samimiyetleri hem de konser sonrası unutmayıp bir araya geldiğimizde gösterdikleri inceliği de hafızama kazıdım.

 

2014’te yayımladığınız ‘The Inevitable End’ albümünüzden sonra yaptığınız röportajlarda bunun son albümünüz olduğuna dair yorumlar yer alıyordu. Oradan alıp başlayalım istiyorum, ne dersiniz?

Torbjørn Brundtland: Korkarım ki ‘The Inevitable End’i yayınlarken muhtemelen son geleneksel albümümüz olacağını söylediğimiz için söylediklerimizden bazıları çeviride kayboldu. Ve aslında geleneksel kelimesi, her ne sebeple olursa olsun düştü. Şimdi yakın zaman önce yayımladığımız yeni albümümüz ‘Profound Mysteries’ ile bu sözümüzü yerine getirdiğimizi hissettik, çünkü üçlü bir albüm olduğu için bu anlamda geleneksel bir albüm olmadığını düşünüyoruz. Ayrıca albümü yayınlama şeklimizin de alışılmışın dışında olduğunu düşündük. Ama tabi yine de her bireyin kendi kararı ve anlama şekline kalmış.  Albüm formatında söyleyecek daha çok şeyimiz olduğunu hissettiğimizi söyleyebilirim. Bu yüzden ‘Profound Mysteries’ ile yeniden karşınızdayız. 

 

O zaman ‘Profound Mysteries’e gelelim. Üç albümü bu kadar kısa sürede yayımlama fikri nasıl ortaya çıktı. Bu dev albüm projesinin üretim sürecini biraz açalım isterim.

T.B: Profound Mysteries’i yapmadan önce albümün iskeleti için çalıştık, ne yapmak istediğimizi belirledik. Üç bölümden oluşmasını istedik. Tüm bu parçaların her birinde 10 parça olmasını istedik, yani bir çeşit simetri. Ve öyle olmasını istedik ki, “Filler Tracks” diye adlandırdığımız parçalar olmasını asla istemedik. Yani her bir parçanın kendisinden sonra gelen parçayı bir şekilde vurgulamasını ya da yükseltmesini istedik. Böylece, her parçanın kendi amacı ve yeri olduğunu söyleyecek, boşluk hissetmeyecek dinleyici. Bu bahsettiğim  günümüzdeki albümlerde çok yaygın olan bir durum, kimi yayımlanan işlerde sadece üç ana şarkı var albümün geri kalanı sadece dolgu malzemesi gibi duruyor. Bu duruma düşmek istemedik.

Svein Berge: Daha sonra bunu inşa etmeye başladığımızda, üç bölüm boyunca devam eden çok güçlü bir anlatımımız oluştu. Birbiriyle çok uyumlu da olsa sıkıcı olmamasını sağlamak zordu. Ama bunu başardık. Albümü yaparken biraz değiştirdik ve biraz daha parçalı ve muhtemelen biraz daha zorlayıcı hale getirdik. Albümün başlığına da uyum sağladı derin gizem, gizem kelimesine yeteri kadar vurgu yaptık (gülüyor).

 

Profound Mysteries’in üç bölümü için kısa kısa neler söylemek istersiniz?

T.B: Bizim için birinci bölümün bir tür geri dönüş olması gerekiyordu. ‘The Inevitable End’ ile bir dereceye kadar uzaklaştığımız için birinci bölümün yavaş bir geri dönüşü temsil etmesini istedik. Bir çeşit yeniden başlangıç, azıcık gizli ve saklı bir his barındırsın istedik. İkinci bölüm daha hilalli ve belirgin ve bir dereceye kadar açık sözlü bir anlatımla ilerlemesini kurguladık. Ve üçüncü bölüm ise bir tür durma ve kaybolma, belki de sona doğru ilerlerken biraz daha derine iniyor. Birlikte çalıştığımız vokalistler de bu anlattığım üç bölümü dinleyicimize doğru aktarmamızda, ruh hallerini ve duyguları vurgulamada yardımcı oldular.

 

Her albümünüzde birçok önemli isimle birlikte çalıştınız. Bu ilişkiyi nasıl kurduğunuzu merak ediyorum, şarkılardaki vokalleri nasıl seçiyordunuz, doğru kişiyi bulmak da zor olsa gerek. Yanılıyor muyum?

T.B: Vokaller şarkıların esas ruh halini aktaran kişiler. Örneğin Susanna çalışmayı çok sevdiğimiz bir arkadaşımız. Eğer bir umutsuzluk ve kalp kırıklığı duygusu aktarmak istiyorsak direkt onun kapısını çalıyoruz. Duygu ve o duyguyu yansıtacak kişiyle ilgili bir uyum bu aslında. Aynı şekilde Jamie İrrepressible’I daha gizemli şarkılar için kullanmayı istedik. Sesinde farklı bir teatral kalite var. Aslında vocal seçimi tıpkı bir melodiyi çalarken daha iyi bir tat bırakmak için seçeceğiniz enstrümanı kullanmak gibi bir durum diyebilirim. Doğru şarkı doğru vocal uyumu her zaman bizim için de çok önemli bir konudur.

 

“Eser ne anlama geliyor? Neyden yapılmış? Sıcak mı? Soğuk mu? Hayvansal mı? Robotik mi? Eski mi? Yeni bir şey mi? Uzaydan mı geldi? Dünya’dan mı? Bunların hepsi izleyiciye bağlı.”

 

‘Profound Mysteries’ üç bölümünden hangi bölüm sizin favorinizdi? 

T.B: Hepsini seviyorum. Bu soru bana favori filmini seç demek gibi bir şey.  Bazı bilim kurgu filmlerini severim ama bazı korku filmlerini de severim. Ama tek bir favorim yok, ama her disiplinde favorilerim var. Aynı mantıkla bence bu üç bölüm kafamda farklı disiplinleri temsil ediyor. Ama ben en çok sanırım nedense en çok üçüncü bölümü dinliyorum. Ama bu favorim bu olduğu anlamına gelmiyor o yüzden açıklamak istedim,  ama kafamda en çok dinlediğimin bu olduğuna inanıyorum. Nedenini bilmiyorum (gülüyor).

S.B: Ben de hepsi diyeceğim. Birini seçince sanki diğerleri kötü mü gibi bir his geliyor (gülüyor). Eğer tarz açısından bakacak olursak, ben birinci bölümü tercih ederim. Ama en çok, en ilginç ve çok yönlü olarak seçmek istesem o zaman ikinci bölümü tercih ederim. Çünkü ikinci albüm gerçeklerin en çok farklılık gösterdiği bölümdür. Kendi ruh halim için birini seçecek olsam üçüncü bölümü seçerdim. Mutluluk önemli, beni sadece gülümsetiyor son albüm.

 

Röyksopp’un ne zaman bir şarkısını duysam gözümün önünde imgeler beliriyor, şarkılarınız hep görsellikle kafamda kendisine yer açıyor. Bu açıdan benim için eşsiz bir yeriniz var. Bunca yıl ürettiğiniz şarkılar ve onların görsel dünyanıza dair neler söylemek istersiniz? En çok da son üçleme albümünüzün görsel dünyasına dair neler anlatacağınızı merak ediyorum!

T.B: Profound Mysteries’e, bi̇r single seçi̇p tüm vaki̇ti̇mi̇zi̇ o single i̇çi̇n bi̇r vi̇deo hazırlamaya harcamak ve di̇ğer parçalar i̇çi̇n hiçbir şey yapmamak yeri̇ne, vi̇deolar ve görselleşti̇ri̇ci̇ler söz konusu olduğunda her parçaya ayni oranda emek harcanan bi̇r proje olarak yaklaşmak i̇stedi̇k. Her bir parçanın bütüncül ve her bir parçanın en az diğeri kadar önemli olduğu bir şey yaptığımızı dünyaya göstermek istedik. Bunu da Jonathan Zawada ile birlikte her bir parça için görselleştiriciler yaparak kanıtladık. Ayrıca yapım şirketi Bacon ile her parça için bir kısa film üzerinde çalıştık.

S.B: Şunu da ekleyebilirim, projenin başlığından da anlaşılacağı üzere gizem kısmını seviyoruz Mm-Hmm. Bu biraz da sizin söylediğinizle ilgili, müziği dinlerken yaşayabileceğiniz öznel deneyimle ilgili. Biz de bunu bir şekilde görsel olarak aktarmak istedik. Bu yüzden Jonathan Zawada’ya sanat eserlerini ve bu görselleştiricileri yapması ve bir şekilde bir sanat eserinden edinebileceğiniz öznel deneyimi temsil edebilecek bir şey yaratması için başvurduk. İşte bu şekilde elimizdeki bu eserleri ortaya çıkardık. Her parçanın kendi küçük eserleri var ve bunlar öznel yorumlara çok açık. Eser ne anlama geliyor? Neyden yapılmış? Sıcak mı? Soğuk mu? Hayvansal mı? Robotik mi? Eski mi? Yeni bir şey mi? Uzaydan mı geldi? Dünya’dan mı? Bunların hepsi izleyiciye bağlı. Ve biz bu duyguyu seviyoruz ve müziğimizle de çok güzel bir şekilde bağdaşıyor, ki bizce müziğimizi mutlu, hüzünlü, melankolik, neşelendirici olarak deneyimleyip deneyimlemediğiniz de son derece öznel. Bir kişi ve birey olarak müziğimizi hangi yöne doğru yönlendirmek istediğiniz gerçekten size bağlı. Biz bunu seviyoruz.

T.B: Bunu kutlamak istiyoruz. Bence bu bir dil, insanoğlunun içsel alanı için gerçekten bir dilimiz yok. Ve müzik, kendi iç dünyanızı geliştirmek için harika bir kaynak olabilir. Bu da kutlamak istediğimiz bir şey. Ve biz, özellikle de ‘Profound Mysteries’ için insanlara görselleştirilmiş bir imaj dayatmak istemedik. İşte bu yüzden Johnson Sawada ile çalışmanın ve Svein’ın az önce tarif ettiği bu şeyin projemiz için mükemmel olduğunu gördük. 

 

İlk albümünüzün yayımlanmasının üzerinden 22 sene geçmiş, büyük bir zaman. Bunca zaman sonra yeni müzik üretme konusunda üzerinizde bir baskı hissediyor musunuz? 

S.B: Biz yaptığımız işten zevk alıyoruz. Bence Torbjørn ve benim aramızdaki anlaşma, eğlenceli olduğunu düşündüğümüz sürece müzik yapmaya devam edeceğimiz üzerine kurulu.  Lütfen beni yanlış anlamayın, asla ukala bir yerden söylemiyorum ama bazı müzik üretimlerinin zaten var olmadığını düşünüyoruz. Bizim ürettiğimiz müziğin dinleyicisi açısından kendimizi bir rakamla ölçmüyoruz. Küçük ama niş bir boşluğu doldurabildiğimiz sürece bu işi yapmaya devam edeceğiz. Baskı demem üretme sürecine ama belki yaratmak için bir aciliyet hissediyoruz diyebilirim.

 

Melody A.M günlerinden biraz daha bahsetmek istiyorum. Söz konusu albüm yayımlandığında o dönem chill out, downtempo müzikler popüler olmuştu diye hatırlıyorum. Bence bu akımda sizin de payınız çok büyük. O günler ile bugünü kıyaslarsanız neler söylemek istersiniz?

S.B: Her ne kadar ilk albümümüz Melody A.M bir ölçüde ana akıma girmiş olsa da, niyetimiz asla bu değildi. Ana akım açıkçası bizim tarafımızdan, bu anlamda, gerçekten yaratılmadı. Biz bu açıdan karar verici bir noktada değiliz. Açıkçası ana akım da artık çok değişti. 2000’li yılların başındaki elektronik müzik ile şimdiki elektronik müziğin durumunu karşılaştırmak çok zor, 2000’li yılların başlarında elektronik müzik hala bir yenilikti, ana akımda rock, rock ve r&b vardı ve hip hop muhtemelen ana baskın güçtü. Dolayısıyla, iki Norveçlinin çoğunlukla enstrümantal, ilginç, elektronik deneysel müzik yapması oldukça beklenmedik bir şeydi. Bugünlerde ana akım pop müziğin çoğu elektronik müzik.

T.B:  Ana akım ifadesi bence artık aynı anlama gelmiyor. Yani tüm paradigma değişti. Bence asıl önemli olan da bu. Açıkçası artık daha az sanatçı var. Ana akım pazarı işgal eden sadece 10 farklı sanatçı var. Bunlar Taylor Swift, The Weekend, Billie Eilish ve benzerleri. Oysa 20 yıl önce daha fazla sanatçı olurdu, müzik tarzları açısından da daha çeşitli olurdu. Böyle düşününce biraz da durum üzücü diyebilirim. Bu arada ismini söylediğim hiçbir sanatçıyı eleştirmiyorum lütfen yanlış anlaşılmasın.

 

“Doğadan da keyif alıyorum, bu da hala Norveç’te yaşamamın nedenlerinden biri ve aynı zamanda şehrin biraz dışında yaşıyorum. Böylece denize ve dağlara erişebiliyorum. “

 

Biraz kişisel bir soruya geçiyorum. Sizlerin gündelik hayatlarınızı çok merak ediyorum. Herhangi bir hobiniz var mı, ya da gündelik rutinleriniz nasıl geçiyor? 

S.B: Şahsen benim sıradan bir şekilde yaptığım belirlenmiş bir hobim yok. Film izlerim ve kitap okurum, ama hobi olarak değil, daha çok eğlence amaçlı bir şey. Doğadan da keyif alıyorum, bu da hala Norveç’te yaşamamın nedenlerinden biri ve aynı zamanda şehrin biraz dışında yaşıyorum. Böylece denize ve dağlara erişebiliyorum. 

T.B: Benim de herhangi bir şekilde sıra dışı olan bir hobim yok. Doğa, ailemle olmadığım ya da müzik yapmadığım zamanlarda yapılacak en büyük şey. Doğada olmak benim en sevdiğim şey.

 

Bu soru sizle röportaj yapacağımı söylediğimde bazı hayranlarınızdan aldığım ortak bir soruydu o yüzden mesajı iletmek istedim. Röyksopp ile vokali özdeşleşen Robyn, Karin Dreijer gibi isimlerle tekrar çalışmamanızın özel bir sebebi var mı?

T.B: Vokal seçimimiz her zaman şarkıyla alakalı. Bir de yaratıcı olarak hem bizim için hem de dinleyicimiz için ortaya çıkarttığımız müziği ilginç kılmak istiyoruz. Ayrıca kendimizi de tekrar etmek istemiyoruz. 

S.B: Ben de kendimizi tekrar etmememizin altını çizmek isterim. Bir diğer konu da sanatçı ve notanın birbiriyle uyumu. Şarkı bir vokal ile uysa bile zamanlama, planlama bazen uymayabiliyor. Denklemde birden çok değişken var. Yıllarca bizimle işbirliği yapan herkese minnettarız ve müteşekkiriz. Onlar olmasaydı bu şarkılar bu noktaya gelemezdi.

 

 

En başta bu işe girdiğinizde bir hedefiniz var mıydı? Varsa eğer böyle bir hedefiniz zaman içinde onda nasıl değişiklikler yaşadınız? Son olarak da ilerisi için nedir hayalleriniz?

T.B: Zor bir soru. Bilmiyoruz ama yaratma konusunda bahsettiğimiz aciliyete geri dönecek olursak, bence bir şekilde her zaman bir şeyler yaratacağız. Bunun dünyayla paylaşacağımız bir şey olup olmayacağına gelecek karar verecek. Ama devam edeceğiz.

 

DJ setlerinizden de bahsedelim. Çalarken nasıl bir plan var aklınızda ya da spontane mi ilerliyorsunuz DJ set performanslarınızda.

S.B: DJ set ile çıktığımızda biz son derece spontaneyiz. Bence DJ’liğin bizim için en büyük avantajlarından biri de bu, bir planımızın olmaması. Biz plansız çalıyoruz (gülüyor). Bu da stüdyoda yaptıklarımızdan çok farklı. 

T.B: evet DJ’lik olayında tamamen özgürüz. Yani son derece doğaçlama. Nasıl çaldığımıza gelince, nerede çaldığımıza, ne zaman DJ’lik yaptığımıza bağlı olarak biraz değişiyor ama artık plak kullanmıyoruz. Eğer öyleyse de durum, o zaman evdeki ya da stüdyodaki plaklarımızı kopyalayıp dijital hale getiriyoruz çünkü plak çalar üzerinde çalma stresine ihtiyacım yok (gülüyor). 

 

Türkiye’deki hayranlarınıza neler söylemek istersiniz?

T.B: MIX Festival’e DJ set ile geldik ama aklımızdan full ekip gelip canlı konser vermekten geçiyor onu da belirtmem gerek. DJ set performansımız çok enerjik tam bir kulüp havasında konsere dönüşüyor ama ikisinin yeri ayrı.

 

 

yazıyı oku

FOTOĞRAF SANATÇISI, BOUNCER VE İKON: SVEN MARQUARDT

Röportaj: Heja Bozyel

Fotoğraf: Can Görkem

 

O dünyanın en ünlü gece kulübü fedaisi. Aynı zamanda çok başarılı bir fotoğrafçı. 26 Kasım’a kadar Yapı Kredi bomontiada’da yer alacak sergisi Nachtblende açılışında bir araya geldiğimizde beyninin içine girip anılarını film gibi izlemek istedim.

 

Bir sergi hazırlığı sırasında hangi galeriye girerseniz girin, havada yoğun, sis gibi bir stres bulutu hissedersiniz. “Nachtblende” sergisinin açılışından bir gün önce bomontiada’ya gittiğimde o stres bulutu tüm alanı kaplamıştı. Boş duvarlarda hangi eserin nereye yerleştirileceği işaretlenmiş, Sven Marquardt, gözünde hiç çıkarmadığı Balenciaga gözlüğü, dövmeleri ve parmaklarını kaplayan kuru kafa şekilli yüzükleri ile hepsini kontrol ediyordu. “Şu an baktığından bir şey anlamayacaksın, güzel görünmeyecek o yüzden bakma ama bütün fotoğraflar duvara mıknatıs ile yapışacak ve çok güzel görünecek” diyerek beni galeriden dışarı aldı. İçeri girmiştim ama dışarı çıkarılmıştım. En azından burada içeri girebilmiştim çünkü Berghain’dan içeri girmeyi hiç denemedim bile! (Evet reddedilme korkum var) Berlin’in dünyaca ünlü gece kulübü Berghain’in “bouncer”ı Sven, tüm dünyanın en ünlü gece kulübü fedaisi denebilir. Çünkü hiçbir gece kulübünün kapısından geçmek bu kadar zor değil, işini lâyıkıyla yapan biri kendisi. Hatta öyle ki “Berghain’dan içeri nasıl girilir” rehberleri var internette. Dahası, “Berghain’a giriş” oyunu bile yapılmıştı bir ara! O uzun, karanlık kuyrukta bekleyip içeri girerken en cool halinle davranman gerekiyordu -oyunda bile. Yoksa bouncer seni geri fırlatıyordu.

 

Böyle bir efsaneden bahsediyoruz. Bir nevi “insan eleme makinası.” Ama onunla ilk kez geldiği İstanbul’da buluşma amacımız Berghain değil. Burada fotoğrafçı kimliği ile bulunuyor. Haftada 2 geceyi bouncer olarak geçirse de o aslında ilk gençliğinden beri bir fotoğrafçı. Doğu Berlin’de, o dönemin ağır şartlarında çevresindeki insanları, punk kültüründen gençleri fotoğraflayarak başladığı sanatını Levi’s, G-Star gibi markalar ve Numero, I-D gibi dergilerle çalışarak tamamen profesyonel boyuta taşımış. Onun fotoğraf yeteneğini, henüz Berlin duvarı yıkılmadan önce, bir arkadaşının annesi, dönemin Doğu Berlin’in ünlü fotoğrafçılarından Helga Paris keşfetmiş aslında. Hatta Sven, Helga’nın yanında çıraklık yapmış. Ama duvarın yıkılması ile fotoğrafa ara vermiş ve Berlin’in en özgürlük dolu yıllarının tadını çıkartmış. 

 

Film gibi bir hayat süren Sven’in 3 fotoğraf kitabı ve bir de anılarını yazdığı kitabı bulunuyor. Brezilya’dan New York’a farklı yerlerde sergilerinin ardından eserleri Goethe-Institut Istanbul desteği ile ilk kez İstanbul’da. Sergi “Nachtblende” adı ile bir kelime oyunu yapıyor ve yorumu izleyiciye bırakıyor. “Gecenin körü” gibi bir anlam taşırken gecelerin insanlarını, Sven’in temiz, keskin siyah-beyaz fotoğraflarına yansıtıyor. 

 

 

 

 

 

Serginin açılışında mini bir Berlin gece hayatı hissi vardı. Bunda sadece gelen kişilerin tarzları etkili değildi, sergiyi tamamlayan audiovisual bir proje olan Slide bizi Berlin’e taşıdı. Slide; Sven, ışık tasarımcısı Lars Murasch ve Berghain resident DJ’lerinden Marcel Dettmann‘ın eserlerini içeren bir performans. Sven’e göre, ‘müzik, fotoğrafçılık ve görsel sanatı birleştirerek, bu ilişkinin ve sanatçı işbirliğinin tarihini sunacak bir yolculuk.’

 

Dettmann ve Sven’in ilk işbirliği değil bu; daha önce sesli görsel sergi Black Box çok konuşulan bir iş olmuştu. Black Box, Lagos, Nijerya’dan Vancouver, Kanada’ya kadar dünyanın dört bir yanında sergilenmişti ama İstanbul’a yeni bir işle gelerek Berlin gece hayatındaki 25 yılına bir bakış sunmak istemiş. 

 

 

 

52 yaşındaki Sven, sadece Berlin gece hayatının ikonu ve başarılı bir fotoğrafçı değil; yaşayan bir tarih aslında. O nedenle kendisinden dinlemek isteyeceğim çok fazla şey var. Konuştukça yüzündeki kırışıklıklarla birlikte şekil değiştiren dövmeleri, ellerindeki yüzükler ve yaşanmışlık, gözlerindeki hafif kibirli ve mesafeli ama sevecen hınzırlık, dişlerinin çarpıklığı ve anlatırken kendi yaşamından -ya da şu an olduğu noktadan- duyduğu keyfi hissetmeye o kadar odaklandım ki aklımdan Sven’in anlatımı ile yapılabilecek onlarca belgesel ve video fikri geçti. Maalesef zaman kısıtlı, bulunduğumuz nokta gürültülü ve serginin yetişmesi gerekliydi. O yüzden biraz yarım yamalak kalmış gibi hissettiğim bir sohbet bu. “En azından bir dahaki Berlin ziyaretimde Berghain kapısından çevrilmeyeceğim kesin” demek isterdim ama karşımdaki Sven olunca röportajdan geri çevrilmediğim için sevinebiliyorum sadece ve yüzündeki dövmeler arasında okunan “Tranen” (Alm. gözyaşlarına boğulmak, yüzünü gözyaşları ile yıkamak) kelimesine bakıp o kapıda neler yaşamış olabileceğini düşünüyorum… 

 

Not: Sohbetimiz sırasında genç bir adam gelip “Ben sizin büyük hayranınızım, bir fotoğraf çekmemiz mümkün mü” diye sordu. Önce gülümsedi Sven. Sonra “Burada röportajdayız ve konuşuyoruz görüyorsun, yeri değil” dedi, takım elbiseli gencin kendine güveni ve gülümsemesi yüzünde dondu, başını eğip gitti. 

 

İstanbul’a ilk gelişin değil diye tahmin ediyorum…

İkinci gelişim. Sergi hazırlıkları için 2 geceliğine gelmiştim daha önce. 

 

Bütün dünyayı gezmiş biri olarak İstanbul’a daha önce gelmemene çok şaşırdım!

Evet seyahat etmeyi çok seviyorum ama hiç denk gelmedi. Şimdi şehri tanımak istiyorum. 

 

Daha güzel zamanlarını görmemiş olmana üzüldüm. Sergi fikri nasıl çıktı ortaya?

Bu bir işbirliği projesi aslında. Sadece benim yaptığım bir şey değil. Marcel’e yeni bir şeyler yapmak istediğimden bahsettim, ortaya yeni bir işbirliği çıktı. Bu Marcel ile ikinci çalışmamız. 

 

“Çok şey değişse de Berlin farklı ülkelerden ve kültürlerden gelen herkese kapısını açan, önyargısız bir yer. Berlin’le ilgili en sevdiğim şey bu.”

 

İlki Black Box’tı yanlış hatırlamıyorsam. O nasıldı, farkı ne?

Evet 2015’te Black Box’ı yapmıştık. Adı üstünde, siyah bir kutunun içinde son 15 yılın gece hayatının albüm kapaklarından fotoğraflara her şeyin görseli müzik ve video olarak vardı. Tekil bir enstalasyondu. O müzik ile benim çektiğim fotoğraflar ekseninde, sabir enstalasyondu. Şimdi yaptığımız ikinci proje tamamen farklı. Marcel’in 1 saatlik DJ performansı var ve video sanatçısı Lars Murasch’ın işi müziğe eşlik ediyor. Bunu hazırlarken Lars ve Marcel Berlin’de birkaç kez buluştular. Ama çok kolay olmadı çünkü herkes çok meşguldü. Sonuçta ortaya analog çekiliş fotoğraflara eşlike den müzik, canlı performans ve video çıktı. 

 

Analog fotoğraflara dijital dünyayı eklemek senin için ne ifade ediyor?

Bu benim için bir anlatım tarzı. Geleneksel ve dijitali buluşturmak bir nevi Zeitgeist (Alm. Zamanın ruhu). Canlı müzik de bunu tamamlıyor. Aslında bu bir sergi ve tek gecelik bir performans. İki işin ortak noktası, Berlin gece hayatı ruhunu başka bir şehre taşımak aslında. Benim fotoğraflarım geleneksel diyebileceğimizin tam tersi. Çünkü bouncerları gece, iş başındayken fotoğraflamıyorum. Müzisyenleri de öyle. Gündüz buluşuyoruz. Gün ışığını kullanarak fotoğrafladığım için bu çok önemli. Bazen gün ışığı çok az oluyor ve işimi zorlaştırıyor. 

 

Peki gündüz fotoğraflayacakların için ilhamı geceden mi alıyorsun?

Evet, ilham gece gördüğüm yüzlerden ve müzikten geliyor. Gece klüpte canlı çalarken dinlemediğim bir DJ’yi fotoğraflamamın ne anlamı olur ki?

 

O zaman kapıda çalıştığın gecelerde bir nevi cast çalışması yapıyorsun diyebilir miyiz?

Hem evet hem hayır çünkü klüp kültürü ile ilgisi olmayan da çok fazla projem var. İşlerimin başrolü olan insanlar bir şekilde gece hayatının, klüp dünyasının içinde olan ya da yolu kesişen kişiler. Bu arada eski işlerimden birinde doğma büyüme İstanbullu biriyle de çalışmıştım mesela. Ama kapıda durup “şunu fotoğraflarım” diye bakmıyorum insanlara. Genellikle projeye özel olarak yaklaşıp seçiyorum kişileri. Her projenin anlattığı konu farklı. Günün sonunda asıl ilhamı hayattan alıyorum. Moda, zaman, ruh ve hikayeler, yüzler, stiller… Bir belgesel fotoğrafçısı değilim nihayetinde o yüzden kişilerin kim olduklarından, hikayelerindense fotoğrafçı-model arasındaki etkileşimin önemli olduğunu düşünüyorum. 

 

Bir belgeselci değilsin ama geçmişten bugüne işlerine bakınca bir belgesel izler gibi Berlin klüp kültürünü izliyoruz. Bu kültürün şu an geldiği nokta hakkında ne hissediyorsun? 

Tabii ki çok şey değişti. Ama bu çok doğal değil mi? Biz olduğumuz gibi yaşayabildiğimiz için çok şanslıyız. Çok şey değişse de Berlin farklı ülkelerden ve kültürlerden gelen herkese kapısını açan, önyargısız bir yer. Berlin’le ilgili en sevdiğim şey bu. Öte yandan alt kültür dediğin şey de çok fazla özgürlüğün olmamasından doğuyor. Berlin klüp kültürü de öyle doğmuştu. O yüzden şu an vardığımız özgürlük noktası, alt kültürlerin gelişimi için bir çatışma yaratabilir, tam tersi de olabilir… Bunu izlemek çok keyifli. 

 

 

“Ben duvar yıkıldıktan sonra kendimi o dönemin özgürlüğüne ve kutlamalarına verdim,  fotoğraf çekmeyi bıraktım. Sanırım kimliğimin bir parçasını kaybettiğim bir dönemdi.”

 

Doğu Berlin’de çocukken yaşadıkların bunlar mıydı?  Yani özgürlükler kısıtlı olduğu için alt kültürlerin büyümesine mi şahit oldun?

Evet, Doğu Berlin’de bir diktatörlük sistemi vardı. Bu da bir yeraltı kültürünün oluşmasını sağladı, çok büyük bir kitle olmasa da etkisi oldu. İstedikleri hayatları kendileri yaratan bir alt kültürdü bu. 

 

Duvar yıkıldığında ne hissetmiştin?

Of, çok zaman oldu… Çok çok uzun zaman… Olabilecek en güzel şeydi. Ennn güzel şey. Dünyada olabilecek en güzel şey. Bana gelince… Ben duvar yıkıldıktan sonra kendimi o dönemin özgrlüğüne ve kutlamlarına verdim, fotoğraf çekmeyi bıraktım. Sanırım kimliğimin bir parçasını kaybettiğim bir dönemdi. Zor bir dönemdi. Zor olduğunu o zaman anlamıyordum ama nefes alır gibi hissediyordum. Şimdi dönüp bakınca o dönem fotoğrafa ara vermem ve bunları yaşamam gerekliymiş kendimi yeniden bulabilmek için. 

 

Şehrin ruhu nasıldı o dönemde?

Berlin kültürü doğmaya başlamıştı. Doğu ve Batı’daki gizli, yeraltı mekanları birleşmeye, insanlar bir noktada buluşmaya başlamışlardı. Hep birlikte yaşadığımız bir partiydi o günler, yeniden bir araya gelme partisi. Adım adım birleştik, küçük adımlarla. O anları yaşamak çok keyifliydi. Enerji, kendini ifade ve isyan dönemleriydi. Değişim için savaşan punk gençlerdik. Doğu Berlin’in polisinin elinde kaybolan çok fazla punk vardı. Şimdi bakınca Mohikan saçlarımızın ve asi ruhumuzun aksine, çok masum çocuklardık.

 

O dönemleri bir şarkı ile tanımlamanı istesem?

Çok zor ve iyi soru… Yarın Marcel’e o dönemlerde neler çaldığını sormam gerekir! Bir şarkı var ama adını hatırlamıyorum, Marcel hatırlar. O dönem kulüplerde çalan bazı şarkılar var ki arada sırada bugün onları duyduğumda geçmişe gidiyorum. Çok şey anlatıyorlar. 

 

Sen neler dinliyordun o zamanlar?

Daha çok techno. 90’ların başında genelde techno olsa da 80’lerde Patti Smith, Joy Division tabii herkes onları dinlerdi o zaman. Queen. Freddie Mercury hayranıydım. Bohemian Rhapsody, o ses! Olağanüstüydü. 

 

   “Aber ich hoffe, dass Berlin die Reibepflächen behält von… aber wird schon.”*

 

Bunları anlatırken hafızana girip anılarını izlemek isterdim! Peki bugünün Berlin’i hakkında ne düşünüyorsun?

Kaldığımız ev Beyoğlu’nda. O bölge bana ‘90’ların Berlin’ini hatırlatıyor. O ara sokaklar. Augustsrasse o zamanlar tam olarak aynıydı. Şimdi hepsi kayboldu, kentsel dönüşümle kayboldular. Çok pahalı ordaki evler. Şimdi o bölgede Fotoğraf Müzesi var, çok güzel ama fazla steril. Her şey aynı oldu. Karmaşası kayboldu. En azından İstanbul’da o hala var. Berlin’i parça parça kaybettim. Kreuzberg, Neukölln gibi bölgeler duruyor tabii, onlar hala güzel. Yani bunları söylerken eskiyi özlüyorum diyemem çünkü yeni güzel şeyler de oluyor. *Yine de umarım Berlin tüm karmaşasını kaybetmez, kaybetmeyecek. Yüzeysel bir şeyden bahsetmiyorum, anlıyorsun değil mi?

 

Evet tabii anlıyorum. Ama son 20 senede dünyanın bütün büyük şehirleri çok değişti…

Evet bütün metropoller değişti. Her şey artık daha pahalı. New York değişti, İstanbul değişiyor… 

 

Peki biraz da Berghain’dan bahsedelim mi? O macera nasıl başladı?

Bouncer olarak ilk işim kardeşim Oliver’ın DJ’lik yaptığı bir klübün kapısındaydı. O teklif etmişti, biri gerekliydi, kabul ettim. Hemen ardından o dönem çok ünlü olan Ostgut’ta çalışmaya başladım. Aslında Ostgut, Berghain’in öncüsüydü diyebiliriz. Ostgut kapanınca artık bu işi yapmam diye düşünüyordum ama Berghain ile fikrim değişti. Bir film seti gibi, gerçek olmayan bir yer gibiydi. Stalinist bir beton binada yanıp sönen ışıklar, dans eden fetiş giysili insanlar… Hepsi başka bir dünyaydı. 

 

Berghain’da çalışma şekliniz nasıl? 

Biz herkesin kendini güvende hissedebileceği, sağlam bir yer yaratmaya çalışıyoruz. İçeride herkes özgür ve güvende olmalı. Bunun için de çok iyi bir ekiple çalışıyorum. Hepimiz yaptığımız işin bilincindeyiz ve sorumluluk duyuyoruz. Bunu anlamayan insanlar benim sadece kapıda durduğumu sanıyorlar. Oysa dünya çok değişti, biz de değiştik tabii. 

 

Sven, “bouncer” kelimesini çok sevmese de çeviride bu kelimeyi bouncer olarak bırakmayı tercih ettim. Tam anlamı “geri zıplatan” olduğu için “fedai” ya da Almanca “Türsteher” demek yerine, şanından dolayı bouncerı tercih ettim. Ama günün sonunda bu sergiye, sergide yine Berghain’dan arkadaşları ile çalışmasına ve çalışma şekline bakınca Sven için bir “küratör” demenin daha doğru olacağını anlıyorum. Her yaştan, ırktan, dinden, cinsiyetten, tercihten insanı ortak bir noktada buluşturan bir küratör… 

 

 

Bu sergi ile birlikte Berlin ruhunu İstanbul’a getiren Goethe-Institute Istanbul ve Metin İlktekin’e sonsuz teşekkürler. Nachtblende 26 Kasım’a kadar Yapı Kredi bomontiada’da ziyaret edilebilir.

 

 

 

 

 

yazıyı oku

HAYATTA KALAN İNSANLIK

Röportaj: Zeynep Erekli

Fotoğraf: Dilan Bozyel

 

Çiler İlhan, son romanı Hayattayız Madem’de, hem ruhsal hem de fiziksel olarak yurtsuz olan insanların dünyalarına dalıyor. Yazar, 1940’larda Nazi kamplarından sağ çıkmış ve önce Amsterdam ardından İstanbul’da hayat kurmuş bir aile ile 2018’de Suriye savaşından kaçıp sınırdan Türkiye’ye giriş yapmış ve mülteci olmuş bir kadını buluşturuyor. Ve biz okur olarak 300 sayfa içinde duygudan duyguya sürükleniyoruz. Son dönemin dikkate değer romanlarından Hayattayız Madem’in yazarıyla romanın yolculuğunu ve yazarı gezindirdiği yeni haritaları konuştuk. 

Kurgu mu, gerçek mi?” 

İzlediğimiz filmlerde, dizilerde; okuduğumuz romanlarda, öykülerde, bu soruyu sık sık sorarız. Merak ederiz. Bunlar yaşandı mı, yoksa yazarın hayalgücü mü? Çünkü eğer yaşandıysa, belki içimiz daha çok cız edecek. Ya da daha fazla bağ kuracağız olanlarla. Anlamaya çalışacağız, bunlar nasıl olabildi? 

Çiler İlhan’ın son romanı Hayattayız Madem (Everest Yayınları), yaşanmış, hatta insanlık tarihine utançla, yılgınlıkla yazılmış büyük yıkımları temel alıyor. Bu yıkımlar üzerine kurgusal bir hikaye örüyor. Yazılması yedi koca seneye yayılan romanın ele aldığı konuların başında savaştan kaçan, ve kendine yeni bir yurt arayan insanlık var. Birkaç karakterin izinde anlatılması güç acılardan geçip hayatta kalan ve nefes alıp verdikçe ümide tutunan insanın gerçeğini görüyoruz. Daha da buruk olan, bu romanın piyasaya çıktığı hafta yaşananlar.  “2023 Hamas – İsrail Savaşı” olarak adlandırılan ve hala devam eden cinnet, romanı okurken bir an bile aklınızdan çıkmayacak.  

Göçü bizzat yaşamış, İstanbul’dan Gouda’ya taşınmış Çiler İlhan, şimdiye kadar yayınlanan tüm kitaplarında ezilen azınlıkların, çatışmaların, sürülmenin, kendi kaderini ellerinde tutamamanın sularında yüzdü; bu kez en zoruna kalkışmış ve altından kalkmış. 2000’lerin başından beri tanıdığım; beraber dergilerde çalıştığım, edebiyat üzerine sohbet ettiğim, bugüne kadar çıkan tüm kitaplarını hevesle okuyup gurur duyduğum; yer yer hararetli tartışmalara girdiğim arkadaşımla, bu ilk “büyük roman”ını konuşuyorum…

 

Hayattayız Madem’in tohumları içine ne zaman, nerede düştü? 

2015 yılıydı… Nişantaşı, Galata, Taksim, nereye gitsem öbek öbek, kaldırımda oturan ailelerle karşılaşıyordum. Suriye’den göçlerin hızlandığı zamanlardı. Müthiş üzülüyordum. O zamanlar düştü içime bir fikir.

 

Peki Hollandalı-Türkiyeli aile, toplama kampı geçmişi… Bunlar nasıl girdi romana?

Çıkış noktam Suriyeli mülteciler olmasına rağmen, romanın elle tutulur ilk karakteri Cos oldu. Geldi kuruldu resmen… Kurgu zaman içinde değişti. Epey evrim geçirdi kitap.

 

Bu romanı ne kadar sürede, nerelerde yazdın?

İlk fikirden son taslağa, yedi yıl sürdü diyebilirim. İstanbul’da başladım. Çoğunu, şu an ailemle yaşadığım kent, Gouda’da yazdım. Kütüphane, kafeler, çalışma odam… Birkaç kez yakınlarda, Krimpen aan den IJssel’da bir airbnb’ye kapandım. Bir ara Amsterdam’da bir workspace’e gidip geldim çalışmak için. İsveç’in Gotland adasındaki Baltic Center for Writers and Translators’da toparladım romanı ve Gouda’da bitirdim.

 

 

Duyduğum anda hayran olduğum, etrafımdaki herkesin çok beğendiği bir ismi var romanın. Bu ismi nasıl buldun?

Teşekkür ederim… Bunu duyduğuma çok sevindim çünkü romanın yazılma süreci gibi isminin doğumu da sancılı oldu. Artık her şey hazır, son pdf kontrol ediyoruz, hâlâ hepimizin içine sinen bir isim yok… 

 

Gökten mi indi?

Gerçekten de öyle oldu Zep! Gün içinde çok yorulunca yirmi dakikalık-yarım saatlik yarı meditatif bir uykuya yatarım. O gün de hayattan azıcık bezmiş, uzandım yatağa ve dedim ki; hadi artık, güzel bir isimle uyanayım. O yarı uyku-yarı uyanıklık halinde birden bu isim düştü aklıma. Yataktan fırlayıp hemen editörüm Devrim Çakır’a yazdım. İlk defa, “güzel bu” dedi ki Devrim’e bir şey beğendirmek zordur! 

 

Suriye’deki iç savaş, IŞİD ve sınırdan kaçış; Auschwitz’te yaşananlar, sonrasında bir Yahudi ailenin kaderini belirleyen yol ayrımları… Bunları detaylı bir şekilde resmediyorsun romanda. Nasıl hazırlandın, nasıl araştırmalar yaptın?

Başak burcu titizliğiyle, obsesifçe… İki alanda da çok okuma yaptım bir kere. Film, belgesel, video, ne bulduysam izledim. Sorularımla Yahudi arkadaşlarımı bıktırdım. Hollanda’daki müzeye çevrilmiş eski toplama kamplarına ve Auschwitz-Birkenau’ya gittim. Sonra… Suriye’den Hollanda’ya göçen mültecilerle görüştüm…

 

Onlarla nasıl temas kurdun?

Çoğuna sivil toplum kuruluşları aracılığıyla ulaştım. Yüz yüze, onlarca görüşme yaptım. Paranoyalar içinde yazdım, tutarlı mı, doğru bilgiler üstünden mi ilerliyorum… Biraz deli cesareti olmuş böyle iki zor konuyu aynı kitapta toplamak.

 

“Hayatta kalmak çok güçlü bir güdü, kadın veya erkek. Fakat şunu şahsi tecrübeyle söyleyebilirim: Bir çocuğu içinden doğurunca anne olarak şöyle oluyorsun; “Peki. Ben artık ölemem.””

 

Romanda çok güçlü karakterler var, ama şüphesiz en güçlüsü Meryem. Katlanması zor acılardan, travmalardan geçiyor, örgütten kaçıyor, “bunu da atlatamaz” dediğimiz noktada kendini Türkiye’ye atıyor, bir süre sonra da insani sıcaklıklar ve yardımlarla küllerinden doğup kendine yeni bir hayat inşa edecek dirayeti buluyor. Sence bir insanın bu kadar güçlü olabilmesi mümkün mü? Bunun kadın olmakla, taşımak, doğurmak, büyütmekle bir ilgisi var mı?

Meryem gibi kadınlar tanıyorum. Ayrıca araştırmam sırasında savaşlarda, savaş benzeri kaotik ortamlarda “sıradan” insanların nelere katlanıp nelere rağmen yaşama tutunduğunu okudum. Dinledim… Hayatta kalmak çok güçlü bir güdü, kadın veya erkek. Fakat şunu şahsi tecrübeyle söyleyebilirim: Bir çocuğu içinden doğurunca anne olarak şöyle oluyorsun; “Peki. Ben artık ölemem.”

 

O halde, Meryem karakterini yazarken, dirayet konusunda kendi içindeki dişil güce de yaslandın… 

Evet sanırım… Elbette mesela baktığında, Meryem ile benzer yaşantılarımız yok. Ahuva ve Batya’nın kökleri, aile yapısı da farklı… Fakat büyürken neredeyse herkes gibi kendi çapımda, özellikle duygusal zorluklar yaşadım. Bu karakterlerle özdeşleşebildiğim duygu durumları var. Hele ki kızım doğduktan sonra kadın olmanın, bir anlamda direnmek olduğunu kavradım. Annelik, ev kadınlığı, eşlik, sevgililik, iş insanlığı gibi, bir arada yürütmek durumunda kaldığımız, hepsi kendi içinde kocaman pek çok rolle nasıl başa çıkabileceğimi öğrendim.

 

Yine romanın temel taşlarından Ahuva karakteri, eşine rastlamanın güç olacağı bir iyi kalplilikte. Çağımızda, Nişantaşı’nın göbeğinde, çok korunaklı bir çevrede, ananaslı ve chia tohumlu smoothie içerek hayatını sürdürüyor, ama birden mülteci bir kadın ve bebeğine, maddi manevi tüm kapılarını, açabileceği kadar geniş açıyor. Etrafındaki herkesin sürekli olarak iyiliğini istiyor. Evet, belki aile geçmişinden yaralı, Gezi’de etkin olamamaktan üzgün, kendini eleştiriyor. Ama yine de dikkat çekici, insanı düşündüren bir iyilik. Ahuva karakterinin kesintisiz iyiliği nereden geliyor?

Ahuva bazen iyilik yapma niyetinde olmadan iyilik yapıyor. Bunu, o kötü biri diye söylemiyorum fakat bazı davranışlarının sebebi kendini bu kadar geriye atması, isteklerine, arzularına kulaklarını böyle kuvvetle tıkaması… İyiliğin kaynağı insanın özünde nereye denk gelir bunu bilmiyorum ama mesela kızım Eva’ya ben işteyken bakıcılık yapan Saniye, hayatımda gördüğüm en iyi kalpli insandır. Var öyle insanlar….

 

Ve görünen o ki sende iz bırakıyorlar… İyilik senin için şaşırtıcı bir şey mi? 

Aslında pek de değil galiba… Bugünlerde, dünyada bunca bölgesel savaş, bunca zulüm varken bile iyiliğin varlığına inanıyorum. Eva (Kızı) doğunca bende bir dönüşüm oldu. Şöyle hissettim: Ben bir insanı böyle koşulsuzca ve bu kadar çok sevebildiğime göre, yaradılış dediğimiz ne ise, onun kaynağı sevgi olmalı. Sevgi ve iyilik, kötülükten büyük olmalı. Bunu bütün hücrelerimde hissettim.

 

Romanın bana göre bir diğer özelliği de, ‘karanlık taraf’ta olmayan hemen herkesle empati yapabiliyor olmak. Sonradan katı kalpli diye anlatılacak olan Cos, “Bir yabancıyı evimize mi alalım?” dediğinde onla aynı fikirde olabiliyoruz. Gezi’de kimseye yardım edemediğinden dolayı şimdi bir şeyler yapmak isteyen Ahuva’yla, yer yer saçmalasa bile empati kuruyoruz. Empati sadece okurda değil, romanda da dile geliyor, Ahuva ofiste toplantıda ona “horozlanmaya” çalışan iş arkadaşını “anlamaya çalışıyor” ve diğer iş arkadaşına karşı savunuyor. Empati sence gerçekten de kurtuluşun altın anahtarı mı?

Kurtuluş farkındalık ise, evet. 

 

Farkındalık senin için ne demek? 

Her duyduğuna, okuduğuna prim vermeden konuyu özünden kavramaya çalışmak… Atıp tutmamak, bilmeden ahkam kesmemek… Tarafsız olmaya çalışmak. Başına neyin neden geldiğini anlamaya çalışmak. Neyi neden hissettiğini, o duygular hangi yaralarına, hangi korkularına, hangi yaşanmamışlıklarına denk geliyor da öyle tepki veriyorsun, onu kavramaya çalışmak… Karşına çıkan kişi veya durumları suçlamak yerine aynayı kendine çevirip “ben bunu neden yaşıyorum, bundan ne alabilirim, ne öğrenebilirim?” diye sormak… Hayat diye adlandırdığımız gizemli görünen ama belki açık bir şuurla matematiği çözülebilecek sürece daha geniş, daha sevgi dolu bir gözle bakmaya çalışmak… Çok mu mistik oldu?

 

Çok olmadı. Senin böyle ruhsal bir tarafın var zaten. Daha İstanbul’da yoganın y’si moda değilken yoga ve meditasyon yapardın sen…

Evet haklısın… Yogayla 1994’te tanıştım. Hayatıma giren en güzel şeylerden biri.

 

 

Bir önceki romanın Nişan Evi, ondan önceki öykü kitabın Sürgün; her ikisi de ezilen azınlıkların, çatışmaların, sürülmenin, kendi kaderini ellerinde tutamamanın sularında geziniyordu. Hayattayız Madem de aynı konu üzerine inşa oluyor. Bu konular senin için ezelden beri hassas konular, öyle anlaşılıyor. Kendini tüm bunlardan apayrı, bambaşka konularda yazarken hayal edebiliyor musun?

Türkiye’de büyüdüm. Malum, çocukluğumdan bu yana gündemi, günlük hayatı dolayısıyla aklımı, kalbimi meşgul eden konular bunlar. Belli ki benim de özellikle içsel anlamda kendimi iyileştirmeye, oldurmaya, bütünleştirmeye çabaladığım alanlara paralel… Ve fakat kendimi bambaşka konularda yazarken tabii ki hayal ediyorum. Seninle izlemiştik hatta, Ae Fond Kiss… Ve demiştik ki “Ken Loach âşık olmuş!” Kaygısız bir aşk değildi, yine toplumsal meselelerle sıkıca örülmüş bir Loach filmiydi ama baskın duygu, aşktı. Baskın duyguları farklı başka kitaplar yazacağımı biliyorum.

 

Çiler İlhan’ın kitapları arasında Hayattayız Madem nasıl bir yerde duruyor senin için?

Zor sordun yine! Şimdi… Bir kere, ilk uzun romanım. O açıdan özel, hani ilk öpücük, ilk aşk gibi, kalbimde hep ayrı bir yeri olacak filan… Sürgün de biraz böyleydi. O kitabın yazım sürecinde, içim büyümüştü. Hayattayız Madem de hem içsel hem dünyevi anlamda olgunlaşmama katkı sağladı diyebilirim.

 

Bir yazar olarak yetmiyor yetmiyor yetmiyor…

 

Konu kimlik olduğunda belki de en önemli konulardan biri “dil”. Romanda Meryem’in Türkçe öğrenmeye gönüllü olması, çaba sarf etmesi kimsenin gözünden kaçmıyor. Senin dille ilişkin nasıl? Dil ve kimlik arasındaki ilişkiyi biraz açabilir misin?

Ben de Meryem gibiyim! Geldiğimden beri Hollandaca öğrenmeye çalışıyorum. Bir yazar olarak yetmiyor yetmiyor yetmiyor… Romanda Batya “dil vatanmış meğer!” diyor ya, sadece sınırlardan değil içsel bir vatandan bahsediyor tabii ki çünkü bu gezegende kendimizi ifade etmek diye bir derdimiz var. O da günlük hayatta, kelimelerle. Kelimelerin yoksa, o 50 yaş aklınla çocuk gibi kalıyorsun.

 

Günlük hayat dediğin, nasıl bir şey? Hollanda’da nasıl geçiyor günlük hayat?

Hem hızlı hem sakin… Bu ülkenin kendine has bir ritmi var. Yaşadığımız kent 70 bin nüfuslu, küçük bir yer. Gün içinde pek çok şeye yetişebiliyorum. Zaman daha yavaş akıyor gibi, bu anlamda. Ama tabii ki hep meşgulüm ben. Kendimi meşgul etme uzmanıyım.

 

Nasıl meşgul ediyorsun kendini?

Hafta içleri genelde altı buçuk-yedide uyanıyorum. Çigong veya Tai Chi yapıyorum, on beş dakika filan, çok değil… Kızım Eva ile kahvaltı, o okula, ben masama. Artık neyle meşgulsem… Çalışıyorum, yemek, ev işleri arada… Spor salonu, fitness da hayatımın bir parçası. Akşamları yine ailece yaptığımız şeyler dışında okuma, yazma, film… Amsterdam’a, Den Haag’a, izlemek olsun katılmak olsun festivallere, sergilere, konserlere gitmediğim, arkadaşlarımla buluşmadığım zamanlar dışında günlük rutin bu. 

 

Geçtiğimiz haftalarda, 40. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’na katıldın ve kitabını imzaladın? Nasıl geçti? Beklentine göre nasıldı? 

Şu anlamda çok güzel geçti: Everest Yayınları ekibiyle harika vakit geçirdik. Sevdiğim yazar, yayıncı, editör arkadaşlarımı gördüm. Yenileriyle tanışıp anlaştık. Oralar çok güzeldi. Yoksa ben fuarları sevmiyorum pek. Çok kalabalık oluyor.

 

Peki sıradaki kitap nasıl bir şey?

Aslında Hollandaca yazmak istediğim bir kitap var… Yaklaşık bir buçuk yıldır bekliyor tepemde. 

 

Hollandacan o kadar iyi mi?

Değil! Yani Türkçe yazdığım gibi yazamam, öyle bir beklentim yok. Olduğu kadarıyla… Başlamaya çekiniyorum, ya hiç çıkmazsa diye. Öte yandan içimden kopmaya çalışan bir novella ve roman da var. Bilmiyorum kısacası.

 

Kitaplarını birkaç defa okuduğun yazarlar var mı?

Üniversitede dönüp dönüp Borges okurdum. Çok severdim. Küçük yaşta okuyup da hiçbir şey anlamadığımı sonradan anladığım klasikleri tekrar okuduğum da oldu. Dostoyevski, Orwell, Conrad mesela… Ama okumak istediğim o kadar çok kitap var ki!

 

Kitap okurken cümlelerin altını çizenlerden misin yoksa sayfaların tertemiz mi kalır?

Bir arkadaşım, beni kitap okurken görüp “senden kitap ödünç alınmaz” demişti. 

 

Fena çizersin…

Hem de nasıl! Bir de yıllardır kitap yazısı yazıyorum, oradan da bir alışkanlık kaldı. Kitap yazılarım genelde tek bir kitap üstüne olmuyor. Birbiriyle etkileşim içinde olduğunu düşündüğüm kitaplarla filmleri harmanlayıp yazıyorum. Altlarını çizmek çok işe yarıyor o yüzden.

 

Demin bahsettiğin şu çalışma masanın üzerinde neler var?

Condé Nast Traveller’da çalıştığım zamanlarda Paris’ten aldığım metal kutu; içinde post-it, bant, zımba gibi şeyler var. Kalemlerin olduğu kocaman bir kahve fincanı. Minik bir Berlin haritası. Ucuz bir çerçeve içinde İstanbul kabartması; Boğaziçi köprüsü ve dev, çirkin bir cruise gemisi görünüyor. Aşırı turistik bir şey, son dakika havalimanından almıştım. Sevimli bir ganesha biblosu, Yeni Delhi’den. Bergman’ın adası Fårö’den getirdiğim ortası boş, muhteşem taş. 

 

Kitap saymadın…

Ne üstünde çalışıyorsam onun için lazım olan kitaplar gün veya gece sonunda, odamdaki özel raflarına kaldırılırlar. Fakat günlük, haftalık, aylık programlar yapıp hedefler koyduğum, notlar aldığım, üstünde kafamı derleyip topladığım defterim hep sol köşede. 

 

 

 

yazıyı oku

CELEBRATION TOUR: MADONNA

Yazı: Hikmet Demirkol

Fotoğraf: Warner Music Artwork: Carilla Karahan  

90’larda çocuk olan ve Madonna’ya hayran olmayan, Like A Prayer şarkısını ayna önünde söylemeyen çocuk var mıdır? O çocuklardan biri olan Hikmet Demirkol, Madonna’nın büyük “Celebration Tour” konserlerinin Belçika ayağını yakaladı ve izlenimlerini yazdı.

*Bu yazının “Live to Tell”  dinlenerek okunması tavsiye olunur.

6 yaşındayken ve henüz daha okumayı yazmayı bilmiyorken, Ankara’da evimizin salonunda ‘True Blue’ albümünü kaset çalara koyup kendi kendime danslar edip dilim döndüğünce şarkılarına eşlik ettiğimi hatırlıyorum. Hafızamda bir sanatçıya hayran olmanın ilk temeli Madonna ile böyle başlamıştı. Birkaç sene sonra ‘Like A Prayer’ albümü çıktığında, kasetinin parfüm kokulu olması büyük bir olaydı onu anımsıyorum, hatta amber ile tarçın karışımı yanık kokusu hala burnumda diyebilirim. Bu kaseti yanımda walkman olmasa da okul çantasına atıp onla okula gidip gelmenin verdiği tarifsiz mutluluk bir diğer Madonna bağımlılığımın göstergesiydi. 

Yaklaşık 9 ay önce Antwerp konserine bilet aldığımdan beri aklımda hep bu maziden gelen anılar canlanıyordu, diğer bir deyişle aslında konsere kendimi bu duygularla hazırladım. Artık 40’lı yaşlarda olduğum için hayatımın her dönemine mutlaka bir şarkısıyla, albümüyle ya da yaptığı aktivist bir adımla imza atmış bu dev ismi bir kere daha canlı izlemek, bu yazıyı yazarken hala o konserde gibi hissetmek, bu sene kendim için yaptığım en iyi şeylerden biri olduğunu düşünüyorum. Sonunda 9 aydır büyük bir sabırsızlıkla beklediğim Madonna konserini sonunda dünya gözüyle tanık olduğum için çok mutluyum.

Geçtiğimiz yaz Madonna hastaneye kaldırıldı haberini gördüğümde aşırı endişelenmiştim. Basındaki tüm haberler turne ne olacak odaklı olmasına karşın ben gerçekten de konser olmazsa olmasın yeter ki Madonna sadece iyi olsun diye diledim içimden. Turnenin Amerika ayağı Aralık ayına ertelendi, kraliçe dinlendi, enerjisini topladı, kendine geldi ve provalarına yeniden başladı. Kısa sürede hepimizi korkutan o kötü günleri geride bırakarak yıllarca unutulmayacak bu dev turnesine önceki hafta başladı.

Madonna, Londra’dan başladığı turnesinde 4 gece üst üste yaptığı nefis performans ile hem dünya basınının aklını başından aldı, hem de bilet almayan ya da bulamayanları bir kere daha bu üzücü duyguyla baş başa bıraktı. Ben kendisiyle Londra’daki bu manşetleri süsleyen konserlerinden hemen sonra turnenin Belçika ayağında yer alan Antwerp konserinde kavuştum. Sonda söyleyeceğimi şimdi söyleyeyim, konserden o kadar etkilendim ki, kafamda sürekli ‘Live To Tell’ çalıyor ve İstanbul’a döndüğümden beri Madonna’yı bu turnede başka nerde izleyebilirim diye turne biletlerine bakıyorum, hayaller kuruyorum.

Antwerp’teki konsere 20:45’te çıkması beklenen Madonna kalabalığın alkışlarıyla ancak saat 22:00’da sahnede belirdi. Bu konserde tribün bileti bulabildiğimiz için saha içi heyecanını yaşayamadım. Aslında diğer yandan da 18:30’da kapıların açıldığını düşününce üç buçuk saat ayakta beklemediğim için de sevinmedim desem yalan olur. 11 sene önceki İstanbul konserini sahne önünde 4 saat kadar bekleyip konser sonrası yürüyemeyecek halde tamamlamıştım. Yine de Madonna’yı canlı canlı izleyebilmek için hepsine değer.

Celebration Turne’sinde Madonna 40 yıllık sanat hayatını kutluyor. En sevilen şarkılarından oluşan nefis bir setlist ile sevenlerini deyim yerindeyse mest ediyor. Konserin açılışını ‘Nothing Really Matters’ ile yapan Madonna, enerjiyi öyle yüksek bir noktada başlatıyor ki, ilk 5-6 şarkı gerçekten ağzım açık izledim sahnede olanları. 65 yaşında olmasından mı bilmiyorum ya da yaz aylarında yaşadığı sağlığıyla ilgili zor günlerden mi bilinmez, tüm konser boyunca kendini çok yormadan bu konseri bitirsin diye içimden dilekler geçirdim. Şu bir gerçek, 11 sene önce izlediğim Madonna ile bu turnede izlediğim Madonna arasında enerji anlamında görülür bir fark vardı. Ama yine de performansının kusursuzluğu, dansların ve sahneyi saran tüm ekranlardaki videoların uyumu müthişti.

Yedi bölümden oluşan konserde tüm ince detaylar düşünülmüştü. Örneğin 80’ler New York sahnesini resmettiği ‘Everybody’, ‘Into The Groove’, ‘Open Your Heart’ ve ‘Holiday’ hitlerinin yanı sıra bence gecenin en duygu yüklü performansı olan ‘Live To Tell’de, Aids’ten hayatını kaybeden Freddie Mercury, Keith Haring, Robert Mapplethorpe ve Peter Hujar gibi dönemin en önemli isimlerinin görsellerinin boy boy asıldığı o anlar aklıma kazındı kaldı. 

Yayımlandığında özellikle klibiyle tüm dünyada olaylar yaratan ‘Like A Prayer’a sıra geldiğinde, Vatikan temalı döner vitrinden sarkan kaslı erkek dansçıların performansıyla bizi nefessiz bırakan kraliçe, ‘Vogue’ da ise kendi kızının da yer aldığı bol bol death drop şovlu danslarla bizleri büyüledi. 

Bu turne her ne kadar Madonna’nın hit şarkılarının şöleni, 40 senelik bir kariyerin tarihi ispatı olsa da, esasen New York’ta parasız ama hırslı bir dansçı kızın bugünlere kadar uzanan rüyasının kutlaması olduğunu düşünüyorum. Pop müziğin kraliçesi Madonna, Antwerp konserinde diğer turnenin önceki konserlerinden farklı olarak duygusal bir konuşma yaptı. Birkaç ay önce ağabeyi Anthony’i kaybettiğini anlatan sanatçı, kendisini bugüne hazırlayan, ona sahip olduğu merakı aşılayan, felsefeyi öğreten, müzik bilgisinin temellerini veren ve hatta caz müziğini sevdirenin ağabeyi olduğunu söylerken gözleri doldu. Bu hayatta onu kurtaran kişinin ağabeyi olduğunu belirtirken, ağabeyinin bağımlılıktan kurtulamamasının ve onu kaybetmenin üzüntüsünü paylaştı. Bu duygusal açıklamaların ardından ‘I Will Survive’ şarkısını ağabeyi Anthony’e ithaf ederek söyledi. Tüm stadyumun söylediği ‘La Isla Bonita’nın ardından LGBTİ+ bayrağını sırtına alarak ‘Don’t Cry For Me Argentina’yı söyledi ve o anlarda konser salonu alkıştan ve çığlıklardan yıkılacak gibi oldu. Konserin özellikle bu bölümü net bir şekilde duygu treni gibiydi, insanın gözleri dolarken dans edecek noktaya gelmesi Madonna sahnedeyken çok kolay oluyor.

Konserin hiç gelmesin dediğim sonlarına yaklaştığımızda, Madonna on binlerce insanı avcunun içine aldığı yetmezmiş gibi resmen dans sahnesinin de merkezine aldı. ‘Bedtime Story’ performansında yapay zeka temelli görsel şovunun ardından ‘Ray Of Light’ ve ‘Rain’ ile kalp atışlarımızı yüksek tempoda tutmayı sürdürdü. 

Popun kraliçesi Madonna, konserin en büyük sürprizlerinden birini son bölüme sakladığını belirtmeliyim. Michael Jackson ‘Billie Jean’ şarkısıyla ‘Like A Virgin’in ustaca mixlendiği halinde, sahnede MJ hologramıyla dans ettiği bu özel anlar pop müziğinin iki büyük isminin birbiriyle kucaklaştığı en özel dakikalardı. Kapanış bölümüne manifesto niteliğindeki ‘Bitch I’m Madonna’ ile imza attı ve konseri son şarkısı olan ‘Celebration’ ile tamamlarken tüm dansçıları ile aynı anda sahnede buluşup şölen yaşattı. 

2 saat süren ve yaklaşık 27 şarkıyı kapsayan bu dev gösteri bittiğinde insanın içinde koca bir hüzün beliriyor. Müziğiyle, kişiliğiyle ve en çok da yaptıklarıyla hem birçok sanatçıya, hem de milyonlara ilham olmuş Madonna’yı canlı izleme şansını Celebration Turne’sinde kaçırırsanız üzülürsünüz. 

 

 

yazıyı oku

calling'den haberdar ol

“DUYGU ASENA YAŞASAYDI, HERHALDE BÜYÜK HAYAL KIRIKLIĞINA UĞRARDI”

Yazı: Heja Bozyel

Zuhal Olcay’ın sesiyle tanıştığımda henüz o kadar küçüktüm ki; bu hep ne hissederse hissetsin gururlu kalmış kadının söylediklerini anlamam kolay değildi. Ama sesindeki farkı, dilindeki Türkçe müzikte kolay bulunmayan temiz artikülasyonu, çözemediğim o acılı olmayan ama acılı romantik sese, seslere tutulmuştum resmen. “Küçük Bir Öykü Bu” albümünü kaç kez dinlediğimi bir tek “kaset çalar” bilir. Sonra CD’sini de almıştım hatta arabamdaki ilk CD’lerdendi…

Çünkü seneler içinde herkes gibi ben de “Küçük Bir Aşk Hikâyesi”nin kahramanlarından biri olmuştum. Tamam, baştan sona bir aşkın evrelerini müzikle anlatan albümün baş kahramanı kadının biraz “stalker” olduğunu şu an yeniden dinleyince idrak edebiliyorum ama kim onlarca kişinin arasından bir kişinin ellerine, gözlerine, gülüşüne, sesine dalıp kendini bir filmin kahramanı gibi hissetmemiştir ki? Ve belki de bu albüm sayesinde (yüzünden demeye dilim varmıyor) her filmin, her hikâyenin bir sonu olduğunu çok erken yaşta kabullenmiştim. 

Sonraki senelerde “Sen Bana Fazla İyisin” klasiği ile bir kadının hiç küçülmeden küçültebileceğini, değersizlik hissini arabeskleşmeden anlatabileceğini de Zuhal Olcay’ın o hafif alaycı sesinden öğrenmiştim. “Ölsem de Bir Kalsam da Bir” şarkısının depresyonlarımın milli marşı olduğunu, “Yalnızlığım” şarkısında ne çok gururla yalnızlığıma sarıldığımı anlatmama gerek yok herhalde… Bahsetmeyeceğim konulardan bir başkası da, Zuhal Olcay’ın güzelliği. Malumu anlatmaya gerek yok… Bu hep mesafeli, soğuk kadının daha ilk tanışmamızda hissettiğim Türkiyeli olmayan hali, belki de kendini saklamak için ördüğü bir duvardı ve yıllar içinde bu duvara hapsolmuştur, kim bilir… 

“Dünden Sonra Yarından Önce” şarkısındaki “Yaşam durur umut bitince yaşayamadıkça özgürce” sözünü de az mı düşünmüştüm? Oynadığı filmlerin yarattığı etkileri ise henüz “feminist” kavramını anlamadığım zamanlarda dergilerde okumuştum. Evet, o zamanlardan beri değişmemiş iki şey dergi tutkum ve Zuhal Olcay sesi sevgim. Bu nedenle Beats By Girlz Türkiye Festivali sahnesinde olacağını duyunca çok heyecanlanarak hemen röportaj yapmak istedim. Röportajı kabul etmediğinde “Sen Bana Fazla İyisin”i mırıldanarak “En azından 2 soru” diye ısrar ettim. Ne yani, şarkılardan öğrenmedik mi biz vazgeçmemeyi? 

Neyse ki kırmadı bu defa ve uzun uzun cevapladı, uzun 2 sorumu. 

“İlk kez profesyonel olacak sahneye çıkacak, kendi konserini verecek ya da tiyatro oyununda yer alacak bir sanatçıya tavsiyeniz ne olur?  

Eğer sanatçı olmuşsa yani o eğitimden ve o tedrisattan geçmişse tabii ki çok çalışması ve dünyayı izlemesi, yani dünyayı birebir takip etmesi ama, eğer ki daha mesleğe başlamak için eğitim aşamasındaysa en iyi şekilde eğitim almaya çalışması… Önereceklerim bunlar olacak, bir de tabii işe başlayacak bir sanatçı adayı ise çalışacağı topluluğun normlarını iyi anlaması lazım, nasıl bir sanat anlayışına hizmet edeceği konusunda düşünmesi, ona göre seçimlerini yapması lazım.

80’lerde kadını, dönemin Türkiye’de yeni öğrenilen feminist ruhuna uygun şekilde anlatan filmler çekilirken siz de bu filmlerle sinemaya girdiniz. Duruşunuzu, zarafet ve asilliğinizi hiç bozmadınız. O günlerde “ikon” olmuş bir genç kadın, bir sanatçı olarak bugünün genç kadınlarını ve bugünün feminizmini nasıl görüyorsunuz?

Teşekkür ederim. Üzülerek söylüyorum, çok yol almadığımız maalesef bir gerçek. Bunda kadın olarak hepimize görev düşüyor, bilinçli olma görevi düşüyor. Ne yazık ki yol almadık, o zamanların bu konudaki en önemli yazarlarından Duygu Asena eğer şu an yaşasaydı, herhalde büyük hayal kırıklığına uğramış olurdu o da diye düşünüyorum, maalesef…”

Konserine “feminist” yazan t-shirtle çıkarak feminizmi hiç bilmeyen genç kadınların t-shirtlerine, Instagram feedlerine taşıyan Beyoncé, senden büyük Zuhal Olcay var! Şaka bir yana, bu cevapla bir kez daha Mehter Takımı gibi iki ileri bir geri gidişimize, müziği bile siyasetsiz konuşamamıza içerliyorum elimde olmadan… Büyümek bu mu? Sevdiğin müzisyene aşka dair değil de dünyaya dair sorular sormak mı? Şarkılarda hatırlayıp gözlerinin dalacağı birinin olmaması mı? 

Cevaplar bende yok ama şarkılar var ve iyi müziğin her yaşa hitap edebildiğini görmek için yaşlanmış olmak gerekmiyor sanırım. Zuhal Olcay, Yedikule Gazhane’de Selin Sümbültepe’den sahneyi devralınca eski bir arkadaşımla buluşmuşuz da hiç ara vermemişiz gibi sohbet ediyormuşuz gibi hissettim, şarkılarını hâlâ ezbere bildiğimi fark edince. Ve genç müzisyen kadınları şehirde bir araya getiren bu çok sevdiğim oluşuma, Beats By Girlz Türkiye Festivali’ne destek oluşu ile gözümdeki rock starlığı bir kez daha pekişti. Teşekkürler, kadın olmayı, çok aşık bir kadın olmayı, ihanete uğramış bir kadın olmayı, vakur bir kadın olmayı, umursamaz değil ama dalga geçebilen bir kadın olmayı şarkılarından öğrendiğim Zuhal Olcay. 

Beats by Girlz şehri müzikle doldurmaya devam ediyor. Festival programı için: beatsbygirlzturkey.com

 

Beats By Girlz hakkında meraklısına kısa bilgi: 

Beats By Girlz Türkiye, topluluğunu güçlendirmek amacıyla dijital müzik programları, müzik teorisi, şarkı sözü yazımı gibi birçok farklı alanda müzik ve teknoloji odaklı eğitim projeleri düzenler, yaratıcı endüstrilerde cinsiyet eşitliği için farkındalığı artıracak içerikler geliştirir. Dünyada eş zamanlı olarak geliştirilen bu müzik eğitimi müfredatı dünyanın önde gelen müzik konservatuarlarından olan biri Berklee College of Music eğitmenlerinin desteğiyle oluşturulmuştur. Müzik üretiminin demokratikleşmesi ve erişilebilir olması için sistem düşüncesi yaklaşımıyla farklı ölçeklerde çözüm modelleri geliştirir. Bu bağlamda müzik endüstrisinde toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması için yaratıcı sektörlerdeki paydaşlarla ortak projeler geliştirir.

yazıyı oku

HAYALİ HARİTALAR, TAŞ SURETLER, TUTULMUŞ GÜNEŞLER VE SOĞUK ÇAĞLAR ÜZERİNE: AHMET DOĞU İPEK

Röportaj: Ecem Arslanay

Fotoğraf: Can Görkem  

 

Ahmet Doğu İpek ile “Başımızda Siyahtan Bir Hale” sergisinin üzerinde dönen olaylar, gezegenler, suretler, sarsıntılar, koordinatlar, karanlıklar, ağırlıklar, kayıtlar, hatıralar, sözler ve elbette hisler üzerine konuştuk. Tarihi bir Beyoğlu apartmanının tepesinde konumlanan nevi şahsına münhasır ev-atölyesinde içsel takvimlerine, zaman birimi gibi davranan malzemelerine, mesken tuttuğu haritalara, incelikli teknolojilerine ve hikâyeli nadirelerine daldık. Serginin kendisi gibi, röportajın üzerinden de nice doğa olayı geçti. Atlattığı badirelerin ardından, güneşin etrafında bir tur tamamlamaya yaklaşmışken, sanatçının ön yazısı ile birlikte, artık sizlerle…

 

 

2022 baharında Arter’de açılan “Başımızda Siyahtan Bir Hale” başlıklı sergimin son haftasında, sergiyi ve serginin etrafındaki meseleleri merkeze alana bir söyleşi yapmak üzere Deniz’le sözleştik. Ardından Ecem ve Gümrah’ın katılımıyla atölyemde buluşup aşağıda okuyacağımız söyleşiyi gerçekleştirdik. Ülkenin ve dünyanın ağır sosyopolitik iklimi altında, büyük bir pandeminin devamında ortaya çıkan bu sergideki her şey bozulmaya, dağılmaya, çözülmeye meylediyordu. Sergideki işlerde ağırlıklı olarak dünyanın kabuğunda, atmosferinde, ya da atmosferin dışında gerçekleşen, genellikle “felaket” diye tanımladığımız, devasa ölçekli olayları işliyordum: Patlayan volkanlar, bitmez tükenmez güneş tutulmaları, kum fırtınaları, düşen taşlar… Ve tüm bunların bedenimizde uyandırdığı dehşetle karışık büyülenme duygusu… Belki yakın geçmişte maruz kaldığımızdan olsa gerek, tüm bu fenomenler üzerine çalışırken depremi pas geçmiştim. Serginin son haftasının ilk gününün sabahında, 6 Şubat’ta, acı telefon mesajlarıyla o malum sabaha uyandık. Ailemin deprem bölgesinde yaşıyor olması, yıkımın büyüklüğü, kriz yönetiminin berbatlığı gibi durumların yarattığı büyük kalp kırıklığı eşliğinde sessiz sedasız, birbirimizin neredeyse yüzene bakamadan sergiyi topladık. Depremden birkaç gün önce yapılan bu söyleşinin yanı sıra birçok şey uzun bir süre dokunulmamak üzere rafa kalktı. Bunları tamamlamaya elim gitmedi desem daha doğru olur, zira hayat, ya da gerçeklik, bazen her şeyin üzerini ıslak bir battaniye gibi örtüyor ve her şey anlamını yitiriyor. Bu söyleşiyi gerçekleştiren Ecem başta olmak üzere, Gümrah’a, Deniz’e ve tüm calling Mag ekibine bu konuşmayı elden geçirmeme olanak sağlayan sonsuz sabırları için çok teşekkür ederim. 

Ahmet Doğu İpek

 

 

Atölye duvarındaki kadın portresinin annenin gençliği olduğunu öğrenmemiz üzerine otobiyografik bir soru ile başlamak istiyorum. Son sergindeki haritaların etkisiyle aklıma gelmiş olmalı: Sana verilen ismin koordinatları var gibi… Ahmet bir dine, Doğu bir yöne, İpek de bir coğrafyaya/yola işaret ediyor. İsmin seni nasıl etkiledi/etkiliyor?

 İlkokul ve ortokulda bana uzun süre ismimle hitap edilmedi, İpek denildi. Ben de bunu benimsemiş, kabullenmiş olmalıyım ki yumuşak huylu, kısık sesli bir çocuktum; ayrıca, evde üç kadınla (anne, anneanne, abla) birlikte büyümüş olmam da bunda etkili olmuş olabilir. Doğduğum coğrafyanınsa, tabii ki, hem bilinçaltımda hem de benim ben olmamda ismimden daha büyük bir etkisi var. Geriye dönüp baktığımda bu yer ve coğrafya meselesinin yapıp ettiğim birçok şeyin çatısını oluşturduğunu görüyorum. Yaş ve yaşanmışlıkla birlikte bu geriye dönüp bakmaların sayısı da artıyor. 

 

Sergideki birçok şey; ama özellikle de harita, tamamen kurgusaldı. Fakat içten içe haritadaki adanın doğup büyüdüğüm yerle topografik bir benzerliği olduğunu düşünerek oradaki yer isimlerini doğup büyüdüğüm coğrafyadaki isimlerden devşirdim. Bunu hiç dillendirmedim ama aslında haritadaki her bir detay son derece otobiyografik ve sadece benim anlayabileceğim bir dille oraya nakşedildi. Taşlara olan düşkünlüğümün ve sergideki örtük politik söylemin de yine doğrudan coğrafyayla ilişkisi var.

 

Ben de buraya gelmek istiyordum, sergi kitabında Gökçen Erkılıç, memleketindeki köylere referans verdiğini açıklayarak “Hayali haritaları memleket edinmek böyle bir şey olmalı,” yazıyor. Haritalarla ilişkini merak ediyorum. Seninkiler üçüncü boyutun ikinci boyutta kusursuzlukla temsil edilebildiği bir epistemeye işaret ediyor ki bu episteme, denizaşırı sömürgecilik faaliyetleriyle çok ilişkili. Birkaç yüzyıl matematiksel bir titizlikle üretilen çoğu harita işgal, tahakküm ve mülkiyet bildiriyor; uzak topraklardaki kaynakların ve halkların talanına hizmet ediyor. Ben bu sergide ve hatta senin ev-atölyende —sanırım nadire kabinesi benzeri oluşumları baz alarak— Aydınlanmacı akla bariz bir hayranlık seziyorum. Öte yandan da bu aklın hafriyatçı failliğine karşı da daha örtük bir kızgınlık var… Hatta Güneşler’deki tutulma, bana tam da bu aydınlık aklın tutulmasına işaret ediyor gibi hissettirdi. 

Evet ben de sanırım birçoğumuz gibi Aydınlanmacı akılla bir tür aşk-nefret ilişkisi yaşıyorum. Bu bir sebep sonuç ilişkisi ve bugünden o döneme bakıp net bir çıkarsamada bulunmak ne kadar doğru bilemiyorum. Zira keşiflerin, icatların yapıldığı, yeni düşüncelerin üretildiği ve bunların hayata geçirildiği, neredeyse bilinen dünyanın yıkılıp yeni bir dünyanın kurulduğu ve modernizmin temellerinin atıldığı bir dönemden bahsediyoruz. Bu o kadar katmanlı bir konu ki iyiyi de kötüyü de bereberinde getiriyor ve gerçek anlamda insan iktidarının adı konmuş oluyor. Devamında gelen yıkıcı savaşlar, faşist yönetimler ve sert kapitalist ekonomik sistemlerle de bu tam olarak doğrulanmış ve pekişmiş oluyor. Gerisi bildiğimiz ve çoğumuzun tanık olduğu o hikâye…

 

Birçok şeyin ilk defa icat edildiği ve yeniden keşfedildiği yeni bir dünyanın temsil biçimlerini uzun bir süredir inceliyorum. Bunu daha önce yaptığım farkı bir seride işlemiştim. Şimdi ise haritalarda ve biraz da güneşlerde deniyorum. Bir şeyin hem evrak hem resim olabilme özelliği ya da bilimsel olanın aynı zamanda sanata meylediyor olması ilgimi çekiyor. Eski mimari çizimleri de bunlara ekleyebiliriz. 

 

Bu işlerin henüz makinelere devredilmediği, hatasıyla sevabıyla insanlar tarafından üretildiği evre o şeyi benim gözümde evrak olmaktan çıkarıp sanat nesnesi yapıyor. Benzer bir şeyi bugün tekrar üreterek bu katmanlılığı daha da bulanıklaştırmış olabilirim ama bu ‘yok yer’in hikâye anlatımıyla, edebiyatla kurduğu bir ilişki var, o çok cezbediyor beni.  

 

Şimdilik sadece iki harita üzerinden okumaya çalıştığımz bu ‘albino’ yerin çok  katmanlı ve çok parçalı hikâyesini zihnimde/defterlerde tamamlamaya çalışıyorum. Hikâyeyi toparlayıp, devamını üretmek için kendimi zorlayacağım.

 

 

 

 

Evet, Suretler’de taşları Batılı portre geleneği içerisinde ele alıyorsun. Tarihsel olarak zengin ve güçlü insanları konu edinen bir gelenekte, taşların eyleme gücünü vurguluyorsun. Yeni materyalist düşünce ile aran nasıl? 1990’ların sonuna doğru tartışılan ve son zamanlarda sergilerin kavramsal çerçevelerinde sıklıkla rastlanan bir felsefe oldu bu. 

Bu benzetmeyi son zamanlarda sıklıkla duydum ama bilerek yaptığım bir şey değil. Daha doğrusu, tabii ki yaptığım şeyin farkındayım ama yeni materyalist bir iş yapmak adına yapmıyorum. Onun üzerinden okunuyorsa bu hoşuma gider; sadece benim yaklaşımım, çıkış noktam daha sezgisel. Bu çakışma ya da paralellik belki zamanın ruhu dediğimiz şeyle açıklanabilir. Diğer taraftan bu felsefenin yeniden hatırlanması  normal çünkü nesneler ve onları meydana getiren malzemeler zaman içinde epey değişti. Dolayısıyla nesnelerle ilişkimizi yeniden gözden geçirdiğimizden bu hatırlamayı kaçınılmaz ve anlamlı buluyorum.

 

Güneşler’deki her bir güneş için bir haiku yazmışsın sanırım… Onları ne yaptın ya da onlarla ne yapacaksın?

Her biri için değil, daha çok ikinci defa yağ ile kadrajladığım yaklaşık 20-30 tanesi için yazılmış haikular var. Niyetim hepsine yazmaktı ama haiku “Hadi yazayım!” deyip de yazabileceğin bir şey değil. Aslında haiku yerine hepsinin bir cümlesi var demek daha doğru. Açıkçası onları göstermek konusunda zorlandım, utanmakla birlikte gelen bir duygu baskın geldi ve yapamadım…

 

Fazla mı kişisel geldi peki onlar? Serginin anlatısının da büyük olduğunu düşünürsek… 

Yok, çok örtük bir anlatım söz konusu aslında. Yani sadece benim anlayacağım iç sayıklamalar gibi. Tüm bu sayıklamalar üçüncü bir kişi için ne ifade eder bilmiyorum. Bir yandan da resmin içine yazıyı, şiiri dahil etmeye çekindim. 

                                                                                                

Sergi de adını bir şiirden (Tragedyalar III) alıyor, merak ettim şiirle ilişkini. Bu alandaki üretimini daha görünür kılmak gibi bir planın var mı? 

Evet, serginin ismini şair Edip Cansever’den ödünç aldım. İsmini ondan alan bir serginin içerisinde şiir yazmaya da utandım aslında. İyi bildiğim bir alan değil yazmak, duyguları yazılı dile tercüme etmek konusunda çok yetkin değilim. Tutulmalar serisinde seriyi yaparken referans aldığım, yüzyıl başında üretilmiş bilimsel diyebileceğimiz fotogravürler var, onun yüzyıl başında nasıl kaydedildiği bilgisi var, yüzyıl sonra yeniden yorumlanışı var… Yani seri hâlihazırda zaten katmanlıyken bir de üzerine şiir gelseydi fazla yorucu olurdu. Duru kalmasını istedim. 

 

Peki o haikularla başka bir şey yapar mısın, belki daha sonra? 

Aslında bu cümleleri sergi kataloğunun içine serpmek gibi bir fikri tartıştık; ancak nihayetinde ondan da emin olamadık. Belki bir gün bu seriyle ilgili bir yayın olursa bunları kullanma fikri tekrar yeşerebilir. Şimdilik defterlerde uyuyorlar.

 

Güneşler ile şu anda yine Arter’deki karma bir sergide (Locus Solus) sergilenen Yıldızlar işin arasında da sanki günlerin kaydını tutma bakımından bir paralellik var…  Sanırım sergi turunda, bu işteki delikleri bir mahkumun duvara attığı çiziklere benzettiğini söylemiştin…

Beni Yıldızlar’a getiren bir iş daha vardı: Günler. Aslında o daha ziyade bir takvim gibiydi, her gün yapılıyordu. Bu sergideki Güneşler de onun devamı niteliğinde. Dönemin bir tür gayri resmî ya da kişisel kaydını almak, alternatif bir zaman ölçüsü yaratmak. Bu, evet; keyfi ya da şahsi bir eylem. Ama bu gerçekliği olmayacağı anlamına gelmiyor. Güneşler (Çok Uzaktan ve Hep adlı seri) ise 2019 ile 2022 arasında üretildi. Tam da pandemiye denk geldi. Kapalı mekânlarda geçen, ışıksız, tek başımıza ve genellikle içe dönük olduğumuz, garip, karanlık bir dönemi kapsayan bir zaman diliminde üretildi hepsi. Bu yüzden iki seri de, yapıldıkları dönemin duygusunu taşıyor.. 

 

İnsanlık çağlarca zamanı ölçmek için uzak ama müşterek nesneleri, ayı ve güneşi baz aldı. Kapitalist zaman atom altındaki nesneleri baz alıyor… Bir fotonun hızı mesela (Planck zamanı)… Sen kişisel takviminde nasıl titreşimleri baz aldın?

Atom altını ve orada olup bitenleri bilmeyi çok isterdim. Ama duygular şimdilik en iyi bildiğim şey. Kuantum dünyasını ve kuarkları ancak hobi düzeyinde izliyorum okuyup anlamaya çalışıyorum. 

 

Peki tik-tak yapabilen bir frekans, bir osilatör yok mu? Duygular değişken şeyler ya, hiç yerleşik ritimler var mı gündelik hayatından? Mesela nasıl uyanıyorsun? 

Genellikle geç uyanıyorum, çünkü geç uyuyorum, gün içinde tekrarlarım, rutinlerim var.. Ama yoğun çalışma süreçlerinde üzerinde çalıştığım şey, o şeyin kimyası, malzemesi dönemin tik-tak’ı oluyor.  Benim ölçüm aslında malzemenin kendisi. Kâğıt, kalem, boya gibi şeyler ve onların dayattıkları, kâğıdın yağı emme süresi gibi zaman birimleri… Ortaya çıkan her iki serinin de takvim-resim aralığında, muğlak bir yerde durması hoşuma gidiyor. Çünkü işleri kişisel olmaktan çıkarıp başka insanların da hikâyeye dahil olmasına kapı açıyor.  

 

Deniz (Tuncer) mürekkepten ve tekrardan ötürü kesinlikle içgüdüsel olarak bir kayıt tutma hissi verdiğini düşünüyor… Ben bu sergideki işlerin kendi içindeki zamansallığını da merak ediyorum. Önce hangisi çıktı? İlk çıkan şey bir doğa olayına referans verdi diye diğerleri de öyle olmalı gibi mi düşündün? Yoksa “hepsi doğa olaylarına referans versin” gibi bir kurgu var mıydı? 

Harita fikri önceden vardı ama olgunlaşmamıştı. Teknik olarak ilk Güneşler ortaya çıktı ve bir yandan hep devam etti. Sonra haritalar, süngerler, taşlar ve videolar arka arkaya geldi. Güneşler lokomotif olmakla birlikte bir eş zamanlılık da söz konusuydu. Sergiyi kurmaya yakın bir zamanda ancak dönüp bunlar “ne” diye bakabildim… Yolda şekillenen bir sergi olduğu için “Dur şu doğa olaylarını resmedeyim,” demedim. O hissettiğimiz şeyin, duyguların karşılıklarını bulmaya çalıştığımda mecburen o alana girdim. Buradaki genel kurgu, çok uzun bir zaman dilimine yayılmış olan üretim süresince kendiliğinden oluşmuş bir kurgu. 

 

İşlerindeki prodüksiyon matematiği de çok etkileyici. Malzeme ve malzemenin geçirdiği süreç de anlattığın soyut şeye sadık kalıyor… Ben Caecus Volcano ve Albino Island işini gördüğümde dijital bir iş sanmıştım ama sen orada o büyük doğa hareketini manyetizma ile çok küçük ölçekte yaratmış ve kameraya kaydetmişsin. Güneşler’de de karanlıktan dışarı sızan ışığın altında yağ var, bir malzeme tercihi… 

Bu biraz benim “şey”lere olan merakımla ilgili. Şeyler nasıl oluşuyor, şeyleri nasıl yan yana getirip ikinci bir şey yaratıyoruz? Bunu nasıl zaman içinde standardize ettik? Etmeseydik ne olurdu? Ya da bunu bir kalıba sokmadan kendi haline bırakalım ve izleyelim, acaba kendi başına bir cümle kuruyor mu? “Demir neden paslanıyor? Kâğıt neden buruşuyor?” gibi fiziğe ve hayata dair sorular var aslında kafamda. Bence ilk resimler de öyle yapıldı. Çocuk merakıyla… “Yeni Materyalizm” denilen şeyin temelinde de o var belki. Malzemeyi kurcalayınca bağlam da anlam da, her şey oradan çıkabiliyor. Ya da ben bu yolculuğa çıktığımda bana iyi bir eşlikçi olabiliyor. 

 

Sonuçta ortaya çıkan nesne, arayüz tabii ki önemli ama ben süreci de önemli buluyor ve konuya dahil ediyorum. Israrla iki buçuk-üç yıl içinde üretilmiş sergi diyorum, ısrarla zaman diyorum, entropi diyorum ve o olma halinin, sürecin kıymetine inanıyorum. Konu sadece taş değil; konu taşın zamanı, taşın oluş şekli, parçalanması. Bir iş üzerinde çalışırken daha önce öğrendiklerimi unutmaya, malzemeyle yeniden tanışmaya, malzemeyi yeniden temel bir konu olarak önüme koymaya, kurcalamaya çalışıyorum. 

 

Basit ve zor bir sorum var. Taşı polimer süngere taşıtan Maruz: 75 kPa yerleştirmenden yola çıkarak soruyorum: Doğa nedir ve doğa olmayan nedir? Mesela taş doğa ise, ölen canlı organizmaların oksijensiz ortamda milyonlarca yıl boyunca çözülmesiyle ortaya çıkan petrolden üretilen polimer sünger niçin doğa değil? Bu ayrımı nasıl kuruyoruz? 

Bunu yanıtlamak gerçekten zor. Ama kısaca ben şöyle ayırıyorum: Tasarlanmış olan ve olmayan. Birinde insan devrede, diğerinde insan devrede değil. Yoksa ikisi de doğa tabii ki…

 

Bu insan merkezli bir düşünme biçimi, değil mi? Hayvanların da “tasarladıkları” şeyler var ama bu üretimler “tasarım” değil de “doğa” oluyor. Ontolojik bir hiyerarşi var sanki? 

Çok yakın zamanda bir mimar arkadaşımla bu konuyu kendiliğindenlik üzerinden konuşuyorduk. Bence karıncanın mimarisine “Mimari değil,” diyemeyiz; o da bir tasarım.. Düşününce, dünyanın birçok yerindeki sivil mimari örneklerini de bir hayvan yapmış olabilirdi mesela… Doğal malzemeden, nesilden nesile aktarılan bir eyleme biçimiyle. Konu derin ve doğanın, doğal olanın ne olduğu sorusu bugün felsefenin en sıcak konularından biri ama benim gözümde ayrım (insanlar ya da hayvanlar tarafından) tasarlanmış olanla rastlantısal olarak oluşan arasında.

 

Sıklıkla mimari temsil biçimlerini kullanıyorsun ve mimarlarla sürekli iletişim halindesin. Onlar mı seni buluyor, yoksa sen mi onları?  

Birbirimizi buluyoruz demek daha doğru olur, ortak bir merak etrafında bir araya geliyoruz, konuşuyoruz ve bir dostluk başlıyor. Mimarların çalışma ve üretme biçimlerini yakından izliyorum: Bir şeyin envanterini çıkarma, temsilini üretme, metodunu bulma, onu denkleme dönüştürme ve o arayüz üretme şekilleri hayranlık verici. Hakikaten isterdim mimarlık okumak ve yapmak. Bunu yapamamış olmanın ukdesi var içimde. Belki bu yüzden de onlarla çok vakit geçiriyorum. Bir de sanırım gerçek bir şey yapma arzum var. Ne olursa olsun, sonuçta sanatçının ürettiği şey bir Aspirin değil, gerçek bir karşılığı her zaman olmuyor hayatta. Çok dolaylı olarak bir şeyi etkileyebiliyor, dönüştürebiliyor. Genellikle de dönüştürmüyor. Dönüştürdüğü şey genellikle sadece fikirler ve duygular oluyor. Tasarım ve mimarlıkta öyle değil. Hayatla kurduğu doğrudan ilişki yüzünden daha tatmin edici geliyor bana. 

 

Yine Deniz (Tuncer) ile birlikte mimarlık öğrencilerine jürilerinde neler dediğini çok merak ediyoruz…

Öğrencilerin yaşına ve sınıfa bağlı olarak değişiyor. İlk sınıflara daha motive edici yaklaşıyorum ve temel sanat-mimarlık ilişkisi ya da çizimin tasarımın üzerindeki etkisi gibi temel konulardan bahsediyorum. Bazen çizim atölyeleri de kurduğumuz oluyor. Daha üst sınıflara karşı tutumum ise daha farklı. Çıktılar ve formlar üzerinden birlikte konuşuyor, eleştiriyoruz. Sanat ve mimarlığın birbirinden ayrıştığı nokta keyfilik ve nedensellik. Bu da ortaya çıkan formun sanat mı tasarım mı olduğunu belirliyor. Bu tür tartışmaların jürilerde, okullarda yapılıyor olmasını önemli buluyorum. Öğrencilerin de bu konuşmalardan keyif aldığını düşünüyorum.  

 

 

 

 

 

Atölyen de aslında bir mimar atölyesine çok benziyor. Fazlasıyla hijyenik ve nizamlı. Sanatçıların dağınıklık sevdiklerine dair bir mit vardır ya… Francis Bacon’ın tozlu ve kaotik atölyesi meşhur bu anlamda. Kurt Schwitters’in bir sanat eseri addettiği yaşam alanı ve atölyesi  —ki kimi sanat tarihçileri bunu yerleştirme sanatının başlangıcı sayıyor— Merzbau’su ise en uç örnek herhalde. Kendi idrarını kavanozlayıp çeşitli ışık düzeneklerinde oyunlar kuruyor… Seninki de bir ev atölye. Domestik yaşantınla çalışma yaşantın iç içe geçmiş halde mi? Nasıl bir yaşamsallık var burada? Ne derece mahrem ve ne derece kamusal? 

Ev-atölye birlikteliği başta gerçekten imkansızlıktan doğdu. Öğrenciliğimden beri bir evin bir odasında çalışıyorum ve bu zaman içerisinde bir alışkanlığa dönüştü. Sonradan da bir tercih oldu. Dışarıda bir yere ihtiyaç duyuyorum bazen ama tutmamak için de elimden geleni yapıyorum. Yaptığım işle hayatımı çok ayırmıyorum. Bu haliyle de epey mahrem bir alan aslında. Atölyenin mimar stüdyolarına benziyor olmasının sebebi ise kullandığım malzemelerden kaynaklanıyor: Kâğıt, kalem ve boya gibi çok basit malzemelerle çalışıyorum. Yoğun, sentetik boyalar kullanmıyorum. O yüzden etrafı pek kirletemiyorum. 

 

Bence işlerin de çok el emeği isteyen, titiz, teferruatlı, temiz ve düzenli işler. Bu atölyeden çıktıkları belli oluyor. 

Atölyenin dönem dönem kontrolden çıktığı oluyor tabii ki ama genelde beyaz kağıtlarla çalıştığım için etrafın kirlenmemesi gerekiyor. Yine malzemeye getiriyorum konuyu ama bu epey belirleyici bir faktör oluyor. 

 

Bir koleksiyoner tarafın olduğunu da gözlemliyoruz bu ev atölyede biriktirdiklerinden. Neler topluyorsun? 

Evde bir miktar sanat eseri var. Bunların bazıları sanatçı arkadaşlarımla yaptığım değiş tokuşlardan, bazıları para verip aldıklarım; arada hediye edilmişler de var. Ama bunlar büyük resimler değil; küçük, mütevazı işler. Bir de bildiğimiz anlamda sanatçı olmayan insanların yaptığı şeylere merakım var. Karşıma çıktıkça onları topluyorum. Çoğu yine küçük şeyler. Son dönemde toplama fikrinden epey uzaklaştım gerçi. Etrafımda çok fazla şey var gibi hissediyorum. Buraya taşındığımda temiz parkeler, beyaz duvarlar, bir masa ve dolayısıyla çok minimal, Japon bir mekan hayal ediyordum; fakat giderek eşyaların sayısı arttı. Bu yüzden o duygumu zaman içerisinde tıraşladım, artık “almazsam olmaz” dediğim küçük şeyleri alıyorum, o kadar. 

 

 

 

Peki sergideki bu zebellah gibi taşı nereden, nasıl getirdiniz?  

Onu İstanbul’da Kemerburgaz civarında bir yerden aldık. Oraya da Kütahya’daki bir ocaktan getirilmiş. Sarılı turuncu, oksit sarısı bir rengi var. Muhtemelen demir yataklarının olduğu bir yerden çıkmış. Renginden ötürü “kınalı taş” diyorlar. Ben de tamamen rengine ve formuna bakıp seçtim. Sergi mekânına gittiğimde onu orada yatıyor görmek garip. İnsanları hafif geri çekilerek kendine baktırıyor olması çok hoşuma gidiyor. 

 

Serginin son halini nasıl buldun? Entropi nasıl işledi?

Çok işledi…  İnsanların paylaştığı fotoğraflarda sapsarı bir sergi var, benim aklımda hiç böyle bir sergi yoktu. Kendiliğinden oluyor gibi. Yani aslında ben bu zemini yaratıyorum tabii, bu serginin biraz sarı olacağını da biliyordum ama bu kadarını beklemiyordum. Gerçekten de sergi, sembolik anlamda, tahmin ettiğim yönde çalıştı. Bu yüzden memnunum son halinden. Çok siyah beyaz çalışan biri olarak sarı rengi de artık kabul ettim gibi…  

 

Sarı aslında 1960’larda geleceği müjdeleyen albenili bir malzeme olan plastiğin de zaman içinde ortaya çıkan, hüsranlı rengi… Peki sen işlerinde niçin bu kadar az renk kullanıyorsun? 

Bu sergide var aslında… Ateş ve ışıkla ilişkili olan şeyler renkli, geri kalanlar siyah beyaz. O da serginin ışık ve ışıksızlıkla olan ilişkisinden ötürü. Renk çok kafa karıştırıcı. O pür ya da basit olanı fazla manipüle ediyor, başka başka anlamlar yüklüyor. Ben de eskiden daha çok kullanıyordum ama artık zorlanıyorum. Renkten uzaklaştıkça daha iyi ifade edebildiğimi fark ettim. Aslında sadece rengi değil, bir sürü şeyi eksilttim; figürler, sentetik boyalar, tuval… Geriye kâğıt kalem kaldı; siyah ve beyaz. Bunların sembolik çağrışımlarını da önemsiyorum: artı ve eksi, iyi ve kötü, var yok gibi. Genellikle kâğıdın beyazını ışık, ona sürdüğüm siyahı da gölge gibi kullanıyorum. Aslında fotoğrafın ilk üretildiği zamanlara benziyor bu ışığın kaydedilme hali. Bir kâğıda solüsyon sürülüyor, ışık kaydediliyor veya kaydedilmiyor. Buna çok benziyor: Işık var, ışık yok. Bunu ilk yaptığım bina serilerinde kullandım. Orada da çizgiye kadar indim. Yatay çizgi, dikey çizgi… Başka hiçbir şey yok. Yani bir şeyi sıfır noktasına, tek birime indirmek ve o birimden tekrar çoğaltmak gibi… 

 

 

Küratör Selen Ansen’le sergi sürecinizi anlatırken sık sık “yoldaşlık” kelimesini kullanıyorsun. Bunu biraz açabilir misin? Öncesinde de bir arkadaşlığınız vardı sanırım? 

Aslında işler üzerinden gelişmiş bir arkadaşlıktı bu. Birlikte düşünmek, birlikte bakmak üzerine kurulu bir arkadaşlık. Benim 2017’de yaptığım Günler serisini biz tanışmıyorken görmüş ve onunla ilgili çok güzel bir şiir yazmıştı. Biz öyle tanıştık. Sonra o şiiri o serinin kitabında kullandık. Bu vesileyle duygudaşlığımızı fark ettik. Sonradan benim Arter’de sergi yapacak olmam ve Selen’in Arter’in küratörü olması gerçeği eşleşti. Aslında birbirimize hem çok benziyoruz hem hiç benzemiyoruz. Birbirimize benzemekten ziyade benzemediğimiz için yoldaşlık ettik. Umarım ben de onun hayatına bir şeyler katmışımdır. O bana çok şey kattı. Çok kitap bırakıp gitti buraya. “Yeter oraya bakma, biraz da şuraya bak”  dedi. “Biraz daha düş” ya da “Biraz daha kal” dedi. İyi kontrol etti süreci. Kontrolü burada kötü anlamda kullanmıyorum çünkü uğraştığım konular, duygusal olarak zor konulardı. Depresyonun ucundan döne döne yapılmış bir sergi bu. Yoldaşlığı o yüzden çok önemsiyorum. Arada bir karşılıklı oturmak, terapideymiş gibi konuşmak… 

 

Aslında genellikle sergilerde, özellikle kurumlarda yapılan sergilerde küratör-sanatçı ilişkisi pek de böyle değildir. Biz alternatif bir şey denemiş olduk. Pandemiye denk gelmiş olması da etkiledi çünkü serginin açılışı iki defa ertelendi. Düşünmek, yaptıklarımı bozmak, baştan kurmak, sergiyi değiştirmek için fırsatım oldu. Arada oturup gerçekten dertleşmek, konuşmak ve yoldaşlık etmek için fazladan zamanınız vardı. Yoksa Arter bu sergiyi talep ettiğinde ben işleri bitmiş halde Selen’in beğenisine sunardım, o da “Evet, hayır; şunu şöyle yapalım” derdi. Neyse ki öyle olmadı. Kıymetli buluyorum bunu. Selen’e dönersek, onun da meseleleri kaşımak, ters yüz etmek, yeni anlamlar üretmek üzere bir motivasyonu var. Ben doğudan, o batıdan…

 

Serginin senin için sağaltıcı bir deneyim olduğunu söyleyebilir miyiz? 

Kesinlikle.

 

Peki sence alımlayanlar için de öyle mi? Serginin uyandırdığı hisler, sana gelen tepkiler nasıl? Yani o depresyon hali hissediliyor mu?

İki türlü bir evet. Şöyle mesajlar alıyorum, “Ne güzel sanat görmeye gelmiştim, günümün canına okudun.” Başka bir tanesi ise, “Bir şey gördüm, tam tarif edemiyorum ama çok iyi geldi bana. Eline sağlık.” Ya da uzun uzun anlatanlar var ne hissettiklerini. 

 

Sadece entelektüel bir yerden ilişki kurup oradaki fikri çok beğenenler de oluyordur herhalde? 

Onlar daha çok sanatçılar, tasarımcılar… Genel izleyiciye baktığımızda çok iyi hissedenler çoğunlukta ama serginin pek iç açıcı olmayan meselesi ve hatırlattıklarından ötürü kimilerinde bir göğüs sıkışması yarattığı da oluyor. Gelen mesajlardan ve birebir konuşmalardan duyuyorum. İkisi de hoşuma gidiyor. Burada olup biten bazı şeylerin sembollerle anlatımı var, kötü bir şey hissettiysen, bir bakıma bu iyi. Bir de tabii kendine benzer bir duygudaş bulmaktan ötürü iyi, onaylanmış hissetmek var. Bilmiyorum, bana iyi geldi. 

 

Genel olarak benden çıkıp kendi zamanını yaşamış olması ve çok yakında bitecek olmasına seviniyorum. Gerçekten içimden yoğun bir şey çıktı, şu an rüzgârdaki bir çuval gibiyim… Bir süre bu boşluk duygusuyla birlikte yaşayacağım, sonrasını bilmiyorum. 

 

Sergi sürecinde senin Doğulu Selen Ansen’in ise Batılı olması meselesinden bahsetmiştin. Bunun nasıl tezahür ettiğini biraz açabilir misin? 

Bu ayrımı kalın bir çizgiyle çizmek çok doğru olmayabilir ama belki şöyle anlatabilirim: Selen’in hem ailede hem okulda Batılı bir tedrisattan geçmiş olması, uzun süre yurtdışında yaşaması; benimse burada, bu coğrafyada büyümüş, eğitim görmüş olmam aramızda çeşitli yaklaşım farklılıklarına yol açtı. Örneğin güneşleri mekânda dizerken ben son derece modernist biçimde yuvarlak olanları bir tarafa, kadrajlanmış olanları diğer tarafa dizdim. O ise o düzeni bozdu ve hepsini karıştırdı. Ya da ben süngerleri mümkünse iki kardeş gibi yan yana koymak istiyordum, o onları karşı karşıya getirmek istedi. Yani detaylarda hissedilebilecek, çapraz bir iç içe geçmiş karşıtlık oldu. Ve tabii hep Selen kazandı (gülüyor). 

 

 

 

 

 

 

yazıyı oku

ŞEHRE YAYILMANIN BİR YOLU: İKSV TİYATRO FESTİVALİ

Yazı: Yağmur Ruken Kahraman

Fotoğraf: İKSV izniyle

 

Bereketiyle gelen tiyatro sezonunda izlememiz gerekenlere; 27. İstanbul Tiyatro Festivali de kalp çarptıran bir seçkiyle giriş yapıyor. Işıl Kasapoğlu kürasyonuyla hazırlanan festival 25 Kasım’a kadar sürecek. Programda Türkiye’den 11; yurtdışından ise 9 yapım var. Festivalde, İstiklâl Caddesi’nin farklı alanlarını mekan olarak kullanan oyunları en çok dikkatimizi çekenler oldu. İzlemek için geç kalmadan takvimlerinizde yer açın ama bilet bulamazsanız üzülmeyin, yerli yapımları festival sonrasında da izleyebilirsiniz. 

 

Festivalin biletleri hızlıca tükendi ama ek bilet satışı ihtimali için passo.com‘dan takip edilebilir ve her zaman oyun öncesinde elindeki biletleri satmak isteyen kişilerle karşılaşma ihtimaliniz de var. 

Annemden Kalan Gül Ağacı Masanın Üzerinde Çaydanlık Beyaz Bir İz Bıraktı

“Annemden Kalan Gül Ağacı Masanın Üzerinde Çaydanlık Beyaz Bir İz Bıraktı”, mekâna özgü tasarlanmış Ferdi Çetin imzalı bir rüya deneyimi. Oyun dünyanın en eski ikinci metrosu 1875 tarihli Tünel’in istasyon binası Metrohan’ı mesken ediniyor. Geleneksel anlatının dışında, bir kadının parçalı anlatısı etrafında örülen oyunun yönetmenliği Kayhan Berkin‘e; performansları ise Nergis Öztürk, Okan Urun ve yine Kayhan Berkin‘e emanet.

 

Büyük Zarifi Apartmanı

Abdülaziz ve II. Abdülhamit dönemlerinde İstanbul’un en varlıklı ailelerinden Zarifilerin yaptırdığı 150 yıllık Büyük Zarifi Apartmanı, tasarımı ve yönetmenliği İlyas Özçakır’a emanet bir performansın ev sahibi. İstanbul Rumlarının geçmişinden bugününe kulak kesilen bu mekana özgü iş, sinemayla tiyatronun araçlarını deneysel bir performansta harmanlıyor. Apartmanın ve koca bir şehrin tarihine tanıklık edeceğimiz performans, 1-2-3-4-5 Kasım’da karşımızda.

İKSV 50. Yıl Genç Sanatçı Fonu ile desteklenen oyunda (videoda), Ali Baran Özcan, Andreas Sarantidis, Çağdaş Ekin Şişman, Oğulcan Arman Uslu, Yusuf Tan Demirel oynuyor.

 

Çirkin  

Hope Alkazar,  “immersive” tiyatro deneyimi “Çirkin” oyununun ev sahibi. Oyun, Anadolu’nun gelenek ve masallarından ilham alan gerçeküstü bir ihanet hikayesini anlatıyor. XTOPIA’nın tasarladığı dijital eserlerin içine girerek izleyeceğimiz ve 2 Kasım’da prömiyerini yapacak “Çirkin”; Nihal Yalçın’la Onur Berk Arslanoğlu’nu buluşturuyor. Çirkin’in yönetmenliğinde ise Güray Dinçol imzası var. Oyun festival sonrasında haftada 2 kez sahnelenmeye devam edecek. 

 

İstanbul Mon Amour

“İstanbul Mon Amour”, pek sevdiğimiz Ahmet Sami Özbudak’ın heybesindeki araştırmaları ve hayalleri; sevdiğimiz pek çok isimle bir araya getirirken İstanbul’a aşkını da ilan ediyor. Meral Çetinkaya, Deniz Türkali, Bülent Emin Yarar, Okan Bayülgen, Çiçek Dilligil, Fehmi Karaarslan gibi isimleri yan yana göreceğimiz festivalin kapanış oyunu; 25 Kasım’da iki seansla karşımızda olacak! Osmanlı’dan bugüne şehrin hafızasına sayısız kez tanıklık eden Notre Dame De Sion, Galatasaray ve Saint Benoit Fransız liselerini mesken edinen ve Beyoğlu’nun görkemli tarihine açılan bu yolculuğun biletleri, tahmin edersiniz ki erkenden tükendi.

 

Festivalden Kaçırmamanız Gereken Diğer Oyunlar

-Belgesel tiyatro denilince akla gelen ilk isimlerden Anestis Azas imzalı “Baklava Cumhuriyeti”, 17-18 Kasım’da DasDas’ta. 

-Uluslarası alanda çokça övgü toplayan Wajdi Mouawad imzalı “Kız Kardeşler”, 21-22 Kasım’da Zorlu PSM Turkcell Platinum Sahnesi’nde. 

-Mask tiyatrosunun yeniden keşfinin öncüsü olarak anılan Familie Flöz oyunu “Düğün” 7-8 Kasım’da Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde. 

Terörizm, toplumsal olaylara duyarsızlaştığı ölçüde kendi başına gelenlere hassaslaşan günümüz insanı üzerine karanlık bir komedi. Tansu Biçer ve Tülin Özen’i bir kez daha bir araya getiren oyun, 15 ve 16 Kasım’da CKM’de. 

– Nazan Kesal’ın tasarladığı, Ercan Kesal’ın yazıp oynadığı Ayazma’nın Yılanı ya da “Anadolu’nun herhangi bir yerinde, herhangi bir zamanda, bir kum tanesinden tüm evrenin tarifi”, 4-5 Kasım’da Atlas 1948’de. 

– Peyk’in ilk müzikal deneyimi olan Hamiyet, Deniz Madanoğlu tarafından yazıldı. İstanbul’un dışındaki bir işçi mahallesinde kocası ve iki kızıyla sakin bir hayat süren Hamiyet’in 1980 darbesiyle altüst olan hayatını anlatan oyun, bir müzikal. 10 ve 11 Kasım’da Fişekhane’de. 

– Festivalin en özel oyunlarından Kabuk, deprem bölgesinden konuk. Kabuk’ta bir türlü uyku tutmayan üç kardeşin bir deniz kabuğunun peşinde birbirleriyle, denizle ve uykuyla mücadelesini anlatıyor. Gülriz Sururi – Engin Cezzar Tiyatro Teşvik Ödülü desteğiyle ve İKSV 50. Yıl Genç Sanatçı Fonu ile sahnelenen oyunun oyuncuları da Adana’da yapılan açık çağrı ile seçilmiş. 18-19 Kasım’da Alan Kadıköy’de. 

 

BONUS

Beş dansçı ile üç uzun siyah bankın başrolünde olduğu Bankta oyunu, heyecanla beklediğimiz bir dans gösterisi aslında. Danimarkalı Uppercut Dans Tiyatrosu’nun gösterisi, 17-18 Kasım’da.

yazıyı oku

TAKİP EDİLMESİ GEREKEN BİR MÜZİK GRUBU: ENGİN

Röportaj: Heja Bozyel

Fotoğraf: İKSV izniyle

 

Muhtemelen Instagram’da “keşfet”te önünüze düşmüştür ENGIN videoları. Ya da sizinle aynı müzik zevkine sahip bir arkadaşınız gönderdi. Yola Almanya’da Almanca müzik yaparak çıkan Engin, Jonas ve David, Instagram sayesinde bir anda Türkiye’de meşhur oldu. Hatta öyle ki; Salon İKSV’de tek gece olarak açıklanan konserleri önce 2 geceye sonra 3 geceye çıkartıldı!

 

Gruba adını veren Engin Devekıran yarı İstanbullu yarı Alman. Anadolu rock müzikle tanışması Cem Karaca ile olmuş. Kendi deyimleri ile “Alman Alman” (Jonas ve David)  ve “Türk-Alman” (Engin) müzisyenleri yakalamışken konu müzikten Almanya’daki yeni ve eski nesil Türkiyeli göçmenlere uzadı. İyisi mi siz grubun ilk albümünü (Nacht) dinleyerek başlayın bu sohbeti okumaya. Sonra zaten fanlarından biri olacaksınız.

*Konser sonrası gelen edit: Sahnede beklediğimizden bile iyi 3 müzisyen vardı ve seyirci ile iletişimleri de mükemmeldi. Bir şarkıda baslar ne kadar iyi (David) derken sonraki şarkıda bateriyi (Jonas) delice alkışladık. Gitarda ve vokalde Engin, sahnede olmak için doğmuş gibiydi. Üçü de çocuk gibi eğlenerek, mutlulukları okunarak çalıyorlardı ki sanırım sırları da bu, tüm iyi müzik gruplarında olduğu gibi. Engin’i çok kez izleyeceğimiz, adını çok sık duyacağımız kesin! Yani kaçırdıysanız üzülmeyin, çok yakında eminim ki festivallerde de headliner isimlerden olmaya başlayacaklar.

 

İstanbul’a ilk gelişiniz mi? Engin, senin değil tabii…

David: Evet, ilk gelişimiz. 

Jonas: İlk gelişimiz ve sindirmesi zor bir deneyim. Çok fazla insan, çok fazla otomobil var. Gerçi Engin bize şu ara İstanbul’un en sakin zamanlarından biri olduğunu, turist mevsiminde daha hareketli olduğunu söyledi… Ama yani yine de aşırı kalabalık! Buraya otomobil ile geldik, Pazartesi günüydü. Sınırdan geçtiğimizde sokaklarda neredeyse hiç kimse yoktu. Sonra İstanbul’a girdik ve bir anda her şey değişti. 

 

Nasıl yani, Almanya’dan buraya arabayla mı geldiniz? Gerçek bir “Almancı” deneyimi mi yaşamak istediniz?

Engin: Biraz öyle oldu, evet. Tam bir Almancı deneyimi yaşadık! 

 

Nasıldı peki?

Jonas: İyiydi, yani her Türkiye konserine arabayla gelmeyiz tabii ama ilk Türkiye konserimiz için iyi bir deneyim ve maceraydı. Trafik yoktu, sınırlarda sorun yaşamadık…

 

Aslında tek konser olarak açıklanmıştı program ama sonra yoğun talep nedeniyle ikinci konser eklendi. Türkiyeli müzikseverlerin ilgisini nasıl buluyorsunuz? Beklediğiniz bir şey miydi?

Engin: Hayır, pek beklemiyorduk. Yani kendi adıma söylüyorum ama biz müzik yapmaya başladığımızda aklımızda Türk dinleyiciye ulaşmak yoktu. Almanya’da Türkiye kökenli çok fazla insan var ve bu yüzden de Alman müziğinin Türk elementleri taşıması gerektiğini düşünüyorduk. Sonuçta 70 yıldır birlikte yaşayan bir toplum ve doğal olarak kültürel yansımalar oluyor. Aslında Alman hip-hop müzikte Türk müziğinin etkileri görülüyor fazlasıyla ama rock veya indie pop dünyasında buna rastlamak pek mümkün değil. Bu yüzden “Almanya’da Almanca müzik yapacağız ve içinde Türkiye ezgilerinin olması da çok normal” dedik. Bunun üstüne sosyal medyada kayıtlarımızı paylaşmaya ve her hafta bir şarkı paylaşabilmek için eski Türkçe şarkıları araştırmaya başladık. Yine aklımızda hep Alman dinleyici olduğu için Almanca çeviri yapıyorduk. Araştırırken gördük ki çok fazla çok iyi Türkçe şarkı var ve hepsi de öyle egzotik, bize uzak şarkılar değil. Hatta aksine, bize oldukça yakın yeni Türkçe şarkılar var. Bu arada Instagram algoritması devreye girdi ve içeriğimizi Türkiye’deki kullanıcılara göstermeye başladı. Bu da bizi bugüne yani İstanbul’daki ilk konserimize getirdi. Hem de ilk albümümüzün yayınlanmasından çok kısa bir süre sonra. 

Şarkılarla tarihi olan insanlar var ve bu da bir ‘Alman Alman’ olarak benim ilk kez deneyimlediğim bir şey.

 

 

Doğrusu ben bu ilgiyi bekliyordum. Sizi yaklaşık 4 ay önce keşfette izlemiş ve seveceğini bildiğim herkesle paylaşmıştım. Ama doğrusu talep nedeniyle konser sayınızın ikiye çıkacağını yani bu kadar tanındığınızı bilmiyordum… Peki Almanya’da, Almanlar’dan beklediğiniz ilgiyi görebildiniz mi?

Engin: Konserlerimizde çok iyi bir karışım olduğunu söyleyebilirim. Yani izleyicinin yarısının Türkiye kökenli yarısının Alman olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Konserlerde bu kadar çeşitli izleyicinin olması çok özel bence. Başka yerde kolaylıkla görülemiyecek bir şey. Bu genelde bizim gibi küçük, yeni grupların başına gelen bir durum da değil. Çünkü Almanya’da Türkçe müzik yapan gruplar genelde tipik düğün müziği yapıyorlar. Genelde de sadece Türk dinleyicileri var. Biz böyle karışık bir dinleyici kitlesine sahip olduğumuz, bu insnaları bir araya getirdiğimiz için çok mutluyuz. Bu konuda herkes çok pozitif. Bizim tarzımızı dinlediklerinde, bizim yaptığımız şarkıları dinlediklerinde, insanlar genellikle alışık olmadıkları bir şeyler olduğunu hissediyorlar, ancak heyecan verici olduğunu da düşünüyorlar. Ayrıca, eski şarkılara yeniden yorum kattığımızda ve kendi versiyonlarımızı çaldığımızda, onları repertuvarımıza dahil ettiğimizde “Vay canına, Türkiyeliler bu şarkıyla eşlik ediyor, duygulanıyor, neden şarkı bu kadar önemli ve nereden dinleyebilirim?” diye soruyorlar. Ve ilgilenmeye başlıyorlar. Bu, insanlar arasında bağlantı kurma süreci ve bu deneyimin gerçekten güzel olduğunu düşünüyorum. Elbette, biraz yavaş ilerliyor

Jonas: Aynı zamanda çok güzel duygusal bir içgörü elde ediyoruz izleyicilerin tepkilerini görünce. 

 

Müzisyen olarak mı bir Alman olarak mı?

Jonas: İkisi de. Muhtemelen David için de aynısı geçerli. Mesela Özdemir Erdoğan’ın Gurbet şarkısını çaldığımızda ya da dinlediğimizde bizim için sadece müzikal anlamda çok iyi bir şarkı var ortada. Ama şarkının duygusal yanını bilmiyoruz. Şarkıları canlı çaldığımızda insanları ağlarken gördüm, yaşlı insanlar da dahil olmak üzere… Şarkıyla tarihi olan insanlar var ve bu da bir “Alman Alman” olarak benim ilk kez deneyimlediğim bir şey. Sahnenin üzerindeki rastgele bir adam olarak, bir Alman olarak o müziğin ne anlama geldiğini anladım… O şarkılar Almanya’ya uzun zaman önce gelen insanlar için ne anlama geliyor? Beraberlerinde hangi tür kültürü getirebildiler? Türkler geleneklerini çocuklarına aktardıkları için çocuklarının da bu kültürle, şarkılarıyla bağları oluştu. Şimdi Alman izleyiciler de o duygulara şahit oluyor, deneyimliyor ve bu sayede Almanların aklındaki stereotipler değişiyor, siliniyor. Benim için en şaşırtıcı şey bunu görmek oldu.

 

Almanya’da yaşayan Türkler Türkiyelilerden daha çok “Türk” ve bahsettiğiniz stereotipler bu nedenle oluştu. Önyargılar oluştu. Ama görüyorum ki siz müziğin kültürleri birleştiren ve birbirimizi anlamamızı sağlayan bir araç olabileceğini düşünüyorsunuz…

Engin: Elbette. Yani, her şey müzikte saklı, çünkü insanlar geldiklerinde hemen müzik yapmaya başladılar ve yeni ülkede yaşadıkları duyguları ve deneyimleri müziğe yansıttılar. Bu yüzden Cem Kaya’nın Aşk, Mark ve Ölüm adlı harika bir belgeseli var. İnsanların gurbetle nasıl başa çıktıklarını ve hangi tür acılar yaşadıklarını, nasıl yönettiklerini anlattıkları harika bir belgesel. Bu kadar zengin bir kültürel miras… Filmin giderek daha fazla ilgi görmesi gerçekten harika çünkü insanların durumlarına empati getiriyor. 

 

Senin ailenin hikâyesi nedir?

Engin: Annem Alman. Babam İstanbul’dan çocukken Almanya’ya geldi ve ben Türk kökenli olarak yetiştirilmedim. Kültürel etkiler vardı ve dil öğretildi, ama evimizde düzenli olarak konuşulmuyordu, bu yüzden biraz asimile olmuşum tabii ki, ama bu benim için kişisel bir yolculuk. Tamam, kültürel köklerim var ama bunları yeterince değerlendiremediğimi görüyorum çünkü uzun bir süre kimliğimin o kısmını gizledim. Bu benim için kötü bir durum değildi, sadece odağım orada değildi. Eski şarkılara odaklanmaya başladığımda çok duygusal hissettim. Sonra bu güçlü duyguları hissettiğimde, bunun daha fazlası var ve bunu keşfetmeliyim dedim. Ayrıca, stereotipik değilim, “adım Engin” dediğimde insanlar “Ne tür bir isim bu” diyorlar, Türk olduğumu düşünmüyorlar. Türkiye kökenli insanların nasıl görünmesi gerektiği, nasıl davranması gerektiği, hangi tür müzik dinlemesi gerektiği ve ne yapması gerektiği hakkında insanların stereotipik bir görüşü olması tüm hayatımı etkiledi. Biz bu müziği yapıyorsak, birçok stereotipi ortadan kaldırıyoruz. Olması gereken de bu. İnsanları stereotipleştirmek artık demode değil mi? Toplum olarak bundan daha iyisi olmalıyız. Ve evet, müziğin gerçekten bu konuda yardımcı olduğunu düşünüyorum.

 

Anadolu rock ya da Anadolu saykedelik rock müzikle tanışmanız nasıl oldu?

Engin: Babam Türk müziği dinlerdi, ama daha çok Türk sanat müziğiydi dinlediği. Bu yüzden çocukken Türkçe müziği sindirmem gerçekten zordu çünkü çok dramatik ve üzücü bir müzikti. “Baba, bu ne tür bir müzik?” diye sorardım. Neden her zaman bu kadar depresif? Bu nedenle d ebir bağ kuramamıştım. Ama birkaç yıl önce müzik okumaya karar verdiğimde, bir arkadaşımın Türk eşi bana “Gaye Su Akyol’u dinlemelisin. Harika Türk müziği yapıyor” dedi. Onu dinlemeye başladım ve “Tamam, bu yeni ve heyecan verici” dedim  ve o noktadan geriye giderek önce Cem Karaca’yı keşfettim. Resimdeki Gözyaşları’nı ilk kez dinlediğimde inanamadım. Aradığım buydu. “Sadece gitarla söyleyeceğim ve sonra nasıl ses çıkaracağıma bakacağım diye düşündüm”. Bir süredir Türkçe konuşmuyordum, o yüzden tereddütlüydüm söyleme konusunda. Türkçe ile yeniden bağ kurmaya başladım. Güzel sonuç çıktı, içinden geçip deneyimlemem gereken bir şeydi. Sonra, Cem Karaca’dan Erkin Koray’a geçtim, oradan Anadolu Rock gruplarına doğru hareket etmeye başladım. Ve sonra ilk EP’mizi yaptığımız dönemde bu şarkılara David’e gösterdim.

David: Ben o sayede tanıştım ve çok sevdim. 

Jonas: Kızkardeşim evde dinliyordu Türkçe şarkılar, bana da dinletti. Gurbet şarkısını (Özdemir Erdoğan) dinlettiğinde aklım uçtu. Dinler dinlemez sevdim ve çok şaşırdım ama kızkardeşim aynı şarkıyı durmadan yüzlerce kez dinliyordu, sevmek zorundaydım!

 

Kızkardeşin nasıl tanışmış Anadolu Rock müzikle?

Jonas: Kardeşim dünyayı gezdiği bir iş yapıyor. Bir NGO’da çalışıyor. 2011’de de Türkiye’de öğrenci olarak bir dönem geçirmişti. Ama 2020’ye kadar bu şarkıları dinlediğini duymamıştım. 2020’de aynı evde yaşıyorduk, evden çıkamıyorduk pandemi nedneiyle ve dinlemeye mecbur kaldım! Kaçmam mümkün değildi. Ama şikayetçi değilim. Bence yapılmış en iyi şarkılardan biri Gurbet. 

 

Biz Alman müziği yapıyoruz” desek de müzik ne kadar Alman olabilir ki? Sözler Almanca olabilir en fazla…

 

Genelde arabesk, hip-hop ve hatta Cartel sayesinde Türkçe müzikle tanışıyor Almanya’da insanlar…

Engin: Cartel’i duyduk ama şarkılarını bilmiyoruz.

Jonas: Hiç bilmiyorum. 

Engin: Hip-hop kültürü gerçekten bizden çok uzak, ama ona önem vermediğimiz anlamına gelmiyor, sadece onunla büyümedik. Mannheim çok küçük bir yer. Üçümüz de Almanya’daki küçük köylerden geliyoruz. Bu bölgelerde şöyle bir şey var: Ya rockçı çocuk olursun ya da hip-hop etkisiyle büyürsün. Bu yüzden Anadolu rock’u köklerimiz olarak keşfettiğimiz için bize gerçekten uzak değil. Çünkü 60’ların ve 70’lerin ABD ve Büyük Britanya’da yapılan rock müzik ve de tüm o gruplar bizim üzerimizde büyük etkiye sahip. O dönemin Türk grupları üzerinde de etkisi olmuş belli ki. Bu yüzden bu bizim için gerçekten güçlü bir bağlantı var arada. 

Jonas: Örneğin, Erkin Koray’ın ilk albümü adını taşıyan albüm, Erkin Koray’ı çok dinliyorum. Aynı zamanda Led Zeppelin’i dinleyerek büyüdüm. Tabii Pink Floyd da öyle. Erkin Koray’ın tarzı da bunlarla aynı. Türk Anadolu rock müziğine adım attığım ilk albümdü ve müzikal anlamda hiç yabancılık çekmedim.

 

Anadolu rock demek aynı zamanda çok duygusal bir tarih demek aslında. Sizin de söylediğiniz gibi insanları ağlatan duygular, gurbet, acı, emekçilik, işçilik, yoğun aşk gibi konular var şarkıların sözlerinde. Oysa bugün şarkı sözlerindeki temalar çok farklı. Siz bu müziğin yeni temsilcileri olarak bambaşka temaları getirmekle ilgili ne düşünüyorsunuz?

Engin: Bu büyük bir müzik mirasını taşıdığımız için onur duyuyoruz tabii ki. Olağanüstü bir müzik tarihi bu. Ama biz sadece çalmak istiyoruz, çocuklar gibi, sadece müzik yapmak istiyoruz ve yani biraz safça, hiçbir şey düşünmeden, iyi bir müzik olduğunu bilerek. Anadolu Rock müziğin muhteşem bir titreşimi var. Duygusallaştırıyor bizi. İyi hissettiriyor, dans ettiriyor ama içinde aynı zamanda bir tür sertlik barındırıyor. Yani sevdiğimiz her şey var içinde. Ham ve gerçekçi. Plastik, elektronik seslerle üretilmiş müzik sevmiyoruz. Kötü demiyoruz ama biz analog müziğe ve gerçek enstrümanlara ilgi duyuyoruz ve bunu da Anadolu Rock döneminde buluyoruz. Ama tabii ki o dönemle bugünün yaşam koşulları tamamen farklı. Müzik her zaman değişiyor. Şu anda müzik hiç olmadığı kadar çeşitli diyebilirim. Afrika müziği ezgilerini pop müzikte daha çok duyuyoruz mesela. Her yerde popüler olan Afro-pop var, Latin Amerika müziği de hip-hop’a doğru güçlü bir şekilde ilerliyor ve dinleme alışkanlıkları değiştiriyor. Bu yüzden çeşitlilik çağında olduğumuzu söyleyebilirim. İlham her yerden alınabilir bu da kullanılan sesi, yapılan müziği daha global hale getiriyor. Yani “Biz Alman müziği yapıyoruz” desek de müzik ne kadar Alman olabilir ki? Sözler Almanca olabilir en fazla… İlham ve haliyle müzik küresel. Sınırlar azalıyor. Bu çok heyecan verici ve böyle bir dönemde yaşamak harika!

 

Bugünün müzik sahnesinden dinlediğiniz Türkiyeli müzisyenler kimler?

Engin: Gaye Su Akyol’un çok büyük bir etkisi var. Adamlar’ı çok seviyorum. Taze bir rock soundları var. Tabii ki Duman… İnnaılmazlar. İnanılmaz şarkılar yapmışlar. Geçen sene Harbiye Açıkhava’da izledim, deliceydi. Punk tavrıları, saf rock şarkıları… İstanbul’da hala çok fazla insanın rock müzik dinlemesi çok hoşuma gidiyor. Kadıköy’de yürürken insanların rock gruplarının tişörtlerini giydiğini görünce sevindik. Evde gibi hissettik, aynı kültüre ve zevke sahip insanlar arasında.

Jonas: Almanya’da bu müziği dinleyenler azalıyor gibi geliyor bazen. Hip-hop ve trap müzik öne geçti. Rock çok niş kalıyor.

 

Peki şarkı sözlerinizle ilgili hiç olumsuz tepki aldınız mı? Mesela en sevdiğim iki şarkınızdan biri Dönermann ve onun sözleri çok eğlenceli olsa da tepki çekebilirdi… 

Engin: Şarkı sözleri hakkında hiç tepki almadığımızı söyleyebilirim. Yani bunu söylerken şaşırdığımı da belirtmem gerekli çünkü Internet çok vahşi bir yer olabiliyor. Konserlerde de her şey çok pozitif, çok hoşnutuz bu duurmdan. Şarkı sözleriyle ilgili terslik yok ama cover şarkılar için bazen olumsuz şeyler söylenebiliyor; “Bu adam Türk mü, Türkçe mi konuşuyor, bu nasıl Türkçe” deniyor. Ama bu da yorumların %1’i denebilir. Yani, ben yarı Alman yarı Türk biri olarak, evde Türkçe konuşulmadığı için bazen zorlanabiliyorum. Yarı Türk olduğum için “Almancı” komünitesinin içinde değildim. Türk arkadaşlarım elbette var ama Türkçe’yle çok fazla bir bağım yoktu. Ama sonunda dedim ki “Türkçem mükemmel ya da değil ama ben elimden geleni yapıyorum.” Bunu güzel karşılayanlar da var, kendi dillerinde kendi kültürlerinde “hoşgeldin” diyor insanlar. Türkiye’de çok fazla insan aksanını önemsemiyor. Almanya’da düzgün Almanca konuşmazsan farklı davranırlar sana, burada öyle değil. O yüzden neden bunca zaman strese sokmuşum ki kendimi anlamıyorum… Bu bir yolculuk dediğim noktada rahatladım. 

 

Bence aksanın çok tatlı ve çok yumuşak bir Türkçen var! 

Engin: Babam İstanbul Türkçesi konuştuğu için doğru şekilde öğrendim. Bir de dediğim gibi yıllarca aslında evde en temiz Türkçe ile sanat müziği vardı. Kulaklarım bunu kapmıştır. Türkçe çok melodik bir dil. Almanya’daki insanlar bizim Türkçe şarkılarımızı duyunca “Türkçe bu kadar melodik ve güzel miydi” diye soruyorlar. Yani kahretsin ki evet, Türkçe bile yanlış biliniyor, yanlış konuşuluyor ama bu da bir nevi streotipleştipleştirme. 

Birisi ağladığında, çığlık attığında ya da dans ettiğinde o kişinin aslında hangi dili konuştuğunun bir önemi kalmıyor.

 

Stereotiplerden ve Almanya’ya işçi olarak gelen Türkler ile ailelerinden bahsediyoruz ve çok doğal oluşan bir tektipleştirme var… Mesela bana “Hiç Türk’e benzemiyorsun” dendiğinde bu bir iltifat mı hakaret mi karar veremiyorum… Öte yandan son senelerde yeni nesil eğitimli, yaratıcı sektörlerden göç yaşandı Türkiye’den Avrupa’ya. Bu “yeni Türkler” sizce önyargıları değiştiriyor mu? 

Engin: Çok iyi anlıyorum bunu. Kendi adıma yeni gelen Türkiyelilerle daha fazla anlaşabiliyorum. Genelde büyük şehirlerden geldikleri için farklı bir kafa yapıları var. Mesela albüm kapağı tasarımımızı yapan Gizem Erdem de 2010’ların ortasında İstanbul’dan Köln’e taşınan bir Türkiyeli. Aslen Ankaralı. Dev bir mural yapmıştı, o sayede tanıdım ve Instagram’da takip etmeye başladım. Hatta mural yaparken o binanın tepesindeyken aşağıdan seslenmiştim “Heyy, senin işlerine bayılıyorum, bizimle çalışır mısın, albüm artworkümüzü yapar mısın”… O zamandan beri birlikte çalışıyoruz, bütün tasarımlarımızı o yapıyor. Çok yetenekli insnalar geliyor Almanya’ya. 

Jonas: Heidelberg’de bir konser vermiştik, İstanbul’dan gelen tıp öğrencileri vardı. Neredeyse 20-30 kişi. Hiç az bir rakam değil! “Türkiye’yi özlüyoruz ve şarkılarınız bize evde hissettiriyor” dediler. Birbirimizden öğreneceğimiz çok şey var. Herkes yeni bir perspektif getiriyor. Alman toplumu için çok önemli bir katkı bu bence. Geçmişi değiştiremeyiz ama mütevazı olup bundan sonrası için empati ile yaklaşabiliriz. Karşılıklı empati… Sonuçta Almanlar yeni bir savaştan çıkmıştı, zor zamanlardı. Türkiyeli işçiler yuvalarını bırakıp bu ülkeye gelmişti. Kimse için kolay değildi. Tabii ki kötü şeyler de yaşandı ama bundan sonrasının sevgi ile anlayışla, önyargısız olması gerekli. 

Engin: Müzik bu noktada devreye giriyor. Hippie düşüncesi gibi gelebilir amamüziğin insanları birleştirme gücünü unutmamak gerekli. Konserde dinleyicilerin çeşitliliğine bakınca görüyorsun bunu. Gençler ebeveynleriyle geliyor konserlerimize mesela. Yaşlılar ağlıyor, takdir ediyor, bu bizi çok duygulandırıyor. Bu sayede çok fazla insana ulaşıyoruz. Müzik sayesinde umut, neşe, anlayış ve iletişim sağlanıyor. Küçük topluluklar belki ama bu da önemli. 

Jonas: Birisi ağladığında, çığlık attığında ya da dans ettiğinde o kişinin aslında hangi dili konuştuğunun bir önemi kalmıyor. O noktada tek önemli olan müzik. 

 

Evet aslında müzisyenler politikacılar kadar güçlü olabiliyor. Konserlerinizi kaydediyor musunuz? Bir gün güzel bir belgesel olabilir!

Engin: Hayır ama İstanbul konserlerimizi kaydedeceğiz, bu bizim için büyük bri dönüm noktası çünkü. Ama Almanya’daki konserlerde sadece sesimizi kaydediyoruz. O da kendimizi cezalandırmak ve geliştirmek için! Konser çıkışı eve giderken dinliyoruz, nereler iyi, nereleri geliştirebiliriz bakıyoruz. Bir rutin oldu bu. Spor kulüplerinin yaptığı gibi. 

 

Bana Kiosk Yüksel şarkınızın hikâyesini anlatabilir misiniz? Klibi de çok güzel! Gerçek bir kiosk mu bu?

Engin: Evet! Mannheim’da yaşadığımız bölgede olan bir kiosk. Son zamanlarda daha popüler olan bir mahalle bu. 20 sene kadar önce fakir bir bölgeydi. Şimdi barlarla, restoranlarla dolu. Değişim güzel ama bu kiosk orada oldukça oranın hala evimiz olduğunu bileceğiz. Yüksel Abi de çok orijinal bir karakter. Çok tatlı ve kapısı herkese açık. Yanında mutlu oluyor herkes. Düşündük ki bu kadar sevdiğimiz bir yer, yıllardır müşteriyiz ve bir şarkısı olmalı. Şu an İstanbul’da olduğumuz için o da bizim gibi heyecanlı. Aylar önce bize İstanbul’da bile çalabileceğğimizi söylemişti. O yüzden çok gerçek bir şarkı Kiosk Yüksel!

 

E o zaman baklava götürürsünüz Yüksel Abi’ye buradan… 

Engin: Mannheim’da yoğun bir Türk komünitesi var. Küçük İstanbul deniyor hatta. O yüzden çok fazla Türk pastanesi, restoranı var. Baklava bulmamız kolay yani. Gerçi İstanbul baklavası kadar iyi olmayabilir ama baklavayla etkileyemeyiz Yüksel abi’yi. 

 

Sona geldik ama sohbet o kadar güzel ki nasıl tanıştığınızı, grubu nasıl kurduğunuzu sormadım! 

Engin: Jonas ve ben 20 yıldır arkadaşız. Aynı okula gittik, ilk kez Jonasların evinin deposunda müzik yapmaya başladık. Farklı müzik gruplarımız oldu. Üniversitede yollarımız ayrıldı. Ben psikoloji okumaya başladım. Ama fark ettim ki psikoloji bana göre değil. Bu aland açalışmak istemiyorum. Müzik yapmak istediğimi anladım, yoksa bu şansı sonsuza kadar kaybedebilirdim. Mannheim’a dönüp üniversitede müzik okumaya başladım. Okulda David ile tanıştım. Başka iyi müzisyenlerle tanışmaya başladık. Birbirimizi bulduğumuz için çok şanslıyız. Evin oturma odasında demo kayıtlarıyla başladık işe. Stüdyoya geçince gerçek bir müzik grubu gibi hissetmeye başladık. O noktadan sınrada aile gibi olduk. Sürekli didişen, birbirine sataşan ve birlikte harika zaman geçiren bir aile. 

 

 

yazıyı oku

SUH.EYL İLE DEPREM, YAS, MÜZİK VE MACERA ÜZERİNE BİR DERTLEŞME

Röportaj: Eren Eryol

Fotoğraf: Erdem Varol

 

Suh.eyl, ‘Macera’ isimli yeni teklisini paylaşınca biz de bu fırsatı değerlendirip onunla bir sohbet gerçekleştirdik. Fakat sohbetin kapsamı müzikle sınırlı kalmadı. Biraz daha uzağa, içli coğrafyalara doğru genişlettik. Depremde ailesini kaybetmiş bir sanatçı olmasına ve bölgedeki atmosferin içinden üretimini sürdürüyor olmasına rağmen Suh.eyl’in sergilediği varoluş kudretine tanıklık aslında bu sohbet. Görüntülü arama ile yaptığımız ve zorlu anlar barındıran, hassas ve zorlu mevzularla örülü bu sohbeti mümkün kıldığı için tekrar teşekkürler.

 

 

Merhaba Suh.eyl! Asabını bozan bir soru var mı?

“Oralar nasıl Suh.eyl?”

 

Coğrafya yasını yaşabiliyor mu?

Hayır. Toplumun yas yaşamasıyla ilgili belli alışkanlıklarımız yerleşmiş. Bu yerleşen alışkanlıkları yas döneminde ele alış biçimimiz de toplumda, politikada, sanatta yine bir kinetizmle gerçekleşiyor gibi geliyor bana. Tabii her bünyede farklı etkisi mutlaka vardır bunun, herkes bunu kinetik yaşayacak diye bir şey yok, potansiyel enerjisinde de bu yoğunluğu bulabilen arayabilen, bazen kendini soyutlamayı başarabilmiş ya da onu arayan insanlar olabilir. Herkesin yas dönemi farklı ama toplumsal bir yerden baktığımızda toplumsal yolculuğa yön veren politik kaosun bizlere yas yaşatmadığını düşünüyorum. Biz toplumsal olarak çok üzüldük ama yön vericilerin emellerine çözüldük. Ama toplumsal olarak yazın gelmesini çok da istedik bence bir yandan da…

 

Biz toplumsal olarak çok üzüldük ama yön vericilerin emellerine çözüldük

 

 

Toplum, yasını tutmuyor değil tutamıyor. Bu zamana kadar yardım etmek isteyen, yardımlaşmak isteyen Türkiye’nin her yerinden insanların hakkını ödeyemeyiz. Ama maalesef yasını yaşayamayan bir toplumun aynı zamanda kolektif bilinci de oluşmuyor, kolektif bilinçle beraber yas yoğrulmuyor ve dönüşmüyor, toplumun kodlarında çöküş yaşanıyor gibime geliyor. Böyle okudum, böyle hissettim. Özellikle yaz aylarında, evet insanlar çok yardım ettiler, buraya yazın gelmesini istediler ama bir an olsun deprem konuşmama ihtiyacı da hissettik. Dayanışmaktan mı bıktık acaba? Bizim sürekli kendimizi dayanışır pozisyonda bulmamızdan dolayı bir sıkıldık mı? Küçük bir kitleden bahsediyorum. Aynı cemiyet, yakın cemiyetlerde yaşadığımız insanları da kastediyorum ki asıl momentumu yaratan da bu kitle bence. Bu konuda biraz karışığım çünkü aklıma Hatay’daki, İskenderun’daki gençler geldi, onlar nasıl yaşıyorlar yaslarını? Ya da depremin içinde olmayan insanlar nasıl yaşıyor diye düşündüm. Kafam karıştı biraz…

 

Yasın olduğu yerde müzik olur mu?

Bireysel bir yerden baktığımda, yaşadığım kültürde müziğin kederi ifade etmek için açtığı bir alan olduğunu görüyorum. Bu alan, babamın en sevdiği şarkıyı, rakı içerken söylediği şarkıyı söylemek gibi bir açıklıksa, ben bu açıklığı kendi hayatımda ailemle ağlaya ağlaya yaşadım… Kişisel olarak ailemle bunu yaşayabileceğim ortamım vardı. İskenderun’daki bazı kültürlerde rakı içmek keder ifadesidir. Kederle beraber insanların çok stresli olduğu zaman rakı içmek normal sayılır. Ama ben annemle babamın evinde, cenaze sonrası içki içirmedim. İçiremezdim. İnsanların kuruyemiş yediği, viski içtiği bir muhabbet haline dönüştüğünü fark ettiğim anda kaldırttım her şeyi evden. Ama yan evlerde bunu yaşayan, bu kederi benimle yaşadığını bildiğim insanlarla rakı içip babamın şarkılarını söyledim ağlayarak. Annemin şarkılarını söyledim ağlayarak. Burada benim yaşadığım yasın müzikle harmanlandığını görmeye başladım. Daha yeni başladım bunu yaşamaya. Hem onların bana aynaladıkları şarkılarla hem de ardından benim yazdığım dört tane şarkıyla başladım o sürece. Bu alana sadece prodüktörleri davet ediyorum ve bu alandan müzik fışkırıyorum şu anda. Eve misafir dahi kabul etmiyorum annemle babamın kokusu gitmesin diye… Yası müzikle yaşamak adına bunu tercih ediyorum şu an…

 

Eve misafir dahi kabul etmiyorum annemle babamın kokusu gitmesin diye… Yası müzikle yaşamak adına bunu tercih ediyorum şu an…

 

 

 

Toplumsal düzlemde değerlendirdiğinde peki?

Türkiyenin ilk deprem dönemine baktığımız zaman buraya ne yapacağını bilemeden gelen müzisyenler oldu yemek yapmaya, buraya ne yapacağını bilemediğinden gelmeyenler oldu, buraya “şu an zamanı değil, altı ay sonra gideriz, üç ay sonra gideriz” şekliyle yaklaşan müzisyenler oldu ama yası yaşadığımız dönemle normal hayatı yaşadığımız dönem politik çizgilerle o kadar sayfa çevirir gibi ilerledi ki yasın sanatla beraber iyileştirici bir etkisini yaşamasına toplumun vakit bulduğunu düşünmüyorum. Burada saksafonu alıp depremzedelerin ortasına geçip müzik yapan insana kim ne diyebilir? Bir buçuk ay sonra bir hafta sonu atlayıp buraya gelip depremzede kuyruğunda saksafon çalıp geri dönse ne olur? Çok fazla insan gelmek istedi, çok fazla insan bir şeyler yapmak istedi ama hayat öyle hızlı değişiyor ki; bir anda gelen bir seçimle beraber, ardından para kazanma kaygısıyla beraber, insanların bir yerden ayrılamama ve çalışma içgüdüsüyle beraber bir tık da yazın gelmesiyle harmanlanınca ben yasın müzikle beraber giderildiğine inanmıyorum. Çünkü, bizim İstanbul’da yaptığımız etkinlikler, yardım etkinliklerinin yeterli olması nasıl mümkün ki?

 

Yası yaşadığımız dönemle normal hayatı yaşadığımız dönem politik çizgilerle o kadar sayfa çevirir gibi ilerledi ki yasın sanatla beraber iyileştirici bir etkisini yaşamasına toplumun vakit bulduğunu düşünmüyorum

 

 

Hüznü dışlamayan dans mümkün mü?

Elbette. Zaten hareket etmemizin sebebi bir duyguyu yaşamak/yansıtmak olduğu için hiçbir duyguya “hayır” demiyoruz. Özelikle dansın koreografi kısmından sonra… Yani dans ettiğin zaman bir şarkıda, şarkı bittikten sonra durmazsın. Ya da şarkının koreografi kısmı bittikten sonra durmak istemeyebilirsin. Amacımız da hareket ederek, hissettiğimiz duyguyu ifade ederek büyütmek. Çünkü bir yerden sonra bu seni kendi duygunla baş başa bırakan bir yere geliyor. En azından bende öyle. Yedi sekiz yıldır şarkının başlangıcından sonuna kadar bir hareket çizgisi kurmaya çalışan, sadece şarkıyı dinleyip ona göre, o stilde dans eden, buna göre eğitimler alan, temelleri oluşturan, temellerle iletişim oluşturup Kadıköy Moda sahilde herhangi bir müzikle bunu dansa yoğunlaştırıp, mükemmelize edip şarkılarda da bunu devam ettiren bir vücut dilini uygulamaya çalıştım ben. Bu kendi yolum, herkeste farklı çalışıyor tabi… Türkiye’nin en iyi koreografları da kim bilir nasıl çalışıyordur ama kimsenin umurunda değil. Çünkü, bu ülkede dans dediğimiz şey sadece bir sos…

 

Travmalarla yüklü bir coğrafyada neşeyi dışlamamak mümkün mü?

Bende bir şeyleri mümkün kılma içgüdüsü var. Mümkün kıldırıyorum. Ama bir şeyleri mümkün kıldırdığımızda kendimizden yediği şeyleri de düşünmek gerek. Mümkün kıldığımız şeyleri kendimize zarar vermeyeceği bir eksende tutarak mümkün… Başka çaresi de olmayan bir ülkede yaşıyoruz. Çünkü hepimiz o kadar çok yok oluyoruz ki herkes her şeyini versin istiyoruz. Ama depremden bir gün sonra çimento hisseleri ülke tarihinin en yüksek seviyesine çıkıyor. Dolayısıyla, evet mümkün ama kendimizi koruyarak mümkün. Ve kendimizi koruyarak mümkün dediğim alan da maalesef hayatta kalmayla da ilgili bir mümkünatı temsil ediyor, çünkü bu ülkede müzisyenlerin intihar ettiğini biliyoruz pandemide… Yani mümkün olmak zorunda, hayatta mı kalmayacağız! Böyle bir psikoza girmek fuzuli bir lüksü temsil ediyor…

 

“Coğrafya kaderdir” sözüyle karşılaştığım zamanlar (‘Macera’ şarkısında da geçiyor) sadece olumsuz bir zorunluluk anlamı belirmiyor bende. Diğer bir yönünü, coğrafyanın dayattığı koşullardan yaratıcı kaçış yolları inşa etmenin de yine bu kadere dahil olduğunu düşündürtüyor. Sence müzik yaratıcı yollarla örülü bir kaderi çizmek için yeterli bir alan mı?

Bilmiyorum… Ben, beni kendi iç dünyama götürdüm ve seçtiğim mesleğin bu ülkedeki yerine gittim. Gitmemem gereken bir yerine gittim. O yüzden “bilmiyorum” cevabını çok kişisel bir yerden verdim. Genel olarak verilen cevapların hepsinin “evet” olduğunu biliyoruz zaten, ikimiz de biliyoruz. Coğrafyadaki politikanın, bir günde değişen politikanın bu ülkenin her şeyine yön verdiğini, müziğinde herkesin kendi usturuplu seviyesine gelmesi zorunluluğunun, bazı şeyleri bazı kapılar ardında yapma zorunluluğunun hepimiz farkındayız zaten. Alıştığım, gördüğüm hadiseleri anlatan Twitter cevaplarından ziyade başka bir sessizliğe gidiyorum kendi içimde. Ve oradan konuşmaya çalışıyorum. Şey gibi bir yerde, bu ülkede doğduk ve burada bir şekilde basitin, huzurun ya da huzursuzluğun sahibi olanlar var, sahibi olamayanlar var. Bu insanın kendi içinde olan bir şey ve “o halde erişilmez gibi görünen bir bilginin parçasını taşıyayım” diyenler var. O yüzden müzik yapıyorum. Yani “ben ülkedeki basitin, huzurun sahibi olamadım, o halde erişilmez gibi görünen bir bilginin bir parçasını taşıyayım” diyen arkadaşım Vardal Caniş’in sözünden alıntı yaparak bir cevap vermek istiyorum. Ve bunun için de müzik aracı oluyor. Dile o dökülüyor. O yüzden bazen müzik kariyerimin kurgusunun hataya çok müsait bir alan olduğunu anlıyorum. O sınırda da eğleniyorum!

Şarkılarımda da Alevi deyişleri, eskiden gelen, sanki kırk bin yıl önce söylenmiş bir sözü tekrar söylemek benim için bir gayret meselesi haline geliyor. ‘Macera’ şarkısının bridge kısmı bir alevi deyişidir mesela, benim değildir. “Erlik midir eri yormak/Haber getir, cennetten on sekiz ırmak/Coşkun akan sel bizdedir/Hakk’a duacı cümlemiz”, bu benim cümlem değil. Ama insanların erişilmez gibi görünen bir bilginin parçası olmasıyla ilgileniyorum. Bunu aktarmayla ilgili bir yerdeyim.

 

 

Alıştığım, gördüğüm hadiseleri anlatan Twitter cevaplarından ziyade başka bir sessizliğe gidiyorum kendi içimde.

 

Ana-akımı oluşturan janrlar ve tutumlarla dirsek temasında bulunduğun ve tersine ayrıştığın noktaları nasıl açıklarız? Bu bağlamda müziğini nasıl tanımlarsın? Yine buradan hareketle popüler olana, gündemde olana ne enjekte etmek isterdin?

Her şeyi özene bezene yarattığınız alışılageldiğimiz pop dünyasının derdo bebe’si; çok eziyet çektiğimiz, çok eziyet gördüğümüz sokaklarda kendi özel hayatımızdaki dramamızı da yaşayan; sokak kültürünü de melodikleştiren biri olmak istiyorum. Herhangi bir janra girmemeye çalışıyorum. Bununla da ilgili kendime çok eziyet ettim biliyor musun, “ben Hip-Hopçı mıyım popçu muyum” diye… “Ben bedroom popçu muyum, rnb’ci miyim, ben neyim?”

 

Dansta yoğunlaştığın stiller belirgin mi peki?

İki tane aşkım var dansla ilgili, birisi New School Hip-Hop bir de Popping. Oldukça da mesai harcadım. Ben daha çok birinin sahne şovuna değil de sahne şovunun backgroundunda o dersi kimden aldığını öğrenmeye çalışıyorum. Michael Jackson’u değil de Pop N Taco’yu öğrenmek istedim; Beyonce’u değil Los Angeles bazlı kuir bir siyahi sanatçı onun koreografı, onun peşine düştüm; New School Hip-Hop’ta Justin Timberlake’in ders aldığı Popin’ Pete’in peşine düştüm, Street Jazz’da Justin Timberlake’in ders aldığı Tony Bellissimo’yu hedefime aldım. Sürekli takip ettim ki bu insanlar çok güncel. Her gün bir video yayınlıyorlar ve Justin Timberlake de bunun farkında gidip ders alıyor. Ben de yedi sekiz yıldır “Türkiye’de ben ne yapmak istiyorum ve buna uygun dansçılar kim” diye düşünerek peşlerine düştüm. Hiçbir derslerini kaçırmadım. Ki Coğrafya Manifestosu klibini biz öyle çekebildik.

 

Farklı performans disiplinlerinden gelmiş olmanın ürettiğin işlere bir katkısı olduğunu düşünüyor musun?

Coğrafya Manifestosu’nun kredilerini ödemeye yeni başladım. Coğrafya Manifestosu’nun kredilerini ödüyorum şu anda. Yani işime şöyle bir katkısı oldu: kredi nasıl ödenir onu öğrendim.

 

Sınırı aşmak mı, geri durmak mı? Henüz yayınlanmamış bir şarkını dinleme şansı bulmuş biri olarak da soruyorum. Şarkılarında dinamik bir müzik evreni içinde olduğumuzu hissederken aniden bir söz öbeğinin sersemletici etkisiyle karşılaşabiliyoruz. Ani bir afallama… Şarkı sözü yazarken kendini sınırda hissettiğin durumlar oluyor mu? Oluyorsa sınırın ne tarafına eğilimli oluyorsun? Aşmak ya da geri durmak (ya da tam da sınırda olmak)?

Bence ben sınırı geçen biriyim. Ben insanların sınırında dans pisti kuruyorum. Daha doğrusu insanlar kendi sınırlarına dans pisti kursun diye çabalıyorum. Yani “insanların sınırına dans pisti kuruyorum” derken biraz punch bir yere gittim depremden sonra. Anlatmak istediğim şeyleri daha edebi bir yerden değil de daha direk anlatmanın, “bu oldu abisi”, “böyle bir şeyler yaşadık” gibi yerden anlatmak… Ve kendi psikozumu anlatmak yerine kendi özgüvenimi anlatma ihtiyacı hissettim. Bu benim için önemli bir şey. Galiba ben kendi psikozumu, Coğrafya Manifestosu’nda da biraz kendi psikozumu anlatıyorum. Psikozla karışık bir şeyler yapma isteğini, bir gencin buradaki varoluş türbülansını anlatıyorum. Ama daha çok şu anda özgüvenimden yola çıkan bir deneyimi dürüst, beyefendi bir şekilde ya da gerektiği zaman da çarpıcı bir şekilde anlatma ihtiyacı hisseden bir yerdeyim. Kişi nezdinde insanların sınırlarında dans pisti kurmak değil insanların kendi sınırlarında eğlence yaratmasını ve buradaki üst tempoda bir tık high frekanstaki gerilimde kendileriyle bütün olma formülünü arıyorum.

 

Son şarkın MACERA…

Depremden sonra, bu babamın en sevdiği şarkı diye nakaratını ona uygun bir şekilde yazdım. Yani bitirdim şarkıyı ama nakaratını ona atfettim. Çünkü, ‘Sanırım yanıyorum/Bu yas bi’ başka’ şekliyle ben popüler kültürün derdo bebe’si olmak istedim. Şöyle de kötü çocuk: “eğleniyorsunuz ama size bir şeyleri de göstermekten de geri kalmıyorum açık açık” yaklaşımının pazarlığına girmedim yani. Ne yaşıyorsam onu anlattım, o yüzden ben kendi popüler kültürümün temellerini oluşturuyorum.

 

Şarkının macerası nasıldı?

Şarkıyı bir prodüktör arkadaşıma üç aydır dinletiyordum. Deprem öncesinde temellerini başka bir altyapıyla atmıştık. Ve rahmetli babam dinlemişti nakaratsız ve yaklaşık kırk beş saniyelik bir bölümü, “Oğlum bunun üzerine git, benim en sevdiğim iş bu” demişti. Sonra o altyapıyı yapan arkadaşım “Suh.eyl düşünemiyorum, yükselemiyorum bu şarkıya, ilerletemeyeceğim ben bunu” demişti (depremden sonrasına denk geliyor bu). Sonra beni Zeki Arkun’la tanıştırdılar. Zeki’ye yazdım, Zeki “tanışalım” dedi. Zeki’nin yanına gittim tanıştık, şarkıyı dinlettim, iki saatte bitirdi bu şarkıyı! Bambaşka bir prodüksiyonla bu hale geldi bu şarkı. Sonra vokal kaydına girdik.

 

Yeni maceralar olanaklı mı?

Depremden sonra değiştim. Ve benim şarkılarım artık böyle olacak. Artık hep “uptempo” bir yerde, doğru tınılarda, doğru bir algılama seviyesinde ama bir yerden de seni kurcalayacak. Dinlemek zor gelebilecek belki, bilmiyorum…

Bundan sonrası da yine yeni nesil, farklı soundları, popüler kültürleşen rap, trap, elektronik ögelerle kendi popunu yaratan ama daha uptempo, avangart ve arthouse olmayan, kendi ritmi olan, sürekliliği olan bir süreç olacak. Macera’ya ve Derdo Bebe’ye yakın bir yerde olacağım. Benim anlatacağım edebiyat daha sert, daha punch, daha direk, daha fazla söze sahip daha fazla vokal akışı olan, daha fazla hip-hopa yakın; gerektiği zaman sokakta melodik, gerektiği zaman evde hırçın bir yerde olacak. Ama yine popüler kültürün bir aynalaması olacak ve amacım zamansızlık…

 

Asabını bozan bir soru var mı?

Bu son soruda Suh.eyl’in bulunduğu yerde elektrik kesilince göz temasımız kesildi ve manidar gülüşmelerle görüşmeyi sonlandırdık. Ertesi gün Suh.eyl aradı ve “Son soruya bir cevap geldi aklıma” dedi ve cevabı şu oldu:

“Özür dilerim”. “Özür dilerim” bence bir sorudur. 

Suh.eyl’in yeni teklisi Macera dijital platformlarda.

yazıyı oku

“ARTIK İLHAMI KOVALAMIYORUM, O BANA GELİYOR”

Röportaj: Heja Bozyel

 

Bu iddialı cümle, müzik dünyasının son “centilmenlerinden” Warhaus’a ait. Gerçek adı ile Maarten Devoldere. Aynı zamanda Balthazar grubunun vokali olan Maarten, Bob Dylan, Tom Waits, Elvis Costello, Serge Gainsbourg gibi tescilli romantiklerin yolundan gidiyor ama tıpkı onlar gibi, romantizmi ucuzlaştırmadan, eğlenceli bir şey anlattığı duygusunu vererek yapıyor bunu. Tabii bir yandan da içtenlikle, kanayan yerlerini göstermekten kaçınmıyor. Belçikalı müzisyenin Balthazar’la her şey iyi giderken kişisel bir şeyler yapma arzusu ile başladığı Warhaus macerası beklediğinden daha fazla ilgi gördü. Bunda eski kız arkadaşı yani Warhause albümünde ona sesiyle eşlik eden Sylvie Krausch’un etkisi var elbette. 2022 yılında yayınladığı Ha Ha Heartbreak albümü de bu aşkın (bir aşkın) bitişinin ardından yaşanan duyguları anlatıyor gerek sözlerle gerek müzikle. Şarkılarda sözünü asla esirgemeyen bir imaj çizen Maarten, kendini anlatırken o kadar da konuşkan değil. Belki de zaten her şeyi şarkılarında anlattığı için… Yine de şarkıları insanı iyileştiren, çağın son Gainsbourg ruhlu müzisyeni ile konuşmak güzeldi.

Warhaus, +1 Sunar Gezgin Salon Festivali kapsamında 30 Temmuz Pazar gecesi yani festivalin ikinci gününde Parkorman’da olacak. Festivalin ilk gününün line up’ında müzisyenin eski sevgilisi, müzik partneri ve ilhamı Sylvie Krausch da var! Bu magazin haberinin ardından festivale dönüyorum ve geçen sene son anda iptal olan L’impératice konserinin 29 Temmuz’da gerçekleşeceğini hatırlatıyorum. Aynı gün Satori, Emir Taha ve Kardelen de var programda. Pazar günü ise Warhaus’un yanı sıra Jon Hopkins, Still Corners, Tsar B, The Flabbies ve Büyük Ev Ablukada sahne alacak. İki günde de festivalde bağırarak şarkılara eşlik edeceğimiz kesin.

 

 

Selam Maarten, nasılsın, yaz nasıl geçiyor?

Warhaus: Hiç fena değil. Biraz fazla yoğun geçiyor, çok fazla konserimiz var. Hem Balthazar hem de Warhaus ile konserler. Özellikle son 2 hafta çok yorucuydu. Ben hep iş-özel hayat dengesi kurmaya çalışıyorum yoksa bedenim protestoya geçiyor. O yüzden son 2 haftadır sürekli yollarda olmak dengemi biraz bozdu ve zorladı. Şimdilik tamamen konserlere odaklanmış durumdayım. Çok eğleniyoruz, çok mutluyum, harika yerler görüyoruz ama artık ourup şarkı yazmak istiyorum, ellerim kaşınıyor bunun için. 

Son konser neredeydi?

Warhaus: Belçika’da bir depodaydı, Balthazar konseriydi. Ondan önce de Fransa’da oldukça kalabalık bir konserimiz oldu. 

Aynı anda hem Balthazar hem Warhaus ile konserler vermek işi iki kat zorlaştırmıyor mu? Kişilik bölünmesi gibi…

Warhaus: Evet ilk kez böyle bir şey yapıyorum. Normalde sadece bir grubu öne çıkartıp programlarsın, onunla konserlerin olur. Yani o şekilde daha dayanılabilir oluyor. Ama şimdilik o kadar da şizofrenik bir çizgide değilimr. Balthazar ile yeni şeyler çalmıyoruz neyse ki. Bu da fazla prova gerekmiyor demek. Aksi olsa zaten kafam kaldırmazdı!

İstanbul için hazır mısın?

Warhaus: Evet, heyecanla bekliyorum İstanbul’u. Şehri çok seviyorum, her zaman için oraya gelmek büyük keyif oluyor. Daha fazla zaman geçirmek istiyorum aslında İstanbul’da ve Türkiye’de. 

İstanbul da sizi çok seviyor!

Warhaus: Evet, bunu Spotify’da görebiliyoruz!

Nasıl yani?

Warhaus: Datalara bakıyoruz. En çok dinleyici Belçika’da ikinci sıradaki dinleyiciler ise İstanbul’da.

Sevildiğinizi biliyordum ama bu kadarından habersizdim! Warhaus senin için hâlâ ikinci iş gibi mi? Nasıl hissediyorsun bu konuda?

Warhaus: Solo olduğu için yan proje gibi hep. Warhaus daha çok ben ve o dönem hayatın neresinde olduğumu anlatan bir iş. Beni neler etkiliyor, neler hakkında yazmak istiyorum? Bunları cevaplamamı sağlıyor. Balthazar için de yaptığım bazı kişisel şarkılar var ama o bir grup olduğu için farklı. Birden fazla şarkıcı, şarkı yazarı ve haliyle apayrı bir dinamik var. Oysa Warhaus ile tek başıma en derine inebiliyorum. 

Eskiden hep ilhamın bir kadınla, aşkla geleceğini sanıyordum, peşinden koşuyordum. Bu da başımı belaya sokmama sebep oluyordu ve bu sayede oturup şarkı yazabiliyordum. Sonra  tüm dünyadaki insanların başına gelen şey, benim de başıma geldi, üniversal bir şey, bir kalp kırıklığı. Bu sayede de şarkılar bana gelmeye başladı ben onları aramadan. 

Dediğin gibi Warhaus hayatının en derinini anlatıyor, özel hayatını tamamen şarkılara döküyor. Bu yeni bir ilişkiye başlarken seni daha savunmasız mı yapıyor yoksa daha güçlü hissetmeni mi sağlıyor?

Warhaus: Sanırım daha savunmasız hale getiriyordu son albüme kadar. Çünkü daha öncesinde daha da savunmasızdım. O zamanlar hep bir ilhamın peşindeydim. Eskiden hep ilhamın bir kadınla, aşkla geleceğini sanıyordum, peşinden koşuyordum. Bu da başımı belaya sokmama sebep oluyordu ve bu sayede oturup şarkı yazabiliyordum. Sonra  tüm dünyadaki insanların başına gelen şey, benim de başıma geldi, üniversal bir şey, bir kalp kırıklığı. Bu sayede de şarkılar bana gelmeye başladı ben onları aramadan. 

Şahane!

Warhaus: Bu şekilde daha saf ve daha dürüst bir hale geldiğini düşünüyorum müziğimin. Belki ilk iki albüm daha mistik, daha gizemliydi. Dürüst şarkıların da her zaman daha iyi olduğunu iddia etmiyorum. Benim için daha iyi oldu bu çünkü altında ezildiğim duyguları içimden çıkartmamı sağladı. Başka bir şey düşünemiyordum, başka bir şey yazamıyordum. Sadece bunları yazıyordum ve çalışıyordum o dönem. Bu bilinç akışı değil, günlük değil, başka bir şey…

Hepsi aslında. 

Warhaus: Evet ama öte yandan yine metaforlar ve şiir var içinde. Bazı şarkılar hayal gücünüze bırakıyor kendilerini. İnsanlar duydukları şarkıları birbirlerinden farklı şekilde anlıyorlar çünkü aynı şarkıya herkes farklı duyguları, farklı gerçeklikleri projekte ediyor. Bu yüzden dürüst olmak ile savunmasız kalmak arasında bir karışım yapmaya çalışıyorum sözlerle ve farklı anlamlara gelecek sözlerle.

Şarkılarındaki kadar romantik biri misin diye soracaktım ama sanırım cevabımı almış oldum…

Warhaus: Bu çok karışık… Romantiği nasıl tanımladığına bağlı. Genelde kendi düşüncelerine gömülmüş biriyim. Sürekli yaratıcı süreçleri düşünüyorum bu da beni sessiz biri yapıyor. Bunu romantik bulabilirsiniz ama kız arkadaşlarım bazen bunu sinir bozucu bulabiliyor. Bir de dediğim gibi, eskiden kız arkadaşlarımda aradığım ilhamın kendi içimde olduğunu gördüm. Bir kadınla yaşadığım bir anı çok ilham verici bulabiliyordum ama öğrendim ki bu benim fantezilerimin yansımasıymış. Demek ki bu şarkılar da öyle. Hatta bunlar aşk şarkıları mı onu da bilmiyorum artık. Son albüm ise bambaşka. İlk kez yalnızdım, tek başımaydım o albümde. Müziğin içimde olduğunu öğretti bu bana. Tıpkı Jung’un dediği gibi feminin anima gibi. Bir kadının ruhu gibi. 

Bir kadınla yaşadığım bir anı çok ilham verici bulabiliyordum ama öğrendim ki bu benim fantezilerimin yansımasıymış.

Biraz önce “Her dinleyici kendi duygusunu projekte ediyor şarkılara” dedin. Öyle olsa bile çok farklı yerlerden çok farklı insan aynı duyguyla söylüyor şarkılarını sen sahnedeyken. Müziğin sayesinde. Onca insanın aynı acıyı yaşadığını ve belki de aynı şarkılar aracılığı ile iyileştiğini görmek nasıl bir duygu?

Warhaus: Çok mistik, tarif edemem, en güzel duygu. Bir o duygu bir de bir şarkıyı tek başıma yazıp bitirdiğim an. Çünkü yazmak berbat bir iş. Çok çalışma gerektiriyor ve hiçbir zaman yeterince iyi olmuyor. Ama bir duygu buluyorsun ve o duygu seni götürüyor. O anda İlahi olana ulamışsın gibi hissediyorsun ve havalı bir kelime yazıyorsun. O yüzden sahnedeyken de herkesin aynı modda, ayn duygu işe senin şarkını söylediklerini izlemek sana dünyada daha büyük ve mistik şeyler olduğunu söylüyor. 

Warhaus’un da olduğu +1 Sunar: Gezgin Salon Festivali biletleri passo.com.tr ve İKSV gişelerinde.

yazıyı oku

THE CREATIVE DRIVE: STORIES OF RS - RENGARENK BİR EVRENDEN GELEN YETENEK: EDA BIRTHING

Fotoğraf: Can Görkem

Yaratıcılık tutkusu ile ayakta kalanların, hayat bulanların hikayesini ve varoluşunu kutladığımız “The Creative Drive: Stories of RS people by calling” serisinde ikinci konuğumuz, herkesin kendini istediği gibi ifade edebildiği bir dünya hayal eden calling komünitesinden Eda Birthing ve yaratıkları. Her şeyin rengarenk ve sevgi dolu olduğu bir evrenden merhaba. Bu evren Eda Birthing (Eda Yorulmazoğlu) tarafından yaratıldı ve burada yargılara yer yok, bolca dans, özgürlük, renk ve neşe var! İçindeki tüm renkleri yansıttığı tasarımlarına bayıldığımız Eda Birthing ile stüdyosunda ve hızımızı alamayıp İstanbul sokaklarda eğlenceli bir çekim yaptık, biraz da sohbet ettik.

 

“The Creative Drive: Stories of RS people by calling”
Prodüksiyon: calling
Kreatif Direktör: Gümrah Şengün
Fotoğraf: Can Görkem
Styling: Yaşar Eyyubi
Röportaj: Heja Bozyel
Art direktör: Derya Kın
Makyaj: Deniz Dilara Sarılar
Prodüksiyon Asistanı: Cem Onan

 

 

 

Yaratım sürecinden bahsedebilir misin biraz? Tüm bu muhteşem yaratıklar nasıl doğuyor?  

Tasarım sürecim ne yaptığım, kim için yaptığıma bağlı olarak farklılıklar gösteriyor genelde. Bir kişi için tasarım yapıyorsam; kim olduğuna, o kişide hangi renkleri gördüğüme yani ruhuna odaklanırım. Karşımdaki kişiler bazen istediklerini çok net şekilde söyler, ama çoğu zaman yapmamı istedikleri bir renk veya hikaye belirtir veya sadece “Eda, istediğini yapabilirsin” derler.

 

Hangisi daha kolay senin için?

Eğer tanıdığım biriyse istediğim gibi yapmak benim için çok kolay çünkü kim olduklarını, vücutlarını nasıl kullandıklarını, hareketlerini bilirim. Ama tanımıyorsam ve daha önce hiç görmediysem, bana bir şeyler anlatmaları işimi kolaylaştırır. Yoksa Instagram’a bakmam ve kim olduklarını anlamaya çalışmam gerekiyor. Bir gösteri için ve bir konseptle yaratıyorsam, genellikle ilgimi çeken bir şey veya rüyamda gördüğüm veya hayatımda yaşadığım ve yeniden yaratmak istediğim bir an ilham oluyor. Veya bazen, hayatımda kötü, travmatik olay olduysa, o karanlığı ışığa dönüştürmeyi severim. Yani, süreç için birçok farklı yol var.

 

Tasarımlarını ilk gördüğüm andan itibaren rüyalarını merak ediyorum! Yaratımların gibi rengarenk, canlı, bilim-kurgu filmi tarzı rüyalar mı görüyorsun yoksa hiç rüya görmeyenlerden misin?

Her sabah yorgun bir şekilde uyanıyorum.

 

Hiç şaşırmadım!

Rüyalarım filmler gibi, adım adım ilerliyor ve bir şekilde hepsi birbirine bağlanıyor. Bazen kafam karışıyor. Bazen bir şeyi rüyamda gördüğümde, anlayamıyorum, gerçekten mi yaşadım? Hala gerçek mi bazen? Kendimi sorgulamam gerekiyor, gerçek miydi rüya mı? Ya da bazen gerçekten stresli olduğumda ve dikiş dikme ya da model oluşturmayla ilgili bir şey kafama takılırsa, rüyamda bunu nasıl çözeceğimi buluyorum. Rüyamda model yapıyorum ve sonra uyanıyorum. “İşte şunu yapmalıyım, tabii ki böyle yapmalıyım” diyorum.

 

O zaman bir şey için bir çözüm bulamadığında uykun gelir mi? Cevap bulmak için uyur musun?

Genellikle cevabı bulamadığımda, kendimi zorlamaya eğilimliyim. “Bitirmem gerekiyor, bitirmem gerekiyor, çözmeliyim” diye zorlarım. Ama sonra evet, hiçbir şey yapamazsam uyumam gerekiyor. O zaman her şeyi çözüyorum. Yani cevap aslında her zaman orada. Ama stresli olduğumda zaten uyuyamıyorum. Ve sonunda uyusam bile, cevabı bulunca uyanıyorum, kısır döngü!

 

 

Çocukken en sevdiğin çizgi film neydi?

Cartoon Network’ü çok izlerdim, aslında biraz ürkütücü çizgi filmleri var. Mesela CatDog gibi. CatDog favorimdi. Dexter’ın Laboratuvarı veya The Powerpuff Girls gibi çizgi filmleri de severdim. Beetlejuice beni korkuturdu, ama yine de izlerdim. Courage the Cowardly Dog vardı, çok seviyordum. Korkutucuydu, ama seviyordum. Sadece böyle çizgi filmler. Aslında çocuklar için mi yapılmışlardı, bilmiyorum, çünkü o kadar korkutucular ki! Ama yine de izlerdim.

 

Çalışmalarında bu çizgi filmlerin yansımalarını görüyor musun hiç? 

Evet, eminim yansımaları vardır. Yani bilinçli olarak değil, ama çocukken onları çok izlediğim için eminim yansımaları vardır. Bazı çalışmalarım belki bu yüzden ürkütücü olabilir.

 

Ürkütücü ama hiçbiri kötü yaratıklar değiller, değil mi?

Hayır, asla! Onlar canlarım, melek gibiler.

 

 

Peki senin dünyanda ne var olamaz, yaşayamaz? 

Yargı. Yargı olamaz. Aslında benim yapmak istediğim şey, bu yaratıkların yargısız bir dünyada yaşamasını sağlamak. Nasıl yaşamak istiyorlarsa öyle yaşayabilmeliler. Hatta, mesela moda gösterilerinde, tasarımları genellikle yaratıklar üzerinde gösteriyorum, çünkü daha çok bir performans ve gösteri gibi oluyor ve insanlar yargıyı bir kenara bırakıp yaratıkları, yaratıkların giydiklerini görüyorlar.

 

Çok mantıklıymış. İnsana karşı yargılı olmak, eleştirmek ne kadar kolaysa, ne olduğunu bilmediğimiz ve sempati ile yaklaştığımız hayali bir yaratığa karşı bir o kadar yargısız olabiliriz. Peki, çalışırken en verimli olduğun yer neresi? 

Genellikle odam, çünkü benim güvenli bölgem. Orası benim. Etrafımda eşyalarım var, kendimi en güvende hissettiğim yer ve çoğu fikrim orada oluştu. Uyuduğum oda. Ama aynı zamanda doğanın olduğu herhangi bir yer de diyebilirim. Yaratımlarım organik olduğu için doğa bana her haliyle ilham veriyor. Bir bitkinin büyümesi, renkleri hatta çürümesi bile.

 

Sanırım dans etmeyi seviyorsun. Dans ederken Eda nasıl biri oluyor, neler doğuruyor?

Özgürlük. Dansın bana getirdiği şey özgürlük ve tekrar çocuk gibi hissetmek. Çünkü dans ederken, umursamamayı seviyorum. İnsanların nasıl dans ettiğim hakkında ne düşündüğünü ne olursa olsun umursamıyorum. Hatta yerlerde sürünebilirim, eğer istiyorsam. Çünkü o şekilde özgür hissediyorum. Beni tekrar bir çocuk gibi hissettiriyor. Bu aynı zamanda tasarımlarımın da konsepti: Çocukluğu bulmak, neyin özgür hissettirdiğini, neyin rahatlık verdiğini ve aynı zamanda mutlu olduğum vücut hareketlerini bulmak. Dans ettiğimde gerçekten mutlu oluyorum. Bu yüzden bunu yaratıklarıma da uygulamaya çalışıyorum, onları düşündüğümde, sanki sallanıyorlar, hareket ediyorlar gibi hissediyorum.

 

Dans ederkenki mutluluğun hissediliyor. O yüzden bu soruyu sormuştum, doğruymuş. Peki, çocukken en sevdiğin oyuncak neydi? 

Oyuncak… Emin değilim… Bebeklerim vardı, ama erkek kardeşim hepsinin başlarını koparırdı. Yani hatırlaması biraz üzücü. Şeyi çok severdim, hani gözlerine yaklaştırıp küçük filmleri izlediğin bir alet vardı. Kamera gibi. (ViewMaster’dan bahsediyor)  Çok severdim!

 

Ah, evet! Çok güzeldi onlar! Yalnız Türkiye’de genelde onlar bize Hac’ce giden büyükler tarafından getirilirdi ve filmlerde Mekke, dua eden insanlar gibi görüntüler olurdu. Bir bit pazarında dünyadan farklı yerleri gösteren filmler ve çizgi film gösterenleri bulunca delirmiştim!

Benimkilerde çizgi film vardı. Bir de slinky oyuncakları çok severdim, hareketlerine bayılıyordum.

 

Slinky oyuncakların yansıması tasarımlarında rahatlıkla görülüyor. Yaratıcılar için dünya genelinde bir kural koyabilseydin, ne olurdu? 

Herkesin kendi mutluluğunu sağlayan şeyleri yapması olurdu. Çünkü para kazanmamız gerekiyor ama yine de mutlu olduğumuz bir yol bulunabilir. İnançlarımıza uygun olmayan bir şeyi yapmamalıyız. Eğer inançlarımıza aykırıysa, muhtemelen yapmamamız gerekiyor. Benim de kendime koyduğum kurallar arasında sadece beni mutlu eden şeyleri yapmak yer alıyor. Ve bunun herkes için önemli olduğunu düşünüyorum.

 

Chicago’da büyüdün, tasarımlarını yapmaya orada başladın. Peki neden İstanbul’dasın? 

Aslında bunu planlamamıştım. Hayatımın büyük bir kısmını Chicago’da geçirdim ve pandemi öncesinde buraya gelmiştim. Başlangıçta sadece bir ay kalmayı düşünüyordum. O dönemde işlerimi yapmak için burada küçük bir üretim evi kuracaktım. Ama sonra Corona salgını ortaya çıktı ve geri dönemedim, İstanbul’da planladığımdan daha uzun süre kalmak zorunda kaldım. Ancak bu süre boyunca şehre aşık oldum. İstanbul canlı ve kültürel açıdan zengin bir yer. Tarih ile modernlik harika bir şekilde bir araya geliyor ve mimari, renkler ve çeşitli toplulukların bu şehirde varlığı bana ilham veriyor. Ayrıca burada sanatla ilgilenen harika insanlarla tanıştım. İstanbul’da sanat sahnesi çok canlı. İşbirliği yapma ve çalışmalarımı sergileme fırsatı buluyorum. Yaratıcı topluluğa ait olma hissi ve bağlantı hissettim, bu da burada kalmak istememe sebep oldu. Sonuç olarak, İstanbul’un benim için özel bir yere sahip olduğuna karar verdim ve bu şehirde yaşamak beni mutlu ediyor.

 

Her şeye rağmen? 

Evet her şeye rağmen. Bir de burada ilk kez boş kalabildim.

 

Nasıl yani?

İlk kez 26-27 yaşında, burada tatil yapabildim. Çalışmadan vakit geçirebildim ve bunun bir süreliğine bana iyi geldiğini gördüm.

 

 

Peki yaşadığın yerin dinamikleri işlerine nasıl yansıyor?

Burada gece hayatı daha az olduğu için ve ben drag queenlerle yakın çalıştığım için sahnede kostümlerimi daha az görüyorum. Chicago’da kostümlerimi sürekli sahnede görüyordum. O yüzden etkinlikler düzenliyorum ve hepsi çok güzel geçti. Bir de burada sokakta kendimi pek güvende hissetmiyorum. Chicago’da kostümlerimi sokakta giyebilir ve hiçbir şeyi umursamazdım. Ama burada her zaman ne olacağını biraz daha düşünmek zorunda kalıyorum. Birkaç kez denedim, hiçbir şey olmadı, ama yine de dikkatli olmak zorundayım, daha fazla cesaret istiyor.

 

Kostümlerinle olduğunda köpeğin nasıl tepki veriyor?

Beni her zaman aynı şekilde karşılıyor. Kostümlerime veya dış görünüşüme aldırış etmiyor. Onun için önemli olan, benim yanında olduğum ve sevildiği gerçeği. Köpeğim benim için gerçek bir destek ve sevgi kaynağı. Onunla birlikte olduğumda kendimi daha güvende hissediyorum.

 

Türkiye’de ve dünyada yaşanan olaylar, elimizde olmayan durumlar ruh halini ve yaratıcılığını nasıl etkiliyor?

Türkiye’de yaşanan olaylar, beni bazen endişelendiriyor ve üzüyor. Ancak genel olarak, yaratıcılığımı etkilemiyor. Elbette dünyadaki olumsuz durumlar insanın ruh halini etkileyebilir, ancak yaratıcılık benim için bir çıkış yolu ve bu tür olaylardan sıyrılabileceğim bir alan. Sanat ve drag performansları, kendimi ifade etmek ve başkalarına ilham vermek için kullanabileceğim bir araç. Dolayısıyla, olumsuzluklara rağmen yaratıcılığımı devam ettiriyorum.

 

Drag şovlarında izleyicilerin ne yaşamasını istiyorsun?

İnsanların öncelikle eğlenmelerini ve gerçekten kendilerini ifade edebilmelerini istiyorum. Benim için drag, cinsiyet normlarına ve toplumun beklentilerine meydan okuma anlamına geliyor. İnsanların drag şovlarda kendi benliklerini keşfetmelerini ve ifade etmelerini istiyorum. Ayrıca drag, birlikte eğlenmek, desteklemek ve topluluk ruhunu hissetmek için bir fırsattır. İnsanların drag şovlarından kendilerine güven ve cesaret bulmalarını, farklılıkları kutlamayı öğrenmelerini ve dışlanmış gruplara destek vermeyi öğrenmelerini istiyorum.

 

Yeni projelerin var mı? Yakında senden nasıl haberler alacağız?

Amerika’ya gidiyorum Haziran ayı için. Bir müzik festivalinde performans sergilemek için işe alındım. Bir grup topladım, tüm kostümleri hazırladım ve dört gün boyunca orada olacağız. Her gün performans sergileyeceğiz. Gidişimin ana nedeni bu. Ayrıca, Chicago’dayken planladığım diğer performanslarım da var. Ve yaz sonrasında burada daha fazla gösteri planlamak istiyorum.

 

 

yazıyı oku

THE CREATIVE DRIVE: STORIES OF RS - ÜSTLERİ BAŞLARI ANİMASYONLU:VİCOTÜCO

Fotoğraf: Can Görkem

calling komünitesinden yeni yaratıcılar Reflect Studio’nun optimist fütürist dünyasında buluşuyor. Her şeye rağmen yaratıcılık tutkusu ile ayakta kalanların, hayat bulanların hikayesini ve var oluşunu kutladığımız “The Creative Drive: Stories of RS people by calling” serisinin ilk konuğu kendi dilini ve rengini yaratabilenlerden Vicotüco. Karşınızda Sinan Kutluay, Ali Mert Değirmencioğlu ve Mert Avcı. Nam-ı diğer Vicotüco. Yani Vicdan Tüccarları. Hani Instagram’da arkadaşlarınıza gönderdiğiniz animasyonları yapan ekip. Rahat, iyi dinamikler oturtmuş ve işleri ile ilgili ne istediklerini bilen bir ekip Vicotüco. Aslında henüz yolun başındalar. Yakın zamanda streaming servislerinde çizgi film serilerini görmemiz, her reklamda seslerini duymamız kaçınılmaz olabilir. Hatta Temmuz ayında 4 şarkılık bir EP’leri çıkacak ve bu şarkılardan birinde konukları Nova Norda! O yüzden -hala daha- biraz alternatif bir yerde sayılırlarken onlarla tanışmak ve birlikte gülmek isteyebilirsiniz.

 

“The Creative Drive: Stories of RS people by calling”
Prodüksiyon: calling
Kreatif Direktör: Gümrah Şengün
Fotoğraf: Can Görkem
Styling: Yaşar Eyyubi
Röportaj: Heja Bozyel
Art direktör: Derya Kın
Makyaj: Deniz Dilara Sarılar
Prodüksiyon Asistanı: Cem Onan

 

 

 

 

Nasıl tanıştınız? Nasıl bir araya geldiniz? Oradan başlayalım mı?

M.A.: Biz Sinan’la ortaokuldan arkadaşız. Mert’le de herhalde üniversite zamanı yine böyle aynı ortamlardan tanışarak arkadaş olduk. Önceleri bir müzik grubumuz vardı. Aslında müzik yaparak başladık. Biraz öyle tanışmış gibi olduk. Bugüne kadar geldi. Detay çok fazla şey var. Bu özeti.

 

Ama başta iki kişi başlamıştınız değil mi? 

S.K.: Evet, evet, yani Mert’i tanıyorduk aslında. Yani biz şunu yapmaya başlamıştık ama Mert’le de böyle fikir konuşuyorduk hep. Hani birlikte bir şeyler yapmak istiyorduk hep. Daha sonrasında bir animasyon kısa film yapma durumu oldu, Kuru Kabus diye. Hatta şu an izlenebiliyor, reklamını da yapalım. O sırada Mert’le birlikte çalıştık. Hem senaryoyu hem animasyonda falan çalışınca devamı da geldi.

A.M.D.: Biz bu arada Sinan’la aynı üniversitedeydik. O grafikte ben heykeldeydim.

 

Hangi okul?

A.M.D.: Marmara Ünivetsitesi, Güzel Sanatlar.

S.K.: Birlikte çok güzel bir dinamik olduğunu fark ettik üçümüzün arasında.

M.A.: O yüzden 2020’den beri üç kişi olarak devam ediyoruz.

 

Peki isme gelebilir miyiz? O nereden çıktı? Biz ofiste nasıl okunuyor “Vikotuko mu Vicotüco mu” diye tartıştık ama bir sonuca varamadık.

M.A.: İkisini de söyleyen var ama aslında şöyle; biz Sinan’la ne yapacağımızı bilmiyorduk. Bir şekilde bir içerikler, ses kayıtları yapıyorduk. Böyle aptal aptal. Animasyon bile yoktu. Yani sadece bir şeyler kaydediyoruz, bir şeyler çiziyoruz falan… Bir araya toplayıp bunları paylaşmaya başlayalım dedik. Sinan bir Instagram hesabı aç dedi bana, adı ne olsun derken Vicdan Tüccarları diye salladı. Çok iyiydi ama çok uzun diye Vicotüco yaptım. Öyle devam ettik.

 

Hangi noktada bu kadar çok insana ulaşmaya başladınız?

S.K.: Aslında ilk çıktığında kendi çevremizden başlayan hızlı bir yayılma olmuştu. Keşfeden insanlar çok seviyordu, sürekli içerik istiyorlardı. Sonra 2020’de, pandeminin başında bir artış oldu ama en son “Ölüm Burger” diye bir seri yaptık. Orada iyice arttı. O şekilde bir ilerledi. Yani yavaş yavaş ama hep ilerledi aslında.

 

 

Arabada neden 2 kişisiniz?

M.A.: Bu fikre başladığımızda Mert’le yazmamıştık. Bu, Sinan’la yazdığımız bir şeydi. Sonrasında Mert de var. İlk bölümde yoktu ama ikinci bölümde arabada aynada sallanan “o şey” Mert mesela. Öyle bir dinamik kurduk.

S.K.: Mert’in karakteri her bölümde başka bir yerde. Hep enteresan bir şekilde sokalım diye düşündük.

A.M.D.: Evet, joker gibi bir şey.

M.A.: Bir de Mert şiir yazıyor, 2 kişinin sohbetinin arasında şiirlerini okuyan delice bir karakter olarak sokmak istedik. O yüzden de bazen cansız bir nesne, bazen bir insan olabilir.

 

Peki o arabada gittiğiniz yol nereye gidiyor?

S.K.: Onu da Mert cevaplasın.

A.M.D.: Hiçbir yere gitmiyor ya…. Belli gidiş yok gibi orada aslında o tamamen iki kişinin kurduğu bir diyalog gibi geliyor. Her yerde olabilecek bir şey. Nerede olsun? Arabada da olur, ortada da olur gibi…

 

Aslında metaforik anlamda sormuştum…

M.A.: Ölüm Burger nezdinde düşününce biraz farklı bir içerik yaptık orada. O yüzden de yani ikisinin de gidişatı bilmediğimiz bir yol gibi. Biz de bilmiyoruz, nereye gidiyor?

A.M.D.: Evet, evet, biz nereye gidiyoruz?

M.A.: Ben daha felsefik giriyorum.

A.M.D.: Aslında, film yapmak çok heyecanlandırdı bizi. “Kuru Kabus”, böyle üçlü dinamik kurduğumuz bir şey oldu. İlerleyen vakitte yine öyle bir şey yapmayı çok istiyoruz. Film yapmak çok zevkli bir şey. Tamamen kendimizi koyabileceğimiz bir şey. Hatta böyle bir çizgi film serisi gibi bir şey planlıyoruz. Senaryosunu yazmaya başladık, yarıladık gibi hatta. Biraz para kazanmaya odaklandık bu süreçte, son birkaç aydır. Birazcık daha böyle depolayıp sonra full çizgi filme kanalize olmak gibi bir gidişat var.

S.K.: Türkiye’nin siyasi standartlarına göre çok büyük hayallerimiz var tabii.

 

Hepimizin galiba… O değişmeyen bir durum. Peki çocukken hangi çizgi filmleri izliyordunuz?

M.A.: Nickelodeon, Fox Kids.

S.K.: Ben mesela “Andy’nin Nesi Var”ı çok seviyordum. En sevdiğim çizgi film oydu. Çılgın Korsan Jack vardı. Fox Kids tarafında işte Spiderman’lar, Nickelodeon’da Hey Arnorld vardı.

M.A.: Real Monsters falan.

S.K.: Hepsini deli gibi izledik. Hani böyle daha kızlar için olan, prenses çizgi filmi falan onları da izledik.

M.A.: Hepsi farklı, bir Macar prensi gibi bir şey vardı, onu da izlerdim.

A.M.D.: Onu ben hiç sevmedim, izlemiyordum.

S.K.: Şimdi bakınca şeyi hatırlıyorum mesela. O zaman da ben izlerken o animasyonun nasıl yapıldığını düşünüyordum aslında. Hani bunları tek tek çiziyorlar. Mesela öyle bir duvar kırılacağı zaman o duvarın kırılacak kısmı daha farklı bir renkte olurdu. Onu düşünürdüm; “böyle o zaman onu böyle ayrı çiziyorlar”, tamam. Sonradan düşününce aslında demek ki merak ettiğim bir konseptmiş bu genel olarak.

A.M.D.: Biz zaten animasyon eğitimi almadık. Animasyoncu değiliz aslında. Grafik tasarım okuduk hepimiz. Heykel okudum ben. Farklı yerler ama animasyona girip animasyon araştırdıktan sonra fark ettik ki, 90’lardaki bu çizgi filmler bize inanılmaz etki etmiş, teknik anlamda da fikir anlamında da tarz ve mood olarak da. Biz bayağı beslenmişiz ondan geleceğe dair bir çizgi film yapma adına.

M.A.: Evet, bir de şansımıza gerçekten üçümüzün de çocukluğu çok benzer geçmiş.

A.M.D.: Yani ben daha sonra tanıştım onlarla ama aynı şablonu yaşadığımız için etkilendiğimiz şeyler çok ortak. O yüzden estetik anlamında çok böyle birlik sağlandı hemen bir anda.

 

Mert Değirmencioğlu

 

Aslında sizden bir önceki kuşakla da direkt bağlantı kurabiliyor çünkü MTV renkleri ve duygusu var.

S.K.: Evet, aslında benzer zaten, yani jenerasyonlar olarak o dönemin televizyonları öyleydi. Çok eğlenceli, renkli, rahat.

 

Sinan Kutluay

 

Peki şimdi neler izliyorsunuz?

S.K.: Yani şimdi açıkçası çizgi film anlamında çok fazla şey yok. Onu konuşuyorduk geçende… Nasıl bu kadar iyi şeyler üretilmiş biz çocukken ve şu an bu nasıl azalmış… Daha iyi olması gerekirken… Tabii ki yine çok iyi şeyler var ama sayı olarak o kadar fazla içerik yok gibi. Bu tarz bir çizgi film anlayışı olarak.

M.A.: Bazen işte Miyazaki falan izleyince moralimiz çok bozuluyor. Nasıl yapıyorlar bunları? Geçen işte Akira’yı izledik ve kafamızı bulandırdı yani tabi.

S.K.: Böyle bir şey yapmaya çalıştık, hüsranla sonuçlandı. 3 kişi ile yapılabilecek bir iş değilmiş.

M.A.: Onun dışında Smiling Friends diye bir şey var. Ufak bir seri, o da çok tatlı. Rick and Morty zaten artık o herkes tarafından biliniyor. Şu an bir mizah anlayışı olarak herkesi etkiledi. Özellikle çizgi film tekniği olarak değil de mizah anlayışı ve işleyişi olarak çok yeni bir şey yapmış oldu. O yüzden bizi de etkiledi.

S.K.: Daha çok film izliyoruz. Öyle hayallerimiz de var. Yani gerçekten live action bir şey yapmak belki… Film değil de belki dizi olabilir ama işin o tarafını da denemek istiyoruz.

 

İşin bütün kurgusunu da senaryosunu da siz yaparak mı devam etmek istiyorsunuz, yoksa birisi size bir senaryoyla gelse birlikte çalışmaya da açık mısınız?

M.A.: İşin yazma-yaratma tarafı ilgimizi çekiyor… Yani tabii ki olmaz değil ama…

A.M.D.: Mesela teknik anlamda birileriyle çalışmak gerekli olabiliyor. Eğer film yapacaksak bir görüntü yönetmeni gibi ama genelde işin kreatif kısmını kimseye bırakmak istemeyiz herhalde. Bizi en çok heyecanlandıran kısım o çünkü.

M.A.: Evet, özendiğimiz şeyler onlar.

 

Mert Avcı

 

Anlıyorum. Peki, başarılı olmak ne demek sizin için?

S.K.: Sadece sevdiğim bir şeyi yaparak hayatını devam ettirebilmek bence başarı. İşinden nefret etmeden hayatından para kazanabilmek, yaşayabilmek. Yani o kadar büyük büyük bir para değil ama en azından uğraştığın şey, kıymet verdiğim şeyler olsun.

M.A.: Karşılığını maddi manevi alabildiğin bir hayat yaşadığında bir şekilde başar. Belki yaş ilerledikçe bu başarı kriterini şekli değişiyordur. Çocukken çok daha farklı geliyordu mesela. Şu an bir de ülkenin şartları da biraz tabi onu şekillendirdi.

 

Başarı algısını küçültüyor mu ülkenin şartları?

M.A.: Yani küçültmüyor ama standardı düşüyor.

S.K.: Bir işten para kazanırsak onu diğer bir işe hemen yatırıyoruz. Zaten iş bizim oyun alanımız olduğu için gidip araba alalım gibi bir hayalimiz olmuyor.

M.A.: Türkiye’de olmamız ve Türkiye’de bunu yapmamız, bir yerde bir delilik gibi. Ama başarı kriteri de buradan geçiyor. Yani burada olmayan, burada yapılmamış bir şeyi yapmak da motive edici bir şey. Biz de biraz onu yaşamak istiyoruz. Yani Türkiye’de bu işi yapmakla, yurt dışında bir yerde yapmak arasında çok farklı motivasyon farkı var.

 

Kesinlikle. Peki yaratamadığınız zaman ne yapıyorsunuz?

S.K.: Orada da işte 3 kişi olmanın büyük bir avantajı var bence. Çünkü bazen biri tıkanıyor, “Benden yok abi, siz bir şey bulun şu an”  diyor. Ama bazen üçümüzün de tıkandığı zamanlar oluyor.

M.A.: Üçümüz de tıkandığında galiba yeni bir soluk  gelmesi gerekiyor. Yani bir anda yeni bir kafa geliyor. Yeni bir içerik tipi ya da yeni bir anlayışla bir şeye yükseliyoruz. O zaman geri çıkıyoruz.

 

 

Peki bir şeyin iyi olup olmadığına karar verirken nasıl bir süreç işliyor? İki kişinin oyu yeterli mi?

S.K.: Bir kişinin bile oyu yeterli.

A.M.D.: Aynen tohum bir kere ekildi mi diğerlerine de güç verebiliyor.

S.K.: Bazen bir şey çiziyorum. “Çok kötü” diyorum, onlar “Çok iyi” falan diyorlar. “O zaman iyidir” diyorum. Onu hiç sorgulamıyorum ya da tam tersi oluyor.

M.A.: O dinamiği bir şekilde oturttuk. Yani biri gerçekten “Bu inanılmaz iyi” deyip diğerleri “Berbat” asla demedi.

 

Her gün aynı saatte burada mı buluşuyorsunuz, çalışma düzeniniz nasıl?

A.M.D.: Evet, o sisteme girmek bize çok iyi geldi. Yani böyle belli geldiğimiz ve çıktığımız bir saat var. Sabah ilk, bir saat falan konuşuyoruz. Sadece gündem, muhabbet vesaire, oradan da bir şeyler çıktığı oluyor. Ama onun dışında böyle bir herkesin yavaş yavaş çalışmaya başladığı bir evre oluyor. O öyle başlıyor, işte akşama kadar gidiyor. Arada bir tıkanırsak eğer yürüyüş yapıyoruz.

S.K.: Beyaz yakalı gibiyiz. Sabah 9 akşam 5’e kadar böyle çalışıyoruz.

A.M.D.: Evet, evet, çok askeri bir düzendeyiz yani aslında.

 

 

Bir şey üretirken bunu yakalayabilmek aşırı zor.

S.K.: Özellikle birkaç kişi olduğunuz zaman o disiplin olmadan çok zor. Çünkü biri gelmeyecek, diğeri gelmeyecek. Ben geleceğim, o gidecek falan bir şey olacak. O yüzden hiçbir şey yapmayacak olsak bile geliyoruz.

M.A.: Çünkü her zaman yapacak bir şey var gibi.

S.K.: Yok, en kötü durumda, dosyaları, bilgisayarımızı toparlıyoruz. Dosyalara ikonlar çiziyoruz.

 

 

Birlikte uzun zaman geçiren kişiler birbirine benzer derler. Siz birbirinizde kendi yansımalarınızı görüyor musunuz?

S.K.: Zaten fark etmişsinizdir.

 

Peki bu bir noktada birbirinizi beslemenin ötesine geçip dezavantaja dönüşüyor mu bu?

M.A.: Çok oluyor. Ama işimizle alakalı değil. İşimize negatif yansımıyor bu her zaman işe pozitif yansıyor ama sanki hayata ve sosyal hayata karışmayı zorlaştırıyor. Kendi dilimiz, kendi mizah anlayışımız o kadar oturuyor ki dışardan biri anlamıyor. Small talk bile yapamaz hale geliyoruz.

S.K.: “Üstümüz başımız animasyonlu” dediğimiz bir hal…

A.M.D.: Evet öyle bir deyim çıktı. Mesela biri bir yere çağırıyor, işte “Abi yok üstümüz başımız çok animasyonlu gelemeyiz”. Çünkü karşıdakini algılayamıyorum öyle olduğu zaman.

 

Peki müziğe geçelim, orada nasıl gidiyor işler, neler yapıyorsunuz var mı yeni şarkılar?

S.K.: Biz ikimiz (Mert Avcı) aslında müzik yapıyoruz. Mert ile de görsel dünyasında yine birlikte çalışıyoruz. Klip yapacağız, fotoğraf çekeceğiz.

S.K.: Zafer var bir de işte bizim şu an prodüksiyonlarımızı yapan o tarafta. Yeni bir EP yapıyoruz yakında.

M.A.: 4 şarkılık bir EP. Nova Norda konuk oldu, onunla da bir şarkımız var.

 

Zaman planlaması var mı şu an?

S.K.: Bir tanesi Temmuz’un başında çıkacak gibi gözüküyor Nova Norda ile olan şarkı. Ondan sonra ayda bir diğerleri çıkacak. Zaten bir albümlük materyalimiz daha var.

 

Peki birbirinize renkler yansıtsanız nasıl bir ortam oluşur?

M.A.: Sinan’a sarı renklerinde bir şey söylerim. Sen de (Mert) turuncu ya…  Böyle bir sıcak 2 renk gibi çok da kopuk göremiyorum yani bilmiyorum benzer bir hal.

S.K.: Ben kendimi yeşil olarak tanımlıyorum.

A.M.D.: Ben kendimi mavi tanımlarım

M.A.: Ben de mavi tanımlarım.

A.M.D.: Ben sana da mavi derdim (Mert’i gösteriyor) sana sarı derdim. (Sinan’ı gösteriyor)

S.K.: Sarı mı, sarı mı? Sarı kötü bir şey değil mi ya?

 

Yani deliliktir sarı birazcık…

S.K.: Beni deli buluyorlar.

 

 

Şu an “Spider-Man: No Way Home”da birbirini gösteren üç Spider-Man meme’i gibisiniz. Kullandığınız pastel tonlar sarkazm efekti mi Instagram gerekliliği mi?

M.A.: Belki söylediğimiz şey ile bir tezatlık oluşturmak için olabilir ya da çok çekici gözüktüğü için. Emin değiliz…

C: Giyimdeki seçimleriniz neyi yansıtıyor?

S.K.: Onlar çok iyi giyiniyor. Genelde ben çok kötü giyiniyorum. Kız arkadaşımın kıyafetlerini giyiyorum.

M.A.: Ya kötü giyinen insanlar değiliz bence asla ama çok da öyle giyime manyak önem verdiğimizi de düşünmüyorum. Belki Mert bu konuda biraz daha dikkatli.

S.K.: Mert’le biz pantolonun alınabildiğini yeni fark ettik. “Pantolon vardır önemsizdir ama tişörttür olay” diye düşünüyorduk. Sonra “Aa pantolon her şeyin rengini değiştirebilen bir şeymiş” dedik.

M.A.: Birazcık kız arkadaşlarımızın etkisi olabiliyor bu konuda. Yani ben hiç önemsemiyordum. Ama şöyle düşünüyorum, her şey artık bir giyimde her parça güzel olabilir. Hani şu ayakkabı kötü, bu ayakkabı iyi şu pantolon kötü diyemiyorum ama çok iyi kombinasyonlar yapan insanlar var. Ben de o yok mesela. O bir cesaret gibi. Biraz ilgi gerekiyor. O kısım gelmedi bana hâlâ. Bir şekilde kotumu giyiyorum çıkıyorum.

 

O öyle sonra yüklenen bir şey değil yalnız.

M.A.: Haklısın, muhtemelen gelmeyecek o. Biraz böyle seçeneklerin dünyasında çok geriliyorum. Çok fazla seçenek varsa yani. 2 tane olsun, daha kolay seçiliyor. O yüzden de kombinasyon yapmak zor geliyori.

 

Telefonlarınızın wallpaper’ı nasıl?

A.M.D.: Benimki dümdüz mor.

S.K.: Benim dünya.

M.A.: Bende bir şey yok.

 

Daha yaratıcı şeyler bekliyordum.

M.A.: Yani teknolojik aletlerde dümdüzüz biz.

S.K.: Şöyle bir şey oldu galiba, biz çok fazla ekrana bakıyoruz yani normal bir insana göre. 9 saat bilgisayar ekranı, tablet işte telefon… Zaten Twitter’da ne oluyor, Türkiye ölüyor mu derken hep ekran başındayız. O yüzden telefonun arkası rahat olsun bari.

A.M.D.: En son hatta bir renk klasörü yaptık. Sadece renkler var. Saat başı değişiyor. Hepimizin masaüstü aynı ama farklı renkler oluyor.

M.A.: Evet bir çizim olmasından daha özel.

S.K.: Ben çok denedim, kendim çizim yaptım. Orası tam, yok yok, saatin üstüne geliyor. Biraz aşağı indim, uğraştım falan sonra midem bulandı.

 

 

 

 



yazıyı oku

DUYGU ROLLER-COASTER’I: 10: SOYUTLAMALAR, İMALAR, MÜTALAALAR

Yazı: Burak Diken

Fotoğraf: İmalat-Hane

Küratörlüğünü Duygu Demir’in üstlendiği grup sergisi “10: Soyutlamalar, İmalar, Mütalaalar”, 2 Eylül Cumartesi günü İMALAT-HANE’de açılışını gerçekleştirdi. Son on yılda üretilmiş eserlerden bir seçki sunan sergide Ahmet Doğu İpek, biriken, Burak Kabadayı, Cevdet Erek, Deniz Aktaş, Hakan Topal, Hale Tenger, Hasan Özgür Top, Huo Rf, İnci Furni ve Özlem Günyol – Mustafa Kunt ikilisi yer alıyor.

 

Serginin belirleyici filtresini, hem buralarda hem de tüm evrende karşımıza çıkardığı sayısız çılgınlığıyla son on yıl oluşturuyor. Sanatçılar, -sergi metnine göre- sosyal, politik, düşünsel onca mevzunun yaşandığı şu on yıldaki değişim ve dönüşümlere bakan işleriyle, seyirciyi sonsuz serbest çağrışımlı bir hafıza yolculuğuna çıkarıyor. 10: Soyutlamalar, İmalar, Mütalaalar, DAEŞ’in favori fontundan Birecik’teki tehlike altındaki kelaynaklara, yasaklı slogan kelimelerinden 15 Türk Lirası’na uzanan görüş alanıyla bu geçirdiğimiz on yılın nasıl hissettirdiğine dair bir hatırlatıcı. 

 

Videoları bugüne kadar birçok ülkede gösterilen Hasan Özgür Top’un Bir Kahramanın Düşüşü isimli işi, serginin en akılda kalıcı eserlerinden birisi. Sanatçının 15 dakikalık videosu bir sorgu, bir psikoterapi seansı ya da bir günah çıkarma ritüeli arasında gezinen bir itiraf olarak kurgulanmış.

 

Protocinema ve SAHA işbirliğiyle hazırlanan bu şaşırtıcı video, Türkiye’de ilk kez gösteriliyor. Videodaki anti-kahraman, DAEŞ’in 2014 yılında “Amerika’ya Bir Mesaj” isimli YouTube videosunda kullandığı Trajan fontu üzerinden başladığı çözümlemelerinde Hollywood’dan politik liderlerin sosyal medya hesaplarına, Roma İmparatorluğu’ndan video oyunlarına uzanarak ideoloji ve mitolojinin yan yana geldiği noktaları analiz ediyor. Videoyu izlemeye başlamadan önce, DAEŞ’in motivasyonuyla Joseph Campbell’ın fantazyalar için el kitabı olan Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’nu bir şekilde bağdaştırabileceğinizi hiç tahmin edemiyorsunuz gerçekten. ‘Macera’ya çağrı, bu yolculuktaki mentörle tanışma, kendi yaşam alanından o ayrılma ve tüm o macera sonrası yeni birisi olarak evine dönme gibi Campbell’ın her hikâyenin mutlak elementleri olarak önerdiği bu adımların her biri DAEŞ’e katılmak isteyenlerin de motivasyonlarıyla bire bir uyumlu. Frodo’nun hikâyesine tanık olduktan sonra DAEŞ’e kaydolmak isteyen birileri olmamıştır umarım. 

 

Bir kapı eşiğinin hemen yanında ya da bir duvarın tam ortasında yükselen A’lar ise sanatçı ve müzisyen Cevdet Erek’in Belçika M KHA’daki 2018 yılındaki kişisel sergisi AAAAA’da ilk kez yaptığı yerleştirmelerdeki tipografik elementler. Sanatçının bu sergi için uyarladığı AA AA’da da, diğer işleri gibi ses, grafik dil ve mimari iç içe. Eserin ilk fikri, Erek’in metal müzik gruplarının tişörtlerinde kullanılan baskıları anımsatan bir grafik denemesi üzerine yükselmiş. Duvarlarını süslediği İMALAT-HANE’ye benzemesiyle de mekan deneyimine dair yine ve yeni bir perspektif sunuyor.

 

 

 

 

 

Detaycılığıyla tanıdığımız Ahmet Doğu İpek’in Siyah Su Kayıtları – Günler eseri ise bir performansın görsel kayıtları-ymış. Sanatçının, 157 gün sürdüğürdüğü bu performansın kayıtları üzerine sulu boya kullanarak oluşturduğu örneklerle her ayrı günü her ayrı kareye işlediği bu seri, birbirine çok benziyor olsa da dokusu ve izleriyle birbirlerinden farklı. İzole ve tekrar eden günleri yakından tanıdığımızı hatırlatırken serinin oluşturulduğu 2016-2017 yıllarındaki gerginlik ve karamsarlık gibi kavramlar da İpek’in öne sürdüğü diğer olgular. 

 

İpek’in işlerinden hemen bir sonraki yıl, 1 Mayıs 2018 yürüyüşlerinde atılması yasaklanan sloganlardan yola çıkan Cezalı Harfler ise yaklaşık yirmi yıldır birlikte üretim gerçekleştiren Özlem Günyol ve Mustafa Kunt ikilisine ait. Bu yasaklı sloganları oluşturan harfler, DVD video ikonunun televizyonun köşelerine çarpması gibi, birbirinden ayrı gayrı -ve tabii ki artık anlamsız bir şekilde- çerçevenin içerisinde geziniyorlar. Sıkışmak, duvarlardan sekmek, bariyerler, öznellik ve öteki gibi dinamik ve ilişkilerle birlikte kelime ve harfleri algılayışımıza ve güncel konumlarına dair bir yerleştirme. Tekil olarak kullanılan harflerin bütününden kopunca bu denli anlamsızlaşıyor olması da dilin deliliğini -ve tabii yasaklarımızla yaşadığımızı- bir kez daha hatırlatıyor.

 

Serginin bir diğer göz alıcı işi de Huo Rf’e ait. Multidisipliner sanatçının banknot, bakır levha ve atılmış deri parçalarından ürettiği 15 Lira isimli eseri, göç üzerinden kurgulanmış bir asamblaj aslında. Üç adet 5 Türk Lirası’nın üzerine Suriyeli göçmen bir ailenin hikâyesini işleyen Rf’in seçtiği bu meblağa, eserin üretildiği 2015 yılındaki haberlere göre Türkiye-Suriye sınırından kaçak göçmen geçişi için gerekli olan miktar. Bu hikâyesi birden derinlerden derine inen 15 Lira’nın etrafını oluşturan derilerin farklı renkleriyse ten rengi, insan bedeni ve harita çağrışımlarıyla seyircisini birden o dünyanın içine çekiyor.

 

Burak Kabadayı’nın Suriçi’nde bir evdeki kurşun deliklerinin kalıplarını alıp bu boşlukları dolu formlara çevirdiği Bırak Orada Kalsın yerleştirmesi, Deniz Aktaş’ın Diyarbakır’a uçarken havadan gözüne çarpan imajların izini sürmesiyle gerçekliklerini öğrendiği askerî mezar hazırlıklarını içeren 9 Tahta I ve II, Hakan Topal’ın Birecik bölgesindeki eserler, harabeler, su kütleleri ve organizmalar üzerine şiirsel bir soruşturması olarak tanımlananan Altın Kafes de serginin değinebildiği diğer alanlardan bazılarını oluşturuyor. 

 

10: Soyutlamalar, İmalar, Mütalaalar; toplumsal hafıza, ortak bilinç, evrensel hissiyatlar ve canımızı sıkan diğer bu gibi yoğun olguların geçtiğimiz on yılda ne kadar derinleştiğine dair hem yeni hem de tanıdık bir bakış. Eserlerin kiminin tekil kimininse iç içe dallı budaklı birçok metodun ve stratejinin bir araya gelmesiyle oluşturduğu o kalabalık ve yoğun duygu seli, 3 dakika falan bile nefes almaya fırsat bulamadığımız bu on yılın nasıl geçtiğine dair somut bir sonuç gibi hissettiriyor. Sergi, belirtildiği gibi sadece bazı konulara göz atabiliyor gibi görünse de aslında anlatılabilecek ve kayıtlara aktarılabilecekleri kullanarak göstermek istediklerini göstermeyi, hatırlatmak istediklerini hatırlatmayı, yaraları -belki de- açmayı ve nasıl bir his roller-coaster’ında olduğumuzu aktarabilmeyi başarıyor.

 

     

 

10: Soyutlamalar, İmalar, Mütalaalar, 2 Aralık 2023’e dek İMALAT-HANE’de görülebilir.

 

 

 

 

 

 

 

 

yazıyı oku

ATEŞ ALPAR İLE “TAŞ KABUK SESSİZ” ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ:

Röportaj: Burak Diken

Fotoğraf: Can Görkem

 

Sanatçı Ateş Alpar, Hasankeyf’in yok edilişini ilk kişisel sergisi “Taş Kabuk Sessiz” ile kayıt altına aldı. Politik yolculuğunun sanatını da içerdiğini ifade eden Alpar’ın yıllardır üzerine çalıştığı sergi, 15 Temmuz’a dek Merdiven Art Space’te olacak.

 

Selam Ateş! Nasıl gidiyor? Her şey yolunda mı?

Selam! Sergi nedeniyle epey yoğun bir süreç geçiriyorum. Bu yoğunluk sergi açılışıyla başlamadı tabii. Bir sergi hazırlığı bazen yılları içine alan zaman dilimini kapsıyor. “Taş Kabuk Sessiz” sergisi de uzun zamandır üzerinde çalıştığım bir serinin sonucu.  Nihayetinde bir sergi ortaya çıktı. Şu an her şey yolunda gidiyor.

 

 

Sergi 6 Haziran’da açıldı ve bu senin ilk kişisel sergin. Öncelikle çok tebrik ederiz! Nasıl geçiyor?

Çok teşekkür ederim. Açılış da ilk hafta da gayet güzel geçti. Hasankeyf’in yok edilişine dair birikimimi paylaşmanın zamanı gelmişti. Kendimi biraz hafiflemiş ama çokça yeni yükler edinmiş hissediyorum. Çünkü “Taş Kabuk Sessiz” ile Hasankeyf’e bakarken diğer taraftan bu bölgenin istisna olmadığını biliyorum. Seriye başladığım tarihten bu yana Türkiye’nin ve dünyanın farklı yerlerinde yeni yıkımlar meydana geldi. Bu süreç maalesef önümüzdeki dönemlerde de devam edecek gibi görünüyor. Sergiye gelenlerle, günümüzde artık olmayan görüntüler karşısında dururken zaman zaman sohbet ediyoruz. Sanki çok ama çok eski zamanlardan konuşuyoruz. Her görüntü elbette biricik fakat bu görüntüler serginin bütününü de izleyebileceğimiz bir çerçeve oluşturuyor. Kısacası ilk hafta bolca sohbet ve tartışmayla geçti. 

 

“Kültürel miras yok edildi, insanlar ve insan olmayanlar göçe zorlandı.”

 

 

Hasankeyf’te neler olduğundan bahsedebilir misin?

Hasankeyf binlerce yıllık geçmişi olan bir yaşam alanıydı. Ilısu Barajı’nın inşaatı başladıktan bu yana bölge peyderpey su altına gömüldü. Çok önemli bir biyoçeşitliliğe sahip bu alanın tahribatı hem çevresel hem de sosyo-kültürel olarak hissedildi. Binlerce yıldır devam eden yaşam, ömrü süreli (ortalama 50 yıl olduğu söyleniyor) bir baraj uğruna yok edildi. Barajda sular çekildikten sonra ortaya çıkacak olan şey elbette eskisi gibi olmayacak. Kültürel miras yok edildi, insanlar ve insan olmayanlar göçe zorlandı. Bütün bu süreci enerji ve güvenlik politikalarıyla da okumak mümkün. Sonuçta sosyo-kültürel yapıya zarar veren müthiş bir ekolojik yıkımla karşı karşıya kaldık. Maalesef Hasankeyf istisnai bir durum değil. 

 

 

Bir süredir bölgeyle alakalı sesler de maalesef yeterince yankılanmıyor gibi bir yandan. Seni bu süreçte bu sergiye götüren şey ne oldu? Nasıl çıktı Taş Kabuk Sessiz?

Az önce söylediğim gibi bir süredir bölgeyle ilgili çalışıyorum. 2018 yılında ilk görüntüleri almaya başladım ve bu yılın başında son çekimleri gerçekleştirdim. Konuya dikkat çeken çok sayıda yazı yazıldı, bölgenin önemi tartışıldı, kültür-sanat alanından da sesler çıktı. Ama o kadar fazla mücadele edilecek alan var ki doğal yılgınlık çöküyor bir noktada. İşte dediğin gibi sesler de yeterince yankılanmıyor, yankılanamıyor o zaman. Ben deneyimlerimi sanat pratiğimden ayrı tutmayan bir sanatçıyım. Dolayısıyla kişisel tarihimin kesiştiği bu coğrafyayla ilgili yaşananlara kayıtsız kalamazdım. Kendi dilimce “Taş Kabuk Sessiz”de yaşananları anlatmaya çalıştım.

 

“Yaraların kabuk bağlamasına iyileşmesine izin verilmeden yeniden kanatılıyor…” 

 

Taş Kabuk Sessiz. Üç kelimeyi de bölgeyle aynı bağlamda düşünmek mümkün gibi. Biraz serginin isminden bahsedebilir misin?

Bölgeye gidenler bilir. Burada taş, mimariden coğrafyaya bölgeyi baştan sona saran bir imge. Kabuk ile ölüme dair bir anlatı kurmaya çalıştım. Sergideki fotoğraflarda da görüldüğü gibi, hayatını kaybedenler mezarlarından çıkarılmak ve ikinci kez defnedilmek zorunda kaldı. Yaraların kabuk bağlamasına iyileşmesine izin verilmeden yeniden kanatılıyor… Sessiz ise, bölgenin susturulmaya ve hafızasızlaştırılmaya çalışılması ile alakalı bir kavram.

 

 

Serginin ilk katında bizi karşılayan fotoğraflar, özellikle ‘Hasankeyf’e Hoşgeldiniz’ enstalasyonu ile birlikte geleni oraya ışınlıyor gibi. Bir yandan sular altında kalmış olan yol, onun kalanını nasıl ilerleyeceğimiz hakkında bir foreshadow gibi de hissettirebiliyor. Seyircinin durumla empati kurmasını istedin mi? Nasıl değerlendirirsin bunu?

Elimde yüzlerce kare varken bir anlatı çerçevesinde sergiye hazırlanmak epey zordu. Bu süreçte Ekmel Ertan’la serginin küratöryal anlatısı için çok çalıştık, günlerce tartıştık. Hem fotoğrafların seçiminde, hem de genel anlatı üzerine kafa yorduk. Sergiye gelenlere orada olup biteni anlatmak zor. Çünkü karelerin dışında kalan bu sergi anlatısına sığmayanlar da var. O tabela bence artık ikonikleşti. Su altında kalan yol artık gidilecek bir yerin olmadığına da işaret ediyor, yani hoş gelinecek bir yer yok. Ama tabela, kısa zaman öncesine kadar burada hayatın devam ettiğini söylüyor, hafızasızlaştırılmaya karşı direnen bir hatırlama imgesi oluyor. Görüntülerin izleyiciyi içine çekmesini isterim elbette. 

 

“Bölgedeki baraj meselesini insansızlaştırma, hafıza kıyım ve güvenlik politikaları çerçevesinde de ele almak gerekiyor. Bu sergi hepsinin ortasında duruyor bence.”

 

Osman Kavala’nın yıllar sonra Beyoğlu’nda, en sevdiği sokaklarda -bir şekilde- dolaşabilmesini sağladın. Tüm Sular Çatlağını Bulana Kadar’da 19 Ocak’larla alakalı bir yüzleşme önerdin. Taş Kabuk Sessiz’deyse bu kez yerinden edilen insanların yaşadıklarını ve yaşayamadıklarını gözler önüne seriyorsun. Bu sergi diğer üretimlerinin arasında nasıl bir yerde duracak sence? 

Toplumsal mücadeleler pratiğimi etkiliyor. Sarmal bir durum söz konusu, hayatta dert ettiklerim üzerine çalışıyorum doğal olarak. “Taş Kabuk Sessiz”i güncel bir eko-sanat pratiği olarak değerlendirebiliriz. Ekolojik yıkımlar günümüz kapitalizminin işleyişinde can alıcı bir noktada duruyor. Dolayısıyla yıkımlara karşı verilen mücadeleleri demokratik taleplerden, emek mücadelesinden ya da etnik ayrımcılıklardan ayırmak mümkün değil. Az önce söylediğim gibi bölgedeki baraj meselesini insansızlaştırma, hafıza kıyım ve güvenlik politikaları çerçevesinde de ele almak gerekiyor. Bu sergi hepsinin ortasında duruyor bence.

 

 

Senin için diğerlerinden daha farklı bir yeri olan bir fotoğraf var mı sergide?

Bu çalışma bir seri olduğundan benim için farklı bir fotoğraf yok. Hepsinin ayrı hafızası var ama bütün içinde de anlamlılar. Hepsi bir taraftan biricik bir taraftan da bütünün bir parçası. 

 

Üretimi sırasında özellikle zorluk yaşadığın bir kare var mı?

Bütün süreç zorluydu. Su altında kalan bir ev, su yüzeyine çıkmış ayakkabı, ineğiyle birlikte yürüyen bir insan, bölgeye son kez bakanlar, ikinci kez defin için yapılan hazırlıklar, yıkanan halılar… Tüm bunları yıllarca kayıt altına almak zordu. 

 

Fotoğraflar bir yandan bölgenin haberini çarpıcı bir şekilde veriyor. Sence bu bir fotomuhabirlik sergisi de diyebilir miyiz?

Belki pek çok şey denebilir. Etnografik bir çalışma da denilebilir belki. Ama nihayetinde bu sergi bir güncel sanat sergisi. Sergiye dahil edil(e)meyen çokça görüntü de var. Ben serginin küratöryal sınırları kapsamında olan biteni bu şekilde yansıttım. Sosyo-politik bağları kuvvetli bir meseleyi estetik alanın araçlarını kullanarak tartışmaya açtım diyebilirim. 

 

Üretimlerin senin kişisel politik yolculuğunu nasıl etkiliyor?

Üretimlerim kişisel politik tercihlerimle şekilleniyor. İki alanı birbirinden ayırmam mümkün değil.  Dert edindiklerim yani politik yolculuğum sanatımı da içeriyor. Sanat aracılığıyla bu yolculuğu ifade ediyorum.

 

Küratör Ekmel Ertan, Barthes’ın punctum kavramından bahsederek öncesizlik ve sonrasızlığa dair bakışıyla Hasankeyf’in şimdiye dek -hiç- olup olmadığını ve/ya olmayacağını sorguluyor. Sen bu konuda nasıl düşünüyorsun? Fotoğrafların Hasankeyf’in belirsiz geleceğinde nasıl bir yer tutacaktır sence? 

Aslında Hasankeyf’in geleceği bir taraftan da belirlendi. Binlerce yıllık tarih, kültürel miras, yaşamsal izler silindi. Yok edilen her şeyin üzerine zorla başka bir yaşam kuruldu. Bundan sonra ne benim kayıt altına aldığım görüntüleri ne de ondan öncesini görebileceğiz. Bu yüzden şimdi ve geleceği birbirine bağlayan görüntüler olarak değerlendiriyorum bu fotoğrafları. Unutmaya karşı hatırlamayı ve hatırlatmayı canlı tutacak fotoğraflar diye düşünüyorum.

 

“Nasıl bir uygarlık istiyoruz? Bu sorunun cevabına verdiğimiz yanıt oldukça yaşamsal, bunu her an hatırlamak gerekiyor.”

 

Bu ‘uygarlaştırma’yı doğadan bağımsız düşünmek elbette imkansız. Doğa ve insan dikotomisi geçiyor metinlerinizde de. Bu ikilik ve -kapışma- gelecek endişesi ve korkusunun artmasına katkıda bulunuyor mu sence?

Ekolojik yıkımlar sanki insanlardan azade bir durummuş gibi lanse ediliyor. Hatta insanların yararına bir şeyler yapılıyormuş algısı yaratılıyor. Baraj yaptık, medeni bir şekilde elektrik üretilecek ya da başka bir bölgede altın arıyoruz bu iyi bir şey niye karşı çıkıyorsunuz ki diye düşünülüyor. Yılda şu kadar enerji üretilecek, toplam enerji üretimine bu kadar katkı sağlayacak diye konuşuluyor. Gayet teknokratik değerlendirmeler yapılıyor. Ama tarihin-kültürün-doğanın tahribatından ya da altın arama örneğinde olduğu gibi siyanürün toprağa verdiği zarardan, tarım ürünlerinin ve suyun zehirlenmesinden söz eden yok. Ekoloji mücadeleleri tam da bu ikilikleri aşmaya çalışan bir yerde konumlanıyor. Gelecek endişesi değil şimdinin şu anın endişesi bunlar. Bu süreç devam ederse zaten gelecekten de söz etmemiz mümkün olmayacak. Nasıl bir uygarlık istiyoruz? Bu sorunun cevabına verdiğimiz yanıt oldukça yaşamsal, bunu her an hatırlamak gerekiyor. 

 

Amerikalı fotoğrafçı Richard Avedon, “Tüm fotoğraflar doğru. Hiçbiri gerçek değil,” demiş. Sen de küratör Ekmel Ertan da gerçekliği bir kavram olarak sorguluyorsunuz belli ki. Taş Kabuk Sessiz’e nasıl yansıdı bu?

Richard Avedon’ın bu söylemini birkaç farklı açıdan ele alabiliriz. Fotoğraflar estetik-politik açıdan ya da var olanın belirli bir anda kayıt altına alınması açısından doğru kavramıyla ele alınabilir. Bununla birlikte kadraja girmeyenler/kadrajın dışında bırakılanlar ile ortamın manipüle edilmesi söz konusu olabilir.  Bu açıdan gerçeklik tartışmaya açılır. Bir başka mesele de kimin için doğru ve gerçek olduğu sorusudur. “Taş Kabuk Sessiz”de ele aldığım konunun içeriği, iktidarın yarattığı gerçekliğin sorgulanması açısından Avedon’ın gerçeklik tartışmasıyla bağ kurabilir.

 

Ateş Alpar’ın Taş Kabuk Sessiz sergisi 15 Temmuz’a kadar Merdiven Art Space‘te ziyaret edilebilir.

yazıyı oku

TAŞRA ÜÇLEMESİ CAZ PROJESİ ile SİNEMA ve MÜZİK ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ:

Röportaj: Burak Diken

 

Taşra Üçlemesi Caz Projesi, Altın Palmiye ödüllü yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın Taşra Üçlemesi olarak da bilinen ilk üç filmi Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak filmlerine doğaçlama caz besteleyen bir konser projesi. “Yürüyen Merdiven” grubundan tanıdığımız piyanist Yiğit Özatalay projenin besteciliğini üstlenirken, sanatçıya saksafonda Barış Ertürk, davulda  Mustafa Kemal Emirel eşlik ediyor. Kubilay Devrim Dikkaya’nın yapımcısı olduğu proje, Taşra Üçlemesi’nden seçilen 11 sahne üzerine caz parçaları besteliyor. Dünya prömiyeri 3. İzmir Uluslararası Film ve Müzik Festivali’nde tarihinde yapılan ve ikinci gösterimi Bodrum Caz Festivali’nde gerçekleşen Taşra Üçlemesi Caz Projesi, 30. İstanbul Caz Festivali kapsamında 13 Temmuz’da Kadıköy Sineması’nda sahne alacak. 

Projenin yapımcısı Kubilay Devrim Dikkaya ve grubun bestecisi piyanist Yiğit Özatalay ile projenin doğuşunu ve geleceğini konuştuk.

 

Hoşgeldiniz! Nasılsınız? Nasıl gidiyor?

Devrim: Selamlar, teşekkürler iyiyiz. 2 konser verdik şu zamana kadar bu projeyle ilgili çok güzel geçti. O yüzden çok keyifliyiz.

 

Bu geçirdiğiniz iki konseri de özellikle birisi prömiyer olduğu için tepkiler açısından merak ediyorum ama öncelikle biraz projenin doğuşuyla alakalı birkaç şey duymak isterim. Nasıl başladı? Nasıl böyle bir şeye atıldınız? 

Devrim: Şimdi ben bir Nuri Bilge Ceylan hayranıyım öncelikle. Yani bu proje öncesinde de Nuri Bilge Ceylan ile ilgili birtakım çalışmalar yaptım. Onunla ilgili birtakım sunumlar hazırladım ve güzel sanatlar fakülteleri gibi, sinema bölümü gibi yerlerde bunları sundum. Onun sinemasına ve fotoğrafçılığına dair her şeyi topluyorum. Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinde kullanılan metinler vardır, özellikle Anton Çehov’dan; bu metinlere sahibim, senaryolarına sahibim. Yani onunla ilgili her şeyi topluyorum, bir koleksiyoncuyum. Bir taraftan da böyle sanatsal düzeyi çok yüksek auteur yönetmenlerin hayranıyım zaten sinema dünyasında. İşte Andrey Tarkovski gibi, Federico Fellini gibi, Ingmar Bergman gibi… Nuri Bilge Ceylan da bunların ülkemizden en önemli temsilcisi. Andrey Tarkovski ile ilgili bir caz projesi var, Tarkovski Quartet diye bir topluluk. Tarkovski’den ilham alarak birtakım besteler üretirler ve onun sinemasından birtakım sahneleri de konserlerinde kullanırlar. Bu proje biraz bize ilham verdi ama biz bunu taklit etmedik, çok farklı bir şey yaptık. Biz özellikle Nuri Bilge Ceylan’ın ilk 3 filmine odaklandık. Bunlar “Taşra Üçlemesi” olarak kabul edilen Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak filmleri. Bu filmlerde ve daha sonrası diğer bütün filmlerinde Nuri Bilge Ceylan sadece çok değerli bestecilerin klasik müzik eserlerini kullanmıştır. Herhangi bir parça bestelenmemiştir. Biz şu soruyu sorduk: “Acaba caz kullansaydı bu filmlerde, yani bu üçlemede nasıl bir şey ortaya çıkardı?” Bu filmlerden birtakım sahneler seçtik. Toplamda 11 sahne ve bu sahneler üzerine de caz besteleri ürettik ve bunları da bu ürettiğimiz parçalardan da bir konser formatı ortaya çıkardık.

 

Geçtiğimiz Uluslararası İzmir Film ve Müzik Festivali’nde dünya prömiyeriniz gerçekleşti. Ardından da Bodrum Caz Festivali’nde sahne aldınız. Nasıl geçtiler? İzleyiciden, seyirciden nasıl tepkiler aldınız?

Devrim: İzmir’deki sahnemiz dünya prömiyeri olarak tanıtıldı. Biz böyle bir şey istememiştik ama bu da bizi çok mutlu etti tabii. Aslında Almanya’ya da gideceğimiz için de bir yandan doğru oldu.

Yiğit: Aldığımız ilk tepkiler çok olumluydu, iyi eleştiriler aldık. Projenin beğeni gördüğünü anladık. Çok değerli isimler de vardı, özellikle İzmir Film ve Müzik Festivali’nin açılışında. Elbette kendi aramızda ‘’daha iyi nasıl olabilir’’ diye hâlâ konuşuyoruz ama bulunduğumuz noktayı da oldukça pozitif buluyoruz.

Devrim: Özellikle İzmir’deki açılışa çok değerli sinema eleştirmenleri geldi. Zaten İzmir Film ve Müzik Festivali’ni Türkiye’nin en önde gelen film eleştirmeni Vecdi Sayar düzenliyor İzmir Büyükşehir Belediyesi’yle beraber. Kendisi Nuri Bilge Ceylan’ı yıllar önce, 1996’da Koza kısa filmiyle bizlere tanıtan bir sinema kişiliğidir. Sayar bir takım festivaller düzenliyor. Öncelikle kendisi bizim projemizi beğenip programa aldı ve bu bizim için zaten çok büyük bir aşamaydı. Festival jürisinde de Selin Okyay, Mehmet Açar, Pelin Batu, Vedat Sakman, Murat Meriç gibi hem müzik dünyasından hem de sinema dünyasından çok değerli isimler vardı. Hem sinema hem de müzik eleştirmenleri, müzisyenler bu açılışa geldi. Bizim için de büyük bir fırsat oldu onların bu konsere gelmesi. Bu sayede program sonrası onlardan birebir dönüş alma şansımız oldu. Kısacası eleştirmenlerden güzel değerlendirmeler aldık ve bu bizi çok mutlu etti. 

Bodrum’da da açık havadaydı sahnemiz. Çok rahattı, müzisyenler de çok rahat çaldılar. Kendilerini iyi hissettiklerini düşünüyorum açıkçası. Bodrum’da görsel sanatlar ve sinema dünyasından çok değerli sanatseverler vardı. Onlar da beğendiklerini ifade ettiler.

 

‘’O dönemin ilkel kurgu ve çekim imkanlarıyla yapılmasına rağmen ilk üç film hem bir amatörlük ve hem de bir büyük bir duygusal mücadeleyi de barındırıyordu. Bu anlamda cazla da çok örtüşük bir şeydi.’’

 

Nuri Bilge Ceylan’ın tüm filmografisi içinde Taşra Üçlemesi sizin için nasıl öne çıktı? Aslında düşününce bu proje diğer filmleriyle alakalı da yapılmayacak bir iş değildi. Diğer filmleri için düşündüğünüz oldu mu? Yoksa direkt Taşra Üçlemesi özelinde başlayıp ilerlediğiniz bir proje mi oldu bu başından beri?

Devrim: Ya çok güzel bir soru, ilk defa sorulan bir soru. Ben de şimdi 4 yıl önceyi hayal ediyorum gerçekten bu filmleri nasıl seçtik diye. O aşamada benim katkım biraz daha fazla oldu. Zaten bu üçlemenin ikinci filmi olan Mayıs Sıkıntısı hep aklımda vardı. Bir de İklimler’i düşünmüştüm, dördüncü uzun metraj filmi ve ilginçtir, muhteşem bir aşk hikâyesidir. Bu arada okuyucularımıza da öneririm İklimler’i izlemelerini. Aslında bahsettiğin gibi, bütün filmleri görsel açıdan ve imgesel açıdan çok yüksek. O yüzden herhangi birini alıp kullanabilirdik. Ama Nuri Bilge Ceylan, özellikle auteur yönetmenlerin özelliği budur, belli bir üslup yaratırlar bir edebiyatçı gibi ve bunun üzerinden yukarıya doğru bir ivme alarak giderler. Bu anlamda bu ilk 3 filmi de zaten her zaman için çok değerlidir bizler için. Bir taraftan hem o filmleri yeniden hatırlatmak istedik. Bu filmlerin görsel yanları da çok güçlüydü. O dönemin ilkel kurgu ve çekim imkanlarıyla yapılmasına rağmen hem bir amatörlük ve hem de bir büyük bir duygusal mücadeleyi de barındırıyordu. Bu anlamda cazla da çok örtüşük bir şeydi yani. Bizim tarafımızda da sonuçta tabii ki özellikle müzisyenlerimiz çok profesyonel insanlar. Ama bir taraftan da cazda her zaman için bir amatörlük, bireysel eforla bir şeyler yapma gibi bir çaba da vardır. Biz de bu 3 filmindeki bu çabayı kendimizle kendi içinde bulunduğumuz müzikteki yerimizle örtüştürdük. Ben profesyonel bir yapımcı değilim, öğretmenim açıkçası ama hem müzik yazarlığı yapıyorum hem de bu tür organizasyonlarla, yapım ve projelerle ilgileniyorum. O anlamda biz bu filmlerle biz çok örtüştük, her açıdan. O yüzden de bu bizim için iyi bir seçim oldu.

 

Bir dördüncü film ekleyecek olsanız peki? “Bu filme de müzik yapabilirdik” diyebileceğiniz filmi hangisi?

Devrim: İklimler filmi. Özellikle filmin giriş sahnesi ki ben bu sahneyi özellikle hayal etmiştim, İklimler’in pek çok sahnesi müthişti. 

Yiğit: Ben de bu arada çok seviyorum İklimler’i. Nuri Bilge Ceylan’ın en sevdiğim filmlerinden biri.

Devrim: Film için şöyle bir şey söyleyeyim, belki bu filmi de yaparız, ileride vesile olur. Cannes Film Festivali, 20 ya da 25. yıldönümü için Coen kardeşler’den Cannes ve sinema sevgisini anlatan bir kısa film siparişi etti. Coen kardeşler de İklimler’i bu kısa film içinde kullandı. Yönetmenlerin çok sevdiği bir filmdir yani. Yine bu kısa film Youtube’da vardır, öneririm.

 

‘’Nuri Bilge Ceylan filmlerini çekerken hiçbir zaman müziği düşünerek bu işi yapmıyor ama filmlerdeki o sahnelerinin imgesel dünyası ve doğaçlamayı da içeriyor.‘’

 

Tarkovski Quartet’tan bahsettiniz. Sizi sinema caz birlikteliğinde bu şekilde etkilemiş olan başka işler var mı?

Yiğit: Sinema ve caz birlikteliği konusunda uzman değilim ve bu konuda bildiklerim çok sınırlı. Sadece şundan bahsedebilirim, biz Yürüyen Merdiven olarak, yani davul piyano ikilisi olarak, sessiz filmlere cazla eşlik ederek müzik yaptığımız oldu. Bu tabii kendi deneyimimizden yola çıktığımız bir durumdu. Tarihte var olan, önceden yapılmış deneyimler olsa dahi bunu biz Yürüyen Merdiven’in karakterini koyarak üretmeye çalıştık. Beykoz Kundura’nın önayak olduğu 2 çalışma vardı bu tarzda: Son Adam ve Pandora’nın Kutusu filmleri. 1920’lerin sinema ürünleri oldukları için, cazın o şaşaalı dönemlerinin tarzını da çok taşıyan, onlarla örtüşebilecek filmlerdi. Ancak tabii caz ve sinema ilişkisi hani eminim ki çok daha eskiye gidiyor. Yani sadece biz değil, birçok müzisyen bununla ilgilenmiştir. Bir de sinema ve caz ilişkisiyle ilgili Miles Davis’in müziklerini yaptığı ve Türkiye’de de İdam Sehpası olarak gösterilen bir film var,  Jeannee Moreou’nun oynadığı. Onu da anmak lazım, çok güzel bir film. Miles Davis de o filmin müziğiyle bu konudaki en verimli işlerden birini üretmiştir.

Devrim: Aslında özellikle bu auteur yönetmenlerin sinemasıyla caz aslında çok uyumlu. Birbirlerine çok yakışıyorlar bence. O yüzden biz aslında çeşitli yerlerden ilham almadık. Çok örnek yok önümüzde. Ama zaten bu kendiliğinden de oluştu. Nuri Bilge Ceylan filmlerini çekerken hiçbir zaman müziği düşünerek bu işi yapmıyor ama filmlerindeki o sahnelerinin imgesel dünyası, doğaçlamayı da içeriyor. Nuri Bilge Ceylan, çekimler sırasında doğaçlamaya da önem verir. Yani ağaçtan düşen bir dal olsun, bir rüzgar olsun, bir kar sahnesinde kar kütlesinin aşağı inmesi gibi birtakım rastlantılar birbirine çok yakışıyor. Cazda da böyle bir şey var tabii ki. Anlık doğaçlama, sahnede o anda ortaya çıkan birtakım şeyler. Bunlar birbiriyle örtüştüğü için zaten çok kolay bir şekilde hız aldık. Kolay derken işimiz de çok kolay geçmedi tabii, 4 yıllık bir çabanın ürünü oldu. Kendimizi içinde hissettiğimiz bir proje.

 

‘’Taşra Üçlemesi’ndeki en düşsel, en imgesel, müzikle en uyumlu olabilecek sekansları seçtik.’’ 

 

Taşra Üçlemesi’nden 11 sahne üzerine müzik yaparken sahneleri de gösteriyorsunuz bir yandan. Bu sahneleri nasıl seçtiniz?

Yiğit: Bu konuda da Devrim konuşmalı. Zaten seçimleri o yaptı.

Devrim: Bu filmlerdeki en düşsel, en imgesel, müzikle en uyumlu olabilecek sekansları seçtik. Burada bir şeye çok dikkat ettik: diyaloglar çok uzun ve müzik oradayken karakterlerin ağızlarının hareket etmesi gibi uyumu bozan bir şeyi istemedik. Aslına bakarsanız, filmlerden sahneler kullandık ama o yüzden kendimiz de kurgu yapmış olduk. Kasaba’nın bir sahnesi ormanda başlayan iki kardeşin yolculuğunun hikâyesini anlatıyordu. Araya başka sahneler, başka sekanslar giriyordu. İşte Saffet’in olduğu ya da işte annenin babanın olduğu gibi. Biz o sahneleri çıkardık ve ya da çocukların birbirleriyle konuşmalarını attık. Diğer yandan, bu projede sahnede kullanılan sesleri de kullanıyoruz. Rüzgarın sesi, hayvanların seslerini, insanların seslerini kullanıyoruz. Bunlar müzikle bir arada. Müziğin bir parçası. Bu da zaten Yiğit’in bestelerinde, onun seçimleriyle oldu. Yani ben ben kendi adıma işte bu cümleler olsun demedim. Burada müzisyenleri özgür bıraktık. Bu anlamda evet sahneler sadece sözsüz değil; sözlerin olduğu sahneler de, bu konuşmaların olduğu sahneler de kısmen var. Ama bunlar çok minimal. Bir başka seçimimiz de size bahsettiğim gibi orada konuşmalar varken biz önünde çalmıyoruz hiçbir zaman. İzleyiciler oradaki konuşmayı merak edebilirler ve bir huzursuzluk olabilir diye. Bütün bu tercihlerimizden dolayı 11 saniye ortaya çıktı ortaya çıktı. Kasaba filminden 4, Mayıs Sıkıntısı’ndan 4 ve Uzak filminden de 3 sahne seçtik. Kendimizi 11 tane diye sınırlamadık. Uzak filmi, izleyen hatırlarlar, ilk iki filme göre daha fazla diyaloğun olduğu, düşsel sahnelerin daha az olduğu bir filmi barındırdığı için 3 tane bizim için yeterli oldu.

 

Bu projeyi benzer başka bir yönetmen için yapmak ister miydiniz? Hangi sinemacılar aklınıza geliyor? 

Devrim: Béla Tarr olabilir diye düşünüyorum. O da müthiş bir yönetmendir. Nuri Bilge Ceylan için filmlerinin uzunluğu hakkında eleştiri yapılır. “Çok uzun filmleri, 2 buçuk 3 saat.” denir ama Béla Tarr 7 buçuk, 8 saatlik filmleriyle en uzun filmleri barındırıyor filmografisinde. Açıkçası Türkiye’den pek aklıma gelmiyor kendi duruma ama Béla Tarr bence çok güzel olurdu.

 

‘’İstanbul Caz Festivali’nde yer almak bizim için bir eşikti.’’

 

İstanbul Caz Festivali için heyecanlı mısınız? Seyirciyi neler bekliyor, önceki sahnelerinize göre farklı bir şey görecekler mi?

Devrim: Kendi adıma İstanbul Caz Festivali’nde yer almak bizim için bir eşikti, o yüzden aşırı derecede mutluyuz. İKSV’ye ve Harun İzer’e çok teşekkür ediyoruz. İstanbul’da gerçekten bu projeyi bekleyen, Medyadan, cazseverlerden, sanatseverlerden, Nuri Bilge Ceylan hayranlarından pek çok kişi olduğunu da biliyoruz. Gerçekten güzel bir kitle heyecanla bu projeyi bekliyorlar. O yüzden aşırı derecede heyecanlıyız.

Yiğit: Devrim’e katılıyorum. Biz projenin üç müzisyeni olarak zaten İstanbul’da yaşıyoruz ve aslına bakarsanız tüm çevremiz de hemen hemen burada. Bu nedenle buradaki gösterimi çok önemsiyoruz. Devrim’in dediği gibi, zaten Harun İzer’le eski bir ilişkimiz var. Genç Caz zamanlarından müziğimizi tanıyor Yürüyen Merdiven olarak. Bu nedenle buradaki sanat çevresinin söyleyecekleri, onların izlenimleri bizim için çok değerli olacak. Elbette söylediğim gibi, İzmir ve Bodrum gösterimlerinden küçük farklar içerecektir kesinlikle. Çünkü bu bir performans, her seferinde farklı çıkacak. Ama şöyle de bir avantajımız var, ilk iki gösterimi atlattık ve şu anda çok daha deneyim sahibiyiz. Yani bu açıdan da aslında İstanbul performansı kendimizi daha rahat hissedeceğimiz bir performans olacak. 

 

‘’İstediğimiz şeylerden biri de, Taşra Üçlemesi Caz Projesi’ni taşrayla buluşturabilmek.’’

 

İstanbul Caz sonrası neler bekliyor sizi? 

Yiğit: Şu anda biz Yürüyen Merdiven olarak üçüncü stüdyo albümümüzü hazırlama aşamasındayız aslında. Albümün kayıtları iki sene önce yapıldı, ancak albümün yayınlanması için tanıtım ve prodüksiyon detayının hazırlığı içindeyiz aslında ve Ekim gibi, en azından bu yıl bitmeden Yürümek isimli üçüncü stüdyo albümünü yayınlamayı düşünüyoruz. Albüm dışında yine devrimin Devrim Dikkaya’nın koordinatörü olduğu başka bir projemiz de çok yakın zamanda başladı: Nâzım’a Caz Şarkıları. Şu an için bir konser projesi. Bunu çeşitli yerlerde sunduk, başta Cemal Reşit Rey ve Baba Sahne’de olmak üzere. Bu projenin konserleri de bir yandan devam ediyor. Ağustos’ta İzmir Bostanlı Açıkhava ve İstanbul Kalamış Yaz Festivali’nde olacağız. 

İstediğimiz şeylerden biri de, Taşra Üçlemesi Caz Projesi’ni taşrayla buluşturabilmek. Hatta Devrim’in çok güzel bir fikri vardı, bu filmlerin -özellikle ilk ikisinin- çekildiği kentte, Çanakkale’de bunun bir temsilini yapabilmek, o amatör oyunculara ulaşabilmek ya da onların olduğu çevrede, atmosferde bunu sunabilmek. Tabii ki sadece orası değil diğer yandan, birçok taşra kentine gidilse bence daha da anlamlı olacak. Çünkü zaten estetik açıdan filmlerde anlatılan o doğallık, o atmosfer. Anadolu… Bu projenin değeri bence biraz burada; yani taşra ve cazı da buluşturabilmek diye düşünüyorum. Elbette ne kadar insana ulaşabilirsek o kadar güzel olur. Yurt içinde ve yurt dışına.

Devrim: Açıkçası hâlâ düşünce aşamasında olan projeler var ve birtakım görüşmeler devam ediyor. Diğer yandan Ekim ayında projemiz Almanya’da sahne alacak Ama bizim için bir eşik de Fransa’da, Cannes’da olmak. Nuri Bilge Ceylan sinemasında Cannes’ın çok büyük bir önemi değeri var. Kendisinin de en önemsediği festivalin bu olduğunu düşünüyoruz. Zaten kısa filmlerinden beri tüm filmlerinin prömiyerini orada gerçekleştirmeye özen gösteriyor kendisi. Yurtdışındaki Nuri Bilge Ceylan takipçilerinin de bu projeye ilgi duyacağını ve merak edeceklerini düşünüyoruz açıkçası. Türkiye’deki sinema festivallerinde de yer almak istiyoruz. Birtakım görüşmelerimiz var bununla alakalı. Mutlaka olacaktır.

Taşra Üçlemesi Caz Projesi’nin 30. İstanbul Caz Festivali kapsamında 13 Temmuz 2023 Perşembe günü gerçekleşecek gösteriminin biletlerine bu linkten ulaşabilirsiniz. 

yazıyı oku

SİVRİ DİLLİ BİR İNGİLİZ: BAXTER DURY

Röportaj: Heja Bozyel

 

Bu röportajdan 1 hafta sonra “I Thought I Was Better Than You” adlı yeni albümünü çıkartan Baxter Dury, tüm İngiliz sarkazmını, kendini ifade ederken sözünü sakınmama hallerini ve mütevazılığını yeniden müziğe yatırmış. Rough Trade Records (Kalpler burada coşuyor) müzisyeni, bu albümde yine çok sevdiğimiz bir indie plak şirketi olan Heavenly ile çalışmış. Albüm, punk idollerinden olan babası Ian Dury’yi bir kez daha hatırlamamıza sebep olan lirikler ve genel olarak Baxter’ın bohem dünyasında kendi ile barışıklığının sonucu hip-hop ve groove tınılı “alternatif Brit pop” diye kategorilendirebileceğimiz (kategorilendirmeye mecbursak) 7 şarkıdan oluşuyor. Sohbetimizin sebebi ise albüm değil; PSM Loves Summer by %100 Müzik kapsamında 14 Haziran’da Zorlu PSM’de vereceği konseri. Karşınızda İngiliz bohemliğinin şarkılarını yazan Baxter Dury.

 

Selam Baxter! Londra’da hayat nasıl gidiyor?

Selam, her şey yolunda. Londra tahmin edilebilir bir şehir, büyük, tahmin edilebilir, saldırgan… Hayat da böyle devam ediyor.

 

Yeni şarkın “Celebrate Me” şahane. Yine şaşırtıcı bir şarkı. Dinlerken Londra’daki gençliğimi hatırladım. Gece hayatındaki farklı insanları izliyormuşum gibi bir his verdi…

Teşekkür ederim. Gerçekten de Londra’dan, Londralı bir şarkı bu.

 

 

Hem şarkının hem de videosunun arkasındaki hikaye nedir?

Narsisizmle, herkesin sınıf ve kimlik takıntısıyla ilgili. Sahte hayatlar, göstermelik işler… Oldukça soyut bir şekilde, bu noktalara girip çıkıyor. Video, yönetmenin şarkıya dair kendi yorumu. Ben de oldukça beğendim aslında. Benim yaptığım işin bir duygusunu alıp başka bir soyut yolculuğa dönüştürüyor, 14. yüzyıl tablolarından esinleniyor ama arkasındaki hikayeyi yönetmene sorman lazım.

 

Video senaryosuna hiç dahil olmadın mı?

Neyse ki çok dahil olmadım ve bu sayede daha iyi bir iş oldu! Ben sadece oyunculuk yaptım.

 

“Sanatçı olmanın en iyi yanı, sanatını bundan hayatını kazanabileceğin hale getirebilmek.”

 

Uzun zamandır müzik sektöründesin ki zaten ailen nedeniyle müziğin içine doğdun. Şu an, bu yaşında müziğe dair geçmişten farklı hislerin, düşüncelerin var mı?

Hayır, hiç farklı hissetmiyorum, sanırım çok anlık kalmaya çalışıyorum. Eski duygularımı bugüne taşımamaya çalışıyorum. On dakikalık döngülerde yaşıyorum ve ötesinde geçmişi veya geleceği düşünmemeye çalışıyorum, yani şu an yaptığım şey bu. Çok temel bir varoluş şekli.

 

Peki gençken farklı kariyer planların oldu mu?

Çok fazla. Sürekli olarak, hâlâ da, her şeyin mümkün olduğunu düşünüyorum ve hayaller kuruyorum. Sinemayla çok ilgileniyordum, sanırım gerçekten var olabileceğimi düşündüğüm yer orasıydı, ama filmde başarılı olmak için oldukça akademik olmanız gerekli. Belli kurallara uymalı, insanlarla uyumlu çalışmalısınız. Müzikte olduğunuz kadar kendinizi insanlardan sıyıramazsınız. Müzikte istediğin kadar saçmalayabilirsin, ama sinemada yatırımcılara güvenilecek biri olduğunuzu kanıtlamanız gerekiyor. Ne demek istediğimi anlıyor musunuz?

 

Evet. Kesinlikle.

Yani sinema sektöründe bu kişiliğimle var olamazdım. Fazla sivri ve asi kalırdım, bu yüzden müziğe girdim.

 

 

Peki müziğe ilk başladığında, çok başarılı bir müzisyenin oğlu olmak zorladı mı? Babandan daha fazla başarmak zorunda hissettin mi kendini veya bir noktada müzikal anlamda ondan farklılaşma ihtiyacı duydun mu?

Yani, çok fazla ölçersen, asla tatmin olmayan acı verici bir döngüye girersin. Bazı şeyleri kabul etmek gerekli ve herkesin oyununun farklı olduğunu da kabul etmelisin. Farklı kişi, farklı oyun. Müzik yapmak bunlar olmasa da çok zor zaten. Her şeyini ortaya koyuyorsun. Babamın müzisyen olması tuhaf bir durum aslında. Yani, her zamankarşıma çıkacak, etrafımda olacak bir durum. En baştan bunu kabullenmeli ama aynı zamanda yok saymalısın. Pozitif bir miras bırakmak istiyorsan başka seçenek yok. Yarışmanın bir anlamı yok çünkü kendinle yarışıyormuşsun gibi bir durum oluyor. Gençken bu kadar mantıklı olmak zor oluyor tabii…

 

Aslında bu konuda saatlerce konuşulur ama konumuz şarkıların. Şarkı sözlerindeki kara mizaha, alaycılığa ve hepsinin içinde hüzün barındırmasına bayılıyorum. Bunun sırrı İngiliz olmak mı?

Bir bakıma evet, sanırım İngiliz tuhaflığı bu. Tüm işlerimde var. Bir çeşit garip bir kişilik krizi, çok belirgin şekilde İngilizlik bu. Kendine güvenen ve aynı zamanda çok kırılgan… İlginç bir şekilde hem kendimizden çok eminiz hem de kendimizi çok eleştiriyoruz. Kendini güvenli hissetmek için kendinden emin olman gerekiyor ama bunu sadece birka ulus eğlenceli hale getirebilmiş. Onlardan biri de biz ingilizler. Müziğe, sanata çok alan açıyoruz bu yüzden de çok sanatçı var ama oyuncu, müzisyen, sanatçı olduğun zaman daha çok kırılmaya açık oluyorsun çünkü kişiliğini ortaya koyuyorsun her şeyden önce. Bunun için de ifade gücünün iyi olması gerekli. Ve güvende hissetmelisin. Çok garip bir ülkeyiz aslında. Geleneklerimize bağlı ama bunları da yeniden yapılandırmaya çalışan… Bu da her şeyi etkiliyor. Sanırım ben de bu açıdan çok İngilizvari işler yapıyorum.

 

Peki tüm bunlara rağmen sanatçı olmanın, duygularını insanlarla paylaşabilmenin en tatmin edici yanı ne?

Sanatçı olmanın en iyi yanı, sanatını bundan hayatını kazanabileceğin hale getirebilmek. Eğer sadece yapmak için sanat yaparsan ve kendini kaptırırsan bunun altında ezilebilirsin. Pratik ve sanatsal bir “iş” haline getirdiğin zaman hayatta kalabilirsin. Çünkü günün sonunda bundan para kazanman, yaptığını uygulanabilir ve dinlenebilir hale getirmen gerekiyor. İçinden gelen yaratıcılığı kontrol altına alman lazım yoksa seni yutabilir, Ikarus gibi. Eğer çok fazla uğraşman gerekiyorsa buna değmez. Onun yerine yat, uyu, yürüyüşe çık, lahana yetiştir, bahçecilik yap… Yaptığın işin keyifli olması gerekli. Sadece iş olmamalı ama sadece kendini adadığın, kaybettiğin bir şey de olmamalı…

 

Sahnede canlı söylemekten özellikle zevk aldığın şarkılar var mı?

Seyirci ile bağ kurmanı sağlayan şarkıların hepsi. Eğlenceli şarkılar genelde. Çünkü en iyi enerjiyi verip onu seyirciden geri alıp içine girersiniz ve bir an için çok özel biri olduğunuza inanırsınız. Bu çok özel bir his. “Wow, harikayım, ne olursa olsun artık” dediğin, büyük hislerin coştuğu anlar vardır ya, işte öyle… Bütün grubu omzunda taşıdığını hissettiğin, tüm seyircilerle birlikte söylediğin… En sevdiğim ve sanırım tüm müzisyenlerin en sevdiği anlar bunlar ve bunları yaratan şarkılar.

 

Bundan sonra neler yapmak istiyorsun?

Devam etmek, daha fazla insanla tanışmak, daha fazla şarkı yazmak, daha iyi müzik yapmak, daha iyi şarkılar yazmak, daha fazla insanı memnun etmek…

 

Baxter Dury 14 Haziran’da Zorlu PSM’de. Biletler burada.

yazıyı oku

KALIPLARA SIĞAMAYAN BİR GRUP: AGAR AGAR

Röportaj: İdil Meşe

Fotoğraf: Emirkan Corut

Fransa’nın sevilen elektro-pop ikilisi Agar Agar ile IKSV Salon konserleri öncesi kuliste buluştuk. Solist Clara Cappagli bulunduğu her ortamın ötesine taşan karizması ile karşımızdaydı. Agar Agar’ın diğer yarısı Armand Bultheel ve Clara, Türkiye’deki hayran kitlesi karşısında şaşkın ama keyifliler. İkili ile yakında yayınlanacak albümlerinden, bu albüm için tasarladıkları video oyunundan, oyunu seyircileriyle paylaştıkları Play Test turnesinden ve gelecek projelerinden bahsettik.

 

İlk gününüz nasıl geçti. Türkiye’deki dinleyicileriniz sizin için deliriyor, belki farketmişsinizdir.

Armand: Evet farkettik. Böylesine coşkulu ve güzel bir kitleyi görmek çok sevindirici. Burada olduğumuz için çok mutluyuz ve onur duyuyoruz.

Clara: Normalde konserlerimizde şarkılarımızın sözlerine eşlik eden pek olmaz. Burada inanamıyorum, herkes söylüyor. Bu çok, nasıl desem…

Armand: Dokunaklı! Ve İstanbul’da tanıştığımız insanları da çok seviyoruz. Burada müziğimize ne kadar talep olduğunu görmek doğrusu hep bir sürpriz oluyor ve buna bayılıyoruz. 

Clara: Bu sahiden bizim için tam bir gizem; bu kadar çok sevilmemiz. Tam olarak sebebini anlamış değiliz ama çok mutluyuz. 

 

 

Play Test turu fikriniz nasıl ortaya çıktı? Bir albüme dair kapsamlı bir bilgisayar oyunu yapmak ve bunu bir tura dönüştürmek, sıra dışı bir yaklaşım. 

Armand: Aslında ana fikrimiz, müziğimizin etrafında etkileşimli bir görsel içerik üretmekti. Jonathan ile seneler önce sanat okulunda tanıştığımızda, müziğimize bağlı bir video oyunu yapma fikrimiz vardı. Aslında bu birliktelik seneler önce başladı ve Jonathan seneler içinde kendi kendine bir bilgisayar oyunu yaptı. Bu çılgınca bir şey.

 

 

Vay canına. Kaç sene önce tasarlamaya başladın Jonathan? 

Jonathan: Beş sene önce başladım.

 

O zaman bu albümden çok daha önce?

Armand: Evet. 

Clara: Oyunda karakterler var ve her karakterin bir şarkısı var. 

 

 

Bu inanılmaz. Görselleriniz müziğiniz kadar dikkat çekici. Müziğiniz için görsel fikirleri nasıl buluyorsunuz ve birlikte çalışacağınız insanları neye göre seçiyorsunuz? 

Armand: Sanırım bu birlikte çalıştığımız insanlara bağlı çünkü onlara çalıştığı şeyler üzerinde daha fazla özgürlük vermek istiyoruz. Yani aslında sanatsal bir bağ kurabildiğimiz insanlarla birlikte çalışmak ve onların kendini ifade etmesi bizim için daha önemli.

Clara: Evet, başından sonuna her şeyi seçiyoruz ve görsel olarak bize hitap eden bir şey bulmak çok önemli. Bu projenin başından beri her zaman birlikte çalışmayı seveceğimiz insanlar bulmaya gayret ettik. Birine gidip şunu yap, bunu yap demek istemiyoruz çünkü bizim için yaratıcı bir iş birliği daha önemli. 

Armand: Tabii, bizim de kattığımız fikirler oluyor ya da projeye uygun görmediğimiz şeyleri ifade ediyoruz. Detayları ve ana konsepti konuşuyoruz ve sonrasında özgür bırakmayı tercih ediyoruz. 

 

 

View this post on Instagram

 

A post shared by @agaragarmusic

 

Konserinizde oyununuzu göstermek zor olmuyor mu? Bu tur nasıl işliyor?

Armand: Çok yorgun bir haldeyiz.

 

Nasıl mekanları seçiyorsunuz? İki ayrı sahnesi ya da bölmesi olan yerler mi? 

Armand: Aslında hayır. Mekanlara yapmak istediğimiz şeyi anlatmak çok ama çok zor çünkü yapmaya alışık oldukları bir şey değil. Hatta belki de hiç yapmadıkları bir şey. Onun için hep farklı oluyor ve adapte etmemiz gerekiyor. 

Clara: Ama bir yandan tipik bir konser olmaması da güzel. Çünkü mekanlar hep aynı geleneksel şeyleri ellerindeki sistemle yapıyorlar. Biraz bu dogmayı yıkan bir şey oluyor, farklı bir bakış açısı. 

Armand: Ama çok yorucu.

Clara: Epey yorucu.

Armand: Evet, sahiden. Ama genelde her şey profesyonelce yürüyor. Tabii, Jonathan’a teşekkür etmek lazım. Birçok şeyi hallediyor. Bilgisayarları getiriyor, kuruyor…

 

 

 

Bilgisayarlarla mı seyahat ediyorsunuz?

Clara: Bu sefer değil.

Armand: Evet Salon’da gerek olmadı çünkü her şey varmış. Jonathan oyunları yüklüyor. 

 

 

 

Konserlerin geleceği hakkında öngörüleriniz nedir? Tahmin edebileceğiniz ve içinde bulunmayı isteyeceğiniz en çılgın konser ne olurdu? 

Armand: Sanırım bir konser ile tiyatro arası bir şov tasarlamak isterdik. Belki tam tiyatro değil ama…

Clara: Belki etkileşimli…

Armand: Evet, etkileşimli bir gösteri çok iyi olurdu. Yenilikçi bir kurgu düşünüyoruz ama bunun hakkında konuşmak için çok erken.

Clara: Genel olarak çok güçlü bir atmosfer oluşturmayı istiyoruz sahne tasarımları ile. Herkesi sahnenin içine çekebilmeyi istiyoruz. 

Armand: Hikayeyi sadece anlatmak değil, göstermek de istiyoruz. Sadece müziği taşıyan bir şey değil, ilham verici ve yenilikçi bir bakı açısı.

 

Henüz konser vermediğiniz ama verseydiniz sizi çok heyecanlandıracak bir ülke var mı? 

Clara: Japonya! Bu hayalimiz. Tanıdığımız kimse yok ne yazık ki, bağlantımız olacak. Ama tabii bu tip konserleri yapmanın zorluğu var. Mesela iki yıl önce Amerika’da çaldık ve inanılmaz bir deneyimdi ama çok pahalıydı tabii. Gerçekten elinizde sadece yaşadığınız deneyim kalıyor. Stratejik olmak gerekiyor. Çünkü bunu yapsak mı dediğimizde para kaybediyoruz, hem de çok.

Armand: Ama bazen de tamamen buna değiyor. 

Clara: Haklısın.

 

Türkiye’den sevdiğiniz gruplar var mı? 

Clara: Çok hakim değilim. 

Armand: Türkiye’de yaşamıyorlar ama Altın Gün var. Avrupa’da çok popülerler. Daha çok grup tanımayı isteriz.

 

Yakın gelecek de Agar Agar hayranlarını neler bekliyor? 

Armand: Evet, birçok şey var. Oyun var. Ama albüme kadar yayınlanmayacak.

Clara: Evet çok uzun bir süreç.

Armand: Albümden sonra yayınlanacak ama müthiş bir şey olacak. Uzun bir iş ama tam hayranlarımızı heyecanlandıracak bir şey. Enerjisi çok büyük olacak bu işin. 

Clara: Yani evet, bir de tur var ve baya delilik. Albüm çıkınca çok uzunca bir süre turda olacağız ve büyük şovlar çalacağız. Sahnede de etkileşimli birçok öğe olacak. 

Armand: Bu işi düzgün halledebilirsek.

Clara: Evet, iyi çalışırsak.

 

Her şarkının bir videosu olacak mı? 

Armand: Sadece video olmayacak, çok daha fazlası.

Clara: Tam bir kreşendo olacak. Ve çok interaktif.

Armand: Dekorun da etkileyici olacağını düşünüyoruz.

 

Sahiden çok heyecan verici. Bizimle paylaştığınız için çok teşekkürler. 

Clara: Biz teşekkür ederiz.

 

 

yazıyı oku