ASENA KOLAŞIN’LA FİLMDEN MÜZİĞE YARATICI BİR SERÜVEN

Röportaj: Mina Aslan

Fotoğraf: Can Görkem

Gökova’da gecemizi minimal beatlerle renklendiren Asena’yla New York ve İstanbul’dan, kaos ve dinginlikten, ilhamdan ve aşktan konuştuk. İçinde tüten yaratma arzuyla sinemadan müziğe, İstanbul’dan Akyaka’ya göçen Asena bize Gökova’da kurdukları kuir dayanışma ağından, saklanmadan yaşayabilmenin mutluluğundan, soba etrafında dostlarla yapılan müziğin keyfinden ve kışın körfeze inen ilham perilerinden bahsediyor.

 

Asena selam, Gökova’daki etkinliklerde yer alan bazı diğer sanatçılar gibi sen de oranın yerlisi ve oradaki müzik ve sanatsal üretim camiasının bir parçasısın. Akyaka’ya gitmene vesile olan şey neydi? Gökova’yı senin için özel kılan nedir?

Aslında şöyle, eskiden sinema sektöründeydim. 18 yaşından beri sinema işlerinin prodüksiyon ve yapım tarafında görev alıyordum, Böcek Yapım’da çalışıyordum. Darbe gibi bir şey olduktan sonra Alper’le Sinem, Dane’nin sahipleri, onlar buraya yerleşmişlerdi. Bir sinema filmi çekimi için gelmişlerdi buraya, o sırada tam darbe oldu ve bütün işler, projeler iptal oldu vesaire. Ben de zaten 18 yaşından beri bu işi yaptığım için birazcık sıkışık hissediyordum kendimi, özel hayatım da hiç iyi gitmiyordu. Bir şekilde kendimi onların kollarına attım, Alper ve Sinem sağ olsunlar kucak açtılar bana. Bu sırada tabii prodüksiyon yaparken de küçük küçük partilerde çalıyordum, müzikle uğraşıyordum. DJ’lik yapıyordum ama profesyonel anlamda hiç öyle bir etkileşim olmadı. Onlar beni buraya çağırdıklarında “Hiç olmadı DJ olursun” dediler, tamam dedim. Altı senedir burada yaşıyorum, buraya geldim ve şimdi altı senedir de DJ’lik yapıyorum. Onlar kucak açtılar bana, Gökova’ya daha önceleri yazın tatil için geliyordum ve hayran kalıyordum buranın iklimine, havasına, suyuna… Ve özellikle kışları daha güzel geçiyor, yazlardansa kışları daha çok tercih ediyoruz. Sanki ilham perileri böyle iniyor gibi körfezin üzerine. O yüzden burayı seçtim, burada olmaktan da mutluyum. Altı sene oldu, güzel geçiyor. 

 

Sevindim. New York’ta film okuduğunu duydum ve filmden taze mezun biri olarak epey ilgimi çekti. İşin yapım kısmında da epey çalışmışsın anladığım kadarıyla. Sanatsal üretim serüvenin orada mı başladı? 

Tabii, yani hâlâ daha mesela video kısmıyla ilişkimi kesmedim. Almanya’da yapılan büyük bir festival var,  VOOV Festival diye, psychedelic bir festival. Oranın video işlerini ben yapıyorum. Tabii orada da müzikle videoyu birleştirdik birazcık, o güzel oldu. Hâlâ montaj yapıyorum, küçük çaplı da olsa. Dediğin gibi, üretmek ve bir şeylerin geldiği halini görmek benim için çok önemli. O yüzden de DJ’lik çok güzel bir şey; insanları eğlendirmek, insanlara bir şekilde parçalarla ulaşabilmek ve kendini ifade edebilmek… Neden kendi parçalarımla olmasın dedim ve geçen kış piyano derslerine başladım, onun üzerine bir de prodüksiyon dersleri almaya başladım. Şimdi muhtemelen eylül sonuna doğru bir albüm çıkarmayı düşünüyorum. Küçük EP daha doğrusu, onun heyecanı da var üzerimde. Duramıyorum yani, üretmek benim için çok önemli bir şey. Burada kışlar da boş geçerse birazcık depresyona sürükleyebiliyor insanı. O yüzden ben daha çok bunun üretim tarafındayım; yazları daha çok dışarıda olup bir yerlerde çalıyorum ama kışın da kapanıp üretim kısmına odaklanıyorum. Prodüksiyonun ve filmin benim bu şekilde devam etmemde çok büyük bir rolü olduğunu düşünüyorum. Film de çok zor bir süreç tabii, yani geçenlerde mesela üç gün üst üste set çaldım. Gündüz başka bir yerde, gece başka bir yerde, after için başka bir yerde. İnsanlar bunu nasıl yapabildiğimi, bu enerjinin nereden geldiğini sorduklarında “Ben eski prodüksiyoncuyum” dedim. Bizim için çok normal bu tür şeyler, çünkü sabahlara kadar sette olup bir saat uykuyla ertesi günün programına koşuşturmak benim zaten kanımda var, onu yapabiliyorum yani. İnsanlar o konuda şaşırmıştı ama benim için kolay oluyor.

 

Film sektörüne insanlar genelde işin yaratıcı tarafından heyecan duydukları için giriyorlar ama sektöre kayınca işin koşuşturmacası biraz kreatif taraftan çekip alıyor insanı, sanki müzik yeniden üretmek ve o yaratıcı kısma bağlanmak için yeni bir sayfa olmuş gibi… 

Evet, benim için büyük bir fırsat oldu kendimi ifade edebilmem açısından. Çünkü müzik dünyası birazcık daha naif diyebilirim. Sinema sektörü biraz daha katı, herkesin çalıştığı isimler genelde belli oluyor ve oraya gelebilmen için büyük bir hiyerarşiden geçmen gerekiyor. O, sektörün de vermiş olduğu değişik bir şey. Ama ben çok iyi insanlar tanıdım, çok iyi oyuncularla çalıştım, çok iyi yönetmenlerle çalıştım ve bana şu anki yaşamımda kattığı çok önemli değerler var. Dolayısıyla şu dönemde müzik yaparken daha olgun ve ayakları yere basan bir yerdeyim. Çünkü zamanında gerçekten o şaşaalı dünyanın içindeydim. Tabii, şu anda da içindeyim ama onun için bir çaba sarf etmiyorum. O zaten geliyor, beni buluyor bir şekilde. Bu ayaklarımın yere basması da işte, film sektöründen geliyor. Hiçbir şekilde kızgın değilim tabii ki, hiçbir şekilde pişmanlık da duymuyorum. Bana çok şey öğrettiğini düşünüyorum, ki şu anda müzik yaparken bile prodüksiyonun bana vermiş olduğu deneyimlerle ilerliyorum bu yolculuğuma da. Ama benim için müzik hep vardı, küçüklüğümden beri vardı ve bir şekilde ilerleyemedi çünkü para kazanma kaygıları, vesaire… O sanatsal üretimin içinde tıkıyor insanın sanatsal açılımını, para kazanma güdüsü. Ama birazcık daha iyi bir noktaya gelince müzik önüme çıktı ve “Beraber bu yolda yürüyelim mi?” dedi “Yürüyelim” dedim ve buraya taşınamla beraber o süreçle beraber müzikle birlikte ilerliyoruz yolculuğumuza… 

 

Gökova’da Biraradayız isimli bir topluluk kurmuşsunuz, biraz bundan bahsedebilir misin? Bu atılım nasıl ortaya çıktı?

Biraradayız aslında bir Pride etkinliği. Buraya ilk geldiğimde çok fazla queer arkadaşlarımız yoktu ama ben çok açık yaşıyordum kimliğimi. Herkesin bunun farkında olmasını da istiyordum açıkçası, gözlerine de sokmak istiyordum ama sonra fark ettim ki buradaki yerel halkın hiç konuyla ilgisi bile yok. Hani biz pankartlarımızı alıp burada yürüyüşe çıkmak istesek, Ahmet abi veya Mehmet abi bize; “Biz size ne yaptık ki bizi şu anda protesto ediyorsunuz? Ben seni zaten böyle kabul ediyordum Asena” derler diye düşündük. Duygu’yla Selçuk sağ olsunlar geldiler iki sene önce dediler ki; “Biz bir Pride etkinliği yapmak istiyoruz, biz de queeriz, kutlamak istiyoruz, ne dersiniz” falan. Ben de “Harika olur” dedim. “Bunun protesto kısmına girmeden nasıl eğlenebiliriz, bir arada nasıl olabiliriz bunları konuşalım” dedim ve hani protesto etmeden de varlığımızı sürdürebiliriz diye düşündük. Tabii ki de protesto etmek gerekiyor ama onun platformlarının farklı yerlerde olduğunu düşündük. Bizim daha çok bunun hani bir arada olmak, beraber vakit geçirmek, daha “Nasıl kreatif anlamda çözümler getirebiliriz? Arkadaşlarımızın yaşadığı sorunlarla ilgili ya da bizim yaşadığımız sorunlarla ilgili bunu protesto etmeden nasıl çözümler üretebiliriz?” diye bir araya toplandık ve iki senedir bunu gerçekleştiriyoruz. Sağ olsun buradaki yerel yönetim de bizim arkamızda, onlar olmasa da bunları gerçekleştiremezdik. Çok şükür ki bu sene de gerçekleştirdik ve çok mutluyuz. Çok tatlı, çok sevdiğimiz arkadaşlarımız bize destek oldu; bu sene de onlar geldiler, onları ağırladık. Umarım üçüncüsü de o kadar coşkulu ve güzel geçer.

 

 

Müzik hayatında da soundunun daha minimale aktığı bir süreçtesin sanırım. Bu devinim halinden bahsedebilir misin?

Yani müzikte çeşitliliğe daha çok evrilmeye çalıştım. Çeşitlilik derken de minimal soundun içerisindeki çeşitlilikten yana oldum. Yani minimal bir alt yapının üstüne istediğiniz Afro veya işte Caz, Cumbia, Zumba, istediğin her şeyi atabiliyorsun ve minimal beat o hissiyatı verebiliyor. Onu deneyimledim, o yüzden minimale döndüm. Çünkü Afro yapmak istiyorsun, Afro’da sınırlı kalıyorsun. “Ben şu anda Deep House yapacağım” deyip House’ta sınırlı kalıyorsun. Bir şekilde sınırlayıcı oluyor janrlar; ama minimalde altyapının üzerine ne koyarsan koy bir şekilde sana istediğin şeyi veriyor. Bu benim için çok önemliydi, onu keşfetmek ve şu anda minimal yaşamla minimal müziği eşleyebildim sonunda. Tabii benim hayatım sürekli gece hayatı olarak geçmiyor. Burada özellikle geceyarısına kadar bir sınırımız var müzikle ilgili; her yerde 01.00 iken Akyaka’da 00.00; çünkü burası slow city olarak seçilmiş. Ben de hayatımı ona göre kurdum. Sabahları kalkıp yogamı yapıyorum, meditasyonumu yapıyorum ve sürece öyle başlıyorum. Okuduğum kitaplar ve aldığım öneriler bana iyi bir sanatçı olmanın önce iyi bir karakter olmaktan geçtiğini söylüyor; benim için de öyle; öncelikle iyi bir insan olmak, iyi bir karakter olmak, daha sonra iyi bir müzisyen olmak geliyor. Ama görüyorum yani, günümüzde herkes iyi müzik ve daha çok kendini gösterme çabasında ama birazcık daha iç dünyaya dönmek gerekiyor diye düşünüyorum. Çünkü ne kadar iyi müzisyen olursan ol davranışın bozuksa benim için orada sular duruyor açıkçası. O yüzden buraya taşınmak da öyle bir şey. Yani tabii ki de iyi şeyler yapmak istiyorum, duyulmak istiyorum, müziğimin duyulmasını istiyorum ama bunu yapmak için eskisi gibi maske takmama gerek kalmadığını düşünüyorum. Buraya gelen bir insan bazı maskelerini bırakmıştır geldiği yerde ve burada yeni bir doğuş, doğayla iç içe… Burada maske takamıyorsun zaten; çünkü doğa onu kabul etmiyor, uymuyor yani. Şehirdeki o gülümseme hali varken burada kızgınsan da kızgınlığını belli ediyorsun, gülümsüyorsan gülümsediğini belli ediyorsun… Burada duygular çok açık ve açık kalmadığında zaten seni kabul etmiyor buradaki toprak, buradaki yapı. O yüzden burada daha doğal olmaya çalışıyorsun. Zaten doğallığını da ister istemez doğayla birlikte buluyorsun.

 

İstanbul ve New York gibi kaotikliği ve kozmopolitliğiyle bilinen kentlerden Gökova’ya geçmenin bu değişimde bir etkisi oldu mu?

Evet, oldu. New York çok kaotik bir şehirdi ama çok şey öğretti tabii ki de. Yani, bayağı 25 yaşlarımı orada geçirdim ve benim için çok büyük bir deneyim oldu. İstanbul da öyle, İstanbul’da da büyük deneyim yaşadım. Ama mesela geçenlerde şunu fark ettim: Ben aslında şehirden kaçmıyorum, yani şehir yapısından da kaçmıyorum. Sadece şehirde sevdiğim bazı şeyler… Ben yürümeyi çok seviyorum, doğayla iç içe olmayı çok seviyorum; aslında biz şehir sevmiyor değiliz, İstanbul’u sevmiyoruz sanırım artık. Yani çünkü yürüyecek alan yok, kendine oluşturabileceğin özel bir alanın olmuyor, kişisel alanına çok giriliyor… Birazcık onlardan kaçtık sanırım. Yoksa ne bileyim, Berlin sokaklarında dolaşmayı çok seviyorum, yani orada yürüyebilirim. Ama işte dediğim gibi bu İstanbul’un da aldığı çeşitli yerlerden göçlerle artık yüzler çok değişti, özellikle Cihangir’de, o yüzler değiştikçe kendine yer bulamamaya başladın, işte bu darbe sürecinde Tophane’deki halkın kalkıp “Bütün lezbiyenleri, bütün gayleri öldüreceğiz biz” diye kapılarımıza dayanması, onların o darbe girişimiyle aldığı gazla daha da kaotik bir sürece sokmaları… “Böyle bir şehirde yaşamak istiyor muyum? diye sordum kendime ve cevap “Hayır” geldi ve günün sonunda beni buraya getirdi. Ama New York ve İstanbul, tabii bu kaotik şehirler, bir şekilde yormuş beni demek ki. Burada hâlâ köklenmeye çalışıyorum ve burası bana çok iyi geliyor. Yani hâlâ daha dinlenme sürecinde olduğumu düşünüyorum. Evet, iyi geldi; Gökova çok iyi geldi. Bir kere alan var, ovadasın, körfezdesin, istediğin yerden denize girebiliyorsun. Daha açık açık yaşıyorsun ve olanı olduğu gibi kabul edebiliyorsun burada; çünkü sıkışıklık hissi çok yok. İşte ne bileyim, bir şey beklemek için trafiğe girmek zorunda değilsin, yemek almak için sıraya girmek zorunda değilsin, yerel halkla burada -köylü diyoruz ama biz de aslında köylüyüz-olan sohbet, onlardan yeni yeni şeyler öğrenmek, bir bitkinin hikayesini öğrenmek, toprakla ilgilenmek… Bunlar insanı yaşamda tutan şeyler ve yaşam sevincini yeniden parlattıran şeyler olduğunu düşünüyorum.

 

Bir de orada bir topluluğumuz var anladığım kadarıyla birlikte ürettiğiniz birazcık böyle o oradaki dinamikten bahsedebilir misin?

Yani bizde çok jam session oluyor, herkes çünkü bir şey çalıyor burada. Mesela çok iyi korna çalan arkadaşımız var, Manolya. Kendisi Muğla Devlet Orkestrası’nda çalıyor. Çok iyi perküsyon çalanlar var. Onlarla bir araya gelip bazı geceler hem bunları kaydediyoruz hem de eğleniyoruz. Üretim süreci işte dediğim gibi sadece yazın birazcık sekteye uğruyor ama kışın mutlaka haftada bir-iki “Hadi bir araya gelelim, bir şeyler çalalım, eğlenelim, üretelim” muhakkak yaşanıyor. Bakalım bir, sanırım öyle live session’lara da başlayacağız burada diye düşünüyorum.

 

Bir yeri yuva yapan şeylerden biri bu. Turist sezonunun heyecanı, koşuşturmacası bitince kışın ortasında da olsa buluşup bir şeyler yapabileceğin bir insan grubu…

Tabii, çünkü bizim ısınma aracımız soba; sobanın olduğu yerde ateş yandığı sürece perküsyon aletlerimiz çok iyi ısınıyor. O yüzden muhakkak herkes eline bir şey alıyor ve bir şeyler ortaya çıkıyor. Tabii o yani bir session bittiği zaman ne çıktığının önemi de yok. Herkese “Oh be” diye bir rahatlama geliyor, “İyi ki bunu yaptık, iyi ki buluştuk ve bir şeyler kaydettik” diyorlar. Yani önemli olan nereye gittiği değil ya da ne olacağı değil yaptığımız şeylerin; önemli olan iyi hissetmek, biz de iyi hissediyoruz. Zaten o iyi hissetmenin sonucunda çok daha güzel şeylerin doğacağına inanıyorum ben. Bir amaç ve işte “Buradan bunu yapacağız, oradan oraya gideceğiz, işte çok iyi bir grup olacağız” falan değil ama önce kendimizi eğlendirmek, daha sonra gerisinin geleceğine inanıyorum. Şimdi kız arkadaşımla beraber Beats and Bites diye bir şey yapmaya başladık. Kendisi şef, İpek Özokur. O yemekler yapıyor, ben de minimal beatler ile yemeğe eşlik ediyorum aslında. Bakalım belki bir sponsor alıp seneye daha da işi ilerleteceğiz. Şu anda iyi gidiyor, bu yaz boyunca Pon’dayız. Duygu Kambur’ların dükkanında yapıyoruz bu işi, o da yeni bir oluşum. Tabii sağ olsun arkadaşlarımız da bize çok destek veriyor buradaki; gerek İstanbul’dan gelenler, gerek yerel halk bizi destekliyor, o yüzden küçük küçük güzel oluşumlar oluyor. Diğer arkadaşların da küçük küçük oluşumları var. Güzel bir komünite oluşturuyoruz burada.

#komünitecalling Sayısını Okumaya Devam Et