BÖYLE BİR DENEYİM YOK: BARIŞ DEMİREL İLE BD EXPERIENCE

Röportaj: Mina Aslan

Fotoğraf: Can Görkem

calling Pop-up x Dane’de gerçekleştirdiğimiz single lansmanı sonrası Universal Music çıkışlı yeni albümünü konuşmak maksadıyla bir araya geldiğimiz Barış’la futbol ve Serge Gainsbourg’a beslediği sevgiyi, Kadebostany ile yaptığı şarkıları, Rüştü Reçber’in 2002’ye damga vuran yüz boyasını, geceleyin mutfakta çekilen halayları, yakında çıkacak projelerini, kısacası her şeyi konuştuk. Barış’ın içtenliği ve bulaşıcı muzipliğiyle ben de işi gücü unutup kendimi sohbete kaptırdım. İşte karşınızda, belki de şimdiye kadar gerçekleştirdiğim en keyifli röportaj. Buradan Barış’a soruyorum: Bana ne içirdin Kayınço?

 

Barış, ya da “Barıştık mı” mı desem sana… Hoşgeldin.

Barış, Barış. “Barıştık mı” benim eskiden grubumdu, yani benim lakabım da daha sonra o gruba çevrildi falan, artık tamamen terk ettiğim bir lakap o benim. Böyle Barış’tan gidelim.  

 

Barış’tan gidelim o halde. Hazır eski gruplardan konuşurken, Viya diye bir projen varmış sanırım. 

Ooo, çok eski!

 

Evet, baya eskileri karıştırırken çıktı. Daha yeni Deniz Toprak’ın Karadeniz’deki sörf ve viya kültürüyle ilgili belgeselinin gösterimini yaptık o yüzden merak ettim. Karadenizlilik var mı? Hiç viya yaptın mı?

Var, var. Aslında şöyle, ailem Giresunlu, annem ve babam Giresunlu. İstanbul’a göç etmişler, ben doğma büyüme Kadıköy’deydim hep. Ama sonuçta Karadenizli bir aile, o kültürden gelmiş, evde hep Karadeniz yemekleri pişiyor… Bütün sülale İstanbul’da ama bir Karadenizlilik var hep. Anneannem, dedem vefat etmeden önce yazları bir ay ya da kırk gün Giresun’da bulunuyorduk. Oraya gidince de oraya çok çabuk adapte oluyordum. Yani şivem de değişiyordu oradayken, oradaki oyunları öğreniyordum hemen. Bir de böyle dışa dönük bir karakter olduğum için çocukken de hem hareketli hem herkesle arkadaş olan biriydim. Dolayısıyla her türlü yaramazlığı,  İstanbul’da cesaret edemediğim her şeyi köyde yapabiliyordum. Onun karakterimde de bir etkisi var aslında üzerime sinen. Viyada da, tam dalga gelirken vücudunu dalgaya bırakıyorsun ve o dalga seni hoop kıyıya kadar o götürüyor. Harika bir şey. Amatör olarak böyle ufak ufak sahne almaya başladığım ilk zamanlarda, yani 2008 civarı, Viya diye bir grup kurmuştuk kuzenimle. Peyote vardı, hatırlarsın. Peyote bizim için okuldu, Peyote Meslek Lisesi falan diyorum ben ona. Rahmetli Hakan Orman, ben ve şu anda artık adıyla çok bilinen, kendi müziğiyle işte milyonlarca dinlenen pek çok arkadaşıma sahne verdi o zaman. İlk defa kendi müziğini yapabilme sahnesi vardı, şu anki gibi sektörel bir yamyamlık yoktu yani. Oralarda çalıyorduk.

 

 

Orada da trompet mi çalıyordun?

Orada en başta bas gitar çalmaya başlamıştım. Gruba trompetçi arıyordum ve trompetçi öyle amatör bir gruba gelmez. Zaten konservatuvardaki çocuk da başlıyor çok erken yaşlarda piyasada çalmaya, ekmeğini kazanmaya, senin o grubuna niye gelsin? İkna etmek falan da zor iş… 2009, 2008’in sonu hatta, dedim ben bunu öğreneyim, buradan yürü Barışçığım. Sonra baktım çok sevdim bunu, bir noktadan sonra MySpace’de “Barıştık Mı” diye bi sayfa açmıştım. Öyle kendi kendime, amatör şeyleri yüklüyordum. Roxy’de birinci olunca ve yaptığım işler artık ufak tefek, minik minik ciddiye alınmaya başlayınca, ben bu trompetin üzerine de gideceğim dedim sonra da Viya’yı saldım zaten.

 

 

Valla enteresan bi’ hikaye. Trompete başlama hikayenin böyle DIY bir yerden geldiğini bilmiyordum. Yeni teklinin lansmanını geçen cumartesi calling Pop-upxDane’de gerçekleştirdik. Nasıl hissediyorsun?

Harika hissediyorum. Ertesi gün  calling mag’den Gümrah, Taycan ve dostlarımla birlikte Azmak nehrine gittik. Konser inanılmazdı, ertesi gün öfori yaşıyordum. Hem çok güzel bir ağırlama vardı, hem zaten calling ile yaptığım bütün işlerde çok mutlu oluyorum. Nasıl diyeyim, boş yok yani calling’de. Yaptığımız etkinlikler benim de o yüzden çok hoşuma gidiyor, çok mutlu ve tatmin olmuş bir şekilde ayrılıyorum. calling Pop-upxDane’deki o gece muazzam bir geceydi. Hani hem ben muazzamdım, hem calling muazzamdı. Sevdiğim markalardan gelen temsilciler de oldu, çok sevdiğim arkadaşlarım da geldi. Birlikte çok iş yaptığım Burçin Esin de oradaydı, Universal Music Turkey ekibi de yanımdaydı. Bütün beni destekleyen arkadaşlarımla beraber Akyaka tarafından da pek çok insan geldi. O insanlarla birlikte dans etmek, onları coşturmak, enerjiyi patlatmak inanılmaz bir şeydi. Çok mutlu oldum gerçekten. O yüzden ikinci gün böyle bir öfori yaşıyordum. Yani, oh be dedirtecek cinsten. Öyle geçti.

 

Peki nasıl temalar ve ilhamlar var bu teklide?

Ben çok overthinker birisiyim ve bir şeye çok çabuk alınıyorum ya da kafamda büyütüyorum, çok yoğun yaşıyorum onu. Bir sabah Beşiktaş’ta hangover bir şekilde kariyerimle alakalı ve kendi insan ilişkilerimle alakalı düşünürken bir anda bir şey beni çok rahatlattı: Abi ben kimsenin umurunda değilim ki. Çünkü kimse beni benim kadar sevmiyor, kimse beni benim kadar gömmüyor. Ben kendimle kaldığımda öyle bir önemsemeye giriyorum ki bazen, evet kendimi sevdiğimi de biliyorum ama bir yandan da sevmediğim şeyler de var. Bir şekilde hibrit devam etmek zorundayım. Dolayısıyla bu açıdan yaklaşmak bana bir motivasyon oldu, Barış dedim hani sen bir şekilde yardır buradan. Zaten hırslı da bir karakterim ben. Benim hayatta kalmamı sağlayan şey aslında, hırsım. Yani yetenekli olduğumu biliyorum, çalışıyorum bir de üretken bir dönemdeyim; buradan git dedim. O gün motora bindim, Kadıköy’e geçiyorum, telefona şey yazdım “Bu telaş bir gün durur, gönül yoldaşını bulur”. Şarkıyı da yaparken söz yazmam lazım, pozitif bi havası var şarkının. Ne yapayım diye düşünüyordum. Her zaman telefonun notlarını karıştırıyorum, ne yazmışım diye… Sonra onları öyle şarkı haline getirdim. Oradaki “Hiç kimsenin umru değilim” ya da “Sanki bi’ aralar iyiydim” lafları aslında zaten hep kafamda dönen şeylerdi. Albümün ismini de Bi Aralar İyiydim koydum.

 

O telefon notları zaten beklenmedik anda ilham gelen ve sonra hafızası da kötü olan insanlar için bir lütuf gerçekten. Ben de geriye dönüp baktığımda, öyle şeyler yazmışım ki telefon notlarına artık anlamlandıramıyorum. Başka bir insanmışım ve başka şeyler düşünüyormuşum. Çok tuhaf bir şey, bir şey üretirken o notlara dönüp, vakti zamanında çok kuvvetli hissettiğin bir şeyi alıp tamam, buraya oturdu demek.

Evet. Hep işte o sıradan, stabil bir düşünce akışı varmış, günlük bir rutin varmış gibi geliyor. Yazdığın şeyler, o not aldığın şeyler de, ne kadar güzel not almışım, ben böyle mi düşünmüşüm ya diye düşündürtüyor. Böyle bir his aslında.

 

 

Da Poet, Kamufle, Islandman, Deniz Tekin gibi çok sevdiğimiz birçok isimle birlikte işler çıkarıyorsun. Var mı böyle gözüne kestirdiğin, birlikte bir iş çıkartmak istediğin isim?

Aklıma nokta atışı isimler geldiği oluyor ama gelmedi şu an. Mesela Kadebostany ile iki şarkı daha yaptık. Bir tanesi bu benim Kakülünde Ak Oldum’un İngilizce versiyonu. Euphoria diye bir şarkı oldu, o ileride çıkacak. Like a Dream diye bir şarkı yaptık, o çıkacak… İngilizce şarkı söylüyorum o parçalarda, arkadaşlarımla konuşurken, kanka Eurovision’a katılacağım diye dalgasını geçiyorum. Onlar çıkacak mesela, Kadebostany ile çalışmak beni mutlu eden bir şey. Pop, hani böyle elektronik pop ve belki de en çok Türkiye’de bilinen ve çok sevilen bi sanatçı, güzel bi avantaj benim için. Ondan sonra Echo var, İsrail’in en bilinen kadın MC’si. Onunla İstanbul’da Salon İKSV ile birlikte ortak yaptığımız bir proje var, dört şarkılık bi EP çıkacak. Bu saydıklarım şarkı yayınlamak anlamında ilk uluslararası deneyimlerim olacak. Neyse ne diyoduk… Kim ya, kimler olabilir? Bir zamanlar BabaZula falan derdim, Murat Ertel ile de çalıştım… Aslında hep isimlerle çalıştım. Çok güzel bir soru, bunu harcamak istemiyorum da o yüzden bekletiyorum seni.

 

Hiç acelemiz yok. Dilediğin kadar düşünebilirsin.

Aşırı güzel bir soru. Hep de böyle kalıyorum ya bunda. 

 

Hatta soruyu daha da zorlaştırayım mı? Yani Türkiye’den veya şu an hayatta olması gerekmiyor yani evveliyattan…

Benim en sevdiğim sanatçı Serge Gainsbourg mesela. Serge Gainsbourg ile mutlaka bir şey yapmak isterdim yani. Mesela, çok alakasız ama hep aklıma Rage Against the Machine geliyor. Tom Morello, onların gitaristiyle ortak şarkı yapmak ara ara hayalini kurduğum bir şey.

 

Bence şahane bir iş de çıkabilir oradan. Gülinler’le röportajını dinledim ve Rage Against the Machine’i duyunca şaşırmıştım… Benim de canlı izlemek istediğim bir gruplardan, Run The Jewels’la gezip turluyorlar, biz de burada çıldırıyoruz. 

Avrupa turnelerini iptal etmişler şimdi, bir sürü turne iptal olmuş.

 

Benim nazarım diyebiliriz ya ona, nazarım değmiş. 

Aman ya, öyle şey mi olur? Ben de bilet aldın da bir şey oldu falan sandım. Bak öyle bir bahtsızlık daha üzücü olur.

 

Yok yok, hiç mi ucumuzdan bucağımızdan geçmiyorsunuz kardeşim diye sitem ederken biraz kem göz yollamış olabilirim işte.

Estağfurullah efendim, haşa, ne demek. Şimdi düşünüyorum, bir bakayım şöyle… Bu soru daha önce de bana 1-2 soruldu onda da böyle hep eblek gibi kaldım ama calling mag’e bu sorunun cevabını vermek istiyorum. Şu an Spotify’da bir liste açtım mesela, direkt en başta Serge Gainsbourg çıktı… Şöyle iniyorum, bakıyorum. Yani Radiohead falan… Hayatımda izleri çok… Böyle tek bir isme dönünce olay, yani çok daha zor oluyor.

 

Tek bir isim olması da gerekmiyor aslında. Hani insanın kalbinde özel yeri olan sanatçılar oluyor muhakkak. Biraz onu merak ettim.

Vokal olarak mesela Chris Cornell beni hep çok etkilemiştir, Mike Patton yine aynı şekilde… Thom Yorke… Şu an aklıma isim gelmiyor.

 

Müziğin epey melankolik ve naif ama aynı zamanda pek atarlı bir arkaplan da var hani, müzikal olarak sana ilham olmuş. Enteresan… Demin de bahsettin, Kadebostany ile sıkı fıkılığınız nasıl başladı? Onu da merak ediyorum.

Ankara’da konser veriyorduk. Onlar da bir etkinlik için mi ne gelmişler o zaman. Sadece Guillaume gelmiş, onların başındaki prodüktör aslında. Arada Türkiye’de DJ setleri falan geldiği de oluyor. Biz de o gün Haymatlos’ta çalıyorduk. Gelmiş, konser bir bitti, baktım “Great music” falan yazıp, işte Türk bayrağı koyup beni etiketlemiş. Kartal koymuş, kendi simgeleri o da… Ben de teşekkür ettim, hemen yürüdüm DM’den. İlk solo albümüm diyebileceğim Mutluluklar albümümü çıkartırken bir desteğe ihtiyacım vardı. Bir de farklı bir vizyonu olan birisine ihtiyacım vardı, çünkü ben genelde hep böyle işte hip hop, indie, o sularda gezinen müzisyenlerleyim ve o tür şeyleri dinliyorum. Ama biraz böyle daha pop, elektropop ve biraz da ünü olan, Türkiye’de de bilinen bir isme ihtiyacım vardı. İki tane şarkım var, bunlara bir remix yapar mısın diye yazdım. “Gönder bakayım” dedi, gönderdim. “Bunların ikisini de remixlemek istiyorum” dedi. Zaten artık ben sahnede Kakül’ün Kadebostany versiyonunu çalıyorum. Dans ritimleri, insanları dans ettirmek, sahnede dans etmek, bu tarz müzikleri daha çok merak etmek falan… Gerçekten kafamı değiştirdi. Hani tam o noktada bana bir kıvılcım verdi, yeni fikirler edinmeye başadım Kadebostany sayesinde… Sevildiğini görünce, çok dinlenmeye başlayınca ben biraz oraya doğru kayayım dedim. Türkçe pop’ta da hani böyle -leş pop’tan bahsetmiyorum böyle tışşş ka tışşş ka falan-  bakıyorum ve güzel beatler var. Ondan sonra mesela beraber çalıştığım Islandman, ki onu da dinlemekten çok keyif alıyorum, ondaki o “chill vibe”ları duymak, az ama öz, daha az prodüksiyonlu olması ama çok nitelikli bir müzik olması bana hep ilham olan şeyler. Onun dışında birçok Türk yeni isim de bana ilham oluyor. Ne bileyim böyle seneler önce iki alt komşum vardı Kadıköy’de yaşarken. Çok amatör, kendince müzik yapan bir çocuktu. Şimdi Türkiye’deki listelerde bir numara, sallıyor her yeri. Adamın yaptığı müzik bana ilham oluyor. Vaktinde muhabbet etmeye çalıştığında ben de cool yapıyordum çocuğa. Zaten ne kadar kişiye cool yaptıysam hepsi ünlü oldu. Neyse, yeni isimler ya da pop’taki yeni yükselişler ve elbette kaliteli prodüksiyonlar bana çok ilham oluyor açıkçası. Ben de yavaşça kendimi artık pop’a doğru kaydırdım. Bu müziği yapmak istiyorum, singer-songwriter müziği yapmak istiyorum, trompeti de boşlamak istemiyorum. Zaten benim de bir noktada biliyorum ki bir yerde daha özgün olmamı sağlayan imzam trompetim oluyor, yoksa ben de herkes gibi olurdum.

 

 

Trompeti caz, orkestra vesaireden duymaya alışkın insanlara bu daha bizim yörelerin ezgilerini trompette duymak da tabii daha özgün geliyor. Bilmiyorum…

Yakalıyor. Daha kolay yakalıyor. Yani şimdi, bir roman düğününe git tamam mı? Dayının biri var orada, atıyorum mesela Borucu Hasan. Böyle bir adam var gerçekten, Youtube’a Türk trompet yaz, benden önce onlar çıkar zaten. Dayılar nasıl çalıyor, bir makamlar, bir macunlar… Öttürüyor yani… Hani al sana cazcı o zaman. Aşırı iyi çalıyorlar. Düğünlere gittiğinde neler duyuyorsun. Aşırı hakimler çaldıkları enstrumana, havaları tam doğru şekilde, makamları mis gibi çalıyorlar. Bizim müziğimizin zaten içinde olan bir şey trompet, bir şekilde adapte olmuş. O yüzden dinleyen insanları hemen yakalıyor. Bir ara şey vardı mesela, baymıştım. Birincisi dizilerde kullanılan çello soundundan, çellodan tiksinmeye başlamıştım. İkincisi, sokakta çocukların çaldığı melodikanın sesini duymaktan; ki melodika sesini çok severdim bir ara, ondan da baydım. Bir de klarnetten baydım, 2000’lerin ortasında her yere entegre edilen. Yoksa hani Hüsnü Şenlendirici çok büyük bir isim ve Laço Tayfa’nın 2000 yılında Double Moon vizyonuyla çıkan Bergama Gaydası albümü efsane bir albümdür. Onun dışında mesela klarnetten öldüm, baydım, tiksiniyorum artık gibi bir duruma gelmiştim yani. Trompetin sesi bir şekilde beni çok etkiliyor. Güzel çalınırsa kudretini çok güzel hissettiren bir enstruman. Nasıl desem… Hacimli hacimli, böyle ayağı yere basa basa çaldığın zaman sen onu, kendini çok güzel karşı tarafa geçiren bir sesi var. Ben öyle düşünüyorum. Bunu bilimsel olarak açıkla Barış falan desen hiç valla açıklayamam, bende yok orası.

 

Bende de yok. Gayet tatmin edici bir cevap oldu. Pop-upxDane’de de Kayınço diye roman havasında bir şarkı söylemiştin. Burada Borucu Hasan abiden bir ilham var mı?

Şöyle aslında, 2015’te bir yurtdışı turnesi vardı üç konserlik. Menajerim o zamanlar Burhan Öçal’ın da menajerliğini yapıyordu. Burhan Öçal’ın da Trakya All Stars diye bir grubu var, on iki tane Trakya bölgesinden, Ege bölgesinden özel seçilmiş, bayağı seçmelerle gruba aldığı usta müzisyenlerden oluşuyor. Dedi ki menajerim “Barış turne bitiminde İstanbul’a dönme, bir hafta da bizle takıl”. Ben de Belçika, Hollanda derken onlarla da gezmeye başladım. Dolayısıyla onların muhabbetini de görmüş oldum. Kayınço diye bir parça var onların da yorumladığı, bayılıyorum o parçaya. Yani işte ne bileyim mesela Burçin’le geçen arabada geziyoruz “aç Kayınço’yu aç” diyorum, başka bir gün sarhoş oluyorum “Kayınço aç”… Yolda yürürken de o şarkıyı dinlemeyi çok seviyorum, evde bulaşık yıkarken de o şarkıyı söylüyorum. Ona yeni bir çalışma yaptım konserlerde mutlaka söyleyeyim dedim. Araya teatral bir şeyler yapıyorum: kayınço sarhoş ediyor herkesi, insanlar “Bana ne içirdin kayınço?!” falan diye hallere giriyor, böyle saykodelik bir dünya gelişiyor. Kayınço Sedat diye bir karakter var benim uydurduğum, Kayınço Sedat artık bütün aileyi trollemeye, hacklemeye başlıyor. Yani hem mangalın başında duruyor, hem içiriyor. Artık içine ne katıyorsa…  Konserlerde şöyle bir şey oluyor: Başta sakin, enstrümantal bir iki parçadan sonra yavaştan dinamiği yükseltiyorum. Hip hop, pop, minik RnB minvalinde birtakım yükselişler oluyor. Sonra artık dub’a reggae’e geçmeye başlıyoruz. Onunla birlikte  four-on-the-floorlar ve işte bu bufff-bufff-bufff diye kicklerin olduğu bir tatla beraber reggae’i birleştirerek yükseltip, en son artık Kayınço ile bitiriyorum. Kayınço dokuz sekizlik. O noktada artık, oturan varsa ayağa kaldırmaya başlıyorum. “Oynamayanın çamaşır makinesi bozulsun” diye bir laf öğrendim. Çocukken roman mahallesi yakınında oturan bir arkadaşım söylemişti, çok hoşuma gitti. Bir akış oluşturuyorum. Parçalar arasında neler söylesem, ne yapsam, seyirciyle nasıl iletişim kursam; bunları yeni öğrenmeye başladım. Bu özgüven oluşmaya başladıkça ben de seyirciyle muhabbeti ilerlettim. Önceden kendime pek güvenim yokken, hep hataya ve karşımdakinin moduna odaklanıyordum. İletişim kuramıyordum. Artık çok rahat hissediyorum kendimi sahnede. Bir akış, bir Barış Demirel deneyimi diyorum ben ona. Gerçekten orijinal. Böyle bir deneyim yok, vallahi yok, büyük harfler: BU DENEYİM YOK YA, BARIŞ DEMİREL DENEYİMİ BAŞKADIR.

 

Bu “Barış Demirel deneyimi nedir?” diye bir soru da vardı burada. İşte bu BD deneyimi…

Evet, Barış Demirel Experience. BD.

 

Çok güzel. Benim için de son zamanlar o şarkı Dostluk Halayı. Yani o gümbür gümbür altyapı üstüne giren o halay… 

Halaya bayılıyorum bu arada. Yani mesela bir partide kafam iyiyken, sevdiğim insanları tutup kenara çekmişliğim var. Bir gelsenize mutfağa deyip böyle hızlı halay ya da Grani halayı açıp böyle “Hadi halay çekelim!” dediğim… Halay çekmeyi bilmiyorum ama böyle mutfakta gizli gizli insanlara halay çektirmek istiyorum çünkü çok yüksek bir enerjisi var; yüksek olduğumda da böyle şeyler yapmayı seviyorum.

 

İşte o halayın OG’si bence Dostluk Halayı ya, bu Yurtseven Kardeşler’in. İnanılmaz yani. Artık Yurtseven ailesinin Berlin’deki müzikten, gurbetçilikten aldığı bir şey mi bilmiyorum ama o albümde bayağı böyle bombalar var. Arkadaşlarımın başını ağrıtıyorum bu konuda, “Arabada Burçin’e Kayınço açtırıyorum” diyorsun ya, öyleyim…

Çok iyi. Ben de bunu yazayım bir kenara, Yurtseven Kardeşler’de halay çekeyim.

 

 

İstek parça olarak mendille uzatayım sana. Yavaştan röportajı kapatma faslına geçerken bu makyajın nasıl ortaya çıktı onu soralım, bu seni tanıdığımız makyajın?

Büyük Ev Ablukada çok seviyorum, beni çok etkilemiş gruplardan birisi. Türkiye’de Duman mesela beni çok etkilemiştir, Büyük Ev Ablukada çok etkilemiştir, Gevende çok etkilemiştir… Yani çok dinleyip, loopa alıp bir şeyler öğrendiğim gruplar bunlar. Fırtınayt’la beraber o kuir görünümü çok sevdim onlarda; kontrast renkleri kullanmaları, makyaj yapmaları… Bir de futbol hastasıyım ben. Hani hayatımda en büyük tutkum müzik ve futbol aslında. Zaten güne öyle başlıyorum. Efendim uyanıyorum, kalkıyorum, önce güzel bir kahve yapıyorum. Ondan sonra açıyorum televizyonu futbol özetlerini izlerken sesini kapatıp trompet çalışıyorum orada iki saat. Yemek yerken futbol izliyorum. Evde tek başıma içiyorsam futbol izliyorum. Arkadaşlarımla konuşurken bir yerde olay futbola geliyor. Da Poet’le buluşuyoruz; “Abi sahildeyim gelirken top da getirsene” diyorum, penaltı çekiyoruz, viskisine penaltı çekişiyoruz. Kaybettim viski alacağım ona… 2002 Dünya Kupası’nda Rüştü Reçber gözünün altına kömürümsü siyah bir boya sürüyordu. Ben de sahne için tuhaf farklı renkler, kimonolar falan derken bir yandan da elmacık kemiklerime simler sürmeyi seviyorum. Ama gidip de şakakların oralara değil de Rambo ya da işte Rüştü gibi gözlerimin altına farklı glitterlar çekmek… Yani çok basit, çok çiğ bir şey, oradan geliyor aslında. Bunu yapmaya başladıkça, ilk solo albümüm Mutluluklar için de yeni bir imajım olsun isterken; ojesi, rengi, osu busu derken, böyle cinsiyetsiz, renkli ve parlak ve çok hoşuma giden bir tarz oluşturmaya başladım. Ama tabii ki ilk ilhamım burada Büyük Ev Ablukada oldu. Gülin de çok sevdiğim bir arkadaşım.

 

Ben de Gülinler’le röportajını izlerken futbol hastası olduğunu duyduğum için “Bu Rüştü stili olabilir mi ya acaba?” diye bir düşünmüştüm. O 2002 Dünya Kupası olduğunda ben çocuktum, ama çok iyi hatırlıyorum. Daha ilk okula gideceğim, kreşte yüzümüzü çamurla, pastel boyayla… Böyle hani öğretmenler temizlemeye çalışıyor, herkes inatla suratını bir şeyle boyuyor falan böyle bir evremiz olmuştu Rüştü sayesinde.

Çok iyi denk gelmiş. 

 

Çok tatlı bir arka hikaye. Bir bakıma da uyumlu sanki, seni “Euphoria” makyajı gibi, simli simli görmek.

Teşekkür ederim. Güzel bir süreç var önümde yani. Başka isimler de var bu arada, yeni featler falan giriyor hip hop sahnesinden. Aga B’yle bir feat geliyor, Eylül ayında çıkartıyoruz onu; Eylül ayında yine benim bir parçam çıkıyor. Böyle bir sürü şey, sürekli bir üretim hali… Zaten evimde bir stüdyom var. Sürekli orda her gün bir şeyler kaydediyorum, eskizler yapıyorum, sonra onlar zaten şarkıya dönüyor bir şekilde… Bu iyi bir şey benim açımdan. Bunu yapabildikçe her gün yapmak istiyorum. İşim zaten  tam zamanlı müzik oldu son iki yıldır. Haftanın altı günü çalıştım ben, on yıl boyunca 20’li yaşlarımın en başından beri, hep bir kaygıyla… İlk defa müziğe gerçekten kendimi verebildiğim bir zamandayım. Zaten yaşım geldi 35’e, hani ben bundan sonra durmak istemiyorum. Şarjımız bitene kadar devam edeceğiz inşallah.

 

Çok teşekkür ederim ya vaktini ayırdığın için, çok keyifliydi. Yeni projelerini de heyecanla bekliyorum. Zaten hip hop’la dirsek temasın benim baya hoşuma gidiyor. Hatta Ofsayt’ın klibini de bu sabah izledim. Şahane! Yine halı sahadasınız, yine üçünüz.

Düşük prodüksiyon bir klibimiz olsun dedik, ne yapalım? Halı sahada çekelim. Geçen baktım bir tane grup, Ozan yolladı bana da, “Oğlum bizim klibin resmen aynısı” falan diye.

 

Onu da bu hafta izledim. Bir haftada iki kez görünce zaten dedim yani ne oluyoruz, halı saha yeni bir trende dönüşüyor herhalde. Gerçi sizinki eski tabii ama…

Biz orijinaliz. 

 

Trendsetter.

Bizde hakikat önemli, taklitlerimizden kaçının.

 

Çok memnun oldum. calling house’a da uğrarsan görüşmek üzere.

Çok seviyorum orayı ve hep geleceğim deyip gelmiyorum. Sadece calling’in çağırdığı etkinliklerde gidiyorum falan. Gerçekten oraya böyle çiçek çikolata gidip, kız istemeye gidiyormuş gibi oluyor böyle de… N’apim? Aaa, güzel bir alkol alayım da ben calling’e geleyim bir gün, sonra herkesi böyle işinden koparayım “Artık tamam arkadaşlar happy hour’a geçtik” diye. 

 

“Kapatıyoruz” diyerekten. Senle bahçede birer bira açarız.

Bayılıyorum ben. İlk hatta şey zaten, Akbank Caz Festivali’nde Da Poet, Barış Demirel, şey yapmıştık ve /da da live görseller yapmıştı. Aslında calling ile de tanışmamız oydu yani. O yüzden çok seviyorum aslında mekanı.

 

İade-i ziyarete bekleriz yani kahve için bile olur. Tombik kedilerimiz var.

Evet, Şero!

 

Tekrar görüşmek üzere, kendine iyi bak, öpüyorum.

Görüşürüz, çok teşekkür ederim, selam ederim.

Sayısını Okumaya Devam Et