
NİLİPEK. NASIL NİLİPEK. OLDU?
Röportaj: Mina Aslan
Fotoğraf: Can Görkemcalling Pop-up x Dane’de bize ağaçlar altında masalsı bir konser deneyimi yaşatan Nilipek.’le müzik kariyerinin başlangıcından, yaratıcılık bilenince başvurduğu çözümlerden ve alternatif müzik sektöründen konuştuk. Bir de Gökova’nın ruhunu en çok hissedebildiğimiz Azmak Nehri’nin buz gibi sularında bu fotoğrafları çektik. Daha ne isteriz…
Vazgeçtim’i taze taze dinledim bugün. Tam böyle yaz bunalımlarını taçlandıracak fıstık gibi bir şarkı olmuş. Senin de aslında sound olarak çeşitliliğini tekrar sergilediğin bir single olmuş Mektuplar’da yaptığın gibi. Ellerinize sağlık diyerek başlamak istiyorum.
Teşekkür ederim.
Bir süredir Stüdyo Kamp video günceni izliyorum Tik Tok’tan. Mutfakta neler pişiyor onu bayağı merak ettim. Ufukta yeni bir albüm mü var?
Mektuplar için o kadar belirli süreler içinde planlı, programlı, uğraşmalı çalıştık ki açıkçası şu an hiç öyle bir şey yapmak istemiyorum. O yüzden de şöyle bir albüm var ve onun üzerine çalışıyoruz gibi bir şey demiyorum. Onun yerine bazı şarkılarım var ve o şarkıları şu anki ruh halime göre nasıl düzenleyebilirim gibi bir şiarla stüdyoya giriyorum. Bir de şey var, hakikaten bir yere kapanıp izole olmadan çok çalışamıyorum. Blok zamanları tamamen bir şeye feda etmem, hibe etmem gerekiyor. O olmadan da şarkı çıkıyor ama çıktığı kadar çıkıyor diyeyim. Bu sefer ben aslında bir on gün kapanmayı planlıyordum ama araya konser girdi, sonra araya kayıt girdi… Öyle olunca beş gün kapanabildim stüdyoya. Üç tane yaptığım şarkı vardı, onların düzenleme taslaklarını çıkardım gibi oldu, iki tane de pilot kaydettim yine var olan şarkılardan. Bakalım böyle böyle belki yirmi sene içerisinde bir albüm yaparım.
Ben bekliyor olacağım. Biraz mazilere sarıp bu sıkıcı “Nasıl başladı?” sorularından sormak istiyorum. Yakın zamana kadar eskiden adını sıkça duyduğumuz 7 Pink Floydlar ve 2 Prenses tribute grubunda olduğunu bilmiyordum. Yani grubu duyuyordum ama onların arasında olduğunu hiç fark etmemiştim. İlk grubun muydu, nereden geldin geçtin de tanıdığımız Nilipek. oldun?
Grupta çalınabilecek enstrümanlar çalabildiğim noktadan itibaren hep bir grubum vardı, bu da bas gitara denk geliyor. Ondan öncesinde de işte keman falan çalarken hep illa ki okul etkinliklerinde, gösterilerinde bir şeyler çalıyordum ya da bir şarkı söylüyordum ama grup müziği başka bir şey yani. Böyle giriyorsun ve grup olarak müzik yapıyorsun meselesi lisede bas gitarla başladı, bas gitar ve geri vokalle. Ondan sonra üniversitede farklı gruplarla devam etti, buna 7 Pink Floydlar da dahil. Lemur diye bir grubumuz vardı, çoğunlukla bir arkadaşımın bestelerini çalıyorduk, arada benim yazdığım şeyler de oluyordu. Karton diye bir grubumuz vardı, sadece çizgi film müzikleri çalıyorduk. Böyle yani, grup müziği meselesi öyle başladı. 7 Pink Floydlar zaten çok uzun süre devam etti, herhalde 2014’e kadar falan devam etmiştir. Onun dışında da işte çeşitli gruplarda çeşitli roller; geri vokal, bas gitar… Şu an çoğu dağılmış olan bazı gruplarda bas gitar çaldım. Öyle öyle devam etti. 2015’ten itibaren artık tamamen kendi müziğimi yapacağım ve bu müzikle ilgileneceğim dedim. Biraz sıkıcı bir şey sadece kendi müziğini yapmak. İş birliği yapmak daha güzel. “Ona da salça olayım, buna da salça olayım” falan çok daha insanı besliyor ama işte böyle oldu, böyle süregeldi şu ana kadar.
Bir röportajında Kral Yolu’nu yürümeyi çok istediğini söylemişsin. Yürüyebildin mi?
Hayır, yürümedim. Böyle şeyleri tek başıma yapmaya cesaretim pek olmuyor. Yani normalde tek başına zaman geçirmeyi seviyorum ama Kral Yolu çok büyük cesaret gerektiren bir şey benim için. Bir de ona bir zaman ayırmam gerekiyor hani 15 gün, 1 ay belki, böyle hakkını vere vere yürümek için. O zamanı ayıramadım, o zamanı ayıracağım bi suç ortağım da yok. Yani eşim var ama eşimin de aynı zamanı aynı zaman diliminde ayırması lazım. Genelde o ayırabildiğimiz zamanları gebeşliğe ayırdığımız için henüz Kral Yolu’nu yürüyemedim, hayır.
Kolundaki dövme Mektuplar’ın albüm kapağındaki motif galiba. Kendin mi tasarladın?
Evet, bu Babil’in Asma Bahçeleri’nin görsellerinden devşirdiğim ve bizim albüm kapağında da olan bir asma motifi ama aslında asma bahçelerin anlamı o asma değilmiş, taraça taraça olmasıymış yani üzüm değilmiş oradaki asma. Ama yine de onu anlatabilmek için ikon gibi koyabileceğim en uygun görsel buydu; o yüzden bunu koymuştum. İbrahim de sonuçta oraya bir gönderme olduğu için onu da albüm kapağına taşımak istedim.
Dövme de yapıyor musun? Galiba bir ara Can’a yapmışsın bir tane.
Üç senedir falan yapmıyorum. Benim ortağım dövmeciydi, stüdyo ortağım. Stüdyodan ayrıldıktan sonra aslında bir daha yapmadım diyebilirim. Benim dövme makinem falan da onda hâlâ; hani istesem gidip yapabilirim ama öyle bir vakit yok. Bir de araya zaman girince insan cesaret de edemiyor artık yapabilecek miyim tekrar diye, o yüzden… Çünkü deriyle çalışmak biraz sorumluluk, o sorumluluğu tekrar alabilmek biraz zor yani.
Henüz teslim etmiş değilim, ama tezin basılı haline dokunmak bile bambaşka bir şeymiş.
Oh ya. pic.twitter.com/4wZM8D1EIC
— Nilipek. (@nilipekkimki) August 10, 2022
Ciltlenmiş tezinle bir fotoğrafını gördüm Twitter’da, tebrik ederim. Türkiye alternatif müzik camiasındaki bu diğer üretim şekilleri hakkında yazmışsın. Sektörün tamamen dışından bakan biri olarak Türkiye’de alternatif müzik genel olarak çok küçük bir havuzu paylaşmakla sınanıyor gibi geliyor bana, işte imkan kaynak ve kitle bakımından. Dolayısıyla alternatifin ana akımı olsan bile hep bir DIY bir ruh var sanki. Sen ne düşünüyorsun?
Şöyle aslında; ben tezimde birazcık DIY’ın ne olduğunu ve nelerin gerçekten DIY sayılabileceğini, nelerin sayılamayacağını tartıştım. Buna kendi pratiklerim de dahil yani, bazı şeyleri çok DIY saysak da bazı şeyler pseudo-DIY diyelim yani. Bence aslında alternatifin ana akımına geçtikçe birazcık havuz küçülüyor. Benim gözlemim şu: Alternatif olarak kalanların aslında kendi küçük havuzları, kendi pastaları var ve orada aslında çok daha heyecan verici bir şey dönüyor fakat alternatifin birazcık daha birkaç albüm yapan, artık belli bir dinleyici kitlesi olan, birazcık daha ana akımlaşmış isimleri arasında -rekabet var demeyeceğim ama- daha küçük bir pastayı; daha küçük bir festival payını mesela, daha küçük bir sahne payını paylaşmak gibi bir durum var. Çünkü bu isimlerin artık belli paralar kazanması gerekiyor ve bu isimlerden en çok kâr getirenler her zaman öne çıkıyor. Mekanlar da kapandığı için artık bu Covid yasaklarından, gece 12 yasaklarından, alkol zamlarından dolayı; oradaki pasta tabii ki sınırlamaya başlıyor ve ne festivallerin bir deney alanı kalıyor ne mekanların bir deney alanı kalıyor. Yani çok küçük rakamlar bile artık çıkarılamaz oluyor; o yüzden de ancak işte dediğim gibi çok daha garanti seyirci getiren, dinleyici kitlesi belli olan, eğlendiren -ya da üzen, bilmiyorum- ama hani izleyiciye o verdiği bilet parası karşılığını en iyi sağlayan kişiler o listeye giriyor etkinlik bazında. Ama tabii burada müzik sektörünü ayırmak lazım. Müzik sektörü aslında tek bir endüstri değil; müzik endüstrileri olarak tanımlanıyor artık akademik alanda da ve bu söylediğim şey canlı müzik, performans sanatları tarafında kalıyor. Tabii ki kayıtlı müzik endüstrisi çok daha farklı, orası çok daha rahat, çok daha fazla alan var ama bir yandan da tabii ki çok fazla yayın olduğu zaman ve algoritmalar sürekli değiştiği zaman bir sanatçının -hele ki sıfırdan başlayan bir sanatçının- kendini öne çıkarması çok daha zor oluyor. Çok daha kolaydı, artık çok daha zor. Yani sosyal medya olarak geçecek şeyler artık sosyal medya değil. Oradaki sosyalliği tek sabit kılan şey belki altına yorum yazılabiliyor ve altında muhabbet edilebiliyor olması, orada belki bir topluluk oluşabiliyor ve o topluluk kendi arasında bir diyalog yaratabiliyor vesaire ama onun dışında artık sosyallik diye bir şey kalmadı, bunların hepsi normal farklı kuralları olan ana akım medyalara dönüştü diyebilirim.
Çok güzel orijinal işlere imza atmakla birlikte seni pamuk gibi sesinle yorumladığın coverlarınla da çok seviyoruz, “Bir Gün Beni Arzularsan Gel” de bunlardan biri. Banu Alkan’ın sevmediği bu klipten bahsedebilir miyiz biraz? Orada da bir DIY’lık var sanki.
Biz “Bir Gün Beni Arzularsan Gel”in o versiyonunu çok sevdik, çok yükseldi o dönem ve bir klip düşünüyorduk, hatta o klibi de Selimiye’de çekeriz diye düşünüyorduk. İlk fikrimiz, Selimiye’de sonsuzluk havuzu olan bir otel var, orada çekeriz idi. İzin alırız ne olacak, kameraları kiralarız orada çekeriz dedik. Fakat ben böyle şeylerde bir şeyin parodisine, karikatürüne dönüşmekten çok çekiniyorum. Bir de hakikaten yani Banu Alkan’la dalga geçmek için yaptığım bir şey değil, şarkıyı çok sevdiğim için yapıyorum bunu. Öyle bir şeye dönüşmesinden çok korktum, direkt göndermeli bir şey yapmak istemedim. Ne yapabiliriz, ne yapabiliriz diye düşündüğümüz zaman o klibin yapımcılığını üstlenen Sedef, bir gün bize mutfaktan bir video gönderdi. Sıdık -o klipteki oyuncumuz, aynı zamanda Delice’nin aşçısı- o şekilde dans ediyor. O, onun normal hali, gündelik hali yani. O videoyu gönderdi ve dedi ki “Bunu bir klibe çevirsek, hani Bir Gün Beni Arzularsan Gel’in klibine çevirsek nasıl olur?” İşte böyle bir şeyi kim çeker, niye çeker, şunu çeker, şöyle yaparız, böyle yaparız, ışık işini nasıl çözeriz falan diye düşünüyoruz… Onun bir kamera arkası görüntüsü var mesela, sonuçta tek plan bir klip ve bir yandan hızlandırılmış bir şekilde o çocuk dans ederken bir yandan ben geri sayıyorum, geri saydığımız anda herkes saklandığı yerden çıkıp ışıkları açıyor, geri çıkıyor, çekim devam ediyor, sonra tekrar çıkıyorlar, ışıkları kapatıyorlar ve geri çıkıyorlar falan gibi bir koreografi. Biraz belli de oluyor belki, bilmiyorum ama yani gerçekten DIY’ın sınırlarını zorladığımız bir klipti. Gece 5’e kadar falan çekim yaptık, o çocuk bir de 8.30’ta kahvaltı hazırlamaya geri geldi mutfağa, öyle bir azimden bahsediyoruz. Ben çok seviyorum klibi ya bence şarkıda anlatmak istediğim ruh halini çok güzel anlatan bir şey; ama tabii tek plan olduğu için biraz insanların başı döndü sanırım. Bir de işte Banu Alkan biraz özensiz buldu, “Benimkini işte 35mm’ye bilmem kim çekmişti, işte benim klibim hâlâ konuşuluyor, bu ne biçim klip?” falan dedi.
Tam bir diva, çok seviyoruz onu. Benim aslında bayağı hoşuma gitti. İzlerken de şeyi biraz aldım hani ‘bu klibi çekerken bayağı eğlenmişlerdir’, o kendini hissettiriyor.
Ya bu klipte tabii ki çok eğlendik ama yani bir gün önce deneme çekimlerini yaparken ya da son testten birkaç take önce daha çok eğleniyorduk. Yani bu artık çünkü pilimizin bittiği an -zaten Sıdık’ın biraz suratından anlaşılıyor, yani izleyicinin anlamayacağı ama benim anlayabileceğim bir şey hani o suratındaki bitiklik- bir yandan tabii ki o pancake’lerin tipi bozulmasın falan diye uğraşıyoruz çünkü sürekli aynı take yapılıyor falan… Yani tabii ki çok eğlendik, çok güzeldi, çok komikti ama “Tamam bu take oldu” dediğimiz noktada bir take daha alamayacak durumdaydık.
Film müziği de yapmışsın Caner Özyurtlu’nun Biz Böyleyiz filmi için. Film müziği yapmak nasıl bir süreç? Çünkü kendi hislerine tercüman olmaktan başkasının hislerine tercüman olmaya geçmek çok büyük bir sıçrama gibi geliyor bana hep, bir de yaratıcı kontrol çizgileri de biraz bulanıklaşıyor; onu sormak istedim.
Bu konuda ben çok şaşırmıştım. Thom Yorke’un bir röportajını okumuştum, aslında sipariş üzerine müzik yapmanın onu ne kadar rahatlattığını söylemişti. Bunu şu an anlayabiliyorum çünkü aslında kendi duygularımdan bahsetmek ve kendi dünyasından bahsetmek her zaman bir tık daha gergin ve sorumluluk hissi uyandıran bir şey ama başka birinin hakkında konuşmak çok daha kolay. Başka birinin hakkında, ne bileyim duygu yaratmak falan çok daha kolay galiba. Ben tabii, o dönem o sorumluluğa birazcık odaklanmıştım. “Eyvah, işte yönetmen ne anlatmak istedi? Ben ona hizmet ediyor muyum gerçekten?” sorumluluğu beni çok germişti hakikaten ama bir yandan da çok keyifli bir şey tabii ki. Sonuçta o sahnenin modunu sen belirliyorsun, hatta bazı modlarını belirleyemiyorsun. Yönetmen diyor ki “ Burada bu duygu değil, ben başka bir duygu istiyorum” oradaki didişmelerin falan da çok değerli olduğunu düşünüyorum. Biz Caner’le az ama öz didiştik gerçekten o süreçte. Film dünyasındaki terminoloji ile müzik endüstrisi, yani kayıtlı müzikteki terminoloji bambaşka şeyler. Yani ben bir şey diyorum ama o başka bir şey anlıyor; o bir şey diyor ben başka bir şey anlıyorum. Haliyle bazen çakıştığımız anlar oldu bu yanlış anlaşılmalar yüzünden, bence en zor şey oydu. Ama dediğim gibi o didişmeler, bir görsele nasıl hizmet edeceğim üzerine düşünmek… Çünkü ben hep bir şarkıya hizmet etmeyi düşünüyordum, ortada bir şarkı olmayınca, yani sözlü bir şey olmayınca görüntüye hizmet etmen gerekiyor; bu da yeni bir şeydi. Bunu öğrenmek iyi geldi tabii ki.
Evet, son sorum. Bu soruyu tamamen bencil sebeplerle, soracak bu kişiyi bulduğumu düşündüğüm için soruyorum. Hem akademiyi tatmışsın hem müzisyensin, o tıkanma hissine epey aşinasındır diye düşünüyorum. Nasıl başa çıkıyorsun o tıkanma anıyla?
O tıkanma hali hemen bir korkuya dönüşüyor öncelikle. Yani bence bu az çok fikirsel bir şey üreten herkeste vardır yani. Bir noktada “Ben yazamayacak mıyım?” ya da “Ben artık şarkı yapamayacak mıyım?” korkusuna dönüşüyor hemen, o dönüşüm çok hızlı oluyor. Zaman geçtikçe bu kadar hızlı dönüşmesinin çok saçma olduğunu fark ettim çünkü iki günde bu korkuya geçemezsin yani. Üç yıl falan geçtiğinde “Ben herhalde bir daha şarkı yazamayacağım” demem lazım, hani sonuçta tweet atmıyoruz. Bir de yöntemler var şarkı yazmak üzerine. Ders çalışıyorum ben bazen. Hani ders çalışıyorum dediğim şarkı nasıl yapılır, formülleri neymiş falan gibi bir şey değil de, kendi kendime egzersizler yapıyorum. “Şöyle bir şarkı yazabilir miyim? Böyle bir şarkı yazabilir miyim?” gibi. Yürürken bir şeyler uydurmaya çalışıyorum tekerleme gibi. Bunların hiçbiri şarkıya dönüşmüyor bu arada, ama bunlar böyle hani kendi kendime kelimelerle yaptığım egzersizler; ki gerçekten şarkı yazmak istediğim zaman doğru kelimeleri yan yana koyabileyim, oradan bir ritmik ve melodik bir şey çıkarabileyim. Bunu yapabilmek için kelimelerle aramın çok iyi olması lazım. O yüzden o kelimelerle olan dostluğu hep taze tutmak lazım, kelimeleri bir arayıp sormak lazım onlar küsüyorlar çünkü. Şu anda öyle hissetmediğim için bunun çok büyük soğukkanlılıkla söylüyorum, tıkandığım hiçbir zaman böyle olmuyor ama ilk yapmam gereken şeyin durumu kabullenmek ve hani bir geri adım atıp bir süre bunu düşünmemek olduğunu artık biliyorum. Yani bir başarısızlık hissi, o tıkanma hissine kapılmak yerine “Tamam, şu an böyle bir şey yaşıyorum. Ben bir dinleneyim.” diye birkaç gün bunun üzerine hiç düşünmemek, ondan sonra tekrar denemek iyi oluyor genelde. Dediğim gibi yani ben bir sürü egzersiz yapıyorum, siz bunların %1’ini birini falan duyuyorsunuz, kötü de olsa egzersiz temposuna geri dönebilmek ve ortaya bir şeyler çıkartmak aslında “Ha, okey. Her şey yolunda. Şu an şarkı yazamıyorum ama bir noktada yazacağım.” diyebilmemi sağlıyor.
Çok teşekkür ederim.
Ciddi cevaplar verdim özür dilerim.
Yok yok, hayır bayağı hoşuma gitti. Teşekkür ederim vaktini ayırdığın için.
Ben teşekkür ederim.

KARŞINIZDA BIRTHING AİLESİ
Röportaj: Mina Aslan
Fotoğraf: Can GörkemSon zamanlarda şık şıkırdım yaratıklarıyla her yerde gözümüze çarpan moda tasarımcısı Eda Yorulmazoğlu ile çocukluğundan, anılarından ve rüyalarından ilhamla yarattığı Alien Couture tarzı ve calling Pop-up x Dane’de gerçekleştirdiği performansı üzerine sohbet ettik. Birthing ailesi, ilham, dayanışma ve performans aşkı ile dolu. Karşınızda rengarenk üretimleriyle neşe ve hayranlık uyandıran Eda ve drag çocukları Bibidi ve Boo ile Birthing ailesi.
Selam Eda, uzun zamandır işlerini çevrede görüp kim yapmış bu kostümleri diye merak ettiğim bir insandın. Seninle tanışmak çok güzel. Bana modaya, ya da spesifik olarak bu Alien Couture tarzına yolculuğundan kısaca bahsedebilir misin?
Her zaman sanata ilgim vardı ama bu ilginin nereye gideceğini pek kestiremiyordum. Ben küçükken ananemin sürekli dikiş diktiğini hatırlıyorum. Ben de onun yanına oturur elle dikiş yapardım. Hep bir şekilde aklımda olsa da dikişe ciddi ciddi başlamam ortaokulu buldu. Kalıp çıkartmayı ve makineyi kullanmayı kendi kendime öğrendim. Orta okulda hafta sonu kurslarına başladım, tasarım ve kalıp çıkartma üzerine. Ardından yazları Çeşme’de ders almaya başladım. Her gün gidebildiğim kadar gidiyordum çünkü öğrenmeyi çok istiyordum. Bir şey yapacaksam kendimi tamamen adamayı seviyorum. Ardından sanat okuluna gittim ve gerçekten ne yapmak istediğimi burada keşfetmeye başladım. O dönem bazı yaratıklar tasarladım ama epey karanlık yaratıklardı. Siyah, koyu kırmızı, bej… Şu an yaptıklarımla pek benzer sayılmasalar da ortada hep bir yaratık vardı. Sadece bana ne ifade ettiklerini veya onlarla ne yapabileceğimi pek de bilmiyordum. Üniversitenin ikinci yılında bir yaratık yaratmıştım ve gerçekten çok kasvetli ve iç karartıcıydı. Birçok insan yaratığımdan rahatsızlık duydu. Çünkü bir şey içinizde kasvet ve huzursuzluk yaratıyorsa ona çok da bakmak istemiyorsunuz. Sonrasında insanları bu şekilde rahatsız etmek istemediğime karar verdim. Üzgünlük, huzursuzluk ve rahatsızlık, insanlara bunları deneyimletecek şeyler yaratmak istemedim. Ama bir yaratık yaratmak istediğimi biliyordum ve sonunda üslubumu değiştirdim. Renklere yöneldim. Okuldaki diğer öğrenciler ‘high fashion’ tasarımlar yapıyorlardı. Benim de bu yoldan gitmem gerektiği hissiyatı olsa da hiç ilgimi çekmiyordu. Bir noktada “Siktir et, artık umrumda değil. Sadece kendi dünyamı yaratacağım. Kendi tasarımlarımı yapacağım, kendi modellerimi kullanacağım” dedim. Yaratık modeller kullandım. Her şeyi çok daha renkli yapmaya ve farklı kumaşlar kullanmaya başladım. Bu noktada “moda dünyası”nda daha fazla kalmaya niyetim olmadığını anladım, trendleri takip etmeye, defileleri izlemeye… Kendi dünyamı yaratırsam kimse beni hiçbir şeyle kıyaslayamaz diye düşündüm. Trendlere ayak uydurup uydurmadığına kanaat getiremez. Aynı zamanda izleyenlerin de kendilerini yargılayamadığı bir şey üretmek istedim. Bir defile izlediğiniz zaman anında kendinizi yargılamaya başlıyorsunuz. “Benden daha iyiler” ya da “Buna param yetmez”… Benim yaratıklarıma baktığınızda ise sadece bakıyorsunuz ve keyif alıyorsunuz. İyi bir şey hissediyorsunuz ya da kafanız karışıyor -ki bu da gayet normal. Kısacası yolumu değiştirdim ve arkama bakmadım.
Hiç bu şekilde düşünmemiştim. Bir iş ortaya koyduğun zaman ortada elbet izleyicinin algısı ve getirdiği yargılar oluyor, “Bu iyi”, “Bu moda” ya da “Değil” gibi. Ama bir yandan da sürekli değişen modayı takip etmeye çalıştıkça insan kendini demode ve noksan hissetmeye başlıyor. Aynı zamanda Chicago’da da çalışıyorsun sanırım. Orada mı okudun?
Amerika’da doğdum ve büyüdüm. Yıllarca orada yaşadım. Şu an 28 yaşındayım. Tasarımlarıma orada başladım. Eskisi kadar geri dönmemeye çalışıyorum çünkü burada olmayı seviyorum. İşlerimin üretimi burada gerçekleşiyor dolayısıyla süreci yönetmek için burada olmam gerekiyor.
Yarattığın şeylere bakınca beynine girmek istiyorum. İlham kaynakların neler? En sevdiğin film nedir? Veya sevdiğin, üretimini etkileyen bir sanat hareketi var mı?
Sanmıyorum. Spesifik bir sanat hareketi veya filmden ilham almıyorum. Daha çok anılarımdan, hayatımda yaşadığım şeylerden, gördüğüm rüyalardan… Bir şeyi çocukluğumda gördüysem mesela, tasarımlarımda ortaya çıkabiliyor. İçgüdüsel olarak oraya doğru çekiliyorum ve ardından “Aa ne enteresan, bu benim çocukluğumdan geliyor” diyebiliyorum. Ama kendi sanatımı üretirken başkalarının sanatını pek tüketmiyorum. Daha çok o an hissettiğim şeylerden veya düşündüğüm kişilerden yola çıkarak tasarım yapıyorum. Birisi için tasarım yapıyorsam mesela, konuşma ve hareket etme şekillerinden yola çıkıyorum. Onların rengini, aurasını düşünüyorum. Bazen tuhaf veya komik bir şey olduysa, ya da trajik bir şey bunları alıp bu anılardan güzel bir şey üretmeye çalışıyorum. Daha çok bir terapi aracı olarak kullanıyorum diyebilirim. Fiziksel bir ilham kaynağına odaklanmasam da -filmler, resimler gibi- daha çok o an içinde bulunduğum yerler ve bana hissettirdikleri şeylerden yola çıkıyorum.
Çocukluğunda gördüğün şeylerin ilhamı gerçekten işlerden okunuyor gibi. O çocuksu hayalgücü, çizgifilmvari formlar ve renkler. Hepsi bir araya gelince cidden masalsı bir evren yaratıyor. Kostümlerine baktığımda inanılmaz detaylı, alengirli işler görüyorum, bu çok büyük bir iş yükü. Şimdiye kadar birçok çeşit çeşit kostüm yapmışsın hem de. Bize üretim sürecinden bahsedebilir misin?
Üretim sürecim değişiyor. Sipariş üzerine çalışıyorsam ve sipariş veren kişiyi tanıyorsam onlar için bir şey tasarlamak kolay oluyor. Çünkü neyi sevip sevmediklerini biliyorum. Vücutlarına da karakterlerine de aşina oluyorum. Onları tanımıyorsam Instagram’larına bakıp stillerini ve zevklerini çözmeye çalışıyorum. Performans yapıyorlarsa nasıl performanslar yaptıklarına bakıyorum çünkü hareketlerini limitleyecek bir şey üretmek istemem. Kişiyi göze alarak tasarımı tamamlıyorum ve eğer kalıbını çıkartması kolaysa projeyi teslim edebileceğim iki terzim var. Türkiye’ye bu yüzden taşındım bu arada, yardım almak için. Kolay bir tasarımsa onlara veriyorum, zorsa kalıbı kendim çıkarıyorum. Bir defileye hazırlanıyorsam hikaye farklı oluyor tabii, çok daha stresli bir süreç. Tasarımları vaktinde hazırlamaya çalışıyorum. Koleksiyonlarımda tüm renkleri kullanmaya çalışıyorum ama bir rengi veya şekli tekrar tekrar kullanmamaya özen göstermem gerekiyor. Bir şekilde hepsi birbirinden farklı ama aynı zamanda bir uyum içinde oluyorlar. Normal defilelerde bir-iki renk ve şekil kullanılır, karıştırıp farklı kombinler oluşturulur. Benimkilerde hepsi birbirinden farklı olsa da bir şekilde uyum yakalanıyor. Sonradan dikiş etabına geliyoruz, ki materyalleri toplama kısmı her zaman en meşakkatli kısım oluyor. Kalıplama, kesme, biçme, süsleme… aylar sürebiliyor.
Epey zorlu duruyor, büyük bir iş yükü gerçekten.
Buraya taşınmadan önce hepsini tek başıma yapıyordum. Bir keresinde 16 kostümlü bir koleksiyonu tamamen kendi başıma üretmiştim ve adeta stüdyoda yaşıyordum. Günlerce dışarı çıkmadan çalıştığımı hatırlıyorum. Çok sağlıksızdı, bir yandan da diğer işlerde çalışıyordum ama bir şekilde altından kalktım işte.
Kostümleri üretmekle kalmıyorsun, aynı zamanda onları giyip performans da yapıyorsun. Sen de özünde bir multidisiplinersin. Kullandığın, kendini ifade ettiğin veya amatörce olsa da denediğin başka bir disiplin var mı?
Herhangi el işi… bir aralar seramik yapmaya merak sarmıştım. Pole dance yapıyorum. Sanata yönelik her şeyi bir noktada denedim. Çok meraklı biriyimdir. Hâlâ çizmek, dikmek veya boyamak dışında iletişim kanalları arıyorum. Şimdi bunları yapmak için daha fazla zamanım da var. Şu sıralar çoğunlukla buradaki dünyam ve pole dancing ile meşgulüm.










Türkiye’de ve Amerika’da LGBTİ+ topluluklarla, özellikle drag camiasıyla iç içe bir üretim içindesin. Kostümlerinden birini de ilk bu şovlardan birine ait storyleri izlerken görmüştüm. Birkaç kez geri sarıp nasıl dikmişler ki bunu diye düşündüğümü hatırlıyorum. Bu topluluklardaki simbiyotik üretim ilişkilerinden bahsetmek ister misin?
Queer komünite benim potansiyelimi görmemde çok yardımcı oldu. Üniversitedeyken gerçekten ne yapacağımı bilmiyordum. Sınıfımda da biraz yabancı hissediyordum. Chicago’da Berlin isimli queer gece kulübüne gecenin moda tasarımcısı olmak için davet edildim. Bir drag show vardı ve o gece performans yapan herkesi ben giydirecektim. İlk kez böyle bir şey yapıyordum çünkü okuldayken pek heyecanlı bir hayatım yoktu. Ooo, burda böyle güzel etkinlikler de yapılıyormuş diye heyecanlandığımı hatırlıyorum. Gece boyunca herkesi dilediğimce giydirdim. Değişiklik yapabilir miyiz diye sordular, ben de istediklerini yapabileceklerini söyledim. Gece boyunca kombinlerimle kendilerince oynamaya ve yorumlamaya devam ettiler. Bir noktada arkadaşım Bon Bon yanımdaki pazar arabasını bir bluz gibi üstüne geçirmişti. Çok içtenlerdi, o noktada bulunmam gereken yer burası diye düşündüm. Çünkü işlerimi beğenmeyip farklı şeyler üretmemi isteyen insanlarla çalışmak istemiyorum. ”İşlerini beğendim, haydi birlikte çalışalım” tavrı çok daha hoşuma gidiyor. Belki bu konuda biraz inatçıyım ama bir vizyonum ve dünyam var ve bunu kabul eden insanlarla çalışmak istiyorum. Sipariş aldığımda çoğu zaman insanlar “haydi bana bir şeyler yap” diye geliyorlar. Bana büyüme ve yaratma alanını sunan insanlarla çalışmak beni büyüttü. Onlar olmasa ne yapardım bilmiyorum.
View this post on Instagram
Kostümlerinden birini en çok kimin üzerinde görmek heyecanlandırırdı seni?
Bilmiyorum, çalıştığım herkes hâlihazırda rüya gibi insanlar. Ben buralara kadar gelebileceğimi hiç düşünmemiştim. Eğer ünlü insanlardan soruyorsan, mesela… Miley Cyrus’ı giydirmeyi isterdim, tam çılgın. Umrunda değil, ona bayılıyorum. Doja Cat de öyle, kafadan çatlak ve umursamıyor.
Kostümlerini çok iyi taşırlardı bence. Stilini ve yaptığın şeyi de anlarlardı diye düşünüyorum. Bugüne kadar sergilediğin performanslar arasında öne çıkan, senin için ayrı bir yeri olan hangisi?
Buraya taşınmadan hemen önce yaptığım bir performansım vardı, bir yumurtaydım. Barbra Streisand’in bir şarkısına lipsync yapıyordum. Şarkının adı Papa Can You Hear Me, favori şarkım. Kafamda da sarı bir şapka vardı, yumurtanın içinde süzülüyordum. Sonra müzik değişti, yumurtanın içine geri girdim ve Born This Way çalarken yumurtanın içinden dönüşmüş bir yaratık olarak çıktım. Çok eğlenceli bir performanstı. Son yaptığım performans Birthing Magical Birth’tü. Benim tarzımda bir defileydi. Ben bir cadıydım ve koca bir kazanda iksirler karıştırıyordum. Malzemeleri toplamam gerekiyordu, geze geze topluyordum. Sesleri de ben tasarladım. Malzemelerden biri de direğin tepesindeydi, Uma Thurman’ın bir fotoğrafı. Hepsini bir araya getirdim ve iki drag çocuğumu doğurdum. Kazandan çıkıverdiler. Daha yüksek prodüksiyon bir performanstı.
Peki drag çocukların kimler?
Bibidi ve Boo Birthing.
Gökova ile olan bağın nedir diye sorsak? Seni ve Birthing ailesini buraya hangi rüzgar attı?
Geçen yıl Akyaka’ya ilk gidişimdi. Türkiye’yi hala istediğim kadar gezemesem de Akyaka’ya aşık oldum. Akyaka da bana aşık oldu bence. Taycan arkadaşımdı ve calling Pop-upxDane’de çaldığını öğrendim. Oradan calling ailesi ile tanıştım ve bu partiyi düzenledik. O noktada burada da çalışabileceğim insanları tanımaya başladım. Türkiye’ye dönerken aklımdaki sorulardan biri buydu çünkü; “Birlikte çalışabileceğim insanlar bulabilecek miyim?” En baştan başlamak gibiydi benim için çünkü. Chicago’da çok sağlam bir network’üm vardı ve buraya taşınınca her şeye en baştan başlamış oldum. Böyle bir parti yapmak iyi geldi, iyi şeyler olabileceğini gördüm. Yeni insanlarla tanıştım, herkesle çalışmak çok keyifliydi.

İŞTAH KABARTIR: MÜJVER
Röportaj: Mina Aslan
Fotoğraf: Can GörkemHızlı bir çıkış yapıp ‘Seversin’le hepimizi heyecanlandıran, calling Pop-up x Dane performanslarıyla Gökova’yı ayaklandıran Müjver’e bu lezzetin sırrını sorduk. Taze bir soundla karşımıza çıkan Kerem, Emir, Zeynep ve Taycan bizimle önümüzdeki müzikal projelerine dair tüyolar paylaştı ve hemen ardından Gökova’da çokça anı biriktirdiğimiz karavanımızın önünde bu güzel pozu verdi.
Selam Müjver ailesi, 2021’de çıkan Cümlemize adlı albümünüzden sonra sesiniz epey çabuk yayıldı, sevildi. Nasıl tanıştınız, bu müzikal birliktelik nasıl oluştu ve bu Müjver’i bir arada tutan gizli tarif nedir?
Kerem: Aslında enteresan bir hikayesi var, bir gece Taycan’larda takılırken ben onun çaldığı setin üzerine klavye çalıyordum, kaydetmiş beni ve bunun üzerinden çıkan üründen bir parça yaptı. Sonra beni Emir ve Zeynep ile tanıştırmak istediğini ve kafasında yeni bir grup projesi olduğundan bahsettiğinde çok heyecanlandım ve hemen sıcak baktım. Stüdyoya girdikten sonra çok hızlı bir şekilde güzel bir kimya tutturduk. Benim gözümden herkesin empati ve iletişim kurma becerisinin yüksek olması birbirimize karşı toleransımızı arttıran etkenlerden bir tanesi. Tabi sonucunda ortaya çıkan ürün de tatmin edici olunca tatından yenmiyor o zaman.
Zeynep: Müjver’i bir arada tutan gizli tarif kesinlikle hepimizin bambaşka kişiliklere sahip olup hem aynı müzik sevgisine sahip olmamız, bazen bunlar farklı genrelar olsa da, hem de birbirimizi insan olarak çok sevip saymamız. Enerjiler bir sinerji oluşturdu, bizimkisi de iyi bir mücver kıvamında…
Şarkılarınızı Gökova’nın ambiyansında seslendirmek nasıl bir deneyimdi? Seyirci sizi çok sevdi.
Taycan: Çok özel bir deneyimdi gerçekten. Birkaç açık hava yerlerde performans verdik ama Gökova’nın doğasında, esen ağaçların ve dolunayın altında güzel ruhların bizimle birlikte şarkı sözlerini söylemesi unutamayacağım anlardan biri.
Emir: Gerçekten çok farklı ve güzel bir hava vardı. Birçok samimi ve içten arkadaşlıklar kurduk. Etkinliğimize gelenlerin de bizim kadar eğlenip güzel bir zaman geçirmesi bizim için ayrı bir mutluluk kaynağı. Böyle deneyimler uzun ve bazen zorlu geçen stüdyo gecelerine gerçekten de ne kadar değdiğini gösteriyor.
Zeynep: Gökova ne kadar şanslı olduğumuzu tekrar hatırlatan yer oldu. Hem doğası, hem orada oluşan güzel komünitenin enerjisi ile çok keyifli bir uyanış oldu.
“Cümlemize” ile parmaklarımızı yedik. Fırında yeni bir proje var mı peki?
Emir:Evet, üzerinde çalıştığımız yeni bir albüm var. Yine farklı türlerde deneyimler yaptığımız çok renkli ve alışılmış dışında bir albüm olucak. Ben şahsen herkesle paylaşmak için sabırsızlanıyorum.
Zeynep: Stüdyoya giriyoruz, çıkıyoruz, sen de gelsen belki yardım edersin!
70’lerin disco, funk gibi sesleri popüler kültürümüze seri bir geri dönüş yaptı, modern elementlerle birleşip yeni yeni formlar buluyor. Sizin soundunuzda da bu nostaljik öğeler mevcut, müziğinize ilham veren diğer öğeler nedir?
Emir:Hepimizin tarzları ve ilham aldığı yerler biraz farklı. Bizim zaten grup olarak da benimsediğimiz düşünce farklı disiplinleri bir araya getirip yeni, denenmemiş tarzda işler yapmak. Ben şahsen kendi adıma konuşucak olursam, son 50 senede her dönemin elektronik müziğin günümüzdeki halini almasında çok önemli bir rol oynadığını ve çıkarılacak bir sürü dersin olduğunu düşünüyorum. 70’lerin disco’su 80’lerin italo ve acid house’u, 90’ların house ve techno’su, ve benzeri… Ben de yaptığım prodüksiyonlarda bu tarzları harmanlayıp farklı şeyler denemeyi seviyorum. Disco ve funk grup olarak hepimizin sevdiği bir tür o yüzden her şarkımızda olmasa da Cümlemize albümünde elementlerine sıklıkla rastlayabilirsiniz.
Zeynep: Dans edilen ve ettiren müzikleri dördümüz de çok seviyoruz. Disko ve funk, vibrasyonlarımızı en aktive eden müzik türlerinden. Bizi de hep bu etkiledi herhalde, kendi adıma konuşursam. Bu müzik türlerinin geri dönüşü bizim için de çok keyifli oluyor. Bize ilham veren bir çok şey var, özellikle üzerine basamayacağım kadar çok.
Kerem: Grup içindeki herkesin farklı müzik zevkleri var ve dolayısıyla birimizin eksik kaldığı bir yeri diğeri rahatça tamamlıyor. Kendi adıma konuşacak olursam, Müjver projesinden yaklaşık 7 yıl önce piyano çalmaya başladım. Bu süreçte beni gerçekten müzikal olarak tatmin eden tür sonunda caz ve bossa nova oldu aslında. Cümlemize albümünün en güzel tarafıda bu elementleri istediğim kıvamda manipüle edip kullanabilmek oldu. Bunun dışında 3 Maymun isimli üç kişiden oluşan alternatif Rap grubumuz var ve çokta uzak olmayan bir zamanda kendi solo albümümü çıkartmak gibi bir planım var.
Taycan: Bence bize en çok ilham veren öğe birbirimizdir. Dört farklı üyeyiz ve hepimizin çok farklı müzikal zevki var. Kerem’in caz ve blues bilgisi, Zeynep’in alternatif ve pop bilgisi, Emir’in disco ve house bilgisi ve benim de minimal ve house bilgimle ortaya bir sürü farklı janrlar bir araya geliyor. Birimiz bir fikri koyuyor, bir başkamızın fikriyle birleşiyor sonucunda da yeni bir tat oluşuyor.
Sahi, neden Müjver? Fonetik bir tercih mi yoksa ardında bir hikaye mi var?
Emir: Albüm üzerinde çalıştığımız bir gün Taycan mücver yapacaktı ve güzel, eğlenceli bir isim olduğunu düşündük. Mücverin içindeki farklı malzemelerinin de herbirimiz farklı arkaplanını güzel bir şekilde temsil ettiğini düşündük.
Zeynep: O gün de grup olmaya karar verdikten sonra isim bulmaya çalışıyorduk. Başta yok ya dedikten sonra ben de ısındım sonra da “j” olsun dedik ve Müjver oldu.
Taycan: Aynı un ve yumurtaya ne katarsan mücver olur ya? Müjver öyle bir şey. Farklı müzikler, farklı kafalar bir araya gelip ağızda kalan güzel bir deneyim yaşatıyor.
Müjver’i tanımayanlar için 3 kelimede nasıl tarif ederdiniz?
Emir:Dene, bence seversin.
Kerem: Kelimeler, kifayetsiz, kalıyor.
Şarkıların sözleri kimi zaman çok esprili, kimi zaman derin, bazen de Ne? dedirtecek cinsten. Kimi muzip ve eğlenceli, kimi de melankolik ve hafif kaprisli. Sözleri beraber mi yazıyorsunuz, sürecinizde şarkının sözleri nasıl bir yer kaplıyor?
Emir: Sözleri prodüksiyon sürecinde yazıyoruz. Genelde şarkının ana hatlarını çıkardıktan sonra üzerinde beyin fırtınası yapıyoruz ve hepimiz ortaya fikirler atıp beğendiğimiz fikirlerin üzerine inşa ediyoruz. Kimi zaman ben yönlendiriyorum kimi zaman Taycan veya Kerem. Ama tabii ki söz yazma sürecindeki en önemli aktör Zeynep.
Zeynep: Sözlere bir melodi oturttuktan sonra genelde ben başlıyorum. Üzerine oturtup kelime ve cümle yapısı için bir beyin fırtınası yapıyoruz. Beraber yazıyoruz. Söz yazmak süreçle beraber işliyor, Emir arkada beat’i çalarken ben yazmaya başlıyorum, Kerem oradan “Ahheey desene” diye sesleniyor Taycan da tam oturacak mükemmel bir kelime söylüyor, kitapları karıştırıyorum derken bir şeyler ortaya çıkıyor.
Kerem: Herkesin kesinlikle söyleyecek bir şeyi oluyor. Asıl şamata kayıt esnasında vurguları tanımlamaya çalışırken oluyor. Bak burda bağır mesela diye bağıra çağıra bir süreç başlıyor, en zevkli kısmı bence bu kısmı.
Canlı bir seyirciye çalmayı en sevdiğiniz şarkınız hangisi?
Emir: Herkes Seversin diye düşünüyodur ama benim için Sakladım’ın ayrı bir yeri var. Albümde bir şarkıyı hem kendimi zorlamak hemde farklı bir şeyler çıkabiliceğini düşünüp olabildiğince drumlar dahil her elementi analog synth’ler üzerinden yazmaya çalıştık. Zorlayıcıydı ama hiç aklıma gelmeyecek yollardan ilerlememi sağladı.
Kerem: Kesinlikle Sakladım. Harmonisi ve bende uyandırdığı hissi çok kuvvetli. Doğaçlamaya en açık parça olarakta görüyorum.
Taycan: Şu anda en çok “Ne?”yi çalmaya seviyorum. İçindeki diyalog olsun, farklı enstrümanların birleşmesiyle oluşan hikayesi olsun ve groove’ları olsun o parçanın çok ayrı bir yeri var bende çalarken. Bu yazın sahne aldığımız yerlerde onunda gizli favorisi ve kült bir takibimizin olduğunu görmek bir o kadar sevindirdi 🙂
Zeynep: Ne demek ne’yi söylemek çok keyifli olmaya başladı benim için. İnsanların isyan hallerini görmek çok hoşuma gidiyor “Ne” diye bağırırken.
Grubun her üyesi farklı bir müzikal arka plandan geliyor, bize biraz grup dışındaki üretimlerinizden bahseder misiniz?
Emir: Hepimizin günlük yaşamlarında uğraştığı farklı işler var fakat müzik konusunda ben hem kendi ismim ile hem de “Dj Comeback” ismi altında prodüksiyonlar yapıyorum. Emir Biter için daha çok disco, funk, house tarzlarına odaklanıyorum. Dj Comeback biraz daha 90’ların rave elementleri üzerinden alternatif tarzlarda deneyimler yaptığım bir proje.
Kerem: Aktif olarak mimarlıkla uğraşıyorum. Şu an müzikle ikisi güzel bir şekilde birbirini tamamlıyor. Bir yandan yüksek lisans tezimi yazıyorum, biraz yorucu oluyor günün sonunda bu kadar bölünmek ama dengeyi tutturduktan sonra hepsinin beni tamamladığı yer ayrı diyebilirim.
Zeynep: Grup dışında farklı prodüktör ve müzisyen arkadaşlarımla da başladığım ve yayınladığım projeler var. Genel olarak müzik yapmayı, farklı insanların müzikal vibe’ını onlarla o dilde konuşmayı seviyorum.
Taycan: Grup dışındaki üretimlerimde sanat, müzik ve insanları bir araya getirmekle ilgili birçok işle ilgilenen biriyim diyebiliriz çok çok çok kısa bir özetle. Bir taraftan lise öğrencilerine yurt dışında sanat ve tasarım üniversitelerine danışmanlık veriyorum, bir taraftan kişisel projelerimde ses tasarımı ve müzik prodüksiyonu ile ilgileniyorum, başka taraftan müziğin ve sanatın yoğun olduğu kurmuş olduğum “Put Out” isimli sanatsal oluşumundan belirli müzisyenlerle parçalar çıkarıyoruz ve etkinlikler düzenliyoruz. Son olarakta yerel müzisyeni destekleyecek “sesseda” isimli yeni bir platform oluşturdum. Hep üretimden üretime geçen bir döngüdeyim diyebiliriz…

YAREN ÇARPAR'LA MEZESİ BOL SOFRALAR
Röportaj: Mina Aslan
Fotoğraf: Can GörkemHouse of Ekria’nın şefi Yaren Çarpar’la İskenderun’a has lezzetleri; biberli ekmeği, Antakya kahkesini, paylaştığımız koçanda mısır sevgisini konuştuk. Evde dostlarına güzel sofralar donatmak, özgün tabaklar hazırlamak isteyenlere tüyolarını da sormadan etmedik tabii. Haydi buyrun sofraya…
Gökova’da bizlere rengarenk bir sofra kurdun ve ruhumuzu doyurdun. Yeme-içme camiasına girişin nasıl oldu?
Yani aslında çocukluktan beri bu işin içerisindeydim. Anneannemin babaannemin kurduğu rakı sofrasından başlayıp sonrasında annemin barıyla devam edip sonra da profesyonel eğitim almaya MSA’ya gidip oradan mezun olup sektöre girmiş bulundum. Yaklaşık 10-11 sene oldu.
Bir sahne tozu yutma oluyor bazı şeflerin arka planında. Bora Bozankaya da aynısını söylemişti.
Benim memleketim biraz yani- içine doğmak… Hataylıyım bir de, İskenderunluyum yani. Kaçınılmaz son…
Evet. Zaten sonraki sorum bununla ilgiliydi. İskenderunlu bir şef olarak yörenin kültürel miras niteliğindeki lezzetlerine epey aşinasın. En sevdiğin, belki de seni çocukluğuna götüren İskenderun lezzetini sorsak…
Yani şöyle, bir sürü şey söyleyebilirim, çok fazla var çünkü. Ama ben nereye gitsem baharatlar var mesela: zahter, kimyon… Onlar benim için hani böyle ayrılmaz. Bir de Sihem’in karabiberi var. Anneannem karabiber yapar, ama tane karabiberin içerisinde başka baharatlar da çeker, kendi karışımını yapar; ben onu kullanırım. O benim için oranın yöresel bir şeyi değil ama çocukluğumdan gelen bir şey. Ürün ya da tarif olarak baktığımızda da ben orada yapılan ve orada yenen biberli ekmeğin hastasıyım. Künefe falan der herkes ya da İskenderun’un döneri, yok Antakya’nın kebabı falan derler ama benim için öyle değil. Biberli ekmek en sevdiğim şeylerden bir tanesi, fırında mutlaka vardır. Onun dışında Antakya Kahkesi dedikleri bir şey var onu çok severim. Ürün bazında tuzlu yoğurt olmassa olmazım, neredeyse her gün mutfakta kullanırım. Ama son zamanlarda benimle nereye gitsem gelen bir tarif var; o da Sasiço. Kuzu ince bağırsağına kuzu kıyması doldurulmuş bir sosis hazırlardı anneannemin gayrimüslim komşuları, anneannem de onlardan öğrenmişti. İçinde işte sosis deyince böyle hani maksimum merguez sosis gibi bir sosis bekleniyor ama bu daha böyle baharatlı, içinde çam fıstığı var, kuş üzümü var falan… farklı bir tat. Onu kullanmayı ve yapmayı seviyorum.














Çok enteresan.
Olmazsa olmaz yani.
Tuncay Gülcü‘ye sorduk, sana da soralım o halde. Humus mu hibeş mi? Kim alır bu maçı ve neden?
Ya biz bu maçı galiba on yıldır falan veriyoruz. Ben sektöre girdiğimden beri, 2013’ten beri en azından Tuncay’la tanışıyoruz biz. Tanıştığımız günden yana bu bizim maçımız diyeyim. Kim kazanır bilmiyorum. Bence tabii ki humus kazanır yani, ben hibeşin kazanabileceğini sanmıyorum. Bu arada hibeşi de çok severim, o ayrı; Tuncay çok güzel yapıyor, o da ayrı; ama humus!
Bir menü hazırlarken özen gösterdiğin unsurlar neler? Evde dostlarımızı ağırlamak, bir sofra donatmak istesek bize tavsiyelerin ne olur?
Ya ben sofra kurmayı çok seviyorum; ama böyle bir başlangıç, bir ara sıcak, bir ana yemek, bir tatlı sofrası kurabilen bir insan değilim. Ben böyle ortaya, olabildiğince her şeyden bol bol sofra kurmayı seven bir insanım. O yüzden soğuk çeşitlerim ağırlıklıdır. Çok ana yemekçi değil, daha böyle ana yemek pozisyonundaki yemeklere ara sıcak yapıp, herkesin her şeyden bir şeyler tattığı paylaşım sofralarını seviyorum, öyle sofralar kuruyorum. O yüzden de genelde olay hep bir mezeye kaçıyor, hep bir meze sofrasına kaçıyor ister istemez. Yani böyle pratik, hafif birkaç şeyin hazırlandığı, böyle çok yoğun, sohbeti de içkiyi de bastıracak ana yemeklerin olmadığı sofralar bence daha keyifli oluyor.
Zaten Ege ve Akdeniz olarak bizim için de işin raconu, alışkın olduğumuz şey bu galiba.
Evet, doğru.




Bir de House of Ekria var. Hem tasarım hem yemek hem de workshoplar bulabileceğimiz bir yer galiba. Mekanı bize kısaca tanıtabilir misin?
Burası Esra Karadeniz’in mekanı, kendisi de endüstriyel tasarımcı. Ben buranın işletmesini ve mutfak şefliğini yapıyorum, yani burada house manager’ım. Biz onunla iki buçuk sene önce -hatta üçüncü senemizi doldurduk, araya bir pandemi girdi o yüzden zaman mevhumumuz kalmadı ama- burayı kurarken şöyle başladık: Burada Esra’nın yurt dışından geldikten sonra tasarımlarını sergilediği bir showroom ya da mağaza açmak istediği bir süreci vardı. Daha çok böyle atölye gibi de kullanabileceği, ama insanların gelip burada bir yaşam alanı gibi vakit geçirebileceği, aynı zamanda alışveriş yapabileceği, geldiğinde oturup bir şeyler yiyip içebileceği, hoş vakit geçirebileceği bir yaşam alanı kurgulamak istedi; biz o süreçte tanıştık onunla ve öyle başladık. İçeride büyük bir kütüphanemiz var, tamamen Esra’nın evdeki kaynaklarının buraya geldiği. İçerisinde yeme içmeden tut hobiye, tasarıma kadar bir sürü kaynak var. Yani bir tasarım öğrencisi de bir gastronomi öğrencisi de hiçbir şeyle alakası olmayan sadece müzikle ilgilenen biri bile burada bir şeyler yiyip içerken kütüphanedeki bütün kaynaklardan keyifle faydalanabiliyor, orada bir okuma köşemiz de var. Onun dışında genellikle böyle uzun sofralar üzerine kurulu, uzun masaların olduğu bir alanımız var. Restoran kısmımızda markayla doğru orantılı olarak ilerlettiğimiz, sürdürülebilirlik ve mümkün olduğunca sıfır atık -ama özellikle sürdürülebilirlik- üzerine kurguladığımız bir menü var; çünkü markanın kendisi de ona özellikle çok dikkat ediyor. İşte yerli üreticiyi desteklediğimiz bir mutfağımız var, çok fazla ithal ürün içeriye sokmuyoruz. Mümkün olduğunca her şeyi kendimiz yapıyoruz, işte soslarımızdır, odur budur… Yani bizde patates yersiniz belki ama yanına ketçap mayonez alamazsınız biz yapmadıysak; biz yaptıysak kendi yaptığımız gelir, o ayrı. Ama biraz böyle keskin ve kendi karakterinde kurallarımız var işletmenin içerisinde. 600 m2 kadar bi alan var; gündüzleri şu andan itibaren açık olacak, akşamları da event bazında- işte geçen yaptığımız yemek gibi hoş sofralara eşlik eden bir mekan haline geldi burası. Keyifli yani. Bizim yaşam alanımız. Biz burada İstanbul içerisinde kendimize bir balon yarattık, bizim gibi insanları da içine aldık gibi bir şey oldu.
Peki yaz sezonunda kullanmayı en sevdiğin mahsüller nedir, hazır yaz sezonunu kapatmamışken soralım.
Yani yaz sezonunda ben meyve kullanmaya bayılıyorum hem yemeklerde hem mezelerde, her şeyde gerçekten çok seviyorum. O yüzden yazın bütün meyvelerini seviyor olabilirim ki o yemekte de mesela şeftaliden bir chutney yapmıştık; böyle onun şekerini tuzunu falan ekleyip kullanmayı çok seviyorum. Onun dışında taze baharatları kullanmayı seviyorum, otları kullanmayı seviyorum; baya keyifli oluyor. Son olarak -mesela ben inanılmaz bir mısır hastasıyım; yaz sezonu benim için mısır, haşlanmış ve közlenmiş mısır. O kadar çok yerim ki, o kadar çok yerim ki inanamazsınız. “Yok ya bu kadar da yenmez” denir ama o kadar yerim yani. Mısır çok severim. Ama tüketici olarak çok severim, yani yemeklerde çok kullanıyor muyum? Maksimum salsa yaparım herhalde diye düşünüyorum. Böyle…
Benim babam da bana sürpriz yapmak istediğinde bir tencere mısır kaynatır. O manzarayı görmek yani çocukluğumdan beri büyük bir heyecan.
İncir mesela çok severim ama İstanbul’un inciri değil, İskenderun’un inciri. Hatta bizim bahçenin inciri. O böyle daha az şekerli, daha yeşil bir incir; farklı bir incir buradakinden. O incir benim için muhteşem. Peynir-incir. Sabah kahvaltısı benim için bu mesela.
Çok iyi bir ikili ama. Peki mutfağa hevesi olan, daha kompleks ve özgün tabaklar hazırlamak isteyen okurlarımıza bir tavsiyen var mı? Hani “şurdan başlayın, şunu deneyin” gibi…
Bence, iki tane şey var benim başladığım, çok küçükken başladığım hatta. Yani yumurta ve makarna hayatta çeşitlendirilebilmesi ve üzerine deneysel şeyler yapılabilecek en uygun iki tane şey. Böyle “sıfırdan bir şeyler denemek istiyorum” diyorlarsa yumurta ve makarna üzerinden her şeyi yapabilirler. Ama sofra kurma anlamında ben yine aynı yere gidiyorum; işte o zaman meze, salata. Onlar da meyvelerin, sebzelerin hepsinin harmanıyla kullanılabilecek ve çok çeşitlendirilebilecek şeyler ve bütün hayal gücünde “şu da şununla olur mu?” dediğiniz pek çok şeyin olduğu sonucunu aldığınız iki ürün gamı. O yüzden bence oralardan denenebilir yani.
Çok teşekkür ederim vaktini ayırdığın için.
Ben teşekkür ederim.
Tekrar başka sofralarda görüşmek, buluşmak üzere. Kendine iyi bak.
Görüşmek üzere.

BÖYLE BİR DENEYİM YOK: BARIŞ DEMİREL İLE BD EXPERIENCE
Röportaj: Mina Aslan
Fotoğraf: Can Görkemcalling Pop-up x Dane’de gerçekleştirdiğimiz single lansmanı sonrası Universal Music çıkışlı yeni albümünü konuşmak maksadıyla bir araya geldiğimiz Barış’la futbol ve Serge Gainsbourg’a beslediği sevgiyi, Kadebostany ile yaptığı şarkıları, Rüştü Reçber’in 2002’ye damga vuran yüz boyasını, geceleyin mutfakta çekilen halayları, yakında çıkacak projelerini, kısacası her şeyi konuştuk. Barış’ın içtenliği ve bulaşıcı muzipliğiyle ben de işi gücü unutup kendimi sohbete kaptırdım. İşte karşınızda, belki de şimdiye kadar gerçekleştirdiğim en keyifli röportaj. Buradan Barış’a soruyorum: Bana ne içirdin Kayınço?
Barış, ya da “Barıştık mı” mı desem sana… Hoşgeldin.
Barış, Barış. “Barıştık mı” benim eskiden grubumdu, yani benim lakabım da daha sonra o gruba çevrildi falan, artık tamamen terk ettiğim bir lakap o benim. Böyle Barış’tan gidelim.
Barış’tan gidelim o halde. Hazır eski gruplardan konuşurken, Viya diye bir projen varmış sanırım.
Ooo, çok eski!
Evet, baya eskileri karıştırırken çıktı. Daha yeni Deniz Toprak’ın Karadeniz’deki sörf ve viya kültürüyle ilgili belgeselinin gösterimini yaptık o yüzden merak ettim. Karadenizlilik var mı? Hiç viya yaptın mı?
Var, var. Aslında şöyle, ailem Giresunlu, annem ve babam Giresunlu. İstanbul’a göç etmişler, ben doğma büyüme Kadıköy’deydim hep. Ama sonuçta Karadenizli bir aile, o kültürden gelmiş, evde hep Karadeniz yemekleri pişiyor… Bütün sülale İstanbul’da ama bir Karadenizlilik var hep. Anneannem, dedem vefat etmeden önce yazları bir ay ya da kırk gün Giresun’da bulunuyorduk. Oraya gidince de oraya çok çabuk adapte oluyordum. Yani şivem de değişiyordu oradayken, oradaki oyunları öğreniyordum hemen. Bir de böyle dışa dönük bir karakter olduğum için çocukken de hem hareketli hem herkesle arkadaş olan biriydim. Dolayısıyla her türlü yaramazlığı, İstanbul’da cesaret edemediğim her şeyi köyde yapabiliyordum. Onun karakterimde de bir etkisi var aslında üzerime sinen. Viyada da, tam dalga gelirken vücudunu dalgaya bırakıyorsun ve o dalga seni hoop kıyıya kadar o götürüyor. Harika bir şey. Amatör olarak böyle ufak ufak sahne almaya başladığım ilk zamanlarda, yani 2008 civarı, Viya diye bir grup kurmuştuk kuzenimle. Peyote vardı, hatırlarsın. Peyote bizim için okuldu, Peyote Meslek Lisesi falan diyorum ben ona. Rahmetli Hakan Orman, ben ve şu anda artık adıyla çok bilinen, kendi müziğiyle işte milyonlarca dinlenen pek çok arkadaşıma sahne verdi o zaman. İlk defa kendi müziğini yapabilme sahnesi vardı, şu anki gibi sektörel bir yamyamlık yoktu yani. Oralarda çalıyorduk.
Orada da trompet mi çalıyordun?
Orada en başta bas gitar çalmaya başlamıştım. Gruba trompetçi arıyordum ve trompetçi öyle amatör bir gruba gelmez. Zaten konservatuvardaki çocuk da başlıyor çok erken yaşlarda piyasada çalmaya, ekmeğini kazanmaya, senin o grubuna niye gelsin? İkna etmek falan da zor iş… 2009, 2008’in sonu hatta, dedim ben bunu öğreneyim, buradan yürü Barışçığım. Sonra baktım çok sevdim bunu, bir noktadan sonra MySpace’de “Barıştık Mı” diye bi sayfa açmıştım. Öyle kendi kendime, amatör şeyleri yüklüyordum. Roxy’de birinci olunca ve yaptığım işler artık ufak tefek, minik minik ciddiye alınmaya başlayınca, ben bu trompetin üzerine de gideceğim dedim sonra da Viya’yı saldım zaten.
Valla enteresan bi’ hikaye. Trompete başlama hikayenin böyle DIY bir yerden geldiğini bilmiyordum. Yeni teklinin lansmanını geçen cumartesi calling Pop-upxDane’de gerçekleştirdik. Nasıl hissediyorsun?
Harika hissediyorum. Ertesi gün calling mag’den Gümrah, Taycan ve dostlarımla birlikte Azmak nehrine gittik. Konser inanılmazdı, ertesi gün öfori yaşıyordum. Hem çok güzel bir ağırlama vardı, hem zaten calling ile yaptığım bütün işlerde çok mutlu oluyorum. Nasıl diyeyim, boş yok yani calling’de. Yaptığımız etkinlikler benim de o yüzden çok hoşuma gidiyor, çok mutlu ve tatmin olmuş bir şekilde ayrılıyorum. calling Pop-upxDane’deki o gece muazzam bir geceydi. Hani hem ben muazzamdım, hem calling muazzamdı. Sevdiğim markalardan gelen temsilciler de oldu, çok sevdiğim arkadaşlarım da geldi. Birlikte çok iş yaptığım Burçin Esin de oradaydı, Universal Music Turkey ekibi de yanımdaydı. Bütün beni destekleyen arkadaşlarımla beraber Akyaka tarafından da pek çok insan geldi. O insanlarla birlikte dans etmek, onları coşturmak, enerjiyi patlatmak inanılmaz bir şeydi. Çok mutlu oldum gerçekten. O yüzden ikinci gün böyle bir öfori yaşıyordum. Yani, oh be dedirtecek cinsten. Öyle geçti.
Peki nasıl temalar ve ilhamlar var bu teklide?
Ben çok overthinker birisiyim ve bir şeye çok çabuk alınıyorum ya da kafamda büyütüyorum, çok yoğun yaşıyorum onu. Bir sabah Beşiktaş’ta hangover bir şekilde kariyerimle alakalı ve kendi insan ilişkilerimle alakalı düşünürken bir anda bir şey beni çok rahatlattı: Abi ben kimsenin umurunda değilim ki. Çünkü kimse beni benim kadar sevmiyor, kimse beni benim kadar gömmüyor. Ben kendimle kaldığımda öyle bir önemsemeye giriyorum ki bazen, evet kendimi sevdiğimi de biliyorum ama bir yandan da sevmediğim şeyler de var. Bir şekilde hibrit devam etmek zorundayım. Dolayısıyla bu açıdan yaklaşmak bana bir motivasyon oldu, Barış dedim hani sen bir şekilde yardır buradan. Zaten hırslı da bir karakterim ben. Benim hayatta kalmamı sağlayan şey aslında, hırsım. Yani yetenekli olduğumu biliyorum, çalışıyorum bir de üretken bir dönemdeyim; buradan git dedim. O gün motora bindim, Kadıköy’e geçiyorum, telefona şey yazdım “Bu telaş bir gün durur, gönül yoldaşını bulur”. Şarkıyı da yaparken söz yazmam lazım, pozitif bi havası var şarkının. Ne yapayım diye düşünüyordum. Her zaman telefonun notlarını karıştırıyorum, ne yazmışım diye… Sonra onları öyle şarkı haline getirdim. Oradaki “Hiç kimsenin umru değilim” ya da “Sanki bi’ aralar iyiydim” lafları aslında zaten hep kafamda dönen şeylerdi. Albümün ismini de Bi Aralar İyiydim koydum.
O telefon notları zaten beklenmedik anda ilham gelen ve sonra hafızası da kötü olan insanlar için bir lütuf gerçekten. Ben de geriye dönüp baktığımda, öyle şeyler yazmışım ki telefon notlarına artık anlamlandıramıyorum. Başka bir insanmışım ve başka şeyler düşünüyormuşum. Çok tuhaf bir şey, bir şey üretirken o notlara dönüp, vakti zamanında çok kuvvetli hissettiğin bir şeyi alıp tamam, buraya oturdu demek.
Evet. Hep işte o sıradan, stabil bir düşünce akışı varmış, günlük bir rutin varmış gibi geliyor. Yazdığın şeyler, o not aldığın şeyler de, ne kadar güzel not almışım, ben böyle mi düşünmüşüm ya diye düşündürtüyor. Böyle bir his aslında.
Da Poet, Kamufle, Islandman, Deniz Tekin gibi çok sevdiğimiz birçok isimle birlikte işler çıkarıyorsun. Var mı böyle gözüne kestirdiğin, birlikte bir iş çıkartmak istediğin isim?
Aklıma nokta atışı isimler geldiği oluyor ama gelmedi şu an. Mesela Kadebostany ile iki şarkı daha yaptık. Bir tanesi bu benim Kakülünde Ak Oldum’un İngilizce versiyonu. Euphoria diye bir şarkı oldu, o ileride çıkacak. Like a Dream diye bir şarkı yaptık, o çıkacak… İngilizce şarkı söylüyorum o parçalarda, arkadaşlarımla konuşurken, kanka Eurovision’a katılacağım diye dalgasını geçiyorum. Onlar çıkacak mesela, Kadebostany ile çalışmak beni mutlu eden bir şey. Pop, hani böyle elektronik pop ve belki de en çok Türkiye’de bilinen ve çok sevilen bi sanatçı, güzel bi avantaj benim için. Ondan sonra Echo var, İsrail’in en bilinen kadın MC’si. Onunla İstanbul’da Salon İKSV ile birlikte ortak yaptığımız bir proje var, dört şarkılık bi EP çıkacak. Bu saydıklarım şarkı yayınlamak anlamında ilk uluslararası deneyimlerim olacak. Neyse ne diyoduk… Kim ya, kimler olabilir? Bir zamanlar BabaZula falan derdim, Murat Ertel ile de çalıştım… Aslında hep isimlerle çalıştım. Çok güzel bir soru, bunu harcamak istemiyorum da o yüzden bekletiyorum seni.
Hiç acelemiz yok. Dilediğin kadar düşünebilirsin.
Aşırı güzel bir soru. Hep de böyle kalıyorum ya bunda.
Hatta soruyu daha da zorlaştırayım mı? Yani Türkiye’den veya şu an hayatta olması gerekmiyor yani evveliyattan…
Benim en sevdiğim sanatçı Serge Gainsbourg mesela. Serge Gainsbourg ile mutlaka bir şey yapmak isterdim yani. Mesela, çok alakasız ama hep aklıma Rage Against the Machine geliyor. Tom Morello, onların gitaristiyle ortak şarkı yapmak ara ara hayalini kurduğum bir şey.
Bence şahane bir iş de çıkabilir oradan. Gülinler’le röportajını dinledim ve Rage Against the Machine’i duyunca şaşırmıştım… Benim de canlı izlemek istediğim bir gruplardan, Run The Jewels’la gezip turluyorlar, biz de burada çıldırıyoruz.
Avrupa turnelerini iptal etmişler şimdi, bir sürü turne iptal olmuş.
Benim nazarım diyebiliriz ya ona, nazarım değmiş.
Aman ya, öyle şey mi olur? Ben de bilet aldın da bir şey oldu falan sandım. Bak öyle bir bahtsızlık daha üzücü olur.
Yok yok, hiç mi ucumuzdan bucağımızdan geçmiyorsunuz kardeşim diye sitem ederken biraz kem göz yollamış olabilirim işte.
Estağfurullah efendim, haşa, ne demek. Şimdi düşünüyorum, bir bakayım şöyle… Bu soru daha önce de bana 1-2 soruldu onda da böyle hep eblek gibi kaldım ama calling mag’e bu sorunun cevabını vermek istiyorum. Şu an Spotify’da bir liste açtım mesela, direkt en başta Serge Gainsbourg çıktı… Şöyle iniyorum, bakıyorum. Yani Radiohead falan… Hayatımda izleri çok… Böyle tek bir isme dönünce olay, yani çok daha zor oluyor.
Tek bir isim olması da gerekmiyor aslında. Hani insanın kalbinde özel yeri olan sanatçılar oluyor muhakkak. Biraz onu merak ettim.
Vokal olarak mesela Chris Cornell beni hep çok etkilemiştir, Mike Patton yine aynı şekilde… Thom Yorke… Şu an aklıma isim gelmiyor.
Müziğin epey melankolik ve naif ama aynı zamanda pek atarlı bir arkaplan da var hani, müzikal olarak sana ilham olmuş. Enteresan… Demin de bahsettin, Kadebostany ile sıkı fıkılığınız nasıl başladı? Onu da merak ediyorum.
Ankara’da konser veriyorduk. Onlar da bir etkinlik için mi ne gelmişler o zaman. Sadece Guillaume gelmiş, onların başındaki prodüktör aslında. Arada Türkiye’de DJ setleri falan geldiği de oluyor. Biz de o gün Haymatlos’ta çalıyorduk. Gelmiş, konser bir bitti, baktım “Great music” falan yazıp, işte Türk bayrağı koyup beni etiketlemiş. Kartal koymuş, kendi simgeleri o da… Ben de teşekkür ettim, hemen yürüdüm DM’den. İlk solo albümüm diyebileceğim Mutluluklar albümümü çıkartırken bir desteğe ihtiyacım vardı. Bir de farklı bir vizyonu olan birisine ihtiyacım vardı, çünkü ben genelde hep böyle işte hip hop, indie, o sularda gezinen müzisyenlerleyim ve o tür şeyleri dinliyorum. Ama biraz böyle daha pop, elektropop ve biraz da ünü olan, Türkiye’de de bilinen bir isme ihtiyacım vardı. İki tane şarkım var, bunlara bir remix yapar mısın diye yazdım. “Gönder bakayım” dedi, gönderdim. “Bunların ikisini de remixlemek istiyorum” dedi. Zaten artık ben sahnede Kakül’ün Kadebostany versiyonunu çalıyorum. Dans ritimleri, insanları dans ettirmek, sahnede dans etmek, bu tarz müzikleri daha çok merak etmek falan… Gerçekten kafamı değiştirdi. Hani tam o noktada bana bir kıvılcım verdi, yeni fikirler edinmeye başadım Kadebostany sayesinde… Sevildiğini görünce, çok dinlenmeye başlayınca ben biraz oraya doğru kayayım dedim. Türkçe pop’ta da hani böyle -leş pop’tan bahsetmiyorum böyle tışşş ka tışşş ka falan- bakıyorum ve güzel beatler var. Ondan sonra mesela beraber çalıştığım Islandman, ki onu da dinlemekten çok keyif alıyorum, ondaki o “chill vibe”ları duymak, az ama öz, daha az prodüksiyonlu olması ama çok nitelikli bir müzik olması bana hep ilham olan şeyler. Onun dışında birçok Türk yeni isim de bana ilham oluyor. Ne bileyim böyle seneler önce iki alt komşum vardı Kadıköy’de yaşarken. Çok amatör, kendince müzik yapan bir çocuktu. Şimdi Türkiye’deki listelerde bir numara, sallıyor her yeri. Adamın yaptığı müzik bana ilham oluyor. Vaktinde muhabbet etmeye çalıştığında ben de cool yapıyordum çocuğa. Zaten ne kadar kişiye cool yaptıysam hepsi ünlü oldu. Neyse, yeni isimler ya da pop’taki yeni yükselişler ve elbette kaliteli prodüksiyonlar bana çok ilham oluyor açıkçası. Ben de yavaşça kendimi artık pop’a doğru kaydırdım. Bu müziği yapmak istiyorum, singer-songwriter müziği yapmak istiyorum, trompeti de boşlamak istemiyorum. Zaten benim de bir noktada biliyorum ki bir yerde daha özgün olmamı sağlayan imzam trompetim oluyor, yoksa ben de herkes gibi olurdum.
Trompeti caz, orkestra vesaireden duymaya alışkın insanlara bu daha bizim yörelerin ezgilerini trompette duymak da tabii daha özgün geliyor. Bilmiyorum…
Yakalıyor. Daha kolay yakalıyor. Yani şimdi, bir roman düğününe git tamam mı? Dayının biri var orada, atıyorum mesela Borucu Hasan. Böyle bir adam var gerçekten, Youtube’a Türk trompet yaz, benden önce onlar çıkar zaten. Dayılar nasıl çalıyor, bir makamlar, bir macunlar… Öttürüyor yani… Hani al sana cazcı o zaman. Aşırı iyi çalıyorlar. Düğünlere gittiğinde neler duyuyorsun. Aşırı hakimler çaldıkları enstrumana, havaları tam doğru şekilde, makamları mis gibi çalıyorlar. Bizim müziğimizin zaten içinde olan bir şey trompet, bir şekilde adapte olmuş. O yüzden dinleyen insanları hemen yakalıyor. Bir ara şey vardı mesela, baymıştım. Birincisi dizilerde kullanılan çello soundundan, çellodan tiksinmeye başlamıştım. İkincisi, sokakta çocukların çaldığı melodikanın sesini duymaktan; ki melodika sesini çok severdim bir ara, ondan da baydım. Bir de klarnetten baydım, 2000’lerin ortasında her yere entegre edilen. Yoksa hani Hüsnü Şenlendirici çok büyük bir isim ve Laço Tayfa’nın 2000 yılında Double Moon vizyonuyla çıkan Bergama Gaydası albümü efsane bir albümdür. Onun dışında mesela klarnetten öldüm, baydım, tiksiniyorum artık gibi bir duruma gelmiştim yani. Trompetin sesi bir şekilde beni çok etkiliyor. Güzel çalınırsa kudretini çok güzel hissettiren bir enstruman. Nasıl desem… Hacimli hacimli, böyle ayağı yere basa basa çaldığın zaman sen onu, kendini çok güzel karşı tarafa geçiren bir sesi var. Ben öyle düşünüyorum. Bunu bilimsel olarak açıkla Barış falan desen hiç valla açıklayamam, bende yok orası.
Bende de yok. Gayet tatmin edici bir cevap oldu. Pop-upxDane’de de Kayınço diye roman havasında bir şarkı söylemiştin. Burada Borucu Hasan abiden bir ilham var mı?
Şöyle aslında, 2015’te bir yurtdışı turnesi vardı üç konserlik. Menajerim o zamanlar Burhan Öçal’ın da menajerliğini yapıyordu. Burhan Öçal’ın da Trakya All Stars diye bir grubu var, on iki tane Trakya bölgesinden, Ege bölgesinden özel seçilmiş, bayağı seçmelerle gruba aldığı usta müzisyenlerden oluşuyor. Dedi ki menajerim “Barış turne bitiminde İstanbul’a dönme, bir hafta da bizle takıl”. Ben de Belçika, Hollanda derken onlarla da gezmeye başladım. Dolayısıyla onların muhabbetini de görmüş oldum. Kayınço diye bir parça var onların da yorumladığı, bayılıyorum o parçaya. Yani işte ne bileyim mesela Burçin’le geçen arabada geziyoruz “aç Kayınço’yu aç” diyorum, başka bir gün sarhoş oluyorum “Kayınço aç”… Yolda yürürken de o şarkıyı dinlemeyi çok seviyorum, evde bulaşık yıkarken de o şarkıyı söylüyorum. Ona yeni bir çalışma yaptım konserlerde mutlaka söyleyeyim dedim. Araya teatral bir şeyler yapıyorum: kayınço sarhoş ediyor herkesi, insanlar “Bana ne içirdin kayınço?!” falan diye hallere giriyor, böyle saykodelik bir dünya gelişiyor. Kayınço Sedat diye bir karakter var benim uydurduğum, Kayınço Sedat artık bütün aileyi trollemeye, hacklemeye başlıyor. Yani hem mangalın başında duruyor, hem içiriyor. Artık içine ne katıyorsa… Konserlerde şöyle bir şey oluyor: Başta sakin, enstrümantal bir iki parçadan sonra yavaştan dinamiği yükseltiyorum. Hip hop, pop, minik RnB minvalinde birtakım yükselişler oluyor. Sonra artık dub’a reggae’e geçmeye başlıyoruz. Onunla birlikte four-on-the-floorlar ve işte bu bufff-bufff-bufff diye kicklerin olduğu bir tatla beraber reggae’i birleştirerek yükseltip, en son artık Kayınço ile bitiriyorum. Kayınço dokuz sekizlik. O noktada artık, oturan varsa ayağa kaldırmaya başlıyorum. “Oynamayanın çamaşır makinesi bozulsun” diye bir laf öğrendim. Çocukken roman mahallesi yakınında oturan bir arkadaşım söylemişti, çok hoşuma gitti. Bir akış oluşturuyorum. Parçalar arasında neler söylesem, ne yapsam, seyirciyle nasıl iletişim kursam; bunları yeni öğrenmeye başladım. Bu özgüven oluşmaya başladıkça ben de seyirciyle muhabbeti ilerlettim. Önceden kendime pek güvenim yokken, hep hataya ve karşımdakinin moduna odaklanıyordum. İletişim kuramıyordum. Artık çok rahat hissediyorum kendimi sahnede. Bir akış, bir Barış Demirel deneyimi diyorum ben ona. Gerçekten orijinal. Böyle bir deneyim yok, vallahi yok, büyük harfler: BU DENEYİM YOK YA, BARIŞ DEMİREL DENEYİMİ BAŞKADIR.
Bu “Barış Demirel deneyimi nedir?” diye bir soru da vardı burada. İşte bu BD deneyimi…
Evet, Barış Demirel Experience. BD.
Çok güzel. Benim için de son zamanlar o şarkı Dostluk Halayı. Yani o gümbür gümbür altyapı üstüne giren o halay…
Halaya bayılıyorum bu arada. Yani mesela bir partide kafam iyiyken, sevdiğim insanları tutup kenara çekmişliğim var. Bir gelsenize mutfağa deyip böyle hızlı halay ya da Grani halayı açıp böyle “Hadi halay çekelim!” dediğim… Halay çekmeyi bilmiyorum ama böyle mutfakta gizli gizli insanlara halay çektirmek istiyorum çünkü çok yüksek bir enerjisi var; yüksek olduğumda da böyle şeyler yapmayı seviyorum.
İşte o halayın OG’si bence Dostluk Halayı ya, bu Yurtseven Kardeşler’in. İnanılmaz yani. Artık Yurtseven ailesinin Berlin’deki müzikten, gurbetçilikten aldığı bir şey mi bilmiyorum ama o albümde bayağı böyle bombalar var. Arkadaşlarımın başını ağrıtıyorum bu konuda, “Arabada Burçin’e Kayınço açtırıyorum” diyorsun ya, öyleyim…
Çok iyi. Ben de bunu yazayım bir kenara, Yurtseven Kardeşler’de halay çekeyim.
İstek parça olarak mendille uzatayım sana. Yavaştan röportajı kapatma faslına geçerken bu makyajın nasıl ortaya çıktı onu soralım, bu seni tanıdığımız makyajın?
Büyük Ev Ablukada çok seviyorum, beni çok etkilemiş gruplardan birisi. Türkiye’de Duman mesela beni çok etkilemiştir, Büyük Ev Ablukada çok etkilemiştir, Gevende çok etkilemiştir… Yani çok dinleyip, loopa alıp bir şeyler öğrendiğim gruplar bunlar. Fırtınayt’la beraber o kuir görünümü çok sevdim onlarda; kontrast renkleri kullanmaları, makyaj yapmaları… Bir de futbol hastasıyım ben. Hani hayatımda en büyük tutkum müzik ve futbol aslında. Zaten güne öyle başlıyorum. Efendim uyanıyorum, kalkıyorum, önce güzel bir kahve yapıyorum. Ondan sonra açıyorum televizyonu futbol özetlerini izlerken sesini kapatıp trompet çalışıyorum orada iki saat. Yemek yerken futbol izliyorum. Evde tek başıma içiyorsam futbol izliyorum. Arkadaşlarımla konuşurken bir yerde olay futbola geliyor. Da Poet’le buluşuyoruz; “Abi sahildeyim gelirken top da getirsene” diyorum, penaltı çekiyoruz, viskisine penaltı çekişiyoruz. Kaybettim viski alacağım ona… 2002 Dünya Kupası’nda Rüştü Reçber gözünün altına kömürümsü siyah bir boya sürüyordu. Ben de sahne için tuhaf farklı renkler, kimonolar falan derken bir yandan da elmacık kemiklerime simler sürmeyi seviyorum. Ama gidip de şakakların oralara değil de Rambo ya da işte Rüştü gibi gözlerimin altına farklı glitterlar çekmek… Yani çok basit, çok çiğ bir şey, oradan geliyor aslında. Bunu yapmaya başladıkça, ilk solo albümüm Mutluluklar için de yeni bir imajım olsun isterken; ojesi, rengi, osu busu derken, böyle cinsiyetsiz, renkli ve parlak ve çok hoşuma giden bir tarz oluşturmaya başladım. Ama tabii ki ilk ilhamım burada Büyük Ev Ablukada oldu. Gülin de çok sevdiğim bir arkadaşım.
Ben de Gülinler’le röportajını izlerken futbol hastası olduğunu duyduğum için “Bu Rüştü stili olabilir mi ya acaba?” diye bir düşünmüştüm. O 2002 Dünya Kupası olduğunda ben çocuktum, ama çok iyi hatırlıyorum. Daha ilk okula gideceğim, kreşte yüzümüzü çamurla, pastel boyayla… Böyle hani öğretmenler temizlemeye çalışıyor, herkes inatla suratını bir şeyle boyuyor falan böyle bir evremiz olmuştu Rüştü sayesinde.
Çok iyi denk gelmiş.
Çok tatlı bir arka hikaye. Bir bakıma da uyumlu sanki, seni “Euphoria” makyajı gibi, simli simli görmek.
Teşekkür ederim. Güzel bir süreç var önümde yani. Başka isimler de var bu arada, yeni featler falan giriyor hip hop sahnesinden. Aga B’yle bir feat geliyor, Eylül ayında çıkartıyoruz onu; Eylül ayında yine benim bir parçam çıkıyor. Böyle bir sürü şey, sürekli bir üretim hali… Zaten evimde bir stüdyom var. Sürekli orda her gün bir şeyler kaydediyorum, eskizler yapıyorum, sonra onlar zaten şarkıya dönüyor bir şekilde… Bu iyi bir şey benim açımdan. Bunu yapabildikçe her gün yapmak istiyorum. İşim zaten tam zamanlı müzik oldu son iki yıldır. Haftanın altı günü çalıştım ben, on yıl boyunca 20’li yaşlarımın en başından beri, hep bir kaygıyla… İlk defa müziğe gerçekten kendimi verebildiğim bir zamandayım. Zaten yaşım geldi 35’e, hani ben bundan sonra durmak istemiyorum. Şarjımız bitene kadar devam edeceğiz inşallah.
Çok teşekkür ederim ya vaktini ayırdığın için, çok keyifliydi. Yeni projelerini de heyecanla bekliyorum. Zaten hip hop’la dirsek temasın benim baya hoşuma gidiyor. Hatta Ofsayt’ın klibini de bu sabah izledim. Şahane! Yine halı sahadasınız, yine üçünüz.
Düşük prodüksiyon bir klibimiz olsun dedik, ne yapalım? Halı sahada çekelim. Geçen baktım bir tane grup, Ozan yolladı bana da, “Oğlum bizim klibin resmen aynısı” falan diye.
Onu da bu hafta izledim. Bir haftada iki kez görünce zaten dedim yani ne oluyoruz, halı saha yeni bir trende dönüşüyor herhalde. Gerçi sizinki eski tabii ama…
Biz orijinaliz.
Trendsetter.
Bizde hakikat önemli, taklitlerimizden kaçının.
Çok memnun oldum. calling house’a da uğrarsan görüşmek üzere.
Çok seviyorum orayı ve hep geleceğim deyip gelmiyorum. Sadece calling’in çağırdığı etkinliklerde gidiyorum falan. Gerçekten oraya böyle çiçek çikolata gidip, kız istemeye gidiyormuş gibi oluyor böyle de… N’apim? Aaa, güzel bir alkol alayım da ben calling’e geleyim bir gün, sonra herkesi böyle işinden koparayım “Artık tamam arkadaşlar happy hour’a geçtik” diye.
“Kapatıyoruz” diyerekten. Senle bahçede birer bira açarız.
Bayılıyorum ben. İlk hatta şey zaten, Akbank Caz Festivali’nde Da Poet, Barış Demirel, şey yapmıştık ve /da da live görseller yapmıştı. Aslında calling ile de tanışmamız oydu yani. O yüzden çok seviyorum aslında mekanı.
İade-i ziyarete bekleriz yani kahve için bile olur. Tombik kedilerimiz var.
Evet, Şero!
Tekrar görüşmek üzere, kendine iyi bak, öpüyorum.
Görüşürüz, çok teşekkür ederim, selam ederim.

ALİ SAĞLAM'LA PHUKET'TEN SOFRALARA
Röportaj: Mina Aslan
Fotoğraf: Can GörkemShangri-La, St. Regis, Zuma gibi restoranlarda çalıştıktan sonra Phuket’e gidip Asya mutfağında ustalaşan şefimiz Ali Sağlam’la büyük şehirlerin lüks mutfaklarından Gökova’da kendi seyyar arabasını yapmaya giden yolculuğunu konuştuk.












ASENA KOLAŞIN'LA FİLMDEN MÜZİĞE YARATICI BİR SERÜVEN
Röportaj: Mina Aslan
Fotoğraf: Can GörkemGökova’da gecemizi minimal beatlerle renklendiren Asena’yla New York ve İstanbul’dan, kaos ve dinginlikten, ilhamdan ve aşktan konuştuk. İçinde tüten yaratma arzuyla sinemadan müziğe, İstanbul’dan Akyaka’ya göçen Asena bize Gökova’da kurdukları kuir dayanışma ağından, saklanmadan yaşayabilmenin mutluluğundan, soba etrafında dostlarla yapılan müziğin keyfinden ve kışın körfeze inen ilham perilerinden bahsediyor.
Asena selam, Gökova’daki etkinliklerde yer alan bazı diğer sanatçılar gibi sen de oranın yerlisi ve oradaki müzik ve sanatsal üretim camiasının bir parçasısın. Akyaka’ya gitmene vesile olan şey neydi? Gökova’yı senin için özel kılan nedir?
Aslında şöyle, eskiden sinema sektöründeydim. 18 yaşından beri sinema işlerinin prodüksiyon ve yapım tarafında görev alıyordum, Böcek Yapım’da çalışıyordum. Darbe gibi bir şey olduktan sonra Alper’le Sinem, Dane’nin sahipleri, onlar buraya yerleşmişlerdi. Bir sinema filmi çekimi için gelmişlerdi buraya, o sırada tam darbe oldu ve bütün işler, projeler iptal oldu vesaire. Ben de zaten 18 yaşından beri bu işi yaptığım için birazcık sıkışık hissediyordum kendimi, özel hayatım da hiç iyi gitmiyordu. Bir şekilde kendimi onların kollarına attım, Alper ve Sinem sağ olsunlar kucak açtılar bana. Bu sırada tabii prodüksiyon yaparken de küçük küçük partilerde çalıyordum, müzikle uğraşıyordum. DJ’lik yapıyordum ama profesyonel anlamda hiç öyle bir etkileşim olmadı. Onlar beni buraya çağırdıklarında “Hiç olmadı DJ olursun” dediler, tamam dedim. Altı senedir burada yaşıyorum, buraya geldim ve şimdi altı senedir de DJ’lik yapıyorum. Onlar kucak açtılar bana, Gökova’ya daha önceleri yazın tatil için geliyordum ve hayran kalıyordum buranın iklimine, havasına, suyuna… Ve özellikle kışları daha güzel geçiyor, yazlardansa kışları daha çok tercih ediyoruz. Sanki ilham perileri böyle iniyor gibi körfezin üzerine. O yüzden burayı seçtim, burada olmaktan da mutluyum. Altı sene oldu, güzel geçiyor.
Sevindim. New York’ta film okuduğunu duydum ve filmden taze mezun biri olarak epey ilgimi çekti. İşin yapım kısmında da epey çalışmışsın anladığım kadarıyla. Sanatsal üretim serüvenin orada mı başladı?
Tabii, yani hâlâ daha mesela video kısmıyla ilişkimi kesmedim. Almanya’da yapılan büyük bir festival var, VOOV Festival diye, psychedelic bir festival. Oranın video işlerini ben yapıyorum. Tabii orada da müzikle videoyu birleştirdik birazcık, o güzel oldu. Hâlâ montaj yapıyorum, küçük çaplı da olsa. Dediğin gibi, üretmek ve bir şeylerin geldiği halini görmek benim için çok önemli. O yüzden de DJ’lik çok güzel bir şey; insanları eğlendirmek, insanlara bir şekilde parçalarla ulaşabilmek ve kendini ifade edebilmek… Neden kendi parçalarımla olmasın dedim ve geçen kış piyano derslerine başladım, onun üzerine bir de prodüksiyon dersleri almaya başladım. Şimdi muhtemelen eylül sonuna doğru bir albüm çıkarmayı düşünüyorum. Küçük EP daha doğrusu, onun heyecanı da var üzerimde. Duramıyorum yani, üretmek benim için çok önemli bir şey. Burada kışlar da boş geçerse birazcık depresyona sürükleyebiliyor insanı. O yüzden ben daha çok bunun üretim tarafındayım; yazları daha çok dışarıda olup bir yerlerde çalıyorum ama kışın da kapanıp üretim kısmına odaklanıyorum. Prodüksiyonun ve filmin benim bu şekilde devam etmemde çok büyük bir rolü olduğunu düşünüyorum. Film de çok zor bir süreç tabii, yani geçenlerde mesela üç gün üst üste set çaldım. Gündüz başka bir yerde, gece başka bir yerde, after için başka bir yerde. İnsanlar bunu nasıl yapabildiğimi, bu enerjinin nereden geldiğini sorduklarında “Ben eski prodüksiyoncuyum” dedim. Bizim için çok normal bu tür şeyler, çünkü sabahlara kadar sette olup bir saat uykuyla ertesi günün programına koşuşturmak benim zaten kanımda var, onu yapabiliyorum yani. İnsanlar o konuda şaşırmıştı ama benim için kolay oluyor.
Film sektörüne insanlar genelde işin yaratıcı tarafından heyecan duydukları için giriyorlar ama sektöre kayınca işin koşuşturmacası biraz kreatif taraftan çekip alıyor insanı, sanki müzik yeniden üretmek ve o yaratıcı kısma bağlanmak için yeni bir sayfa olmuş gibi…
Evet, benim için büyük bir fırsat oldu kendimi ifade edebilmem açısından. Çünkü müzik dünyası birazcık daha naif diyebilirim. Sinema sektörü biraz daha katı, herkesin çalıştığı isimler genelde belli oluyor ve oraya gelebilmen için büyük bir hiyerarşiden geçmen gerekiyor. O, sektörün de vermiş olduğu değişik bir şey. Ama ben çok iyi insanlar tanıdım, çok iyi oyuncularla çalıştım, çok iyi yönetmenlerle çalıştım ve bana şu anki yaşamımda kattığı çok önemli değerler var. Dolayısıyla şu dönemde müzik yaparken daha olgun ve ayakları yere basan bir yerdeyim. Çünkü zamanında gerçekten o şaşaalı dünyanın içindeydim. Tabii, şu anda da içindeyim ama onun için bir çaba sarf etmiyorum. O zaten geliyor, beni buluyor bir şekilde. Bu ayaklarımın yere basması da işte, film sektöründen geliyor. Hiçbir şekilde kızgın değilim tabii ki, hiçbir şekilde pişmanlık da duymuyorum. Bana çok şey öğrettiğini düşünüyorum, ki şu anda müzik yaparken bile prodüksiyonun bana vermiş olduğu deneyimlerle ilerliyorum bu yolculuğuma da. Ama benim için müzik hep vardı, küçüklüğümden beri vardı ve bir şekilde ilerleyemedi çünkü para kazanma kaygıları, vesaire… O sanatsal üretimin içinde tıkıyor insanın sanatsal açılımını, para kazanma güdüsü. Ama birazcık daha iyi bir noktaya gelince müzik önüme çıktı ve “Beraber bu yolda yürüyelim mi?” dedi “Yürüyelim” dedim ve buraya taşınamla beraber o süreçle beraber müzikle birlikte ilerliyoruz yolculuğumuza…
Gökova’da Biraradayız isimli bir topluluk kurmuşsunuz, biraz bundan bahsedebilir misin? Bu atılım nasıl ortaya çıktı?
Biraradayız aslında bir Pride etkinliği. Buraya ilk geldiğimde çok fazla queer arkadaşlarımız yoktu ama ben çok açık yaşıyordum kimliğimi. Herkesin bunun farkında olmasını da istiyordum açıkçası, gözlerine de sokmak istiyordum ama sonra fark ettim ki buradaki yerel halkın hiç konuyla ilgisi bile yok. Hani biz pankartlarımızı alıp burada yürüyüşe çıkmak istesek, Ahmet abi veya Mehmet abi bize; “Biz size ne yaptık ki bizi şu anda protesto ediyorsunuz? Ben seni zaten böyle kabul ediyordum Asena” derler diye düşündük. Duygu’yla Selçuk sağ olsunlar geldiler iki sene önce dediler ki; “Biz bir Pride etkinliği yapmak istiyoruz, biz de queeriz, kutlamak istiyoruz, ne dersiniz” falan. Ben de “Harika olur” dedim. “Bunun protesto kısmına girmeden nasıl eğlenebiliriz, bir arada nasıl olabiliriz bunları konuşalım” dedim ve hani protesto etmeden de varlığımızı sürdürebiliriz diye düşündük. Tabii ki de protesto etmek gerekiyor ama onun platformlarının farklı yerlerde olduğunu düşündük. Bizim daha çok bunun hani bir arada olmak, beraber vakit geçirmek, daha “Nasıl kreatif anlamda çözümler getirebiliriz? Arkadaşlarımızın yaşadığı sorunlarla ilgili ya da bizim yaşadığımız sorunlarla ilgili bunu protesto etmeden nasıl çözümler üretebiliriz?” diye bir araya toplandık ve iki senedir bunu gerçekleştiriyoruz. Sağ olsun buradaki yerel yönetim de bizim arkamızda, onlar olmasa da bunları gerçekleştiremezdik. Çok şükür ki bu sene de gerçekleştirdik ve çok mutluyuz. Çok tatlı, çok sevdiğimiz arkadaşlarımız bize destek oldu; bu sene de onlar geldiler, onları ağırladık. Umarım üçüncüsü de o kadar coşkulu ve güzel geçer.





Müzik hayatında da soundunun daha minimale aktığı bir süreçtesin sanırım. Bu devinim halinden bahsedebilir misin?
Yani müzikte çeşitliliğe daha çok evrilmeye çalıştım. Çeşitlilik derken de minimal soundun içerisindeki çeşitlilikten yana oldum. Yani minimal bir alt yapının üstüne istediğiniz Afro veya işte Caz, Cumbia, Zumba, istediğin her şeyi atabiliyorsun ve minimal beat o hissiyatı verebiliyor. Onu deneyimledim, o yüzden minimale döndüm. Çünkü Afro yapmak istiyorsun, Afro’da sınırlı kalıyorsun. “Ben şu anda Deep House yapacağım” deyip House’ta sınırlı kalıyorsun. Bir şekilde sınırlayıcı oluyor janrlar; ama minimalde altyapının üzerine ne koyarsan koy bir şekilde sana istediğin şeyi veriyor. Bu benim için çok önemliydi, onu keşfetmek ve şu anda minimal yaşamla minimal müziği eşleyebildim sonunda. Tabii benim hayatım sürekli gece hayatı olarak geçmiyor. Burada özellikle geceyarısına kadar bir sınırımız var müzikle ilgili; her yerde 01.00 iken Akyaka’da 00.00; çünkü burası slow city olarak seçilmiş. Ben de hayatımı ona göre kurdum. Sabahları kalkıp yogamı yapıyorum, meditasyonumu yapıyorum ve sürece öyle başlıyorum. Okuduğum kitaplar ve aldığım öneriler bana iyi bir sanatçı olmanın önce iyi bir karakter olmaktan geçtiğini söylüyor; benim için de öyle; öncelikle iyi bir insan olmak, iyi bir karakter olmak, daha sonra iyi bir müzisyen olmak geliyor. Ama görüyorum yani, günümüzde herkes iyi müzik ve daha çok kendini gösterme çabasında ama birazcık daha iç dünyaya dönmek gerekiyor diye düşünüyorum. Çünkü ne kadar iyi müzisyen olursan ol davranışın bozuksa benim için orada sular duruyor açıkçası. O yüzden buraya taşınmak da öyle bir şey. Yani tabii ki de iyi şeyler yapmak istiyorum, duyulmak istiyorum, müziğimin duyulmasını istiyorum ama bunu yapmak için eskisi gibi maske takmama gerek kalmadığını düşünüyorum. Buraya gelen bir insan bazı maskelerini bırakmıştır geldiği yerde ve burada yeni bir doğuş, doğayla iç içe… Burada maske takamıyorsun zaten; çünkü doğa onu kabul etmiyor, uymuyor yani. Şehirdeki o gülümseme hali varken burada kızgınsan da kızgınlığını belli ediyorsun, gülümsüyorsan gülümsediğini belli ediyorsun… Burada duygular çok açık ve açık kalmadığında zaten seni kabul etmiyor buradaki toprak, buradaki yapı. O yüzden burada daha doğal olmaya çalışıyorsun. Zaten doğallığını da ister istemez doğayla birlikte buluyorsun.
İstanbul ve New York gibi kaotikliği ve kozmopolitliğiyle bilinen kentlerden Gökova’ya geçmenin bu değişimde bir etkisi oldu mu?
Evet, oldu. New York çok kaotik bir şehirdi ama çok şey öğretti tabii ki de. Yani, bayağı 25 yaşlarımı orada geçirdim ve benim için çok büyük bir deneyim oldu. İstanbul da öyle, İstanbul’da da büyük deneyim yaşadım. Ama mesela geçenlerde şunu fark ettim: Ben aslında şehirden kaçmıyorum, yani şehir yapısından da kaçmıyorum. Sadece şehirde sevdiğim bazı şeyler… Ben yürümeyi çok seviyorum, doğayla iç içe olmayı çok seviyorum; aslında biz şehir sevmiyor değiliz, İstanbul’u sevmiyoruz sanırım artık. Yani çünkü yürüyecek alan yok, kendine oluşturabileceğin özel bir alanın olmuyor, kişisel alanına çok giriliyor… Birazcık onlardan kaçtık sanırım. Yoksa ne bileyim, Berlin sokaklarında dolaşmayı çok seviyorum, yani orada yürüyebilirim. Ama işte dediğim gibi bu İstanbul’un da aldığı çeşitli yerlerden göçlerle artık yüzler çok değişti, özellikle Cihangir’de, o yüzler değiştikçe kendine yer bulamamaya başladın, işte bu darbe sürecinde Tophane’deki halkın kalkıp “Bütün lezbiyenleri, bütün gayleri öldüreceğiz biz” diye kapılarımıza dayanması, onların o darbe girişimiyle aldığı gazla daha da kaotik bir sürece sokmaları… “Böyle bir şehirde yaşamak istiyor muyum? diye sordum kendime ve cevap “Hayır” geldi ve günün sonunda beni buraya getirdi. Ama New York ve İstanbul, tabii bu kaotik şehirler, bir şekilde yormuş beni demek ki. Burada hâlâ köklenmeye çalışıyorum ve burası bana çok iyi geliyor. Yani hâlâ daha dinlenme sürecinde olduğumu düşünüyorum. Evet, iyi geldi; Gökova çok iyi geldi. Bir kere alan var, ovadasın, körfezdesin, istediğin yerden denize girebiliyorsun. Daha açık açık yaşıyorsun ve olanı olduğu gibi kabul edebiliyorsun burada; çünkü sıkışıklık hissi çok yok. İşte ne bileyim, bir şey beklemek için trafiğe girmek zorunda değilsin, yemek almak için sıraya girmek zorunda değilsin, yerel halkla burada -köylü diyoruz ama biz de aslında köylüyüz-olan sohbet, onlardan yeni yeni şeyler öğrenmek, bir bitkinin hikayesini öğrenmek, toprakla ilgilenmek… Bunlar insanı yaşamda tutan şeyler ve yaşam sevincini yeniden parlattıran şeyler olduğunu düşünüyorum.
Bir de orada bir topluluğumuz var anladığım kadarıyla birlikte ürettiğiniz birazcık böyle o oradaki dinamikten bahsedebilir misin?
Yani bizde çok jam session oluyor, herkes çünkü bir şey çalıyor burada. Mesela çok iyi korna çalan arkadaşımız var, Manolya. Kendisi Muğla Devlet Orkestrası’nda çalıyor. Çok iyi perküsyon çalanlar var. Onlarla bir araya gelip bazı geceler hem bunları kaydediyoruz hem de eğleniyoruz. Üretim süreci işte dediğim gibi sadece yazın birazcık sekteye uğruyor ama kışın mutlaka haftada bir-iki “Hadi bir araya gelelim, bir şeyler çalalım, eğlenelim, üretelim” muhakkak yaşanıyor. Bakalım bir, sanırım öyle live session’lara da başlayacağız burada diye düşünüyorum.
Bir yeri yuva yapan şeylerden biri bu. Turist sezonunun heyecanı, koşuşturmacası bitince kışın ortasında da olsa buluşup bir şeyler yapabileceğin bir insan grubu…
Tabii, çünkü bizim ısınma aracımız soba; sobanın olduğu yerde ateş yandığı sürece perküsyon aletlerimiz çok iyi ısınıyor. O yüzden muhakkak herkes eline bir şey alıyor ve bir şeyler ortaya çıkıyor. Tabii o yani bir session bittiği zaman ne çıktığının önemi de yok. Herkese “Oh be” diye bir rahatlama geliyor, “İyi ki bunu yaptık, iyi ki buluştuk ve bir şeyler kaydettik” diyorlar. Yani önemli olan nereye gittiği değil ya da ne olacağı değil yaptığımız şeylerin; önemli olan iyi hissetmek, biz de iyi hissediyoruz. Zaten o iyi hissetmenin sonucunda çok daha güzel şeylerin doğacağına inanıyorum ben. Bir amaç ve işte “Buradan bunu yapacağız, oradan oraya gideceğiz, işte çok iyi bir grup olacağız” falan değil ama önce kendimizi eğlendirmek, daha sonra gerisinin geleceğine inanıyorum. Şimdi kız arkadaşımla beraber Beats and Bites diye bir şey yapmaya başladık. Kendisi şef, İpek Özokur. O yemekler yapıyor, ben de minimal beatler ile yemeğe eşlik ediyorum aslında. Bakalım belki bir sponsor alıp seneye daha da işi ilerleteceğiz. Şu anda iyi gidiyor, bu yaz boyunca Pon’dayız. Duygu Kambur’ların dükkanında yapıyoruz bu işi, o da yeni bir oluşum. Tabii sağ olsun arkadaşlarımız da bize çok destek veriyor buradaki; gerek İstanbul’dan gelenler, gerek yerel halk bizi destekliyor, o yüzden küçük küçük güzel oluşumlar oluyor. Diğer arkadaşların da küçük küçük oluşumları var. Güzel bir komünite oluşturuyoruz burada.

EMO İLE GÖKOVA'YA DAİR KISA BİR SOHBET
Röportaj: Mina Aslan
Fotoğraf: Can GörkemBiz sorduk, Gökova’da ağırladığımız müzisyenlerimizden Emo yanıtladı. İşte Bostanova’nın kurucularından Emo, ve onun müzik ve dostluk dolu inzivası…
Selam Mina! Hep hayal edip konuşuyorduk şehirden çıkışı, Covid ve o süreçte geleceğe dair yaptığımız aklıselim, bariz değerlendirmeler harekete geçirdi.
Gökova’ya dair seni en mutlu eden şey nedir peki?
Çok güzelliği. Ve tabi böylesi bir yerde dürüst, yaratıcı, çalışkan, yardımsever insanlarla çevrili olmak. Yakalanan gerçek bağlar, meşkler, muhabbetler…
Daha evvel İsviçre’de de yaşamışsın sanırım. Şu anki hayatınla keskin bir tezat, biraz bahsedebilir misin?
Orta okul ve liseyi orada okudum o yüzden şu anki hayatımla olan tezatlık kat sayısı epey yüksek ama çevresel sistematik ve kültürel farklar haricinde insan hep insan.
Yazı, çizi, fotoğraf. Kameranın her yönünü seviyorum.
Pandemiden önce sanatçılarla mimari projeleri ve sanatseverleri bir araya getiriyorduk. Hem alan, birliktelik ve üretim ihtiyacımızı karşılayalım hem de iyi yaşayalım dedik ve ovayı seçtik. Kalma yeme içme ile birlikte sanatçı/sanatçı topluluğu konaklama/değişim programları, üretim, sergi, performans, dinleti ve gösterimlerin olduğu/olacağı bir ev, ahır ve bahçesi Bostanova. Yuva 🙂


ELEKTRONİK MÜZİĞİN DÜNÜ BUGÜNÜ: SEZER PARTAL İLE MÜZİK SEKTÖRÜ ÜZERİNE
Röportaj: Mina Aslan
Fotoğraf: Can GörkemRadyo FG’den Beyoğlu Ghetto’ya, DDF’ten Akçapınar’a müzik coğrafyamızı bir evliya gibi gezmiş Sezer Partal. Kendisiyle basketbol mâzisi, müzik sektöründeki deneyimleri, günümüz elektronik müziği hakkındaki izlenimleri ve ansızın taşınıverdiği Gökova hakkında sohbet ettik.
Sezer hoşgeldin, bu sektörde uzun yıllar dirsek çürütmüş müzik emekçisi konuklarımızdansın. Yaklaşık on yıl Radio FG’de çalışmışsın. Ardından neler yaptın, şu an nelerle meşgulsün?
Hoşbulduk, teşekkürler. 2001’de üniversiteyi bırakıp radyoda bu sektöre adım attım. Ayrıldığım 2010 yılında hem radyonun müzik direktörü hem de etkinliklerde production manager pozisyonundaydım. Sonrasında Beyoğlu’ndaki “Ghetto”da yine iki yıl production manager olarak çalıştım. Akabinde DreamDesignFactory’de iki yıl production executive olarak çalıştım. Sektörde geçirdiğim on dört yılın sonunda müzik etkinlik ve organizasyonlarının event sahipliği, mekan ve ajans gibi üç ayağında da çalışmış biri olarak kendi işimi yapmaya karar verdim. Bu süreçte Murat Uncuoğlu’nun da desteğiyle 2015 yılında İstanbul’daki ilk Dynamic Festival’i gerçekleştirdik ve sonrasında İstanbul’dan ayrılma kararı aldım. Daha doğrusu iki hafta diye gittiğim Bodrum’da önce iki ay kaldım. Sonra kısa süreliğine İstanbul’a dönüp eşyalarımı ve kedimi alıp Bodrum, Gümüşlük’e geçtim. Orada Off Gümüşlük’te müzik yapıyordum. 2018 yılında ise Gökova’ya, daha doğrusu Akçapınar’a geldim ve burada özellikle Dane ekibiyle güzel bir uyum yakaladık. Bu sene buradaki dördüncü yılım ve de calling mag ekibi olarak sizlerin de bu sene bize katılmasıyla kısa sürede daha renkli bir hale geldik desek yanlış olmaz. İstanbul’da 2003 gibi başlayan DJ’lik kariyerim de bir yandan devam ediyordu. O dönemler HighVision ismiyle müzik çalıyordum. Radyo programım da aynı isime sahipti. Yıllar içinde müzikten etkinliklere kayan odağım ‘‘small city, small life’’ mottosunu benimsemem ile tekrar müziğe kaydı. Geçtiğimiz kış ise aslında tekrar müzik prodüksiyonuna odaklandım. Beş parça bitirdim, iki tanesi ekim ayında Moiss Music etiketiyle çıkacak. Böyle konuşunca ben de aslında tekrar fark ediyorum yirmi bir yıl olmuş sektöre gireli, çok konuşmuş gibi hissettim…
Elektronik müziğin nabzını tutmuş biri olarak senin sektörde gözlemlediğin trendler neler? Hangisi iyi, hangisi kötü?
Trendler ‘hype’lar hep oluyor ama gözlemlediğim kadarıyla eskiye oranla bu dönemin trendleri global anlamda elektronik müzik sahnesini domine edici bir etkiye sahip olamıyor. Benim iyi-kötü diye yorum yapmam anlamsız olur ama yeni trendler üzerine bir şey söylemek gerekirse; dünya üzerinde son üç-dört yılda yaşananlardan sonra müziğin biraz daha sert ya da olmasını beklerken House müziğin tekrar yükselişine şahit oluyoruz sanırım. JACK is back 🙂






Peki elektronik müzik dışında seni besleyen müzik türleri neler?
Hip hop ve Funk. Hayatımda profesyonel anlamda müzik yokken on bir yıl boyunca altyapılarda basketbol oynadım. Hatta bir keresinde resmi lig maçına çıkıp on sekiz sayı farkla kazanmışlığımız da var. Genç yaşımda basketboldan kaynaklı Amerikan kültürüne aşinalığım müziğe olan ilgimle de pekişti. Hatta ilk DJ olma isteğim Hip hop DJ olup scratch atabilmekti.
Türkiye’deki piyasa adına bu değişimler ne ima ediyor, müzik, dinleyici ve platformların ilişkisi ne yöne gidiyor?
Eskiden asıl olan müziğin kendisiydi, şu an sosyal medya mecraları üzerinden çizdiğiniz profil genel anlamda müziğinizin önünde. Kısa sürede bunun değişeceğini de sanmıyorum ama her zaman olduğu gibi dönüşüm değişim devam edecektir.
İstanbul uzun zamandır büyük isimler için pek uğrak bir yer değil ama vakti zamanında Jamiroquai geldiğinde kendisini ağırlayıp sıkı fıkı olmuşsunuz diye duydum. Bu anını anlatıversen de bir de senden dinlesek…
Jay Kay’i daha sakin bir zamanda anlatayım, onun yerine Tricky ile olan bir anımı anlatsam? Ghetto’da iki gün üst üste Tricky konseri yapıyoruz. Birinci günün sonunda sahneden indi ve yanıma geldi. Anlamadığım bir sebepten burun buruna geldik, kavga etmek istiyor. “Tamam haklısın. Anlamadım olay ne, ama kusuruma bakma.” diye uzun uzun sakinleştirmek durumunda kalmıştım. Ertesi gün yanıma gelip kafasının çok güzel olduğundan, grup üyeleriyle ilk kez çaldığından dolayı çok stresli olduğundan bahsetti. Tamamen mental sorunlarından dolayı böyle bir şey yaşadığımızı söyleyip özür dilemişti. Bro, I feel you…






Setinde defalarca çaldığın ve çalmaktan vazgeçmeyeceğin bir şarkı sorsak?
Bu kategoriye giren parça sayısı yıllarla doğru orantılı artıyor sanırım, çok var…
Çok eski olmasa da son dönemlerdekilerden bir tane söyleyebilirim.
Alexic Rod – Ah Ahh Ahhh (Low Groove Record).
Bunca yoğun deneyimin ardından artık Gökova’dasın. Ne zamandır buradasın? Seni Gökova’ya çeken şey neydi?
Buradaki dördüncü yazım. Gümüşlük’ten sonra buradaki genç nüfusun yoğunluğu ve sosyalleşebilinecek mekanların sayısıydı, ama buraya ilk geldiğimde Dane’nin bana kucak açması ilk sırada diyebiliriz. Buradan Sinem ve Alper’e de bu güzel mekanı yaratıp beni de aileden gördükleri için tekrar sizlerin aracılığıyla tekrar teşekkür ediyorum. Dane için bambaşka sayfalar, başka başka röportajlar yapsak yeridir.
Oradaki sanatçılar topluluğu olarak Akçapınar’a hem bir kültürel değişiklik getiriyor, hem de oradaki değişen dinamiklere tanık oluyorsunuz. Senin bu konuda gözlemlerin neler?
Hem olumlu hem de olumsuz yanları olacaktır nereden baktığınız ile alakalı. Bunu da net şekilde ortaya koyabilmek için bence sürecin tamamlanması beklemek gerek. Ülkemizde o kadar çok değişken parametreler var ki oturup “Öyle olur, böyle olur” da diyemiyoruz. Şu anki durumun istikameti ile alakalı görüş bildirebiliriz ve o da ‘‘Güneşli günler yakın’’ sanki… Ülkenin önündeki seçim de sonuçlarıyla bu duruma çarpan olarak etki edecektir.

YASEMİN ARIN’LA MESAİ SONRASI MÜZİK
Röportaj: Mina Aslan
Fotoğraf: Can Görkemcalling Pop-up x Dane’de ilk solo performansını gerçekleştiren müzisyen konuğumuz Yasemin Arın’la dostluk, müzik, iş hayatı ve tutku arasında mekik dokumak ve sevgi dilleri üzerine içten bir sohbet gerçekleştirdik.
Selam Yasemin, yakın zamanda Dane Gökova’da ilk solo performansını gerçekleştirdin. Nasıl bir deneyimdi?
Benim için baya özel bir deneyimdi. Orada konserin sonunda da söylediğim gibi; ilk solo performansımdı ve böyle hep ‘’Kimseye bağlı olmak istemiyorum, kendi müziğimi kendim yapıp bir şekilde yeterli olmak istiyorum’’ diyordum ama bir şekilde hiç ona cesaret edemedim diyeyim, sonra beni Taycan arayınca gerçekten denk geldi: ‘‘Sen de Akyaka’ya geliyor musun? Biz böyle böyle bir şey düşündük ama, ister misin?’’ Tamam dedim, vakti gelmiş herhalde, deneyelim. Hani bir de güvende hissettirdi beni, Dane zaten bayıldığım bir yer yani. ‘‘Tamam ya olur, aile ortamı gibi zaten, hallederiz’’ moduyla giriştim, ve hakikaten de öyle geçti. Tabii ki çok heyecanlıydım başta ama insanların etkileşimi… Orada bir alan tutabildim gibi hissettim. En değer verdiğim şeylerden biri de o, sadece tek taraflı bir paylaşım değil de hep birlikte bir şey yaşıyor olmamız. O yüzden gerçekten çok keyifliydi.
Müzikal ilhamların neler, soundunun yapıtaşları nedir? Ben akustik bir bedroom pop esintisi alıyorum.
Aslında ilham farklı yerlerden geliyor her zaman ama bu aralar biraz üstünde durduğum bir konu var. Genelde benim o yaratıcı sürecim biraz şey gibi… Hep yazarım, küçüklüğümden beri yazıyorum ama aslında son 3-4 senedir filan şarkı yazıyorum. Ondan önce biraz daha cover vesaire modundaydım. Yazdığım şeylere dair zorlandığım şey şu; çok fazla duygu yüklüyken ve her şey çok tazeyken yazıyorum. Onları yazıya dökmek bir dert, sonra onları müzikal bir hale getirince hissettiğim şey şuydu; ‘‘Orada benim için çok önemli bir şey var ve bütün o hissi bir şekilde kelimelere dökmeye çalışıyorsun, keyifli ve dinlenebilir bir hale getirmeye çalışıyorsun.’’ Ondan en başta çok çekiniyordum. ‘‘Bunu böyle lay lay lom dinlemek okey değil ya, ben burada çok fazla şey hissediyorum’’ gibi hissediyordum. Sonra onu minik minik yapmaya başlayınca demin de değindiğim şeyi fark ettim; orada birlikte bir şey yaşıyoruz. Entertainment ötesi bir beraberlik ve bir histe buluşmak var. Beni motive eden en büyük şey o bu arada, kesinlikle yani. Baştaki yaratıcı süreç için yoğun duygular yaşatacak bir şey deneyimlemiş olmam gerekiyor. Bu aralar düşündüğüm konuysa şu ki; hep hüzünlü bir yerden bir akış oluyor. Özellikle insan olarak, ama Türk halkı olarak da hüzün ve melankoli seviyoruz. Çok önemli oraları konuşup orada buluşabiliyor olmak ama sanki biraz daha neşede de buluşmak… İçimden öyle şeyler geçiyor şu an. Yok değil daha neşeli şarkılarım ama bu ara böyle o birlikte neşenin de üstünde durabiliriz ve dursak güzel oluru düşünüyorum.
Fiona Apple da benzeri bir şey demişti sanırım. Her şeyi hissediyorum, ve şarkılar da buradan dökülüyor minvalinde… Sana acaba ilk şarkını sorsam hatırlar mısın?
İlk şarkımın hikayesi baya komik bence. Dört senedir falan yazıyorum diyorum ama bu daha da önce, lise birde. Bir erkek arkadaşıma yazmıştım. Nota filan da hiç bilmiyorum, hala da bilmem, o zaman da bilmiyordum. O zamanlar gitar böyle tutoriallardan bakıp ‘‘Aa buralara basıyormuşuz’’ diye çaldığım bir şey… Kendi yaratıcılığımı kattığım bir yerim de yoktu. Bu şarkının sözlerini dertlenip kendi kendime yazdım, sonra bir baktım şarkı gibi kafiyeli oldu. Ben bunu şarkı gibi söylemeye çalışsam ne olur diye düşündüm. Hiç unutmuyorum yazlıkta bir arkadaşımın evindeydim. Herkesten kaçtım, çatıya çıktım tek başıma sesli notları açtım deniyorum hani böyle olur mu filan… Ve tamamen vokal yani. Türlü diye bir şarkı bu arada, o zaman adı yoktu tabii. Öyle bir şey çıktı ki çok beğendim, nedense ben bunu Yalın’a mail attım. Hani onun böyle yaz, aşk filan moduna gider gibi geldi. İnternette bir yerden bir mail buldum Yalın’ın olduğuna inandığım. Ona o sesli notu iliştirip ‘‘Ben gitar çalmayı bilmiyorum, böyle bir şey yazdım. Siz bunu alıp istediğinizi yapabilirsiniz, size yakışır gibi hissediyorum’’ filan gibi bir şey yazdım. Bir geri dönüş olmadı, beklemedim de yani ama böyle bir anısı var. Onun ismi de… Biraz konudan konuya atlamış olacağım ama isim konusunda rezaletim yani. Çünkü o dediğim olay; bir hissim var, onu bir yazıya döktüm şimdi bir de oradan onu temsil eden başka bir kelime bulmam lazım. Aşırı zorlanıyorum o yüzden saçmalıyorum, işte Türlü, ne alaka… İlk şarkım Türlü, ikinci şarkım Ayran, üçüncü şarkım Çay filan. Hani yemek set menü filan gibi bir durum var.
Bir öğünümüzü yemiş üstüne çayımızı da içmişiz… Solo performansından önce de Batuhan Polat’la sahne alıyordun. Nasıl bir araya geldiniz? Birlikte ürettiğiniz şeylerle solo işlerin arasındaki sound farkı nasıl sence?
Yani Batuhan’la ben iki sene önce tanıştım… Bizim bir köy evi var, orada karşılaştık yani. Birileri arkadaşlarını çağırmış böyle bir buluşma var. Bir arada olalım filan diye toplaşmışız. Ben de ondan bir hafta önce kuzenimdeyken kuzenim ‘‘Ya sen bu kadar müzikle ilgileniyorsun, Türkiye’de kimleri dinliyorsun’’ demişti. Saymıştım. ‘‘Batuhan diye biri var onu açayım sana’’ dedi. Yani şimdi ‘‘Batuhan Polat’’ diye şarkı söyleyen Türk bir çocuk yani ister istemez aklımda bir fikir var. Yaşıyor muyuz biz diye bir şarkısını açtı. Ben ağlamaya başladım. Adını duyunca kesin yine böyle rockımsı bir şeyler yapan, kesinlikle bağlantı kuramayacağım biri çıkacak falan diyordum ama böyle yumuşacık feminen bir yanı var ya, büyülendim. Sonra Instagram’dan stalkladım kimmiş bu diye. Teyzeme söylemiştim ‘’Ya, böyle bir çocuk var bayıldım’’ diye. Meğersem o gün bana çaktırmamış ama bir-iki yıl evvel Conference of Birds diye bir festivalde Batuhan’ı dinlemiş, tanışmış ve bana yollamış ben İtalya’dayken, ‘‘Yasemin bu çocuğu çok seversin’’ diye. Ben de Batuhan’ı dinleyip ‘‘Pek sevmedim’’ demişim. İşte teyzeme söyleyince ‘‘Böyle bir çocuk buldum’’ falan diye fark etmiş ki ben hiç hatırlamıyorum. Oraya davet etti ve arabadan bir indim Batuhan bana sarılıyor… Orada tanıştıktan sonra çok sevdim zaten. Tanıştık, şarkı söylediğimi öğrendi, oturttu beni ‘‘Şimdi ben sana ilk şarkımı ve son şarkımı çalacağım. Sonra sen bana ilk şarkını ve son şarkını çalacaksın’’ dedi. Benim o zamanlar zaten iki şarkım var. Sonra ben ondan vokal ve gitar dersi almaya başladım. Baya yakın arkadaş olduk yani, zaten kız arkadaşıyla yaşıyorum. Üçümüz böyle komün bir haldeyiz. Sound’a gelince, gitarımı hiç doğru düzgün bir eğitim almadığım için hiç yeterli bulmuyordum. Ses zaten bir şekilde akıyor içimden geldiği gibi ama gitarda bir yere kadar. Sıkıştığında o araçları bilmen lazım. Dolayısıyla ilk arkaoda’dan konser teklifi gelince ‘’Batuhan ya’’ dedim -hani bir yandan da utanıyorum sormaya çünkü herif bir müzisyen yani, şimdi gelip işte no name birine gitar çal demek de istemedim ama bir yandan da arkadaşım, belki de en güvendiğim insan diyebilirim müzik konusunda. Ona ‘‘Ya ben tek çalmak istemiyorum bir gitarist olsa iyi olur, senin aklında biri var mı?’’ diye sordum. O da ‘‘Yasemin saçmalama, seninle ben çalacağım tabii ki’’ dedi. Batuhan’la bence ikimiz hem sahne presence’ı olarak hem müzikal olarak başka bir şeyiz. Yani o aslında sadece benim şarkılarımı icra etmeme yardımcı oluyor ve gitar ve back vokal desteği veriyor. Bazen producer gibi de burayı böyle yapalım filan da diyor, çok hoşuma gidiyor. Tek olunca fark ettim ki sound’u müzikal olarak çok başka bir yere götürüyor, kuvvetlendiriyor. Ve benim o sadelik ihtiyacımı da bozmadan çok güzel nüanslar ekliyor bence Batuhan. Müzikal olarak kesinlikle daha iyi, onunla sahnede olmak da çok zevkli çünkü benim içimdeki böyle komik tarafı, onla günlük interaksiyonumda ve sosyal hayatımda olduğum kişiliği de daha kolay seyirciyle kurmama yardım ediyor çünkü en yakın arkadaşlarımdan biriyle sahnedeyim. O da enteresan oluyor, şarkılar biraz düşürebiliyor ama şarkı aralarında komik sohbetler dönüyor baya. Konser sonunda ‘‘Şimdi stand up’a mı geçiyoruz?’’ falan demişti seyirciler. Batuhan orada olmasa o kadar rahat olacağımı düşünmüyorum.
Son zamanlar nelerle meşgulsün? Müzik dışında ilgi alanların neler, bildiğimizin dışında kimdir Yasemin?
Yasemin… İşte son iki yıldır ATÖLYE’de çalışıyorum. Burada çok mutluyum aslında. Full time bir işim var, komik olmayan Hannah Montana şakasına tutuldum bu aralar kendim çok komik olduğuna inanıp insanlara söylüyorum. Sabah gelip full time ATÖLYE’de full time iş, sonra çıkıp bir şekilde müziğe tutunmaya çalışmak filan gibi bir hayatım var. Bu ara aslında zorlandığım bir şeye değindim, hayatımda müzik ve iş dışında çok bir şey yok. Şöyle düşün, hafta içi zaten 9-7 çalışıyorum, sonrasında zaman kalsa mecal kalmıyor. Biraz sosyallik filan işte… Moda’da yaşıyorum, Moda zaten böyle yer. Çıkıp böyle biriyle karşılaşıp, ‘‘Okey bu gece de böyleymiş, bu insanlaymışım’’diye biraz daha kafa dağıtmayla geçiyor. Hafta sonu biraz daha müziğe zaman ayırabildiğim bir alan oluyor. Müziğe daha fazla zaman ayırmak istiyorum çünkü mesela Dane’deki konserden de sonra ‘‘Yok mu kayıt, nereden dinleyeceğiz’’ filan dediler. Vakit ayırmam lazım, onu yapamıyorum şu an. Ve hep bir düzene oturacak diye bekledim ama işle ilgili böyle yurt dışında da gidip geliyorum filan bu sözler veriyorum tutamıyorum, biraz zorlanıyorum. Onu oturtsam baya sevineceğim.
Modern hayatın cambazlığı biraz, bütün karpuzları bir koltuğa sığdırmaya çalışmak. ATÖLYE’de neler yapıyorsun peki?
Ben endüstriyel tasarım okudum İtalya’da ve böyle çok endüstriyel tarafında değilim işin, hiçbir zaman da istemedim. Politecnico’da okudum, çok teknik odaklı bir okuldu ve seni baya seri üretime hazırlıyor gibiler, çok ürün merkezliydi. Daha çok bu servis tasarımı ve deneyim tasarımı diye geçen kısmına ilgi duydum, yeni ve çok dallanıp budaklanan bir şey. Human Centered Design diye bir metodoloji var, onun çerçevesinde ürün tasarımından ziyade -daha meta olarak adlandırıyorum- biraz daha servis tasarımı açısına yakınız. ATÖLYE de üniversite yıllarında filan duyup nasıl ya İstanbul’da bunu yapan bir yer mi var filan diye baya şaşırdığım bir yerdi. Türkiye’de yeni doğan bir şey olduğunu biliyorum, IDEO diye bir şirket var, onlarla aynı kolektif içindeler. Buraya geldiğimden beri de demin bahsettiğim sistem tasarımı, deneyim tasarımı Human Centered Design kısmıyla uğraşıyorum. Şu an Akademi tarafındayım, ATÖLYE üçe bölünüyor. Bir Creative Hub var, var biraz daha etkinlikler kendi komünitesi var ATÖLYE’nin, orası gibi. Bir Stüdyo var, daha böyle hani tasarımsal projelerin çözüldüğü. Biz de işte Akademi’de takip ettiğimiz metodolojiyi bize bir tasarım problemi ile gelen şirketin yüksek potansiyelli elemanlarının elinden tutarak o adımları gösteriyoruz, ki onların bize geldiği tasarım problemini aslında onlar çözsün, biz destek verelim. Hani biraz danışmanlık diyip geçen insanlar oluyor ama ben daha farklı bir yerde durduğuna inanıyorum. Çünkü oradaki amaç da hani o insanların bu metodolojiyi anlaması ve sonra kendi şirketlerinde bize ihtiyaç duymadan bunu replike edebilmesi aslında.
Birazcık daha hisli bir soruyla kapatalım. Herkesin kendine has bir sevgi dili var, seninki nedir?
Benim sevgi dilim… İsteyerek ya da bilerek yaptığım bir şey değil ama galiba benim sevgi dilim yardım etmek. Mesela arkadaşına dert yanarsın ya, sadece belki de şımarıklık yapıp zırlamak istiyorsundur filan. Benim böyle bir kasım var böyle hani durup ‘‘Evet ya, ne kötü yapmışlar’’ filan demek yerine ‘‘Hmm, bir dakika şimdi şunu nasıl çözeriz, durum şu…’’ gibi bir yere geçiyorum. Hiç bununla ilgili kötü bir tepki almadım ama geçen gün biri bana bunu yapsa ben istemezdim yani diye düşündüm, hani ben şu an sadece zırlamak istiyorum derim filan. Ama sonradan anladım ki gerçekten o benim sevgi dilim. Şöyle bir yere bile çıkabilir; sen bir dert anlatıyorsan ve ben bunu çözmeye çalışmıyorsam, seni belli ki o kadar önemsemiyorumdur. Çünkü öyle bir kas oluşuyor, sevdiğim insanların hayatları iyi olsun istiyorum, mutlu olsunlar istiyorum. Ve bunu da galiba bir şekilde yardım etmeye çalışarak yapıyorum. Efektif bir sevgi dili olmayabilir, o yüzden dile getirmeye özen gösteriyorum.

BORA BOZANKAYA'YLA BURGER VE ÖTESİ
Röportaj: Mina Aslan
Fotoğraf: Can GörkemBanko ve Best of Burger’la tanınan şef Bora Bozankaya’yla gastronomi dünyasına girişi, Deli Mehmet rüzgarıyla gelen ilham, bilinmeyen fine dining tarafı ve kendi işletmesini başarıya ulaştırmasına vesile olan deneyimlerinden konuştuk. Hepinize afiyet olsun.
Selam Bora, Gökova’da burgerlerinle parmak ısırttın. Sen bu işin pîri sayılırsın, nedir bu işin püf noktası?
Selam. İşin bir sırrı yok esasında, basit ve dengeli burger yapmaya çalışıyorum. Doğru seçilmiş temiz üretilmiş malzemeleri çok oynamadan birleştiriyorum. Ama tuz ve karabiberde bazı ufak dokunuşlarım var…
Street food dalına ağırlık veren bir şef olarak Banko ve Best of Burger gibi girişimlere imza attın ve Timeout’un 2018 ve 2020 “En iyi burger” ödülüne layık görüldün. Fakat bu yola ben şef olacağım diye çıkmamışsın, reklamcılık ve organizatörlükten geçen kariyer yolculuğun nasıl oldu da gastronomide son buldu?
Yola farklı sektörlerde çalışarak başladım ama yeme içme kültürü daha ben 5-6 yaşlarımdan itibaren hayatıma girdi diyebilirim. 1980’li yıllarda babamın sanat galerisi-bar-restoran birleşimi dükkanları vardı İstanbul ve Bodrum’da. Çocukluğum oralarda gezinerek geçti ve ekseriyetle mutfaklarda takılırdım, yemek peşinde. Beni mutlu eden şey yeme ve içme yapmak. Profesyonel hayatımı beni mutlu eden tarafa doğru yönelttim diyebilirim.
Sahi, gastronomik bir enstitüden sonra burger gibi bir sokak yemeğini seçmenin sebebi neydi?
Uzun bir süre ben Akdeniz mutfağı yapan yerlerde çalıştım, kendim de açtım bir iki ufak girişimim oldu ama maalesef başarılı sonuçlanmadı tecrübesizliğim yüzünden. Sonra uzuuuuuun bir plan yaptım ki önce ekonomimi düzenleyeyim sonra daha farklı mutfaklar açabileyim. Burger de bu ekonomi için harika bir üründü. Hem çok bilinen, hem o dönemde neredeyse butik ve sade iyi burger yapan dükkan sayısının bir elin parmağını geçmemesinden dolayı hızla istediğim sonuçları almaya başladım. Yani önce temel attım.




















Banko Burger tuvaleti dahi olmayan ufacık bir dükkandan nasıl şehirlerarası bir zincire dönüştü, bu başarının sırrı ne?
Sürekli iyi ürün çıkarmak ve standartlarımızı bozmamak, iletişim araçlarını doğru kullanarak burger severler ile derin bağ kurarak yavaş yavaş ilerlemek. Her hafta en az 2 bayilik teklifi alıyoruz , ama kimseye vermiyoruz mesela. “Nasıl olsa geliyorlar” demiyoruz.
Seni hep burgerler ya da “elle yenen yemekler” ile anıyoruz ama bu sene Dane’nin ilk sofrasında da deneyimlediğimiz gibi fine dining tarafında da harikalar yaratıyorsun, bu tarafını neden çok bilmiyoruz?
Bu tarafımın bilinmiyor olmasının temel sebebi benim yapmış olduğum 15 yıllık planda ilk 5 sene Burger = Bora demek istememdir. Diğer yeteneklerimi göz önünde olsun istemedim. Burger dışında tabaklar yapmayı özledim, bir de açıkcası bunu Dane’de daha fazla hissettim. Artık ekonomiyi garanti altına aldığımıza göre yavaş yavaş Şef Bora Bozankaya olarak başka işlere imza atmaya ufak ufak başlayabilirim bence.
































Yaptığın yemekler Gökova’da yeşillikler içindeki soframızda şahane bir deneyime dönüştü. Dane menüsünü hazırlarken sana ne ilham verdi?
Öncelikle bulunduğumuz bölge, oradaki pazar ve mevsimden, Deli Mehmet rüzgarından ilham aldım.
Şehirler arası mekik dokuyarak geçen bir çocukluğun olmuş. Bu gastronomik repertuarını etkiledi mi? Hepsi batılı şehirler olsa da aralarında yakaladığın -mutfağa veya yemek kültürüne dair- done farkları var mı?
Evet, sürekli oradan oraya giderdim ama bu seyahatlerin bana kazandırdığı en önemli deneyim babam ile gittiğimiz av kamplarıydı. Sadece şehirlerin merkezleri değil, o şehirlerdeki doğayı bitki ve canlı yapısını öğrendim. Bu tarafın beni daha fazla etkilediğini düşünüyorum. Fazlası ile esnaf gezerdik ve yerel lokantalar vs bu deneyimler çocukluğumdan bu yana benim yemek yapma stilime etki ettiğimi düşünüyorum.
Başarının altında yatan şey bitmeyen bir öğrenme kültürü ve deneyimlerini göçtüğün yeni mecralara taşıman sanki. Sence organizasyona ve reklama olan hakimiyetin bir şef olarak elini güçlendirdi mi?
Çok fazla güçlendirdi, organize etme yeteneği mutfak için olmazsa olmaz diye düşünüyorum. Aklımı kullanıyorum, sürekli öğreniyorum. Etkinlik yönetiminin temeli olan planlama , hazırlık ve problem çözme yeteneğimi kesinlikle kendi profesyonel yeme içme işime aktardım diyebilirim.
Bu bildiklerimiz dışında neler yapıyorsun peki?
Bu yaz Çeşme Altınkum’da bir yeme içme deneyimi yaşattığımız bir yerimiz var. Öncelikle sakinliyorum orada. Uzun zamandır maalesef yapmadığım uzun okumalarıma geri döndüm. Yeni işler planlıyorum ve en sevdiğim şey olan evimde vakit geçiriyorum. İşimi sadece yemek yapmak olmadığı alanlara çekmeye çalışıyorum. Sanat ve yemek yapmayı biraz sert rol yaparak nasıl hayata geçiririz onların peşindeyim. Daha sakin yaşamaya çalışıyorum…

KARADENİZİN KÜLTÜREL MİRASI: SÖRF!
Röportaj: Mina Aslan
Tahtalar havaya uşaklar, kovabunga! Bugünkü konuğumuz Sri Lanka’da ve Ordu’nun Perşembe ilçesi, eski adıyla Vona’da hostel ve sörf okulu kuran Deniz Toprak. Kendisiyle yapımcılığını üstlendiği, ünlü sörfçü Kepa Acero’nun ve yönetmen Clint Davis’in de katılımıyla çekilen Türkiye’nin ilk sörf filmi Vona’yı, Karadeniz’in büyük otoyol projesiyle yitirilen kültürel mirası viyayı, Karadeniz ve Sri Lanka’da paylaşılan çay kültürünü, Türkiye’de hayalini gerçekleştirme yolunda önünde çıkan zorlukların nasıl #DışınaÇık’tığını konuştuk.
Hoş geldin, günaydın diyerek başlamak istiyorum.
Günaydın Mina.
Hayli yüksek dalgaları kovalamadan önce biraz başa sarıp seni buraya sürükleyen dönüm noktanı sorarak başlayalım. Boğaziçi Üniversitesi Kimya bölümünden mezun olup bir süre uluslararası bir şirkette çalışmışsın, sonra sörf merkezli bir hayat yaşamak istediğini fark edip Sri Lanka’ya doğru yol almışsın. Sörfe olan tutkunun tam olarak nasıl ve nerede keşfedip peşine düşmeye karar verdin?
İlk defa 2001 yılında bir Latin Amerika seyahatinde ilk defa denedim sörfü Meksika’da. İlk defa dalgalarla bu araçla, yani sörf aracılığıyla tanıştım. Dalgaları sürmek biraz da Karadenizlilerin aşina olduğu bir şey çünkü dalgalı denizde büyüyor buranın insanı, vücut da bunun keyfini sürmeyi biliyor ama bu işin o tahtayla ve ayağa kalkmış bir halde iyice hormonların zirve yaptığı bir tutkuya dönüştüğünü ilk defa Meksika’da fark ettim. O seyahatin devamında ben yine Kosta Rika’da falan sörf yapmaya devam ettim ama öncelik şey oldu benim için: Nasıl sörfün olduğu bir yere gitmek için bir sebep yaratabilirim? İş veya eğitim için gerçekleştirdiğim seyahatlerimde nasıl bir bahane yaratabilirim ki oraya gidebileyim, bir yandan da sörf yapabileyim? Bir de daha da uzun vadede, bu bahanelere gerek kalmayacak sörfle ile iç içe bir yaşam şekli nasıl olabilir sorusunu da heyecanla ve merakla aramaya başladım. Aslında o seyahatten sonra birçok şey değişti benim için.
Sri Lanka da bu hayatın getirisi olarak ikinci yuvan olmuş ve Vona, yani Perşembe ve Sri Lanka arası mekik dokuyorsun. Buradayken Sri Lanka’ya Sri Lanka’dayken buraya dair özlediğin şeyler var mı?
İkisi de birbirine çok ciddi benzerliği olan yerler bu arada. Tesadüfen yani, biz seçmedik. Gerçekten o benzerlik bizi çok şaşırttığı için de aklımızdakiler daha da hızlı oturdu; iklimsel olarak, insan olarak, vesaire… Tabii Sri Lanka’nın biraz daha Budist bir ülke olmanın verdiği rahatlığı var. On iki ay sıcak bir yer. O sıcakta yaşayan insanların, sahil kesiminde yaşayan insanların olduğu o rahatlık, o sinirlerini aldırmışlık var. O bence çok kıymetli. İnsanı rahatlatan bir yapısı var. Yani her gün sokakta, metrobüste gördüğün insanları bir düşün; bir de Sri Lanka’daki göz göze geldiğinde gülümseyip beyaz dişleri gözüken insanları düşün. Tabii ki ikinci çok daha cezbedici. O yüzden de biz de gündelik hayatımızda oranının o sakin insanlarıyla olmayı çok seviyoruz. Bir yandan dalgalar da şahane orada, on iki ay yaz dediğim gibi. Ona alışmak çok güzel ama Perşembe de tabii benim babamın büyüdüğü yer, o yüzden orada sörfe dair bir şey yapmanın da apayrı bir tutkusu var. Bir şeylerle mücadele ediyorsun ama başarmak istediğin şeyler var, değiştirmek dönüştürmek istediğin şeyler var. Bu da eğer senin tutkunun merkezi ise o bu merkez seni çekmeye devam ediyor, garip bir his yani. Mesela aynı şeyi Sri Lanka için söyleyemem. Sri Lanka benim iş yaptığım, keyifli hayat sürdüğüm bir yer. Bir amaç uğruna zorlanma vardır ya, onun çekiciliği vardır yani. O seni çekiyor içine ve gelişip değiştikçe daha da içinde buluyorsun kendini. Öyle bir noktaya geldim ki, Karadeniz’e Sri Lanka’ya göre çok daha fazla bağlılığım var. O yüzden senenin büyük çoğunluğu Karadeniz’de geçiyor. Burası çok ciddi bir emek istiyor çünkü. Daha yürüme hatta ekleme modunda şu an Karadeniz’de yapılan işler, bir pazar oluşturmaya çalışıyoruz, sıfırdan bir şey yapmaya çalışıyoruz. Onun verdiği bir zorluk var ama dediğim gibi bu zorluk bizi çekiyor, o çok heyecanlı.
Biraz oraya dönelim, Sri Lanka’da kurduğun Mellow Hostels’in Perşembe’de bir şubesini açıyorsun ve bir hostel olmanın dışında burası bir sörf okulu. Bir sörf okulu açma maceran nasıl başladı? Çünkü bir şeyi icra etmek bambaşka, öğretmek bambaşka şeyler. Onu Türkiye’ye getirirken yaşadığın zorluklar, düşünceler… Biraz o süreci bizle paylaşabilir misin?
Günün sonunda bunun çıkma sebebi zaten şey: Nasıl sörf yaparken ben bir şekilde gelirimi kazanırım ki bu iş sürdürülebilir olsun? Bunu yaparken de zaten birkaç opsiyon çıkıyor; sörfle ilişkili eğitim vermek, bununla ilgili turizm yapmak, bununla ilgili işler üretmek. Sri Lanka da benim çok sevdiğim bir yerdi ve Türkiye’nin 90’lı yılları gibi bir yer. Çok daha bakir, çok yeniliğe açık, yapacak çok iş var. O da beni böyle bir şeye başlamak için kamçıladı açıkçası, dedim ki burası doğru bir lokasyon. Orada yerimizi seçtik, okulumuzu başlattık. Sörf eğitimlerini mesela artık ben oranın çocuklarına direkt verdiriyorum, yani kendim dahil olmuyorum. Artık daha çok iş geliştirme üzerine eğiliyorum ve farklı farklı işler nasıl yapabiliriz onu arıyorum. Tabii ki Sri Lanka bir üçüncü dünya ülkesi; hani mafyasıyla, elektriğin kesilmesiyle, rüşvetiyle, yolsuzluğuyla, her şeyiyle gelen bir paket bu. O hindistan cevizlerinin, palmiyelerin yanında bunlar da geliyor. Her muz cumhuriyetinin kaderi bu çünkü. O yüzden onlarla da yaşamayı öğrenmek ve adapte olabilmek çok kritik. Bu ilk başta çok zorlandığım bir şeydi ama sonra beni çok geliştiren bir şey oldu. Sonra Ordu’ya gelince tabii bambaşka bir seviyede zorluklarla karşılaştık. Burada hiç olmayan bir şeyi, yabancı bir maddeyi bir insanın vücuduna sokmak gibi bir şey bu. Yani bütün bağışıklık sistemi çalışıyor o vücutta, anlatabiliyor muyum? Buranın insanının da bağışıklığı çok güçlü, dolayısıyla direnci fazla. Çok fazla hareket kabiliyeti olan bir zümre değil yani. Ve sen buraya geliyorsun, insanların korktuğu bir denizde bir şeyler yapmayı düşündüğünü; bunu hatta çocuklarla yapacağını, kadınlarla yapacağını söylüyorsun. Hatta sonra bunu çeşitlendireceğini, insanların sörfü anlamayı bırak, üzerine yogasını falan katacağını söylüyorsun. Kulağa güzel geliyor, özellikle şehirli kafasına baktığımızda “Ne güzel işte Karadeniz gelişiyor” falan diyorsun ama buradaki soru şu: Karadenizli ne düşünüyor? Bu soruyu düşünmediğin sürece senin Karadenizli ile bir iletişim kurman mümkün değil. Biz de aslında oranın yavaşlığından beslenerek kendimize hep bu soruyu sormaya çalıştık. Biz bunu yapıyoruz, şehirden gelen giden anlıyor bunu, şak şak herkes kutluyor bizi ama Karadenizli ne düşünüyor? Perşembeli ne düşünüyor? Ordulu ne düşünüyor? Bu soruyu hep sormak ve bu diyaloğu hep korumak lazım. Bunun yapılmadığı gün arada mesafe oluşuyor ve her yapılmadığı gün de o aradaki mesafe büyüyerek devam ediyor. Sonra birbirinden kopuk iki şey görüyorsun; oranın insanı ve kültürü ve senin getirmek istediklerin. Bence bu çok üzücü bir resim.
Onu merak ediyordum aslında epey. Yani yerelde nasıl karşılandığını. Mesela şu an bir kabullenme, bir bağra basma oldu mu? En baştaki direnci kırmayı başarabildiniz mi?
Biz ilk başta kafamızda olanları yolda çok değiştirdik, dolayısıyla hikaye de değişti. Bir şeyleri kabul ettirme noktasında değil artık zaten diyalog, bir şeylere ikna etme falan filan değil. Biz hikayeyi şöyle çevirdik: Karadeniz zaten yüzyıllardır sörf yapıyor. Bu benim bulduğum bir şey değil, onların sahip olduğu bir değer. Karadenizli zaten yüzyıllardır dalgalardan keyif alıyormuş, sürüyormuş yani bunu vücuduyla. Son bir iki jenerasyondur bu yok olmuş. Demek ki burada bir iletişim kopukluğu oluşmuş. Dolayısıyla biz eskiden olan bir hafızayı yeni nesile nasıl aktarabiliriz onun vazifesini üstleniyoruz, başka yaptığımız bir şey yok. O anlatıyı böyle yaptığında çok şey değişiyor, hikayeye oranın yerlisi dahil ettiğinde; ki zaten filmde en çok balıkçılar, tekne ustaları gözüküyor çünkü yani başrol onların. Benden daha çok gözüküyor balıkçılar çünkü onlar oranın yerlileri ve biz onların hafızasıyla, onların bilgi dağarcığıyla bir şeyleri yeniden keşfetmeye çalışıyoruz, bir şeylerden keyif almaya, yeniden anlatmaya çalışıyoruz. Dışarıdan gelen bir şeyle yeni bir bina inşa etmeye çalışmıyoruz. Orada unutulmaya yüz tutmuş bir şey var, jenerasyonlar arasında anlaşılamamış. Bunun üzerine tabii bir sürü işte siyasi, sosyolojik, ekonomik sebep de var. Göç ayrı bir sebep, dijitalleşme ayrı bir sebep, Karadeniz’e otoyol yapıp o denizi doldurmak ayrı bir sebep… Bir sürü sebep var burada. Bunların hepsi Karadenizli için, İğneada’dan Artvin’e her yerde önemli olan bir alışkanlığın, bir aktivitenin bir iki jenerasyondur kaybolmasına sebep olmuş. Bizim de rolümüz o kaybolan kıymetli alışkanlığı daha sofistike şekilde yeni nesile aktarmak, ki denizle ilişkisi kopmasın yeni nesillerin. O yeni nesil de bizim bu aracımızı alıp bambaşka bir modele çevirecek. Bir şeyi açık tuttun mu inanılmaz bir hareket alanı yaratıyorsun ve geribildirimler ile ilerliyor iş. Dışarıdan gelenin bir geribildirimi var, içeride olanın geribildirimi var… Yani sürekli bir alışveriş var burada. Zaten asıl keyifli olan bu sahneyi oluşturabilmek, bu zemini oluşturabilmek.
Bu söz konusu viya kültürünü sizin filmi izledikten sonra çok merak etmiştim. GAIN’deki projenizin de birinci bölümü izledim, orada zaten çok detaylı şekilde bu kültürün nasıl o otoyol projesiyle öldüğü anlatılıyor. Peki Kepa gibi bir dünya çapında bilinen bir sörfçü birden balıkçı amcaların gelip “Yeğenim o hareketi yanlış yapıyorsun” diye damlamasını, gemicilerin size sunduğu rüzgar haritasını nasıl karşıladı ve Türkiye’deki sörfü nasıl buldu?
Yani bu ilişki nereden başladı acaba diye düşünüyorum, bizim herhalde şuna karar vermemizle başladı: 2020’de biz ilk yaz geldik işte birkaç tahtamız var, ben varım, Roksan gidip geliyor, birkaç daha yeni tanıştığımız arkadaşlar var. Birkaç ücretsiz ders yaptık böyle tanışma, sörf bar falan filan gibi. Sonra hızlandırsak mı, Sri Lanka’ya mı gitsek falan filan derken pandemi de biraz vesile oldu, biz o sene kaldık. Sörfü de ben birkaç arkadaşımla yapmaya devam ettim ama ders vermek istemedik, bunu bir hazmedelim istedik yani. Hem Karadeniz’in ihtiyacı ne hem ben ne istiyorum onu doğru anlamak için. İnsanlar da sormaya başladı, “O karavan sizin mi? Karavanın arkasındakiler ne? Onlarla siz ne yapıyorsunuz? Biz de viya yapıyorduk!” gibi bir diyalog başladı orada zaman geçince. Çünkü arabayı park ettiğim yer, atıyorum nalburun önü. Nalbur benden duyduğunu yarın kasaba anlatıyor, ben kasaba gittiğimde kasap “Bana nalbur Mehmet söylemişti” diyor. Küçük yerde zaten hızlı yayıldığı için bir onların ilk girdisini alınca ben bir dakika dedim, burada enteresan bir şey var; biz biraz daha buraya girelim. Sonra bütün kış, 2021 yazının başına kadar bu etkileşime devam ettik ve orada daha da derinlikli işler olduğunu fark ettik. Yani Karadeniz’in çoğu yeri böyle ama Perşembe özellikle, Sinop da mesela, tekne ustalarının çok yoğunlukta olduğu yerler. Hâlâ insanlar tekne üretiyorlar burada ve bu tamamen babadan oğula geçen bir öğreti. Shaping yapıyorlar aslında, yani sörf tahtası da öyledir shaping yaparsın, el işidir. Tarifini veremez adam sana, ölçüsünü de veremez. Ama gidiyor o tekne ve efsane gidiyor yani. Hollanda’da yaşayan bir adam mesela, bir gün Perşembe’ye gelmiş. Bayılmış teknelere, buradan sipariş edip tekneyi bizim Gazanfer Usta’ya yaptırmış. Taa Amsterdam’daki kanallara götürmüş. Eski ahşap tekne ustacılığı bu. Artık fibere döndü her şey ama onlar hâlâ buradan tutunuyorlar ve bu da yeni jenerasyona pek aktarılmayan bir şey. Oraya bakıyorsun o tekne ustalarının yaptığı hikaye de aslında sörf tahtası, aynı mekanizma yani. Denizde yüzen bir şey yapıyoruz ikimiz de, yani çok ayrı dünyalardan konuşmuyoruz. Tabii ki oradan beslenerek doğan işler oluyor. Tabii ki o tozu yutmuş marangoz çocuklardan, gençlerden sörf tahtasını yapmaya meyilli biri çıkabiliyor, ki çıktı da. Fatsalı arkadaşımız Ali mesela. Yani o da Bolaman gibi işte denizcilerin, balıkçıların, tekne ustalarının olduğu bir köyde büyüyüp orada dükkan açan, kendi atölyesi olan bir arkadaş. Modern masalar, sandalyeler, kütüphaneler, mobilyalar, aydınlatmalar falan yapan bir çocuk. Bu çocuk sörfü ilk denediğinde, tabii ki ilk önce bakıyor “Bu ne malzemeden yapılmış, ben bunu yapabilir miyim?” Adamın kafası böyle çalışıyor çünkü, mucitlik öyle bir şey. O da bir tane sörf tahtası yapmaya başladı. Biz mesela o balıkçılarla tanıştıkça “Balığa çıkıyorsunuz bir hafta kalıyorsunuz, neye göre gidiyorsunuz limana? Neye göre çıkıyorsunuz? Nasıl hesaplıyorsunuz bunu, hangi gün çıkacağınızı?” diye soruyorduk çünkü yani 10-20 yıl önce aplikasyonlar daha da sınırlıydı. Nasıl yapıyorsunuz muhabbetinden fırtına takvimi muhabbeti çıkıyor işte, dalgaları sayma yöntemleri var onların, bunlar konuşuluyor. Bir yandan bunu görüyoruz bir yandan da işte Vona’da gördüğün gibi girdiğimiz dere ağızlarında, burunlarda hep balıkçılar oluyor; olta balıkçıları veya oranın yerli balıkçıları, orada yaşayan balıkçılar. Onlar sahilde dolaşırken veya balık tutarken ben denize girmeye çalışınca, özellikle kış aylarında, adam yorum yapmak istiyor çünkü o onun hakim olduğu bir alan, yani adamın bölgesi tamam mı? O yorum yapmak zorunda orada. İyi ki de yapıyor bu arada ve bana da gerçekten öğrenmem gereken şeyler söylüyor. Çünkü oranın zeminini biliyor, akıntının yönünü biliyor, balığı ona göre tutuyor veya balığa ona göre gidiyor. Bunları bilince ve benimle paylaşınca ben de “Ya amca işine bak ya” gibi algılamıyorum bunu; tam aksine “Hadi canım, nasıl olabilir böyle bir şey? Harbiden de haklı adam” diye iyice büyüleniyorum. Bir anda iş şeye dönüyor : Artık biz yaptığımız işi değiştirmeliyiz, modelimizi değiştirmeliyiz, tonumuzu değiştirmeliyiz, yaklaşımımızı değiştirmeliyiz; buradan beslenmeye bir şekilde devam etmeliyiz. Çünkü bu sadece “Balıkçı kültüründen beslenelim abi” demek değil, oranın fırtına takvimi kullanalım. Böyle “Yazdım, çıktısını aldım, duvara yapıştırdım, bakıyorum” değil. Hayır. Oranın bir duruşu var, bir tavrı var, bir değerleri var, ahlakı var… O fırtına takvimi oranın komşuculuğuyla, çay içme kültürüyle, oturup sohbet etme, dinleme, anlama, birbirini kollama, kolektif düşünme, bütün bunlarla geliyor, bütün bu değerlerle geliyor. Bizim unuttuğumuz, bireysel dünyada biraz daha uzaklaştığımız o eskilerin o sakin yanı, birbirlerine değer verdikleri, kolladıkları günlere aslında götürüyor bizi o fırtına takvimi ve bir anda hikaye daha da derinleşiyor. “Ben bir sörf kültüründen bahsediyorsam bugün o sörf kültürünün hammaddesi aslında fırtına takvimi ise, bu takvimi veren amcalardan teyzelerden gelen o değerler de olmalı” diyorsun. O zaman buna göre bir hamur oluşturuyorsun ve bir yandan da buna yakın kalmayı hep kendine hatırlatıyorsun çünkü bir yandan da bu hiç bizim alışkın olmadığımız bir iş. Biz çok daha sonuç odaklıyız, çok daha bir şeylerden hızlı fayda sağlama noktasındayız. Adam o yavaşlıktan apayrı besleniyor. Bunu sürekli kendine hatırlatmalı ve komüniteni de buna göre şekillendirmelisin aslında, ki oranın kültüründen uzak bir şey olmasın. Dışarıdan gelen insana da bunu hatırlatmak gerekiyor. Abi bak hani bu şu an buradayız ve bunu bir gözlemle, bir adapte ol. Tamam sen oradan, geldiğin yerden düşünerek bunları söylüyorsun ve bir şeylere dair beklentilerin var ama bir de bu taraftan bak. Yani burayı hemen değiştirmeye çalışma, anlatabiliyor muyum? Hemen burayı değiştirme. O şehirli iç güdüsü var ya… Hemen buraya bir şey ekleyelim, hemen bir şey yapalım. Bir dakika ya, bu haliyle denedin mi? Yani bir otur bir dene bunu.
O bağlamda takdir ediyorum yani güzel lokalize edilmiş bir kültür. Biz Karadeniz’i tehlikeli deniz olarak biliriz. “Tuzu azdır, kaldırmaz” derler. Hani biz daha yüzmeye korkarken tahtanı almışsın orada sörf yapıyorsun madem, sormak istiyorum. Karadeniz cidden Sri Lanka’dan daha zorlu mu yoksa bu bir mit mi?
Öncelikle evet, bu kesinlikle bir mit. Çünkü aslında bir şeyin tehlikeli olup olmadığı veya korkutucu olup olmadığı o şeyle senin arandaki ilişkiyle alakalı. Sen, sadece denizden değil, bilmediğin veya anlayamadığın her şeyden korkarsın değil mi? Bir de karaya alışkın bir canlıyız. Dolayısıyla dalgayı, rüzgarı ve onun oluşturduğu denizdeki formları anlamadığın takdirde akışkan, üzerine basamadığın bir yerde korkman bence çok doğal. Bunda hiçbir sıkıntı yok. Ne zaman ki insanlar oradaki formları, o denizi, okyanusu anlamaya başlıyorlar; o zaman buna korkuyla yaklaşmaktansa idrak etmeye başlıyorlar oradaki formları ve onlarla bir ilişki kuruyorlar. Bizim burada eksiğimiz o. Bizim Karadeniz’le bir ilişkimiz yok, bir diyaloğumuz yok. Karadenizlinin de yok, dışarıdan gelenlerin de yok. E haliyle olmadığında sen oradaki oluşan formların nasıl çalıştığını bilmiyorsun. Biz de o yüzden buna garip adlar takıyoruz; kum çekiyor, girdap oluyor, sağa çekiyor, sola çekiyor falan gibi daha da korkutucu hale getirilecek tabirler ve deyişler ekliyoruz ve üçüncü sayfa haberlerinin merkezi yapıyoruz bir anda Karadeniz’i. Zaten korkutucu olan bir yer, bu deyişlerle beraber korkutuculuğu daha da katlanarak artıyor. İnsanlar nerelerde denizlere okyanuslara giriyorlar, ne büyük dalgalara giriyorlar. Bu bize özel bir şey değil, Karadeniz’de bir Loch Ness Canavarı falan yok yani. Çok düz yaklaşmak lazım. Buradaki nesiller bu denizi kullanmayı öğrenince o akıntı onlar için tehlikeli olmayacak. O akıntıyı da kullanmayı öğrenecek, o akıntıyla sörf yapmayı, yüzmeyi de öğrenecek. O zaman sen bu denizi senede 35-40 gün girilen bir denizden 365 gün girilen bir denize çevirebilirsin ve bence bu çok kritik. Çünkü denizi korkutucu olarak adlandırmak senin arana mesafeyi koyuyor, günün sonunda kullanmamaya başlıyorsun, kullanmadığın her gün daha da uzaklaşıyorsun denizden, sonra plajdan; ondan sonra oturup denize bakarak sohbet etmemeye başlıyorsun, yemek yememeye başlıyorsun, hayal kurmamaya başlıyorsun, bir tık daha uzaklaşıyorsun; sonra arana bir de yol koyuyorlar, daha da uzaklaşıyorsun, artık seyrin de kalmıyor denize dair. Ondan sonra ne oluyor biliyor musun? Tam karşında da dursa, koskoca denizin başına ne geldiğiyle alakalı hiçbir fikrin olmuyor. İşte tehlikeli olan şey bu. O zaman denizin başına ne gelirse gelsin sen onunla ilgilenmiyorsun. Çünkü gündelik rutininde olan bir şey değil. O deniz kirlense de başına bir şey gelse, oradaki ekosistem de zedelense, o denizi doldursalar da senin için harekete geçmeye yetecek bir sebep yok ortada, anlatabiliyor muyum? Bu yüzden çok kritik yani. Karadeniz’in geleceğine dair bir şeyler konuşuluyorsa önce o denizi kullanmayı öğrenebilmeliyiz ki denizi sahiplensin oranın insanları. Yani yoksa nasıl koruyacaklar ki denizlerini?
Bu denli bir önyargı ve korku olan bir yerde bir sörf okulu işletirken bu önyargılarla nasıl başa çıkıyorsun peki? Çünkü gelen insanlarda da eminim oluyordur “Evet, bunu yapıyoruz ama bu güvenli mi?” endişesi.
Evet, o bizim en büyük mesaimiz zaten ve buna da hazırlıklı geldik. O yüzden aslında sörf dersinden daha önemli benim için bu diyaloğu yapabilmek. En azından bir diyalog başlatmış oluyoruz çünkü. Yani sıfır noktasından ilk kata çıkıyoruz onlarla. “Tehlikeli mi diyorsunuz hocam? Peki ya bize şöyle şöyle dendi, siz ne diyorsunuz?” falan, bu diyalogun başlaması çok kıymetli, bu güzel bir başlangıç. O yüzden “Ya saçmalamayın, niye öyle diyorsunuz?” falan gibi bakmıyorum. “Evet, heh, gel bakalım konuşalım bunu” oluyor yaklaşımım. O güzel bir şey bizim için, birinci basamak. Ondan sonra tamamen bizim işimiz zaten bu işin neden güvenli ve kıymetli olduğunu anlatmak. Yani hem rahatlatmak hem de aksiyona çağırmak. Harekete geçmeye çağırmak çok önemli. Yani o zaman komünite olarak bir değişim oluyor. Bir de işte köklere yakın durmak ve o değerlere göre bir iş yapmak, çocuklara yakın durmak, yeni jenerasyonla konuşmak falan da insanlarda bunu biraz daha yakından izleyelim, galiba bunlar saçmalamıyorlar merakı uyandırıyor. O yüzden de nerede durduğun da çok kritik. Sonuçta böyle havalı sörf hareketleri yapan, Defender’ı sahile çekip su fışkırtan bir ekip olsak, zaten derdi ki adamlar: “Ya dalganıza bakın arkadaşlar, tamam uzatmayın.” Aslında üç boyutlu bir iş yani bu, ön yargıyı kırmak için aslında bir de konfor alanına, insanların güven alanına girmen lazım, hepsi bir bütün yani.
Vona bir sörf filmi ve biz kendi coğrafyamızdan sörf filmi çıkmasına pek de alışkın değiliz. Biraz onun sürecini de merak ediyorum aslında, yapım aşaması, çekimi nasıldı? Orada çekim esnasında başınıza gelen zorluklarla nasıl başa çıktınız?
Prodüksiyon genel olarak çok zor bir iş zaten onu kimse yadırgamaz ama sörf prodüksiyonu biraz daha alengirli oluyor. Özellikle dışarıdan getirdiğin bir adam varsa; bizde hem yönetmen Clint hem de Kepa dışarıdan geliyordu, kısıtlı bir zamanda bu golü atabilmen lazım ve bu sana bağlı değil. O dalgayı, o sörfü yakalayabilmek tamamen havaya bağlı bir iş, yani onu da kontrol edemiyorsunuz. Bir sürü sörf filmi var böyle, yani adamları taa dünyanın öbür ucuna götürüyorlar, birden hava değişiyor veya çok sert bir fırtına oluyor. Böyle olup da şey diye biten filmler var hani, “Bugün bu dalgayı keşfedilmedik ama keşke dün burada olsaydık”. Biz de bir yere onu koyduk mesela. O tam bir sörf filmi klasiğidir; “We should’ve been here yesterday”. Tam bir sörfçü deyişidir, o yüzden Clint özellikle ekledi onu. O anlamda baktığımda bir de Ordu direkt gelinen bir yer değil; Kepa’yı ikna etmek böyle bir projeye, onun zamanını ayarlamak, Clint’in zamanını ayarlamak; hava koşulları… Bir de çekimi yaptığımız vakit Mart ayıydı, sert hava koşullarından bahsediyoruz. Su çok soğuk, kar yağıyor. Bütün bu koşullarda prodüksiyon yapmak, Kepa’yla 2-3 saat 8 derecede suda kalmamız, Clint’in işte aynı şekilde o karların altında o çekimi yapabilmesi elleri donarken, yani anlatabiliyor muyum? Sörfün bir diğer zorluğu da o dalgayı, o havayı yakalayabilmek. O da tesadüf değil yani hakikaten fırtına takvimi kullandığımız için biz onu da o amcalarla anlatmak istedik. Çünkü son dakikaya kadar hep böyle fırtına geldi, gelmedi, geldi, gelmedi… Artık Kepa gelmiş yani on günümüz var. İlk bir dalga yakaladık, fena değildi ama asıl golü atamadık; ikinci dalgaydı asıl gol ve orada işte şey gerçekten amcalara sığınma ihtiyacı duyduk ve onlar da bayağı yardımcı oldular.
Yabancı bir yönetmenin gelip böyle bu kadar yöresel, bu kadar yabancı olduğu bir yerde yeni çıkan bir kültürü anlatması da enteresandı. Clint nasıl dahil oldu bu işe?
Biz Clint’le bir sene boyunca zaten Karadeniz hattını geziyorduk. Onunla beraber farklı sörf rotalarını gezmiştik. Tabii ki bizim Perşembe’li olmamız, Perşembe’de bu işi yapıyor olmamız ve harbiden güzel olan okyanus kalitesinde dalgaları keşfetmemiz orayı seçmemizde çok etkili oldu. Ordu Büyükşehir Belediyesi burada çok kritik bir rol oynadı. Yani sörfün olmadığı, gelişmekte olan yerlerde hiçbir belediye tutup da “Haydi, gel sizle bir sörf hikayesi yazalım” demez. Onların prodüksiyon desteği, Clint’i, Kepa’yı getirmemize yardımcı olmaları çok içimizi rahatlattı ve dedik ki tamam burada yapmalıyız. E bir de Clint için de çok enteresan. Yani her sörfçü için enteresan fırtına takvimi gibi işlerin olması, işte tekne ustalarının hâlâ olması. Kepa’nın en bayıldığı yer o atölyeydi mesela. Aslında biz gözümüzün önünde olduğu için bazı şeylerin değerini bilmiyoruz. Yani Clint için bu çay kültürü… Kepa’nın en sevdiği şey de şuydu yani “Ben ilk defa böyle oturup sakin bir şekilde çay içip sohbet edilebilen bir yerde olduğumu hissediyorum” dedi. O bizim çok unuttuğumuz bir şey aslında. Burada hâlâ var yani, Karadeniz’de hâlâ var. Bunlar da yabancıların, özellikle seyahat eden insanların, çok dikkatini çekiyor. E bir de güzel sörf oldu mu daha ne olsun?
Sürekli hareket halinde olsan da senin için çay, sörf ve yağmur stabil şeyler. Sri Lanka da çayıyla bilinen bir yer, Karadeniz’de öyle. Orada da var mı böyle bir kültür?
Tabii, orada da var. Yani orada da insanlar çok yavaş yaşıyorlar, orada da bir çay kültürü var, sohbet etme kültürü var, birbirini dinleme var, dedikodu var. Yani bunlar çayın olduğu her yerde bence paketle beraber geliyor.
Batılı ve dört mevsim yaşayan ülkelerde evvelden beri bir kışa hazırlanma telaşı var ve saat, zaman ve düzen konseptleri oradan gelip hayatımızın merkezine oturuyor. Sri Lanka gibi tropik iklimli ülkelerdeki insanlar ise hiçbir zaman hiçbir kışa hazırlanmadıkları için zaman, dakiklik gibi konseptlerin bu kültürlerde bizdeki gibi bir değer taşımadığını duymuştum. Bu rahatlık, oturup çayını içmek, sohbetini yapmak… Bu kültürün kışı sert geçen Karadeniz’de de olması o bağlamda kıymetli geliyor bana, yani çay gelince oturup onun keyfini çıkatmanın bilinmesi.
Yüzde yüz doğru bir şey, biz de geçen gün bunu konuşuyorduk. Mesela benim kardeşim gibi Sri Lanka’da her işime koşan Ranga geldi buraya bu yaz.. İlk defa oradan dışarı çıktı, hayatında ilk defa Sri Lanka dışında bir yere gitti, uçağa bindi falan. Onun için mesela en tuhaf olan şey günbatımının farklı bir saatte olması. İlk mesela buna şaşırdı. “Saat 20.00. Benim saatim yanlış mı?” diyor tamam mı? O telaşsızlık kesinlikle o mevsimsizlikten geliyor. Ordu’ya ve Karadeniz bölgesine yavaş şehir falan filan diyoruz ama Sri Lanka ile yarışamaz, çünkü Karadeniz telaşları var. Fındık telaşı var, odun telaşı var, kışa hazırlanma telaşı var, o var, bu var… Sonuçta hep çok mevsimliliğin getirdiği bir telaş var. Sri Lanka’da kesinlikle yok yani, çok önemli bir nokta söylediğin.
Kepa’ya geri dönmek istiyorum, başrol aslında hem Karadeniz’in hırçın suları hem Kepa hem balıkçılar hem yani bütün bölge halkı… Hakikaten nasıl ikna ettiniz Kepa gibi büyük bir sörfçüyü? Önceden tanışıyor muydunuz?
Yani Kepa efsane bir sörfçü bu arada, yani harbiden saygı duyulan bir adam sörf dünyasında. Çünkü bir gezgin, bir nomad. Afrika’ya gider Angola’da çadırıyla ve çölde yaşar, hiç keşfedilmemiş bir dalgayı bulur, bir ay boyunca o dalgayı sürer… Tipi de buna müsait. Posterde de görebilirsin hani, adam hiç sırıtmıyor. Biz de o sörfçünün tip olarak da karede çok sırıtmasını istemedik. Yani Kepa’yı Perşembe’de bir ev kiralayalım, yerleştirelim, kimse de bu adam kimin nesi demez. Yani sen kimlerdensin komşu diye sorarlar, öyle bir tipi var. İnanılmaz bir karizması var. Yani çok tatlı bir adam, çok naif bir adam ve bizim sörfe dair de anlatmak istediğimiz çizgiye çok yakın olan biri. Benim de hayatımda çok etkili bir yeri var bu arada. Clint de aynı şekilde. O yüzden bize cevap vermesi ve Perşembe’ye gelmesi inanılmaz büyük bir şans bizim için. Yani adama “Perşembe’ye gelebilir misin? Şöyle bir projemiz var…” dediğimizde hiç sorgulamadan “Ne zaman geliyorum?” dedi. Yani o yüzden bu adam. Çünkü yeni kültürler, yeni yerler keşfetmeye her zaman merak duyan biri. Sadece dalga için değil, o dalga arayışında gittiği yerler, tanıştığı insanlar onu heyecanlandırıyor asıl ve bizim de anlatmak istediğimiz hikaye buydu. Yani benim de çünkü o dalgayı ararken aslında tanıştığım insanlarla bambaşka bir yere evrildi hikaye. Kepa da bu işi uluslararası dünyada en doğru anlatacak kişi. O yüzden daha da uluslararası olabilecek bir ısrarla onu çağırdık, o da zaten geldi yani konuşmamızın üzerine.
Hayatta en çok ne zaman #DışınaÇık’tığını hissediyorsun bazı limitlerin? Ve bugün buradan hayallerinin peşinde koşacak gençlere #DışınaÇık’acak bir tavsiye versen bu ne olurdu?
Bence hayal kurmak ve hayallerinin peşine gitmek çok doğal bir şey. Ama ne yazık ki hayal kurarken, hayallerin peşinden giderken bir şeylerin dışına çıkıyor insanlar. Türkiye’de özellikle bu olmazcılar, işte “Yapamazsın, onu zaten başkası yapardı” diye yaklaşanlar zaten sana dair çizdikleri o profilden dışarı çıkmamı istemiyorlar. Bu #DışınaÇık olayı bu yüzden çok hoşuma gitti, çok güzel bir slogan çünkü gerçekten bana şunu hatırlattı aslında: Türkiye’de genç olmak demek; bu gencin zaten hayata geldiği gün çevresinin, ebeveyninin, toplumun, ülkesinin, herkesin bu gence dair bir beklentisi, çizdiği bir şablon, bir çerçeve olması demek. Şimdi sen de büyüyorsun ve tabii ki yani bu senin hayatın olduğu için senin de çizmek istediğin bir çerçeve, bir yol oluyor bunlardan bağımsız olarak. Her hayal kurmaya başladığında, hayallerinin peşinde gitmek istediğinde bir şeylerin dışına çıkmış oluyorsun aslında, ki hayal kurmak senin en doğal hakkın. Şimdi, o yüzden bu, Türk gencinin her gün verdiği bir mücadele bence. Hem kimliksel olarak, hem hayal kurmak olarak, hem yapmak istedikleri olarak hep bir şeylerin dışına çıkarken buluyor kendini. Çünkü burada insanlar sana “Olmaz” diyorlar, “Yapamazsın” diyorlar, “Yanlış bir yol seçtin, şunu yapman lazım” falan filan… Herkesin sana dair bir fikri var. Sen de kendi fikirlerini oluşturmaya başladığında bir şeylerin dışına çıkmaya başlıyorsun. O yüzden buradaki gençlerin kaderi bu yani. Zaten kendilerini her daim dışına çıkarken ya da çıkmaya çalışırken bulacaklar. Ben de sonuçta Boğaziçi mezunuyum, uluslararası bir şirkette çalışıyordum ve bir yöneticilik programındaydım. Dışına çıkmayan Deniz’di bu. Bir de paralelde Afrika’da İngilizce öğretmenliği yapan, Meksika’da sörfü öğrenen, Sri Lanka’da bir hostel kuran, Karadeniz’de sörf okulları olan, film yapan bir Deniz var. Bu da işte dışına çıkan Deniz, çıkmaya çalışan Deniz ya da kendini bir şeylerin dışına çıkarken bulan Deniz. Her daim kendine ispat etmek zorunda oluyor insan, her daim bu yaptığı şeye dair dışarıdan sorgulanıyor ve bu gerçekten çok yorucu bir süreç. O yüzden de hayal kurmak gerçekten çok cesaret gerektiren bir iş. Ne yazık ki öyle yani. En doğal hakkımız olmasına rağmen çok ciddi cesaret gerektiren bir iş çünkü her hayal kuranın yanında, kuramayan da senin aslında o hayalinin gerçekleşmesini istemiyor. Dolayısıyla hayal kuran herkesin çok ciddi bir mücadeleden geçtiğine inanıyorum ben, yani başarılı olsun veya olmasın. Çünkü özellikle Türkiye’de çok zor bir iş yani bu, ispat edebilmek kendine.
Kesinlikle. Çok teşekkür ederim vaktini ayırdığın için, çok keyifli bir röportajdı.
Ben teşekkür ederim.

HİBEŞSİZ RAKI İÇİLMEZ: TUNCAY GÜLCÜ İLE AKDENİZ MUTFAĞI ÜZERİNE
Röportaj: Mina Aslan
Fotoğraf: Can GörkemBir adabı vardır Antalya mutfağının, e Muğla’nın da tabii. Kaş Chayote’nin sahibi ve şefi Tuncay Gülcü, içinde büyüdüğü yemek kültürlerini yeniden yorumlayıp sofralara getiriyor. Konuklarını Muğla ve Antalya’ya has lezzetlerle tanıştırıyor. Gökova’daki soframızda kendi elinden tattığımız tabaklar, Sinema- Televizyon okurken çektiği filmler, gastronomiye yolculuğu ve mutfağını en sevdiği şehirler üzerine konuştuk.
Şefim, öncelikle ellerine sağlık, hepimize afiyet oldu. Gökova’nın masalsı doğasıyla özenle seçilmiş lezzetler bir araya gelince ortaya aşırı keyifli bir ortam çıktı. Bu deneyimin tadı senin de damağında kalmıştır diye umuyoruz. Dane’deki yemeğimizin menüsü nasıl ortaya çıktı, ilham nerelerden geldi?
Şimdi birincisi, ben anne tarafından Muğlalıyım, baba tarafından da Antalyalıyım. Bu coğrafyanın ürünlerini malzemelerini kullanıyoruz hep zaten, kendi restoranımda da hemen hemen aynı şekilde bu bölgenin ürünlerini, bu bölgenin mutfak kültürünü yansıtmaya çalışıyorum ve bunu da bazen yeni yemekler ortaya koyarak bazen de eskileri revize ederek yapıyorum. Dane’deki menü de aslında yine aynı temalar üzerine kurulu, bir yandan Muğla bir yandan Antalya. Bu bölgede hem benim deneyimlediğim şeyler, bu bölgede var olan hikayeler, yemekler ve bunun yanı sıra da benim kendi yarattıklarım var. O günün menüsünde Antalya mezesi hibeş vardı, pancar elma vardı. Pancar elma bizim kendi yarattığımız, ikisini beraber rulo halinde pişirdiğimiz bir yemek, soslarıyla beraber. Yoğurtlama bir Muğla yemeği, öğlen sıcağında Muğla’da sarımsaklı yoğurt ve kızarmış biber yenir en çok. Bütün yaz Ege’de böyledir aslında. Bamya ızgara var, bamya da benim çocukluğuma ait en önemli ürünlerden, en sevdiğim sebze çocukluğumdan beri. Bunun da en güzel hali ızgaralanmış hali. Bunu servis etmeyi seviyorum. Füme akya vardı, akya yine bu bölgenin balıklarından, yani Akdeniz havzasının balığı. Kendi restoranımda hiç bir şekilde hazır ürün kullanmıyorum, her şeyi kendimiz yapıyoruz. Akyayı da alıp, aşağı yukarı 6-7 gün kadar cure edip belli tuzlu karışımlarla bekletip, daha sonra bunu füme ediyoruz. Ya elma ya kiraz ağacıyla fümeliyoruz. Böyle bir ürün, onu getirdim. Köz salatası yaptım o gün. İşte közlenmiş ürünlerden bir araya getirilmiş; köz mısır, köz biber, köz patlıcan ve benzeri. O da klasik bir Egeli dokunuşu yani. Bir börülce yapmıştım o gün, tarator soslu. Tarator sos; işte ceviz, sarımsak, zeytinyağı, limon ile bir Antalya bölgesi ürünü. Ekşili börülcesi vardır Muğla’nın. İşte bu tarator soslu ekşi börülce gibi, ama börülceyi bu defa haşlama veya tencerede pişirme yerine ızgaraladık. Üzerine ekşili bir tarator sos döktük. Kokoreç servis ettik, kokoreç de yine lokal sokak kültürü. Onun da farklı bir versiyonuydu yani, sarımı daha farklı, pişirme yöntemi daha farklı. Klasik kokoreç gibi değil. Misafirler de zaten kokoreçi çok beğendi. Onun dışında keşkek yaptık, o da tam bir Ula yemeği aslında yani, Ula’da bütün düğünlerde keşkek de olur. Aynı şekilde orada da bir keşkek servis ettik, en sonunda bir rakılı armut tatlısı yaptık. Rakılı armut tatlısı benim kendi restoranımın zaten en önemli tatlılarından bir tanesi. Onu servis ettik, madem rakı içiyoruz dedik, rakılı armut tatlısı olsun. İşte böyle…
Şaraplı tatlılara aşinayım ama rakılı tatlı bir ilk benim için de, ilk kez görüyorum…
Zaten hikaye şu, Fransız mutfağının şaraplı armut tatlısı var. Ee, Fransız şarap yapıyorsa biz bunu niye rakılı yapmayalım bakış açısıyla girdiğimiz bir şey. Durum bu.
Ben de Sinema Televizyon okudum, o yüzden duyunca şaşırdım. Sinema Televizyon okuyup uzun süre bu sektörde çalıştıktan sonra keskin bir virajla gastronomiye kırmışsın dümeni, bu karara vesile olan şey neydi, gastronomiye olan ilgini nasıl keşfettin?
Bu çok enteresan bir hikaye. Birçok insan çok keskin bir viraj olduğunu düşünüyor, ben tam tersini düşünüyorum. Hiç de keskin bir viraj değil, şuradan yürüyeceğim: Şimdi yemek zaten hepimizin hayatının içinde olan bir olgu. Ben ilkokuldayken annemin gün pastalarını yapardım annemle beraber. Eve yemeğe misafir gelir; annem, babam, ben gideriz. Yemek yemeye kilometrelerce yol yapılır, gidilir, gelinir. Böyle büyüdüğümüz için yemek hep hayatımızın içinde. Yalnız benim aşçılık okuluna gidiş hikayem de biraz farklı. Ben aşçılık okulunda aşçı olmak için gitmedim, kendi işime farklı bir bakış açısı katabilmek için gittim aslında. O dönem ben prodüksiyon amirliği de yapıyorum, reklam fotoğrafında çalışıyorum, sinemada çalışıyorum… Hani, kendi işime biraz daha farklı bir bakış açısı, multidisipliner bakış açısını nasıl katarım diye düşündüm. En büyük keyif aldığım şey yemek, yani bunun üzerinden bir şey yapayım diye aşçılık okuluna gittim. Orada uzun eğitim aldım, önce bir kısa eğitim almayı düşünmüştüm. Sonra dedim ki biraz daha uzatayım, böyle işte daha çok şey öğrenirim derken de, okulun içindeyken, işin güzel ve keyifli olduğunu fark edip orada kalmaya karar verdim. Evet, böyle bir durum yani, okula başlarkenki amacımla çıkarkenki amacım birbirinden farklı. Ki, aslında yapısal olarak çok da farklı bir şey yok ortada. Aslında tiyatroya biraz daha benziyor, sinemaya demeyelim ama… Sinemayla da tiyatronun da benzerliklerinden hareketle, hemen hemen aynı kurgu var işin içinde. Şimdi bir tiyatro izlemeye gittiğinizde her temsilde aynı oyuncular, aynı reji ekibi, aynı ışık ekibi, aynı müzik ekibi, aynı metni izleyicilere sunar. Restoran da birebir aynı aslında. Bizim burada metin ya da senaryo dediğimiz şey menü. Servis ekibi, garsonu, barı, mutfağı, her şey bir bütün olaraktan bu oyunu oynuyor aslında. Ve misafiri mutlu etmeye çalışıyorsun, bütün hikaye aslında bu. Ortada bir senaryo var, bir oyuncu kadrosu var ve herkes bu oyunu oynuyor.
2005’te Patlıcansız Türlü diye bir kısa film yapmışsın, bu da bir işaretmiş belki. Ne ile ilgiliydi film?
Dersine iyi çalışmışsın, onları nerden buldun bilmiyorum ama tabii internette var her şey… Şöyle, Patlıcansız Türlü aslında yemek üzerine bir film değil. Biraz tema olarak.. nasıl anlatayım… Patlıcan bir metafor orada aslında, erkek cinsel organına ait bir metafor. Şiddet gören bir kadının yaptığı bir eylem üzerine kurulu, kocasından şiddet ve baskı gören bir kadının yaşadığı bir olay, bir an. Bunun üzerine kurulu bir hikaye o yani, aslında çok da yemek yok. Zaten patlıcanlar sahnenin birkaç yerinde ama hikaye yemek değildi. Tamamen bu kadın-erkek kimliği ve cinsiyet eşitliği üzerindeydi.
Bir de McDonald’s diye belgesel var, neler olup bitiyordu bu belgeselde?
Evet, o tabii biraz anti-kapitalist duruşun olmasıyla alakalı bir şey, üniversite zamanları. İşte McDonald’s karşıtı, hatta McDonald’s karşıtı değil de savaş karşıtı bir belgesel. O yıllarda sanırım Orta Doğu’ya giriyorlardı, Büyük Orta Doğu Projesi kapsamında, biz de öyle birkaç arkadaş bir McDonald’s’ın içinde bi küçük bir belgeselimsi bir şey hazırlayıp, onu öyle bir savaş karşıtı bir yere oturtmuştuk.
Bir YouTube kanalın var ve oradan da bizlerle tarifler paylaşıyorsun. Bu vesileyle Gökova’da da senin elinden deneme fırsatı bulduğumuz hibeş gibi Antalya’ya has tarifleri de tanımış oluyoruz. Deneyesimiz de yok değil, İstanbul’da güzel tahin nereden alınır?
Şöyle bir şey, İstanbul’da güzel tahin… Yani, tahin her zaman güzeldir, bunda bir sorun yok ama şimdi İstanbul’da güzel tahin nereden alınır bilmiyorum. Burada fark var şimdi, ben kullandığım malzemede belli bir orijin yakalıyorum. Mesela hibeş kesinlikle ve kesinlikle Manavgat tahiniyle yapılmak zorunda, çünkü bir coğrafi bir ürün bu. Belli bir kalitesinde olması gerek… Tabii her tahinle olmuyor, belli üreticiler var. Benim mesela baharat konusunda, zeytinyağı konusunda, tahin konusunda, işte enginar konusunda, narenciye konusunda, kokoreç konusunda takıntılı olduğum üreticiler var. Ben asla ve asla onların ürünleri dışında bir şey kullanmam, çok net yani. Tabii nereye gidiyorsam event yapmaya, yemek yapmaya; direkt ‘’Evet, şuradan zeytinyağı, buradan tahin, buradan baharat, şu, şu, şu…’’ hatta tuz da aynı şekilde, bunlar benim takıntılı olduğum ürünler. Her zaman stabil, aynı şekilde olması gerek. Ya bir de genelde İstanbul’da çifte kavrulmuş tahin bulabiliyorsun, çifte kavrulmuş tahinle hibeş olmaz. Beyaz susamdan yapılmış, kavrulmamış ya da az kavrulmuş susamdan yapılması gerekiyor, onun aroma profili ve tadı çok farklı.













Yaren şefe de soruyoruz sana da soralım, humus mu hibeş mi? Kim alır bu maçı?
Tabii ki de hibeş.
Neden?
Ya bir kere daha lezzetli humustan. Humusu da her yerde görüyorsun, bir humus yapıyorlar ama herkes beceremiyor da. Bir şeye de benzemiyor yani çoğu yerde. Ama hibeş daha karakterli bir şey gibi geliyor bana. Ya da ben bunun içinde doğup büyüdüğüm için olabilir yani, bizim çocukluğumuzdan beri böyle… Bir de bizde bir laf vardır Antalya’da özellikle ,yazılı olmayan kuraldır bu. Antalya’da rakı hibeşsiz içilmez. Bir rakı sofrasına oturuyorsan mutlaka hibeş söylersin ya da hibeş yapılır, hani o klasik şeydir bu değişmezdir artık.
Kullanmayı en sevdiğin malzemeleri sorsak, kedine adını veren tirmis ve işlettiğin restorana da adını veren dikenli kabak mı dersin acaba?
Benim en çok diye bir ayrımım yok, hepsine ayrı ayrı çok değer veriyorum. Tirmis çok özel, bizim çocukluğumuzun baklagili. Çocukken sokakta çekirdek diye onu çitlerdik biz. Bizim kültürümüzde böyle bir şey var, o yüzden bunu kullanmayı çok seviyorum. Benzer bir sürü ürün var, mesela şadok var. Mevsimi olduğunda onu kullanmayı seviyorum. Dikenli kabak da aynı şekilde, yani çok çok özel bir şey Türkiye’de sanırım bir tek bizim memlekette var. Aslında bir Latin Amerika ürünü, yani sıcak iklim ürünü. Türkiye’de bir tek bizde yetişiyor ve biz tüketiyoruz Antalya’da. O da çocukluğuma ait bir şey, bir ayrım yapamam açıkçası.
Chayote nasıl doğdu peki?
Aslında şöyle ben birkaç senedir Kaş tarafına sorti yapıyordum, yer bakıyordum bir yer bulayım diye. Hayat çok ilginç, gerçekten çok garip bir döngüsü var. Tam geçtiğimiz kış için yani kasım- aralık-ocak ya da işte o 3-4 aylık bant için Güney Amerika turu planlıyordum, hani gideyim derken o ara Londra’dan bir iş teklifi geldi. Tam böyle Londra’ya gideyim, bir görüşeyim, biraz etrafı koklayayım derken Kaş’taki bu yer önüme düştü. Ben de en son burada kalıp kendi restoranımı açma fikrime daha çok yaklaştım. Günün sonunda da ilk sezonu buranın, Chayote’nin, güzel de gidiyor. Kaş’ta yeni bir soluk yarattığını düşünüyoruz. En azından bize gelen misafirlerin bakış açısı, görüşü öyle. O da bu şekilde doğdu ve tabii bir isim arıyorduk restorana. İşte ne yapabiliriz, ne olur, ne biter, böyle bir sürü isim var kafamın içinde ama hiçbiri oraya oturamıyor, oturtamıyorum. En sonunda hem sevdiğim ürünlerden, hem de yani kendi mutfağımda en çok kullandığım ürünlerinden bir tanesi dikenli kabak. Adını araştırdım, ‘’Chayote’’: güzel bizimle de bağdaşır, o zaman dedim ki Chayote olsun.
Bir şef olarak aynı anda bir lezzet avcısısın, ziyaret etmeyi en sevdiğin şehir hangisi?
Barcelona. Orada bir on gün kalmıştım ve gerçekten çok iyiydi. Ama daha Latin Amerika’ya gidemedim. Yani geçen yaz gidecektim, gidemedim. Belki orayı görünce fikrim değişir, ama Barcelona gerçekten çok iyiydi.
Evet evet, Instagramını kurcalarken çok güzel bir Barcelona turu gördüm orada, ağzım sulandı. Darısı başımıza diyelim… Meşhur şef ve yazar Anthony Bourdain en ideal öğünü arayarak gezip bir kitap yazmıştı, sana sorsak bu sıcaklarda en ideal öğün için ne seçerdin?
Sıcakta değil de, ortamına göre aslında biraz seçtiğim şeyler. Yani şöyle arkadaşlarla oturup bir rakı içmesi, kenarda güzel bir yerde… Moduna göre, bazen de şarap açarsın oradan gidersin. Bu tamamen ortam ve modla alakalı ama bence tabii muhabbetin, yani sohbet etmenin en büyük keyfi rakı üzerinden, rakı sofrasının ve rakı masasının hikayesi bambaşka…

EMİR BİTER, NÂM-I DİĞER DJ COMEBACK’E SORDUK
Dane Gökova’da ağırladığımız müzisyenlerden Emir Biter’le ortağı olduğu Put Out Records için vizyonu, elektronik müzikle tanışması ve akabinde gelişen müzik aşkını konuştuk. Grubu Müjver ile ve DJ Comeback adı altında farklı prodüksiyonlara imza atan Emir, bize yaklaşmakta olan projelerine dair tüyolar da verdi.
Emir selam, Seni Müjver’den tanıyoruz aslında, ama Müjver dışında da aktif ve üretken biri olduğunu biliyoruz. Müzik serüvenin nasıl başladı, bize biraz bahsedebilir misin?
Selamlar, ben her zaman müziğe karşı çok meraklıydım. Orta okulda gitar çalarak başladığımı söyleyebilirim ama asıl elektronik müziğe olan ilgim üniversiteye başladıktan sonra gelişti. Orada dinlediğim müzikler beni çok etkiledi ve müzik prodüksiyonuna başlamam için beni motive etti. Kendimi bu konuda geliştirdikçe synthesizerlar, çalışma prensipleri, elektronik müzik tarihinin derinliği ve doğası gereği teknoloji geliştiği sürece her zaman evrilicek bir disiplin olması, müziği kariyer olarak düşünmeye başlamamdamda önemli bir rol oynadı.
Plak şirketini kurmak ciddi bir atılım. Put Out Records nasıl ortaya çıktı peki? Hangi müzisyenlerle çalışıyorsunuz?
Başlangıcından beri Put Out’un hedefi alternatif müzik sanatçılarına bir platform sağlamaktı çünkü maalesef günümüzde popüler müzik dışında alternatif tarzlarda işler yaparak bir yerlere gelmek ve kendinizi geçindirmek biraz zor. Hedefimiz, elektronik müzikte gerçekten güzel işler çıkaran ve kendini konvansiyonel plak şirketlerine yakın görmeyen sanatçıların sömürülmeden kendilerini istedikleri gibi ifade edebildiği bir platform sağlamak ve ülkemizdeki kültürü geliştirmek. Üniversitede yaptığım partiler ve gittiğim organizasyonlar sonucu Taycan ile tanıştım bu da uzun bir arkadaşlık ve iş birliğinin başlangıcı oldu. O zaten Put Out adı altında etkinlikler yapmaya başlamıştı sonrasında birlikte Records tarafını kurduk. Put Out 2021 Compilation’da Baban, Ben Lee, Juxies ve İlayda Kayser ile çok keyifli bir çalışmamız olmuştu. Aynı zamanda geçtiğimiz kış Tijana T ile bir etkinlik yapma şansımız oldu. Yakında yeni isimlerle de karşınızda olacağız.
Müziğin dışında full time bir iş hayatın var anladığım kadarıyla. Sabahları bir aile şirketinde çalışıp akşamları müziğine dönüyormuşsun. Dengeyi nasıl tutturuyorsun?
Zor olduğu zamanlar oluyor tabii ki. Özellikle hafta içi bir etkinlikte çaldığım zaman veya uzun stüdyo gecelerinden sonra. Maalesef gizli bir formül yok, programlı olmak ve ne zaman dinlenmem gerektiğini bilmek benim için en önemlisi, aksi takdirde her iki iştede verimsiz oluyorum. Zorluklarına rağmen bu tempoda fiziksel olarak çalışabildiğim sürece devam etmek istiyorum çünkü hızlı temponun getirdiği düzen ve disiplini boşken yakalayamıyorum.
Kolaborasyon ve birlikte üretme sürecini seviyor gibisin. İleride birlikte çalışmak istediğin isimler var mı?
Tabii ki bir sürü var. Genelde tek çalışmayı tercih etsem de birlikte çalışmak size bir çok şey öğretebiliyor ve farklı bakış açıları katıyor. Kim bilir belki yakında yeni bir kolaborasyon haberi ile karşınıza çıkabilirim.
Put Out veya Emir’nin yakında çıkacak işlerine bir teaser verelim istersen. Ufukta neler var?
Çok yakında benim içinde çok değerli bir proje olan ‘DJ Comeback’ mahlasım altında bir kısaçalar çıkartıyor olacağım. DJ Comeback biraz daha konvansiyonel çizgilerin dışına çıktığım, Leftfield House, Techno, Elektro gibi farklı tarzları harmanladığım bir proje. Aynı zamanda ‘Mirame’ adlı parçada vokalleri üstlenen ve debut projesi olan Pia’yı da sizlere tanıtmaktan çok mutluyum. Put Out Records üzerinden takipte kalabilirsiniz.