ORALI OLMAK
Röportaj: Heja Bozyel
Fotoğraf: Zeynep Fırat + YUNT arşivi
Bir şehri “memleket” yapan nedir? Nedir bizi oturduğumuz sokaklara bağlayan, “oralı” yapan? Kaldırımlardaki hangi taşların su sıçrattığını ezberlememiz mi? Köşedeki ağacın sonbaharda çok güzel olduğunu bilip yapraklarının sararmasını heyecanla beklememiz mi? Büyük marketten alışveriş yapınca, evin çaprazındaki esnafa karşı mahcup hissederek geçmemiz mi?
Bir şehri memleket yapan onunla kurduğumuz bağlar, onun bize öğrettikleri, hissettirdikleri değilse nedir? O yüzden değil mi başka şehre/ülkeye göçenlerin “memleket hasreti”? Aklımda bu sorularla varıyorum Sultanbeyli’deki YUNT’a.
Yirmi yıldır git-gellerle, terk edip geri dönmelerle yaşadığım şehirde, İstanbul’da hiç gitmediğim semtlerden biri. Hiç yolum düşmedi. İçinden geçmişimdir elbette ama farkında değildim. Benim Sultanbeyli’ye hiç gitmemiş olmam, Sultanbeyli’deki bir kişinin Moda’ya, Taksim’e hiç gitmemiş olması ile hem çok aynı hem de çok farklı. Çünkü “şehir” bizi kendi sokaklarımıza mahkum ediyor çoğu zaman. Yolumuzun ötesine gitmek için belli bir cazibe, bir havuç gerekiyor. Sultanbeyli’de bu yoktu benim için. Ya da öyle sanıyordum, YUNT ile tanışana ve şehrin sınırlarını yeniden (yeniden yeniden) sorgulayana kadar.
Kabul ediyorum, bu semtin tarihini, Aydos Kalesi’ni, göleti, İnsan ve Şehir Akademisi’ni bilmemek benim ayıbım. Ya da belki de İstanbul’u sadece deniz ve denize yakın çevre semtlerden ibaret görenlerin ayıbı. Bu şehrin bize sunacaklarını, hatırlatacaklarını, sürprizlerini hesaba katmadan gittiğim YUNT, muhtemelen daha önce hiçbir sanat galerisinden içeri girmemiş kişilerin yaşadığı yüksek apartmanların arasında bir galeri. Bu apartmanlarda yaşayanların bir galeriye hiç gitmemiş, modern sanatla tanışmamış olmaları benim Sultanbeyli’yi tanımamamdan daha büyük bir ayıp ama bu onların ayıbı değil elbette. Sanatı belli bir kesime aitmiş ve bu kesimi de halktan, gelenek göreneklerden kopukmuş gibi yansıtan, sanatı desteklemeyen hükümetlerin ayıbı. İnsanların duygularını harekete geçiren her şeyden korktukları gibi, sanattan korkmaları da kaçınılmaz, onlar da haklı.
Neyse ki bu şehrin tüm o kaba, can sıkıcı ve sana kendini “yanlış” hissettiren kalabalığı arasında bir kişi çıkıp bir anda bizi hiç görmediğimiz yerlere götürebiliyor. Benim ve Sultanbeyli’nin hikâyesinde bu kişi, Muratcan Sabuncu oldu. Yakın tarihe kadar bir at çiftliği olan bir alanı bir galeriye ve sanatla tanışma/buluşma noktasına çeviren YUNT, Muratcan Sabuncu’nun bireysel çalışmaları ile doğmuş. Mekânın sanat danışmanlığında ise Sergen Şehitoğlu var.
“Bugün eskiyi düşünerek yazılıyor. O zaman da bugünü elden kaçırıyorsun.”
Kentsel dönüşümle apartmanlar ve alışveriş bölgesine dönüşen eski at çiftliğinin yoğun insan trafiği olan bir köşesinde yer alan YUNT, Emre Zeytinoğlu küratörlüğündeki ilk sergisinde “Şehir Nerede” diye soruyor. Emre Zeytinoğlu, sergiyi oluştururken eserlerden ziyade sanatçıları düşünmüş ve aklına ilk gelen sanatçılardan onay alıp, onlardan kendi eserlerini seçmelerini istemiş. Bu sayede her sanatçı aslında sergiye kendi fikri ile katılmış.
Sanatla etkileşimi demokratikleştirmek amacı ile yola çıkan YUNT, İstanbul’un sadece Galata’dan, Teşvikiye’den ibaret olmadığının altını çiziyor. “Şehrin merkezi” neresi sorusunu tartıştmaya açan sergi, buna cevap olarak “Tek merkez yok” diyor. Emre Zeytinoğlu şehir, özellikle İstanbul konusu açıldığı zaman herkesin eskiyi yâd etmesinden dem vuruyor: “Bugün eskiyi düşünerek yazılıyor. O zaman da bugünü elden kaçırıyorsun.”
Tam olarak son senelerde aklımda dönen düşüncelere cevap olan bu sözünü not ediyorum. Kent hafızasından bahsediyoruz, kenti korumaktan bahsediyoruz ama değişim de kentin hafızasının bir parçası değil mi? Salah Birsel de ta 1976’da “Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu” kitabını yazmış, biz her 10 senede bir “Aaah aaah o eski Beyoğlu” diyoruz mesela… Belki de değişimi kabullenmenin vaktidir. “Ben 68 senedir burada yaşıyorum, bir rahat nefes alamadık” diyor Emre Zeytionoğlu.
O sırada baba-oğul olduğunu tahmin ettiğim bir adamla 9 yaşlarındaki çocuğu geçiyor galeri önünden. Çocuk babasının kolunu çekiştirerek içeri bakıyor. Baba bakıyor ama anında gözlerini kaçırıyor. Baba hızla ilerlerken çocuğun başı arkaya dönük, galeriyi incelemeye devam ediyor. Yani galeri aslında üç yanı camlarla kaplı hali ile içeri girmeyeni de içeri alıyor ve ilk adımda amacına ulaşıyor.
“Eski İstanbul’u biliyorum, o zaman da bir şeye benzemezdi” diyerek sözüne devam ediyor Emre Zeytinoğlu, ben baba-oğlu izlerken. “Her yerde bir karakter var sanıyoruz ama aslında her yerde başka bir şey kaynıyor…”
Galeride sadece sergiler olmayacak. Kendi sanatçılarını üretecek olan YUNT, Sultanbeyli’nin gençleri ve çocukları için sanatla buluşma ve kendi içlerindeki sanatçıyı ortaya çıkarma alanı olacak. Bunun yanı sıra, YUNT sergileri, Türkiye’nin farklı şehirlerini gezecek. Konuşmalar, eğitimler, atölyeler de tüm bunları destekleyecek.
Galeriye yaklaşırken Sergen Şehitoğlu’nun galeri açılışına paralel ürettiği açık alan yerleştirmesi karşılıyor sizi. Cevahir Akbaş, Setenay Alpsoy, Sercan Apaydın, Can Aytekin, Antonio Cosentino, Mustafa Duymaz, Ahmet Elhan, Murat Germen, Sinan Logie, Mustafa Pancar, Rüçhan Şahinoğlu’nun eserlerini derleyen “Şehir Nerede?” sergisinde bir stadyumun kara boşluğuna düşüp, eski bir binanın faturalarla, yazılmayan mektuplarla dolu posta kutularına çıkabilirsiniz. Aman dikkat edin, yol bariyerlerine takılabilir, bir çiviye çarpabilir, elektrik direklerine asılı kalabilirsiniz. Şehrin nereden çıkacağı belli olmuyor.
Dönüş yolunda yeniden sorguluyorum… Daha neler var bu şehirde hiç görmediğim? Gerçekten yaşıyor muyum bu şehirde?
YUNT SOHBETLERİ
YUNT tarafından “Şehir Nerede?” sergisi kapsamında hazırlanan “Şehrin Sınırlarını Yeniden Düşünmek” başlıklı konuşma programı, katılımcıları şehrin sınırlarını yeniden düşünmeye davet ediyor. Prof. Dr. Eva Şarlak moderatörlüğünde gerçekleştirilecek dört oturumda, şehir üzerine düşünme pratiklerini yaygınlaştırmak hedefleniyor.
Konuşma programı kapsamında şehir plancısı Murat Güvenç, felsefeci Güncel Önkal, mimar ve kent tarihçisi Pınar Erkan ve edebiyatçı Nedret Öztokat Kılıçeri, şehrin sınırılarını farklı yönlerden ele alacak. Her oturum ayrı bir alt başlık altında gerçekleşecek ve katılımcılarla oturum öncesi okuma önerisi paylaşılacak.
yunt
- ‘at’
- ‘at sürüsü’
Eski Türkçeden başlayarak kullanılır (yunt). Orta Türkçede yunt (yund) ‘atlar, at sürüsü’ olarak geçer. [Kaynak: TDK Etimoloji Sözlüğü]
A GOOD DAY: BEYOĞLU
Fotoğraf: Can Görkem
Hayat güzel anların, insanların ve deneyimlerin toplamından ibaret. Bildiğimiz yerlerin bilinmedik sokaklarında kaybolmak, yeni tanıştığımız biriyle zamanın uçup gittiği sohbetlere dalmak ve attığımız her adımla yeni dünyalara yelken açmak, kendimizden bir parça bulmak. Bazen sandığımızın aksine bunları yapmak için uzaklara gitmek de gerekmiyor aslında, ne de olsa her köşesinde yenilikler saklayan bir şehrin sakinleriyiz. Yüksek tempomuzda bazen ne kadar özel olduğunu unuttuğumuz, besleyici yanlarını görmezden geldiğimiz ve hala burnumuzun dibinde keşfedilmeyi bekleyen sürprizleriyle kalbimizde özel bir yere sahip olan İstanbul’a, her şeye rağmen bizi tekrar heyecanlandıracak bir perspektifle bakmak istedik.
A Good Day isimli serimiz de tam olarak bu hislerden doğdu. Sanat, tasarım, kültür ve gastronomiden ilhamla şehirde farklı rotalar çizdiğimiz ve keşiflere çıktığımız bu deneyim serimizde bildiğimiz muhitlerin bilinmedik yerlerini öğreniyor, şehre tekrardan çocuksu bir merakla bakıyoruz. Güzel bir günün paylaşmadan bir anlamı olmayacağını da bildiğimiz için, her deneyimimiz sonrası rotamızı sizlerle paylaşacağız. Gelin, hep beraber şehirde her anın tadını çıkarmaya bakalım. Serinin ilk durağını Beyoğlu olarak seçtik. Neden mi? Buranın ışığının asla sönmeyeceğini, her zaman bizden bir parça olacağı gerçeğini yaşatmak istiyoruz. Yolu İstanbul’dan geçmiş herkesin kendine has bir ilişki kurduğu bu yeri zaman zaman çok iyi bildiğimizi düşünsek de, A Good Day rotamız bize Beyoğlu’nun saklı kapılarını aralayarak bitmek tükenmeyen sihrini gözler önüne seriyor.
DURAK 1: TUNÇ BALIK
Her güzel gün tok bir karınla başlar diyerek rotanın ilk durağını Tunç Balık olarak belirliyoruz. 1959’dan beri Beyoğlu’nun değişmez lezzeti olan bu yer, güler yüzlü ekibiyle bizlere içimizi ısıtan bir misafirperverlik tecrübesi yaşatıyor. Şehrin en çalkantılı, heyecanlı ve hareketli yerinde yılları devirmiş olan Tunç Balık ve ekibi, Beyoğlu’nun eşsiz bir parçası. Serimiz için hazırladıkları özel sandviç tarifinde bulunanlar krem peynir, portakal & zencefil marmelatı ve Tunç Balık’ın meşhur somon fümesi. Yapılması kolay gibi duyuluyor olabilir, ama emin olun usta esnaf eli değmeden aynı tada ulaşmanız bizce çok mümkün değil. A Good Day sandviçini önümüzdeki bir ay boyunca sipariş edebilir ve rotamıza ağız tadıyla bir başlangıç yapabilirsiniz. Biz ekmekleri Galata Urban Bread’den sütlü tereyağlı tost ekmeği olarak tercih ettik, dilerseniz siz de Beyoğlu’nun bu yeni artisan fırınından sandviç ekmeğinizi yanınızda götürebilirsiniz.
DURAK 2: BAŞIMIZDA SİYAHTAN BİR HÂLE, ARTER
Bir sonraki durağımız Arter. Beyoğlu’nun kültürel ekosisteminin önemli oyuncularından biri olan bu müze, multidisipliner yaklaşımıyla beraber değişimi benimsiyor ve sanata olan dinamik perspektifini her özelliğiyle ziyaretçiye hissettiriyor. İngiliz mimarlık ofisi Grimshaw Architects tarafından tasarlanan yeni binası, Dolapdere’de bulunduğu lokasyonu müzenin içine taşıyor. Her adımınızda camdan dışarı bakabildiğiniz bu mimaride dışarıyla olan bağımızı kesmiyor, yapının akışkan formu sayesinde mekansal bir tecrübe yaşıyoruz. Sanatın kalbinin attığı Beyoğlu’nda rotamızı Arter’e doğru çevirmemizin ise özel bir sebebi var tabii ki, o da tam da ihtiyacımız olan bir sergiyle karşımızda olan sanatçı Ahmet Doğu İpek.
Selen Ansen küratörlüğünde gerçekleşen “Başımızda Siyahtan Bir Hale” sergisi, 2020-2022 arasında sanatçının duygularından, tecrübelerinden ve üretimlerinden doğarak hayat bulmuş. Edip Cansever’in Tragedyalar III şiirinden alıyor ismini sergi. “Çünkü bu kahverengi akşam saatlerinde / Her şeyi en soğuk ölçülere vuruyoruz / Bir uzak han kavramına. Hanların / Rahmindeki bir yolcuya, bir semendere / Ve soğuk bir çağdan geçiyoruz. Çağlardan / Başımızda siyahtan bir hâle.”
Yerin altında bulunan ve gökyüzüne kadar uzanan doğa olayları aracılığıyla insanı ve doğasını sergileyen İpek, bunu yaparken insan bedenini tamamiyle gözden ırak bir yerde bırakıyor. Merkezine aldığı fenomenlerin dehşet verici görkemi karşısında yapılacak tek şeyin görünenin seyrine dalmak olduğunu söylüyor bize. “Çok Uzaktan ve Hep” eserinde açmayan güneşin takvimini resmettiğinden bahsediyor. El yapımı pamuk kağıt kullanarak yarattığı resimler üzerinde doğası gereği hâla hareket eden keten boyası, karanlığın içinden süzülen muhteşem ışık manzaralarına dönüşüyor. İpek sergi alanına girmeden önce bizleri uyarıyor, “zaman kavramı ile açığa çıkan her şeyin negatif temsilleri var içeride” diyor. Ziyaretçiye açıldığı dönem ve lokasyona bakıldığında toplumsal duygularımıza derinden dokunan bu eserlerle kurulacak olan kişisel bağları düşünürken, serginin birleştirici gücünü hissetmeden edemiyoruz. “Başımızda Siyahtan Bir Hale” sergisi 29 Ocak’a kadar Arter’de ziyaret edilebilir.
DURAK 3: ARİF PAŞA APARTMANI
Öğreniyoruz ki üçüncü durağımız olan Elmadağ’daki bu apartman, serimizin özü olan “beraber yaşamak” isteğinin buralardaki ilk örneğiymiş. 1902 yılında Constantine Pappa tarafından tasarlanan Arif Paşa Apartmanı, konaklardaki aile yaşamından ayrılarak apartman yaşamına geçilmesinin öncü mimarilerinden. Tarih boyunca pek çok sanatçıya ev, üretimhane olmuş ve olmaya devam eden bu bina, aynı zamanda Ahmet Doğu İpek’in de stüdyosunun olduğu yer. Avlusu, ev sahipliği yaptığı sanatçıların atölyelerini barındırmakla beraber gökyüzüne doğru baktığımızda karşılaştığımız etkileyici heybetiyle duvarlarının tanık olduğu sohbetleri merak ettiriyor. Ne de olsa Beyoğlu’na tanımadığımız insanlarla dost, komşu olma konseptini getiren bir yapıyı ziyaret ediyoruz. Bu ziyaret anına dair bir de not düşelim; her gün saat altı civarında avludaki ıhlamur ağacının üstünde kuşlar şakımaya başlıyor, belki ziyaretinizi bu ana denk getirir gününüzü daha da şenlendirirsiniz.
Biz Arif Paşa sakinlerinden Tülin Bozüyük, Aslı Şan Bilgin ve Neslihan Algünerhan’ın atölyelerine misafir olduk ve zanaatlarını onlardan dinledik. Aslı’nın bizi spiritüel bir maceraya çıkardığı Alkimia, Tülin’in fırınında kendi dokunuşlarımızla yarattığımız seramikleriyle hep bir parçasını taşıyacağımız Touline Ceramics ve Neslihan’ın keten kumaşlar üzerine ruhundan kopan zevkli tasarımlarıyla bizi ağırladığı Nauna Linen deneyimiyle birkaç saatliğine bile olsa bu apartmanın sanat dolu tarihinin bir parçası olabilmek bize farklı bir Beyoğlu yaşattı. Arif Paşa’yı ziyaret ettiğinizde şanslıysanız açık olan atölyelere göz atabilir, işinizi şansa bırakmak istemiyorsanız önceden randevu alarak atölyeleri ziyaret edebilirsiniz.
DURAK 4: AŞEKA
Ve işte son durak. Beyoğlu’nu uzun uzadıya gezdikten sonra gözler haliyle akşam yemeği için seçtiğimiz yeri arıyor. Biz de günü bitirmeye hazırlanırken Karaköy’e doğru bir yolculuk yapıyoruz ve yolumuzu yüz yıllık bir binaya çeviriyoruz. Aşeka, sarmaşık anlamına geliyor ve restoranın binası da bu ismi yaşatıyor. Aşeka ekibi restorana mekan ararken tesadüfen bu sarmaşıklı binaya denk gelmiş ve Aşeka doğmuş. Sevdiklerimizle bir araya gelip konuşmanın hoşluğu, Michelin yıldızlı Thomas Keller’ın Bouchon lokantasında tecrübe edinmiş Şef Ömer Akosman’ın mevsimsel menüsüyle daha da özel bir hale geliyor bizim için. Başlangıçlar arasında tattığımız efsane patatesi yemeden geçmeyin deriz. Günün balığı olarak masanın yıldızı haline gelen kaya levreğinin enfes tadıysa hala damağımızda, rotanızı sonlandırırken kesinlikle denemenizi öneriyoruz. O güne özel hazırlanan A Good Day kokteyli de yakın zamanda menüye ekleniyor, güzel bir güne tatlı bir kapanış için tercih edebilirsiniz.
Serimizin ilk rotasında bize eşlik eden Ahmet Doğu İpek, Aslı Şan Bilgin, Aydan Kumpas, Bahar Kader, Berk Kır, Deniz Bulutsuz, Dilara Sakpınar, Ecem Arslanay, Filgezi, Kültigin Kağan Akbulut, Neslihan Algünerhan, Semiha Bezek, Songül Haydarpaşa, Tülin Bozüyük, Ümit Hamidi ve Zeynep Üner’e çok teşekkür ediyoruz.
PAZAR, SHUK, ŞAKŞUKA: İSTANBUL'DAN TEL AVİV'E BİR PAZAR HİKAYESİ
Röportaj: Mina Aslan
Kültürel antropolog Kornelia Binicewicz ve belgesel fotoğrafçısı Italo Rondinella, pazarlara olan aşklarını bir kitapta derlemişler. Kornelia’nın yazdığı metine eşlik eden röportajlar, Tel Aviv ve İstanbul pazarlarından fotoğraflar ve iki kültürden de tariflerle birlikte ortaya epey enteresan bir eser çıkmış. Italo ve Kornelia ile yeni çıkan kitapları “Pazar//Shuk” hakkında sohbet ettik.
Selam, sizleri görmek çok güzel. Oldukça enteresan bir konsept ve format olmuş. Pazarlar çoğumuzun varlığını kanıksadığı ve üzerine çok da kafa yormadığı yerler. Bu tema nasıl ortaya çıktı?
Kornelia: Epey uzun zamandır İstanbul’da yaşıyorum, Italo da öyle ve burada geçirdiğimiz yıllar boyunca ikimiz de pazara gitmekten büyük keyif aldık. Pazarlar hem iyi vakit geçirmek hem de kültürü tanımak için ideal yerler. İlk çıkmaya başladığımızda pazarlarda buluşurduk ve bu mekanlara derin bir ilgimiz vardı. Ve shuk… Çünkü İstanbul’a taşınmadan önce Tel Aviv’de çok zaman geçirdim. Dünyada en sevdiğim yerlerden biriydi ve kültürüne de çok yakın hissediyordum. Yemek kültürü ve çeşitliliğine… Dolayısıyla shuk‘lar benim için oldukça ilgi çekiciydi. Ardından Italo’yla birlikte burada yaşamaya başladığımızda İsrail Konsolosluğundan Elazar’la konuştuk. Ona insanları bir araya getirmek için ortak bir amacımız varsa haydi marketleri anlatalım dedik. Çünkü söylediğin gibi; bu marketler varlar, fakat o kadar kanıksanmışlar ki gözden kaçıyorlar. Bu pazar alanlarındaki değişimin, market yapısındaki dinamiğin hikayesini anlatmak istedik. Elazar, “Evet, evet. Bu çok iyi bir fikir” dedi. Hikayenin kalanını Italo’ya sormalısın çünkü ben kültür antropoloğu, araştırmacı ve bir hikaye anlatıcısıyım. Fakat Italo’nun fotoğrafçılığı olmasa, bu kitap ortaya çıkmazdı.
Kesinlikle, kitabın epey tutarlı bir fotografik tonu var. İkinci sorum da biraz bununla ilgiliydi aslında. Hikayeye eşlik eden fotoğraflar için önceden belirlenmiş bir ton veya vizyon var mıydı yoksa her şey spontane mi gelişti? Tutarlı oldukları gibi oldukça sade ve içten duruyorlar. Aynı şekilde bu görsel tutarlılık kitabı karıştırdıkça iki şehrin birbirine geçmesine de vesile oluyor. Tel Aviv’deki markette laffa yapan teyze mesela, İstanbul’da karşılaşabileceğimiz bir gözlemeci teyzeye benziyor.
Italo: Kornelia’nın söylediklerine bir iki şey ekleyip soruna döneceğim. Aslında olay marketlere entellektüel bir ilgi beslemeye başlamamızdan önce başladı. Çünkü pazara gitmek bizim rutinimizin bir parçasıydı. Pazarları hala hayatımın çok önemli bir parçası olarak görüyorum. Hatta Tarlabaşı’ndaki pazarın sokağında oturuyorum. Fotoğraflara gelecek olursak; işin İstanbul ayağı daha kolaydı çünkü Kornelia’nın da dediği gibi uzun zamandır burada yaşıyorum ve yakalamak istediğim şeye dair görsel bir fikrim vardı. Tel Aviv kadar zorlayıcı değildi, fakat diğer yandan çok yakından tanıdığın bir şeyi fotoğraflamanın da kendi zorlukları var. Tekrara düşmek istemedim, çünkü pazarlarda bulacağın atmosfer aşağı yukarı aynıdır. Bu kadar sürekli ve aynı bir ortama bir hikaye anlatıcılığı öğesi katmak da zor olabiliyor. Fakat İstanbul’a gelince yapabileceğimin en iyisini yaptığımı düşünüyorum. Tel Aviv hikayesi biraz farklı, Kornelia İsrail’e aşina olsa da ben hiç değildim. Bu benim ilk ziyaretimdi ve proje aşağı yukarı 10 gün sürdü. Ne bekleyebileceğim ve yaratabileceğime dair bir fikrim yoktu doğrusu, ülkeye bile çok yabancıydım. Bu noktada yapımcımız Elazar’ın insanlarla tanışmamızda çok yardımı oldu. Şimdiye kadar yaptığım işlerden farklıydı ve İstanbul’a dair bilgi birikimim Tel Aviv’le denkleşmediği için ve Tel Aviv’de epey kısa vaktimiz olduğu için içimde iki bölümün uyuşmayacağına dair bir endişe de vardı tabii. Post prodüksiyonda da elimdeki fotoğrafları oldukça homojenize etmeye çalıştım. Ve sonuç elindeki kitap oldu.
Kitapta gastronomlarla sohbetler edip birkaç tarif de derlemişsiniz. Bu tarifler arasında rutininize kattığınız, kendinizi sık sık yaparken bulduğunuz bir tarif var mı?
Kornelia: Tarifler aslında yemek yapmayı seven insanları teşvik etmek için oradalar. Bu kitap bir tarif kitabından ziyade yemek kültürüne, tarihe, şehirlere ilgi duyan insanlara bir davetiye olarak tasarlandı. Tarifler, okurlara pazarların onlar yemek yapsın diye kurulduğunu hatırlatmak için orada. Dolayısıyla sadece birkaç tane seçtik ve hepsi birbirlerinden oldukça farklılar. Mesela ilk tarif ıspıt otu içeriyor ve bu pek bilinmeyen bir sebze, ya da kök. Çoğunluğun tanımadığı, tüketmediği bir şey. Ancak kitapta görüyorsunuz ki belli başlı bölgelerin pazarlarına giderseniz daha endemik ve nadir meyve sebzelerle karşılaşabiliyorsunuz. Musa Dağdeviren, Türk mutfağı konusunda bir dâhi ve onları çok güzel bir şekilde pişiriyor. Bu bağlamda bize çok iyi bir rehber oldu. Fakat bu istesek dahi günlük favori yemeğimiz olamaz, çünkü ıspıt sadece şubat sonundan nisana kadar yetişiyor. Bazı tarifler var ki hazırlaması çok kolay, mesela menemen ve şakşuka. Birlikte sunulmaları da tesadüf değil. Bakıp, “Vay be! Aslında aynı yemek.” diyebilin diye oradalar. Bu kitabın bir amacı da insanları bir araya getiren tarifleri ortaya koyup yemeğe “sahip” olmadığımızı anlatmak. Aslında yemek sana, senin ona sahip olduğundan daha sahip. Menemen, yani domatesli sosta pişen yumurta, insanları bir araya getiren bir şey. Bir topluluk buna “menemen” öbürü “şakşuka” diyor. Aralarında pişirme biçimi veya kullanılan baharatlara dair farklar var tabii, ama ruh aynı. İsrail’de Şakşuka ustası Dr. Shakshuka’dan alıp kitaba koyduğumuz tarif çok basit. Birçok kez beraber test ettik, başka insanlara denettik ve gerçekten her seferinde iyi sonuç verdiğini gördük. Dolayısyla günlük rutine üye bir tarif arıyorsak bunu aday gösterebilirim, Türkler için. İsraillilere de menemen önerirdim. Menemen tarifimiz Menemenci Hamido’dan ve Dr. Shakshuka’ya kıyasla oldukça utangaç, gözlerden uzak bir insan. Dr. Shakshuka bir televizyon yıldızı, Hamido ise çok küçük şatafatsız bir dükkan işletiyor. Kimse bilmiyor ama şehirdeki en iyi menemeni Hamido yapıyor.
Evet, menemen Türk kahvaltılarının demirbaşı sayılır. Aynı malzemelerin farklı yorumlanışı da aklıma konuştuğunuz gastronomlar ve şefler diğer ülkenin pazarından malzemeleri nasıl değerlendirirdi sorusunu getirdi. Musa Dağdeviren mesela, kendini tamamiyle mesleğine adamış biri. Çok kısa süreliğine pazara çıkan, mevsimlik, çoğumuzun tanımadığı malzemelerle çalışıyor. İsrail’de yetişen ve ülkemize egzotik kaçacak ürünlerle neler yapabilirdi acaba. Çünkü elde aynı malzemeler varken bile insanların damak lezzetinden gelen farklı eğilimleri var. Şakşukaya bakıp, “Aaa menemeni böyle pişirmeyi düşünmezdim” diyebiliyorsunuz. Derler ya “Same same, but different.” değişik ama aynı.
Kornelia: “Same same but different” bu kitap için çok yerinde bir deyiş oldu. Bu kitap farklı ülkelerde yaşadıkları için kendilerini ötekinden oldukça farklı algılayan iki topluluğu anlatıyor. Fakat yakından baktığımızda insanları bir araya getirecek çok fazla benzerlik var. Bu kitap benzerlikleri ortaya çıkartmak ve aynı zamanda farklılıklara da saygı göstermekle ilgili. Herkesin ve her şeyin benzer olduğu dümdüz bir gerçeklik istemiyoruz. İnsanlar arasındaki farklılıkları kutlamak, benliklerine saygı göstermektir. Kendi ötekilikleri ve sıra dışılıklarıyla. Fotoğraflarda da, laffa satan kadın ve gözlemeci kadın aynı ailedenlermiş gibi duruyorlar, farklılıklarıyla. Buna saygı duymalıyız. Her pazarcının kendi hikayesi var, ve bize bir şey sunuyorlar. Italo, biraz senin buna değinmeni isterim. Çünkü benim kitabı yazarken oluşturduğum bir anlatı var, okurlarımın benim fikirlerime katılmasını istiyorum. Fakat Italo karşılaştığımız insanların hikayelerini ve arkaplanlarını yakalamaya çalışıyordu.
Italo: Ben belgesel fotoğrafçılığı arkaplanından geliyorum. Normalde toplumsal problemler üzerine foto muhabirlik yapıyorum. Burada yapmaya çalıştığım şey, fotoğraflamaya çalıştığım öznelerin toplumsal gerçekliğini anlamaktı. İstanbul, söylediğim gibi, bu bakımdan daha kolaydı. Mesela bahsettiğiniz laffa satan kadını çekmek veya o gerçekliğe girmek için fazla vaktim olmadı. Bu kısıtlar dahilinde daha derin bir şeyler gösterebilmek bir mucize olurdu. İşimin en enteresan kısmını fotoğrafın ardında olan biteni anlamak, toplumsal gerçeklikleri, ortaklıkları ve farkları göz önüne çıkartmak.
Sanırım favorilerimden biri pazar muşambasının yelkeni andıran fotoğrafına eşlik eden “modern kentin yelkencileri” analojisiydi…
Kornelia: Bugün bize bunu söyleyen ikinci kişisin! Instagram’dan biri de bugün bana “Bu şahane bir fikir!” diye mesaj attı.
Italo: Aslında en başında tüm projeyi bu “kent yelkencileri” konsepti etrafına kuracaktık. İlerledikçe evrildi ve başkalarının da katkılarıyla değişti.
Italo, bir fotoğrafçı olarak bu hissi biliyorsundur diye düşünüyorum; pazarda telefondan izlenen maç fotoğrafını görünce “keşke bu kareye denk gelmiş olsaydım da çekseydim” dedim. Tipik bir pazar karesi, ve fotoğrafçılıktaki tesadüf etmenini de öne çıkartıyor. Çünkü yaptığınız belgeselvari fotoğrafçılıkta set tasarımı ve kurguya yer yok. Gerçekliğe denk gelip onu yakalamak için elinizde kamerayla o alanlarda hazır bulunmak gerekiyor. Bu da bir titizlik ve anda oluşla mümkün. Sizi bunun için tebrik etmek isterim. Kitabın bir kopyasını Gümrah’tan ödünç aldım ve fotoğraflara tekrar tekrar göz attım.
Kornelia: Sana da kendi kopyanı hediye edeceğiz!
Kitapta “pazar” da olsa “shuk” da olsa, market yerinin ekonomik, sosyal, demografik ve politik statüko için bir barometre işlevi gördüğünü söylüyorsunuz. Bir İstanbullu olarak, en azından bizim pazarlarımız için durumun böyle olduğunu söyleyebilirim. Çocukken pazarları romantik, karnavalımsı bir yer olarak algılardım, bir performans ve hikaye anlatıcılığı elementi vardı. Pazarcı tezgaha çıkıp müşteri çekmek için esprili bir tekerleme söylerdi belki, öbürü sütyenleri kafasına geçirmiş karşı tezgahtan bağırırdı. Rengarenk tekstiller, gözleme…
Italo: Nerelisin, İstanbul mu?
Ankara’da doğup büyüdüm fakat ben daha ilkokuldayken İstanbul’a taşındık. Ankara’nın da çılgın pazarları vardı ama…
Italo: Bu bahsettiğin anı neredeydi, İstanbul’daki bir pazarı mı tasvir ediyorsun Ankara mı?
Bilmiyorum. Küçüktüm, kalabalıktan korktuğum için annemin elini tuttuğumu hatırlıyorum. Pazara gidildi mi hepimizin gözü dönerdi çünkü. Bir iki kez pazarda unutulmuşluğum var. Annemler olan bitene ve alışveriş listesine yetişmeye çalışırken beni bırakıp bir iki kilometre teptikten sonra geri gelmişler. Ben muşambalı pazar tezgahının üstünde ağlıyorum, bir pazarcı amca bağırıyor “Bu çocuk kimin?”. Ama ne yazık ki hangi pazar hatırlamıyorum. Ankara veya İstanbul olabilir. Balıkesir olabilir, yazları oraya giderdik. Dediğim gibi, pazar neşeli bir deneyim olarak kalmış kafamda. Liranın günbegün düşen alım gücü ve yükselişteki fiyatlar karşısında aynısını söylemek pek mümkün değil artık. Eve ekmek götürme endişesi pazarcının da müşterinin de üzerinde bir kara bulut gibi geziyor. Böyle zamanlarda enflasyon veya anksiyete gibi soyut konseptler insanların suratında somutlaşıyor adeta. Bir İsrail shuk’unda somutlaşan şey nedir?
Kornelia: Ekonomi pazarların ve shuk’ların gerçekliğinde çok önemli bir yer kaplıyor. Konuştuğumuz romantik ve kültürel boyutu ve buluşma yerleri olarak önemleri bir kenara, pazar özünde temel ihtiyaçlarımızı temin etmek için gittiğimiz bir yer. Dolayısıyla ekonominin durumu ve para biriminin performansının öne çıktığı bir yer. Şu sıralar pazara gittiğimizde kulağımıza çalınan tek şey “Pahalı, pahalı, çok pahalı!”. Herkes fiyatlara kilitlenmiş durumda, pazardaki atmosferi de etkiliyor tabii. Demin Heybeliada pazarından döndüm. Bahsettiğimiz neşeli ortam ne yazık ki artık eskisi gibi değil. Her şeye rağmen hala büyülü mekanlar. Tüm pazarlar ekonominin bir temsili. İsrail’de shuklar… Öncelikle İsrail toplumu çok daha varlıklı. Ekonomi çok daha iyi durumda, ve bunun yansımasını shuk’un insanlara ifade ettiği şeyde görebiliyoruz. İnsanlar alım güçlerine göre farklı marketlere gidiyorlar. Mesela üst sınıf Aşkenazi, Batı Avrupa kökenli bir yahudiyseniz HaNamal isimli yeni bir shuk’a gidiyorsunuz. Her şey en üst kalite, en en iyisi. Ve her şey inanılmaz pahalı. Bir yandan da özgürlüğün, boş vakte sahip olmanın kutlandığını görüyorsunuz. Sherry Ansky ile bu konuda sohbet ettik. Kendisi kitapta da geçen bir karakter. İsrail’de çok tanınan bir gazeteci yazar, aynı zamanda bu şık marketlerden birinde ringa balığı standını işletiyor. Marketlere bayıldığını, onun için pazardayken zamanın durduğunu söylüyor. Bu, “Şu salatalık kaç liradır ki?” diye düşünmek zorunda olmayan birinin söyleyebileceği bir şey. Pazarlar gerçekten maddi gerçekliğimizi yansıtıyor. İsrail’deki shuk’ların çoğu orta sınıf vatandaşlara hitap edecek şekilde tasarlanmış. Daha yoksul vatandaşlara hitap eden sadece bir shuk var, kitapta da geçiyor: HaTikva Market. Diğer pazarların neredeyse hepsi çok daha fazla kazanan ve harcayan insanlar için. Ve bu marketlerde epey neşeli bir atmosfer oluyor.
Italo: Bir diğer istisna da Filipinler marketi. Yine daha yoksul denebilecek bir bölgede kuruluyor. Dünyanın dört bir yanından gelen göçmenlerin yaşadığı bir mahalle. Doğu Avrupalılar, Afrikalılar, Çinliler…
Ve Tarlabaşı ve Sulukule’deki gibi, “soylulaştırma” adı altında gerçekleşen kentsel dönüşümden en çok etkilenen ve en savunmasız topluluklar da bu gruplar. Ülkelerinden finansal güçlük çeken ailelerine para yollayabilmek için gelen birçok göçmen olduğundan bahsediyorsunuz. Kitaba eşlik eden bir alt anlatı da şehirlerin neoliberal politikalar altındaki değişimi ve dönüşümü sanki. Politik görüşlerimden olsa gerek, okurken hem pazarcının hem tüketicinin nasıl harcandığını düşünmeden edemedim. Türkiye’deki pazarcının günümüzdeki açmazına bakalım mesela, kendi soğuk zincir sevkiyat sistemlerine sahip büyük süpermarket zincirleriyle yarışmak durumundalar. Fakat pazarcı hasatı tazeyken pazara ulaştırmak için yolun her durağında başka bir aracıya ödeme yapmak zorunda. Bu da onlar için fiyatları uygun ve ulaşılabilir tutmayı imkansız kılıyor. Aynı şekilde bahsettiğiniz şık, orta sınıf pazarların gelip daha eski usül pazarları yerinden etmesi de söz konusu. Tüm bu tartışmalar da dönüşümsel bir süreçte olunduğunu ve pazarların geleceğinin belirsizliğini de gözler önüne seriyor.
Kornelia: Çok iyi bir gözlem, kesinlikle katılıyorum. Marketler insanların değişimini gösteriyor. Soylulaştırma ve kentsel dönüşüm ise bir bakıma kaçınılmaz. Bir bakıma da çok önemliler çünkü bir ucundan tutulmazsa o mekanlar ihmalden dökülüp gidecekler. Problem başka bir yerde başlıyor aslında. İki muhtemel yol gösteriyoruz. İstanbul hala tamamen olmasa da geleneksel kalabilmiş bir pazar kültürüne sahip, İsrail ise bunu değiştirip büyük para ve büyük keyfi hedefliyor. Biz ise bunun bir orta yolunun bulunabileceğini savunuyoruz. Bu orta yol, kökenlerini ve mahallede yaşayanları yansıtan bir yol olmalı. Orada yaşayanlara özen göstermek istiyorsak Tarlabaşı’nı onlar için geliştirmek zorundayız. Çünkü muhit kötü durumda, yatırıma ihtiyaç duyuyor. Ama alıp da şık şıkırdım bir yere dönüştürülmemeli. Çünkü bunlar oraya ait insanları elimine eden süreçler. Benim mesajım bu. Arada bir yol var, buradan bir ders çıkaralım ve insanlar, mekanlar ve bağlam üzerine düşünelim. Cevap incelediğimiz bölgenin sosyal, politik, ekonomik ve demografik unsurlarında yatıyor. Söylediklerine katılmakla birlikte üçüncü bir yolun olduğuna inanıyorum.
Katılıyorum. Çözüm, araçları ve yatırımı oradaki insanlara hizmet etmek için kullanmak.
Kornelia: Kapitalizmden ziyade hayatımızda daha fazla sosyalizme ihtiyacımız var.
Italo: Diğer yandan Tarlabaşı’nda yaşadığım için eklemek isterim. Bu “soylulaştırma” projesinin bu mücadeleyi kazanabileceğini düşünmüyorum, Tarlabaşı’nda da Balat’ta da. Daha küçük yerleri dönüştürebilirler ama bu alanlarda popülasyon çok yüksek. Buradaki yerleşim daha kuvvetli. Tarlabaşı’nın ön cephesine Taksim 360 projesini yaptılar. Proje bariz bir başarısızlık örneği. Kimse orayı kiralamıyor, orada yaşamıyor. Ve pazarımız hala burada. Bu tabii ki bu yapılan yıkımı geri almıyor… Her şeye rağmen Kornelia’nın bahsettiği üçüncü yola dair umutluyum.
Kornelia: O zamana kadar -çünkü benimki zaman alacak bir yaklaşım- iyiye doğru değişimin yolu bu süreçlere katılım göstermekten geçiyor. O pazarlara gidin ve yerel ekonomilerini destekleyin, orada yaşayan insanlarla tanışın. Kasımpaşa’ya gidin. Samatya Fatih’te ve çoğu insan bunu dahi bilmiyor. Oraya gidiyorsunuz ve çok misafirperver, açık görüşlü insanlarla karşılaşıyorsunuz. Oraya aşık olmuştuk mesela, değil mi Italo?
Italo: Kesinlikle. Türkiye’de yaşayanları pazarlar kültürünün zenginliği tanımaya davet ediyorum. Ülkem İtalya’daki pazarlara dair de anılarım var mesela, fakat oradaki pazar kültürü tamamen kayboldu. İstanbul’dakiler ise hala tamamen otantik. Bu kaybedilmemesi gereken bir hazine. Tel Aviv iyi bir kıyas çünkü oradaki tamamen farklı bir gerçeklik. Pazarları Türkiye’dekilerden ziyade Avrupa’daki pazarlara benziyor. Çok iyi kalitedeler fakat alt sınıflara hitap etmiyorlar. Lüks mekanlar. Samatya bu bağlamda bir hazine, Tarlabaşı da öyle. İstanbul pazarlarının çok özgün bir varoluş şekli var. Sadece alışveriş değil ama buluşma yeri ve gerçekliğe açılan bir lens olarak.
Kapanışa yaklaşırken son bir şey eklemek istiyorum, konuya yaklaşımınızı kolonyalizme karşı olarak tanımlıyorsunuz ve az önce bahsettiğimiz gibi kentsel dönüşüm, bunun yarattığı yersizleştirme mevzularına kitapta epey yer veriyorsunuz. Fakat İsrail bağlamında yersizleştirme kentsel dönüşümü aşıyor. Aynı zamanda yerinden edilen ve geri dönme hakları İsrail tarafından tanınmayan Filistinliler var. Kitabınızın teşvikiyle kültür ve yemek etrafında birleşmiş bir dünyadan bahsedeceksek eğer, o bölgenin yerlilerinin de kültürleriyle beraber orada varlıklarını sürdürebilmeleri gerekiyor.
Kornelia: Ve katılım gösterebilmeleri.
Evet, bir kapanış fikri olarak bunu paylaşmak istedim. Oldukça enteresan bir kitaptı, katıldığınız için ikinize de teşekkür ederim. Bir şey eklemek ister misiniz?
Kornelia: Bunu eklemiş olman çok güzel. Eğer bir bölgenin kültürüne dalmak istiyorsak tarihin ve şimdinin bağlamını tanımak zorundayız. Bu sürekli bir devridaim halinde. Şu an gördüğümüz şey tarihte olan şeylerin izdüşümü. Filistinliler-İsrailliler mevzusunu politik olarak inceleyebiliriz, aynı şekilde Türkiye’deki Yunanlar ve Ermeniler hakkında konuşabiliriz. Tarihin ve gerçekliğimizin çok katmanlılığını tanımak zorundayız. Yerlerinden edilmiş insanlara kulak vermezsek duyulmazlar. Bu hikayeleri dile getirecek insanlara, bu insanları dinlemeye ihtiyacımız var.
Vaktinizi ayırıp sorularımı yanıtladığınız ve kitabı tanıttığınız için tekrar teşekkürler. Daha evvel söylediğim gibi, karıştırması epey keyifli bir kitaptı.
Kornelia: Bu arada, proje sadece bir kitaptan ibaret değil, aynı zamanda bir web sitemiz var. Fotoğraflar, sesler ve hikayelerden oluşuyor. Pazarların seslerini de kaydedip bir soundscape oluşturduk, ses ve görüntü bir araya gelince daha derin bir deneyim oluyor. Gidemeyenler için ses aracılığıyla pazarın akustik deneyimini sunuyoruz. Projenin bu uzantısını da ilgililer için eklemek istedim.
Bahsetmeyi unuttum, evet! Geçen gece uyumadan önce ben de dinledim ses haritasını. Merak edenler siteye https://www.pazarshuk.com adresinden ulaşabilirler. Görüşmek üzere!
Kornelia & Italo: Görüşürüz!