ZEYNEP ERBAY İLE SEVGİYE IŞIK TUTUYORUZ

Röportaj: Ceren Kahveci 

Fotoğraf: Can Görkem

 

Hayatın içinden akıp giden sevginin insanın özündeki en kaçınılmaz gerçek olduğunu savunmaktan çekinmiyor Zeynep Erbay, her ne kadar bir klişe gibi duyulsa da. 2020’nin bizi hapsettiği kapanma dönemini, insanların kendileri ve etraflarıyla ilişkilerini irdeleyerek geçiren İstanbul merkezli DJ, Soul Clap Records ile çıkardığı “Flashlights on Love” EP’siyle bu yolculuğunu dans pistine taşıyor. Hayatın getirdiği yoğun duyguları kendimizi müziğe vererek anlamlandırmamız için bir el uzatıyor. Biz konuya dalarken bir yandan da Zeynep’le Ankara’daki konservatuvar macerasını, müzikle olan ilişkisini ve sevgiyi konuşuyoruz.

 

 

Müzikle olan ilişkin çocukluğuna kadar iniyor. Formatif senelerin, yetişkinliğe geçişin derken bu dönemlerin hepsinde müzik senin hayatında hep önemli bir yer kaplamış. Konservatuvar dönemini biraz anlatır mısın bize?

Aslında benim birazcık değişik ve zorlu oldu o konservatuvar dönemi çünkü erken yaşta çok disiplinli bir eğitim almam gerekti. Kolejden kaçıp “Ben müzik yapacağım, sanatla ilgileneceğim” derken yağmurdan kaçarken doluya yakalanmak gibi bir durum oldu. Ergenlik sürecinde çok sert bir disiplin aldığımız için ileriki safhalarda benim müziğe girişli çıkışlı, böyle bir ara verme ve geri dönme dönemim oldu. Dolayısıyla birazcık zor geçti ama tabii çok enteresan kapılar da açtı benim için, hem düşünce sistemime getirdiği yenilikler bakımından hem de hayata bakış konusunda. Farklı ortamda, farklı insanlarla beraber olup, farklı bir okul sisteminde biraz daha sanatın içinde büyümenin getirdiği rahatlık ama aynı zamanda da gerektirdiği bir öz disiplin vardı. 

 

Klasik piyano eğitiminden funk, electronica ve broken beat gibi müzik türlerine geçiş nasıl oldu? Klasik müzik geçmişin ve bilginden gelen hünerlerini deck başında nasıl hayata geçiriyorsun?  

Lise sonuna geldiğimde branşım olan klasik piyanoda gidecek yol solist olmak olduğu için bunu yapmayı tercih etmedim. Çok bireysel ve yalnız kalmamı gerektiren bir şeydi o yol, günde en az on saat sadece bir odada piyano çalışmak o zamanki Zeynep için çok zor geliyordu. Sonraki dönemlerde radyoda çalışırken ya da DJlik yaparken sektörün daha sosyal taraflarını gördüm, o beni daha iyi hissettirmeye başladı. Aslında o geçiş sırasında çok da bir fark olduğunu hissetmedim. Klasik müziğin de matematiği ve alt yapısı birçok şu anda yaptığım şeylere dayandığı için teorik olarak çok da uzak bir şeye geçiş yapmış olmadım. Kulağımın öyle eğitilmiş olmasının getirdiği avantajlar var tabii ki ama dezavantajları da oluyor. Müzik üretirken mesela daha basit düşünebilmek önemli çünkü şu anda daha dans dünyası için bir şeyler yapmaya çalışıyorum. O müziğin gerektirdiği basit düşünüp kolay dinlenen bir şeyler üretmeye çalışma süreci, o klasik eğitimin getirdiği karmaşa ve melodilerle birleşince beni bazen zorlayabiliyor. “Bir dakika, buraya şimdi daha temiz düşünmem lazım” gibi bir noktaya gelebiliyorum. Sektörde de aslında bayağı büyük isimler var, klasik bir eğitimden gelen ve elektronik müzikte de çok ciddi projeler yapan. 

 

  

Ankara’nın club kültürü – özellikle öğrenciler için – çok iddialı diye duyuyorum, sen oradayken de öyle miydi? 

Biz klasik müzik eğitimi alırken bir yandan da deli gibi elektronik müzik dinliyorduk. Mesela bir arkadaş grubum vardı, hep elektronik müzik dinlerlerdi. Çok ciddi caz dinlediğim bir dönem de oldu, yakın arkadaşlarımla farkında olmadan bu konuda birbirimizi çok beslemişiz hep. Underground mekanlar vardı ve biz hafta sonları hep kulübe gidiyorduk, dışarı çıkıyorduk farklı bölümlerden arkadaşlarımla. O dönemlerden itibaren bana biraz işlemiş yani bu müzik türü, onu sonradan fark ediyorum. Bizim orada olduğumuz dönem bayağı iyiydi. Mesela Pulse8 diye bir kulüp vardı, değişik bir yerdi ve inanılmaz isimler geliyordu oraya o zamanlar, inanamıyordum. “Şunu dinlemeye gidiyoruz, bu sanatçı geliyor” diye oraya heyecanla gittiğimi hatırlıyorum ve tabii o zamanlar bunun kıymetini çok anlamıyordum, benim için normal bir şeydi. Sonradan fark ettim ki biz aslında hep dışarı çıkmışız, eğlenmişiz. Enteresandı o yüzden.  

 

“Durmadan beslenen ve devam eden bir yolculuk var orada, ben de ona eşlik ediyorum gibi hissediyorum ve çok düşünüp bu sürecin akışını durdurmamaya çalışıyorum.”

 

Hem müzisyen hem prodüktör hem de DJ’lik yapıyorsun, yani tam on parmağında on marifet diyeceğimiz bir sanatçısın. Hangi hisler seni üretmeye sürüklüyor? Nasıl bir ruh halinde olduğunda “Tamam, şimdi bunu bir parçaya dökme zamanı” diyebiliyorsun? 

Bunu fark ettiğim özel bir zaman olmuyor aslında, başladığım günden itibaren o arka arkaya akıyor. Hep olan bir his o. İlk EP üzerine çalışırken o üretim sürecini anlama dönemindeydim, kendimi teknik olarak geliştiriyorum hâlâ ama o zaman çok daha yeni hissediyordum. Açıkçası uzun süre müziğe ara verdikten sonra, biraz daha çekilmeye başladığımdan sonra de hep bir şeyi bitirdikten sonra yeni bir şeye başladığım bir dönem oldu. O başladığım proje sonrasında başka bir şeye dönüşüyor, derken onun devamı geliyor. Yani aslında kendi kendine yeten bir süreç, şu an için de bu geçerli. Üzerinde çalıştığım bir-iki proje var ve bitirmem lazım, sonrasında aklıma bir fikir geliyor ve sadece şu anda yaptığım şeye odaklanıyorum, bir projeyi bitirmeden başka bir şeye başlamamaya çalışıyorum. Yoksa onun sonu yok, o sayfalar açıldıkça kapanamıyor bence. Durmadan beslenen ve devam eden bir yolculuk var orada, ben de ona eşlik ediyorum gibi hissediyorum ve çok düşünüp bu sürecin akışını durdurmamaya çalışıyorum. Parçaya giriyorum ve “Şimdi ne yapıyorum ve ne yapabilirim? Bunu nasıl geliştirebilirim? Neyim eksik? Biraz bunu çalışayım” derken zaten kendimi parçanın içinde buluyorum. Sonra da tecrübelerim ya da hikayelerimle beraber onu başkalarına sunacağım bir projeye dönüştürüyorum diyebilirim. 

 

O daha pürüzsüz ilerleyen bir süreç mi oluyor, yoksa biri üzerine çalışırken diğeri üzerine yeni şeyler keşfettiğin, daha karmaşık bir prosedüre giriyor musun? 

O süreç sonuçta hayattan bir şey, orada ürettiğin şey de senden bir parça. Benim hissettiğim zaten yaşadığımla ürettiklerimin birbiriyle konuşuyor olması. Onlar konuştukları için de ortak bir şey ortaya çıkıyor gibi geliyor. Bir durum yaşıyorsam ve bunun üzerine bir şeyler hissettiysem, o hissettiğim duygu ben projenin başına geçtiğimde devam ediyor. Dolayısıyla duygu üzerinden üretmeye ve onu düşünerek ilerliyorum. Mesela bir parçanın adını düşünürken bir bakıyorum aslında o sırada yaşadığım şeyin içindeyim ve zaten çıkan melodi onu hissettirmiş. “Evet ya Zeynep bunu paylaşabilirsin” diyorum ve tamamlanıyor gibi oluyor.  

 

En son çıkardığın çalışman “Flashlights on Love”, her şeyin sevgi etrafında döndüğünü anlatıyor. “Aşk”ın Zeynep’in hayatındaki yeri nedir, nasıl tanımlıyorsun “aşk”ı? 

“Flashlights on Love” dediğimizde, onu Türkçe’ye çevirdiğimizde “aşk” gibi çevriliyor. Ben onu “aşk” değil de daha çok “sevgi” olarak tanımlıyorum çünkü sevginin anlamı benim için daha derin, aşksa daha tutku dolu bir his gibi geliyor. Sevgi denince daha derin ve bağ kurmamızı sağlayan, içine girdiğinde kolay kolay çıkamadığın bir durum geliyor aklıma. Bir romantik ilişki olarak değil de aslında içinde bulunduğumuz dünya bakımından bunu yansıtmak istedim, o şekilde hissetmek istedim. Daha doğrusu sorgulamak istedim diyelim. Bir sonuca varabildin mi dersen varamadım çünkü bu duygunun kendisi biziz bence. Konu biraz klişe gibi algılanabiliyor ama bir gerçekliği de var, o yüzden üzerine kafa yormak hoşuma gitti. O kadar değişken bir dünyadayız ki şu anda, bu dinamiğin içerisinde aslında bazı değerleri kaybedebiliyoruz da. Bu değerlerin en basiti sevgi ve bu sevgi ilk önce kendimize duyduğumuz bir şey, yani o duygunun “biz” olduğu bir durum var. Benim bu konuda gelebileceğim nokta, sevgiyi ayrıştırarak ne olduğunu anlamaktansa aslında bunun bizim içimizden bir parça olduğunu kabullenmek oldu. Bunu korumak ve buna iyi bakmak gerektiğini düşünüyorum. Bu durumu kaybettiğimiz zamanlar oluyor ve öyle bir dünyaya doğru da gidiyoruz, bu da beni biraz korkutuyor açıkçası.  

 

 

COVID dönemi içinde bulunduğumuz izolasyon döneminde içine dönüp bir şeyleri düşünmüş olan insanların vardığı sonuçlar ve konular hep “sevgi” konsepti etrafında dönmüş aslında. Farklı hikayeler ve konuların hep buraya çıkıyor olması asıl özümüzde sevgi olduğunu göstermiş bize.  

Benim de hissettiğim ve paylaşmak istediğim şey buydu. Çok hızlı değişen bir dünyaya doğru gidiyoruz, bu değişimin içerisindeyiz ve zaman kavramı bence çok farklı bir hal almaya başladı. Bu akışın içerisinde kendimizi çok unuttuğumuz zamanlar oluyor, bunu hatırlamanın çeşitli yolları var ve bu duygu da o hatırlatıcı duygulardan bir tanesi. Ben de o yüzden bunu paylaşıp insanlarla o bağı kurmak istedim. Başkalarının da aynı fikirlerde ve hislerde olduklarını söylemesi de çok hoşuma gidiyor.  

 

“Bir yandan da yaptığım iş ve müzikle zamanı unuttuğum için orası bana hep ilaç gibi geliyor, oradan bir şekilde kendimi iyi hissettiğim anları yakalıyorum. Daha çok oralara tutunmaya çalışıyorum.”

 

LAVA isimli parçanda, hayatın özü olan sevgiyi hissedebilmek için ne gerektiğini irdeliyorsun. Özünden ve sevgiden uzaklaştığını düşündüğün zamanlarda nasıl kendini o yola tekrardan sokuyorsun? 

İnsanlarla yaşadığımız zor durumlarda, bir ilişki içerisinde bir durum olduğunda gelen darbelerden kaçış yok hayatta. Hiç beklemediğimiz anda gelen o darbeler hayatın bir parçası. Yaşadığımız sıkıntılar, sorunlar… Dolayısıyla bunları ne kadar yumuşak karşılayabiliyorsak o kadar hafif atlatabileceğimizi düşünüyorum. Orada da aslında kendimize yumuşak davranmamız gerekiyor. Yani bir şey olduğunda, istemediğimiz bir şey yaşadığımızda eğer bunu kendimizi harcayacak, yoracak bir şekilde karşılaşırsak o zaman onun sonuçlarını daha sert yaşıyoruz. Biraz farklı boyutlardan düşünmek gerekiyor. Bir sıkıntı olduğunda onun hiçbir zaman tek bir sebebi olmuyor, farklı bakış açıları barındırabiliyor. İşte bunları geliştirmeye, anlamaya çalışıyorum kendi adıma. Çok kolay kolay yapılabilecek bir şey değil çünkü hayat bu sonuçta, kontrol edebildiğimiz bir şeyden bahsetmiyoruz. Kontrol edemediğimiz şeyleri kabullenmek belki de bazen iyi geliyor. Bunu hayata geçirebilmek için ben de çalışıyorum çünkü zor bir şey olduğunun farkındayım. Bu düşünceleri EP’ye dökmek de bana bir çıkış yolu gibi oldu işte. Bir yandan da yaptığım iş ve müzikle zamanı unuttuğum için orası bana hep ilaç gibi geliyor, oradan bir şekilde kendimi iyi hissettiğim anları yakalıyorum. Daha çok oralara tutunmaya çalışıyorum. Bir de olabildiğince kendimle dürüst olmak istiyorum. Yani kişinin kendisine dürüst olması, açıkça konuşması daha sağlıklı sonuçlar veriyormuş gibi geliyor. 

 

Sevgiyle ilgili en öğretici anın ne oldu hayatında? 

Küçükken ağırlıklı olarak babaannemde kaldım okul dönüşlerinde. Her onu düşündüğümde o saf sevgiyi hissediyorum, en çoçuk halimde onunla kurduğum iletişim ve bana yaklaşımı çok gerçek bir şey hissettiriyor. Kendisi emekli ilkokul öğretmeniydi ve çocuklarla iletişim çok iyidi, ayrıca Atatürk’le tanışmış öğretmenlerden! Hayatta ve yaşı da var ama hala sevgi dolu biri ve o güzel hissi en yoğun bir şekilde onunla zaman geçirirken hissediyorum. Birlikte hep çok kaliteli ve sevgi dolu, güzel zamanlar geçirmiş olduğumuzu hatırlıyorum. Bana masallarla bir sürü şey öğretmesi ve ve sabrıyla beni yönetmesi gibi bir çok güzel özellikleri olan birisi. Dönüp baktığımda iyi yürekli ve çok asil bulduğum bu insanın hayatımda küçük yaşımdan beri olmasından dolayı şanslı olduğumu düşünüyorum. Beklemediğim yerlerde zorlandığımda çıkış yolu bulmamı sağlayan kaslarımın temelleri onun sayesinde atılmış diyebilirim.

Uluslararası bir müzik eğitimin ve kariyerin oldu. RedBull Music Academy’yle Melbourne’a gitmek ve Boston merkezli Soul Clap Records’la parçalar çıkarmak gibi. Bu küresel geçmişinle beraber kendi sesin nelere dayanarak gelişti dersin? 

Melbourne aslında bayağı eski bir tecrübem, bizim gittiğimiz dönem 2006 akademisiydi. Oradaki akademi sürecinde daha çok disko ve house müzik üzerine iddialı isimlerin olduğu on iki haftalık bir workshop yaşadık. Dolayısıyla Melbourne benim için biraz daha diskoyu anladığım, içine girdiğim ve onu benimsediğim bir dönem oldu. Müziğe ara verdim bir süre ve on küsür senelik bir aradan sonra Boston merkezli Soul Clap aracılığıyla böyle bir çıkış oldu. Soul Clap’le de daha funk, house ve aslında disko esintileri ve seslerinin bir araya geldiği bir EP ve yine o şekilde devam eden çok güzel bir birleşme oldu. Şimdi de devam eden farklı şeyler var, farklı iş birlikleri var, onlar da bambaşka şehirlerden aslında o yüzden konuya çok İstanbul odaklı bakmıyorum. Burada yaşıyor ya da buraya ait gibi hissetmiyorum çok kendimi, yaptığım işin daha global oluyor olması ve oralara kadar uzanabiliyor olması beni hem motive ediyor hem de daha özgür hissettiriyor. Umarım daha uzun vadede o taraflara doğru açılmaya devam ettiğim bir dönem olur.  

 

Buradan sonra farklı bir şehre gitmek, oranın kültürünü ve müzik sektörünü keşfetmek gibi bir planın var mı? 

Önümüzdeki seneki planlarımda zaten böyle bir açılma var. Nisan sonunda daha dans ağırlıklı ve Avrupa odaklı bir projem yayınlanacak. 2023 yazında İngiltere-Ibiza merkezli bir plak şirketinden downtempo tek seferlik hazırladığım bir proje çıkarıyor olacağım. Soul Clap ile de projelerimiz devam ediyor, dolayısıyla o kısım aktif ilerliyor diyebilirim. Üretim tarafında zaten olabildiğince küresel bir şekilde ilerliyorum ve o şekilde olması için çalışıyorum. Yaşam olarak hayat koşulları tam olarak ne getirecek bilmiyorum ama tecrübe etmek istiyorum. Yani evet, kendime başka bir alan daha bulabilmek, bir süre bir yerlerde yaşamak ve bu işin en azından herkesin yaptığı, ürettiği ve normal karşılandığı bir alan olduğu bir ülkede olmak beni de motive eder diye düşünüyorum bir yandan.  

 

 

View this post on Instagram

 

A post shared by Soul Clap Records (@soulclaprecords_)

 

İstanbul odaklı düşünmediğini söyledin ama fiziksel olarak burada olan bir sanatçısın. Türkiye’de bu işi yapmanın zorluklarını nasıl tecrübe ediyorsun? Bulunduğun diğer şehirlerle karşılaştırdığında, seni kısıtlayan ya da önünün açan farklı faktörler ne oluyor?  

Açıkçası burası çok limitli, çok fazla opsiyon yok. Gece hayatı olarak gidilen yerler belli, oralarda da elimden geldiğince olmaya çalışıyorum ama yurt dışında her zaman daha çok opsiyon var çünkü daha fazla çeşit var, bu iş orada daha normal karşılanıyor. Şu anda Türkiye içinde de dediğim gibi olabildiğince olmaya çalışıyorum. Marka etkinlikleri de bu işin bir yanı ama asıl konu olan kulüp kültürünün durumunu herkes biliyor. Ülkenin hali de zaten desteklemiyor maalesef, ki bu sektör bence tamamen destekle alakalı. Çalışma saatlerinden tut, ekonomik kriz dolayısıyla insanların dışarı çıktığında içkiye verdikleri para vesaire derken bu işin kolu giderek daralmaya başladı, eğlenen insan kalitesi de düştü. Müzikten anlayan, iyi müzik dinleyen ve bundan keyif alan insanların ekonomik olarak çok rahat yaşadıklarını düşünmüyorum bu ülkede, bu yüzden erişim daraldı. Yani bunun nasıl bir hale dönüşeceğini zaman gösterecek, öngörmek çok zor ama o yüzden de çok umutla bakamıyorum açıkçası. Gerçi hiç belli olmaz, bir yandan da alternatif bir şey çıkıp bu hikayeyi değiştirebilir.  

 

Bu sene sonu müzik platformlarının çıkardığı listelerde benim hep ilgimi çeken şey, benim dinlediğim sanatçıların zevkleriyle benim zevkimin ne kadar farklı olduğunu görmek aslında. Müziğin ne kadar kişisel olduğunu gösteriyor hep. Sen son zamanlarda en çok kimi dinliyormuşsun? 

Ben o kadar fazla şey dinliyorum ki işimden dolayı. Her cuma zaten yeni çıkan parçalar oluyor ve işim gereği o şarkıları oturup dinlemem gerekiyor, oradan çalabileceğim trendleri planlıyorum, plak şirketlerini takip ediyorum. Onun için dinlediğim parçaların işimle alakalı olan bir kısmı var. Ama kişisel hayatımda kafa dağıtmak için dinlediğim ya da sevdiğim müzik dersek mesela Fleetwood Mac dinlemeyi seviyorum, hatta vokalisti Christie McVie vefat etmiş geçen gün. Çok da enteresan bir şey oldu, biz Amsterdam’da bir röportaj yapmıştık ve orada bana çok komik bir soru sormuşlardı “Cenazende ne çalmasını istersin?” diye. Ben de Fleetwood Mac “Dreams” demiştim. Sonra bir baktım solisti vefat etmiş, çok enteresan bir şekilde denk geldi. Valla açık konuşmak gerekirse bu soruyu cevaplamak her zaman bana biraz zor geliyor çünkü çok farklı, değişik şeyler dinliyorum. Mesela klasik müzik dinlemeyi seviyorum çünkü hem kulağımı temizliyor hem de zaman zaman beni motive ediyor. Geçen gün uyandım böyle bir anda Lenny Kravitz açtım, on iki kere arka arkaya falan dinledim. Sonra Daft Punk dinliyordum geçenlerde, “Something About Us” diye bir şarkısı var onu dinledim tüm gün. Oradan onun radyosunu açtım bir anda böyle enteresan yerlere gitti.  

 

 

 

 

#komünitecalling Sayısını Okumaya Devam Et