LOGARITHMIC GROWTH: MURAT PALTA’NIN ELİNDEN ZAMANE HİKAYELERİ

Röportaj: Ceren Kahveci 

Fotoğraf: Can Görkem

Osmanlı dönemindeki bir nakkaş bugün yaşasa, bu dünya içinde gördüğü kabuslardan yola çıkarak neler resmedebilir?” sorusunun cevabını resmetmek amacıyla üretiyor Murat Palta. Art x-ist’te bulunan ve adını birazdan bahsedeceğimiz bir mikrobiyoloji deneyinden alan Logarithmic Growth sergisinde bir bilim insanı misali dünyamıza üçüncü tekil şahıs gözünden bakıyor, yaşadığımız zamanları zamansız bir biçimde tasvir ediyor. Geleneksel minyatür sanatını modern imgelerle birleştirerek günümüze taşıyan sanatçıdan serginin hikayesini ve üretim süreçlerini dinliyoruz.

 

İlk önce Time Exchange eserini senden dinlemek isterim. Sergiye girdiğimiz gibi çekildiğimiz bir eser oldu, hikayesi nedir? 

2015’te Paris’te katıldığım karma bir sergi sırasında rastladığım bir dikilitaşı merak etmemle bu eserin hikayesi başlıyor. Araştırdığımda istem dışı ortaya çıkmış sembolik bir hikaye yakaladım. Luksor Dikilitaşı, Osmanlı’nın son dönemlerinde imparatorluktan kopmaya başladığı zamanlarda Mısır tarafından Fransa’ya hediye ediliyor. Büyük bir gemide götürülüyor, oraya dikiliyor. Aradan bir süre geçtikten sonra Fransa da bunun karşılığında bir tane saat kulesi gönderiyor, fakat bu saat kulesi yolda giderken bozuluyor ve iki yüz sene boyunca çalışmıyor. O tarihten itibaren her tamir girişimleri sonrası tekrar bozuluyor. Burada tesadüfi bir sembolik anlatım var çünkü o dönemlerde arkeoloji bilimi de yeni ortaya çıktığı için Fransa’da Mısır’a karşı, özellikle Napolyon döneminde, bir merak gelişiyor. Beraberinde bir bellek arayışı ortaya çıkıyor. Antik dönemlere dayanan Mısır ise Batı’da gerçekleşen endüstrileşmeye uzak olduğu için karşılıklı bir takas durumu oluyor aslında. Eserdeki iki eksen de o dikilitaş ve saat kulesi. “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nde de çok ilginç bir cümle var, dikkatimi çekmişti. Özellikle cep saatlerinin ilk yaygınlaştığı dönemlerde, muhtemelen namaz saatlerini yakalamak için, en çok müşteri İslam dünyasından bilhassa Türkiye’den çıkıyor. Kitapta bununla ilgili olarak “Türkler saate bakarak Allah’larını buluyorlar,” yazıyor. Hikayeyi destekler nitelikte olduğu için oraya bağladığım bir kurgu aslında. Burada bir kervan, bir yolculuk var ve bu yolculuk boyunca çeşitli görüntüler görüyoruz ama buradaki olaylar belli tarihi olayları anlatmıyor.  

 

Time Exchange

 

Bu biyolojik deneyle kendi sanatını birleştirme fikrine nereden vardın? 

Ortaya çıkan hikaye mikrobiyologların bir deneyiyle başlıyor. Bir kaba mikropları koyuyorlar ve gelişme aşamalarını inceliyorlar. Mikroplar ortaya çıkıyor, çoğalıyor. Daha sonra kaynaklar azalınca rekabet ve ölümler artıyor. Bununla birlikte gazlar da artıyor ve sonucunda hepsi yok oluyor. Mikrobiyologlar deneye bakarak tüm insanlığa uyarlanan bir çizelge oluşturuyor ve bu aşamalara isim veriyorlar. Şu an insanlığın içinde bulunduğu aşama logaritmik büyüme çağı, ki sergi de adını oradan alıyor. Şu an kaynaklarımız var, iyi durumdayız fakat bu şekilde devam edemeyiz çünkü sonumuz aynı olur diye düşünerek önlemler alınmaya çalışılıyor. Birleşmiş Milletler’in bu sonu önlemek için yarattığı on altı maddeden oluşan bir planı vardır; kadın hakları, ifade özgürlüğü derken hepsi bir şekilde birbiriyle iç içe giriyor. Bu hikaye minyatürle de örtüşen bir şey. “Biz neden bu minyatürleri böyle bir açıdan görüyoruz?” sorusuna getirilen bir yorum olan biteni tanrının gözünden tasvir ettiğimiz çünkü İslami inanca göre yaratmak insanın işi değildir. Ben bu yoruma katılmıyorum ama bu şekilde yorumlamanın o deneyle örtüştüğünü düşünerek yola çıktım. Mikrobiyologlar mikroba bakıp tüm insanlığı görebiliyor, biz de buradaki minik insanlara bakıp kendimizi görebiliyoruz.  

 

Eserlerinin hem yoğun bir hikayesi, hem de her köşesinde yeni bir detayla karşılaştığımız bir kompozisyonu var. Bu yoğunluğu üretim sürecinde nasıl dengeliyorsun?   

Temelde anlatmak istediğim bir hikaye oluyor, diğer hikayeler destekleyici rol görüyor. Popüler kültürden aldığım karakterlerin orada olma amacı insanları esere çekmek ve arkasında anlatılmak istenen hikayeye doğru çağırmak. Bir nevi clickbait aslında. Hikayede karakterlerin rolleri nedir? İlk başta onu cevaplayarak hareket etmem gerekiyor. Mesela buradaki çalışmalarda Kim [Jong-un’un] kim olduğunu net bir şekilde görebiliyoruz çünkü tüm hikaye bunun üzerinden gerçekleşiyor. Bazı minyatürlerde, bazı kompozisyonlarda ya popüler kültürden karakterler ya da tanınmış tipler destekleyen karakterler oluyor, o küçük hikayeleri destekleyen figürlere dönüşüyor. Başlangıçta kaba taslak neyin nerede olacağı belli oluyor, sonra detaylarda bazı şeyler doğaçlama gelişiyor. 

 

 

View this post on Instagram

 

A post shared by Murat Palta (@mr.muratpalta)

Sunset Blues

 

Kendi çalışmalarında bu tanrının perspektifinden bakma geleneğini kırmayı hiç düşündün mü? 

Ben olabildiğince klasik minyatür görünümüne sadık kalmaya çalışıyorum. Anlattığım hikaye bu anlatımdan başka bir yöne sapmamı gerektirirse bunu deneyebilirim çünkü amaç geleneksel olanın üzerinde deneysel gitmek, bunu da deneme-yanılma ile görebilirim. Mesela minyatürün son dönemlerinde Levni’nin tek bir kadın çizdiği figürleri var. Normalde kadınlar minyatürlerde beraber resmedilir ve gözlerini kaçırır çünkü “iffetli”lerdir ama bu çizimde gözünün içine bakıyorlar ve tek resmediliyorlar. “Demek ki [minyatürde] o olabiliyor” diyorsun bir noktada. 

 

“Ben minyatür yapıyorum demiyorum, bir nakkaş bugün yaşasaydı neler yapardı onu taklit ediyorum aslında.”
 

Günümüzde geleneksel minyatür ve tezhip sanatıyla karşılaştırdığımızda, karanlık ve kaotik yönlerini bildiğimiz bir döneme bizi rahatlatan, daha samimi gördüğümüz bir format aracılığıyla baktığımızı düşünüyorum. Geleneksel sanat tekniklerinin bu yumuşatma özelliğinden bu tecrübe anlatımı kapsamında yararlanıyor musun? Ya da böyle bir yumuşatma olduğunu düşünüyor musun? 

Hem evet hem hayır. Osmanlı dönemleri deyince insanların kafasında oluşan katı bir görünüm var ama minyatürlere baktığımızda insanlar renkli renkli kıyafetler giyiyorlar, ki gerçekten de öyle giyiniliyordu o dönem. Birinin hançerle kafası kesiliyor ama suratı gülüyor. O primitif dil orada varlığını sürdürdüğü için yumuşatılmış gibi görünebiliyor. Öte yandan bugün “ayıp” sayılabilecek konuları dönemin elyazmalarında minyatürleriyle görmekteyiz. Aslında o kadar da yumuşatılmış değil, bazı şeyler düşündüğümüze göre daha yumuşak sadece.  

 

Yaşadığımız gezegenle ilgili bu gördüğümüz çıkarımları yaparken ilham aldığın nesne, kişi ve olaylar var, mesela Dr. Manhattan, Elon Musk, Kim Jong-Un ve Betty Boop. Kullandığın popüler kültür unsurlarını seçmek için bir popüler kültür rejimine girmen gerekiyor mu?  

Bu doğal gelişiyor. Batı’da Spiderman, Superman var, bizde de Karagöz var düşüncesini bir inat haline getirip yapmaya çalışmak yapmacık oluyor, kendime de yediremiyorum açıkçası. Hem geleneksel sanatlara ilgi duyduğum hem de popüler kültürün içinde büyüdüğüm için bazı şeyleri kaçınılmaz olarak görüyorum. “Şuraya bir bakayım, oradan bir hikâye çıkarabilir miyim?” gibi bir durum olmuyor, ikisinin de doğrudan içinde olduğu bir şeye dönüşüyor. Bu serginin konseptinin bir parçası da bu: Osmanlı dönemindeki bir nakkaş bugün yaşasa, bu dünya içinde gördüğü kabuslardan yola çıkarak neler resmedebilir? Ben minyatür yapıyorum demiyorum, bir nakkaş bugün yaşasaydı neler yapardı onu taklit ediyorum aslında. 

 

Düyun-u Umumiye 

 

Aynı fikirde misin bilmiyorum ama karşımıza çıkan görsellerde büyük bir alanı ele aldığında, zaman zaman Studio Ghibli-vari heyecan verici, tatlı bir karmaşayla karşılaşıyoruz. Sen kendi hayatını, kendi dünya görüşünü böyle renkli ve canlı olarak tanımlar mıydın? 

Aslında tam tersi. İnternette denk geldiğim Miyazaki ve Junji Ito’nun karşılaştırıldığı bir görsel var: Junji Ito’nun çizdikleri çok karanlık, kafaların kesildiğini resmediyor ama gerçekte kendisi mutlu bir şekilde kedilerle poz veriyor. Miyazaki de tam tersi rengarenk, cıvıl cıvıl dünyalar çiziyor ama her çekimde sigara içiyor, yere bakıyor, dertli. Ben de aynı şekildeyim, baksana simsiyah giyinmişim. Canlı çizimlerle kafa kesilmesini anlatmanın tezatlığını seviyorum, minyatür sanatı buna çok uygun bir dünya sağlıyor.  

 

Düyun-u Umumiye eserinde çiniyle çalıştın. Bu üretim sürecindeki değişiklikler ne oldu senin için? 

Ağırlıklı olarak minyatür çalışsam da geleneksel sanatın her alanına ilgim var ve farklı teknikler anlatmak istediğimi nasıl destekleyebilir diye düşünüyorum. Mesela sergide minyatürün etrafındaki süslemelere tezhip deniyor. Genelde tezhip doğrudan minyatürün etrafında yer alan bir şey değil, daha çok yazının etrafını süslemek amacıyla kullanılıyor. Anlatmak istediğim hikayeye bir katkısı varsa ya da yeni bir bakış açısı sağlıyorsa farklı teknikleri deniyorum, olabildiğince farklı disiplinlerden yararlanmak istiyorum. Tabii bir noktada malzemeyi tanımak da gerekiyor ve bu zaman isteyen bir şey, farklı dönemlerde farklı sergilerde değişik şeyler yaşıyorum. Buradaki çini bir Monopoly tahtasına benziyor ama aslında anlatılan hikaye Osmanlı’nın Düyun-u Umumiye dönemi. Dış ve iç borçlanmanın arttığı, Osmanlı’nın yıkıma gittiği süreci anlatıyor. En son o dönemlerde Galatalı bankerlerden borç istenmişti, iç borçlanma öyle olmuştu. Dönemimizle paralellik gösteren bir olay.  

 

“Çizilen şey kötü bir şeyse, ‘Bakın ne kadar kötü’ demek değil, gerçekleşeni resmetmek gerekiyor. O yüzden resmettiklerim çok net bir şekilde eleştirel değil, desteklediğim bir şey varsa fanatikliğini yaparak anlattığım şeyler değil. Daha çok gerçekleşen olay neyse onu anlatıyorum.”

 

Eserlerinde detaylara dikkat etmek gerekiyor, her köşe ardında bizi bir sürpriz bekliyor adeta. Eserlerinle karşı karşıya gelen birinin onu nasıl görmesini istersin, bakma eylemi açısından nasıl bir tecrübe yaşamasını umuyorsun o kişinin? 

Bir şey anlatırken çok göze batırarak anlatmak benim için doğru değil. Minyatürün doğasına da aykırı çünkü o dönemlerde ifade özgürlüğünün yer aldığı bir dünya yok. Hem Avrupa hem de Osmanlı minyatürlerinde detaylarda ufak ufak göndermeler olabiliyor ve o anlatım şekli benim hoşuma gidiyor. Benim kompozisyonlarımda insanlar ilk başta popüler kültürden karakterleri görüp esere çekiliyor ama detaylara girdiklerinde sonraki adımları görebiliyorlar. Benim esas anlatmak istediğim de hikayede buzdağının görünmeyen yüzü.  

 

Anlattığın hikayelerde kendi yorumunu, imzanı ne kadar görebiliyoruz?  

Biz geleneksel minyatürlere baktığımızda onu üreten nakkaşın yorumunu çok görmeyiz. Minik detaylara imzasını bırakır, daha çok bir sosyal tarih anlatıcılık tarafı vardır. Ben o özelliğin ön plana çıkmasını istiyorum, o yüzden benim yorumumun ikinci, üçüncü planda kalmasını tercih ediyorum. Doğal olarak insanın kaygıları olabiliyor, üzüntüleri olabiliyor ya da anlatmak istediği şeyler oluyor. Bu kişisel duyguları  olabildiğince hikaye anlatımının arkasına gömmeye çalışıyorum. Resmedilen durum kötü bir olaysa bunun kötülüğünü parmakla göstermek değil, gerçekleşeni resmetmek gerekiyor. Nakkaş “Bunu ben yaptım” demiyor, takma adlar kullanıyor, onun arkasına saklanıyor çünkü Batı sanatının tam tersine sanatçının ön planda olması ayıp görülüyor. Egonun tam tersi, olabildiğince kendini saklamak daha iyi bir şey. Ben günümüzde bunu yapamam ama esas gerçekleşen olayı ve oradaki hikayeyi ön planda tutabilirim. O yüzden resmettiğim hikayeler çok net bir şekilde eleştirel değil, desteklediğim bir şey varsa fanatikliğini yaparak anlattığım şeyler değil. Daha çok gerçekleşen olay neyse onu aktarıyorum.  

 

 Murat Palta’nın ilk defa kendisini de bir karakter olarak dahil ettiği Hello World eseri

 

Aslında bir bakıma bir arşiv yaratıyorsun.  

Benim yapmak istediğim şey o. İki tane Surnâme var, biri III. Murat biri de III. Ahmed döneminde. 1700’lerde şenlikler, kutlamalar oluyor ve bunlar resmediliyor. Biz resmedilenlere baktığımızda o dönem neler yapılmış, neler olmuş az çok görebiliyoruz. Bir de ilk dönem Osmanlı padişahlarının resmedildiği hikayeler var ama resmedenlerin hiçbiri o dönemde yaşamamış ve döneme dair tarihi bilgileri yok. Bu nedenle hikayeyi kendi günlerine göre yorumlamışlar. Bu şekilde dönem yorumlamayı ben de yaptığım işlere dahil ediyorum. 

 

Bu işe ilk girişinde inanılmaz bir alan yakaladın. Mezuniyet projende minyatür sanatıyla ünlü filmlerin afişlerini yorumlamıştın. En başında nasıl gelişti bu minyatür sanatı ve popüler kültürü birleştirme fikri?

Mezuniyet projemle beraber gelişti bu olay. Grafik bölümünde mezuniyet projesi olarak bir problem belirleyip, ona işaret edip çözmemiz gerekiyordu. Birçok kültürde geleneksel sanat bir şekilde evriliyor, bugüne geliyor ve arada bir geçiş oluyor. Bizim tarihimizde ise Osmanlı’nın sonlarında minyatür sanatı bitiyor, Batı tarzı resim yeni odak olarak belirleniyor ama bir geçiş yok. Ortada kayıp bir dönem var. Ben de bunu grafiğe nasıl aktarabiliriz diye düşünüyordum çünkü minyatür de başlı başına illüstrasyon. Fakat bu böyle dallanıp budaklanınca arka planında daha fazla şeylerin döndüğünü gördüm. Böyle toprağı kazarsın da fazlası gelir ya, öyle oldu.  

 

Vaseland detayları

 

Röportaja başlamadan önce son dakikacı olduğundan bahsettin. Bu sergiyi hazırlama sürecinde sana hiç “aman” dedirten anlar oldu mu? 

İnişli çıkışlı bir dönemdi. Uyku düzenim bayağı dağıldı, aldı başını gitti. İşin bir de psikolojik tarafı var, mesela sabahlamışsın artık uyuyayım diyorsun fakat yatarken hala rüyanda çizmeye devam ediyorsun. Son dakikacıyım derken bahsettiğim sona bırakıp yapmak değil. Yapıyorum ama bakıyorum hâlâ bitmiyor. Sonra fark ediyorum ki çok saçma sapan detaylara takılmışım. Uzun süre kapanıp çalışınca bir karakterin kıyafetindeki desenin yaprağının iyi olmamasına takılmışım mesela. İnsan anlatacağı şeyleri resmederken sanki tez sunumuna çıkacakmış gibi oturup bir araştırma yapmak istiyor ki aslında böyle bir durum yok. Kaçınılmaz olarak tüm detaylara bakmak istiyorsun.  

 

 

Murat Palta’nın “Logarithmic Growth” sergisi 18 Şubat’a kadar Art x-ist’te. 

 

 

LOGARITHMIC GROWTH: MURAT PALTA’NIN ELİNDEN ZAMANE HİKAYELERİ Sayısını Okumaya Devam Et