ŞEHRE YAYILMANIN BİR YOLU: İKSV TİYATRO FESTİVALİ

Yazı: Yağmur Ruken Kahraman

Fotoğraf: İKSV izniyle

 

Bereketiyle gelen tiyatro sezonunda izlememiz gerekenlere; 27. İstanbul Tiyatro Festivali de kalp çarptıran bir seçkiyle giriş yapıyor. Işıl Kasapoğlu kürasyonuyla hazırlanan festival 25 Kasım’a kadar sürecek. Programda Türkiye’den 11; yurtdışından ise 9 yapım var. Festivalde, İstiklâl Caddesi’nin farklı alanlarını mekan olarak kullanan oyunları en çok dikkatimizi çekenler oldu. İzlemek için geç kalmadan takvimlerinizde yer açın ama bilet bulamazsanız üzülmeyin, yerli yapımları festival sonrasında da izleyebilirsiniz. 

 

Festivalin biletleri hızlıca tükendi ama ek bilet satışı ihtimali için passo.com‘dan takip edilebilir ve her zaman oyun öncesinde elindeki biletleri satmak isteyen kişilerle karşılaşma ihtimaliniz de var. 

Annemden Kalan Gül Ağacı Masanın Üzerinde Çaydanlık Beyaz Bir İz Bıraktı

“Annemden Kalan Gül Ağacı Masanın Üzerinde Çaydanlık Beyaz Bir İz Bıraktı”, mekâna özgü tasarlanmış Ferdi Çetin imzalı bir rüya deneyimi. Oyun dünyanın en eski ikinci metrosu 1875 tarihli Tünel’in istasyon binası Metrohan’ı mesken ediniyor. Geleneksel anlatının dışında, bir kadının parçalı anlatısı etrafında örülen oyunun yönetmenliği Kayhan Berkin‘e; performansları ise Nergis Öztürk, Okan Urun ve yine Kayhan Berkin‘e emanet.

 

Büyük Zarifi Apartmanı

Abdülaziz ve II. Abdülhamit dönemlerinde İstanbul’un en varlıklı ailelerinden Zarifilerin yaptırdığı 150 yıllık Büyük Zarifi Apartmanı, tasarımı ve yönetmenliği İlyas Özçakır’a emanet bir performansın ev sahibi. İstanbul Rumlarının geçmişinden bugününe kulak kesilen bu mekana özgü iş, sinemayla tiyatronun araçlarını deneysel bir performansta harmanlıyor. Apartmanın ve koca bir şehrin tarihine tanıklık edeceğimiz performans, 1-2-3-4-5 Kasım’da karşımızda.

İKSV 50. Yıl Genç Sanatçı Fonu ile desteklenen oyunda (videoda), Ali Baran Özcan, Andreas Sarantidis, Çağdaş Ekin Şişman, Oğulcan Arman Uslu, Yusuf Tan Demirel oynuyor.

 

Çirkin  

Hope Alkazar,  “immersive” tiyatro deneyimi “Çirkin” oyununun ev sahibi. Oyun, Anadolu’nun gelenek ve masallarından ilham alan gerçeküstü bir ihanet hikayesini anlatıyor. XTOPIA’nın tasarladığı dijital eserlerin içine girerek izleyeceğimiz ve 2 Kasım’da prömiyerini yapacak “Çirkin”; Nihal Yalçın’la Onur Berk Arslanoğlu’nu buluşturuyor. Çirkin’in yönetmenliğinde ise Güray Dinçol imzası var. Oyun festival sonrasında haftada 2 kez sahnelenmeye devam edecek. 

 

İstanbul Mon Amour

“İstanbul Mon Amour”, pek sevdiğimiz Ahmet Sami Özbudak’ın heybesindeki araştırmaları ve hayalleri; sevdiğimiz pek çok isimle bir araya getirirken İstanbul’a aşkını da ilan ediyor. Meral Çetinkaya, Deniz Türkali, Bülent Emin Yarar, Okan Bayülgen, Çiçek Dilligil, Fehmi Karaarslan gibi isimleri yan yana göreceğimiz festivalin kapanış oyunu; 25 Kasım’da iki seansla karşımızda olacak! Osmanlı’dan bugüne şehrin hafızasına sayısız kez tanıklık eden Notre Dame De Sion, Galatasaray ve Saint Benoit Fransız liselerini mesken edinen ve Beyoğlu’nun görkemli tarihine açılan bu yolculuğun biletleri, tahmin edersiniz ki erkenden tükendi.

 

Festivalden Kaçırmamanız Gereken Diğer Oyunlar

-Belgesel tiyatro denilince akla gelen ilk isimlerden Anestis Azas imzalı “Baklava Cumhuriyeti”, 17-18 Kasım’da DasDas’ta. 

-Uluslarası alanda çokça övgü toplayan Wajdi Mouawad imzalı “Kız Kardeşler”, 21-22 Kasım’da Zorlu PSM Turkcell Platinum Sahnesi’nde. 

-Mask tiyatrosunun yeniden keşfinin öncüsü olarak anılan Familie Flöz oyunu “Düğün” 7-8 Kasım’da Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde. 

Terörizm, toplumsal olaylara duyarsızlaştığı ölçüde kendi başına gelenlere hassaslaşan günümüz insanı üzerine karanlık bir komedi. Tansu Biçer ve Tülin Özen’i bir kez daha bir araya getiren oyun, 15 ve 16 Kasım’da CKM’de. 

– Nazan Kesal’ın tasarladığı, Ercan Kesal’ın yazıp oynadığı Ayazma’nın Yılanı ya da “Anadolu’nun herhangi bir yerinde, herhangi bir zamanda, bir kum tanesinden tüm evrenin tarifi”, 4-5 Kasım’da Atlas 1948’de. 

– Peyk’in ilk müzikal deneyimi olan Hamiyet, Deniz Madanoğlu tarafından yazıldı. İstanbul’un dışındaki bir işçi mahallesinde kocası ve iki kızıyla sakin bir hayat süren Hamiyet’in 1980 darbesiyle altüst olan hayatını anlatan oyun, bir müzikal. 10 ve 11 Kasım’da Fişekhane’de. 

– Festivalin en özel oyunlarından Kabuk, deprem bölgesinden konuk. Kabuk’ta bir türlü uyku tutmayan üç kardeşin bir deniz kabuğunun peşinde birbirleriyle, denizle ve uykuyla mücadelesini anlatıyor. Gülriz Sururi – Engin Cezzar Tiyatro Teşvik Ödülü desteğiyle ve İKSV 50. Yıl Genç Sanatçı Fonu ile sahnelenen oyunun oyuncuları da Adana’da yapılan açık çağrı ile seçilmiş. 18-19 Kasım’da Alan Kadıköy’de. 

 

BONUS

Beş dansçı ile üç uzun siyah bankın başrolünde olduğu Bankta oyunu, heyecanla beklediğimiz bir dans gösterisi aslında. Danimarkalı Uppercut Dans Tiyatrosu’nun gösterisi, 17-18 Kasım’da.

yazıyı oku

CEREN VE MEHMET İLE SON ZAMANLARDA ÇOK KONUŞULAN SİDİKLİ KASABASI'NDAYIZ

Röportaj: Gümrah Şengün

Fotoğraf: Can Görkem

 

Günümüz sürdürülebilirlik tartışmasını hayali bir sistem kurgusu aracılığıyla sahneye taşıyan Tony ödüllü Broadway müzikali “Sidikli Kasabası” 11 yıl sonra tekrar sahnede ve sezon başından beri Zorlu PSM’de kapalı gişe oynuyor. Kayhan Berkin’in yönetmenliği ve modern uyarlaması, çarpıcı iklim krizi kurgusu, oyuncuların sahneden taşan enerjisi, samimi mizahı ve orkestranın usta müzikleri Sidikli Kasabası’nı eşsiz bir tiyatro tecrübesine dönüştürüyor. Sidikli Kasabası’nın optimist Hope Cladwell’i tiyatrocu ve müzisyen Ceren Gündoğdu ve aykırı karakter Bobby Strong’u oyuncu Mehmet Aykaç, etkileyici bir uyumla oyunun başrollerini paylaşıyor. İkili ile sohbet etmek üzere Bomonti’de lansman öncesi deneyim gecesini tasarladığımız mekanda buluşuyoruz. Ceren ve Mehmet’in gerçek hayattaki dostlukları, oyunculuk felsefeleri ve benzer hayat vizyonları aralarındaki bütün kimyayı açıklıyor. Oyunun hazırlık sürecinden bugüne Sidikli Kasabası maceralarını dinliyoruz.

 

 

Sidikli Kasabası Müzikali’nin yeniden sahneye dönüşü yazın başından beri bizim de gündemimizde. Provalarla dolu bir yaz, yoğun bir hazırlık süreci sonrası ortaya çıkardığınız ilk oyunu izlemek gerçekten çok keyifliydi. Müzikal, ülkemizde çok rağbet görmeyen ve pek de hakkıyla yapılmayan bir tür. Sidikli Kasabası odağına aldığı sürdürülebilirlik konusuyla da çok güçlü bir hikaye. Bu rolü kabul ederkenki düşünce ve duygularınızla başlayalım mı?

Mehmet: Oyunu ben daha önce izlememiştim, öyle bir şanssızlığım vardı ama oynandığı ile ilgili bilgiye sahiptim. Biraz araştırdım ve Bobby’nin dünyadaki en iyi yüz karakterden biri olduğunu gördüm. Bu ister istemez insanda aşırı heyecan oluşturuyor, bende oluşturdu. Ben klasik opera kazanmıştım ve okulu tamamlayamamıştım. Müzikal hep bir yerde beklediğim, böyle demlenmesini istediğim bir şeydi ve bu teklif geldiğinde ben koşulsuz, şartsız tamam dedim. Bu bir Broadway müzikali, 2000’li yıllarda orada oynamış ve daha sonra 2011’de Türkiye’ye gelmiş. Doruk’la konuşuyordum, metni okuyordum ve her şey harikaydı, o yüzden hayır demek imkansız oldu.

Ceren: Sidikli Kasabası kişisel hayatımda çok önemli bir yere sahip. Ben üniversite hayatım boyunca okul bitsin de yazdığım şarkıları yayınlamaya başlayayım hayaliyle okudum hep. Mezun olur olmaz, bir sene öncesinde Şehir Tiyatroları’nın Genç Günler Festivali’ne sınıf arkadaşlarımla beraber hazırladığımız Sidikli Kasabası’nın Devlet Tiyatroları’nda sahneleneceği haberini aldık. Benim aslında profesyonel hayatımda ilk sahne tecrübem Sidikli Kasabası’nda oynamak oldu. Belki kendi kişisel projelerimi ertelememe sebep oldu ama aslında ömür boyu yeri doldurulamayacak bir tecrübeye sebebiyet verdi. Hayatımda dönüm noktası olan ilk sahne tecrübemin on bir sene sonra karşıma çıkması; o süreçteki gelişimim, değişimim ve yeniden o karakteri bambaşka bir perspektifle ele almak… Benim için duygusal açıdan çok heyecan verici bir şey. Genelde müzikaller çok suya sabuna dokunmayan konular üzerinden dolaşır. Sidikli Kasabası’nın hem politik göndermeleri olması, iklim krizine selam çakarken işçilik, sosyolojik, bir takım irdelediği mevzular olması, yani hakikaten çok sert bir kapitalizm ve sistem eleştirisi içeren bir oyun olması da bizim için ayrıca özel. 

 

11 yıl önceki metin ile bugünkü modern versiyonu arasında nasıl bir fark var? 

Ceren: Tabii yönetmenin sahneye nasıl koymak istediği çok etkili oluyor bu sorunun cevabında. Sidikli Kasabası’nın ilk sahnelenmesinde yer alan Utku Güneş harika bir yönetmendi, onunla çalışmış olmaktan çok mutluyum. İlk tecrübemizi daha karikatürize bir yerden ele almıştı, karakterler daha gerçek dışıydı. Yönetmen Kayhan Berkin ile olan bu çalışmamız biraz daha gerçeğe yakın. Günlük hayatta karşımıza çıkan, kendi içimizdeki duygulara temas eden karakterlerden esinlendik diyebilirim. Hope’un gerçekten sahte olmayan, sevgiye ve her şeyin iyi olacağına dair sağlam bir inancı var. İçinden umuda hakikaten inanıyor. Uzun yıllardır hem sosyal medyada hem de kendi aramızda geyiğini yaptığımız bir şeydir ya sevginin gücüne, sevgiye inanmak. Bence aslında gerçekten güzel bir şey, Hope o konuda haklı. Sadece buna güzel bir eleştiri getiremediği için yani doğru bir muhalefet yapamadığı için o zaman dalga geçtiğim bu karakterin, şimdi otuz dört yaşında bir kadın olarak düşündüğümde aslında inandığı şeylere inanmakta pek çok haklı gerekçesi olduğunu görüyorum. Biz onunla dalga geçiyor olsak da Hope’u hafife almadan oynuyor olmak benim için işin püf noktası. Oyunun yeni uyarlamasında böyle hissediyorum. 

 

Mehmet, ilk defa bir tiyatro oyununda yer alıyorsun. İlk tecrübende böyle kilit bir rolde hem de bir Broadway müzikalinde yer almak nasıl bir his? Diziden tiyatroya geçmenin duygu olarak sende yarattığı bir fark var mı?

Mehmet: Biz Kayhan Hoca’yla ilk buluştuğumuzda benim kafamdaki tek şey benim kamera önü tecrübem ve orada başka bir minimal dengem olmasıydı. “Bu tiyatroda nasıl olur?” diye düşünüyordum. Gerçekten korkuyordum ama ilk deneyimim olmasına rağmen çok güzel reaksiyonlar aldım. O düzenlediğimiz yeni uyarlamanın gerçekçiliği bana aslında çok daha yakındı ve inandığım bir oyunculuk getirdi. O yüzden ben bunu tiyatro, sinema, hatta bağımsız televizyon diye ayırmanın çok doğru olduğunu düşünmüyorum. Bir hikaye vardır ve ben o hikayeyi ne kadar gerçek anlattığım, karşıya ne kadar iyi geçirdiğimle ilgilenirim. Kayhan da yönetmen olarak bunu kesinlikle hayatının merkezinde tutan biri ve ben onunla çalışmaktan aşırı mutlu olacağımı zaten anlamıştım. 

 

Projenin doğru olduğunu hissettiğin o anı hatırlıyor musun?  

Mehmet: Genel akışı aldığımız zamanlarda anladım, oyunun çıkışına on beş gün kala gibi. Stresli bir durum ama tatlı bir stresten bahsediyorum. Televizyonda şöyle bir şey var, biz çok alışığız “hadi bir daha”ya. İyi olmaz, unutursun, dilin sürçer bir şey olur ama devam edersin. Tiyatroda böyle bir şey yok ve hem dans edip aynı zamanda şarkı söyleyip oyunculuk yapmak… Dans benim için hiç hayatımda olan bir şey değildi mesela. Şu an üçünün bir arada olması çok güzel bir tecrübe.  

 

Provalara başladığınızdan bu yana oyunun sahnelenmesine kadar uzun bir sürecin içindeydiniz. Tüm bu zaman boyunca duygu durumunuz nasıl değişti? 

Ceren: Bu süreci bir tek yaşayan bilir diye tarif edebilirim. Her yaratım süreci gibi çok yoğun duygular hissettiğim bir süreç oluyor. Zaman zaman stresli, zaman zaman kaygılı, çoğu zaman yaratımın bir parçası olduğun için böyle tutkulu, mutlu olduğun ve o duygu geçişlerinin çok sık olduğu bir dönem. O yorgunluğa rağmen de ortaya çıkacak şeyin ne kadar güzel olduğuna inandığın için motivasyonunu kaybetmiyorsun. Tabii ki güçlük yaşadığın anlar da oluyor, işte o noktada ekip arkadaşları çok önemli. Hiç beklemediğim bir anda ekip arkadaşlarımdan, partnerimden, yönetmenimden, çalıştığım kişiden, asistandan gelen güzel enerji düşmüş olan motivasyonumu yukarıya kaldırabiliyor. O yüzden hayata çok paralel buluyorum ve özellikle tiyatroda ekipçe o süreci yaşıyor olmak, sadece kendine odaklanmadan ekiptekilerin de nasıl hissettiğiyle empati kurarak ilerlemek düşsen bile kalkmanı kolaylaştırıyor.  

Mehmet: Tiyatro ile ilgili şöyle bir klişe var, “tiyatro başka bir disiplin gerektiriyor.” Bu cümleyi çok onaylamıyorum, o süreçte de bu cümleye yakın bir şey duydum ama bence her işte aynı disiplini ve özeni göstermek gerekiyor. Tiyatroda prova süreci sadece çok daha katı ve hep bir metin üzerinden tekrar etme meselesi var. Alışık olmadığım bir yerdi benim için ama daha çok sevdiğim, daha çok sahiplendiğim bir şey oldu. Ben hem dijitale, hem televizyona, hem de tiyatroya aynı anda koştum bu sürecin içerisinde. Hayatımda ilk defa dört ay hiç ara vermeden çalışarak geçirdim. Çok samimi bir şekilde şunu söyleyebilirim, benim çok düştüğüm an oldu, olduğunda da gerçekten herkes beni topladı. “İşin altından kalkabilir miyim?” kaygısı vardı, ben o konularda yersiz özgüveni yanlış buluyorum. Çok önemli bir metin, çok zor eserler var içerisinde ve orada kolektif olmak çok kıymetli. Ama o zorluk sanki bir anda her şeyi unutturdu ve o üç ay nasıl geçti bilmiyorum. “Oyun geldi ne yapacağız şimdi? Nasıl olacak?” lar başladı ama bence çok güzeldi. Her şey ona değiyor işte, o heyecan başka bir şey. 

 

Sizin için belki de başka bir zorluk, aşık bir çifti canlandırıyor olmanızdı. Aranızdaki sinerjiyi yakalamak için yaptığınız özel bir çalışma oldu mu?

Mehmet: Bizim bir ortak arkadaşımız vardı ve ben Ceren’i onların beraber yaptığı bir iş ile tanıdım aslında. Ceren’in sesi inanılmazdı ve ne yapıyor, neler söylüyor diye bakarken onların düeti çıktığında biz ekleştik Instagram’dan. Ara ara, küçük küçük sohbetlerimiz oluyordu, beraber bir iş yapmalıyız diye konuşuyorduk. Sonra bu iş dönüp dolaştı, partnerliğe kadar geldi. Bir gün Miray aradı beni dedi ki “Ceren var, o Hope’u oynayacak ve Bobby diye bir karakter var. Bunların bir dengesi var ve bir “Sidikli” dünyası var.” Bu olduktan sonra biz hep beraber gidip geldik, evlerimiz de yakındı. Yemeklerimizi, kahvaltılarımızı beraber yaptık, bütün aralarımızı birlikte geçirdik. 10-11 saatin üzerinde prova aldığımız günler oluyordu ve çoğu zaman fazladan vaktimiz olmuyorsa öncesinde ve sonrasında birimizin evinde buluşup yine çalışıyorduk. 

CEREN: İkimizde de o konuda inanılmaz bir disiplin vardı. Sahne arkasında da, hayatta da hiçbir şeyin zorlama bir şekilde olabileceğine inanmıyorum. Bazen o elektrik tutar ya da tutmaz. Biz tanıştığımız andan itibaren birbirimizi çok sevdik iki arkadaş olarak ve o birbirimizi seviyor olmanın enerjisi, güzelliği bir şekilde sahnede oynadığımız karakterlere de sirayet etti. Hissedilen şey de o, her oyundan sonra hakikaten o uyumla ilgili hep yorum alıyoruz. 

 

 

Madem öyle özel bir sorum var. Oyundaki karakterleriniz gibi siz de hayatınızda hiç olmayacak birine aşık oldunuz mu? 

Mehmet: Onu sonra anlamışsındır, hayat öyledir bence. Önce aşık olursun, sonra “Ben olmayacak birine aşık olmuşum” dersin. Ben dedim yani mesela böyle birine.  

Ceren: Bugün sabah bir yerde okudum, çok hoşuma gitti: Dünyada en yaygın olan ama ona rağmen en kendine özgü olan duygu aşk. O duygular şarkı yazımını, yorumculuğunu, belki oynadığım karakterin hikaye anlatırkenki duygularını çok besleyen şeyler. Yaşarken, kalbin kırılırken öyle bakmıyorsun tabii ki ama bizim gibi insanların bence her türlü duyguyu yaşamış olması, temas etmiş olması onları çok daha farklı ele almasını sağlıyor. 

 

“Şimdi öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, bu kadar beğenilmenin ve onaylanmanın artık arşa çıktığı, her şeyin bunu tetiklediği bir dönemde sevgi bence artık hayatımızda daha çok “sevgi almak” olarak var. Hep alma tarafındayız ama tiyatrodan bahsederken dediğim gibi, o alışveriş çok önemli. Keza sevgiyi sadece almaya değil vermeye de odaklandığımız noktada, belki o zaman hakikaten ‘sevgi kazanacak’ sözünün altını doldurabiliriz diye düşünüyorum.”

Ceren Gündoğdu

 

Mehmet, senin şarkı yazarlığı yaptığını bilmiyordum.

Mehmet: Şimdi otuz bir yaşındayım, yıllardır yazıyorum ama hep bir şeyi bekledim. O beklediğim şeyin ne olduğunu bilmiyorum, onu da arıyorum hâlâ. Müzik hayatıma bu müzikalle başlamanın çok kıymeti var. Ben bir on yıl beklemeyi tercih ettim ve demlendi orası, dünyam değişti. Hayata bakış açım da değişti, sözlerim de değişti. Belki o yazdığım şarkılar duracak bir köşede ve yeni bir şarkı yazılacak ama dediğim gibi bu bir kıvılcım oldu ve kıvılcımın bu olmasından aşırı mutluyum. 

 

Peki Ceren, Hope Cladwell karakteri hakkındaki düşüncelerin neler? Hope gibi sen de “sevgi”nin her şeyi çözebileceğine inanıyor musun? Aslında daha ilk soru ile beraber sevgiye inancını dile getirmiştin ama tekrar sormak istiyorum.

Ceren: Evet, inanıyorum. Kesinlikle sevginin kazanacağına inanıyorum günün sonunda. Zaten başka ne kazanabilir ki hayatta, başka ne çözüm olabilir ki? Yerine muadil başka bir kelime, başka bir duygu durumu, daha güçlü bir şey koyamıyorum. Ona gerçekten inanıyor olmak, yani suni bir yerden bakmak değil de onu içselleştirmek, onu hakikaten hissedebilmek… Şimdi öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, bu kadar beğenilmenin ve onaylanmanın artık arşa çıktığı, her şeyin bunu tetiklediği bir dönemde sevgi bence artık hayatımızda daha çok “sevgi almak” olarak var. Hep alma tarafındayız ama tiyatrodan bahsederken dediğim gibi, o alışveriş çok önemli. Keza sevgiyi sadece almaya değil vermeye de odaklandığımız noktada, belki o zaman hakikaten “sevgi kazanacak” sözünün altını doldurabiliriz diye düşünüyorum. 

 

 

Mehmet, karakterden çıkıp Bobby’e uzaktan baktığında, ona karşı ne hissediyorsun? Kendine yakın bulduğun bir karakter mi?

Mehmet: Ben insanın içerisinde bir defa her şeyin olduğuna inanıyorum. Yani bu sadece hayatın veya çevrendeki insanların neyi tetiklediği ya da senin neyi açığa çıkartmak istediğin ile alakalı. Kontrollü bir insan olabilirsin, kontrolsüz olabilirsin. Bunların hepsinin insana özgü olduğunu düşünüyorum, öteki şekilde düşünmenin de kendini kandırmak olduğuna inanıyorum. O yüzden Bobby çok kıymetli, dünyasıyla dokusuyla. Ben kendi hayatımda da biraz öyleyimdir, elimi taşın altına koyarım. Güçlü yürürüm, ayaklarımın daha yere sağlam bastığı anlardan hoşlanırım. Belki de o beni Bobby’e kadar getirdi, çünkü bu bir ruh meselesi. İnanmadığım bir şeyin içerisinde kolay kolay olmam, inanmadığım bir şeyi de oyuncu olarak oynayamam, gerçekten çok zordur. Oyuncu her şeyi oynar evet ama inandığında daha başka olur. O yüzden Bobby hem çok yakın hem çok uzak. Hepsini içinde barındırıyor bence. 

 

“Ben insanın içerisinde bir defa her şeyin olduğuna inanıyorum. Yani bu sadece hayatın veya çevrendeki insanların neyi tetiklediği ya da senin neyi açığa çıkartmak istediğin ile alakalı. Kontrollü bir insan olabilirsin, kontrolsüz olabilirsin. Bunların hepsinin insana özgü olduğunu düşünüyorum, öteki şekilde düşünmenin de kendini kandırmak olduğuna inanıyorum. O yüzden Bobby çok kıymetli, dünyasıyla dokusuyla.”

Mehmet Aykaç

 

 

Bobby’nin sana bir şeyler kattığını düşünüyor musun hiç?  

Mehmet: Bobby’nin karakterinde olan o dinamik bence insanın hayatında hep olmalı. Yani o kararlılık, pes etmeme, yürüme hali. “Hadi bakalım silkelen, kendine gel” ya da “Bıraktığın şeyleri, ertelediğin şeyleri hayata geçir” diyen bir denge oluşturdu içimde Bobby. Bir arkadaşımın beni tutup “Hadi Mehmet şu arkada bıraktığın, sevdiğin şeyleri yap” ya da “Abi olmasa da olur” dediği anlar vardır bazen. Bobby’nin böyle bir etkisi var bende. O yüzden Bobby ile Mehmet kesinlikle iç içe ama yine de profesyonel hayatta ondan çok da etkilenmiyor olmak gerekiyor. Ben hep söylüyorum bunu; çok güzel bir kostüm giy, onu sahiplen ama gerektiği zaman da çıkarıp yeniden yerine asmayı bilmelisin. Bilmelisin çünkü her zaman bu karakteri oynamıyorsun.

 

 

 

 

 

Oyunun kendisi gibi ortaya konuşunda da kontrastlar olduğunu söylemek mümkün; çok genç bir yapımcı ekibi, Settar Tanrıöğen ve Füsun Demirel gibi duayen oyuncular, Kayhan Berkin gibi usta bir yönetmen ve Murat Kodallı yönetiminde orkestra. Bütün bunların yanı sıra iletişiminden ortaya konuşuna yenilikçi bir bakış açısı. Bunun oyunun başarısına olan etkisini nasıl yorumlarsınız? 

Ceren: Ekipteki herkesi bir yapboz parçası gibi düşünecek olursak, gerçekten herkes başka bir fonksiyonu yerine getiriyor ve bir parça olmazsa o yapboz tamamlanmaz. Hakikaten herkes görevini en iyi şekilde yerine getirdiği, oyunun iyi çıkması için uğraştığı, o motivasyonla emek harcadığı için iyi bir şey çıkabiliyor. Aksi takdirde zaten iyi bir iş çıkmıyor bence. Çok şanslıyız böyle güzel insanlarla birlikte sahneyi paylaştığımız için, dediğin gibi yönetmenimiz, koreografımız, direktörümüz, yapımcılar… Aslında işin başarısı doğru pozisyonlara doğru kişileri koyma kararının alınmasıyla ortaya çıkıyor. Bir keki yaparken içine koyduğun yağ, şeker, un, yani hammadde iyiyse son ürün de iyi çıkıyor. Ya hakikaten çok güzel bir ekip olduk, nicelerine diyelim. 

Mehmet: Kayhan Hoca bütün ekibin bir arada olduğu zamanlarda hep en küçüğü ve en yeni kişiyi sorar. Mesela ekipte en küçüğümüz olan asistan bir arkadaşımız vardı ve son kararların çoğunu ona sorduğumuz anlar oluyordu. Ya da en büyüğe soruluyordu. Öyle bir denge kurduk ki herkesin onayından geçmeden metin bile revize olmadı ve böyle ilerlediğimiz için bence çok samimi bir sonuç çıktı ortaya. Ekipte herkes gerçekten işinde çok iyi zaten, birçok başarılı insan var ama bunların hepsinin enerjisini aynı yerde toplamayı yönetmenin başarısı olarak düşünüyorum. Hiçbir şey yapmadan da çok başarılı bir yönetmen olabilirsin. Bazen sadece kendini iyi düşünen, iyi birey olan, kendisini geliştirmiş insanlara teslim etmek çok kıymetlidir ve birçok insanın başaramadığı şey de bu. Ben o konuda Kayhan’a aşırı saygı duyuyorum ve çok seviyorum. 

 

Müzikalin günümüz küresel kuraklık haberleri ve sürdürülebilirlik pazarlama taktikleri arasında yerini nerede görüyorsunuz? İzleyicilerin bu konular üzerine nasıl bir düşünceyle ayrılmasını istersiniz oyundan?

Mehmet: Ben artık insanların bu konuda aşırı bilinçli olduğunu düşünüyorum. Sadece bazen birinin gelip sana bir kez daha dokunup onu hatırlatması gerekiyor. O tetikleyici unsur eğer bizim oyunsa ben çok mutlu olurum bunun bir parçası olmaktan. Gündemimiz ile ilgili hiçbir şeyin kimsenin gözünden kaçtığını düşünmüyorum ama biz bir kez daha “hadi buna dikkat edelim” diyoruz. Mesela Bobby’nin dengesi de o: “Hadi bir olalım. Hadi birlikte olalım. Yapabiliriz, yapalım.” Oyun bu farkındalık konusunda bir kıvılcım görevi görüyor.  

Ceren: Bilmek ve o bilgiyi aksiyona geçirmek arasında çok önemli bir fark var. Yani günümüz dünyasında bilgiye erişim sınırsız derecede kolay. Hele geçirdiğimiz pandemi sürecinin ardından küresel ısınmayla, iklim kriziyle, sürdürülebilirlikle ilgili o kadar fazla bilgi dönüyor ki. Biz on bir sene önce başladığımızda, oyuna ütopik bir senaryo gibi bakılıyordu. Ama şu an ülkenin gündemini, dünyanın küresel duygu durumunu düşündüğünde farkına varıyorsun ki bu senaryo artık o kadar da ütopik değil. Artık lugatımızda “Bir nefes aldığımız için para ödemiyoruz” gibi laflar var, dolayısıyla on bir sene önce daha komik ve uzak gelen şey maalesef ki şu anda daha gerçekçi. Bu eleştirinin umarım sadece izleyenlerin değil, bizim de hayatımızda aksiyonlarımızla ufacık da olsa bir değişime gitmemizde itici bir güç olur. 

 

 

Türkiye’de son yıllarda tiyatroya artan ilgiyi, seyirciyi, konan oyunları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Mehmet: Ben tabii ki önceden de takip ediyordum, fırsat buldukça tiyatro oyunları izliyordum. Çok müzikal olmadığından da dert yanıyordum hatta. Ben gerçekten de bu kadar fazla izlendiğini ve ülkenin bu kadar müzikal talep ediyor olduğundan haberdar değilmişim. Öncelikle bizim salonumuzun hep dolu olması aşırı kıymetli, çok mutlu ediyor ve gururlandırıyor beni. Ama aynı zamanda Zorlu PSM’den girişimizde ve çıkışımızda o insan sayısını görmek veya gittiğim bütün oyunlarda hep dolu salon görmek beni aşırı mutlu etti. Yani demek ki hâlâ çok salona, çok oyuna, çok müzikale ihtiyacımız var, demek ki biz bunu talep ediyoruz.  

 

İlk oyunun sonunda Kayhan’ın teşekkür konuşması çok güzeldi. “Türkiye’de başka salonlar, başka tiyatrolar da var. Hepsini ziyaret edin.” demişti.

Mehmet: Aynen kesinlikle doğru. Şöyle bir şey söylemişti, konforlu salonlarda oyun izlemek çok güzel ama her yerdeyiz. Mesela biz izliyoruz Ceren’le. Geçenlerde Kayhan’ın bir oyununu başka bir salonda izledik, o da inanılmazdı. Gerçekten ne almak istediğinle, nerede, nasıl hissettiğin ile alakalı, salonun veya koltuğun hiçbir önemi yok. Hep söyleriz ya nerede olduğunun önemi yok, çok sevdiğin dostlarınla birlikteysen orası çok güzeldir. Sanat bunu bir üst seviyeye daha taşıyan bir şey. 

Ceren: İnsanların zihninden geçenleri, kalbinden geçenleri aktarabilmesi için daha gerçek bir aracı yok bence tiyatrodan, müzikten, resimden. Her zaman da o gerçek performansa olan ilgi var olacak, çünkü orada bir şey paylaşılıyor. Ben de bir dinleyici olarak, izleyici olarak gerçekten bir oyunu, bir müzikali, bir konseri izlediğim, dinlediğim zaman bambaşka bir şey deneyimlemiş oluyorum. Daha büyük prodüksiyonların, daha çok rol ve müzikalin sahnelenmeye başlanması çok umut verici. Yani Türkiye’de belki çok fazla Broadway müzikali yok, bir şeyleri taşlamak, eleştirmek de çok kolay. Ama biz yapmaya devam ettikçe, belki o zaman Londra’daki gibi aynı anda kırk tane müzikal birden oynamaya başlayacak, o zaman öyle bir kültür gelişecek. O yüzden elini taşın altına koyan bütün yönetmen, yapımcı, oyuncu, herkes çok kıymetli. Küçük sahnelerde sahnelenen oyunları da izlemek, takip etmek çok önemli. Bunun bilincinde olup bütün üreten insanların ismini takdir etmek lazım diye düşünüyorum. 

 

 

Sidikli Kasabası Müzikali tüm sezon boyunca Zorlu PSM’de oynanmaya devam edecek. 

yazıyı oku

EVET CANLI, HAYIR DEĞİL.

Röportaj: Gümrah Şengün


Fotoğraf: Can Görkem Erhan Tarlığ

 

“Canlı ve cansız ayrımının bulanık olduğunu ve canlılığın cansızlıktan meydana geldiğini söylemek mümkün mü?” Merve Morkoç’un 5. kişisel sergisi “Evet canlı, Hayır değil.” bu sisin içinde öğrenilmiş ve ezberlenmiş kavramları form ve madde ilişkisi içerisinde sorguluyor. Küçük Mustafa Paşa Hamamı’nda Up Art Project‘in ilk projesi olarak devam eden sergide, Merve’nin pop-sürrealist çizgilerinin kişisel hikayelerinden ve yaşam perspektifinden ilhamla dönüştüğü çok disiplinli üretimleri yer alıyor.

 

Seni uzun zamandır takip eden biri olarak serginin yer aldığı Küçük Mustafa Paşa Hamamı’na girdiğim andan beri “Evet Canlı, Hayır Değil.”in çıkış noktasının duygusal bir yerden geldiğini hissediyorum. Bu sergiye dair her şey nasıl başladı diye sorsam, biraz anlatmak ister misin?

Aslında ben bu sergiye, sergiye hazırlanmak için hazırlanmadım. Ben hali hazırda günlük çalışma rutinim içinde üretiyordum. Sonra Gözde ile bir pop-up sergi fikrine yükseldik. O pop-up sergi araya corona salgını yasaklar vs ile ötelendi ve sonunda bir ayı aşkın bir süreye yayılmış büyük bir sergiye evrildi.

 

Jacques Monod’un bir alıntısını kullanıyorsun: “Evrende var olan her şey rastlantı ve zorunluluk ürünüdür.” Peki senin çalışmalarında sürece ve rastlantıya ne kadar yer var?

Monod, kitabında her fırsatta insanı bir Yaratıcı’nın kaçınılmaz bir niyeti olarak yerleştiren her dini doktrinin esasen karşıtı olan bir fikir olan, insan varlığında şansın rolünü vurguluyor. Ben bu yaklaşımı hayatın her detayında gözlemliyorum. Yaşamdan ölüme, bir çiçek tohumun bir kültüre dönüşmesine oradan fikire ve oradan tekrar maddeye dönüşmesine kadar budaklanmış ve öngörülemez bu akış benim atölyede çalışma disiplinime de yoğun bir şekilde sirayet etti. Akışın ritmine ve yoldaki sürprizlere açık olarak üretiyorum artık. Neredeyse yolu yürümeyi bıraktım, beni bir yerden bir yere götürmesine teslim oldum. Bu anlamda “rastlantı ve zorunluluk” benim için sadece sergideki işleri değil, serginin üretim sürecinden, kişisel yaşantıma kadar her şeyin özeti diyebilirim.

 

 

Heykellerinin hepsi ileri dönüştürülebilir malzemelerden üretilmiş. Bir de sergide kendi yetiştirdiğin kristallerin yer aldığı bir oda var. Sürdürülebilir ve biyo-esaslı malzemelerle çalışmaya ne zaman başladın? Bu konuda seni en çok heyecanlandıran şey nedir?

Sergideki işlerin sadece bir kısmı bio ve ileri dönüştürülmüş malzemelerden ürettim. Bunların çoğunluğunu heykeller oluşturuyor. Birkaç sene önce kişisel yaşantımla sanatsal pratiğimi, kritik prensiplere konu gelince birbirinden ayırdığımı farkettim bu da beni oldukça düşündürdü. Hayatının her noktasında “zarar verme” ilkesiyle yaşayan biri olarak konu sanat olunca oldukça vurdumduymaz ve kelimenin tam anlamıyla toksik adımlar atıyor olmam, biraz kendimden uzaklaşıp gözlemlediğimde bende büyük bir rahatsızlık yarattı. Bu da devamında bir seri soruyu ve malzeme deneyini beraberinde getirdi. Sanatsal pratikte sürdürülebilirlikten bahsedebilir miyiz? Sanat malzemelerinde toksik olmayan alternatiflere geçebilir miyiz? Bir heykeli yapmak yerine bir heykeli yetiştirmem mümkün mü? Milyarlarca yıldır bu dünyada yaşayan canlıların ortam adaptasyonu ve teknik ustalık ve dayanıklılarından kendime pratik nasıl çözümler çıkarabilirim? Bu sorular oldukça uzun apayrı bir röportajın konusu fakat sergide tüm bu kafa karışıklığından meydana gelmiş yeni malzeme ve bu malzemelerle üretilmiş çalışmalarımı görebilirsiniz.

 

 

İşlerinin çoğunda at figürü öne çıkıyor. Heykel, resim, hatta çok öncelerde yaptığın AR filtreden de hatırlıyorum. Sergide de en arka odada bizi bekleyen bir at heykeli var, Lolipop. Bunun özel bir hikayesi var mı?

At sorusu bana çok geliyor, bu tabii oldukça normal. Bunun kontrolsüz bir durum olduğu söyleyerek açıklamaya başlamalıyım sanırım. Diğer bir yandan atlar konu olunca ben “düz dünyacılar” gibiyim. Atların doğada kendiliğinden var olan milyarlarca canlı türünden biri olmaları fikri bana çok garip geliyor. Mitolojik bir hikayeden fırlamış gibiler. Çok zeki, güçlü ve empatik bu hayvanların binlerce yıldır insan sömürüsü altında yaşamaları bana hep çok acı geliyor. İnsanların cehaletinin ve acımasızlığının nefes alan anıtları gibiler.

“Lolipop” heykeli de biraz bu yüzden lolipop ismini taşıyor. 1930’larda bir yarış atı olan Lolly Pop sahipleri gıda sektöründe ve bildiğimiz bu şeker türüne yarış atının ismini veriyorlar. Bu hikaye beni çok etkilemişti, eğlence için sömürülen bu hayvanın sonra çocuklara ucuz ve zararlı bir eğlence için tekrar pazarlanması baştan sona insan pisliği kokuyor.

 

 

Nadas, Köklenmeye dair, Durmaya dair heykellerinin hepsinin bir gecede ortaya çıktığından bahsetmiştin. Burada bir fikir mi yoksa malzeme miydi seni harekete geçiren?

O seri bir gecede çıktı evet. Fakat bir Picasso yapıştırması gibi özetlenebilir, aslında onlarca yılın sonucunda bir gecede çıkıyor. Yoksa hiç bir iş yoktan yere bir gecede patlak veremez. Beni harekete geçiren çok şey var aslında. Bunu; malzeme, ilham, fikir vs gibi bir çatıda toplayamam. Hepsi, her şey, her hangi bir anda bir araya geliyor, gezegenler hizalanıyor karnım da çok aç değilse ortaya böyle şeyler çıkabiliyor.

 

 

Önümüzdeki günlerde bir de canlı performans sergileyeceksin. “Evet Canlı, Hayır Değil.”e bu performansı dahil etme fikri nereden çıktı?

Bu performans bir sürpriz değil aslında. Aynı seriden video performanslarım ve fotoğraflarım var sergide. Bunu sonunda canlı bir performansa dönüştürmek için daha iyi bir ortam olamazdı sanırım.

 

İşlerinle yaymak istediğin hisler, düşünceler neler?

Aslında bir amacım, öyle ulvi bir hedefim yok. Ben de yaparak yaşıyorum, anlıyorum, öğreniyorum… Sanatçıları insanlar rasyonel olarak bir tanımlamaya oturtmak istiyor ama bu bir refleks bunu unutmamak lazım. Tüm canlı yavrularının oynayarak dünyayı anlaması, dünyaya hazırlanması gibi içgüdüsel bir eylem. Bunu çoğu canlı belli bir yaşa geldiğinde bırakıyor, sanatçılar bırakmıyor.

 

 

View this post on Instagram

 

A post shared by merve morkoç (@lakormis)


Instagram hesabında kendi kendine “Sanat pratiğinde sürdürülebilirlikten bahsedebilir miyiz?” diye sorduğunu hatırlıyorum. Hatta şöyle devam ediyorsun: “Yoksa sanat, ekolojik ve sosyal adaletin üzerinde mi?” Bu sergi ile sorularına cevap bulabildin mi?

Bu sadece sanat pratiğimde değil, günlük yaşamımda da bir büyük soru işareti. Ben bunun üzerine oldukça düşünüyorum okuyorum e tabi tüm bunlar atölyeye de yansıyor üzerine bir de üretiyorum. Fakat bu bir yerde sizi bekleyen bir cevabı olan sorulardan değil.

 

Tüm bu üretim süreci boyunca durdurmayı istediğin kötü bir yaratıcı alışkanlığın oldu mu?

Ummmm tansiyonum düşüp fena olmadan önce acıktığımı anlarsam süper olacak. Çalışırken çok heyecanlı oluyorum, çişimi tutuyorum falan çocuk gibi bunlar sayılır mı?

 

 

Peki şu anda hayatında neler olup bitiyor?

Şu an önümde bir kaç karma sergi var. Performans gününe kadar ona odaklıyım ama sonrasında kolları sıvamam gerekiyor diğer sergiler için.

 

“Evet canlı, Hayır değil.” UP Art Project’in ilk sergi projesi olarak geçmişi 15. yüzyıla uzanan Küçük Mustafa Paşa Hamamı’nda yer alıyor. Sergi 15 Ocak tarihine kadar, Salı-Cumartesi günleri, 11:00-18:30 arasında ziyaret edilebilir.

 

View this post on Instagram

 

A post shared by merve morkoç (@lakormis)

 

 

 

 

 

yazıyı oku

ATLAS

Fotoğraf: Burçin Ergunt

Röportaj: Gümrah Şengün

 

Ruhumuzu besleyen sanatçılar, insanlar ve dostlar komünitesinde en etkileyici ve yaratıcı isimlerden biri Ekin Bernay. Ekin Performistanbul sanatçısı, dans ve hareket psikoterapisti. Geçtiğimiz hafta Londra’nın en prestijli müzelerinden biri Victoria ve Albert Müzesi’nde “Friday Late” programı kapsamında uzun zamandır üzerinde çalıştığı 33 dakikalık “Atlas” performansını sergiledi. Müzenin içerisinde yer alan Raphael’in binlerce yıllık halı karikatürlerinin sergilendiği alanda gerçekleştirdiği performansın haberini aldığımız günden beri Ekin’in ne üreteceğini merakla bekliyorduk ve sonunda Atlas’ın hayata geçiş hikayesini Ekin’den dinliyoruz. Tabii performans öncesi buluştuğumuz Ekin tüm bunları anlatırken, “Atlas” henüz V&A Müzesi’nin Raphael Court alanında, Sistine Şapeli’nin neredeyse birebir replikası duvarları arasında hayat bulmamıştı. Ama Ekin bugüne kadarki en özel performanslarından biri olacağı konusunda oldukça emindi, biz de öyle…

 

Günün nasıl geçiyor? Bu şu an önemli bir soru çünkü çok yakında “Atlas” performansını gerçekleştireceksin. Öncesinde zamanını nasıl geçiriyorsun merak ediyorum. Böyle bir performansa hazırlık sürecinde neler oluyor?

Evet biraz kaotik diyebilirim şu an her şey. Sabah önce float terapisine gittim. Çünkü hakikaten omurgayla ilgili olduğu için bu performans, bu terapi için iyi bir zamanlama diye düşünüyorum yani ağırlığını hissetmemek vücudunun. Gerçekten 1 saat boyunca suyun içerisinde kalıyorsun ve sonunda çıktığında bütün ağırlığını tekrar hissediyorsun, hatırlıyorsun. O yüzden doğru bir zamanlama oldu. Biraz performans hazırlığı gibiydi. Oradan sonra eve geldim ve işte bir kasa ile bu Atlas’ın içerisine oturduğu mermerler geldi. Sonra gittim çekiç aldım. Çünkü kasayı açmam gerekiyordu. Bir yandan Burçin’le fotoğrafları konuştuk. Bir yandan Florence ve Abi ile görüşüyorum iki farklı yerde kıyafetler yapılıyor. Son detayları belirliyoruz. Sonra akşam da koro provasına gittim. Koro üyelerim ile birlikteydim böyle doğu Londra’da bir yerde. Stüdyoya girdim bir reggea şarkısı kaydediliyor falan…

 

 

Herkes seni performans öncesi bir ritüelde zannediyor olabilir ama öyle bir şey yok galiba sen çok yoğun bir tempodasın.

Evet keşke öyle olsa. Aslında olması gereken şu an benim baya böyle kapanıp bambaşka bir halde olmam. Ama her şeyi bir araya getirmeye çalışıyoruz. Çok imkansızlıklar içerisinde hazırlandığı için her şey ve V&A ne kadar büyük bir enstitü olursa olsun ben sürekli çıtayı ve beklentileri yükseltmeye çalışıyorum. Kendimle ilgili bir problem aslında. Daha minimal ve farklı performans da olabilirdi. Ama böyle olması gerekti. Yani bu sefer böyle olması gerekti. Çok geleneksel olarak yapılan bir şey değil aslında performansta bu kadar her objenin, alandaki her şeyin bu kadar detaylı bir şekilde önceden çalışılması. Bir sürü heykel diyebileceğin obje var mesela içerde, o çok klasik olan bir şey değil.

 

 

Bütün bu detaylara geçmeden önce şunu sormak istiyorum. V&A ile nasıl bir araya geldiniz?

Aslında iki sene önce konuşmaya başladık. Tate performansından önceydi. O zaman saçla ilgili bir şey sunmuştum onlara ama müzenin obje korunmasıyla ilgili kurallarından dolayı teknik sebeplerden o performansı orada yapamadık. Sonra iletişimde olalım demiştik. Sonra Tate’in hemen arkasından tekrar konuşup, yapabiliriz hadi hazırız gibi bir noktaya geldi. Belki hepsi bir taş, o onu o onu besliyor. İnsan böyle yaptıkça da bence daha çok alanlar açılıyor. Belki önceki film olmasa V&A yine olabilirdi ama belki Raphael Court içerisinde olmazdı. Oradaki en istediğim alana sahip oldum.

 

Peki “Atlas” fikri nasıl ortaya çıktı? Bu performans için ne kadar çok araştırma yaptığını biliyorum. Nasıl bi fikirle yola çıktın ve nereye evrildi bu fikirler de işler bu noktaya geldi?

Şubat ayında ben ilk bu performans üzerinde çalışmaya başladığımda aslında bir film olacaktı. Omurgaya bakıyordum. Omurga beni çekti. Her şey bütün bilgi oradan akıyor. Acaba bunun içerisindeki bu sinyaller bu kodlar ne? Nereden geliyor? Simülasyon muyuz? Gerçek miyiz? Ama biliyoruz ki orada bir sinyal var. Kafatasını taşıyan ve kafatası ile vücudun diğer taraflarını bağlayan, komutlar veren. Sanki bir elektrik sistemi gibi bir şey hayal ediyorum onun içerisinde. Özellikle bu hayatın daha simülasyon olduğunu düşündüğüm zamanlarda. Ama ben omurgayı araştırırken en son Eylül ayında buraya geldiğimde karantinada daha detaylı bakmaya başladım. Bu arada aylarca araştırdım farklı farklı yerlerden. Ama karantinada böyle beden, kemikler tek tek incelerken annemle konuşuyordum “vücuttaki en güzel kemik nedir?” diye. Annem ve babam doktor oldukları için onları biraz eşeledim bu süreçte. Annem atlasla axis kemiğinin omurganın ilk iki kemiği olduğunu ve tıp okurken masasında bu ikisinin durduğunu anlattı. Bütün omurgada özel isim sadece bu iki kemiğe verilmiş. Bunun bu romantik tarafı da beni çok çekti ve atlas fikrini oradan çekip çıkardım. 

 

 

Omurgaya bu kadar odaklanmanın sebebi neydi?

Sezgisel. Bedeni düşünüyorum. Hep böyle bir şeyi merak ediyorsun. Ben neredeyim, ne hissediyorum? Belki dans geçmişimden ötürü sürekli bedenle çalıştığım için. Sezgisel oldu diyebilirim. Ben ilk başlarda bu performansın ormanların içerisine girip oralarda kaybolacağını düşünüyordum ama beden hep kendine çekti beni. Şimdi fark ediyorum ki aslında pandemi sonrası bu süreçte benim kendi ölümümle yüzleşmemle ilgili bu performans. O içimdeki kemikleri görmek, dışına çıkarmaya çalışmak. Bu performansta bir çok an var. Doğum ve ölüm yolculuğum ve belki sonra neye dönüştüğüm var. Bir cenazeyi andıran bir bölümü var. Biraz hani ben de gideceğim ve bu da geçici hissi. İçimdeki şeyler dışıma çıkacak. Şimdiden içimdeki kemikleri bir parçam olarak sahipleneceğim. Herkes belki farklı yerlerde ve sıralarla hissedecek bu hisleri, bilemiyorum. 

 

Orman bilgeliği ve tasavvuftan ödünç aldım dediğin fikirler bunlar mıydı?

 Şöyle, ormandaki ağa bakıyordum. Dış kabuk fikrini düşünüyordum. Ağaçlara baktım. Karşı bahçede bir ağacı kestiler, ben kütüğü eve taşıdım falan. Sonra kendi röntgenimle onu kıyasladığımda ne kadar benzer olduğumuzu fark ettim. Ağaçlara ne kadar benzeriz? Ormana ne kadar benzeriz? Orman kendi içerisinde o kadar güzel çalışan bir sistem ki. Oralara ilerleyeceğimi düşünüyordum ama sonra insana bakmaya başladım. Bir ağacın bilgeliği ve bir insanın ilkelliği arasındaki ayrımı düşünürken yazın orman yangınları oldu. Sonra onlar öyle yanınca bunu ne kadar bedenimde hissettiğimi fark ettim. Şu an bunu direkt orman yangınlarıyla ilgili yapmayacağım çünkü bu çok taze bir yara. Ama biraz daha nasıl birbirimize bağlanabiliriz? Nasıl orman gibi çalışabiliriz? O zaman neyi fark etmeliyiz? Ben ve öteki çok da farklı değil. O kadar bölünmeye kodlandık ki, bu sistem o kadar öyle çalışıyor ki. Ben bunu biraz kırmak istedim. Özümüze bakarsak, içimizde bir kemik var ve bunlar dışarıya çıkacak. O yüzden sanırım ormandan çok insanlara odaklanmam bu şekilde geldi ve insanlardan tekrar bu atlas fikrine geçiş yaptım. Ama tasavvufla ilgili de hep konuştuğum arkadaşlarım var, fikir aldığım insanlar var. Onlar da bana işte aslında bunun içerisindeki bazı örgülerin ne kadar tasavvufla paralel olduğunu anlattılar. Onların söylediği güzel kelimelerle anlatamayacağım için anlatmaya çalışmak istemiyorum öyle ama yaptığım birkaç konuşmam içerisinde aslında öz, mana ve hakikatle ilgili bazı şeylerin olduğunu gördüklerini söylüyorlar. Ben de öyle inanıyorum. 

 

Senin de yazdığın bir dize var değil mi?

Evet var. Galiba orada da biraz saklı. Geçiciliğimle ve arayış içerisinde olmakla ilgili. Yani kabul etmeye çalışıyorum, geçecek bu. Maalesef.

 

“Aynaya bakıyorum ve geçicilikle yüzleşiyorum.
Verebileceğim tek şey dürüstlüğümdeki hayatım.
Yaşamak yalnız ama yine de sevgi dolu.
Bu benim, devam ediyor, arıyorum.”

 

Performansta kullandığın şarkı, en eski müzik kompozisyonlarından biri olan bilinen Seikilos Yazıtı’ndan geliyor. Bu fikire nasıl bağlandın?

İşte tamamen kazırken, o kazıma içerisinde, aslında direkt müzik arıyorum gibi bir arayışla çıkmadı. O da böyle yine bir keşif anıydı. Bazen ben böyle bir şeyi araştırırken çok başka şeylerin içerisinde kayboluyorum. Oradan da karşıma yine bambaşka bir şey çıkıyor. Merak ettim yani dünyanın en eski melodisi ne? Çünkü belki kendi geçiciliğime de bu paralel bir şey. Yani hepimizin. Dünyanın en eski melodisi Aydın’da bir mermere kazılı bir şekilde bulunmuş ve kimse bu melodiyi bilmiyor. Melodi ve sözleri olan o full kompozisyon, o beste bizim topraklarımızda bulunmuş bir şey ve bir ara böyle bir saksının altında falan duruyormuş. Gidip onu kurtarmışlar oradan. Bu melodi o notasyonlarıyla orada ve sanki herkes bunu bilmeli diye düşündüm ve biraz da o yüzden bu hikayeye onu da taşımak istedim. Hepimiz onu mırıldanabilmeliyiz gibi geliyor, eğer en eski melodi buysa orada da önemli bir bilgi var yani müzik bence çok önemli bir sanat formu ve ciddi bir kodlama, çok güzel bir kodlama. Her şey bedenimizde, böyle frekanslarımızı değiştirebilecek bir şey. O yüzden onu kendime bir mesaj olarak aldım ve bir mezar taşının üzerine yerleştirmek istedim. Bu melodi aslında Seiklos’un yazmış ve hediye etmiş olduğu bir şey. Başında başka bir bölüm daha var benim daha kullanmadığım ama bu Seikilos taşı ben bir imgeyim diyor. Geçici aslında bu değil. O yüzden sanırım bir yandan ileriye bakarken bir yandan da olduğumuz ana bakabildiğim bir şeyleri çekip çıkarıp performansa dahil etmek istedim.

 

“Yaşarken parla
Hiç korkma
Hayat sadece kısa bir süre için var
Ve zaman, hakkını talep ediyor”
Seikilos Epitaph

 

Ama sen bu melodiyi yeniden düzenliyorsun değil mi? 

Evet. Anna Lann benim daha önce çalışmış olduğum sanatçı bir arkadaşım, bunun için orijinal bir beste yaptı. Ama içerisinde Seikilos melodisi de var, melodi zaten çok kısa. Onu olduğu gibi duyuyoruz. Ama daha sonra performans anında canlı bir koro ile farklı insan seslerinin yorumlarını da duyuyoruz. Başka bedenlerden bunun çıkış anına şahit oluyoruz.

Bence bu da onu daha böyle gerçek yapan bir şey. Çünkü mermere kazılı hali zaten var. Seikilos yapıtından ilhamla bu mermerin aynısını “Atlas” performansı için yeniden ürettirdik. Design Elements Co. müthiş bir destekle bize Denizli’de bunları üretip, ne istersek sanki çok kolaymış gibi gerçekleştirip evime kadar yolladılar. O kadar güzeller ki. Ve ben onun üzerinde yatacağım. Böyle mermer bir yatak var. O yatakta olduğu haliyle bu yapıtı onore edeceğiz. Yani Seikilos’un bıraktığı haliyle. Ama bir yandan da bu melodiyi, şu anda yaşayan bedenlerle binlerce yıl sonra nasıl söylerdik, nasıl paylaşırdık diye düşünerek, kendimizden bir şeyler katarak tekrar söyleyeceğiz.

 

V&A’e tüm bu malzemeleri getirebilmek konusunda hiç zorluk yaşadınız mı?

V&A’in belirli kuralları var. Her şeyi çok ciddi bir şekilde inceliyorlar. Tabii ki, doğal olarak, yani orası belki de dünyanın en önemli koleksiyonlarından bir tanesine sahip olan bir müze ve Rafael Court’unun kendisi de öyle. Yani benim olduğum oda, Raphael’in 16. yüzyıl’dan kalan yedi büyük duvar halısı karikatürünün yer aldığı bir bölüm. Yani, o yüzden oraya koyduğumuz en ufak bir şeyi onaylatmamız gerekiyor. Bakteriler olur mu, bu alana yayılırlar mı, eserlere bir zararı olur mu gibi bir sürü detay düşünülüyor. Mesela şu an, her mermer parçası 12 kilo ve totalde 60 kilo ama ilk planımızda her biri 60 kilo böyle 300 kilo falan gibi bir şey olacaktı. O zorluyordu, o yüzden hafiflettik. Ya da belirli şeyler yaparken, mesela organik malzemelerin müzeye girmesiyle ilgili kurallar var. Yine güvenlikle ilgili bir sürü kurallar var. Kullanmak istediğimiz maskelerle iligili güvenlikle konuşmamız gerekti. Her şey böyle çok ileri geri ciddi bir çalışmayla ilerledi. Aslında Şubat ayından beri olsa da çok yoğun olan çalışma Eylül’den beri devam ediyor çünkü proje bir fiziksel performansa o zaman dönüştü. O yüzden oradan sonra tamamen form değiştirdi ve bütün kurallar değişti ve tekrar düşünmemiz gerekti. 

 

 

Peki V&A “Friday Late” kapsamındaki diğer performanslarda da bu kadar detaylı prodüksiyonlar hazırlanıyor mu?

Benim gördüğüm kadarıyla pek böyle olmuyor. Biraz daha anlık, “happening”ler şeklinde. Mesela bazı müzik performansları, workshoplar ya da daha dansa yakın bulduğum şeyler de gördüm orada. Ama biz bu alanı zor elde ettik. Yani böyle yerlere girmek, Türkiye’den gelip burada zor. O yüzden hiçbir zaman böyle hafif bakmadık konuya. Öyle olunca da bu alan bize eğer hayatta bir kere verilecekse, nasıl en iyi şekilde değerlendirebiliriz fikriyle ilerledik, yani benim için önemli olan oydu. Yani bu alanı işgal etmek. İşgal etmek için de çok daha kolay olacak olan şey belki bir ışık altında çok daha sade bir fikirle ilerlemekti ama en derin etkiyle nasıl yapabiliriz diye düşününce böyle bir şey çıktı ortaya bu sefer. Böyle olunca da biraz ciddi bir prodüksiyon gerekti. İşte bazen böyle çıkan iş bizim niyetlerimizin önünde ilerliyor, sonra biz onun peşinden koşuyoruz. Biz dediğim tabii ki ben ve projede benimle birlikte olan herkes. Bu eserde bana inanarak benimle birlikte çalışan çok insan oldu. O yüzden herkese çok minnettarım. Ama sonuçta böyle bir vizyon oluyor ve o da böyle bir ordu gerektiriyor. Şu durumda ordu gerektirdi. Bu yüzden biz de bir ordu olduk.

 

Bu kadar güzel ve yetenekli insan nasıl bir araya geldi bu proje için? 

Ekip şöyle bir araya geldi, hepsi benim birebir bu yolda beraber olduğum insanlar, farklı sebeplerle. Bazısı daha yeni hayatıma giren bazısı daha sonra hayatıma giren ama aynı şeye inanıp, uyumlandığım insanlar ve hepsi gerçekten işlerinde çok çok iyiler. İşte bazen böyle taşların yerine oturması gerektiğinde oturuyor. Yani çok duygusal. Güzel bir ekip. Sesten o enstelasyona, üzerime giyeceğim farklı farklı şeylere kadar. Yani şu an Whatsapp’ta on tane falan grup var sadece bunun için. Teke tek yazışmalar, gruplar, subgruplar falan böyle bir delilik. Kendi ufak ormanımız gibi olduk. Herkes kendisinden çok fazla vererek çalışıyor. Sanırım hepimiz için önemli. Bir de başka bir güzel tarafı herkes dünyanın farklı yerlerinden. Yani farklı ülkelerden olup böyle bir şeyi doğurmak böyle bir alanda, o da bence çok güzel bir şey. Performistanbul ile bunu gerçekleştirmek benim için gerçekten çok önemli. Aynı zamanda Faruk Sade’nin ismini oraya taşıyacak olmaktan da gurur duyuyorum.

 

 

Performansın sonlarına doğru giydiğin 3D omurga kıyafetin  yeni bir bedene mi çağrışım yapıyor yoksa şu anda içinde bulunduğun forma son bir övgü mü?

Şimdi çok güzel bir soru çünkü ben de tam olarak bilmiyorum. Belki de hepsi. Aslında bu belki zamanı biraz daha lineer olmaktan çıkarmak o an içerisinde. Çünkü çok aslında fütüristik bir görüntü bir yandan da hani böyle sanki eski kabilelerde insanların üzerilerine taktıkları emekler gibi de bir yandan. Sanırım içini dışına çıkarırken, hem biraz önce ve şu anda olanlar ve biraz da sonra olacaklarla ilgili. Üzerime taktığım 3D kemiğin üzerine bir şey kazıdık. ”An axis of this simulation” yazıyor. O da aslında performans esnasında görülemeyecek bir detay. Kimsenin göremeyeceği ama bizim yine de kendimize koyduğumuz küçük notlardan. Çok geçmiş ya da gelecek diyemem çünkü hepsi. O yüzden aslında ikisini de yakalamışsın. Hepsi olduğunu yakalamışsın. Çünkü bu çıkacak daha sonra dışarı. Ben gidince bu çıkacak dışarı. Ama şu anda da var ve o olan şey benim bütün bunları yapmamı sağlıyor. Benim o dikelmemle birlikte oluyor aslında. Fiziksel olarak bu bazı insanlar için mümkün değil ama bu demek değil ki herkes için geçerli çünkü içimizde o yapı yine de var. Fiziksel olarak herkes bedenini benim gibi hareket ettirmeyecek ama işte yapı taşlarımız aynı. O mikro dünya da beni çok ilgilendiriyor. En başında Atlas ile başlarken her şey küçük bir toz parçasıydı. Hepimiz öyleydik. Ve ona geri dönüyoruz. En küçük nokta da çok büyülü. Böyle çok içine girip çok dışına çıkan arada bir yerdeyiz. Varmış gibi.

 

 

Kostümlerini kimlerle beraber tasarladın? Nasıl bir fikirle ortaya çıktılar?

Kostüm üzerine iki kişiyle çalıştım. Biri giyilebilir teknoloji dediğim kısmı yani üzerine giyeceğim o kemikleri üreten Abi Sheng. Saçlarıma takacağım kemikleri üretebilmek için birisini arıyordum ve bir arkadaşım Abi’yi önerdi. Baktım ki Abi de meğer son birkaç senedir omurga üzerine araştırmalar yapıyormuş. O yüzden Abi ile biz hemen aynı şeyleri düşünmeye başladık. Eksoskeleton. İşte bedenin özü. Çok hızlı bir şekilde sanki böyle çok eskiden tanıdığım bir insanla çalışıyormuşum gibi üretmeye başladık. Ama aslında birkaç aydır hayatımda olan birisi. Çok yetenekli.

Florence King de mezar taşına doğru yürüdüğüm sahnedeki yedi metrelik kuyruğu olan elbisemi yapıyor. Daha önceki performansım için de birlikte çalışmıştık ve çok yakın bir arkadaşım. Buradaki kıyafetimin önüme doğru uzayan bir kuyruğu var. Bütün bedenimi tekrar uzatan, alana yayan ama bir yandan da iz bırakan bir tasarım. Ben geri geri yürürken önüme doğru uzayan o kuyruk, arkada bıraktığımız hayata ve yaşadıklarımıza bir referans yapıyor. İki yol ayrımı var orada, o yola bakarak geri geri yürüyüşümü biraz da olsa üç boyuta döken bir şey. Biraz da gelinliğe benziyor yalan söyleyemeyeceğim. Sanırım kendimle de biraz evleniyorum ölmeden önce.

 

 

Peki başındaki kemiklerin sembolize ettiği bir şey var mı?

Başımdaki kemikler aslında atlas, aksis ve diğerlerine bir teşekkür gibi. Şimdi yedi kemik var burada. Boynumuzdaki cervical spine aslında o boyun ve kafanın kaldırılması ve yine biraz daha insan olmakla ilgili. Ve yine Atlas’a referansla dünyanın bütün ağırlığını taşıyan şey o boyun ya. Dünyanın ağırlığı derken kafamızın içindeki dünyanın ağırlığı, aklımızın içindeki dünyadan bahsediyorum. O yüzden boynumuza bir teşekkür gibi. Biraz daha içgüdüsel. 

Bir diğer taraftan ben yıllardır saçımı bu şekilde çubuklarla topluyorum ve saçım da varoluşumun büyük bir parçası diyebilirim. Onlar benim uzantılarım oldu. Uzun saçlılar anlayacaktır nasıl hissettirdiğini. Bu yüzden bu çubuk meselesini de reforme etmek istiyordum. Bu performans için araştırmalarım devam ederken Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne gitmiştim ve orada da gördüm ki aslında Anadolu’da da böyle bir toplama şekli var, Mısır’da da var. Tabii ki Çin’de de var. Bir sürü yerde zaten saç çubukları kullanılmış. O yüzden bunu geri getirmek, geçmiş kültürlere sorular sormak istedim. V&A dünyadaki en önemli tasarım koleksiyonlarına sahip müzelerden bir tanesi olduğu için bu soruyu burada sorabilmek de önemliydi aslında. “Güzellik adına ne diyoruz?” gibi…

 

Her şey çok fazla planlı, sen aslında bütün performanslarında içinden geldiği gibi, doğaçlama hareket eden birisin. Orada bütün bu planın dışında gerçekleştireceğin bir şey olur mu?

Yani aslında şöyle, habitat çok belirli ve aklımda bir fikir var. Başında az çok nasıl bir başlangıç, nasıl bir orta yapacağımı biliyorum, sonuna doğru da bir hayalim var ama öncesinde hiç bir prova alınmıyor. Sonuçta ben bu performansı ilk defa cuma günü orada yapacağım. O yüzden her şey ben o odaya girdiğimde ve iki yüz kişi bana yüzünde maskelerle bakıyorken yaşanacak. Ne olacağı tabii ki belli olmaz ama ne kadar dışına çıkarım? Mutlaka çıkarım biraz dışına diye düşünüyorum. Bu konuyu sonrasında tekrar konuşalım. 

 

Geçenlerde çok da bir şey değişmedi notuyla çocukluğundaki bir performans videosunu paylaştın, hareketlerindeki benzerliği görmek mümkün, sence doğduğundan beri ifade etmeye çalıştığın bir şey var mı?

Yani bilmiyorum belki var ama belki de bunu bilmiyorum. Çok da ne yaptığımı bilmiyorum. O kadar sezgilerimle ve duygularımla hareket ediyorum ki sonradan entellektüel bir şekilde konuya baktığımda özünde aslında sanatın iyileştirici olduğuna inanıyorum ve üretmenin de hayatımızdaki bütün diğer o korkunç şeyleri dengelediğini düşünüyorum. O yüzden benim hayata karşı sorumluluğum olabildiğince özgün bir şekilde, bir şeylere benzemeye çalışmadan olabilmek. Birincisi olabildiğince özgün olmak, kendime olabildiğince yakın olmak ikincisi ise bunu insanlara gösterebilmek ki ben bu metotla iyileşiyorum bakın bunu beraber yapabiliriz diyebilmek. Çok da yapılamayacak bir şey değil. Sadece benim yöntemim bu, bana yakın olan bu ama hepimizin içinde var olan bir şey. Yani hepimiz için daha özgür, daha sevgi dolu bir yaşam hayal ediyorum herhalde bu da benim için bir oyunun içerisinde oluyor. O bana göre çok iyi olan her şeyi bilerek yaşadığım ciddi bir oyun.

Mesela şimdi o video ile bugün arasında ne fark var? Yine orada da bembeyaz böyle altında siyah bir şey var bugün burda da bütün vücudumu saran çok benzer bir kıyafet giyiyorum. Neredeyse yirmi beş sene önce falan yani on yaşlarındayım. Ne fark var? Ciddiyetim çok aynı ve o tuhaf geliyor bana. Bu ciddiyeti nasıl hissetmişim orada, önemini anlamışım… Bu bir kanala bağlanmak gibi heralde. Hepimizin içinde bu kanal var, bana özel bir şey değil. Bu akışta olan sporcunun da, müzisyenin de, halı dokuyan bir insanın da girebileceği bir kanal. İşte oraya daha çok insanı çağırmak ve paylaşmak o alanı herhalde. 

 

Peki çok klişe bir soru soracağım ama bu performans senin için ne ifade ediyor?

Atlas özelinde yaşadığım, varolmam. V&A’in o alanına kendimi oradaki bir heykel ya da bir resim gibi koyabilmek. Biraz o sanırım. Belki fotoğraflarında, videolarında kalacak belki koleksiyonlarına girecek bir gün bilmiyorum ne kadarıyla oraya ait kalacak. Ama uzunca bir süre “yaşamış olduğum” korunmuş olacak belki. Böyle bencil bir his. Bir yandan da V&A gibi özel bir mekanda bunu böyle yapabiliyor olmak, yani geldiğim yerden Türkiye’den gelip yapabilmiş biri olmak. Hem kendim hem başkaları için. Mümkün olan şeyler uçsuz aslında. Benim için çok önemli olan bir şey bu. Hayalini kurduğum ve önceden hayranlıkla baktığım bir şeyi alıp kendi istediğim hale getirip yapabiliyorum. Herhalde geçen sene Tate olup bu sene V&A olması da kendi adıma, kendi alanında ilerliyorsun, devam et, bak oluyor gibi güzel duygular uyandırdı. Mutluyum. Bir yandan çok doğal geliyor bir yandan çok sürreal.

 

 

Performans sonrası Ekin’e söyleyeceğin bir şey var mı?

Mutlaka en iyisi olmuştur, diyeyim. Olabileceğinin en iyisi olmuştur.

 

 

View this post on Instagram

 

A post shared by Performistanbul (@performistanbul)


Atlas, Ekin Bernay, 2021
Performans | Performance
33 dak. | min.
Seans | Session 1: 19.30
Seans | Session 2: 21.00
Performistanbul işbirliğiyle | In collaboration with Performistanbul
V&A Friday Late Kapsamında | As Part of V&A Friday Late: 18:30 – 22:00

Giyilebilir Teknoloji ve Görsel Efektler | Wearable technology and Visual Effects: Abi Sheng
Elbise | Gown by: Florence King
Ses Tasarımı | Original Composition: Anna Lann
Mermer Üretimi | Marble Production: Sirmersan & Design Elements Co
Enstalasyon Tasarımı | Installation Design: Joseph Bond Studio
3D Saç Tokası Tasarımı | Hair Pins 3D Design: Ultra Mega Omega Ltd
Fotoğraf Dokümantasyonu | Photography Documentation: Burçin Ergunt
Film: Jerome Monnot, Sibling Studios

Faruk Sade Sanat Fonu 2021 tarafından desteklenmektedir. | Supported by Faruk Sade Art Fund 2021.

Sponsorlar | Sponsors:
Hitay Foundation, Sirmersan & Design Elements Co., Ömer Burhanoğlu, İrem Erim

Özel Teşekkür | With special thanks to:
Naz Balkaya, Melike Bayik, Ayda Bayram, Ferit Bernay, Simge Burhanoglu, Omer Burhanoglu, Banu Carmikli, Burcin Ergunt, Irem Erim, Burcu Ezer, Emin Hitay, Azra Ismen, Yamina Iyara, Dimitris Karagiannakis, Aylin Rana Kip, Goze Kocalmis, Ji Linfang, LEONN Meade, Jerome Monnot, Georgia Palmer, Joel Palmer, Fulya Sade, Sera Sade, Seikilos, Ali Sirkeci, Agah Ugur, Li Wejing, Simin Zhao.

 

yazıyı oku