RÖYSKOPP İLE PROFOUND MYSTERIES VE MÜZİĞİN DERİN DÜNYASI: DJ SETİNDEN ALBÜME YOLCULUK

Röportaj: Hikmet Demirkol

Artwork: Carilla Karahan

 

Geçtiğimiz haftalarda Zorlu PSM’de gerçekleşen MIX Festival’de DJ setinde yer alan Röyskopp ile röportajımız, son ana kadar net olmadığı için haftalarca bu ihtimalin heyecanıyla bekledim desem yalan olmaz. Norveçli ikili ilegeride bıraktıkları 20 seneyi ve müziklerindeki değişimi konuştuk. Hem sohbet sırasındaki samimiyetleri hem de konser sonrası unutmayıp bir araya geldiğimizde gösterdikleri inceliği de hafızama kazıdım.

 

2014’te yayımladığınız ‘The Inevitable End’ albümünüzden sonra yaptığınız röportajlarda bunun son albümünüz olduğuna dair yorumlar yer alıyordu. Oradan alıp başlayalım istiyorum, ne dersiniz?

Torbjørn Brundtland: Korkarım ki ‘The Inevitable End’i yayınlarken muhtemelen son geleneksel albümümüz olacağını söylediğimiz için söylediklerimizden bazıları çeviride kayboldu. Ve aslında geleneksel kelimesi, her ne sebeple olursa olsun düştü. Şimdi yakın zaman önce yayımladığımız yeni albümümüz ‘Profound Mysteries’ ile bu sözümüzü yerine getirdiğimizi hissettik, çünkü üçlü bir albüm olduğu için bu anlamda geleneksel bir albüm olmadığını düşünüyoruz. Ayrıca albümü yayınlama şeklimizin de alışılmışın dışında olduğunu düşündük. Ama tabi yine de her bireyin kendi kararı ve anlama şekline kalmış.  Albüm formatında söyleyecek daha çok şeyimiz olduğunu hissettiğimizi söyleyebilirim. Bu yüzden ‘Profound Mysteries’ ile yeniden karşınızdayız. 

 

O zaman ‘Profound Mysteries’e gelelim. Üç albümü bu kadar kısa sürede yayımlama fikri nasıl ortaya çıktı. Bu dev albüm projesinin üretim sürecini biraz açalım isterim.

T.B: Profound Mysteries’i yapmadan önce albümün iskeleti için çalıştık, ne yapmak istediğimizi belirledik. Üç bölümden oluşmasını istedik. Tüm bu parçaların her birinde 10 parça olmasını istedik, yani bir çeşit simetri. Ve öyle olmasını istedik ki, “Filler Tracks” diye adlandırdığımız parçalar olmasını asla istemedik. Yani her bir parçanın kendisinden sonra gelen parçayı bir şekilde vurgulamasını ya da yükseltmesini istedik. Böylece, her parçanın kendi amacı ve yeri olduğunu söyleyecek, boşluk hissetmeyecek dinleyici. Bu bahsettiğim  günümüzdeki albümlerde çok yaygın olan bir durum, kimi yayımlanan işlerde sadece üç ana şarkı var albümün geri kalanı sadece dolgu malzemesi gibi duruyor. Bu duruma düşmek istemedik.

Svein Berge: Daha sonra bunu inşa etmeye başladığımızda, üç bölüm boyunca devam eden çok güçlü bir anlatımımız oluştu. Birbiriyle çok uyumlu da olsa sıkıcı olmamasını sağlamak zordu. Ama bunu başardık. Albümü yaparken biraz değiştirdik ve biraz daha parçalı ve muhtemelen biraz daha zorlayıcı hale getirdik. Albümün başlığına da uyum sağladı derin gizem, gizem kelimesine yeteri kadar vurgu yaptık (gülüyor).

 

Profound Mysteries’in üç bölümü için kısa kısa neler söylemek istersiniz?

T.B: Bizim için birinci bölümün bir tür geri dönüş olması gerekiyordu. ‘The Inevitable End’ ile bir dereceye kadar uzaklaştığımız için birinci bölümün yavaş bir geri dönüşü temsil etmesini istedik. Bir çeşit yeniden başlangıç, azıcık gizli ve saklı bir his barındırsın istedik. İkinci bölüm daha hilalli ve belirgin ve bir dereceye kadar açık sözlü bir anlatımla ilerlemesini kurguladık. Ve üçüncü bölüm ise bir tür durma ve kaybolma, belki de sona doğru ilerlerken biraz daha derine iniyor. Birlikte çalıştığımız vokalistler de bu anlattığım üç bölümü dinleyicimize doğru aktarmamızda, ruh hallerini ve duyguları vurgulamada yardımcı oldular.

 

Her albümünüzde birçok önemli isimle birlikte çalıştınız. Bu ilişkiyi nasıl kurduğunuzu merak ediyorum, şarkılardaki vokalleri nasıl seçiyordunuz, doğru kişiyi bulmak da zor olsa gerek. Yanılıyor muyum?

T.B: Vokaller şarkıların esas ruh halini aktaran kişiler. Örneğin Susanna çalışmayı çok sevdiğimiz bir arkadaşımız. Eğer bir umutsuzluk ve kalp kırıklığı duygusu aktarmak istiyorsak direkt onun kapısını çalıyoruz. Duygu ve o duyguyu yansıtacak kişiyle ilgili bir uyum bu aslında. Aynı şekilde Jamie İrrepressible’I daha gizemli şarkılar için kullanmayı istedik. Sesinde farklı bir teatral kalite var. Aslında vocal seçimi tıpkı bir melodiyi çalarken daha iyi bir tat bırakmak için seçeceğiniz enstrümanı kullanmak gibi bir durum diyebilirim. Doğru şarkı doğru vocal uyumu her zaman bizim için de çok önemli bir konudur.

 

“Eser ne anlama geliyor? Neyden yapılmış? Sıcak mı? Soğuk mu? Hayvansal mı? Robotik mi? Eski mi? Yeni bir şey mi? Uzaydan mı geldi? Dünya’dan mı? Bunların hepsi izleyiciye bağlı.”

 

‘Profound Mysteries’ üç bölümünden hangi bölüm sizin favorinizdi? 

T.B: Hepsini seviyorum. Bu soru bana favori filmini seç demek gibi bir şey.  Bazı bilim kurgu filmlerini severim ama bazı korku filmlerini de severim. Ama tek bir favorim yok, ama her disiplinde favorilerim var. Aynı mantıkla bence bu üç bölüm kafamda farklı disiplinleri temsil ediyor. Ama ben en çok sanırım nedense en çok üçüncü bölümü dinliyorum. Ama bu favorim bu olduğu anlamına gelmiyor o yüzden açıklamak istedim,  ama kafamda en çok dinlediğimin bu olduğuna inanıyorum. Nedenini bilmiyorum (gülüyor).

S.B: Ben de hepsi diyeceğim. Birini seçince sanki diğerleri kötü mü gibi bir his geliyor (gülüyor). Eğer tarz açısından bakacak olursak, ben birinci bölümü tercih ederim. Ama en çok, en ilginç ve çok yönlü olarak seçmek istesem o zaman ikinci bölümü tercih ederim. Çünkü ikinci albüm gerçeklerin en çok farklılık gösterdiği bölümdür. Kendi ruh halim için birini seçecek olsam üçüncü bölümü seçerdim. Mutluluk önemli, beni sadece gülümsetiyor son albüm.

 

Röyksopp’un ne zaman bir şarkısını duysam gözümün önünde imgeler beliriyor, şarkılarınız hep görsellikle kafamda kendisine yer açıyor. Bu açıdan benim için eşsiz bir yeriniz var. Bunca yıl ürettiğiniz şarkılar ve onların görsel dünyanıza dair neler söylemek istersiniz? En çok da son üçleme albümünüzün görsel dünyasına dair neler anlatacağınızı merak ediyorum!

T.B: Profound Mysteries’e, bi̇r single seçi̇p tüm vaki̇ti̇mi̇zi̇ o single i̇çi̇n bi̇r vi̇deo hazırlamaya harcamak ve di̇ğer parçalar i̇çi̇n hiçbir şey yapmamak yeri̇ne, vi̇deolar ve görselleşti̇ri̇ci̇ler söz konusu olduğunda her parçaya ayni oranda emek harcanan bi̇r proje olarak yaklaşmak i̇stedi̇k. Her bir parçanın bütüncül ve her bir parçanın en az diğeri kadar önemli olduğu bir şey yaptığımızı dünyaya göstermek istedik. Bunu da Jonathan Zawada ile birlikte her bir parça için görselleştiriciler yaparak kanıtladık. Ayrıca yapım şirketi Bacon ile her parça için bir kısa film üzerinde çalıştık.

S.B: Şunu da ekleyebilirim, projenin başlığından da anlaşılacağı üzere gizem kısmını seviyoruz Mm-Hmm. Bu biraz da sizin söylediğinizle ilgili, müziği dinlerken yaşayabileceğiniz öznel deneyimle ilgili. Biz de bunu bir şekilde görsel olarak aktarmak istedik. Bu yüzden Jonathan Zawada’ya sanat eserlerini ve bu görselleştiricileri yapması ve bir şekilde bir sanat eserinden edinebileceğiniz öznel deneyimi temsil edebilecek bir şey yaratması için başvurduk. İşte bu şekilde elimizdeki bu eserleri ortaya çıkardık. Her parçanın kendi küçük eserleri var ve bunlar öznel yorumlara çok açık. Eser ne anlama geliyor? Neyden yapılmış? Sıcak mı? Soğuk mu? Hayvansal mı? Robotik mi? Eski mi? Yeni bir şey mi? Uzaydan mı geldi? Dünya’dan mı? Bunların hepsi izleyiciye bağlı. Ve biz bu duyguyu seviyoruz ve müziğimizle de çok güzel bir şekilde bağdaşıyor, ki bizce müziğimizi mutlu, hüzünlü, melankolik, neşelendirici olarak deneyimleyip deneyimlemediğiniz de son derece öznel. Bir kişi ve birey olarak müziğimizi hangi yöne doğru yönlendirmek istediğiniz gerçekten size bağlı. Biz bunu seviyoruz.

T.B: Bunu kutlamak istiyoruz. Bence bu bir dil, insanoğlunun içsel alanı için gerçekten bir dilimiz yok. Ve müzik, kendi iç dünyanızı geliştirmek için harika bir kaynak olabilir. Bu da kutlamak istediğimiz bir şey. Ve biz, özellikle de ‘Profound Mysteries’ için insanlara görselleştirilmiş bir imaj dayatmak istemedik. İşte bu yüzden Johnson Sawada ile çalışmanın ve Svein’ın az önce tarif ettiği bu şeyin projemiz için mükemmel olduğunu gördük. 

 

İlk albümünüzün yayımlanmasının üzerinden 22 sene geçmiş, büyük bir zaman. Bunca zaman sonra yeni müzik üretme konusunda üzerinizde bir baskı hissediyor musunuz? 

S.B: Biz yaptığımız işten zevk alıyoruz. Bence Torbjørn ve benim aramızdaki anlaşma, eğlenceli olduğunu düşündüğümüz sürece müzik yapmaya devam edeceğimiz üzerine kurulu.  Lütfen beni yanlış anlamayın, asla ukala bir yerden söylemiyorum ama bazı müzik üretimlerinin zaten var olmadığını düşünüyoruz. Bizim ürettiğimiz müziğin dinleyicisi açısından kendimizi bir rakamla ölçmüyoruz. Küçük ama niş bir boşluğu doldurabildiğimiz sürece bu işi yapmaya devam edeceğiz. Baskı demem üretme sürecine ama belki yaratmak için bir aciliyet hissediyoruz diyebilirim.

 

Melody A.M günlerinden biraz daha bahsetmek istiyorum. Söz konusu albüm yayımlandığında o dönem chill out, downtempo müzikler popüler olmuştu diye hatırlıyorum. Bence bu akımda sizin de payınız çok büyük. O günler ile bugünü kıyaslarsanız neler söylemek istersiniz?

S.B: Her ne kadar ilk albümümüz Melody A.M bir ölçüde ana akıma girmiş olsa da, niyetimiz asla bu değildi. Ana akım açıkçası bizim tarafımızdan, bu anlamda, gerçekten yaratılmadı. Biz bu açıdan karar verici bir noktada değiliz. Açıkçası ana akım da artık çok değişti. 2000’li yılların başındaki elektronik müzik ile şimdiki elektronik müziğin durumunu karşılaştırmak çok zor, 2000’li yılların başlarında elektronik müzik hala bir yenilikti, ana akımda rock, rock ve r&b vardı ve hip hop muhtemelen ana baskın güçtü. Dolayısıyla, iki Norveçlinin çoğunlukla enstrümantal, ilginç, elektronik deneysel müzik yapması oldukça beklenmedik bir şeydi. Bugünlerde ana akım pop müziğin çoğu elektronik müzik.

T.B:  Ana akım ifadesi bence artık aynı anlama gelmiyor. Yani tüm paradigma değişti. Bence asıl önemli olan da bu. Açıkçası artık daha az sanatçı var. Ana akım pazarı işgal eden sadece 10 farklı sanatçı var. Bunlar Taylor Swift, The Weekend, Billie Eilish ve benzerleri. Oysa 20 yıl önce daha fazla sanatçı olurdu, müzik tarzları açısından da daha çeşitli olurdu. Böyle düşününce biraz da durum üzücü diyebilirim. Bu arada ismini söylediğim hiçbir sanatçıyı eleştirmiyorum lütfen yanlış anlaşılmasın.

 

“Doğadan da keyif alıyorum, bu da hala Norveç’te yaşamamın nedenlerinden biri ve aynı zamanda şehrin biraz dışında yaşıyorum. Böylece denize ve dağlara erişebiliyorum. “

 

Biraz kişisel bir soruya geçiyorum. Sizlerin gündelik hayatlarınızı çok merak ediyorum. Herhangi bir hobiniz var mı, ya da gündelik rutinleriniz nasıl geçiyor? 

S.B: Şahsen benim sıradan bir şekilde yaptığım belirlenmiş bir hobim yok. Film izlerim ve kitap okurum, ama hobi olarak değil, daha çok eğlence amaçlı bir şey. Doğadan da keyif alıyorum, bu da hala Norveç’te yaşamamın nedenlerinden biri ve aynı zamanda şehrin biraz dışında yaşıyorum. Böylece denize ve dağlara erişebiliyorum. 

T.B: Benim de herhangi bir şekilde sıra dışı olan bir hobim yok. Doğa, ailemle olmadığım ya da müzik yapmadığım zamanlarda yapılacak en büyük şey. Doğada olmak benim en sevdiğim şey.

 

Bu soru sizle röportaj yapacağımı söylediğimde bazı hayranlarınızdan aldığım ortak bir soruydu o yüzden mesajı iletmek istedim. Röyksopp ile vokali özdeşleşen Robyn, Karin Dreijer gibi isimlerle tekrar çalışmamanızın özel bir sebebi var mı?

T.B: Vokal seçimimiz her zaman şarkıyla alakalı. Bir de yaratıcı olarak hem bizim için hem de dinleyicimiz için ortaya çıkarttığımız müziği ilginç kılmak istiyoruz. Ayrıca kendimizi de tekrar etmek istemiyoruz. 

S.B: Ben de kendimizi tekrar etmememizin altını çizmek isterim. Bir diğer konu da sanatçı ve notanın birbiriyle uyumu. Şarkı bir vokal ile uysa bile zamanlama, planlama bazen uymayabiliyor. Denklemde birden çok değişken var. Yıllarca bizimle işbirliği yapan herkese minnettarız ve müteşekkiriz. Onlar olmasaydı bu şarkılar bu noktaya gelemezdi.

 

 

En başta bu işe girdiğinizde bir hedefiniz var mıydı? Varsa eğer böyle bir hedefiniz zaman içinde onda nasıl değişiklikler yaşadınız? Son olarak da ilerisi için nedir hayalleriniz?

T.B: Zor bir soru. Bilmiyoruz ama yaratma konusunda bahsettiğimiz aciliyete geri dönecek olursak, bence bir şekilde her zaman bir şeyler yaratacağız. Bunun dünyayla paylaşacağımız bir şey olup olmayacağına gelecek karar verecek. Ama devam edeceğiz.

 

DJ setlerinizden de bahsedelim. Çalarken nasıl bir plan var aklınızda ya da spontane mi ilerliyorsunuz DJ set performanslarınızda.

S.B: DJ set ile çıktığımızda biz son derece spontaneyiz. Bence DJ’liğin bizim için en büyük avantajlarından biri de bu, bir planımızın olmaması. Biz plansız çalıyoruz (gülüyor). Bu da stüdyoda yaptıklarımızdan çok farklı. 

T.B: evet DJ’lik olayında tamamen özgürüz. Yani son derece doğaçlama. Nasıl çaldığımıza gelince, nerede çaldığımıza, ne zaman DJ’lik yaptığımıza bağlı olarak biraz değişiyor ama artık plak kullanmıyoruz. Eğer öyleyse de durum, o zaman evdeki ya da stüdyodaki plaklarımızı kopyalayıp dijital hale getiriyoruz çünkü plak çalar üzerinde çalma stresine ihtiyacım yok (gülüyor). 

 

Türkiye’deki hayranlarınıza neler söylemek istersiniz?

T.B: MIX Festival’e DJ set ile geldik ama aklımızdan full ekip gelip canlı konser vermekten geçiyor onu da belirtmem gerek. DJ set performansımız çok enerjik tam bir kulüp havasında konsere dönüşüyor ama ikisinin yeri ayrı.

 

 

yazıyı oku

calling'den haberdar ol

HAYATTA KALAN İNSANLIK

Röportaj: Zeynep Erekli

Fotoğraf: Dilan Bozyel

 

Çiler İlhan, son romanı Hayattayız Madem’de, hem ruhsal hem de fiziksel olarak yurtsuz olan insanların dünyalarına dalıyor. Yazar, 1940’larda Nazi kamplarından sağ çıkmış ve önce Amsterdam ardından İstanbul’da hayat kurmuş bir aile ile 2018’de Suriye savaşından kaçıp sınırdan Türkiye’ye giriş yapmış ve mülteci olmuş bir kadını buluşturuyor. Ve biz okur olarak 300 sayfa içinde duygudan duyguya sürükleniyoruz. Son dönemin dikkate değer romanlarından Hayattayız Madem’in yazarıyla romanın yolculuğunu ve yazarı gezindirdiği yeni haritaları konuştuk. 

Kurgu mu, gerçek mi?” 

İzlediğimiz filmlerde, dizilerde; okuduğumuz romanlarda, öykülerde, bu soruyu sık sık sorarız. Merak ederiz. Bunlar yaşandı mı, yoksa yazarın hayalgücü mü? Çünkü eğer yaşandıysa, belki içimiz daha çok cız edecek. Ya da daha fazla bağ kuracağız olanlarla. Anlamaya çalışacağız, bunlar nasıl olabildi? 

Çiler İlhan’ın son romanı Hayattayız Madem (Everest Yayınları), yaşanmış, hatta insanlık tarihine utançla, yılgınlıkla yazılmış büyük yıkımları temel alıyor. Bu yıkımlar üzerine kurgusal bir hikaye örüyor. Yazılması yedi koca seneye yayılan romanın ele aldığı konuların başında savaştan kaçan, ve kendine yeni bir yurt arayan insanlık var. Birkaç karakterin izinde anlatılması güç acılardan geçip hayatta kalan ve nefes alıp verdikçe ümide tutunan insanın gerçeğini görüyoruz. Daha da buruk olan, bu romanın piyasaya çıktığı hafta yaşananlar.  “2023 Hamas – İsrail Savaşı” olarak adlandırılan ve hala devam eden cinnet, romanı okurken bir an bile aklınızdan çıkmayacak.  

Göçü bizzat yaşamış, İstanbul’dan Gouda’ya taşınmış Çiler İlhan, şimdiye kadar yayınlanan tüm kitaplarında ezilen azınlıkların, çatışmaların, sürülmenin, kendi kaderini ellerinde tutamamanın sularında yüzdü; bu kez en zoruna kalkışmış ve altından kalkmış. 2000’lerin başından beri tanıdığım; beraber dergilerde çalıştığım, edebiyat üzerine sohbet ettiğim, bugüne kadar çıkan tüm kitaplarını hevesle okuyup gurur duyduğum; yer yer hararetli tartışmalara girdiğim arkadaşımla, bu ilk “büyük roman”ını konuşuyorum…

 

Hayattayız Madem’in tohumları içine ne zaman, nerede düştü? 

2015 yılıydı… Nişantaşı, Galata, Taksim, nereye gitsem öbek öbek, kaldırımda oturan ailelerle karşılaşıyordum. Suriye’den göçlerin hızlandığı zamanlardı. Müthiş üzülüyordum. O zamanlar düştü içime bir fikir.

 

Peki Hollandalı-Türkiyeli aile, toplama kampı geçmişi… Bunlar nasıl girdi romana?

Çıkış noktam Suriyeli mülteciler olmasına rağmen, romanın elle tutulur ilk karakteri Cos oldu. Geldi kuruldu resmen… Kurgu zaman içinde değişti. Epey evrim geçirdi kitap.

 

Bu romanı ne kadar sürede, nerelerde yazdın?

İlk fikirden son taslağa, yedi yıl sürdü diyebilirim. İstanbul’da başladım. Çoğunu, şu an ailemle yaşadığım kent, Gouda’da yazdım. Kütüphane, kafeler, çalışma odam… Birkaç kez yakınlarda, Krimpen aan den IJssel’da bir airbnb’ye kapandım. Bir ara Amsterdam’da bir workspace’e gidip geldim çalışmak için. İsveç’in Gotland adasındaki Baltic Center for Writers and Translators’da toparladım romanı ve Gouda’da bitirdim.

 

 

Duyduğum anda hayran olduğum, etrafımdaki herkesin çok beğendiği bir ismi var romanın. Bu ismi nasıl buldun?

Teşekkür ederim… Bunu duyduğuma çok sevindim çünkü romanın yazılma süreci gibi isminin doğumu da sancılı oldu. Artık her şey hazır, son pdf kontrol ediyoruz, hâlâ hepimizin içine sinen bir isim yok… 

 

Gökten mi indi?

Gerçekten de öyle oldu Zep! Gün içinde çok yorulunca yirmi dakikalık-yarım saatlik yarı meditatif bir uykuya yatarım. O gün de hayattan azıcık bezmiş, uzandım yatağa ve dedim ki; hadi artık, güzel bir isimle uyanayım. O yarı uyku-yarı uyanıklık halinde birden bu isim düştü aklıma. Yataktan fırlayıp hemen editörüm Devrim Çakır’a yazdım. İlk defa, “güzel bu” dedi ki Devrim’e bir şey beğendirmek zordur! 

 

Suriye’deki iç savaş, IŞİD ve sınırdan kaçış; Auschwitz’te yaşananlar, sonrasında bir Yahudi ailenin kaderini belirleyen yol ayrımları… Bunları detaylı bir şekilde resmediyorsun romanda. Nasıl hazırlandın, nasıl araştırmalar yaptın?

Başak burcu titizliğiyle, obsesifçe… İki alanda da çok okuma yaptım bir kere. Film, belgesel, video, ne bulduysam izledim. Sorularımla Yahudi arkadaşlarımı bıktırdım. Hollanda’daki müzeye çevrilmiş eski toplama kamplarına ve Auschwitz-Birkenau’ya gittim. Sonra… Suriye’den Hollanda’ya göçen mültecilerle görüştüm…

 

Onlarla nasıl temas kurdun?

Çoğuna sivil toplum kuruluşları aracılığıyla ulaştım. Yüz yüze, onlarca görüşme yaptım. Paranoyalar içinde yazdım, tutarlı mı, doğru bilgiler üstünden mi ilerliyorum… Biraz deli cesareti olmuş böyle iki zor konuyu aynı kitapta toplamak.

 

“Hayatta kalmak çok güçlü bir güdü, kadın veya erkek. Fakat şunu şahsi tecrübeyle söyleyebilirim: Bir çocuğu içinden doğurunca anne olarak şöyle oluyorsun; “Peki. Ben artık ölemem.””

 

Romanda çok güçlü karakterler var, ama şüphesiz en güçlüsü Meryem. Katlanması zor acılardan, travmalardan geçiyor, örgütten kaçıyor, “bunu da atlatamaz” dediğimiz noktada kendini Türkiye’ye atıyor, bir süre sonra da insani sıcaklıklar ve yardımlarla küllerinden doğup kendine yeni bir hayat inşa edecek dirayeti buluyor. Sence bir insanın bu kadar güçlü olabilmesi mümkün mü? Bunun kadın olmakla, taşımak, doğurmak, büyütmekle bir ilgisi var mı?

Meryem gibi kadınlar tanıyorum. Ayrıca araştırmam sırasında savaşlarda, savaş benzeri kaotik ortamlarda “sıradan” insanların nelere katlanıp nelere rağmen yaşama tutunduğunu okudum. Dinledim… Hayatta kalmak çok güçlü bir güdü, kadın veya erkek. Fakat şunu şahsi tecrübeyle söyleyebilirim: Bir çocuğu içinden doğurunca anne olarak şöyle oluyorsun; “Peki. Ben artık ölemem.”

 

O halde, Meryem karakterini yazarken, dirayet konusunda kendi içindeki dişil güce de yaslandın… 

Evet sanırım… Elbette mesela baktığında, Meryem ile benzer yaşantılarımız yok. Ahuva ve Batya’nın kökleri, aile yapısı da farklı… Fakat büyürken neredeyse herkes gibi kendi çapımda, özellikle duygusal zorluklar yaşadım. Bu karakterlerle özdeşleşebildiğim duygu durumları var. Hele ki kızım doğduktan sonra kadın olmanın, bir anlamda direnmek olduğunu kavradım. Annelik, ev kadınlığı, eşlik, sevgililik, iş insanlığı gibi, bir arada yürütmek durumunda kaldığımız, hepsi kendi içinde kocaman pek çok rolle nasıl başa çıkabileceğimi öğrendim.

 

Yine romanın temel taşlarından Ahuva karakteri, eşine rastlamanın güç olacağı bir iyi kalplilikte. Çağımızda, Nişantaşı’nın göbeğinde, çok korunaklı bir çevrede, ananaslı ve chia tohumlu smoothie içerek hayatını sürdürüyor, ama birden mülteci bir kadın ve bebeğine, maddi manevi tüm kapılarını, açabileceği kadar geniş açıyor. Etrafındaki herkesin sürekli olarak iyiliğini istiyor. Evet, belki aile geçmişinden yaralı, Gezi’de etkin olamamaktan üzgün, kendini eleştiriyor. Ama yine de dikkat çekici, insanı düşündüren bir iyilik. Ahuva karakterinin kesintisiz iyiliği nereden geliyor?

Ahuva bazen iyilik yapma niyetinde olmadan iyilik yapıyor. Bunu, o kötü biri diye söylemiyorum fakat bazı davranışlarının sebebi kendini bu kadar geriye atması, isteklerine, arzularına kulaklarını böyle kuvvetle tıkaması… İyiliğin kaynağı insanın özünde nereye denk gelir bunu bilmiyorum ama mesela kızım Eva’ya ben işteyken bakıcılık yapan Saniye, hayatımda gördüğüm en iyi kalpli insandır. Var öyle insanlar….

 

Ve görünen o ki sende iz bırakıyorlar… İyilik senin için şaşırtıcı bir şey mi? 

Aslında pek de değil galiba… Bugünlerde, dünyada bunca bölgesel savaş, bunca zulüm varken bile iyiliğin varlığına inanıyorum. Eva (Kızı) doğunca bende bir dönüşüm oldu. Şöyle hissettim: Ben bir insanı böyle koşulsuzca ve bu kadar çok sevebildiğime göre, yaradılış dediğimiz ne ise, onun kaynağı sevgi olmalı. Sevgi ve iyilik, kötülükten büyük olmalı. Bunu bütün hücrelerimde hissettim.

 

Romanın bana göre bir diğer özelliği de, ‘karanlık taraf’ta olmayan hemen herkesle empati yapabiliyor olmak. Sonradan katı kalpli diye anlatılacak olan Cos, “Bir yabancıyı evimize mi alalım?” dediğinde onla aynı fikirde olabiliyoruz. Gezi’de kimseye yardım edemediğinden dolayı şimdi bir şeyler yapmak isteyen Ahuva’yla, yer yer saçmalasa bile empati kuruyoruz. Empati sadece okurda değil, romanda da dile geliyor, Ahuva ofiste toplantıda ona “horozlanmaya” çalışan iş arkadaşını “anlamaya çalışıyor” ve diğer iş arkadaşına karşı savunuyor. Empati sence gerçekten de kurtuluşun altın anahtarı mı?

Kurtuluş farkındalık ise, evet. 

 

Farkındalık senin için ne demek? 

Her duyduğuna, okuduğuna prim vermeden konuyu özünden kavramaya çalışmak… Atıp tutmamak, bilmeden ahkam kesmemek… Tarafsız olmaya çalışmak. Başına neyin neden geldiğini anlamaya çalışmak. Neyi neden hissettiğini, o duygular hangi yaralarına, hangi korkularına, hangi yaşanmamışlıklarına denk geliyor da öyle tepki veriyorsun, onu kavramaya çalışmak… Karşına çıkan kişi veya durumları suçlamak yerine aynayı kendine çevirip “ben bunu neden yaşıyorum, bundan ne alabilirim, ne öğrenebilirim?” diye sormak… Hayat diye adlandırdığımız gizemli görünen ama belki açık bir şuurla matematiği çözülebilecek sürece daha geniş, daha sevgi dolu bir gözle bakmaya çalışmak… Çok mu mistik oldu?

 

Çok olmadı. Senin böyle ruhsal bir tarafın var zaten. Daha İstanbul’da yoganın y’si moda değilken yoga ve meditasyon yapardın sen…

Evet haklısın… Yogayla 1994’te tanıştım. Hayatıma giren en güzel şeylerden biri.

 

 

Bir önceki romanın Nişan Evi, ondan önceki öykü kitabın Sürgün; her ikisi de ezilen azınlıkların, çatışmaların, sürülmenin, kendi kaderini ellerinde tutamamanın sularında geziniyordu. Hayattayız Madem de aynı konu üzerine inşa oluyor. Bu konular senin için ezelden beri hassas konular, öyle anlaşılıyor. Kendini tüm bunlardan apayrı, bambaşka konularda yazarken hayal edebiliyor musun?

Türkiye’de büyüdüm. Malum, çocukluğumdan bu yana gündemi, günlük hayatı dolayısıyla aklımı, kalbimi meşgul eden konular bunlar. Belli ki benim de özellikle içsel anlamda kendimi iyileştirmeye, oldurmaya, bütünleştirmeye çabaladığım alanlara paralel… Ve fakat kendimi bambaşka konularda yazarken tabii ki hayal ediyorum. Seninle izlemiştik hatta, Ae Fond Kiss… Ve demiştik ki “Ken Loach âşık olmuş!” Kaygısız bir aşk değildi, yine toplumsal meselelerle sıkıca örülmüş bir Loach filmiydi ama baskın duygu, aşktı. Baskın duyguları farklı başka kitaplar yazacağımı biliyorum.

 

Çiler İlhan’ın kitapları arasında Hayattayız Madem nasıl bir yerde duruyor senin için?

Zor sordun yine! Şimdi… Bir kere, ilk uzun romanım. O açıdan özel, hani ilk öpücük, ilk aşk gibi, kalbimde hep ayrı bir yeri olacak filan… Sürgün de biraz böyleydi. O kitabın yazım sürecinde, içim büyümüştü. Hayattayız Madem de hem içsel hem dünyevi anlamda olgunlaşmama katkı sağladı diyebilirim.

 

Bir yazar olarak yetmiyor yetmiyor yetmiyor…

 

Konu kimlik olduğunda belki de en önemli konulardan biri “dil”. Romanda Meryem’in Türkçe öğrenmeye gönüllü olması, çaba sarf etmesi kimsenin gözünden kaçmıyor. Senin dille ilişkin nasıl? Dil ve kimlik arasındaki ilişkiyi biraz açabilir misin?

Ben de Meryem gibiyim! Geldiğimden beri Hollandaca öğrenmeye çalışıyorum. Bir yazar olarak yetmiyor yetmiyor yetmiyor… Romanda Batya “dil vatanmış meğer!” diyor ya, sadece sınırlardan değil içsel bir vatandan bahsediyor tabii ki çünkü bu gezegende kendimizi ifade etmek diye bir derdimiz var. O da günlük hayatta, kelimelerle. Kelimelerin yoksa, o 50 yaş aklınla çocuk gibi kalıyorsun.

 

Günlük hayat dediğin, nasıl bir şey? Hollanda’da nasıl geçiyor günlük hayat?

Hem hızlı hem sakin… Bu ülkenin kendine has bir ritmi var. Yaşadığımız kent 70 bin nüfuslu, küçük bir yer. Gün içinde pek çok şeye yetişebiliyorum. Zaman daha yavaş akıyor gibi, bu anlamda. Ama tabii ki hep meşgulüm ben. Kendimi meşgul etme uzmanıyım.

 

Nasıl meşgul ediyorsun kendini?

Hafta içleri genelde altı buçuk-yedide uyanıyorum. Çigong veya Tai Chi yapıyorum, on beş dakika filan, çok değil… Kızım Eva ile kahvaltı, o okula, ben masama. Artık neyle meşgulsem… Çalışıyorum, yemek, ev işleri arada… Spor salonu, fitness da hayatımın bir parçası. Akşamları yine ailece yaptığımız şeyler dışında okuma, yazma, film… Amsterdam’a, Den Haag’a, izlemek olsun katılmak olsun festivallere, sergilere, konserlere gitmediğim, arkadaşlarımla buluşmadığım zamanlar dışında günlük rutin bu. 

 

Geçtiğimiz haftalarda, 40. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’na katıldın ve kitabını imzaladın? Nasıl geçti? Beklentine göre nasıldı? 

Şu anlamda çok güzel geçti: Everest Yayınları ekibiyle harika vakit geçirdik. Sevdiğim yazar, yayıncı, editör arkadaşlarımı gördüm. Yenileriyle tanışıp anlaştık. Oralar çok güzeldi. Yoksa ben fuarları sevmiyorum pek. Çok kalabalık oluyor.

 

Peki sıradaki kitap nasıl bir şey?

Aslında Hollandaca yazmak istediğim bir kitap var… Yaklaşık bir buçuk yıldır bekliyor tepemde. 

 

Hollandacan o kadar iyi mi?

Değil! Yani Türkçe yazdığım gibi yazamam, öyle bir beklentim yok. Olduğu kadarıyla… Başlamaya çekiniyorum, ya hiç çıkmazsa diye. Öte yandan içimden kopmaya çalışan bir novella ve roman da var. Bilmiyorum kısacası.

 

Kitaplarını birkaç defa okuduğun yazarlar var mı?

Üniversitede dönüp dönüp Borges okurdum. Çok severdim. Küçük yaşta okuyup da hiçbir şey anlamadığımı sonradan anladığım klasikleri tekrar okuduğum da oldu. Dostoyevski, Orwell, Conrad mesela… Ama okumak istediğim o kadar çok kitap var ki!

 

Kitap okurken cümlelerin altını çizenlerden misin yoksa sayfaların tertemiz mi kalır?

Bir arkadaşım, beni kitap okurken görüp “senden kitap ödünç alınmaz” demişti. 

 

Fena çizersin…

Hem de nasıl! Bir de yıllardır kitap yazısı yazıyorum, oradan da bir alışkanlık kaldı. Kitap yazılarım genelde tek bir kitap üstüne olmuyor. Birbiriyle etkileşim içinde olduğunu düşündüğüm kitaplarla filmleri harmanlayıp yazıyorum. Altlarını çizmek çok işe yarıyor o yüzden.

 

Demin bahsettiğin şu çalışma masanın üzerinde neler var?

Condé Nast Traveller’da çalıştığım zamanlarda Paris’ten aldığım metal kutu; içinde post-it, bant, zımba gibi şeyler var. Kalemlerin olduğu kocaman bir kahve fincanı. Minik bir Berlin haritası. Ucuz bir çerçeve içinde İstanbul kabartması; Boğaziçi köprüsü ve dev, çirkin bir cruise gemisi görünüyor. Aşırı turistik bir şey, son dakika havalimanından almıştım. Sevimli bir ganesha biblosu, Yeni Delhi’den. Bergman’ın adası Fårö’den getirdiğim ortası boş, muhteşem taş. 

 

Kitap saymadın…

Ne üstünde çalışıyorsam onun için lazım olan kitaplar gün veya gece sonunda, odamdaki özel raflarına kaldırılırlar. Fakat günlük, haftalık, aylık programlar yapıp hedefler koyduğum, notlar aldığım, üstünde kafamı derleyip topladığım defterim hep sol köşede. 

 

 

 

yazıyı oku

“DUYGU ASENA YAŞASAYDI, HERHALDE BÜYÜK HAYAL KIRIKLIĞINA UĞRARDI”

Yazı: Heja Bozyel

Zuhal Olcay’ın sesiyle tanıştığımda henüz o kadar küçüktüm ki; bu hep ne hissederse hissetsin gururlu kalmış kadının söylediklerini anlamam kolay değildi. Ama sesindeki farkı, dilindeki Türkçe müzikte kolay bulunmayan temiz artikülasyonu, çözemediğim o acılı olmayan ama acılı romantik sese, seslere tutulmuştum resmen. “Küçük Bir Öykü Bu” albümünü kaç kez dinlediğimi bir tek “kaset çalar” bilir. Sonra CD’sini de almıştım hatta arabamdaki ilk CD’lerdendi…

Çünkü seneler içinde herkes gibi ben de “Küçük Bir Aşk Hikâyesi”nin kahramanlarından biri olmuştum. Tamam, baştan sona bir aşkın evrelerini müzikle anlatan albümün baş kahramanı kadının biraz “stalker” olduğunu şu an yeniden dinleyince idrak edebiliyorum ama kim onlarca kişinin arasından bir kişinin ellerine, gözlerine, gülüşüne, sesine dalıp kendini bir filmin kahramanı gibi hissetmemiştir ki? Ve belki de bu albüm sayesinde (yüzünden demeye dilim varmıyor) her filmin, her hikâyenin bir sonu olduğunu çok erken yaşta kabullenmiştim. 

Sonraki senelerde “Sen Bana Fazla İyisin” klasiği ile bir kadının hiç küçülmeden küçültebileceğini, değersizlik hissini arabeskleşmeden anlatabileceğini de Zuhal Olcay’ın o hafif alaycı sesinden öğrenmiştim. “Ölsem de Bir Kalsam da Bir” şarkısının depresyonlarımın milli marşı olduğunu, “Yalnızlığım” şarkısında ne çok gururla yalnızlığıma sarıldığımı anlatmama gerek yok herhalde… Bahsetmeyeceğim konulardan bir başkası da, Zuhal Olcay’ın güzelliği. Malumu anlatmaya gerek yok… Bu hep mesafeli, soğuk kadının daha ilk tanışmamızda hissettiğim Türkiyeli olmayan hali, belki de kendini saklamak için ördüğü bir duvardı ve yıllar içinde bu duvara hapsolmuştur, kim bilir… 

“Dünden Sonra Yarından Önce” şarkısındaki “Yaşam durur umut bitince yaşayamadıkça özgürce” sözünü de az mı düşünmüştüm? Oynadığı filmlerin yarattığı etkileri ise henüz “feminist” kavramını anlamadığım zamanlarda dergilerde okumuştum. Evet, o zamanlardan beri değişmemiş iki şey dergi tutkum ve Zuhal Olcay sesi sevgim. Bu nedenle Beats By Girlz Türkiye Festivali sahnesinde olacağını duyunca çok heyecanlanarak hemen röportaj yapmak istedim. Röportajı kabul etmediğinde “Sen Bana Fazla İyisin”i mırıldanarak “En azından 2 soru” diye ısrar ettim. Ne yani, şarkılardan öğrenmedik mi biz vazgeçmemeyi? 

Neyse ki kırmadı bu defa ve uzun uzun cevapladı, uzun 2 sorumu. 

“İlk kez profesyonel olacak sahneye çıkacak, kendi konserini verecek ya da tiyatro oyununda yer alacak bir sanatçıya tavsiyeniz ne olur?  

Eğer sanatçı olmuşsa yani o eğitimden ve o tedrisattan geçmişse tabii ki çok çalışması ve dünyayı izlemesi, yani dünyayı birebir takip etmesi ama, eğer ki daha mesleğe başlamak için eğitim aşamasındaysa en iyi şekilde eğitim almaya çalışması… Önereceklerim bunlar olacak, bir de tabii işe başlayacak bir sanatçı adayı ise çalışacağı topluluğun normlarını iyi anlaması lazım, nasıl bir sanat anlayışına hizmet edeceği konusunda düşünmesi, ona göre seçimlerini yapması lazım.

80’lerde kadını, dönemin Türkiye’de yeni öğrenilen feminist ruhuna uygun şekilde anlatan filmler çekilirken siz de bu filmlerle sinemaya girdiniz. Duruşunuzu, zarafet ve asilliğinizi hiç bozmadınız. O günlerde “ikon” olmuş bir genç kadın, bir sanatçı olarak bugünün genç kadınlarını ve bugünün feminizmini nasıl görüyorsunuz?

Teşekkür ederim. Üzülerek söylüyorum, çok yol almadığımız maalesef bir gerçek. Bunda kadın olarak hepimize görev düşüyor, bilinçli olma görevi düşüyor. Ne yazık ki yol almadık, o zamanların bu konudaki en önemli yazarlarından Duygu Asena eğer şu an yaşasaydı, herhalde büyük hayal kırıklığına uğramış olurdu o da diye düşünüyorum, maalesef…”

Konserine “feminist” yazan t-shirtle çıkarak feminizmi hiç bilmeyen genç kadınların t-shirtlerine, Instagram feedlerine taşıyan Beyoncé, senden büyük Zuhal Olcay var! Şaka bir yana, bu cevapla bir kez daha Mehter Takımı gibi iki ileri bir geri gidişimize, müziği bile siyasetsiz konuşamamıza içerliyorum elimde olmadan… Büyümek bu mu? Sevdiğin müzisyene aşka dair değil de dünyaya dair sorular sormak mı? Şarkılarda hatırlayıp gözlerinin dalacağı birinin olmaması mı? 

Cevaplar bende yok ama şarkılar var ve iyi müziğin her yaşa hitap edebildiğini görmek için yaşlanmış olmak gerekmiyor sanırım. Zuhal Olcay, Yedikule Gazhane’de Selin Sümbültepe’den sahneyi devralınca eski bir arkadaşımla buluşmuşuz da hiç ara vermemişiz gibi sohbet ediyormuşuz gibi hissettim, şarkılarını hâlâ ezbere bildiğimi fark edince. Ve genç müzisyen kadınları şehirde bir araya getiren bu çok sevdiğim oluşuma, Beats By Girlz Türkiye Festivali’ne destek oluşu ile gözümdeki rock starlığı bir kez daha pekişti. Teşekkürler, kadın olmayı, çok aşık bir kadın olmayı, ihanete uğramış bir kadın olmayı, vakur bir kadın olmayı, umursamaz değil ama dalga geçebilen bir kadın olmayı şarkılarından öğrendiğim Zuhal Olcay. 

Beats by Girlz şehri müzikle doldurmaya devam ediyor. Festival programı için: beatsbygirlzturkey.com

 

Beats By Girlz hakkında meraklısına kısa bilgi: 

Beats By Girlz Türkiye, topluluğunu güçlendirmek amacıyla dijital müzik programları, müzik teorisi, şarkı sözü yazımı gibi birçok farklı alanda müzik ve teknoloji odaklı eğitim projeleri düzenler, yaratıcı endüstrilerde cinsiyet eşitliği için farkındalığı artıracak içerikler geliştirir. Dünyada eş zamanlı olarak geliştirilen bu müzik eğitimi müfredatı dünyanın önde gelen müzik konservatuarlarından olan biri Berklee College of Music eğitmenlerinin desteğiyle oluşturulmuştur. Müzik üretiminin demokratikleşmesi ve erişilebilir olması için sistem düşüncesi yaklaşımıyla farklı ölçeklerde çözüm modelleri geliştirir. Bu bağlamda müzik endüstrisinde toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması için yaratıcı sektörlerdeki paydaşlarla ortak projeler geliştirir.

yazıyı oku

CELEBRATION TOUR: MADONNA

Yazı: Hikmet Demirkol

Fotoğraf: Warner Music Artwork: Carilla Karahan  

90’larda çocuk olan ve Madonna’ya hayran olmayan, Like A Prayer şarkısını ayna önünde söylemeyen çocuk var mıdır? O çocuklardan biri olan Hikmet Demirkol, Madonna’nın büyük “Celebration Tour” konserlerinin Belçika ayağını yakaladı ve izlenimlerini yazdı.

*Bu yazının “Live to Tell”  dinlenerek okunması tavsiye olunur.

6 yaşındayken ve henüz daha okumayı yazmayı bilmiyorken, Ankara’da evimizin salonunda ‘True Blue’ albümünü kaset çalara koyup kendi kendime danslar edip dilim döndüğünce şarkılarına eşlik ettiğimi hatırlıyorum. Hafızamda bir sanatçıya hayran olmanın ilk temeli Madonna ile böyle başlamıştı. Birkaç sene sonra ‘Like A Prayer’ albümü çıktığında, kasetinin parfüm kokulu olması büyük bir olaydı onu anımsıyorum, hatta amber ile tarçın karışımı yanık kokusu hala burnumda diyebilirim. Bu kaseti yanımda walkman olmasa da okul çantasına atıp onla okula gidip gelmenin verdiği tarifsiz mutluluk bir diğer Madonna bağımlılığımın göstergesiydi. 

Yaklaşık 9 ay önce Antwerp konserine bilet aldığımdan beri aklımda hep bu maziden gelen anılar canlanıyordu, diğer bir deyişle aslında konsere kendimi bu duygularla hazırladım. Artık 40’lı yaşlarda olduğum için hayatımın her dönemine mutlaka bir şarkısıyla, albümüyle ya da yaptığı aktivist bir adımla imza atmış bu dev ismi bir kere daha canlı izlemek, bu yazıyı yazarken hala o konserde gibi hissetmek, bu sene kendim için yaptığım en iyi şeylerden biri olduğunu düşünüyorum. Sonunda 9 aydır büyük bir sabırsızlıkla beklediğim Madonna konserini sonunda dünya gözüyle tanık olduğum için çok mutluyum.

Geçtiğimiz yaz Madonna hastaneye kaldırıldı haberini gördüğümde aşırı endişelenmiştim. Basındaki tüm haberler turne ne olacak odaklı olmasına karşın ben gerçekten de konser olmazsa olmasın yeter ki Madonna sadece iyi olsun diye diledim içimden. Turnenin Amerika ayağı Aralık ayına ertelendi, kraliçe dinlendi, enerjisini topladı, kendine geldi ve provalarına yeniden başladı. Kısa sürede hepimizi korkutan o kötü günleri geride bırakarak yıllarca unutulmayacak bu dev turnesine önceki hafta başladı.

Madonna, Londra’dan başladığı turnesinde 4 gece üst üste yaptığı nefis performans ile hem dünya basınının aklını başından aldı, hem de bilet almayan ya da bulamayanları bir kere daha bu üzücü duyguyla baş başa bıraktı. Ben kendisiyle Londra’daki bu manşetleri süsleyen konserlerinden hemen sonra turnenin Belçika ayağında yer alan Antwerp konserinde kavuştum. Sonda söyleyeceğimi şimdi söyleyeyim, konserden o kadar etkilendim ki, kafamda sürekli ‘Live To Tell’ çalıyor ve İstanbul’a döndüğümden beri Madonna’yı bu turnede başka nerde izleyebilirim diye turne biletlerine bakıyorum, hayaller kuruyorum.

Antwerp’teki konsere 20:45’te çıkması beklenen Madonna kalabalığın alkışlarıyla ancak saat 22:00’da sahnede belirdi. Bu konserde tribün bileti bulabildiğimiz için saha içi heyecanını yaşayamadım. Aslında diğer yandan da 18:30’da kapıların açıldığını düşününce üç buçuk saat ayakta beklemediğim için de sevinmedim desem yalan olur. 11 sene önceki İstanbul konserini sahne önünde 4 saat kadar bekleyip konser sonrası yürüyemeyecek halde tamamlamıştım. Yine de Madonna’yı canlı canlı izleyebilmek için hepsine değer.

Celebration Turne’sinde Madonna 40 yıllık sanat hayatını kutluyor. En sevilen şarkılarından oluşan nefis bir setlist ile sevenlerini deyim yerindeyse mest ediyor. Konserin açılışını ‘Nothing Really Matters’ ile yapan Madonna, enerjiyi öyle yüksek bir noktada başlatıyor ki, ilk 5-6 şarkı gerçekten ağzım açık izledim sahnede olanları. 65 yaşında olmasından mı bilmiyorum ya da yaz aylarında yaşadığı sağlığıyla ilgili zor günlerden mi bilinmez, tüm konser boyunca kendini çok yormadan bu konseri bitirsin diye içimden dilekler geçirdim. Şu bir gerçek, 11 sene önce izlediğim Madonna ile bu turnede izlediğim Madonna arasında enerji anlamında görülür bir fark vardı. Ama yine de performansının kusursuzluğu, dansların ve sahneyi saran tüm ekranlardaki videoların uyumu müthişti.

Yedi bölümden oluşan konserde tüm ince detaylar düşünülmüştü. Örneğin 80’ler New York sahnesini resmettiği ‘Everybody’, ‘Into The Groove’, ‘Open Your Heart’ ve ‘Holiday’ hitlerinin yanı sıra bence gecenin en duygu yüklü performansı olan ‘Live To Tell’de, Aids’ten hayatını kaybeden Freddie Mercury, Keith Haring, Robert Mapplethorpe ve Peter Hujar gibi dönemin en önemli isimlerinin görsellerinin boy boy asıldığı o anlar aklıma kazındı kaldı. 

Yayımlandığında özellikle klibiyle tüm dünyada olaylar yaratan ‘Like A Prayer’a sıra geldiğinde, Vatikan temalı döner vitrinden sarkan kaslı erkek dansçıların performansıyla bizi nefessiz bırakan kraliçe, ‘Vogue’ da ise kendi kızının da yer aldığı bol bol death drop şovlu danslarla bizleri büyüledi. 

Bu turne her ne kadar Madonna’nın hit şarkılarının şöleni, 40 senelik bir kariyerin tarihi ispatı olsa da, esasen New York’ta parasız ama hırslı bir dansçı kızın bugünlere kadar uzanan rüyasının kutlaması olduğunu düşünüyorum. Pop müziğin kraliçesi Madonna, Antwerp konserinde diğer turnenin önceki konserlerinden farklı olarak duygusal bir konuşma yaptı. Birkaç ay önce ağabeyi Anthony’i kaybettiğini anlatan sanatçı, kendisini bugüne hazırlayan, ona sahip olduğu merakı aşılayan, felsefeyi öğreten, müzik bilgisinin temellerini veren ve hatta caz müziğini sevdirenin ağabeyi olduğunu söylerken gözleri doldu. Bu hayatta onu kurtaran kişinin ağabeyi olduğunu belirtirken, ağabeyinin bağımlılıktan kurtulamamasının ve onu kaybetmenin üzüntüsünü paylaştı. Bu duygusal açıklamaların ardından ‘I Will Survive’ şarkısını ağabeyi Anthony’e ithaf ederek söyledi. Tüm stadyumun söylediği ‘La Isla Bonita’nın ardından LGBTİ+ bayrağını sırtına alarak ‘Don’t Cry For Me Argentina’yı söyledi ve o anlarda konser salonu alkıştan ve çığlıklardan yıkılacak gibi oldu. Konserin özellikle bu bölümü net bir şekilde duygu treni gibiydi, insanın gözleri dolarken dans edecek noktaya gelmesi Madonna sahnedeyken çok kolay oluyor.

Konserin hiç gelmesin dediğim sonlarına yaklaştığımızda, Madonna on binlerce insanı avcunun içine aldığı yetmezmiş gibi resmen dans sahnesinin de merkezine aldı. ‘Bedtime Story’ performansında yapay zeka temelli görsel şovunun ardından ‘Ray Of Light’ ve ‘Rain’ ile kalp atışlarımızı yüksek tempoda tutmayı sürdürdü. 

Popun kraliçesi Madonna, konserin en büyük sürprizlerinden birini son bölüme sakladığını belirtmeliyim. Michael Jackson ‘Billie Jean’ şarkısıyla ‘Like A Virgin’in ustaca mixlendiği halinde, sahnede MJ hologramıyla dans ettiği bu özel anlar pop müziğinin iki büyük isminin birbiriyle kucaklaştığı en özel dakikalardı. Kapanış bölümüne manifesto niteliğindeki ‘Bitch I’m Madonna’ ile imza attı ve konseri son şarkısı olan ‘Celebration’ ile tamamlarken tüm dansçıları ile aynı anda sahnede buluşup şölen yaşattı. 

2 saat süren ve yaklaşık 27 şarkıyı kapsayan bu dev gösteri bittiğinde insanın içinde koca bir hüzün beliriyor. Müziğiyle, kişiliğiyle ve en çok da yaptıklarıyla hem birçok sanatçıya, hem de milyonlara ilham olmuş Madonna’yı canlı izleme şansını Celebration Turne’sinde kaçırırsanız üzülürsünüz. 

 

 

yazıyı oku

ŞEHİRDE BEATS BY GIRLZ SESLERİ

Beats By Girlz Türkiye kendi müziğinin peşindeki, kendi hikayesini anlatmak isteyen genç kadınları destekleyen bir müzik ve teknoloji girişimidir” şeklinde tanımlıyor kendini bu rengarenk genç kadınlar topluluğu. Şehri çekilir kılan güzelliklerden biri, beklenmedik anlarda, yerlerde karşımıza çıkan etkinlikleri oldu iki senedir. Her Cuma Pera Müzesi’nde devam eden “Bir Arada” konserleri mesela. Türkiye’de henüz 2. seneleri olsa da, 2013 yılında New York merkezli bir girişim olarak başlayan ve ABD’nin birçok eyaletinin yanı sıra Danimarka, Lizbon, Londra, Berlin, Prag, Güney Afrika ve Paris gibi yerlerin de olduğu 30’un üzerinde bölgede faaliyet gösteren bir ağ Beats By Girlz. “Bu Festival Bizim” mottolu festivallerinin ikincisinde, oldukça yoğun ve ince düşünülmüş bir programla, Zuhal Olcay’dan Ruken Yılmaz’a uzanan bir line up’la Boğaz kıyılarına yayılıyorlar.

 

Festival kapılarını 1 Kasım Çarşamba günü Yedikule Gazhane’de gerçekleşecek şarkıcı, söz yazarı ve besteci Selin Sümbültepe ve güçlü yorumuyla Türkiye’de on yıllardır kadın müzisyenlere ilham veren ve adını duyunca bile heyecanlandığımız zarafet timsali Zuhal Olcay konserleriyle açacak. 4 Kasım Cumartesi günü son dönemin dikkat çeken genç müzisyenlerinden Bade Nosa, üç Yunan kadın müzisyen tarafından kurulan ve bu coğrafyanın müzikal zenginliğine, bu müziğin hassas ve karmaşık yapısına kulak veren Sinafi Trio ve ardından nostaljik Türkçe pop’un güçlü vokallerinden Eda Baba Müze Gazhane’de sahne alacak.  

5 Kasım Pazar günü festival dopdolu programıyla Müze Gazhane’de devam edecek. Alternatif müzik sahnesinin çokyönlü isimlerinden Özge Ürer’in performansının ardından Kürtçe geleneksel müziğine ait ezgileri kendine has üslubuyla yorumlayan Ruken Yılmaz sahne alacak. Geceyi caz, funk, R&B ve pop müzik yorumcusu, piyanist ve besteci Duygu Soylu’nun şarkılarıyla kapatacağız. 

 

10 GÜN KESİNTİSİZ MÜZİK

10 gün boyunca farklı günlere, saatlere ve mekanlara yayılacak olan ücretsiz konserler, festivalin birliktelik duygusunu da tüm şehirde hissedilir kılacak. Metrohan da festivalin sesinin yükseleceği noktalardan biri. Metrohan’da gerçekleşecek pop-up konserler kapsamında 6 Kasım Pazartesi günü Eda Sena Şenceylan nam-ı diğer Şenceylik ve 10 Kasım’da da dingin vokalleri ve özgün hikayeleriyle İdil Meşe sahne alacak. Pop-up konserlerin İstanbul Kitapçısı Kadıköy Şubesi’nde gerçekleşecek programı kapsamında ise Nergis Fırtına 6 Kasım Pazartesi, Sirel Tunay 10 Kasım Cuma günü bir konserle müzik severlerin karşısında olacak.

 8 Kasım Çarşamba günü Müze Gazhane’de güçlü vokalleri ve melodik ezgileriyle Dilhan Şeşen sahne alacak ve ardından geleneksel Anadolu müziğinin, saykedelyanın, surf rock’ın ve post-punk’ın zıtlıklarını fütürist yaklaşımıyla bir araya getiren Gaye Su Akyol’un performansıyla gece sonlanacak.

 9 Kasım Perşembe günü ise Cemal Reşit Rey Konser Salonu çok özel bir konsere ev sahipliği yapacak: Türkiye müzik sahnesinin önemli sanatçılarından Feryal Öney ve Jülide Özçelik’in büyülü sesleri Beats By Girlz Türkiye’nin bir sanatçı gelişim projesi olan Benim Şehrim Benim Sesim orkestrasına eşlik edecek. 

Festivalin tam programına ulaşmak ve kayıt yapmak için:  Beatsbygirlzturkey.com

 

 

Beats By Girlz hakkında meraklısına kısa bilgi: 

Beats By Girlz Türkiye, topluluğunu güçlendirmek amacıyla dijital müzik programları, müzik teorisi, şarkı sözü yazımı gibi birçok farklı alanda müzik ve teknoloji odaklı eğitim projeleri düzenler, yaratıcı endüstrilerde cinsiyet eşitliği için farkındalığı artıracak içerikler geliştirir. Dünyada eş zamanlı olarak geliştirilen bu müzik eğitimi müfredatı dünyanın önde gelen müzik konservatuarlarından olan biri Berklee College of Music eğitmenlerinin desteğiyle oluşturulmuştur. Müzik üretiminin demokratikleşmesi ve erişilebilir olması için sistem düşüncesi yaklaşımıyla farklı ölçeklerde çözüm modelleri geliştirir. Bu bağlamda müzik endüstrisinde toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması için yaratıcı sektörlerdeki paydaşlarla ortak projeler geliştirir.

yazıyı oku

TAKİP EDİLMESİ GEREKEN BİR MÜZİK GRUBU: ENGİN

Röportaj: Heja Bozyel

Fotoğraf: İKSV izniyle

 

Muhtemelen Instagram’da “keşfet”te önünüze düşmüştür ENGIN videoları. Ya da sizinle aynı müzik zevkine sahip bir arkadaşınız gönderdi. Yola Almanya’da Almanca müzik yaparak çıkan Engin, Jonas ve David, Instagram sayesinde bir anda Türkiye’de meşhur oldu. Hatta öyle ki; Salon İKSV’de tek gece olarak açıklanan konserleri önce 2 geceye sonra 3 geceye çıkartıldı!

 

Gruba adını veren Engin Devekıran yarı İstanbullu yarı Alman. Anadolu rock müzikle tanışması Cem Karaca ile olmuş. Kendi deyimleri ile “Alman Alman” (Jonas ve David)  ve “Türk-Alman” (Engin) müzisyenleri yakalamışken konu müzikten Almanya’daki yeni ve eski nesil Türkiyeli göçmenlere uzadı. İyisi mi siz grubun ilk albümünü (Nacht) dinleyerek başlayın bu sohbeti okumaya. Sonra zaten fanlarından biri olacaksınız.

*Konser sonrası gelen edit: Sahnede beklediğimizden bile iyi 3 müzisyen vardı ve seyirci ile iletişimleri de mükemmeldi. Bir şarkıda baslar ne kadar iyi (David) derken sonraki şarkıda bateriyi (Jonas) delice alkışladık. Gitarda ve vokalde Engin, sahnede olmak için doğmuş gibiydi. Üçü de çocuk gibi eğlenerek, mutlulukları okunarak çalıyorlardı ki sanırım sırları da bu, tüm iyi müzik gruplarında olduğu gibi. Engin’i çok kez izleyeceğimiz, adını çok sık duyacağımız kesin! Yani kaçırdıysanız üzülmeyin, çok yakında eminim ki festivallerde de headliner isimlerden olmaya başlayacaklar.

 

İstanbul’a ilk gelişiniz mi? Engin, senin değil tabii…

David: Evet, ilk gelişimiz. 

Jonas: İlk gelişimiz ve sindirmesi zor bir deneyim. Çok fazla insan, çok fazla otomobil var. Gerçi Engin bize şu ara İstanbul’un en sakin zamanlarından biri olduğunu, turist mevsiminde daha hareketli olduğunu söyledi… Ama yani yine de aşırı kalabalık! Buraya otomobil ile geldik, Pazartesi günüydü. Sınırdan geçtiğimizde sokaklarda neredeyse hiç kimse yoktu. Sonra İstanbul’a girdik ve bir anda her şey değişti. 

 

Nasıl yani, Almanya’dan buraya arabayla mı geldiniz? Gerçek bir “Almancı” deneyimi mi yaşamak istediniz?

Engin: Biraz öyle oldu, evet. Tam bir Almancı deneyimi yaşadık! 

 

Nasıldı peki?

Jonas: İyiydi, yani her Türkiye konserine arabayla gelmeyiz tabii ama ilk Türkiye konserimiz için iyi bir deneyim ve maceraydı. Trafik yoktu, sınırlarda sorun yaşamadık…

 

Aslında tek konser olarak açıklanmıştı program ama sonra yoğun talep nedeniyle ikinci konser eklendi. Türkiyeli müzikseverlerin ilgisini nasıl buluyorsunuz? Beklediğiniz bir şey miydi?

Engin: Hayır, pek beklemiyorduk. Yani kendi adıma söylüyorum ama biz müzik yapmaya başladığımızda aklımızda Türk dinleyiciye ulaşmak yoktu. Almanya’da Türkiye kökenli çok fazla insan var ve bu yüzden de Alman müziğinin Türk elementleri taşıması gerektiğini düşünüyorduk. Sonuçta 70 yıldır birlikte yaşayan bir toplum ve doğal olarak kültürel yansımalar oluyor. Aslında Alman hip-hop müzikte Türk müziğinin etkileri görülüyor fazlasıyla ama rock veya indie pop dünyasında buna rastlamak pek mümkün değil. Bu yüzden “Almanya’da Almanca müzik yapacağız ve içinde Türkiye ezgilerinin olması da çok normal” dedik. Bunun üstüne sosyal medyada kayıtlarımızı paylaşmaya ve her hafta bir şarkı paylaşabilmek için eski Türkçe şarkıları araştırmaya başladık. Yine aklımızda hep Alman dinleyici olduğu için Almanca çeviri yapıyorduk. Araştırırken gördük ki çok fazla çok iyi Türkçe şarkı var ve hepsi de öyle egzotik, bize uzak şarkılar değil. Hatta aksine, bize oldukça yakın yeni Türkçe şarkılar var. Bu arada Instagram algoritması devreye girdi ve içeriğimizi Türkiye’deki kullanıcılara göstermeye başladı. Bu da bizi bugüne yani İstanbul’daki ilk konserimize getirdi. Hem de ilk albümümüzün yayınlanmasından çok kısa bir süre sonra. 

Şarkılarla tarihi olan insanlar var ve bu da bir ‘Alman Alman’ olarak benim ilk kez deneyimlediğim bir şey.

 

 

Doğrusu ben bu ilgiyi bekliyordum. Sizi yaklaşık 4 ay önce keşfette izlemiş ve seveceğini bildiğim herkesle paylaşmıştım. Ama doğrusu talep nedeniyle konser sayınızın ikiye çıkacağını yani bu kadar tanındığınızı bilmiyordum… Peki Almanya’da, Almanlar’dan beklediğiniz ilgiyi görebildiniz mi?

Engin: Konserlerimizde çok iyi bir karışım olduğunu söyleyebilirim. Yani izleyicinin yarısının Türkiye kökenli yarısının Alman olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Konserlerde bu kadar çeşitli izleyicinin olması çok özel bence. Başka yerde kolaylıkla görülemiyecek bir şey. Bu genelde bizim gibi küçük, yeni grupların başına gelen bir durum da değil. Çünkü Almanya’da Türkçe müzik yapan gruplar genelde tipik düğün müziği yapıyorlar. Genelde de sadece Türk dinleyicileri var. Biz böyle karışık bir dinleyici kitlesine sahip olduğumuz, bu insnaları bir araya getirdiğimiz için çok mutluyuz. Bu konuda herkes çok pozitif. Bizim tarzımızı dinlediklerinde, bizim yaptığımız şarkıları dinlediklerinde, insanlar genellikle alışık olmadıkları bir şeyler olduğunu hissediyorlar, ancak heyecan verici olduğunu da düşünüyorlar. Ayrıca, eski şarkılara yeniden yorum kattığımızda ve kendi versiyonlarımızı çaldığımızda, onları repertuvarımıza dahil ettiğimizde “Vay canına, Türkiyeliler bu şarkıyla eşlik ediyor, duygulanıyor, neden şarkı bu kadar önemli ve nereden dinleyebilirim?” diye soruyorlar. Ve ilgilenmeye başlıyorlar. Bu, insanlar arasında bağlantı kurma süreci ve bu deneyimin gerçekten güzel olduğunu düşünüyorum. Elbette, biraz yavaş ilerliyor

Jonas: Aynı zamanda çok güzel duygusal bir içgörü elde ediyoruz izleyicilerin tepkilerini görünce. 

 

Müzisyen olarak mı bir Alman olarak mı?

Jonas: İkisi de. Muhtemelen David için de aynısı geçerli. Mesela Özdemir Erdoğan’ın Gurbet şarkısını çaldığımızda ya da dinlediğimizde bizim için sadece müzikal anlamda çok iyi bir şarkı var ortada. Ama şarkının duygusal yanını bilmiyoruz. Şarkıları canlı çaldığımızda insanları ağlarken gördüm, yaşlı insanlar da dahil olmak üzere… Şarkıyla tarihi olan insanlar var ve bu da bir “Alman Alman” olarak benim ilk kez deneyimlediğim bir şey. Sahnenin üzerindeki rastgele bir adam olarak, bir Alman olarak o müziğin ne anlama geldiğini anladım… O şarkılar Almanya’ya uzun zaman önce gelen insanlar için ne anlama geliyor? Beraberlerinde hangi tür kültürü getirebildiler? Türkler geleneklerini çocuklarına aktardıkları için çocuklarının da bu kültürle, şarkılarıyla bağları oluştu. Şimdi Alman izleyiciler de o duygulara şahit oluyor, deneyimliyor ve bu sayede Almanların aklındaki stereotipler değişiyor, siliniyor. Benim için en şaşırtıcı şey bunu görmek oldu.

 

Almanya’da yaşayan Türkler Türkiyelilerden daha çok “Türk” ve bahsettiğiniz stereotipler bu nedenle oluştu. Önyargılar oluştu. Ama görüyorum ki siz müziğin kültürleri birleştiren ve birbirimizi anlamamızı sağlayan bir araç olabileceğini düşünüyorsunuz…

Engin: Elbette. Yani, her şey müzikte saklı, çünkü insanlar geldiklerinde hemen müzik yapmaya başladılar ve yeni ülkede yaşadıkları duyguları ve deneyimleri müziğe yansıttılar. Bu yüzden Cem Kaya’nın Aşk, Mark ve Ölüm adlı harika bir belgeseli var. İnsanların gurbetle nasıl başa çıktıklarını ve hangi tür acılar yaşadıklarını, nasıl yönettiklerini anlattıkları harika bir belgesel. Bu kadar zengin bir kültürel miras… Filmin giderek daha fazla ilgi görmesi gerçekten harika çünkü insanların durumlarına empati getiriyor. 

 

Senin ailenin hikâyesi nedir?

Engin: Annem Alman. Babam İstanbul’dan çocukken Almanya’ya geldi ve ben Türk kökenli olarak yetiştirilmedim. Kültürel etkiler vardı ve dil öğretildi, ama evimizde düzenli olarak konuşulmuyordu, bu yüzden biraz asimile olmuşum tabii ki, ama bu benim için kişisel bir yolculuk. Tamam, kültürel köklerim var ama bunları yeterince değerlendiremediğimi görüyorum çünkü uzun bir süre kimliğimin o kısmını gizledim. Bu benim için kötü bir durum değildi, sadece odağım orada değildi. Eski şarkılara odaklanmaya başladığımda çok duygusal hissettim. Sonra bu güçlü duyguları hissettiğimde, bunun daha fazlası var ve bunu keşfetmeliyim dedim. Ayrıca, stereotipik değilim, “adım Engin” dediğimde insanlar “Ne tür bir isim bu” diyorlar, Türk olduğumu düşünmüyorlar. Türkiye kökenli insanların nasıl görünmesi gerektiği, nasıl davranması gerektiği, hangi tür müzik dinlemesi gerektiği ve ne yapması gerektiği hakkında insanların stereotipik bir görüşü olması tüm hayatımı etkiledi. Biz bu müziği yapıyorsak, birçok stereotipi ortadan kaldırıyoruz. Olması gereken de bu. İnsanları stereotipleştirmek artık demode değil mi? Toplum olarak bundan daha iyisi olmalıyız. Ve evet, müziğin gerçekten bu konuda yardımcı olduğunu düşünüyorum.

 

Anadolu rock ya da Anadolu saykedelik rock müzikle tanışmanız nasıl oldu?

Engin: Babam Türk müziği dinlerdi, ama daha çok Türk sanat müziğiydi dinlediği. Bu yüzden çocukken Türkçe müziği sindirmem gerçekten zordu çünkü çok dramatik ve üzücü bir müzikti. “Baba, bu ne tür bir müzik?” diye sorardım. Neden her zaman bu kadar depresif? Bu nedenle d ebir bağ kuramamıştım. Ama birkaç yıl önce müzik okumaya karar verdiğimde, bir arkadaşımın Türk eşi bana “Gaye Su Akyol’u dinlemelisin. Harika Türk müziği yapıyor” dedi. Onu dinlemeye başladım ve “Tamam, bu yeni ve heyecan verici” dedim  ve o noktadan geriye giderek önce Cem Karaca’yı keşfettim. Resimdeki Gözyaşları’nı ilk kez dinlediğimde inanamadım. Aradığım buydu. “Sadece gitarla söyleyeceğim ve sonra nasıl ses çıkaracağıma bakacağım diye düşündüm”. Bir süredir Türkçe konuşmuyordum, o yüzden tereddütlüydüm söyleme konusunda. Türkçe ile yeniden bağ kurmaya başladım. Güzel sonuç çıktı, içinden geçip deneyimlemem gereken bir şeydi. Sonra, Cem Karaca’dan Erkin Koray’a geçtim, oradan Anadolu Rock gruplarına doğru hareket etmeye başladım. Ve sonra ilk EP’mizi yaptığımız dönemde bu şarkılara David’e gösterdim.

David: Ben o sayede tanıştım ve çok sevdim. 

Jonas: Kızkardeşim evde dinliyordu Türkçe şarkılar, bana da dinletti. Gurbet şarkısını (Özdemir Erdoğan) dinlettiğinde aklım uçtu. Dinler dinlemez sevdim ve çok şaşırdım ama kızkardeşim aynı şarkıyı durmadan yüzlerce kez dinliyordu, sevmek zorundaydım!

 

Kızkardeşin nasıl tanışmış Anadolu Rock müzikle?

Jonas: Kardeşim dünyayı gezdiği bir iş yapıyor. Bir NGO’da çalışıyor. 2011’de de Türkiye’de öğrenci olarak bir dönem geçirmişti. Ama 2020’ye kadar bu şarkıları dinlediğini duymamıştım. 2020’de aynı evde yaşıyorduk, evden çıkamıyorduk pandemi nedneiyle ve dinlemeye mecbur kaldım! Kaçmam mümkün değildi. Ama şikayetçi değilim. Bence yapılmış en iyi şarkılardan biri Gurbet. 

 

Biz Alman müziği yapıyoruz” desek de müzik ne kadar Alman olabilir ki? Sözler Almanca olabilir en fazla…

 

Genelde arabesk, hip-hop ve hatta Cartel sayesinde Türkçe müzikle tanışıyor Almanya’da insanlar…

Engin: Cartel’i duyduk ama şarkılarını bilmiyoruz.

Jonas: Hiç bilmiyorum. 

Engin: Hip-hop kültürü gerçekten bizden çok uzak, ama ona önem vermediğimiz anlamına gelmiyor, sadece onunla büyümedik. Mannheim çok küçük bir yer. Üçümüz de Almanya’daki küçük köylerden geliyoruz. Bu bölgelerde şöyle bir şey var: Ya rockçı çocuk olursun ya da hip-hop etkisiyle büyürsün. Bu yüzden Anadolu rock’u köklerimiz olarak keşfettiğimiz için bize gerçekten uzak değil. Çünkü 60’ların ve 70’lerin ABD ve Büyük Britanya’da yapılan rock müzik ve de tüm o gruplar bizim üzerimizde büyük etkiye sahip. O dönemin Türk grupları üzerinde de etkisi olmuş belli ki. Bu yüzden bu bizim için gerçekten güçlü bir bağlantı var arada. 

Jonas: Örneğin, Erkin Koray’ın ilk albümü adını taşıyan albüm, Erkin Koray’ı çok dinliyorum. Aynı zamanda Led Zeppelin’i dinleyerek büyüdüm. Tabii Pink Floyd da öyle. Erkin Koray’ın tarzı da bunlarla aynı. Türk Anadolu rock müziğine adım attığım ilk albümdü ve müzikal anlamda hiç yabancılık çekmedim.

 

Anadolu rock demek aynı zamanda çok duygusal bir tarih demek aslında. Sizin de söylediğiniz gibi insanları ağlatan duygular, gurbet, acı, emekçilik, işçilik, yoğun aşk gibi konular var şarkıların sözlerinde. Oysa bugün şarkı sözlerindeki temalar çok farklı. Siz bu müziğin yeni temsilcileri olarak bambaşka temaları getirmekle ilgili ne düşünüyorsunuz?

Engin: Bu büyük bir müzik mirasını taşıdığımız için onur duyuyoruz tabii ki. Olağanüstü bir müzik tarihi bu. Ama biz sadece çalmak istiyoruz, çocuklar gibi, sadece müzik yapmak istiyoruz ve yani biraz safça, hiçbir şey düşünmeden, iyi bir müzik olduğunu bilerek. Anadolu Rock müziğin muhteşem bir titreşimi var. Duygusallaştırıyor bizi. İyi hissettiriyor, dans ettiriyor ama içinde aynı zamanda bir tür sertlik barındırıyor. Yani sevdiğimiz her şey var içinde. Ham ve gerçekçi. Plastik, elektronik seslerle üretilmiş müzik sevmiyoruz. Kötü demiyoruz ama biz analog müziğe ve gerçek enstrümanlara ilgi duyuyoruz ve bunu da Anadolu Rock döneminde buluyoruz. Ama tabii ki o dönemle bugünün yaşam koşulları tamamen farklı. Müzik her zaman değişiyor. Şu anda müzik hiç olmadığı kadar çeşitli diyebilirim. Afrika müziği ezgilerini pop müzikte daha çok duyuyoruz mesela. Her yerde popüler olan Afro-pop var, Latin Amerika müziği de hip-hop’a doğru güçlü bir şekilde ilerliyor ve dinleme alışkanlıkları değiştiriyor. Bu yüzden çeşitlilik çağında olduğumuzu söyleyebilirim. İlham her yerden alınabilir bu da kullanılan sesi, yapılan müziği daha global hale getiriyor. Yani “Biz Alman müziği yapıyoruz” desek de müzik ne kadar Alman olabilir ki? Sözler Almanca olabilir en fazla… İlham ve haliyle müzik küresel. Sınırlar azalıyor. Bu çok heyecan verici ve böyle bir dönemde yaşamak harika!

 

Bugünün müzik sahnesinden dinlediğiniz Türkiyeli müzisyenler kimler?

Engin: Gaye Su Akyol’un çok büyük bir etkisi var. Adamlar’ı çok seviyorum. Taze bir rock soundları var. Tabii ki Duman… İnnaılmazlar. İnanılmaz şarkılar yapmışlar. Geçen sene Harbiye Açıkhava’da izledim, deliceydi. Punk tavrıları, saf rock şarkıları… İstanbul’da hala çok fazla insanın rock müzik dinlemesi çok hoşuma gidiyor. Kadıköy’de yürürken insanların rock gruplarının tişörtlerini giydiğini görünce sevindik. Evde gibi hissettik, aynı kültüre ve zevke sahip insanlar arasında.

Jonas: Almanya’da bu müziği dinleyenler azalıyor gibi geliyor bazen. Hip-hop ve trap müzik öne geçti. Rock çok niş kalıyor.

 

Peki şarkı sözlerinizle ilgili hiç olumsuz tepki aldınız mı? Mesela en sevdiğim iki şarkınızdan biri Dönermann ve onun sözleri çok eğlenceli olsa da tepki çekebilirdi… 

Engin: Şarkı sözleri hakkında hiç tepki almadığımızı söyleyebilirim. Yani bunu söylerken şaşırdığımı da belirtmem gerekli çünkü Internet çok vahşi bir yer olabiliyor. Konserlerde de her şey çok pozitif, çok hoşnutuz bu duurmdan. Şarkı sözleriyle ilgili terslik yok ama cover şarkılar için bazen olumsuz şeyler söylenebiliyor; “Bu adam Türk mü, Türkçe mi konuşuyor, bu nasıl Türkçe” deniyor. Ama bu da yorumların %1’i denebilir. Yani, ben yarı Alman yarı Türk biri olarak, evde Türkçe konuşulmadığı için bazen zorlanabiliyorum. Yarı Türk olduğum için “Almancı” komünitesinin içinde değildim. Türk arkadaşlarım elbette var ama Türkçe’yle çok fazla bir bağım yoktu. Ama sonunda dedim ki “Türkçem mükemmel ya da değil ama ben elimden geleni yapıyorum.” Bunu güzel karşılayanlar da var, kendi dillerinde kendi kültürlerinde “hoşgeldin” diyor insanlar. Türkiye’de çok fazla insan aksanını önemsemiyor. Almanya’da düzgün Almanca konuşmazsan farklı davranırlar sana, burada öyle değil. O yüzden neden bunca zaman strese sokmuşum ki kendimi anlamıyorum… Bu bir yolculuk dediğim noktada rahatladım. 

 

Bence aksanın çok tatlı ve çok yumuşak bir Türkçen var! 

Engin: Babam İstanbul Türkçesi konuştuğu için doğru şekilde öğrendim. Bir de dediğim gibi yıllarca aslında evde en temiz Türkçe ile sanat müziği vardı. Kulaklarım bunu kapmıştır. Türkçe çok melodik bir dil. Almanya’daki insanlar bizim Türkçe şarkılarımızı duyunca “Türkçe bu kadar melodik ve güzel miydi” diye soruyorlar. Yani kahretsin ki evet, Türkçe bile yanlış biliniyor, yanlış konuşuluyor ama bu da bir nevi streotipleştipleştirme. 

Birisi ağladığında, çığlık attığında ya da dans ettiğinde o kişinin aslında hangi dili konuştuğunun bir önemi kalmıyor.

 

Stereotiplerden ve Almanya’ya işçi olarak gelen Türkler ile ailelerinden bahsediyoruz ve çok doğal oluşan bir tektipleştirme var… Mesela bana “Hiç Türk’e benzemiyorsun” dendiğinde bu bir iltifat mı hakaret mi karar veremiyorum… Öte yandan son senelerde yeni nesil eğitimli, yaratıcı sektörlerden göç yaşandı Türkiye’den Avrupa’ya. Bu “yeni Türkler” sizce önyargıları değiştiriyor mu? 

Engin: Çok iyi anlıyorum bunu. Kendi adıma yeni gelen Türkiyelilerle daha fazla anlaşabiliyorum. Genelde büyük şehirlerden geldikleri için farklı bir kafa yapıları var. Mesela albüm kapağı tasarımımızı yapan Gizem Erdem de 2010’ların ortasında İstanbul’dan Köln’e taşınan bir Türkiyeli. Aslen Ankaralı. Dev bir mural yapmıştı, o sayede tanıdım ve Instagram’da takip etmeye başladım. Hatta mural yaparken o binanın tepesindeyken aşağıdan seslenmiştim “Heyy, senin işlerine bayılıyorum, bizimle çalışır mısın, albüm artworkümüzü yapar mısın”… O zamandan beri birlikte çalışıyoruz, bütün tasarımlarımızı o yapıyor. Çok yetenekli insnalar geliyor Almanya’ya. 

Jonas: Heidelberg’de bir konser vermiştik, İstanbul’dan gelen tıp öğrencileri vardı. Neredeyse 20-30 kişi. Hiç az bir rakam değil! “Türkiye’yi özlüyoruz ve şarkılarınız bize evde hissettiriyor” dediler. Birbirimizden öğreneceğimiz çok şey var. Herkes yeni bir perspektif getiriyor. Alman toplumu için çok önemli bir katkı bu bence. Geçmişi değiştiremeyiz ama mütevazı olup bundan sonrası için empati ile yaklaşabiliriz. Karşılıklı empati… Sonuçta Almanlar yeni bir savaştan çıkmıştı, zor zamanlardı. Türkiyeli işçiler yuvalarını bırakıp bu ülkeye gelmişti. Kimse için kolay değildi. Tabii ki kötü şeyler de yaşandı ama bundan sonrasının sevgi ile anlayışla, önyargısız olması gerekli. 

Engin: Müzik bu noktada devreye giriyor. Hippie düşüncesi gibi gelebilir amamüziğin insanları birleştirme gücünü unutmamak gerekli. Konserde dinleyicilerin çeşitliliğine bakınca görüyorsun bunu. Gençler ebeveynleriyle geliyor konserlerimize mesela. Yaşlılar ağlıyor, takdir ediyor, bu bizi çok duygulandırıyor. Bu sayede çok fazla insana ulaşıyoruz. Müzik sayesinde umut, neşe, anlayış ve iletişim sağlanıyor. Küçük topluluklar belki ama bu da önemli. 

Jonas: Birisi ağladığında, çığlık attığında ya da dans ettiğinde o kişinin aslında hangi dili konuştuğunun bir önemi kalmıyor. O noktada tek önemli olan müzik. 

 

Evet aslında müzisyenler politikacılar kadar güçlü olabiliyor. Konserlerinizi kaydediyor musunuz? Bir gün güzel bir belgesel olabilir!

Engin: Hayır ama İstanbul konserlerimizi kaydedeceğiz, bu bizim için büyük bri dönüm noktası çünkü. Ama Almanya’daki konserlerde sadece sesimizi kaydediyoruz. O da kendimizi cezalandırmak ve geliştirmek için! Konser çıkışı eve giderken dinliyoruz, nereler iyi, nereleri geliştirebiliriz bakıyoruz. Bir rutin oldu bu. Spor kulüplerinin yaptığı gibi. 

 

Bana Kiosk Yüksel şarkınızın hikâyesini anlatabilir misiniz? Klibi de çok güzel! Gerçek bir kiosk mu bu?

Engin: Evet! Mannheim’da yaşadığımız bölgede olan bir kiosk. Son zamanlarda daha popüler olan bir mahalle bu. 20 sene kadar önce fakir bir bölgeydi. Şimdi barlarla, restoranlarla dolu. Değişim güzel ama bu kiosk orada oldukça oranın hala evimiz olduğunu bileceğiz. Yüksel Abi de çok orijinal bir karakter. Çok tatlı ve kapısı herkese açık. Yanında mutlu oluyor herkes. Düşündük ki bu kadar sevdiğimiz bir yer, yıllardır müşteriyiz ve bir şarkısı olmalı. Şu an İstanbul’da olduğumuz için o da bizim gibi heyecanlı. Aylar önce bize İstanbul’da bile çalabileceğğimizi söylemişti. O yüzden çok gerçek bir şarkı Kiosk Yüksel!

 

E o zaman baklava götürürsünüz Yüksel Abi’ye buradan… 

Engin: Mannheim’da yoğun bir Türk komünitesi var. Küçük İstanbul deniyor hatta. O yüzden çok fazla Türk pastanesi, restoranı var. Baklava bulmamız kolay yani. Gerçi İstanbul baklavası kadar iyi olmayabilir ama baklavayla etkileyemeyiz Yüksel abi’yi. 

 

Sona geldik ama sohbet o kadar güzel ki nasıl tanıştığınızı, grubu nasıl kurduğunuzu sormadım! 

Engin: Jonas ve ben 20 yıldır arkadaşız. Aynı okula gittik, ilk kez Jonasların evinin deposunda müzik yapmaya başladık. Farklı müzik gruplarımız oldu. Üniversitede yollarımız ayrıldı. Ben psikoloji okumaya başladım. Ama fark ettim ki psikoloji bana göre değil. Bu aland açalışmak istemiyorum. Müzik yapmak istediğimi anladım, yoksa bu şansı sonsuza kadar kaybedebilirdim. Mannheim’a dönüp üniversitede müzik okumaya başladım. Okulda David ile tanıştım. Başka iyi müzisyenlerle tanışmaya başladık. Birbirimizi bulduğumuz için çok şanslıyız. Evin oturma odasında demo kayıtlarıyla başladık işe. Stüdyoya geçince gerçek bir müzik grubu gibi hissetmeye başladık. O noktadan sınrada aile gibi olduk. Sürekli didişen, birbirine sataşan ve birlikte harika zaman geçiren bir aile. 

 

 

yazıyı oku

SUH.EYL İLE DEPREM, YAS, MÜZİK VE MACERA ÜZERİNE BİR DERTLEŞME

Röportaj: Eren Eryol

Fotoğraf: Erdem Varol

 

Suh.eyl, ‘Macera’ isimli yeni teklisini paylaşınca biz de bu fırsatı değerlendirip onunla bir sohbet gerçekleştirdik. Fakat sohbetin kapsamı müzikle sınırlı kalmadı. Biraz daha uzağa, içli coğrafyalara doğru genişlettik. Depremde ailesini kaybetmiş bir sanatçı olmasına ve bölgedeki atmosferin içinden üretimini sürdürüyor olmasına rağmen Suh.eyl’in sergilediği varoluş kudretine tanıklık aslında bu sohbet. Görüntülü arama ile yaptığımız ve zorlu anlar barındıran, hassas ve zorlu mevzularla örülü bu sohbeti mümkün kıldığı için tekrar teşekkürler.

 

 

Merhaba Suh.eyl! Asabını bozan bir soru var mı?

“Oralar nasıl Suh.eyl?”

 

Coğrafya yasını yaşabiliyor mu?

Hayır. Toplumun yas yaşamasıyla ilgili belli alışkanlıklarımız yerleşmiş. Bu yerleşen alışkanlıkları yas döneminde ele alış biçimimiz de toplumda, politikada, sanatta yine bir kinetizmle gerçekleşiyor gibi geliyor bana. Tabii her bünyede farklı etkisi mutlaka vardır bunun, herkes bunu kinetik yaşayacak diye bir şey yok, potansiyel enerjisinde de bu yoğunluğu bulabilen arayabilen, bazen kendini soyutlamayı başarabilmiş ya da onu arayan insanlar olabilir. Herkesin yas dönemi farklı ama toplumsal bir yerden baktığımızda toplumsal yolculuğa yön veren politik kaosun bizlere yas yaşatmadığını düşünüyorum. Biz toplumsal olarak çok üzüldük ama yön vericilerin emellerine çözüldük. Ama toplumsal olarak yazın gelmesini çok da istedik bence bir yandan da…

 

Biz toplumsal olarak çok üzüldük ama yön vericilerin emellerine çözüldük

 

 

Toplum, yasını tutmuyor değil tutamıyor. Bu zamana kadar yardım etmek isteyen, yardımlaşmak isteyen Türkiye’nin her yerinden insanların hakkını ödeyemeyiz. Ama maalesef yasını yaşayamayan bir toplumun aynı zamanda kolektif bilinci de oluşmuyor, kolektif bilinçle beraber yas yoğrulmuyor ve dönüşmüyor, toplumun kodlarında çöküş yaşanıyor gibime geliyor. Böyle okudum, böyle hissettim. Özellikle yaz aylarında, evet insanlar çok yardım ettiler, buraya yazın gelmesini istediler ama bir an olsun deprem konuşmama ihtiyacı da hissettik. Dayanışmaktan mı bıktık acaba? Bizim sürekli kendimizi dayanışır pozisyonda bulmamızdan dolayı bir sıkıldık mı? Küçük bir kitleden bahsediyorum. Aynı cemiyet, yakın cemiyetlerde yaşadığımız insanları da kastediyorum ki asıl momentumu yaratan da bu kitle bence. Bu konuda biraz karışığım çünkü aklıma Hatay’daki, İskenderun’daki gençler geldi, onlar nasıl yaşıyorlar yaslarını? Ya da depremin içinde olmayan insanlar nasıl yaşıyor diye düşündüm. Kafam karıştı biraz…

 

Yasın olduğu yerde müzik olur mu?

Bireysel bir yerden baktığımda, yaşadığım kültürde müziğin kederi ifade etmek için açtığı bir alan olduğunu görüyorum. Bu alan, babamın en sevdiği şarkıyı, rakı içerken söylediği şarkıyı söylemek gibi bir açıklıksa, ben bu açıklığı kendi hayatımda ailemle ağlaya ağlaya yaşadım… Kişisel olarak ailemle bunu yaşayabileceğim ortamım vardı. İskenderun’daki bazı kültürlerde rakı içmek keder ifadesidir. Kederle beraber insanların çok stresli olduğu zaman rakı içmek normal sayılır. Ama ben annemle babamın evinde, cenaze sonrası içki içirmedim. İçiremezdim. İnsanların kuruyemiş yediği, viski içtiği bir muhabbet haline dönüştüğünü fark ettiğim anda kaldırttım her şeyi evden. Ama yan evlerde bunu yaşayan, bu kederi benimle yaşadığını bildiğim insanlarla rakı içip babamın şarkılarını söyledim ağlayarak. Annemin şarkılarını söyledim ağlayarak. Burada benim yaşadığım yasın müzikle harmanlandığını görmeye başladım. Daha yeni başladım bunu yaşamaya. Hem onların bana aynaladıkları şarkılarla hem de ardından benim yazdığım dört tane şarkıyla başladım o sürece. Bu alana sadece prodüktörleri davet ediyorum ve bu alandan müzik fışkırıyorum şu anda. Eve misafir dahi kabul etmiyorum annemle babamın kokusu gitmesin diye… Yası müzikle yaşamak adına bunu tercih ediyorum şu an…

 

Eve misafir dahi kabul etmiyorum annemle babamın kokusu gitmesin diye… Yası müzikle yaşamak adına bunu tercih ediyorum şu an…

 

 

 

Toplumsal düzlemde değerlendirdiğinde peki?

Türkiyenin ilk deprem dönemine baktığımız zaman buraya ne yapacağını bilemeden gelen müzisyenler oldu yemek yapmaya, buraya ne yapacağını bilemediğinden gelmeyenler oldu, buraya “şu an zamanı değil, altı ay sonra gideriz, üç ay sonra gideriz” şekliyle yaklaşan müzisyenler oldu ama yası yaşadığımız dönemle normal hayatı yaşadığımız dönem politik çizgilerle o kadar sayfa çevirir gibi ilerledi ki yasın sanatla beraber iyileştirici bir etkisini yaşamasına toplumun vakit bulduğunu düşünmüyorum. Burada saksafonu alıp depremzedelerin ortasına geçip müzik yapan insana kim ne diyebilir? Bir buçuk ay sonra bir hafta sonu atlayıp buraya gelip depremzede kuyruğunda saksafon çalıp geri dönse ne olur? Çok fazla insan gelmek istedi, çok fazla insan bir şeyler yapmak istedi ama hayat öyle hızlı değişiyor ki; bir anda gelen bir seçimle beraber, ardından para kazanma kaygısıyla beraber, insanların bir yerden ayrılamama ve çalışma içgüdüsüyle beraber bir tık da yazın gelmesiyle harmanlanınca ben yasın müzikle beraber giderildiğine inanmıyorum. Çünkü, bizim İstanbul’da yaptığımız etkinlikler, yardım etkinliklerinin yeterli olması nasıl mümkün ki?

 

Yası yaşadığımız dönemle normal hayatı yaşadığımız dönem politik çizgilerle o kadar sayfa çevirir gibi ilerledi ki yasın sanatla beraber iyileştirici bir etkisini yaşamasına toplumun vakit bulduğunu düşünmüyorum

 

 

Hüznü dışlamayan dans mümkün mü?

Elbette. Zaten hareket etmemizin sebebi bir duyguyu yaşamak/yansıtmak olduğu için hiçbir duyguya “hayır” demiyoruz. Özelikle dansın koreografi kısmından sonra… Yani dans ettiğin zaman bir şarkıda, şarkı bittikten sonra durmazsın. Ya da şarkının koreografi kısmı bittikten sonra durmak istemeyebilirsin. Amacımız da hareket ederek, hissettiğimiz duyguyu ifade ederek büyütmek. Çünkü bir yerden sonra bu seni kendi duygunla baş başa bırakan bir yere geliyor. En azından bende öyle. Yedi sekiz yıldır şarkının başlangıcından sonuna kadar bir hareket çizgisi kurmaya çalışan, sadece şarkıyı dinleyip ona göre, o stilde dans eden, buna göre eğitimler alan, temelleri oluşturan, temellerle iletişim oluşturup Kadıköy Moda sahilde herhangi bir müzikle bunu dansa yoğunlaştırıp, mükemmelize edip şarkılarda da bunu devam ettiren bir vücut dilini uygulamaya çalıştım ben. Bu kendi yolum, herkeste farklı çalışıyor tabi… Türkiye’nin en iyi koreografları da kim bilir nasıl çalışıyordur ama kimsenin umurunda değil. Çünkü, bu ülkede dans dediğimiz şey sadece bir sos…

 

Travmalarla yüklü bir coğrafyada neşeyi dışlamamak mümkün mü?

Bende bir şeyleri mümkün kılma içgüdüsü var. Mümkün kıldırıyorum. Ama bir şeyleri mümkün kıldırdığımızda kendimizden yediği şeyleri de düşünmek gerek. Mümkün kıldığımız şeyleri kendimize zarar vermeyeceği bir eksende tutarak mümkün… Başka çaresi de olmayan bir ülkede yaşıyoruz. Çünkü hepimiz o kadar çok yok oluyoruz ki herkes her şeyini versin istiyoruz. Ama depremden bir gün sonra çimento hisseleri ülke tarihinin en yüksek seviyesine çıkıyor. Dolayısıyla, evet mümkün ama kendimizi koruyarak mümkün. Ve kendimizi koruyarak mümkün dediğim alan da maalesef hayatta kalmayla da ilgili bir mümkünatı temsil ediyor, çünkü bu ülkede müzisyenlerin intihar ettiğini biliyoruz pandemide… Yani mümkün olmak zorunda, hayatta mı kalmayacağız! Böyle bir psikoza girmek fuzuli bir lüksü temsil ediyor…

 

“Coğrafya kaderdir” sözüyle karşılaştığım zamanlar (‘Macera’ şarkısında da geçiyor) sadece olumsuz bir zorunluluk anlamı belirmiyor bende. Diğer bir yönünü, coğrafyanın dayattığı koşullardan yaratıcı kaçış yolları inşa etmenin de yine bu kadere dahil olduğunu düşündürtüyor. Sence müzik yaratıcı yollarla örülü bir kaderi çizmek için yeterli bir alan mı?

Bilmiyorum… Ben, beni kendi iç dünyama götürdüm ve seçtiğim mesleğin bu ülkedeki yerine gittim. Gitmemem gereken bir yerine gittim. O yüzden “bilmiyorum” cevabını çok kişisel bir yerden verdim. Genel olarak verilen cevapların hepsinin “evet” olduğunu biliyoruz zaten, ikimiz de biliyoruz. Coğrafyadaki politikanın, bir günde değişen politikanın bu ülkenin her şeyine yön verdiğini, müziğinde herkesin kendi usturuplu seviyesine gelmesi zorunluluğunun, bazı şeyleri bazı kapılar ardında yapma zorunluluğunun hepimiz farkındayız zaten. Alıştığım, gördüğüm hadiseleri anlatan Twitter cevaplarından ziyade başka bir sessizliğe gidiyorum kendi içimde. Ve oradan konuşmaya çalışıyorum. Şey gibi bir yerde, bu ülkede doğduk ve burada bir şekilde basitin, huzurun ya da huzursuzluğun sahibi olanlar var, sahibi olamayanlar var. Bu insanın kendi içinde olan bir şey ve “o halde erişilmez gibi görünen bir bilginin parçasını taşıyayım” diyenler var. O yüzden müzik yapıyorum. Yani “ben ülkedeki basitin, huzurun sahibi olamadım, o halde erişilmez gibi görünen bir bilginin bir parçasını taşıyayım” diyen arkadaşım Vardal Caniş’in sözünden alıntı yaparak bir cevap vermek istiyorum. Ve bunun için de müzik aracı oluyor. Dile o dökülüyor. O yüzden bazen müzik kariyerimin kurgusunun hataya çok müsait bir alan olduğunu anlıyorum. O sınırda da eğleniyorum!

Şarkılarımda da Alevi deyişleri, eskiden gelen, sanki kırk bin yıl önce söylenmiş bir sözü tekrar söylemek benim için bir gayret meselesi haline geliyor. ‘Macera’ şarkısının bridge kısmı bir alevi deyişidir mesela, benim değildir. “Erlik midir eri yormak/Haber getir, cennetten on sekiz ırmak/Coşkun akan sel bizdedir/Hakk’a duacı cümlemiz”, bu benim cümlem değil. Ama insanların erişilmez gibi görünen bir bilginin parçası olmasıyla ilgileniyorum. Bunu aktarmayla ilgili bir yerdeyim.

 

 

Alıştığım, gördüğüm hadiseleri anlatan Twitter cevaplarından ziyade başka bir sessizliğe gidiyorum kendi içimde.

 

Ana-akımı oluşturan janrlar ve tutumlarla dirsek temasında bulunduğun ve tersine ayrıştığın noktaları nasıl açıklarız? Bu bağlamda müziğini nasıl tanımlarsın? Yine buradan hareketle popüler olana, gündemde olana ne enjekte etmek isterdin?

Her şeyi özene bezene yarattığınız alışılageldiğimiz pop dünyasının derdo bebe’si; çok eziyet çektiğimiz, çok eziyet gördüğümüz sokaklarda kendi özel hayatımızdaki dramamızı da yaşayan; sokak kültürünü de melodikleştiren biri olmak istiyorum. Herhangi bir janra girmemeye çalışıyorum. Bununla da ilgili kendime çok eziyet ettim biliyor musun, “ben Hip-Hopçı mıyım popçu muyum” diye… “Ben bedroom popçu muyum, rnb’ci miyim, ben neyim?”

 

Dansta yoğunlaştığın stiller belirgin mi peki?

İki tane aşkım var dansla ilgili, birisi New School Hip-Hop bir de Popping. Oldukça da mesai harcadım. Ben daha çok birinin sahne şovuna değil de sahne şovunun backgroundunda o dersi kimden aldığını öğrenmeye çalışıyorum. Michael Jackson’u değil de Pop N Taco’yu öğrenmek istedim; Beyonce’u değil Los Angeles bazlı kuir bir siyahi sanatçı onun koreografı, onun peşine düştüm; New School Hip-Hop’ta Justin Timberlake’in ders aldığı Popin’ Pete’in peşine düştüm, Street Jazz’da Justin Timberlake’in ders aldığı Tony Bellissimo’yu hedefime aldım. Sürekli takip ettim ki bu insanlar çok güncel. Her gün bir video yayınlıyorlar ve Justin Timberlake de bunun farkında gidip ders alıyor. Ben de yedi sekiz yıldır “Türkiye’de ben ne yapmak istiyorum ve buna uygun dansçılar kim” diye düşünerek peşlerine düştüm. Hiçbir derslerini kaçırmadım. Ki Coğrafya Manifestosu klibini biz öyle çekebildik.

 

Farklı performans disiplinlerinden gelmiş olmanın ürettiğin işlere bir katkısı olduğunu düşünüyor musun?

Coğrafya Manifestosu’nun kredilerini ödemeye yeni başladım. Coğrafya Manifestosu’nun kredilerini ödüyorum şu anda. Yani işime şöyle bir katkısı oldu: kredi nasıl ödenir onu öğrendim.

 

Sınırı aşmak mı, geri durmak mı? Henüz yayınlanmamış bir şarkını dinleme şansı bulmuş biri olarak da soruyorum. Şarkılarında dinamik bir müzik evreni içinde olduğumuzu hissederken aniden bir söz öbeğinin sersemletici etkisiyle karşılaşabiliyoruz. Ani bir afallama… Şarkı sözü yazarken kendini sınırda hissettiğin durumlar oluyor mu? Oluyorsa sınırın ne tarafına eğilimli oluyorsun? Aşmak ya da geri durmak (ya da tam da sınırda olmak)?

Bence ben sınırı geçen biriyim. Ben insanların sınırında dans pisti kuruyorum. Daha doğrusu insanlar kendi sınırlarına dans pisti kursun diye çabalıyorum. Yani “insanların sınırına dans pisti kuruyorum” derken biraz punch bir yere gittim depremden sonra. Anlatmak istediğim şeyleri daha edebi bir yerden değil de daha direk anlatmanın, “bu oldu abisi”, “böyle bir şeyler yaşadık” gibi yerden anlatmak… Ve kendi psikozumu anlatmak yerine kendi özgüvenimi anlatma ihtiyacı hissettim. Bu benim için önemli bir şey. Galiba ben kendi psikozumu, Coğrafya Manifestosu’nda da biraz kendi psikozumu anlatıyorum. Psikozla karışık bir şeyler yapma isteğini, bir gencin buradaki varoluş türbülansını anlatıyorum. Ama daha çok şu anda özgüvenimden yola çıkan bir deneyimi dürüst, beyefendi bir şekilde ya da gerektiği zaman da çarpıcı bir şekilde anlatma ihtiyacı hisseden bir yerdeyim. Kişi nezdinde insanların sınırlarında dans pisti kurmak değil insanların kendi sınırlarında eğlence yaratmasını ve buradaki üst tempoda bir tık high frekanstaki gerilimde kendileriyle bütün olma formülünü arıyorum.

 

Son şarkın MACERA…

Depremden sonra, bu babamın en sevdiği şarkı diye nakaratını ona uygun bir şekilde yazdım. Yani bitirdim şarkıyı ama nakaratını ona atfettim. Çünkü, ‘Sanırım yanıyorum/Bu yas bi’ başka’ şekliyle ben popüler kültürün derdo bebe’si olmak istedim. Şöyle de kötü çocuk: “eğleniyorsunuz ama size bir şeyleri de göstermekten de geri kalmıyorum açık açık” yaklaşımının pazarlığına girmedim yani. Ne yaşıyorsam onu anlattım, o yüzden ben kendi popüler kültürümün temellerini oluşturuyorum.

 

Şarkının macerası nasıldı?

Şarkıyı bir prodüktör arkadaşıma üç aydır dinletiyordum. Deprem öncesinde temellerini başka bir altyapıyla atmıştık. Ve rahmetli babam dinlemişti nakaratsız ve yaklaşık kırk beş saniyelik bir bölümü, “Oğlum bunun üzerine git, benim en sevdiğim iş bu” demişti. Sonra o altyapıyı yapan arkadaşım “Suh.eyl düşünemiyorum, yükselemiyorum bu şarkıya, ilerletemeyeceğim ben bunu” demişti (depremden sonrasına denk geliyor bu). Sonra beni Zeki Arkun’la tanıştırdılar. Zeki’ye yazdım, Zeki “tanışalım” dedi. Zeki’nin yanına gittim tanıştık, şarkıyı dinlettim, iki saatte bitirdi bu şarkıyı! Bambaşka bir prodüksiyonla bu hale geldi bu şarkı. Sonra vokal kaydına girdik.

 

Yeni maceralar olanaklı mı?

Depremden sonra değiştim. Ve benim şarkılarım artık böyle olacak. Artık hep “uptempo” bir yerde, doğru tınılarda, doğru bir algılama seviyesinde ama bir yerden de seni kurcalayacak. Dinlemek zor gelebilecek belki, bilmiyorum…

Bundan sonrası da yine yeni nesil, farklı soundları, popüler kültürleşen rap, trap, elektronik ögelerle kendi popunu yaratan ama daha uptempo, avangart ve arthouse olmayan, kendi ritmi olan, sürekliliği olan bir süreç olacak. Macera’ya ve Derdo Bebe’ye yakın bir yerde olacağım. Benim anlatacağım edebiyat daha sert, daha punch, daha direk, daha fazla söze sahip daha fazla vokal akışı olan, daha fazla hip-hopa yakın; gerektiği zaman sokakta melodik, gerektiği zaman evde hırçın bir yerde olacak. Ama yine popüler kültürün bir aynalaması olacak ve amacım zamansızlık…

 

Asabını bozan bir soru var mı?

Bu son soruda Suh.eyl’in bulunduğu yerde elektrik kesilince göz temasımız kesildi ve manidar gülüşmelerle görüşmeyi sonlandırdık. Ertesi gün Suh.eyl aradı ve “Son soruya bir cevap geldi aklıma” dedi ve cevabı şu oldu:

“Özür dilerim”. “Özür dilerim” bence bir sorudur. 

Suh.eyl’in yeni teklisi Macera dijital platformlarda.

yazıyı oku

“ARTIK İLHAMI KOVALAMIYORUM, O BANA GELİYOR”

Röportaj: Heja Bozyel

 

Bu iddialı cümle, müzik dünyasının son “centilmenlerinden” Warhaus’a ait. Gerçek adı ile Maarten Devoldere. Aynı zamanda Balthazar grubunun vokali olan Maarten, Bob Dylan, Tom Waits, Elvis Costello, Serge Gainsbourg gibi tescilli romantiklerin yolundan gidiyor ama tıpkı onlar gibi, romantizmi ucuzlaştırmadan, eğlenceli bir şey anlattığı duygusunu vererek yapıyor bunu. Tabii bir yandan da içtenlikle, kanayan yerlerini göstermekten kaçınmıyor. Belçikalı müzisyenin Balthazar’la her şey iyi giderken kişisel bir şeyler yapma arzusu ile başladığı Warhaus macerası beklediğinden daha fazla ilgi gördü. Bunda eski kız arkadaşı yani Warhause albümünde ona sesiyle eşlik eden Sylvie Krausch’un etkisi var elbette. 2022 yılında yayınladığı Ha Ha Heartbreak albümü de bu aşkın (bir aşkın) bitişinin ardından yaşanan duyguları anlatıyor gerek sözlerle gerek müzikle. Şarkılarda sözünü asla esirgemeyen bir imaj çizen Maarten, kendini anlatırken o kadar da konuşkan değil. Belki de zaten her şeyi şarkılarında anlattığı için… Yine de şarkıları insanı iyileştiren, çağın son Gainsbourg ruhlu müzisyeni ile konuşmak güzeldi.

Warhaus, +1 Sunar Gezgin Salon Festivali kapsamında 30 Temmuz Pazar gecesi yani festivalin ikinci gününde Parkorman’da olacak. Festivalin ilk gününün line up’ında müzisyenin eski sevgilisi, müzik partneri ve ilhamı Sylvie Krausch da var! Bu magazin haberinin ardından festivale dönüyorum ve geçen sene son anda iptal olan L’impératice konserinin 29 Temmuz’da gerçekleşeceğini hatırlatıyorum. Aynı gün Satori, Emir Taha ve Kardelen de var programda. Pazar günü ise Warhaus’un yanı sıra Jon Hopkins, Still Corners, Tsar B, The Flabbies ve Büyük Ev Ablukada sahne alacak. İki günde de festivalde bağırarak şarkılara eşlik edeceğimiz kesin.

 

 

Selam Maarten, nasılsın, yaz nasıl geçiyor?

Warhaus: Hiç fena değil. Biraz fazla yoğun geçiyor, çok fazla konserimiz var. Hem Balthazar hem de Warhaus ile konserler. Özellikle son 2 hafta çok yorucuydu. Ben hep iş-özel hayat dengesi kurmaya çalışıyorum yoksa bedenim protestoya geçiyor. O yüzden son 2 haftadır sürekli yollarda olmak dengemi biraz bozdu ve zorladı. Şimdilik tamamen konserlere odaklanmış durumdayım. Çok eğleniyoruz, çok mutluyum, harika yerler görüyoruz ama artık ourup şarkı yazmak istiyorum, ellerim kaşınıyor bunun için. 

Son konser neredeydi?

Warhaus: Belçika’da bir depodaydı, Balthazar konseriydi. Ondan önce de Fransa’da oldukça kalabalık bir konserimiz oldu. 

Aynı anda hem Balthazar hem Warhaus ile konserler vermek işi iki kat zorlaştırmıyor mu? Kişilik bölünmesi gibi…

Warhaus: Evet ilk kez böyle bir şey yapıyorum. Normalde sadece bir grubu öne çıkartıp programlarsın, onunla konserlerin olur. Yani o şekilde daha dayanılabilir oluyor. Ama şimdilik o kadar da şizofrenik bir çizgide değilimr. Balthazar ile yeni şeyler çalmıyoruz neyse ki. Bu da fazla prova gerekmiyor demek. Aksi olsa zaten kafam kaldırmazdı!

İstanbul için hazır mısın?

Warhaus: Evet, heyecanla bekliyorum İstanbul’u. Şehri çok seviyorum, her zaman için oraya gelmek büyük keyif oluyor. Daha fazla zaman geçirmek istiyorum aslında İstanbul’da ve Türkiye’de. 

İstanbul da sizi çok seviyor!

Warhaus: Evet, bunu Spotify’da görebiliyoruz!

Nasıl yani?

Warhaus: Datalara bakıyoruz. En çok dinleyici Belçika’da ikinci sıradaki dinleyiciler ise İstanbul’da.

Sevildiğinizi biliyordum ama bu kadarından habersizdim! Warhaus senin için hâlâ ikinci iş gibi mi? Nasıl hissediyorsun bu konuda?

Warhaus: Solo olduğu için yan proje gibi hep. Warhaus daha çok ben ve o dönem hayatın neresinde olduğumu anlatan bir iş. Beni neler etkiliyor, neler hakkında yazmak istiyorum? Bunları cevaplamamı sağlıyor. Balthazar için de yaptığım bazı kişisel şarkılar var ama o bir grup olduğu için farklı. Birden fazla şarkıcı, şarkı yazarı ve haliyle apayrı bir dinamik var. Oysa Warhaus ile tek başıma en derine inebiliyorum. 

Eskiden hep ilhamın bir kadınla, aşkla geleceğini sanıyordum, peşinden koşuyordum. Bu da başımı belaya sokmama sebep oluyordu ve bu sayede oturup şarkı yazabiliyordum. Sonra  tüm dünyadaki insanların başına gelen şey, benim de başıma geldi, üniversal bir şey, bir kalp kırıklığı. Bu sayede de şarkılar bana gelmeye başladı ben onları aramadan. 

Dediğin gibi Warhaus hayatının en derinini anlatıyor, özel hayatını tamamen şarkılara döküyor. Bu yeni bir ilişkiye başlarken seni daha savunmasız mı yapıyor yoksa daha güçlü hissetmeni mi sağlıyor?

Warhaus: Sanırım daha savunmasız hale getiriyordu son albüme kadar. Çünkü daha öncesinde daha da savunmasızdım. O zamanlar hep bir ilhamın peşindeydim. Eskiden hep ilhamın bir kadınla, aşkla geleceğini sanıyordum, peşinden koşuyordum. Bu da başımı belaya sokmama sebep oluyordu ve bu sayede oturup şarkı yazabiliyordum. Sonra  tüm dünyadaki insanların başına gelen şey, benim de başıma geldi, üniversal bir şey, bir kalp kırıklığı. Bu sayede de şarkılar bana gelmeye başladı ben onları aramadan. 

Şahane!

Warhaus: Bu şekilde daha saf ve daha dürüst bir hale geldiğini düşünüyorum müziğimin. Belki ilk iki albüm daha mistik, daha gizemliydi. Dürüst şarkıların da her zaman daha iyi olduğunu iddia etmiyorum. Benim için daha iyi oldu bu çünkü altında ezildiğim duyguları içimden çıkartmamı sağladı. Başka bir şey düşünemiyordum, başka bir şey yazamıyordum. Sadece bunları yazıyordum ve çalışıyordum o dönem. Bu bilinç akışı değil, günlük değil, başka bir şey…

Hepsi aslında. 

Warhaus: Evet ama öte yandan yine metaforlar ve şiir var içinde. Bazı şarkılar hayal gücünüze bırakıyor kendilerini. İnsanlar duydukları şarkıları birbirlerinden farklı şekilde anlıyorlar çünkü aynı şarkıya herkes farklı duyguları, farklı gerçeklikleri projekte ediyor. Bu yüzden dürüst olmak ile savunmasız kalmak arasında bir karışım yapmaya çalışıyorum sözlerle ve farklı anlamlara gelecek sözlerle.

Şarkılarındaki kadar romantik biri misin diye soracaktım ama sanırım cevabımı almış oldum…

Warhaus: Bu çok karışık… Romantiği nasıl tanımladığına bağlı. Genelde kendi düşüncelerine gömülmüş biriyim. Sürekli yaratıcı süreçleri düşünüyorum bu da beni sessiz biri yapıyor. Bunu romantik bulabilirsiniz ama kız arkadaşlarım bazen bunu sinir bozucu bulabiliyor. Bir de dediğim gibi, eskiden kız arkadaşlarımda aradığım ilhamın kendi içimde olduğunu gördüm. Bir kadınla yaşadığım bir anı çok ilham verici bulabiliyordum ama öğrendim ki bu benim fantezilerimin yansımasıymış. Demek ki bu şarkılar da öyle. Hatta bunlar aşk şarkıları mı onu da bilmiyorum artık. Son albüm ise bambaşka. İlk kez yalnızdım, tek başımaydım o albümde. Müziğin içimde olduğunu öğretti bu bana. Tıpkı Jung’un dediği gibi feminin anima gibi. Bir kadının ruhu gibi. 

Bir kadınla yaşadığım bir anı çok ilham verici bulabiliyordum ama öğrendim ki bu benim fantezilerimin yansımasıymış.

Biraz önce “Her dinleyici kendi duygusunu projekte ediyor şarkılara” dedin. Öyle olsa bile çok farklı yerlerden çok farklı insan aynı duyguyla söylüyor şarkılarını sen sahnedeyken. Müziğin sayesinde. Onca insanın aynı acıyı yaşadığını ve belki de aynı şarkılar aracılığı ile iyileştiğini görmek nasıl bir duygu?

Warhaus: Çok mistik, tarif edemem, en güzel duygu. Bir o duygu bir de bir şarkıyı tek başıma yazıp bitirdiğim an. Çünkü yazmak berbat bir iş. Çok çalışma gerektiriyor ve hiçbir zaman yeterince iyi olmuyor. Ama bir duygu buluyorsun ve o duygu seni götürüyor. O anda İlahi olana ulamışsın gibi hissediyorsun ve havalı bir kelime yazıyorsun. O yüzden sahnedeyken de herkesin aynı modda, ayn duygu işe senin şarkını söylediklerini izlemek sana dünyada daha büyük ve mistik şeyler olduğunu söylüyor. 

Warhaus’un da olduğu +1 Sunar: Gezgin Salon Festivali biletleri passo.com.tr ve İKSV gişelerinde.

yazıyı oku

ATEŞ ALPAR İLE “TAŞ KABUK SESSİZ” ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ:

Röportaj: Burak Diken

Fotoğraf: Can Görkem

 

Sanatçı Ateş Alpar, Hasankeyf’in yok edilişini ilk kişisel sergisi “Taş Kabuk Sessiz” ile kayıt altına aldı. Politik yolculuğunun sanatını da içerdiğini ifade eden Alpar’ın yıllardır üzerine çalıştığı sergi, 15 Temmuz’a dek Merdiven Art Space’te olacak.

 

Selam Ateş! Nasıl gidiyor? Her şey yolunda mı?

Selam! Sergi nedeniyle epey yoğun bir süreç geçiriyorum. Bu yoğunluk sergi açılışıyla başlamadı tabii. Bir sergi hazırlığı bazen yılları içine alan zaman dilimini kapsıyor. “Taş Kabuk Sessiz” sergisi de uzun zamandır üzerinde çalıştığım bir serinin sonucu.  Nihayetinde bir sergi ortaya çıktı. Şu an her şey yolunda gidiyor.

 

 

Sergi 6 Haziran’da açıldı ve bu senin ilk kişisel sergin. Öncelikle çok tebrik ederiz! Nasıl geçiyor?

Çok teşekkür ederim. Açılış da ilk hafta da gayet güzel geçti. Hasankeyf’in yok edilişine dair birikimimi paylaşmanın zamanı gelmişti. Kendimi biraz hafiflemiş ama çokça yeni yükler edinmiş hissediyorum. Çünkü “Taş Kabuk Sessiz” ile Hasankeyf’e bakarken diğer taraftan bu bölgenin istisna olmadığını biliyorum. Seriye başladığım tarihten bu yana Türkiye’nin ve dünyanın farklı yerlerinde yeni yıkımlar meydana geldi. Bu süreç maalesef önümüzdeki dönemlerde de devam edecek gibi görünüyor. Sergiye gelenlerle, günümüzde artık olmayan görüntüler karşısında dururken zaman zaman sohbet ediyoruz. Sanki çok ama çok eski zamanlardan konuşuyoruz. Her görüntü elbette biricik fakat bu görüntüler serginin bütününü de izleyebileceğimiz bir çerçeve oluşturuyor. Kısacası ilk hafta bolca sohbet ve tartışmayla geçti. 

 

“Kültürel miras yok edildi, insanlar ve insan olmayanlar göçe zorlandı.”

 

 

Hasankeyf’te neler olduğundan bahsedebilir misin?

Hasankeyf binlerce yıllık geçmişi olan bir yaşam alanıydı. Ilısu Barajı’nın inşaatı başladıktan bu yana bölge peyderpey su altına gömüldü. Çok önemli bir biyoçeşitliliğe sahip bu alanın tahribatı hem çevresel hem de sosyo-kültürel olarak hissedildi. Binlerce yıldır devam eden yaşam, ömrü süreli (ortalama 50 yıl olduğu söyleniyor) bir baraj uğruna yok edildi. Barajda sular çekildikten sonra ortaya çıkacak olan şey elbette eskisi gibi olmayacak. Kültürel miras yok edildi, insanlar ve insan olmayanlar göçe zorlandı. Bütün bu süreci enerji ve güvenlik politikalarıyla da okumak mümkün. Sonuçta sosyo-kültürel yapıya zarar veren müthiş bir ekolojik yıkımla karşı karşıya kaldık. Maalesef Hasankeyf istisnai bir durum değil. 

 

 

Bir süredir bölgeyle alakalı sesler de maalesef yeterince yankılanmıyor gibi bir yandan. Seni bu süreçte bu sergiye götüren şey ne oldu? Nasıl çıktı Taş Kabuk Sessiz?

Az önce söylediğim gibi bir süredir bölgeyle ilgili çalışıyorum. 2018 yılında ilk görüntüleri almaya başladım ve bu yılın başında son çekimleri gerçekleştirdim. Konuya dikkat çeken çok sayıda yazı yazıldı, bölgenin önemi tartışıldı, kültür-sanat alanından da sesler çıktı. Ama o kadar fazla mücadele edilecek alan var ki doğal yılgınlık çöküyor bir noktada. İşte dediğin gibi sesler de yeterince yankılanmıyor, yankılanamıyor o zaman. Ben deneyimlerimi sanat pratiğimden ayrı tutmayan bir sanatçıyım. Dolayısıyla kişisel tarihimin kesiştiği bu coğrafyayla ilgili yaşananlara kayıtsız kalamazdım. Kendi dilimce “Taş Kabuk Sessiz”de yaşananları anlatmaya çalıştım.

 

“Yaraların kabuk bağlamasına iyileşmesine izin verilmeden yeniden kanatılıyor…” 

 

Taş Kabuk Sessiz. Üç kelimeyi de bölgeyle aynı bağlamda düşünmek mümkün gibi. Biraz serginin isminden bahsedebilir misin?

Bölgeye gidenler bilir. Burada taş, mimariden coğrafyaya bölgeyi baştan sona saran bir imge. Kabuk ile ölüme dair bir anlatı kurmaya çalıştım. Sergideki fotoğraflarda da görüldüğü gibi, hayatını kaybedenler mezarlarından çıkarılmak ve ikinci kez defnedilmek zorunda kaldı. Yaraların kabuk bağlamasına iyileşmesine izin verilmeden yeniden kanatılıyor… Sessiz ise, bölgenin susturulmaya ve hafızasızlaştırılmaya çalışılması ile alakalı bir kavram.

 

 

Serginin ilk katında bizi karşılayan fotoğraflar, özellikle ‘Hasankeyf’e Hoşgeldiniz’ enstalasyonu ile birlikte geleni oraya ışınlıyor gibi. Bir yandan sular altında kalmış olan yol, onun kalanını nasıl ilerleyeceğimiz hakkında bir foreshadow gibi de hissettirebiliyor. Seyircinin durumla empati kurmasını istedin mi? Nasıl değerlendirirsin bunu?

Elimde yüzlerce kare varken bir anlatı çerçevesinde sergiye hazırlanmak epey zordu. Bu süreçte Ekmel Ertan’la serginin küratöryal anlatısı için çok çalıştık, günlerce tartıştık. Hem fotoğrafların seçiminde, hem de genel anlatı üzerine kafa yorduk. Sergiye gelenlere orada olup biteni anlatmak zor. Çünkü karelerin dışında kalan bu sergi anlatısına sığmayanlar da var. O tabela bence artık ikonikleşti. Su altında kalan yol artık gidilecek bir yerin olmadığına da işaret ediyor, yani hoş gelinecek bir yer yok. Ama tabela, kısa zaman öncesine kadar burada hayatın devam ettiğini söylüyor, hafızasızlaştırılmaya karşı direnen bir hatırlama imgesi oluyor. Görüntülerin izleyiciyi içine çekmesini isterim elbette. 

 

“Bölgedeki baraj meselesini insansızlaştırma, hafıza kıyım ve güvenlik politikaları çerçevesinde de ele almak gerekiyor. Bu sergi hepsinin ortasında duruyor bence.”

 

Osman Kavala’nın yıllar sonra Beyoğlu’nda, en sevdiği sokaklarda -bir şekilde- dolaşabilmesini sağladın. Tüm Sular Çatlağını Bulana Kadar’da 19 Ocak’larla alakalı bir yüzleşme önerdin. Taş Kabuk Sessiz’deyse bu kez yerinden edilen insanların yaşadıklarını ve yaşayamadıklarını gözler önüne seriyorsun. Bu sergi diğer üretimlerinin arasında nasıl bir yerde duracak sence? 

Toplumsal mücadeleler pratiğimi etkiliyor. Sarmal bir durum söz konusu, hayatta dert ettiklerim üzerine çalışıyorum doğal olarak. “Taş Kabuk Sessiz”i güncel bir eko-sanat pratiği olarak değerlendirebiliriz. Ekolojik yıkımlar günümüz kapitalizminin işleyişinde can alıcı bir noktada duruyor. Dolayısıyla yıkımlara karşı verilen mücadeleleri demokratik taleplerden, emek mücadelesinden ya da etnik ayrımcılıklardan ayırmak mümkün değil. Az önce söylediğim gibi bölgedeki baraj meselesini insansızlaştırma, hafıza kıyım ve güvenlik politikaları çerçevesinde de ele almak gerekiyor. Bu sergi hepsinin ortasında duruyor bence.

 

 

Senin için diğerlerinden daha farklı bir yeri olan bir fotoğraf var mı sergide?

Bu çalışma bir seri olduğundan benim için farklı bir fotoğraf yok. Hepsinin ayrı hafızası var ama bütün içinde de anlamlılar. Hepsi bir taraftan biricik bir taraftan da bütünün bir parçası. 

 

Üretimi sırasında özellikle zorluk yaşadığın bir kare var mı?

Bütün süreç zorluydu. Su altında kalan bir ev, su yüzeyine çıkmış ayakkabı, ineğiyle birlikte yürüyen bir insan, bölgeye son kez bakanlar, ikinci kez defin için yapılan hazırlıklar, yıkanan halılar… Tüm bunları yıllarca kayıt altına almak zordu. 

 

Fotoğraflar bir yandan bölgenin haberini çarpıcı bir şekilde veriyor. Sence bu bir fotomuhabirlik sergisi de diyebilir miyiz?

Belki pek çok şey denebilir. Etnografik bir çalışma da denilebilir belki. Ama nihayetinde bu sergi bir güncel sanat sergisi. Sergiye dahil edil(e)meyen çokça görüntü de var. Ben serginin küratöryal sınırları kapsamında olan biteni bu şekilde yansıttım. Sosyo-politik bağları kuvvetli bir meseleyi estetik alanın araçlarını kullanarak tartışmaya açtım diyebilirim. 

 

Üretimlerin senin kişisel politik yolculuğunu nasıl etkiliyor?

Üretimlerim kişisel politik tercihlerimle şekilleniyor. İki alanı birbirinden ayırmam mümkün değil.  Dert edindiklerim yani politik yolculuğum sanatımı da içeriyor. Sanat aracılığıyla bu yolculuğu ifade ediyorum.

 

Küratör Ekmel Ertan, Barthes’ın punctum kavramından bahsederek öncesizlik ve sonrasızlığa dair bakışıyla Hasankeyf’in şimdiye dek -hiç- olup olmadığını ve/ya olmayacağını sorguluyor. Sen bu konuda nasıl düşünüyorsun? Fotoğrafların Hasankeyf’in belirsiz geleceğinde nasıl bir yer tutacaktır sence? 

Aslında Hasankeyf’in geleceği bir taraftan da belirlendi. Binlerce yıllık tarih, kültürel miras, yaşamsal izler silindi. Yok edilen her şeyin üzerine zorla başka bir yaşam kuruldu. Bundan sonra ne benim kayıt altına aldığım görüntüleri ne de ondan öncesini görebileceğiz. Bu yüzden şimdi ve geleceği birbirine bağlayan görüntüler olarak değerlendiriyorum bu fotoğrafları. Unutmaya karşı hatırlamayı ve hatırlatmayı canlı tutacak fotoğraflar diye düşünüyorum.

 

“Nasıl bir uygarlık istiyoruz? Bu sorunun cevabına verdiğimiz yanıt oldukça yaşamsal, bunu her an hatırlamak gerekiyor.”

 

Bu ‘uygarlaştırma’yı doğadan bağımsız düşünmek elbette imkansız. Doğa ve insan dikotomisi geçiyor metinlerinizde de. Bu ikilik ve -kapışma- gelecek endişesi ve korkusunun artmasına katkıda bulunuyor mu sence?

Ekolojik yıkımlar sanki insanlardan azade bir durummuş gibi lanse ediliyor. Hatta insanların yararına bir şeyler yapılıyormuş algısı yaratılıyor. Baraj yaptık, medeni bir şekilde elektrik üretilecek ya da başka bir bölgede altın arıyoruz bu iyi bir şey niye karşı çıkıyorsunuz ki diye düşünülüyor. Yılda şu kadar enerji üretilecek, toplam enerji üretimine bu kadar katkı sağlayacak diye konuşuluyor. Gayet teknokratik değerlendirmeler yapılıyor. Ama tarihin-kültürün-doğanın tahribatından ya da altın arama örneğinde olduğu gibi siyanürün toprağa verdiği zarardan, tarım ürünlerinin ve suyun zehirlenmesinden söz eden yok. Ekoloji mücadeleleri tam da bu ikilikleri aşmaya çalışan bir yerde konumlanıyor. Gelecek endişesi değil şimdinin şu anın endişesi bunlar. Bu süreç devam ederse zaten gelecekten de söz etmemiz mümkün olmayacak. Nasıl bir uygarlık istiyoruz? Bu sorunun cevabına verdiğimiz yanıt oldukça yaşamsal, bunu her an hatırlamak gerekiyor. 

 

Amerikalı fotoğrafçı Richard Avedon, “Tüm fotoğraflar doğru. Hiçbiri gerçek değil,” demiş. Sen de küratör Ekmel Ertan da gerçekliği bir kavram olarak sorguluyorsunuz belli ki. Taş Kabuk Sessiz’e nasıl yansıdı bu?

Richard Avedon’ın bu söylemini birkaç farklı açıdan ele alabiliriz. Fotoğraflar estetik-politik açıdan ya da var olanın belirli bir anda kayıt altına alınması açısından doğru kavramıyla ele alınabilir. Bununla birlikte kadraja girmeyenler/kadrajın dışında bırakılanlar ile ortamın manipüle edilmesi söz konusu olabilir.  Bu açıdan gerçeklik tartışmaya açılır. Bir başka mesele de kimin için doğru ve gerçek olduğu sorusudur. “Taş Kabuk Sessiz”de ele aldığım konunun içeriği, iktidarın yarattığı gerçekliğin sorgulanması açısından Avedon’ın gerçeklik tartışmasıyla bağ kurabilir.

 

Ateş Alpar’ın Taş Kabuk Sessiz sergisi 15 Temmuz’a kadar Merdiven Art Space‘te ziyaret edilebilir.

yazıyı oku

TAŞRA ÜÇLEMESİ CAZ PROJESİ ile SİNEMA ve MÜZİK ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ:

Röportaj: Burak Diken

 

Taşra Üçlemesi Caz Projesi, Altın Palmiye ödüllü yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın Taşra Üçlemesi olarak da bilinen ilk üç filmi Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak filmlerine doğaçlama caz besteleyen bir konser projesi. “Yürüyen Merdiven” grubundan tanıdığımız piyanist Yiğit Özatalay projenin besteciliğini üstlenirken, sanatçıya saksafonda Barış Ertürk, davulda  Mustafa Kemal Emirel eşlik ediyor. Kubilay Devrim Dikkaya’nın yapımcısı olduğu proje, Taşra Üçlemesi’nden seçilen 11 sahne üzerine caz parçaları besteliyor. Dünya prömiyeri 3. İzmir Uluslararası Film ve Müzik Festivali’nde tarihinde yapılan ve ikinci gösterimi Bodrum Caz Festivali’nde gerçekleşen Taşra Üçlemesi Caz Projesi, 30. İstanbul Caz Festivali kapsamında 13 Temmuz’da Kadıköy Sineması’nda sahne alacak. 

Projenin yapımcısı Kubilay Devrim Dikkaya ve grubun bestecisi piyanist Yiğit Özatalay ile projenin doğuşunu ve geleceğini konuştuk.

 

Hoşgeldiniz! Nasılsınız? Nasıl gidiyor?

Devrim: Selamlar, teşekkürler iyiyiz. 2 konser verdik şu zamana kadar bu projeyle ilgili çok güzel geçti. O yüzden çok keyifliyiz.

 

Bu geçirdiğiniz iki konseri de özellikle birisi prömiyer olduğu için tepkiler açısından merak ediyorum ama öncelikle biraz projenin doğuşuyla alakalı birkaç şey duymak isterim. Nasıl başladı? Nasıl böyle bir şeye atıldınız? 

Devrim: Şimdi ben bir Nuri Bilge Ceylan hayranıyım öncelikle. Yani bu proje öncesinde de Nuri Bilge Ceylan ile ilgili birtakım çalışmalar yaptım. Onunla ilgili birtakım sunumlar hazırladım ve güzel sanatlar fakülteleri gibi, sinema bölümü gibi yerlerde bunları sundum. Onun sinemasına ve fotoğrafçılığına dair her şeyi topluyorum. Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinde kullanılan metinler vardır, özellikle Anton Çehov’dan; bu metinlere sahibim, senaryolarına sahibim. Yani onunla ilgili her şeyi topluyorum, bir koleksiyoncuyum. Bir taraftan da böyle sanatsal düzeyi çok yüksek auteur yönetmenlerin hayranıyım zaten sinema dünyasında. İşte Andrey Tarkovski gibi, Federico Fellini gibi, Ingmar Bergman gibi… Nuri Bilge Ceylan da bunların ülkemizden en önemli temsilcisi. Andrey Tarkovski ile ilgili bir caz projesi var, Tarkovski Quartet diye bir topluluk. Tarkovski’den ilham alarak birtakım besteler üretirler ve onun sinemasından birtakım sahneleri de konserlerinde kullanırlar. Bu proje biraz bize ilham verdi ama biz bunu taklit etmedik, çok farklı bir şey yaptık. Biz özellikle Nuri Bilge Ceylan’ın ilk 3 filmine odaklandık. Bunlar “Taşra Üçlemesi” olarak kabul edilen Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak filmleri. Bu filmlerde ve daha sonrası diğer bütün filmlerinde Nuri Bilge Ceylan sadece çok değerli bestecilerin klasik müzik eserlerini kullanmıştır. Herhangi bir parça bestelenmemiştir. Biz şu soruyu sorduk: “Acaba caz kullansaydı bu filmlerde, yani bu üçlemede nasıl bir şey ortaya çıkardı?” Bu filmlerden birtakım sahneler seçtik. Toplamda 11 sahne ve bu sahneler üzerine de caz besteleri ürettik ve bunları da bu ürettiğimiz parçalardan da bir konser formatı ortaya çıkardık.

 

Geçtiğimiz Uluslararası İzmir Film ve Müzik Festivali’nde dünya prömiyeriniz gerçekleşti. Ardından da Bodrum Caz Festivali’nde sahne aldınız. Nasıl geçtiler? İzleyiciden, seyirciden nasıl tepkiler aldınız?

Devrim: İzmir’deki sahnemiz dünya prömiyeri olarak tanıtıldı. Biz böyle bir şey istememiştik ama bu da bizi çok mutlu etti tabii. Aslında Almanya’ya da gideceğimiz için de bir yandan doğru oldu.

Yiğit: Aldığımız ilk tepkiler çok olumluydu, iyi eleştiriler aldık. Projenin beğeni gördüğünü anladık. Çok değerli isimler de vardı, özellikle İzmir Film ve Müzik Festivali’nin açılışında. Elbette kendi aramızda ‘’daha iyi nasıl olabilir’’ diye hâlâ konuşuyoruz ama bulunduğumuz noktayı da oldukça pozitif buluyoruz.

Devrim: Özellikle İzmir’deki açılışa çok değerli sinema eleştirmenleri geldi. Zaten İzmir Film ve Müzik Festivali’ni Türkiye’nin en önde gelen film eleştirmeni Vecdi Sayar düzenliyor İzmir Büyükşehir Belediyesi’yle beraber. Kendisi Nuri Bilge Ceylan’ı yıllar önce, 1996’da Koza kısa filmiyle bizlere tanıtan bir sinema kişiliğidir. Sayar bir takım festivaller düzenliyor. Öncelikle kendisi bizim projemizi beğenip programa aldı ve bu bizim için zaten çok büyük bir aşamaydı. Festival jürisinde de Selin Okyay, Mehmet Açar, Pelin Batu, Vedat Sakman, Murat Meriç gibi hem müzik dünyasından hem de sinema dünyasından çok değerli isimler vardı. Hem sinema hem de müzik eleştirmenleri, müzisyenler bu açılışa geldi. Bizim için de büyük bir fırsat oldu onların bu konsere gelmesi. Bu sayede program sonrası onlardan birebir dönüş alma şansımız oldu. Kısacası eleştirmenlerden güzel değerlendirmeler aldık ve bu bizi çok mutlu etti. 

Bodrum’da da açık havadaydı sahnemiz. Çok rahattı, müzisyenler de çok rahat çaldılar. Kendilerini iyi hissettiklerini düşünüyorum açıkçası. Bodrum’da görsel sanatlar ve sinema dünyasından çok değerli sanatseverler vardı. Onlar da beğendiklerini ifade ettiler.

 

‘’O dönemin ilkel kurgu ve çekim imkanlarıyla yapılmasına rağmen ilk üç film hem bir amatörlük ve hem de bir büyük bir duygusal mücadeleyi de barındırıyordu. Bu anlamda cazla da çok örtüşük bir şeydi.’’

 

Nuri Bilge Ceylan’ın tüm filmografisi içinde Taşra Üçlemesi sizin için nasıl öne çıktı? Aslında düşününce bu proje diğer filmleriyle alakalı da yapılmayacak bir iş değildi. Diğer filmleri için düşündüğünüz oldu mu? Yoksa direkt Taşra Üçlemesi özelinde başlayıp ilerlediğiniz bir proje mi oldu bu başından beri?

Devrim: Ya çok güzel bir soru, ilk defa sorulan bir soru. Ben de şimdi 4 yıl önceyi hayal ediyorum gerçekten bu filmleri nasıl seçtik diye. O aşamada benim katkım biraz daha fazla oldu. Zaten bu üçlemenin ikinci filmi olan Mayıs Sıkıntısı hep aklımda vardı. Bir de İklimler’i düşünmüştüm, dördüncü uzun metraj filmi ve ilginçtir, muhteşem bir aşk hikâyesidir. Bu arada okuyucularımıza da öneririm İklimler’i izlemelerini. Aslında bahsettiğin gibi, bütün filmleri görsel açıdan ve imgesel açıdan çok yüksek. O yüzden herhangi birini alıp kullanabilirdik. Ama Nuri Bilge Ceylan, özellikle auteur yönetmenlerin özelliği budur, belli bir üslup yaratırlar bir edebiyatçı gibi ve bunun üzerinden yukarıya doğru bir ivme alarak giderler. Bu anlamda bu ilk 3 filmi de zaten her zaman için çok değerlidir bizler için. Bir taraftan hem o filmleri yeniden hatırlatmak istedik. Bu filmlerin görsel yanları da çok güçlüydü. O dönemin ilkel kurgu ve çekim imkanlarıyla yapılmasına rağmen hem bir amatörlük ve hem de bir büyük bir duygusal mücadeleyi de barındırıyordu. Bu anlamda cazla da çok örtüşük bir şeydi yani. Bizim tarafımızda da sonuçta tabii ki özellikle müzisyenlerimiz çok profesyonel insanlar. Ama bir taraftan da cazda her zaman için bir amatörlük, bireysel eforla bir şeyler yapma gibi bir çaba da vardır. Biz de bu 3 filmindeki bu çabayı kendimizle kendi içinde bulunduğumuz müzikteki yerimizle örtüştürdük. Ben profesyonel bir yapımcı değilim, öğretmenim açıkçası ama hem müzik yazarlığı yapıyorum hem de bu tür organizasyonlarla, yapım ve projelerle ilgileniyorum. O anlamda biz bu filmlerle biz çok örtüştük, her açıdan. O yüzden de bu bizim için iyi bir seçim oldu.

 

Bir dördüncü film ekleyecek olsanız peki? “Bu filme de müzik yapabilirdik” diyebileceğiniz filmi hangisi?

Devrim: İklimler filmi. Özellikle filmin giriş sahnesi ki ben bu sahneyi özellikle hayal etmiştim, İklimler’in pek çok sahnesi müthişti. 

Yiğit: Ben de bu arada çok seviyorum İklimler’i. Nuri Bilge Ceylan’ın en sevdiğim filmlerinden biri.

Devrim: Film için şöyle bir şey söyleyeyim, belki bu filmi de yaparız, ileride vesile olur. Cannes Film Festivali, 20 ya da 25. yıldönümü için Coen kardeşler’den Cannes ve sinema sevgisini anlatan bir kısa film siparişi etti. Coen kardeşler de İklimler’i bu kısa film içinde kullandı. Yönetmenlerin çok sevdiği bir filmdir yani. Yine bu kısa film Youtube’da vardır, öneririm.

 

‘’Nuri Bilge Ceylan filmlerini çekerken hiçbir zaman müziği düşünerek bu işi yapmıyor ama filmlerdeki o sahnelerinin imgesel dünyası ve doğaçlamayı da içeriyor.‘’

 

Tarkovski Quartet’tan bahsettiniz. Sizi sinema caz birlikteliğinde bu şekilde etkilemiş olan başka işler var mı?

Yiğit: Sinema ve caz birlikteliği konusunda uzman değilim ve bu konuda bildiklerim çok sınırlı. Sadece şundan bahsedebilirim, biz Yürüyen Merdiven olarak, yani davul piyano ikilisi olarak, sessiz filmlere cazla eşlik ederek müzik yaptığımız oldu. Bu tabii kendi deneyimimizden yola çıktığımız bir durumdu. Tarihte var olan, önceden yapılmış deneyimler olsa dahi bunu biz Yürüyen Merdiven’in karakterini koyarak üretmeye çalıştık. Beykoz Kundura’nın önayak olduğu 2 çalışma vardı bu tarzda: Son Adam ve Pandora’nın Kutusu filmleri. 1920’lerin sinema ürünleri oldukları için, cazın o şaşaalı dönemlerinin tarzını da çok taşıyan, onlarla örtüşebilecek filmlerdi. Ancak tabii caz ve sinema ilişkisi hani eminim ki çok daha eskiye gidiyor. Yani sadece biz değil, birçok müzisyen bununla ilgilenmiştir. Bir de sinema ve caz ilişkisiyle ilgili Miles Davis’in müziklerini yaptığı ve Türkiye’de de İdam Sehpası olarak gösterilen bir film var,  Jeannee Moreou’nun oynadığı. Onu da anmak lazım, çok güzel bir film. Miles Davis de o filmin müziğiyle bu konudaki en verimli işlerden birini üretmiştir.

Devrim: Aslında özellikle bu auteur yönetmenlerin sinemasıyla caz aslında çok uyumlu. Birbirlerine çok yakışıyorlar bence. O yüzden biz aslında çeşitli yerlerden ilham almadık. Çok örnek yok önümüzde. Ama zaten bu kendiliğinden de oluştu. Nuri Bilge Ceylan filmlerini çekerken hiçbir zaman müziği düşünerek bu işi yapmıyor ama filmlerindeki o sahnelerinin imgesel dünyası, doğaçlamayı da içeriyor. Nuri Bilge Ceylan, çekimler sırasında doğaçlamaya da önem verir. Yani ağaçtan düşen bir dal olsun, bir rüzgar olsun, bir kar sahnesinde kar kütlesinin aşağı inmesi gibi birtakım rastlantılar birbirine çok yakışıyor. Cazda da böyle bir şey var tabii ki. Anlık doğaçlama, sahnede o anda ortaya çıkan birtakım şeyler. Bunlar birbiriyle örtüştüğü için zaten çok kolay bir şekilde hız aldık. Kolay derken işimiz de çok kolay geçmedi tabii, 4 yıllık bir çabanın ürünü oldu. Kendimizi içinde hissettiğimiz bir proje.

 

‘’Taşra Üçlemesi’ndeki en düşsel, en imgesel, müzikle en uyumlu olabilecek sekansları seçtik.’’ 

 

Taşra Üçlemesi’nden 11 sahne üzerine müzik yaparken sahneleri de gösteriyorsunuz bir yandan. Bu sahneleri nasıl seçtiniz?

Yiğit: Bu konuda da Devrim konuşmalı. Zaten seçimleri o yaptı.

Devrim: Bu filmlerdeki en düşsel, en imgesel, müzikle en uyumlu olabilecek sekansları seçtik. Burada bir şeye çok dikkat ettik: diyaloglar çok uzun ve müzik oradayken karakterlerin ağızlarının hareket etmesi gibi uyumu bozan bir şeyi istemedik. Aslına bakarsanız, filmlerden sahneler kullandık ama o yüzden kendimiz de kurgu yapmış olduk. Kasaba’nın bir sahnesi ormanda başlayan iki kardeşin yolculuğunun hikâyesini anlatıyordu. Araya başka sahneler, başka sekanslar giriyordu. İşte Saffet’in olduğu ya da işte annenin babanın olduğu gibi. Biz o sahneleri çıkardık ve ya da çocukların birbirleriyle konuşmalarını attık. Diğer yandan, bu projede sahnede kullanılan sesleri de kullanıyoruz. Rüzgarın sesi, hayvanların seslerini, insanların seslerini kullanıyoruz. Bunlar müzikle bir arada. Müziğin bir parçası. Bu da zaten Yiğit’in bestelerinde, onun seçimleriyle oldu. Yani ben ben kendi adıma işte bu cümleler olsun demedim. Burada müzisyenleri özgür bıraktık. Bu anlamda evet sahneler sadece sözsüz değil; sözlerin olduğu sahneler de, bu konuşmaların olduğu sahneler de kısmen var. Ama bunlar çok minimal. Bir başka seçimimiz de size bahsettiğim gibi orada konuşmalar varken biz önünde çalmıyoruz hiçbir zaman. İzleyiciler oradaki konuşmayı merak edebilirler ve bir huzursuzluk olabilir diye. Bütün bu tercihlerimizden dolayı 11 saniye ortaya çıktı ortaya çıktı. Kasaba filminden 4, Mayıs Sıkıntısı’ndan 4 ve Uzak filminden de 3 sahne seçtik. Kendimizi 11 tane diye sınırlamadık. Uzak filmi, izleyen hatırlarlar, ilk iki filme göre daha fazla diyaloğun olduğu, düşsel sahnelerin daha az olduğu bir filmi barındırdığı için 3 tane bizim için yeterli oldu.

 

Bu projeyi benzer başka bir yönetmen için yapmak ister miydiniz? Hangi sinemacılar aklınıza geliyor? 

Devrim: Béla Tarr olabilir diye düşünüyorum. O da müthiş bir yönetmendir. Nuri Bilge Ceylan için filmlerinin uzunluğu hakkında eleştiri yapılır. “Çok uzun filmleri, 2 buçuk 3 saat.” denir ama Béla Tarr 7 buçuk, 8 saatlik filmleriyle en uzun filmleri barındırıyor filmografisinde. Açıkçası Türkiye’den pek aklıma gelmiyor kendi duruma ama Béla Tarr bence çok güzel olurdu.

 

‘’İstanbul Caz Festivali’nde yer almak bizim için bir eşikti.’’

 

İstanbul Caz Festivali için heyecanlı mısınız? Seyirciyi neler bekliyor, önceki sahnelerinize göre farklı bir şey görecekler mi?

Devrim: Kendi adıma İstanbul Caz Festivali’nde yer almak bizim için bir eşikti, o yüzden aşırı derecede mutluyuz. İKSV’ye ve Harun İzer’e çok teşekkür ediyoruz. İstanbul’da gerçekten bu projeyi bekleyen, Medyadan, cazseverlerden, sanatseverlerden, Nuri Bilge Ceylan hayranlarından pek çok kişi olduğunu da biliyoruz. Gerçekten güzel bir kitle heyecanla bu projeyi bekliyorlar. O yüzden aşırı derecede heyecanlıyız.

Yiğit: Devrim’e katılıyorum. Biz projenin üç müzisyeni olarak zaten İstanbul’da yaşıyoruz ve aslına bakarsanız tüm çevremiz de hemen hemen burada. Bu nedenle buradaki gösterimi çok önemsiyoruz. Devrim’in dediği gibi, zaten Harun İzer’le eski bir ilişkimiz var. Genç Caz zamanlarından müziğimizi tanıyor Yürüyen Merdiven olarak. Bu nedenle buradaki sanat çevresinin söyleyecekleri, onların izlenimleri bizim için çok değerli olacak. Elbette söylediğim gibi, İzmir ve Bodrum gösterimlerinden küçük farklar içerecektir kesinlikle. Çünkü bu bir performans, her seferinde farklı çıkacak. Ama şöyle de bir avantajımız var, ilk iki gösterimi atlattık ve şu anda çok daha deneyim sahibiyiz. Yani bu açıdan da aslında İstanbul performansı kendimizi daha rahat hissedeceğimiz bir performans olacak. 

 

‘’İstediğimiz şeylerden biri de, Taşra Üçlemesi Caz Projesi’ni taşrayla buluşturabilmek.’’

 

İstanbul Caz sonrası neler bekliyor sizi? 

Yiğit: Şu anda biz Yürüyen Merdiven olarak üçüncü stüdyo albümümüzü hazırlama aşamasındayız aslında. Albümün kayıtları iki sene önce yapıldı, ancak albümün yayınlanması için tanıtım ve prodüksiyon detayının hazırlığı içindeyiz aslında ve Ekim gibi, en azından bu yıl bitmeden Yürümek isimli üçüncü stüdyo albümünü yayınlamayı düşünüyoruz. Albüm dışında yine devrimin Devrim Dikkaya’nın koordinatörü olduğu başka bir projemiz de çok yakın zamanda başladı: Nâzım’a Caz Şarkıları. Şu an için bir konser projesi. Bunu çeşitli yerlerde sunduk, başta Cemal Reşit Rey ve Baba Sahne’de olmak üzere. Bu projenin konserleri de bir yandan devam ediyor. Ağustos’ta İzmir Bostanlı Açıkhava ve İstanbul Kalamış Yaz Festivali’nde olacağız. 

İstediğimiz şeylerden biri de, Taşra Üçlemesi Caz Projesi’ni taşrayla buluşturabilmek. Hatta Devrim’in çok güzel bir fikri vardı, bu filmlerin -özellikle ilk ikisinin- çekildiği kentte, Çanakkale’de bunun bir temsilini yapabilmek, o amatör oyunculara ulaşabilmek ya da onların olduğu çevrede, atmosferde bunu sunabilmek. Tabii ki sadece orası değil diğer yandan, birçok taşra kentine gidilse bence daha da anlamlı olacak. Çünkü zaten estetik açıdan filmlerde anlatılan o doğallık, o atmosfer. Anadolu… Bu projenin değeri bence biraz burada; yani taşra ve cazı da buluşturabilmek diye düşünüyorum. Elbette ne kadar insana ulaşabilirsek o kadar güzel olur. Yurt içinde ve yurt dışına.

Devrim: Açıkçası hâlâ düşünce aşamasında olan projeler var ve birtakım görüşmeler devam ediyor. Diğer yandan Ekim ayında projemiz Almanya’da sahne alacak Ama bizim için bir eşik de Fransa’da, Cannes’da olmak. Nuri Bilge Ceylan sinemasında Cannes’ın çok büyük bir önemi değeri var. Kendisinin de en önemsediği festivalin bu olduğunu düşünüyoruz. Zaten kısa filmlerinden beri tüm filmlerinin prömiyerini orada gerçekleştirmeye özen gösteriyor kendisi. Yurtdışındaki Nuri Bilge Ceylan takipçilerinin de bu projeye ilgi duyacağını ve merak edeceklerini düşünüyoruz açıkçası. Türkiye’deki sinema festivallerinde de yer almak istiyoruz. Birtakım görüşmelerimiz var bununla alakalı. Mutlaka olacaktır.

Taşra Üçlemesi Caz Projesi’nin 30. İstanbul Caz Festivali kapsamında 13 Temmuz 2023 Perşembe günü gerçekleşecek gösteriminin biletlerine bu linkten ulaşabilirsiniz. 

yazıyı oku

SİVRİ DİLLİ BİR İNGİLİZ: BAXTER DURY

Röportaj: Heja Bozyel

 

Bu röportajdan 1 hafta sonra “I Thought I Was Better Than You” adlı yeni albümünü çıkartan Baxter Dury, tüm İngiliz sarkazmını, kendini ifade ederken sözünü sakınmama hallerini ve mütevazılığını yeniden müziğe yatırmış. Rough Trade Records (Kalpler burada coşuyor) müzisyeni, bu albümde yine çok sevdiğimiz bir indie plak şirketi olan Heavenly ile çalışmış. Albüm, punk idollerinden olan babası Ian Dury’yi bir kez daha hatırlamamıza sebep olan lirikler ve genel olarak Baxter’ın bohem dünyasında kendi ile barışıklığının sonucu hip-hop ve groove tınılı “alternatif Brit pop” diye kategorilendirebileceğimiz (kategorilendirmeye mecbursak) 7 şarkıdan oluşuyor. Sohbetimizin sebebi ise albüm değil; PSM Loves Summer by %100 Müzik kapsamında 14 Haziran’da Zorlu PSM’de vereceği konseri. Karşınızda İngiliz bohemliğinin şarkılarını yazan Baxter Dury.

 

Selam Baxter! Londra’da hayat nasıl gidiyor?

Selam, her şey yolunda. Londra tahmin edilebilir bir şehir, büyük, tahmin edilebilir, saldırgan… Hayat da böyle devam ediyor.

 

Yeni şarkın “Celebrate Me” şahane. Yine şaşırtıcı bir şarkı. Dinlerken Londra’daki gençliğimi hatırladım. Gece hayatındaki farklı insanları izliyormuşum gibi bir his verdi…

Teşekkür ederim. Gerçekten de Londra’dan, Londralı bir şarkı bu.

 

 

Hem şarkının hem de videosunun arkasındaki hikaye nedir?

Narsisizmle, herkesin sınıf ve kimlik takıntısıyla ilgili. Sahte hayatlar, göstermelik işler… Oldukça soyut bir şekilde, bu noktalara girip çıkıyor. Video, yönetmenin şarkıya dair kendi yorumu. Ben de oldukça beğendim aslında. Benim yaptığım işin bir duygusunu alıp başka bir soyut yolculuğa dönüştürüyor, 14. yüzyıl tablolarından esinleniyor ama arkasındaki hikayeyi yönetmene sorman lazım.

 

Video senaryosuna hiç dahil olmadın mı?

Neyse ki çok dahil olmadım ve bu sayede daha iyi bir iş oldu! Ben sadece oyunculuk yaptım.

 

“Sanatçı olmanın en iyi yanı, sanatını bundan hayatını kazanabileceğin hale getirebilmek.”

 

Uzun zamandır müzik sektöründesin ki zaten ailen nedeniyle müziğin içine doğdun. Şu an, bu yaşında müziğe dair geçmişten farklı hislerin, düşüncelerin var mı?

Hayır, hiç farklı hissetmiyorum, sanırım çok anlık kalmaya çalışıyorum. Eski duygularımı bugüne taşımamaya çalışıyorum. On dakikalık döngülerde yaşıyorum ve ötesinde geçmişi veya geleceği düşünmemeye çalışıyorum, yani şu an yaptığım şey bu. Çok temel bir varoluş şekli.

 

Peki gençken farklı kariyer planların oldu mu?

Çok fazla. Sürekli olarak, hâlâ da, her şeyin mümkün olduğunu düşünüyorum ve hayaller kuruyorum. Sinemayla çok ilgileniyordum, sanırım gerçekten var olabileceğimi düşündüğüm yer orasıydı, ama filmde başarılı olmak için oldukça akademik olmanız gerekli. Belli kurallara uymalı, insanlarla uyumlu çalışmalısınız. Müzikte olduğunuz kadar kendinizi insanlardan sıyıramazsınız. Müzikte istediğin kadar saçmalayabilirsin, ama sinemada yatırımcılara güvenilecek biri olduğunuzu kanıtlamanız gerekiyor. Ne demek istediğimi anlıyor musunuz?

 

Evet. Kesinlikle.

Yani sinema sektöründe bu kişiliğimle var olamazdım. Fazla sivri ve asi kalırdım, bu yüzden müziğe girdim.

 

 

Peki müziğe ilk başladığında, çok başarılı bir müzisyenin oğlu olmak zorladı mı? Babandan daha fazla başarmak zorunda hissettin mi kendini veya bir noktada müzikal anlamda ondan farklılaşma ihtiyacı duydun mu?

Yani, çok fazla ölçersen, asla tatmin olmayan acı verici bir döngüye girersin. Bazı şeyleri kabul etmek gerekli ve herkesin oyununun farklı olduğunu da kabul etmelisin. Farklı kişi, farklı oyun. Müzik yapmak bunlar olmasa da çok zor zaten. Her şeyini ortaya koyuyorsun. Babamın müzisyen olması tuhaf bir durum aslında. Yani, her zamankarşıma çıkacak, etrafımda olacak bir durum. En baştan bunu kabullenmeli ama aynı zamanda yok saymalısın. Pozitif bir miras bırakmak istiyorsan başka seçenek yok. Yarışmanın bir anlamı yok çünkü kendinle yarışıyormuşsun gibi bir durum oluyor. Gençken bu kadar mantıklı olmak zor oluyor tabii…

 

Aslında bu konuda saatlerce konuşulur ama konumuz şarkıların. Şarkı sözlerindeki kara mizaha, alaycılığa ve hepsinin içinde hüzün barındırmasına bayılıyorum. Bunun sırrı İngiliz olmak mı?

Bir bakıma evet, sanırım İngiliz tuhaflığı bu. Tüm işlerimde var. Bir çeşit garip bir kişilik krizi, çok belirgin şekilde İngilizlik bu. Kendine güvenen ve aynı zamanda çok kırılgan… İlginç bir şekilde hem kendimizden çok eminiz hem de kendimizi çok eleştiriyoruz. Kendini güvenli hissetmek için kendinden emin olman gerekiyor ama bunu sadece birka ulus eğlenceli hale getirebilmiş. Onlardan biri de biz ingilizler. Müziğe, sanata çok alan açıyoruz bu yüzden de çok sanatçı var ama oyuncu, müzisyen, sanatçı olduğun zaman daha çok kırılmaya açık oluyorsun çünkü kişiliğini ortaya koyuyorsun her şeyden önce. Bunun için de ifade gücünün iyi olması gerekli. Ve güvende hissetmelisin. Çok garip bir ülkeyiz aslında. Geleneklerimize bağlı ama bunları da yeniden yapılandırmaya çalışan… Bu da her şeyi etkiliyor. Sanırım ben de bu açıdan çok İngilizvari işler yapıyorum.

 

Peki tüm bunlara rağmen sanatçı olmanın, duygularını insanlarla paylaşabilmenin en tatmin edici yanı ne?

Sanatçı olmanın en iyi yanı, sanatını bundan hayatını kazanabileceğin hale getirebilmek. Eğer sadece yapmak için sanat yaparsan ve kendini kaptırırsan bunun altında ezilebilirsin. Pratik ve sanatsal bir “iş” haline getirdiğin zaman hayatta kalabilirsin. Çünkü günün sonunda bundan para kazanman, yaptığını uygulanabilir ve dinlenebilir hale getirmen gerekiyor. İçinden gelen yaratıcılığı kontrol altına alman lazım yoksa seni yutabilir, Ikarus gibi. Eğer çok fazla uğraşman gerekiyorsa buna değmez. Onun yerine yat, uyu, yürüyüşe çık, lahana yetiştir, bahçecilik yap… Yaptığın işin keyifli olması gerekli. Sadece iş olmamalı ama sadece kendini adadığın, kaybettiğin bir şey de olmamalı…

 

Sahnede canlı söylemekten özellikle zevk aldığın şarkılar var mı?

Seyirci ile bağ kurmanı sağlayan şarkıların hepsi. Eğlenceli şarkılar genelde. Çünkü en iyi enerjiyi verip onu seyirciden geri alıp içine girersiniz ve bir an için çok özel biri olduğunuza inanırsınız. Bu çok özel bir his. “Wow, harikayım, ne olursa olsun artık” dediğin, büyük hislerin coştuğu anlar vardır ya, işte öyle… Bütün grubu omzunda taşıdığını hissettiğin, tüm seyircilerle birlikte söylediğin… En sevdiğim ve sanırım tüm müzisyenlerin en sevdiği anlar bunlar ve bunları yaratan şarkılar.

 

Bundan sonra neler yapmak istiyorsun?

Devam etmek, daha fazla insanla tanışmak, daha fazla şarkı yazmak, daha iyi müzik yapmak, daha iyi şarkılar yazmak, daha fazla insanı memnun etmek…

 

Baxter Dury 14 Haziran’da Zorlu PSM’de. Biletler burada.

yazıyı oku

KALIPLARA SIĞAMAYAN BİR GRUP: AGAR AGAR

Röportaj: İdil Meşe

Fotoğraf: Emirkan Corut

Fransa’nın sevilen elektro-pop ikilisi Agar Agar ile IKSV Salon konserleri öncesi kuliste buluştuk. Solist Clara Cappagli bulunduğu her ortamın ötesine taşan karizması ile karşımızdaydı. Agar Agar’ın diğer yarısı Armand Bultheel ve Clara, Türkiye’deki hayran kitlesi karşısında şaşkın ama keyifliler. İkili ile yakında yayınlanacak albümlerinden, bu albüm için tasarladıkları video oyunundan, oyunu seyircileriyle paylaştıkları Play Test turnesinden ve gelecek projelerinden bahsettik.

 

İlk gününüz nasıl geçti. Türkiye’deki dinleyicileriniz sizin için deliriyor, belki farketmişsinizdir.

Armand: Evet farkettik. Böylesine coşkulu ve güzel bir kitleyi görmek çok sevindirici. Burada olduğumuz için çok mutluyuz ve onur duyuyoruz.

Clara: Normalde konserlerimizde şarkılarımızın sözlerine eşlik eden pek olmaz. Burada inanamıyorum, herkes söylüyor. Bu çok, nasıl desem…

Armand: Dokunaklı! Ve İstanbul’da tanıştığımız insanları da çok seviyoruz. Burada müziğimize ne kadar talep olduğunu görmek doğrusu hep bir sürpriz oluyor ve buna bayılıyoruz. 

Clara: Bu sahiden bizim için tam bir gizem; bu kadar çok sevilmemiz. Tam olarak sebebini anlamış değiliz ama çok mutluyuz. 

 

 

Play Test turu fikriniz nasıl ortaya çıktı? Bir albüme dair kapsamlı bir bilgisayar oyunu yapmak ve bunu bir tura dönüştürmek, sıra dışı bir yaklaşım. 

Armand: Aslında ana fikrimiz, müziğimizin etrafında etkileşimli bir görsel içerik üretmekti. Jonathan ile seneler önce sanat okulunda tanıştığımızda, müziğimize bağlı bir video oyunu yapma fikrimiz vardı. Aslında bu birliktelik seneler önce başladı ve Jonathan seneler içinde kendi kendine bir bilgisayar oyunu yaptı. Bu çılgınca bir şey.

 

 

Vay canına. Kaç sene önce tasarlamaya başladın Jonathan? 

Jonathan: Beş sene önce başladım.

 

O zaman bu albümden çok daha önce?

Armand: Evet. 

Clara: Oyunda karakterler var ve her karakterin bir şarkısı var. 

 

 

Bu inanılmaz. Görselleriniz müziğiniz kadar dikkat çekici. Müziğiniz için görsel fikirleri nasıl buluyorsunuz ve birlikte çalışacağınız insanları neye göre seçiyorsunuz? 

Armand: Sanırım bu birlikte çalıştığımız insanlara bağlı çünkü onlara çalıştığı şeyler üzerinde daha fazla özgürlük vermek istiyoruz. Yani aslında sanatsal bir bağ kurabildiğimiz insanlarla birlikte çalışmak ve onların kendini ifade etmesi bizim için daha önemli.

Clara: Evet, başından sonuna her şeyi seçiyoruz ve görsel olarak bize hitap eden bir şey bulmak çok önemli. Bu projenin başından beri her zaman birlikte çalışmayı seveceğimiz insanlar bulmaya gayret ettik. Birine gidip şunu yap, bunu yap demek istemiyoruz çünkü bizim için yaratıcı bir iş birliği daha önemli. 

Armand: Tabii, bizim de kattığımız fikirler oluyor ya da projeye uygun görmediğimiz şeyleri ifade ediyoruz. Detayları ve ana konsepti konuşuyoruz ve sonrasında özgür bırakmayı tercih ediyoruz. 

 

 

View this post on Instagram

 

A post shared by @agaragarmusic

 

Konserinizde oyununuzu göstermek zor olmuyor mu? Bu tur nasıl işliyor?

Armand: Çok yorgun bir haldeyiz.

 

Nasıl mekanları seçiyorsunuz? İki ayrı sahnesi ya da bölmesi olan yerler mi? 

Armand: Aslında hayır. Mekanlara yapmak istediğimiz şeyi anlatmak çok ama çok zor çünkü yapmaya alışık oldukları bir şey değil. Hatta belki de hiç yapmadıkları bir şey. Onun için hep farklı oluyor ve adapte etmemiz gerekiyor. 

Clara: Ama bir yandan tipik bir konser olmaması da güzel. Çünkü mekanlar hep aynı geleneksel şeyleri ellerindeki sistemle yapıyorlar. Biraz bu dogmayı yıkan bir şey oluyor, farklı bir bakış açısı. 

Armand: Ama çok yorucu.

Clara: Epey yorucu.

Armand: Evet, sahiden. Ama genelde her şey profesyonelce yürüyor. Tabii, Jonathan’a teşekkür etmek lazım. Birçok şeyi hallediyor. Bilgisayarları getiriyor, kuruyor…

 

 

 

Bilgisayarlarla mı seyahat ediyorsunuz?

Clara: Bu sefer değil.

Armand: Evet Salon’da gerek olmadı çünkü her şey varmış. Jonathan oyunları yüklüyor. 

 

 

 

Konserlerin geleceği hakkında öngörüleriniz nedir? Tahmin edebileceğiniz ve içinde bulunmayı isteyeceğiniz en çılgın konser ne olurdu? 

Armand: Sanırım bir konser ile tiyatro arası bir şov tasarlamak isterdik. Belki tam tiyatro değil ama…

Clara: Belki etkileşimli…

Armand: Evet, etkileşimli bir gösteri çok iyi olurdu. Yenilikçi bir kurgu düşünüyoruz ama bunun hakkında konuşmak için çok erken.

Clara: Genel olarak çok güçlü bir atmosfer oluşturmayı istiyoruz sahne tasarımları ile. Herkesi sahnenin içine çekebilmeyi istiyoruz. 

Armand: Hikayeyi sadece anlatmak değil, göstermek de istiyoruz. Sadece müziği taşıyan bir şey değil, ilham verici ve yenilikçi bir bakı açısı.

 

Henüz konser vermediğiniz ama verseydiniz sizi çok heyecanlandıracak bir ülke var mı? 

Clara: Japonya! Bu hayalimiz. Tanıdığımız kimse yok ne yazık ki, bağlantımız olacak. Ama tabii bu tip konserleri yapmanın zorluğu var. Mesela iki yıl önce Amerika’da çaldık ve inanılmaz bir deneyimdi ama çok pahalıydı tabii. Gerçekten elinizde sadece yaşadığınız deneyim kalıyor. Stratejik olmak gerekiyor. Çünkü bunu yapsak mı dediğimizde para kaybediyoruz, hem de çok.

Armand: Ama bazen de tamamen buna değiyor. 

Clara: Haklısın.

 

Türkiye’den sevdiğiniz gruplar var mı? 

Clara: Çok hakim değilim. 

Armand: Türkiye’de yaşamıyorlar ama Altın Gün var. Avrupa’da çok popülerler. Daha çok grup tanımayı isteriz.

 

Yakın gelecek de Agar Agar hayranlarını neler bekliyor? 

Armand: Evet, birçok şey var. Oyun var. Ama albüme kadar yayınlanmayacak.

Clara: Evet çok uzun bir süreç.

Armand: Albümden sonra yayınlanacak ama müthiş bir şey olacak. Uzun bir iş ama tam hayranlarımızı heyecanlandıracak bir şey. Enerjisi çok büyük olacak bu işin. 

Clara: Yani evet, bir de tur var ve baya delilik. Albüm çıkınca çok uzunca bir süre turda olacağız ve büyük şovlar çalacağız. Sahnede de etkileşimli birçok öğe olacak. 

Armand: Bu işi düzgün halledebilirsek.

Clara: Evet, iyi çalışırsak.

 

Her şarkının bir videosu olacak mı? 

Armand: Sadece video olmayacak, çok daha fazlası.

Clara: Tam bir kreşendo olacak. Ve çok interaktif.

Armand: Dekorun da etkileyici olacağını düşünüyoruz.

 

Sahiden çok heyecan verici. Bizimle paylaştığınız için çok teşekkürler. 

Clara: Biz teşekkür ederiz.

 

 

yazıyı oku

ELECTROPOP'UN ÖZGÜN İKİLİSİ ALACA İLE "DELİ İŞİ MÜZİK" ÜZERİNE

Röportaj: İdil Meşe 

Fotoğraf: Can Görkem

Yeni nesil pop müziğin kural bozan ikilisi Alaca’nın single’ı “BYE” Universal Music etiketiyle yayınlandı. Alaca ile uzun dostlukları, müziklerini keşif yolculukları, üretim süreçleri, beslendikleri kaynaklar, sıra dışı ses ve görsel vizyonları ve gelecek planlarına dair sohbet ettik.

 

Hikâyenin en başına gitmek istiyorum. Nasıl tanıştınız, müzik yapmaya başladınız ve beraber üretmeye karar verdiniz?

Mehmet Mutlu: İkimiz de gitar çalıyorduk daha öncesinde. 5-6 sene önce Bilal Karaman var, gitarist, ikimiz de onun öğrencisiyiz aslında, o bizi tanıştırdı ilk başta. “Siz takılın, müzik yapın” gibisinden… Caz gitar çalıyorduk ikimiz de karşılıklı, sonrasında Ata’nın fikriyle “biraz beste yapalım.” fikri gelişti.

Ata Bornova: Evet, “Beste mi yapsak ya?” diye, ufaktan ufaktan…

Mehmet: Ata’nın vardı zaten kendi besteleri daha öncesinden. O songwriter gibi takılıyordu aslında.

Ata: Aynen, daha singer-songwriter gibi… Hatta böyle ufak ufak kayıtlar da almıştım ama hiç öyle profesyonel bazda değildi. Bayağı birlikte öğrendik aslında. Ondan sonra bir band kurmak istedik, ona çalıştık. Bir sürü farklı ‘band’ler kurduk. Ama o zamanlar yaptığımız tarz Swing’e yakın bir müzikti; Türkçe sözlü Swing müziği gibi bir şeydi.

Ata: Ondan sonra, tam o dönem Elektro Swing keşfettik. O grubun adı neydi?

Mehmet: Caravan Palace.

Ata: Caravan Palace’ı duyduk bir yerden ve aklımız çıktı. Hem Swing yapıyorlar hem de çok modern. Bizim her zaman dert yakındığımız şey; Swing müzik güçlü bir müzik, çok eğlenceli müzik ama geçişi güçlü değil.

Mehmet: Çalarken çok güçlü gibi hissediyorsun ama aslında…

Ata: Karşı tarafa geçmiyor, çünkü akustik enstrümanlar o enerjiye o kadar izin vermiyor. Küçük salonlar için daha güçlü olabilecek bir müzik. Elektro Swing’i duyunca, hatta konserlerini açıp izleyince aklımız çıktı yani “Bu nasıl olabilir?” dedik. Öyle bir şeyler denedik.

Mehmet: Bir parça.

Ata: Hatta bir albümü çöpe attık bu arada. Swing albümü hazırlamıştık, hiç yayınlanmadık. Kaldı yani biraz. Öğrenmemizi sağladı aslında. Beste yapmayı öğrendik o sayede.

Mehmet: Ama bestelerden hiçbir şey kalmadı gerçekten şu an, değil mi?

Ata: Evet, hepsini attık.

 

 

Ama sizde de olmuyor mu bazen; eski besteleriniz biriyle bir proje çalışırken çat diye birden aklınıza gelebiliyor, bir ortaklık bulabiliyor.

Ata: Biz onları aslında böyle parça parça kullanmış olduk. Sonradan adapte ettik farklı şeylere.

Mehmet: Evet, güzel fikirleri şimdiki müziğimize koymuşuzdur bence illaki.

Ata: Sonra “Kendrick Lamar” denilen bir şey var, ondan sonra zaten işler raydan çıktı. Yani bir “Alright” duyduk. Cahildir diye düşündüğümüz adamın böyle bir müzik yapması bizi çok etkiledi. O zamanlar çok üstten bakan bir tavrımız vardı böyle her şeye.

Mehmet: Aynen, biraz cazcılığın verdiği bir durum galiba.

Ata: Genel olarak caz müziğin içinden çıkmanın verdiği, her şeye böyle bir tepeden bakmaya çalışma mevzusu vardı.

Mehmet: Ama sonra bayıldık yani.

Ata: Evet. Sonra yapmanın ne kadar zor olduğunu görünce…

Mehmet: Evet, Tiny Desk performansları bayağı güzeldi, R&B’ye ilgimiz o zaman başladı.

Ata: 10Gün albümümüz de zaten tam o döneme denk geliyor. İşte, tam o tip parçaların iyice içine girmişiz. Böyle, iki bin, kaç oluyor?

Mehmet: 2017-18.

Ata: O civarlar. 10Gün albümü o zamanlar filizlendi. Böyle daha da güçlü prodüksiyonlar yapmalıyız dedikçe buraya kadar geldik.

Mehmet: Evet, evet.

 

O sırada birçok başka sanatçı için de altyapılar, besteler çalıştınız değil mi?

Ata: Evet.

Mehmet: Bizim aslında başka sanatçılara prodüksiyon yapma serüvenimiz Melis Karaduman ile başladı değil mi? Melis Karaduman’a yaptık ilk başta.

Ata: Aslında Ege Çubukçu’ya bir…

Mehmet: Ege Çubukçu’nun ‘Sorun yok’ parçasına bir remix yaptık.

Ata: Biz kendi zevkimize uygun bir remix yaptık. Aslında bir Instagram postu olarak yapalım diye düşündüğümüz bir şeydi. Çok seviyoruz Ege Çubukçu’yu, ona ulaşmak istedik. Ondan sonra bir şekilde de çok tuttu enerjimiz, onu remix olarak çıkarttık. Başkasının parçasını düzenleme bağlamında ilk yaptığımız şey oydu.

Ata: Ondan sonra Melis Karaduman’a yaptık.

Mehmet: Mabel’e yaptık. O da bizim 10Gün albümümüzü sevmiş. “Kavşaklar” parçasının prodüksiyonunu yaptık.

Ata: Güliz Ayla’nın ‘Al Yorgun Kalbimi’ parçasını yaptık.

 

 

View this post on Instagram

 

A post shared by Alaca (@alacamusic)

 

Şarkınız “BYE”daki prodüksiyona nasıl geldiniz? Bu başlı başına bir yolculuğun sanki başlangıç işareti gibi bir müzik, klip ve proje. Nasıl bir süreçti bu şarkıyı bir araya getirmek ve çıkartmak ?

Ata: Aslında biz BYE’a gelene kadar bir 30-40 tane parça yaptık bu bir buçuk yıl içerisinde ama hiçbiri tam olarak bizi tatmin etmedi. Aynı parçanın bazen dört versiyonunu yaptık.

Mehmet: Bizim tatmin olmadığımız genelde sound konusuydu. Aslında şarkılar bence yine güzeldi ama yaptığımız soundlar böyle bir türlü içimize sinmiyordu.

Ata: Evet, farklı bir yerde durmak istiyoruz bir taraftan, sanatı bir taraftan onun için yapmak istiyoruz. Ayrı bir yerde olabilmek… ‘Farklı bir karakteri olsun yaptığınız işin’ gibi bir kaygımız var. Bir türlü tam olarak kendimiz gibi hissedemedik hiçbirinde. Aslında her zaman da kafamızda böyle dinlediğimiz sevdiğimiz şeylerde, daha böyle ‘yeni jenerasyon bir pop’ diyebileceğimiz bi şey vardı. O tip müzikler de dinliyorduk zaten.

 

Mesela?

Ata: Mesela, Billie Eillish ile başlayan ve sonra çok fazla genç çocuğun yaptığı, ortalama 18-25 yaş arası çok fazla insanın da yaptığı prodüksiyonlar…

Mehmet: Müzik zevkimiz daha çok o müzikler oldu son zamanlarda.

 

Sözler ve prodüksiyon nasıl bir araya geldi? Özellikle sözleri çok enteresan. Bir yandan çok dilli, Hitoko’nun Japonca geri vokalleri var. Orada mesela ne diyor, nasıl bir araya geldi sözler ve konsept?

Ata: En başından başlıyorum, biraz deli işi bir şey denemek istiyoruz. Müzikte de sözlerde de ‘bu garip olsun ama itici olmasın’ istedik.

Mehmet: Aynen, en korktuğumuz şey itici olmaktı.

Ata: “Global bir şey yapacağız” değildi amaç ama oraya evrildi.

Mehmet: Bir dönem düzenli olarak Instagram videoları çekiyorduk. O zamanlarda böyle tek günde bir dakikalık şarkılar yapıyorduk. Aslında BYE’da o zaman çıkmıştı, hatta böyle yarım saatte yazdığın bir şeydi.

Ata: İşte yarım saatte yazdığım bir parçaydı ama sonra öyle kaldı, yayınlamadık.

 

Ne ilham vermişti bu sözleri, BYE’ı yazarken hatırlıyor musunuz? 

Mehmet: Böyle bir diss gibi miydi ya?

Ata: Evet, aslında ben onu birilerine söylemiştim. Beni sinirlendiren birisi ya da birileri vardı, aslında o duruma söylediğim bir şeydi.

 

BYE’ın itici gücü öfkeydi diyorsun. 

Ata: Evet, evet. İtici gücü itici olmamasıydı. Hitoko konusu da aslında, Tokyo Drift’in müziği vardır ya “How they live in Tokyo” falan, öyle bir şey istiyoruz. Nakarat bölümü geldiği zaman sonra Mehmet “Benim Japon bir arkadaşım var.” dedi, ondan sonra, “Abi kim?”, “Hitoko”.

Ata: O da o sırada Türkiye’de değilmiş.

Mehmet: Nerdeydi?

Ata: Japonya’nın bir vilayetinde, şimdi aklımıza gelmedi. Oraya bağlandık. Ona da derdimizi anlatmamız lazım,  “Ya şimdi biz senden Tokyo Drift’in nakaratı gibi bir şey istiyoruz. Yani, bunu istemek ırkçı mı onu bilmiyorum ya da işte senle dalga geçmek gibi niyetimiz yok. Sadece çok cool olacak bunun peşindeyiz; Japon birinin bunu söylemesi lazım”. Bunu ona nasıl anlatacağımızı da çok bilemedik. Ama “Ben anladım mevzuyu” dedi sanki daha önce beş defa daha bu teklif edilmiş gibi “Onu yaparız” demiş oldu. Bütün diyaloglar Türkçe konuşuluyor bu arada. Ondan sonra Japonya’da kayıt aldı. Osaka! Hatırladım.

Mehmet: Aynen, Osaka.

Ata: Osaka’da ablasının düğünü varmış onun için alakasız…

 

Ne dediniz Hitoko’ya? Türkçesi’ni söyleyip “Bunun Japonca’sı ne? mi dediniz yoksa kendin mi yaz dediniz?

Mehmet: Girişteki müziği, onun bir videosundan kendisinden izin isteyerek kullanmak istedik. O bir Japon halk türküsü gibi bir şey aslında. Bayağı uzundu, biz onu kestik ve kullandık.

 

Anlamı nedir, biliyor musunuz? 

Ata: Sözleri, ‘erkek egemenliğine artık boyun eğmeyeceğiz içerikli’, böyle kadınların kendi aralarında toplandığı zaman söylediği bir türküymüş. Tam olarak bilmiyorum ama “Artık o dikenli patlıcanlarınızı bizden uzak tutun” gibi bir söz.

 

Hadi ya, mükemmelmiş.

Mehmet: Sonrasında da ben kendisine bir ses kaydı attım, “Şu şekilde söyleyebilirsin” diye.

 

Nakarattaki sözlerdeki ritim ve melodinin içine uyumu gerçekten çok dikkat çekici, şarkıyı ön plana çıkaran özelliklerden bence bir tanesi. Bu uyumu yakalamaya çalışırken nasıl bir yöntem izlediniz? Çünkü uyak da olması lazım ama bir yandan ritmik olarak da uyması lazım; bir yandan da müzikle alakayı koruması lazım gibi… Üstüne çok düşündünüz mü, yoksa yaptınız ve birden oldu mu?

Ata: Biraz akışta oldu aslında, öyle çok matematik olarak ilerlediğimiz bir aşama değil de…

Mehmet: Her dilde güle güle diyelim…

Ata: Evet, aynen. Her dilde ‘BYE’ diyelim gibi bayağı cheesy bir şeydi aslında. Oturma olarak da bizim de sonra çok içimize sindi aslında. Hepsi böyle grid’e oturuyor.

 

 

Şarkının klibi de bir farklı gerçekten şarkının kendisi kadar. Klibin fikri, konsepti nasıl aklınıza geldi? Bu klibi nasıl bir araya getirdiniz?

Ata: Şarkı gibi olsun istiyorduk. Bir şeyler anlatsın ama ne anlattığı da… böyle sarhoş birinin konuşması gibi. Bir klip çekiminde mekanın hikayeyi nasıl etkileyeceğini öngörerek hareket ettik. Bizim aslında kafamızda apayrı bir şey vardı, kendi kendimize bir moodboard belirlemiştik. Hiç böyle işte cool atmayacağız, ondan sonra kullanacağımız kamera tekniğinin ne olduğunun farkındayız, şu tip karakterlerle hareket edeceğiz ona da okeyiz; ama konu bunun etrafında ne olursa olabilir fark etmez, bunların zaten bir şekilde hikayeyi garipleştirebileceğini biliyorduk. Sonradan bir şekilde bir fabrikayı ayarladık.

Mehmet: İlk başta tabii Ümit ve Samet ile tanıştık. Bu da aslında onların fikriyle başladı, “Fabrikada olsa aslında” gibisinden onlar yokladı bizi. Sonra biz de aşırı yükseldik fabrika fikrine. Sonra bizim kreatif direktörümüz…

Ata: Ada Gönden, fabrikaya gittiğimiz zaman apayrı bir yerden bir giriş yaptı. “Ya burası bir hit fabrikası mı olsa?” gibisinden ortaya bir fikir atıldı. Fabrikayı gezerken böyle aslında klibin konusunun yarısı belli oldu. İşte Ümit oradan bir şey söyledi, Samet bir şey ekledi, biz oradan espri yaptık kabul edildi, ‘bu da olsun’ gibi…

 

Kabul edilen espiri neydi?

Ata: Bulgar Techno’su mesela. Hani şey olur ya böyle, imece usulü çalışan bir fabrikaya amatör bir çekim ekibi gelir de ona böyle düz ceketli bir abi konuşma yapar çok içten bir şekilde, ‘Bu fabrika 87 yılından beri çalışmaktadır’ gibi bir giriş yapar; onun gibi fabrikanın girişindeki o açılış sahnesi de aslında böyle esprilerden çıktı. O da orada gelişi güzel espriydi diye hatırlıyorum.

 

“Kendimizi buluyoruz bu süreçte.”

 

Bu klibi ve şarkıyı takiben Alaca dinleyicilerini ve yeni fanlarınızı neler bekliyor? Bir devamı olacak mı bir seri gibi ya da başka şarkılar, albümler, konserler? 

Mehmet: Şu an bir tane single’ımızı hazırlıyoruz aslında. Onu da çok yakın bir zamanda çıkartmayı planlıyoruz. Sonrasında yine “BYE” garipliğinde şarkılar olacak. Biraz kendimizi de buluyoruz bu süreçte. Nelerden hoşlandığımızı, neleri sevdiğimizi şu an tespit edebiliyoruz. Yaptığımız, elimizde tabii ki bir sürü parça var ama işte kendimizi sürekli zorluyoruz daha yaratıcı olmaya. Onun için sıkı çalışıyoruz. Yakın zamanda konserlerimiz var ama birinci gündemimiz daha çok şarkı çıkartmak.

Ata: Yine başka görseller de sunmak istiyoruz, yani şu an yaptığımız şeyden çok memnun kaldık. “İyi bir görsel vermeyeceksek hani hiçbir şey vermeyelim daha iyi” gibi kendi aramızda her zaman söylediğimiz bir şey vardı. Şu an en son çıkan işten, her türlü aşamasından ilk defa çok memnunuz ve bu görsel dünya işini çok sevdik. Bizim için çok farklı, yepyeni bir deneyim. Uzaktan bakınca çok korktuğumuz bir şeydi ama içine girince çok eğlendik ve çok keyifli bir şeymiş. ‘Biz çekerken çok eğlendik’ hikayesini hakikaten anladık. O yüzden başka da yapmak istiyoruz. Aklımıza farklı farklı fikirler geliyor sürekli.

 

Bir yandan da Alaca’nın görsel imajı ve konusu da oturuyor böyle, değil mi?

Ata: Evet, öyle hissediyoruz. Çünkü gerçekten bir sanatçının ya da bir grubun, imajını kazanması da uzun bir süreç. Böyle hem müzik videolarıyla hem konserlerle oluşan bir süreç gibi.

 

Klibinizdeki stil de bayağı fiyakalı. Renkler çok parlak, heyecan verici.

Mehmet: Evet, kreatif direktörümüzün özellikle istediği bir şeydi.

Ata: Renklerimiz de olayın başından belliydi, font seçimlerimizin neler olabileceğine kadar kendi aramızda tartışmıştık. Aslında o yüzden çıkan sonuç, belki de bu yüzden bu kadar tatmin etti. Her aşamasına kadar didiklemek güzel bir şeymiş.

 

“Babalardan Duman’ı dinliyoruz.”

 

Türkiye’den size ilham veren sanatçılar var mı? Bu projenizde size bir ışık yakan ya da dinlerken çok hoşlandığınız, belki de ortaklık yapmak istediğiniz? 

Ata: Duman’ı çok seviyoruz. Bizi bağlayan noktalardan bir tanesi Duman’dır. Çocukluğumuzdan beri büyük takipçisiyiz, dinleyicisiyiz.

Mehmet: Bu proje üzerinde şu an bir isim söylemek çok zor olabilir bizim için. Ama hakiki bir Duman fanıyız aslında.

Ata: Bütün Duman röportajlarında ortak bir cevap vardır ya; Duman’a ‘Kimleri dinliyorsunuz?’ diye sorulduğu zaman ‘Babaları dinliyoruz’ gibisinden böyle hep aynı cevabı verirler yıllarca; Beatles olsun, Pink Floyd olsun falan… Bizde de benzer muhabbet; “Babalardan Duman olsun.”

 

Gençlerden beğendiğiniz birileri var mı?

Ata: Ezhel, Baneva…

Mehmet: Kum.

Ata: Kum, evet, çok beğeniyoruz. Çok fazla var. Güneş güzel, Ege Çubukçu yıllardır sevdiğimiz ağabeylerimizden.

Mehmet: Çok fazla güzel müzisyen var bence bu arada.

 

Bence de çok heyecan verici bir zamandayız Türkiye’deki müzik çeşitliliği ve renkliliği açısından. Gelen yeni sanatçılar ve sesler beni çok heyecanlandırıyor. Lansmanınız harika geçsin.

Ata, Mehmet: Teşekkürler!

 

 

yazıyı oku

BEATS BY GIRLZ TÜRKİYE FESTİVALİ'NDEN TÜM ENERJİSİYLE BİR JAMZ SUPERNOVA GEÇTİ

Röportaj: Ceren Kahveci


Fotoğraf: Emirkan Corut

Benliğiyle özdeşleştirdiği ve büyüdüğü ortamı anlamlı kılan küresel sesleri kendine has dokunuşuyla dinleyiciye sunan DJ Jamz Supernova, sektörün kaderine kendi elleriyle şekil vermekten çekinmiyor. Deck arkasındaki macerasına, hünerlerini müzik tarihinden ruhuna dokunan eserlerlerle harmanlayarak devam eden Jamz, dünün ve bugünün seslerini samimi hikayelerle birleştiriyor ve başka müzisyenler için geleceğin sahnesini kuruyor. Yapı Kredi bomontiada’da gerçekleşen Beats by Girlz Türkiye Festivali’nde sahne alan DJ Jamz Supernova ile ilhamlarını, sektöre girişini ve baş küratörlüğünü yaptığı Future Bounce müzik şirketini konuştuk.

 

 

Merhaba Jamz. Burada olduğun için çok heyecanlıyız, umarım her şey çok güzel gidiyordur. 

Her şey iyi gidiyor, teşekkür ederim. Senenin son yoğun iş tempolu sürecindeyim, sonrasında gelecek olan bir aylık tatilimi dört gözle bekliyorum. 

 

Güney Londra’da büyümüş, sektörün öncülerinden biri haline gelmiş bir DJ’sin. Dünyanın her yerinden gelen sesleri birleştirerek dinleyiciye kapsamlı bir tecrübe yaşatıyorsun. Büyüdüğün ortamın dünya müziğine olan bakışına olan etkisi ne oldu dersin?

Güney Londra bir sürü kültürün birleşip harmanlandığı bir yer. Orada büyürken farklı dünyalardan gelen insanlarla zaman geçirmiş olduğum için çok şanslıyım, oldukça büyük bir Afro-Karayip toplumuyla beraber kayda değer bir Türk, Güney ve Doğu Asya çevresini de barındıran bir yer. Böyle bir ortamda, farklı kültürlere karşı merak ve açık görüşlerle büyümenin bende yarattığı etkiyi göz ardı edemem. Bu yüzden İstanbul’da sahne alacak olmak beni çok heyecanlandırdı, beraber büyüdüğüm Türk arkadaşlarımın kültürünü temsil eden bir yeri ziyaret ediyor olmak bir onur. Umuyorum ki onları gururlandırmışımdır.  

 

 

Parçaların müzik tarihinden alınmış unsurların birleşimini barındırıyor, değişken bir doğası var. Geçmişten hangi sanatçı ya da parça şu anki eserlerine ilham oluyor? 

Ah, bu çok iyi bir soru. Şu an tekno ve house müziğinin orijinlerini keşfediyorum, bu da beni 80’ler ve 90’lardaki Detroit ve Şikago’ya götürüyor. Frankie Knucles’dan Underground Resistance’a kadar, o zamanın DJ’lerinin sanatından etkileniyorum ve ilham alıyorum.

 

Setlerimle her zaman bir hikaye anlatmaya çalışıyorum, kim olduğum ve nereye gideceğim hakkında. İstanbul’daki sahnemde Afrika diasporasından parçalar çalmak benim için çok önemli oldu mesela. Alacağım tepkilerin ne olacağından emin değildim, ama bu benim kimliğimin o kadar büyük bir parçası ki onu burada temsil etmemenin kendime haksızlık olacağını düşündüm.

 

Müzikle olan ilişkinin başından beri ilgini çekmiş olan Türk sanatçı veya DJ’ler oldu mu? 

“Kimlik” konseptinin getirdiği kesişimleri ve bunun başka bir ülkede yaşarken köklerine inme isteğiyle birleştiğinde ne anlama geldiğini keşfetmekten keyif alıyorum. Birleşik Krallık’ta merkezlenmiş olup müzikle Türk köklerini keşfeden sanatçılar ilgimi çekiyor, mesela Emir Taha, Enver Göyken ve Chloe Bodur. Yarattıkları sesleri çok seviyorum ve Türk perküsyon ve melodileri beni içine çekiyor.  

 

 

Müziği nasıl “okuyorsun”? Mikslerinde kullandığın parçaları seçmeden, doğru parçayı bulmaya olan yaklaşımın ne oluyor? 

Setlerimle her zaman bir hikaye anlatmaya çalışıyorum, kim olduğum ve nereye gideceğim hakkında. İstanbul’daki sahnemde Afrika diasporasından parçalar çalmak benim için çok önemli oldu mesela. Alacağım tepkilerin ne olacağından emin değildim, ama bu benim kimliğimin o kadar büyük bir parçası ki onu burada temsil etmemenin kendime haksızlık olacağını düşündüm. Sahnemde aynı zamanda Birleşik Krallık’tan da seslere yer vermek istiyorum, ancak bunu o sırada beni benimsemiş ve içine almış olan kültüre saygılı bir şekilde yapmaya dikkat ediyorum. DJ’lik yaparken içgüdüme güvenip o sırada doğru hissettireni çalıyorum. Harika bir DJ olan David Rodigan bir kere parçaların bazen sana konuştuğunu, seni çektiğini söylemişti. Ben de bunu aklımda tutuyorum ve dinliyorum. 

 

Şu an BBC 1Xtra’da kendi programın var, fakat kariyerine ilk Reprezent Brixton’da başladın. Sektöre ilk girmeye başladığındaki hislerini nasıl tarif ederdin, özellikle genç bir kadın olarak? 

Bu sektöre çok aç ve çok tutkuluydum, hala da öyleyim. Ama o his beni benden alıyordu. Düşünebildiğim tek şey oydu ve beni geri tutan her şeye rağmen bunu başaracaktım. Zorlukları olan bir süreçti, ırkım ve cinsiyetim dolayısıyla odaya adım attığım anda yargılanacağımı biliyordum fakat bunu görmezden gelmeyi seçtim ve başımı dik tuttum. Müzik maceramın yavaş yavaş ilerlemiş olmasından bir bakıma memnunum, dayanıklı olmamı ve kendimi bu sırada daha iyi tanımamı sağladı. Böylece başka kadınlara da sektörde yardım etme şansım oldu ve onların yarattıkları şeyler de bana ilham veriyor. 

 

 

DJ olmakla beraber aynı zamanda gece kulübü sektörüne odaklanan Future Bounce müzik şirketinin baş küratörüsün. Raporlara göre satış listelerindeki ve radyodaki parçaların %5’inden azı öncelikli olarak kadın ve “non-binary” sanatçı prodüksiyonu ile üretiliyor, yani dans müziği sektörünün oldukça ciddi bir cinsiyet problemi var. Sektörün işletme kısmına da girmiş biri olarak bu konu hakkındaki fikirlerin nedir? 

Bunun üzerine daha çok çalışmamız gerekiyor, yapmamız gereken şey bu! Kadınların müzik yapabilmesi için ihtiyaçları olan ortamı ve zamanı yaratmamız ve bunu onlara sağlamamız gerekiyor. Ben şirketimde bunu yapıyorum. Eğer beraber çalışmak istediğim bir kadın müzisyen varsa, o yaratıcılığı beraber ortaya çıkarabilmek için ne yapmam gerektiğini araştırmaya başlıyorum. Zamana mı ihtiyacı var? Ekipman? Öneri? Ben onlar için hep burada olacağım ve kendilerini hazır hissedene kadar da beklerim. Kapsamlı bir ekiple çalışmak kolay değil, araştırmak ve istediğin şeyi bulmak için fazladan mesai harcaman gerekiyor. Bunun farkında olmak ve yaptığın işi neden yaptığını sorgulamak süreci kolaylaştırıyor. Eğer çıkardığım son beş eserin hepsi bir erkek sanatçıyla çıkarılmışsa, kendime bunun neden böyle olduğunu ve başka sanatçıları da ekibimde barındırmak için daha fazla ne yapıyor olmam gerektiğini sormam gerekiyor. Sektörün işletme kısmındaki insanlar bu konudaki sorumluluklarının farkına varıp bunun üzerine çalışmaya başladığında çok daha fazla gelişme kaydedebiliriz.  

 

Peki Jamz deck başında sihirli parmaklarını konuşturup müzik yaratmıyorken neyle uğraşıyor? 

Yeni anne oldum, ondan dolayı genelde çok da görkemli olmayan ama inanılmaz tatmin edici olan annelik rolümü oynuyor oluyorum. 

 

 

Son soru: Bu sektöre girmek isteyenler için bir tavsiyen var mı? 

Kendine yaratıcı bir hedef koy ve altı ay bunun üzerine çalış. Bir miks veya parça gibi bir şeyi piyasaya sunmak olabilir veya pratik yapmak, kendini geliştirmek için belli bir saat hedefi koyabilirsin. Seni bir sonraki seviyeye taşıyacak şeyin ne olduğunu düşünüyorsan, emin olabilirsin ki ona istikrarlı bir şekilde yaklaştığın sürece güzel sonuçlar göreceksin. 

 

 

yazıyı oku

BLACK COUNTRY, NEW ROAD İLE KISA KISA

Röportaj: İdil Meşe 

Son yılların hızlı yükseliş gösteren İngiliz alternatif rock gruplarından Black Country New Road, 21 Ağustos’ta, IKSV’nin 50. yıl kutlama konserleri kapsamında, Nick Cave and the Bad Seeds’in ön grubu olarak Parkorman’da sahne alacak. Performansları öncesinde, grubun bateristi Charlie Wayne sorularımızı cevapladı.

 

Grup olarak yaşadığınız en büyük zorluk neydi ve nasıl üstesinden geldiniz?

Cambridge’deyken, biraz daha genç olduğumuz zamanlarda, Cambridge Üniversitesi öğrencileri tarafından, şehirde hiçbir üniversiteye gitmeyen kişilere karşı düzenlenen bir yarışma vardı. Karakter ve zeka testi gibi bir şeydi. Yarış, özünde (üniversite öğrencilerinden oluşan bir takıma karşı) kimin yapboz oyununu daha hızlı tamamlayacağını görmek üzerineydi. 1000 parçalı, Jurassic Park temalı bir puzzle’dı. Takım olarak çalıştık ve kişisel yeteneklerimizi olabildiğince hızlı bir şekilde ortak çabaya dönüştürdük. Dört saatlik zorlu ve beyin yakıcı çalışmanın sonunda öğrencileri yendik. Bu, hayatımızın en gurur verici anlarından birisiydi.

 

Müzik yapmadığınız zamanlarda grup olarak neler yapıyorsunuz?

Çoğunlukla takılıyoruz ve rahatlıyoruz. Bazen birbirimizle oyunlar oynuyor ya da pub’a gittiğimiz ve komik, ilginç şeyler gördüğümüz zamanlardan birbirimize hikayeler anlatıyoruz.

 

 

 

Radarınızda size ilham veren yeni nesilden sanatçılar var mı? Belki de Türkiye’den sevdiğiniz gruplar?

Hepimizin, ayrı ayrı dinlediği çok fazla ilgi çekici ve eğlenceli yeni müzikler var. Bu yılın özellikle ortak beğendiklerimizden öne çıkan Horsegirl grubunun çıkış albümü oldu. Yakında umarım onlarla da birkaç şovda beraber çalacağız, ki bunun çok eğlenceli olacağını düşünüyorum. Yeni bir grup değil ancak son çıkan albümleri Soul Glo’yu gerçekten beğendim. Sahiden deli işi ve heyecan verici bir müzik. Türk müziği içinse, korkarım ki utanç verici bir şekilde az bilgiye sahibim. Ancak Duman’ı beğeniyorum. Geldiğimizde dinleyebileceğim bolca öneri toplamayı umuyorum!

 

Black Country New Road tarafında yakın gelecekte olacaklardan ipucu verebilir misiniz?

Bizim için çok yoğun bir yaz oluyor, ki bunun için minnettarız, bu sebeple gelecekte neler olacağına dair çok düşünme fırsatımız olmadı. Yine de kısa bir dinlenmeden sonra ellerimizi başımızın arasına alıp gelecek sene için yeni parçalar yazmaya başlayacağımızı düşünüyorum.

 

Türkiye’deki konserinizden beklentiniz nedir ve Türkiye’deki hayranlarınıza mesajınız var mı?

Türkiye’ye gelmek hem grup hem de bireysel olarak hepimiz için inanılmaz uzun süredir hayalini kurduğumuz bir olaydı. Buraya gelme ve burada çalma fırsatımız olduğu için inanılmaz şanslıyız. Türkiye’deki dinleyicilerimize destekleri için teşekkür etmek isteriz. Olabildiğince çok dinleyicimizle tanışmayı dört gözle bekliyoruz ve yakında, Türkiye’de kendi bağımsız konserimizi de vermeyi umuyoruz.

 

yazıyı oku

PAZAR, SHUK, ŞAKŞUKA: İSTANBUL'DAN TEL AVİV'E BİR PAZAR HİKAYESİ

Fotoğraf: Italo Rondinella

Röportaj: Mina Aslan 

Kültürel antropolog Kornelia Binicewicz ve belgesel fotoğrafçısı Italo Rondinella, pazarlara olan aşklarını bir kitapta derlemişler. Kornelia’nın yazdığı metine eşlik eden röportajlar, Tel Aviv ve İstanbul pazarlarından fotoğraflar ve iki kültürden de tariflerle birlikte ortaya epey enteresan bir eser çıkmış. Italo ve Kornelia ile yeni çıkan kitapları “Pazar//Shuk” hakkında sohbet ettik.

 

Selam, sizleri görmek çok güzel. Oldukça enteresan bir konsept ve format olmuş. Pazarlar çoğumuzun varlığını kanıksadığı ve üzerine çok da kafa yormadığı yerler. Bu tema nasıl ortaya çıktı?

Kornelia: Epey uzun zamandır İstanbul’da yaşıyorum, Italo da öyle ve burada geçirdiğimiz yıllar boyunca ikimiz de pazara gitmekten büyük keyif aldık. Pazarlar hem iyi vakit geçirmek hem de kültürü tanımak için ideal yerler. İlk çıkmaya başladığımızda pazarlarda buluşurduk ve bu mekanlara derin bir ilgimiz vardı. Ve shuk… Çünkü İstanbul’a taşınmadan önce Tel Aviv’de çok zaman geçirdim. Dünyada en sevdiğim yerlerden biriydi ve kültürüne de çok yakın hissediyordum. Yemek kültürü ve çeşitliliğine… Dolayısıyla shuk‘lar benim için oldukça ilgi çekiciydi. Ardından Italo’yla birlikte burada yaşamaya başladığımızda İsrail Konsolosluğundan Elazar’la konuştuk. Ona insanları bir araya getirmek için ortak bir amacımız varsa haydi marketleri anlatalım dedik. Çünkü söylediğin gibi; bu marketler varlar, fakat o kadar kanıksanmışlar ki gözden kaçıyorlar. Bu pazar alanlarındaki değişimin, market yapısındaki dinamiğin hikayesini anlatmak istedik. Elazar, “Evet, evet. Bu çok iyi bir fikir” dedi. Hikayenin kalanını Italo’ya sormalısın çünkü ben kültür antropoloğu, araştırmacı ve bir hikaye anlatıcısıyım. Fakat Italo’nun fotoğrafçılığı olmasa, bu kitap ortaya çıkmazdı.

 

 

Kesinlikle, kitabın epey tutarlı bir fotografik tonu var. İkinci sorum da biraz bununla ilgiliydi aslında. Hikayeye eşlik eden fotoğraflar için önceden belirlenmiş bir ton veya vizyon var mıydı yoksa her şey spontane mi gelişti? Tutarlı oldukları gibi oldukça sade ve içten duruyorlar. Aynı şekilde bu görsel tutarlılık kitabı karıştırdıkça iki şehrin birbirine geçmesine de vesile oluyor. Tel Aviv’deki markette laffa yapan teyze mesela, İstanbul’da karşılaşabileceğimiz bir gözlemeci teyzeye benziyor.

Italo: Kornelia’nın söylediklerine bir iki şey ekleyip soruna döneceğim. Aslında olay marketlere entellektüel bir ilgi beslemeye başlamamızdan önce başladı. Çünkü pazara gitmek bizim rutinimizin bir parçasıydı. Pazarları hala hayatımın çok önemli bir parçası olarak görüyorum. Hatta Tarlabaşı’ndaki pazarın sokağında oturuyorum. Fotoğraflara gelecek olursak; işin İstanbul ayağı daha kolaydı çünkü Kornelia’nın da dediği gibi uzun zamandır burada yaşıyorum ve yakalamak istediğim şeye dair görsel bir fikrim vardı. Tel Aviv kadar zorlayıcı değildi, fakat diğer yandan çok yakından tanıdığın bir şeyi fotoğraflamanın da kendi zorlukları var. Tekrara düşmek istemedim, çünkü pazarlarda bulacağın atmosfer aşağı yukarı aynıdır. Bu kadar sürekli ve aynı bir ortama bir hikaye anlatıcılığı öğesi katmak da zor olabiliyor. Fakat İstanbul’a gelince yapabileceğimin en iyisini yaptığımı düşünüyorum. Tel Aviv hikayesi biraz farklı, Kornelia İsrail’e aşina olsa da ben hiç değildim. Bu benim ilk ziyaretimdi ve proje aşağı yukarı 10 gün sürdü. Ne bekleyebileceğim ve yaratabileceğime dair bir fikrim yoktu doğrusu, ülkeye bile çok yabancıydım. Bu noktada yapımcımız Elazar’ın insanlarla tanışmamızda çok yardımı oldu. Şimdiye kadar yaptığım işlerden farklıydı ve İstanbul’a dair bilgi birikimim Tel Aviv’le denkleşmediği için ve Tel Aviv’de epey kısa vaktimiz olduğu için içimde iki bölümün uyuşmayacağına dair bir endişe de vardı tabii. Post prodüksiyonda da elimdeki fotoğrafları oldukça homojenize etmeye çalıştım. Ve sonuç elindeki kitap oldu.

 

Kitapta gastronomlarla sohbetler edip birkaç tarif de derlemişsiniz. Bu tarifler arasında rutininize kattığınız, kendinizi sık sık yaparken bulduğunuz bir tarif var mı?

Kornelia: Tarifler aslında yemek yapmayı seven insanları teşvik etmek için oradalar. Bu kitap bir tarif kitabından ziyade yemek kültürüne, tarihe, şehirlere ilgi duyan insanlara bir davetiye olarak tasarlandı. Tarifler, okurlara pazarların onlar yemek yapsın diye kurulduğunu hatırlatmak için orada.  Dolayısıyla sadece birkaç tane seçtik ve hepsi birbirlerinden oldukça farklılar. Mesela ilk tarif ıspıt otu içeriyor ve bu pek bilinmeyen bir sebze, ya da kök. Çoğunluğun tanımadığı, tüketmediği bir şey. Ancak kitapta görüyorsunuz ki belli başlı bölgelerin pazarlarına giderseniz daha endemik ve nadir meyve sebzelerle karşılaşabiliyorsunuz. Musa Dağdeviren, Türk mutfağı konusunda bir dâhi ve onları çok güzel bir şekilde pişiriyor. Bu bağlamda bize çok iyi bir rehber oldu. Fakat bu istesek dahi günlük favori yemeğimiz olamaz, çünkü ıspıt sadece şubat sonundan nisana kadar yetişiyor. Bazı tarifler var ki hazırlaması çok kolay, mesela menemen ve şakşuka. Birlikte sunulmaları da tesadüf değil. Bakıp, “Vay be! Aslında aynı yemek.” diyebilin diye oradalar. Bu kitabın bir amacı da insanları bir araya getiren tarifleri ortaya koyup yemeğe “sahip” olmadığımızı anlatmak. Aslında yemek sana, senin ona sahip olduğundan daha sahip. Menemen, yani domatesli sosta pişen yumurta, insanları bir araya getiren bir şey. Bir topluluk buna “menemen” öbürü “şakşuka” diyor. Aralarında pişirme biçimi veya kullanılan baharatlara dair farklar var tabii, ama ruh aynı. İsrail’de Şakşuka ustası Dr. Shakshuka’dan alıp kitaba koyduğumuz tarif çok basit. Birçok kez beraber test ettik, başka insanlara denettik ve gerçekten her seferinde iyi sonuç verdiğini gördük. Dolayısyla günlük rutine üye bir tarif arıyorsak bunu aday gösterebilirim, Türkler için. İsraillilere de menemen önerirdim. Menemen tarifimiz Menemenci Hamido’dan ve Dr. Shakshuka’ya kıyasla oldukça utangaç, gözlerden uzak bir insan. Dr. Shakshuka bir televizyon yıldızı, Hamido ise çok küçük şatafatsız bir dükkan işletiyor. Kimse bilmiyor ama şehirdeki en iyi menemeni Hamido yapıyor.

 

Evet, menemen Türk kahvaltılarının demirbaşı sayılır. Aynı malzemelerin farklı yorumlanışı da aklıma konuştuğunuz gastronomlar ve şefler diğer ülkenin pazarından malzemeleri nasıl değerlendirirdi sorusunu getirdi. Musa Dağdeviren mesela, kendini tamamiyle mesleğine adamış biri. Çok kısa süreliğine pazara çıkan, mevsimlik, çoğumuzun tanımadığı malzemelerle çalışıyor.  İsrail’de yetişen ve ülkemize egzotik kaçacak ürünlerle neler yapabilirdi acaba. Çünkü elde aynı malzemeler varken bile insanların damak lezzetinden gelen farklı eğilimleri var. Şakşukaya bakıp, “Aaa menemeni böyle pişirmeyi düşünmezdim” diyebiliyorsunuz. Derler ya “Same same, but different.” değişik ama aynı.

Kornelia: “Same same but different” bu kitap için çok yerinde bir deyiş oldu. Bu kitap farklı ülkelerde yaşadıkları için kendilerini ötekinden oldukça farklı algılayan iki topluluğu anlatıyor. Fakat yakından baktığımızda insanları bir araya getirecek çok fazla benzerlik var. Bu kitap benzerlikleri ortaya çıkartmak ve aynı zamanda farklılıklara da saygı göstermekle ilgili. Herkesin ve her şeyin benzer olduğu dümdüz bir gerçeklik istemiyoruz. İnsanlar arasındaki farklılıkları kutlamak, benliklerine saygı göstermektir. Kendi ötekilikleri ve sıra dışılıklarıyla. Fotoğraflarda da, laffa satan kadın ve gözlemeci kadın aynı ailedenlermiş gibi duruyorlar, farklılıklarıyla. Buna saygı duymalıyız. Her pazarcının kendi hikayesi var, ve bize bir şey sunuyorlar. Italo, biraz senin buna değinmeni isterim. Çünkü benim kitabı yazarken oluşturduğum bir anlatı var, okurlarımın benim fikirlerime katılmasını istiyorum. Fakat Italo karşılaştığımız insanların hikayelerini ve arkaplanlarını yakalamaya çalışıyordu.

Italo: Ben belgesel fotoğrafçılığı arkaplanından geliyorum. Normalde toplumsal problemler üzerine foto muhabirlik yapıyorum. Burada yapmaya çalıştığım şey, fotoğraflamaya çalıştığım öznelerin toplumsal gerçekliğini anlamaktı. İstanbul, söylediğim gibi, bu bakımdan daha kolaydı. Mesela bahsettiğiniz laffa satan kadını çekmek veya o gerçekliğe girmek için fazla vaktim olmadı. Bu kısıtlar dahilinde daha derin bir şeyler gösterebilmek bir mucize olurdu. İşimin en enteresan kısmını fotoğrafın ardında olan biteni anlamak, toplumsal gerçeklikleri, ortaklıkları ve farkları göz önüne çıkartmak.

 

 

Sanırım favorilerimden biri pazar muşambasının yelkeni andıran fotoğrafına eşlik eden “modern kentin yelkencileri” analojisiydi…

Kornelia: Bugün bize bunu söyleyen ikinci kişisin! Instagram’dan biri de bugün bana “Bu şahane bir fikir!” diye mesaj attı.

Italo: Aslında en başında tüm projeyi bu “kent yelkencileri” konsepti etrafına kuracaktık. İlerledikçe evrildi ve başkalarının da katkılarıyla değişti.

 

 

Italo, bir fotoğrafçı olarak bu hissi biliyorsundur diye düşünüyorum; pazarda telefondan izlenen maç fotoğrafını görünce “keşke bu kareye denk gelmiş olsaydım da çekseydim” dedim. Tipik bir pazar karesi, ve fotoğrafçılıktaki tesadüf etmenini de öne çıkartıyor. Çünkü yaptığınız belgeselvari fotoğrafçılıkta set tasarımı ve kurguya yer yok. Gerçekliğe denk gelip onu yakalamak için elinizde kamerayla o alanlarda hazır bulunmak gerekiyor. Bu da bir titizlik ve anda oluşla mümkün. Sizi bunun için tebrik etmek isterim. Kitabın bir kopyasını Gümrah’tan ödünç aldım ve fotoğraflara tekrar tekrar göz attım.

Kornelia: Sana da kendi kopyanı hediye edeceğiz!

 

 

Kitapta “pazar” da olsa “shuk” da olsa, market yerinin ekonomik, sosyal, demografik ve politik statüko için bir barometre işlevi gördüğünü söylüyorsunuz. Bir İstanbullu olarak, en azından bizim pazarlarımız için durumun böyle olduğunu söyleyebilirim. Çocukken pazarları romantik, karnavalımsı bir yer olarak algılardım, bir performans ve hikaye anlatıcılığı elementi vardı. Pazarcı tezgaha çıkıp müşteri çekmek için esprili bir tekerleme söylerdi belki, öbürü sütyenleri kafasına geçirmiş karşı tezgahtan bağırırdı. Rengarenk tekstiller, gözleme…

Italo: Nerelisin, İstanbul mu?

Ankara’da doğup büyüdüm fakat ben daha ilkokuldayken İstanbul’a taşındık. Ankara’nın da çılgın pazarları vardı ama…

Italo: Bu bahsettiğin anı neredeydi, İstanbul’daki bir pazarı mı tasvir ediyorsun Ankara mı?

Bilmiyorum. Küçüktüm, kalabalıktan korktuğum için annemin elini tuttuğumu hatırlıyorum. Pazara gidildi mi hepimizin gözü dönerdi çünkü. Bir iki kez pazarda unutulmuşluğum var. Annemler olan bitene ve alışveriş listesine yetişmeye çalışırken beni bırakıp bir iki kilometre teptikten sonra geri gelmişler. Ben muşambalı pazar tezgahının üstünde ağlıyorum, bir pazarcı amca bağırıyor “Bu çocuk kimin?”. Ama ne yazık ki hangi pazar hatırlamıyorum. Ankara veya İstanbul olabilir. Balıkesir olabilir, yazları oraya giderdik. Dediğim gibi, pazar neşeli bir deneyim olarak kalmış kafamda. Liranın günbegün düşen alım gücü ve yükselişteki fiyatlar karşısında aynısını söylemek pek mümkün değil artık. Eve ekmek götürme endişesi pazarcının da müşterinin de üzerinde bir kara bulut gibi geziyor. Böyle zamanlarda enflasyon veya anksiyete gibi soyut konseptler insanların suratında somutlaşıyor adeta. Bir İsrail shuk’unda somutlaşan şey nedir?

Kornelia: Ekonomi pazarların ve shuk’ların gerçekliğinde çok önemli bir yer kaplıyor. Konuştuğumuz romantik ve kültürel boyutu ve buluşma yerleri olarak önemleri bir kenara, pazar özünde temel ihtiyaçlarımızı temin etmek için gittiğimiz bir yer. Dolayısıyla ekonominin durumu ve para biriminin performansının öne çıktığı bir yer. Şu sıralar pazara gittiğimizde kulağımıza çalınan tek şey “Pahalı, pahalı, çok pahalı!”. Herkes fiyatlara kilitlenmiş durumda, pazardaki atmosferi de etkiliyor tabii. Demin Heybeliada pazarından döndüm. Bahsettiğimiz neşeli ortam ne yazık ki artık eskisi gibi değil. Her şeye rağmen hala büyülü mekanlar. Tüm pazarlar ekonominin bir temsili. İsrail’de shuklar… Öncelikle İsrail toplumu çok daha varlıklı. Ekonomi çok daha iyi durumda, ve bunun yansımasını shuk’un insanlara ifade ettiği şeyde görebiliyoruz. İnsanlar alım güçlerine göre farklı marketlere gidiyorlar. Mesela üst sınıf Aşkenazi, Batı Avrupa kökenli bir yahudiyseniz HaNamal isimli yeni bir shuk’a gidiyorsunuz. Her şey en üst kalite, en en iyisi. Ve her şey inanılmaz pahalı. Bir yandan da özgürlüğün, boş vakte sahip olmanın kutlandığını görüyorsunuz. Sherry Ansky ile bu konuda sohbet ettik. Kendisi kitapta da geçen bir karakter. İsrail’de çok tanınan bir gazeteci yazar, aynı zamanda bu şık marketlerden birinde ringa balığı standını işletiyor. Marketlere bayıldığını, onun için pazardayken zamanın durduğunu söylüyor. Bu, “Şu salatalık kaç liradır ki?” diye düşünmek zorunda olmayan birinin söyleyebileceği bir şey. Pazarlar gerçekten maddi gerçekliğimizi yansıtıyor. İsrail’deki shuk’ların çoğu orta sınıf vatandaşlara hitap edecek şekilde tasarlanmış. Daha yoksul vatandaşlara hitap eden sadece bir shuk var, kitapta da geçiyor: HaTikva Market. Diğer pazarların neredeyse hepsi çok daha fazla kazanan ve harcayan insanlar için. Ve bu marketlerde epey neşeli bir atmosfer oluyor.

 

 

Italo: Bir diğer istisna da Filipinler marketi. Yine daha yoksul denebilecek bir bölgede kuruluyor. Dünyanın dört bir yanından gelen göçmenlerin yaşadığı bir mahalle. Doğu Avrupalılar, Afrikalılar, Çinliler…

 

Ve Tarlabaşı ve Sulukule’deki gibi, “soylulaştırma” adı altında gerçekleşen kentsel dönüşümden en çok etkilenen ve en savunmasız topluluklar da bu gruplar. Ülkelerinden finansal güçlük çeken ailelerine para yollayabilmek için gelen birçok göçmen olduğundan bahsediyorsunuz. Kitaba eşlik eden bir alt anlatı da şehirlerin neoliberal politikalar altındaki değişimi ve dönüşümü sanki. Politik görüşlerimden olsa gerek, okurken hem pazarcının hem tüketicinin nasıl harcandığını düşünmeden edemedim. Türkiye’deki pazarcının günümüzdeki açmazına bakalım mesela, kendi soğuk zincir sevkiyat sistemlerine sahip büyük süpermarket zincirleriyle yarışmak durumundalar. Fakat pazarcı hasatı tazeyken pazara ulaştırmak için yolun her durağında başka bir aracıya ödeme yapmak zorunda. Bu da onlar için fiyatları uygun ve ulaşılabilir tutmayı imkansız kılıyor. Aynı şekilde bahsettiğiniz şık, orta sınıf pazarların gelip daha eski usül pazarları yerinden etmesi de söz konusu. Tüm bu tartışmalar da dönüşümsel bir süreçte olunduğunu ve pazarların geleceğinin belirsizliğini de gözler önüne seriyor.

Kornelia: Çok iyi bir gözlem, kesinlikle katılıyorum. Marketler insanların değişimini gösteriyor. Soylulaştırma ve kentsel dönüşüm ise bir bakıma kaçınılmaz. Bir bakıma da çok önemliler çünkü bir ucundan tutulmazsa o mekanlar ihmalden dökülüp gidecekler. Problem başka bir yerde başlıyor aslında. İki muhtemel yol gösteriyoruz. İstanbul hala tamamen olmasa da geleneksel kalabilmiş bir pazar kültürüne sahip, İsrail ise bunu değiştirip büyük para ve büyük keyfi hedefliyor. Biz ise bunun bir orta yolunun bulunabileceğini savunuyoruz. Bu orta yol, kökenlerini ve mahallede yaşayanları yansıtan bir yol olmalı. Orada yaşayanlara özen göstermek istiyorsak Tarlabaşı’nı onlar için geliştirmek zorundayız. Çünkü muhit kötü durumda, yatırıma ihtiyaç duyuyor. Ama alıp da şık şıkırdım bir yere dönüştürülmemeli. Çünkü bunlar oraya ait insanları elimine eden süreçler. Benim mesajım bu. Arada bir yol var, buradan bir ders çıkaralım ve insanlar, mekanlar ve bağlam üzerine düşünelim. Cevap incelediğimiz bölgenin sosyal, politik, ekonomik ve demografik unsurlarında yatıyor. Söylediklerine katılmakla birlikte üçüncü bir yolun olduğuna inanıyorum.

 

Katılıyorum. Çözüm, araçları ve yatırımı oradaki insanlara hizmet etmek için kullanmak.

Kornelia: Kapitalizmden ziyade hayatımızda daha fazla sosyalizme ihtiyacımız var.

Italo: Diğer yandan Tarlabaşı’nda yaşadığım için eklemek isterim. Bu “soylulaştırma” projesinin bu mücadeleyi kazanabileceğini düşünmüyorum, Tarlabaşı’nda da Balat’ta da. Daha küçük yerleri dönüştürebilirler ama bu alanlarda popülasyon çok yüksek. Buradaki yerleşim daha kuvvetli. Tarlabaşı’nın ön cephesine Taksim 360 projesini yaptılar. Proje bariz bir başarısızlık örneği. Kimse orayı kiralamıyor, orada yaşamıyor. Ve pazarımız hala burada. Bu tabii ki bu yapılan yıkımı geri almıyor… Her şeye rağmen Kornelia’nın bahsettiği üçüncü yola dair umutluyum.

Kornelia: O zamana kadar -çünkü benimki zaman alacak bir yaklaşım- iyiye doğru değişimin yolu bu süreçlere katılım göstermekten geçiyor. O pazarlara gidin ve yerel ekonomilerini destekleyin, orada yaşayan insanlarla tanışın. Kasımpaşa’ya gidin. Samatya Fatih’te ve çoğu insan bunu dahi bilmiyor. Oraya gidiyorsunuz ve çok misafirperver, açık görüşlü insanlarla karşılaşıyorsunuz. Oraya aşık olmuştuk mesela, değil mi Italo?

Italo: Kesinlikle. Türkiye’de yaşayanları pazarlar kültürünün zenginliği tanımaya davet ediyorum. Ülkem İtalya’daki pazarlara dair de anılarım var mesela, fakat oradaki pazar kültürü tamamen kayboldu. İstanbul’dakiler ise hala tamamen otantik. Bu kaybedilmemesi gereken bir hazine. Tel Aviv iyi bir kıyas çünkü oradaki tamamen farklı bir gerçeklik. Pazarları Türkiye’dekilerden ziyade Avrupa’daki pazarlara benziyor. Çok iyi kalitedeler fakat alt sınıflara hitap etmiyorlar. Lüks mekanlar. Samatya bu bağlamda bir hazine, Tarlabaşı da öyle. İstanbul pazarlarının çok özgün bir varoluş şekli var. Sadece alışveriş değil ama buluşma yeri ve gerçekliğe açılan bir lens olarak.

 

 

Kapanışa yaklaşırken son bir şey eklemek istiyorum, konuya yaklaşımınızı kolonyalizme karşı olarak tanımlıyorsunuz ve az önce bahsettiğimiz gibi kentsel dönüşüm, bunun yarattığı yersizleştirme mevzularına kitapta epey yer veriyorsunuz. Fakat İsrail bağlamında yersizleştirme kentsel dönüşümü aşıyor. Aynı zamanda yerinden edilen ve geri dönme hakları İsrail tarafından tanınmayan Filistinliler var. Kitabınızın teşvikiyle kültür ve yemek etrafında birleşmiş bir dünyadan bahsedeceksek eğer, o bölgenin yerlilerinin de kültürleriyle beraber orada varlıklarını sürdürebilmeleri gerekiyor.

Kornelia: Ve katılım gösterebilmeleri.

 

Evet, bir kapanış fikri olarak bunu paylaşmak istedim. Oldukça enteresan bir kitaptı, katıldığınız için ikinize de teşekkür ederim. Bir şey eklemek ister misiniz?

Kornelia: Bunu eklemiş olman çok güzel. Eğer bir bölgenin kültürüne dalmak istiyorsak tarihin ve şimdinin bağlamını tanımak zorundayız. Bu sürekli bir devridaim halinde. Şu an gördüğümüz şey tarihte olan şeylerin izdüşümü. Filistinliler-İsrailliler mevzusunu politik olarak inceleyebiliriz, aynı şekilde Türkiye’deki Yunanlar ve Ermeniler hakkında konuşabiliriz. Tarihin ve gerçekliğimizin çok katmanlılığını tanımak zorundayız. Yerlerinden edilmiş insanlara kulak vermezsek duyulmazlar. Bu hikayeleri dile getirecek insanlara, bu insanları dinlemeye ihtiyacımız var.

 

Vaktinizi ayırıp sorularımı yanıtladığınız ve kitabı tanıttığınız için tekrar teşekkürler. Daha evvel söylediğim gibi, karıştırması epey keyifli bir kitaptı.

Kornelia: Bu arada, proje sadece bir kitaptan ibaret değil, aynı zamanda bir web sitemiz var. Fotoğraflar, sesler ve hikayelerden oluşuyor. Pazarların seslerini de kaydedip bir soundscape oluşturduk, ses ve görüntü bir araya gelince daha derin bir deneyim oluyor. Gidemeyenler için ses aracılığıyla pazarın akustik deneyimini sunuyoruz. Projenin bu uzantısını da ilgililer için eklemek istedim.

 

Bahsetmeyi unuttum, evet! Geçen gece uyumadan önce ben de dinledim ses haritasını. Merak edenler siteye https://www.pazarshuk.com adresinden ulaşabilirler. Görüşmek üzere!

Kornelia & Italo: Görüşürüz!

yazıyı oku

GİTARIN DERVİŞİ JOHN MCLAUGHLIN İLE MUTLULUK ÜZERİNE BİR SOHBET

Röportaj: İdil Meşe 

Caz müziğin efsanevi sanatçısı John McLaughlin ile İstanbul Caz Festivali öncesinde, Pandemi sırasında çıkan albümü “Liberation Time”, ilham kaynakları, gündelik rutinleri ve gelecek projeleri hakkında sohbet ettik. Müzik kariyerindeki deneyimlerini paylaşan McLaughlin’den genç müzisyenler için altın değerinde tavsiyeler aldık. 29. İstanbul Caz Festivali kapsamında 29 Haziran’da Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu’nda, the 4th Dimension ile sahne alacak ve Türkiye’deki dinleyicileriyle tekrar buluşmak için heyecan duyduğunu belirten John McLaughlin’den, kalbinin Türkiye’ye uzun seneler önce bağlandığını öğrendik. Sebebinin Sufizm olması bizim için de sürpriz oldu.

 

Sizi pek yakında Türkiye’de dinleyeceğimiz için çok heyecanlıyız.

Ben de seneler sonra İstanbul’a döneceğim için çok mutluyum. Daha önce birkaç kere ziyaret etmiştim. Harika bir şehir. Orada olmaktan çok hoşlanıyorum. Ayrıca dünyaca meşhur festivalleriniz var. Herkes İstanbul’u biliyor.

 

O zaman sohbetimize Türk müziği hakkında bir soruyla başlayayım. Türk müziğine bakış açınız nedir?

Dört beş yıl önce sizin meşhur klarnetçilerinizden Hüsnü Şenlendirici ile Birleşmiş Milletler Caz Günü’nde Berlin’de çalmıştık. Müthiş bir müzisyen. Biraz cazımsı ama otantik Türk müziği. Ayrıca bildiğiniz üzere İstanbul dünyanın Sufi merkezi. Sufilere yakın hissediyorum, neyi ve udu çok seviyorum. Ayrıca bu enstrümanları çalan harika müzisyenleriniz var. Sufizmi 1968’te New York’tayken keşfettim. Oradaki Sufi merkezine Hazrat Inayat Khan’ın oğlu Pir Vilayat Khan’ı görmeye gidiyordum. En iyilerden… Sufi felsefesine, müziğe verdikleri önem ve duydukları sevgiden dolayı çok bağlandım. Ve tabii ki 13. yüzyılın en iyi şairlerinden Rumi’ye… Pek de çağdaş caz müziği sayılmaz, değil mi? (Gülüyor.)

 

Evet, pek sayılmaz. Ancak Sufi müziği ve felsefesinin sizi bu denli etkilediğini duymak hoşuma gitti. Albümünüz “Liberation Time” pandeminin göbeğinde çıktı. Ben de bir müzisyenim ve gerçekten zor zamanlardı.

Çok ama çok zordu.

 

Böylesine umutsuzluk dolu bir zamanın ortasında çıktı “Liberation Time” ve bu çok ilham vericiydi. 

Teşekkür ederim.

 

Bir albüm yapma ve bir şekilde bir araya getirme fikri nasıl doğdu? Çünkü stüdyolar çoğunlukla kapalıydı. Uzun süren karantinalar vardı. Bunun ortasında böylesine zengin bir albüm… Size ilham veren neydi ve teknik olarak albümünüzü tamamlamayı nasıl başardınız?

Karantina Avrupa’da 17 Şubat’ta, Saint Patrick gününde başladı. İnanabiliyor musun? Bir karantinanın başlama günü olarak Saint Patrick günü… Korkunç. Gerçi hiçbir gün iyi değil ama neyse. Nisan başı müzisyenler için kitle fonlamasına başladık çünkü biliyorduk ne olacağını. Doğu’da, Batı’da, Avrupa’da müzisyen arkadaşlarımız hiçbir devlet yardımı olmadığından berbat durumdaydı. O yüzden kendi kendime başlattım bunu. Sonra Hindistan’da Shakti grubuyla başlattım çünkü Hint müzisyen dostlarımın başı büyük dertteydi. Sonra İstanbul’a da birlikte geldiğim grubum The 4th Dimension ile müzisyenlere yardım eden bir Amerikan enstitü aracılığıyla fonlama yaptık ve Carlos Santana ile de bir solo fonlama başlattık. Bunu yaparken müzisyenlere ses kayıtları yapıp, Kaliforniya’ya yollamam gerekiyordu ve internet sayesinde mümkün oldu. Carlos Santana ve Shakti ile yürüttüğüm bu fonlamalar sırasında, ses dosyaları, önden kaydedilmiş şeyler ile çalışmayı öğrendim. Mesela, bası, davulu ve klavyeleriyle şarkının alt yapısını oluşturup, kendi kısmımı çalıp başka kişilere yolluyordum. Bu sayede bu işleri öğrendim. 

2020’nin Eylül’ünde artık delirmek üzereydim, çünkü evde kapalıyım. Ajansım ve menajerimden üst üste tur iptalleri haberleri geliyor. Tam çözüyoruz her şeyi, turu yapacağız, yine iptal oluyor. Sahiden çıldıracak gibiydim ve dedim “Ben burada ne yapabilirim?” Dosya kaydedip yollama deneyimim var ama bir yandan müzik de yazmalıyım. Ve başladım. 

Bu albümdeki şarkılar, iki tane piyano parçası dışında, çok hızlı ortaya çıktı. Dünyanın farklı yerlerinden arkadaşlarımla da kayıt yapma şansım oldu. Mesela Los Angeles’ta Vinnie Colaiuta, ne baterist ama… Birlikte Chick Corea ile the Five Piece Band’de çalışmıştık. Paris’te, İngiltere’de basçılar, Kahire’den bir piyanist… Yani dünyanın birçok yerine dağılmıştık. O yüzden ben yaptığım kayıtları müzisyenlere yolladım, onlar da kendi kısımlarını çalıp yolladılar. Bazen müzik çok değişti gelen kısımlarla- ki bu harikaydı. Kendi kısımlarımı tekrar yazıp kaydetmem gerekti çünkü zaten yolladığım demo’ydu; insanlarla değil makinelerle çalıyordum. Ama müzik hakkındaki harika şey de bu İdil. Dosyalar geldiğinde ve evimde gözlerimi kapatıp dinlediğimde, önden kaydedilmiş olsa da, kafanın içinde, sanki odanda müzisyen dostların ve bu yüzden de kalbindeler. Müthiş bir duygu. Bu sadece müzikle ya da konuşurken olabilir. Görsel olarak bu hissin olması imkansız. Ve çalışırken kendime dedim ki, “İnsanlar beğenebilir veya beğenmeyebilir. Umrumda bile değil.” Bu yüzden ismini “Liberation Time” koydum. Çünkü beni özgürleştirdi, delirmekten kurtardı. Çok şanslıyım ki şahane müzisyenlerle çalıştım ve gerçekten iyi bir dinleyiciye ulaştı. Aynen senin dinlemekten hoşlandığın gibi… Benim için önemli olan bu. Evet, stüdyoda değildik hep birlikte ama gene de müzik canlıydı. Çünkü onlar çalıyor, doğaçlıyorsun, onları dinliyorsun. anlık hareket ediyorsun. Yüzde 50 canlı diyebiliriz.

 

Evet, normal kayıt deneyiminizden çok farklı olmalı. 

Sahiden çok farklı, bu doğru. Ancak son iki buçuk senedir bu daha normal olmaya başladı. Çünkü hareket edemeyince, Amerika’ya, Kahire’ye gidemeyince, hatta yaşadığım kasabadan bile çıkmama izin olmayınca normalleşti. 2014’te Shakti ile bir albüm kaydedecektik. 20 yıldır belki stüdyo albümümü yapmamıştık. “Liberation Time” çıktıktan 3-4 ay sonra bir gün “Yeni bir albüm yapmalıyız” dedim. Çünkü 2014’te tüm planları yapmıştık ama genç mandolincimiz Uppalapu Srinivas, 45 yaşında öldü, onu kaybettik. Çok ama çok üzüldük. Her şey iptal oldu. Bu acıyla başa çıkamadık. Şimdi tekrar kayıt yapmaya başladık. Ekim’den beri kaydediyoruz, henüz bitmiş değil. Ama bu sene bitecek. Bildiğin gibi, tekrar her şey açılmaya başladığı için, bir perküsyonistimiz Şanghay’da, şarkıcı Mumbai’da, kemanistler Oregon Portland’da, bir enstrümantalist Kaliforniya’da, ben buradayım. Kısacası biraz delilik ama iyi gidiyor, benzer bir kayıt tekniğiyle çalışıyoruz. Çünkü bir sonraki Shakti buluşmamız gelecek sene Ocak’tan önce değil. O yüzden bu kayıtları bitiriyor olmamız çok mutluluk verici. Çok mutlu olacağım çıktığında. Ama The 4th Dimension ile geldiğim için çok mutluyum, harika bir grup gerçekten. 

 

Doğrusu çok merak ettiğim bir konu var. Gitar çalma tekniğinizde seneler geçse de hiçbir gerileme olmuyor, hep daha da iyileşiyor. Günde kaç saat gitar çalışıyorsunuz ve formunuzu nasıl koruyorsunuz?

Her gün ama her gün gitar çalıyorum. Öbür türlü kafayı yerim. Çalmak zorundayım. Bir bakıma çalışmak, prova etmek de diyebiliriz ama asıl sebebi, ben gitarı çok seviyorum, müziği seviyorum. Çünkü müzik yaparken zihnim çok huzurlu ve ben çok mutluyum. Çünkü öbür türlü dünyanın derdi çekilir gibi değil, tam bir delilik. Amerika’daki ve İngiltere’deki politik kutuplaşma, politik ayrımlar çok ama çok zor. Bu akıl almaz savaş, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, beni çok ama çok üzüyor. Ve dünya değişti, biz de değiştik. Eskiden normal olan ne varsa artık normal değil. Yakın zamanda hava yoluyla seyahat ettin mi bilmiyorum ama Batı’da artık uçak kalkmadan iki saat önce orada olmak yeterli değil, üç saat, hatta üç buçuk saat önce orada olmalısın. Çünkü check-in bir buçuk saat, güvenliği geçmek de bir buçuk. Tam bir delilik. Ve müzisyenlerin kazandığı paralar hariç her şeyin fiyatı artıyor. Korkunç. Ne yapmalı? Benim kazanmamı bırak, benim artık umrumda değil, diğer müzisyenler çok daha az ücretlere çalmaya mecbur. 

 

“Müziksel olarak kendimi hiç bu kadar iyi hissetmemiştim.”

 

Yani akıl ve beden sağlığınızı korumak adına da gitar çalışıyorsunuz.

Aynen öyle. Doğrusu çok sağlıklı bir yaşam stilim var. Çünkü ben uzun yıllardan beri vejetaryenim. Her gün yoga ve meditasyon yapıyorum çünkü benim için yemek yemek gibi bir şey. Ayrıca sabahları güne başlamadan belli bir zihin dinginliğine sahip olmalıyım. Önce Tanrı’ya şükrederim ve gezegene teşekkürlerimi iletirim ve kutsal ruha ve sonra kendimi iyi hissederim. Ayrıca dağ tırmanışı yapmayı çok seviyorum. Zihin ve beden için çok faydalı. Hem doğa içinde olmak, hem de sınırları zorlamak. Bazen metrelerce çok yükseğe çıkıyoruz ve sıkı çalışmak gerekiyor. Bu önemli çünkü ben sadece 40 yaşındayım (Gülüyor.) Bu Ocak’ta 80 yaşına girdim ama artık 80 yaşında olmak ne demek anlamıyorum bile. Bana hiçbir anlam ifade etmiyor çünkü müziksel olarak kendimi hiç bu kadar iyi hissetmemiştim. Müzisyenlerle birlikte çalışmak asıl mutluluğum. Bu hayattaki en güzel duygu, bilirsin İdil, sen de müzisyensin. Bunu sadece müzisyenler anlayabilir. Bu yüzden insanlar bizim tuhaf olduğumuzu düşünüyor.

 

Instagram’da gördüm ki bir köpek sahiplenmişsiniz pandemi sırasında.

Evet, bir köpek sahiplendim. O öylesine güzel ki… Bizimle dağlara geliyor bu güzellik, ismi ‘Chico’.

 

Çok tatlı. 

Tam olarak öyle. Aşırı sevecen ve biraz da çılgın ama ben de biraz çılgınım, o yüzden anlaşıyoruz. 

 

“Sahnede özgürleşme yaşamak, diğer müzisyenlerin buna dahil olması ve kolektif bir özgürleşme yaşamak… Zaten seyirci de bu anlara tanık olmak için oradadır ve sadece bunu bekliyordur. Çünkü müzisyenler özgürleştiğinde, müzik de seyirciyi özgürleştirir. Bu inanılamaz bir duygudur.”

 

Yılların müzik kariyeri deneyimine sahip biri olarak, genç müzisyenlere aynen sizin gibi uzun ve sürdürebilir bir müzik yaşamına sahip olmaları için önerileriniz olur mu? Değişen koşullar içinde nasıl kariyerlerinde yükselebilirler?

Güzel bir gelişme var ki, son 10-15 senedir büyük pop yıldızları tüm ülkelerden çıkıyor, Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya… Bu yıldızlar en iyi müzisyenlerle çalışmak istiyor ve iyi paralar ödemeye de razılar. Ancak en iyi müzisyenlerin en en iyileri her stil müziği çalabilen ama en önemlisi de enstrümanına ustalıkla hakim olanlar. Bir enstrümanda ustalaşmak derken, bunun hep süren bir yolculuk olduğunu unutmamak gerek tabii. Ben gitarda ustalaştım diyemem. İnan bana 70 yıldır bu enstrümanı çalışıyorum ve her gün yeni bir şey keşfediyorum. Bu şaka değil, inan bana, her gün yeni bir şey öğreniyorum. Bu yüzden gitar çalmaya bayılıyorum çünkü çaldığımda özgür olabilirim, beynim beni nereye götürmek istiyorsa oraya gidebilirim. Ancak bunu sadece enstrümanımda ustalaşırken yapabilirim müzikal olarak. Bu bir disiplin meselesi. Yani her şeyden önce enstrümanına ve müziğe sadık ve hakim olmalısın. “Yarın çalışırım ya. Belki de birkaç güne” diyemezsin. Şimdi çalışmazsan yarın fark edersin. Üç gün çalışmazsan diğer müzisyenler fark eder. Bir hafta çalışmazsan bunu herkes fark eder!

 

Her gitar öğretmeninin sizden alıntıladığı bu sözü sizden duymak şahane bir duygu.

Ama bu doğru. Diğer müzisyenler olmadan prova yaparken bu eksikliğe karşı savaşmalısın çünkü “Sana ne oldu böyle” derler; kendini müziğe vermelisin. Eğer enstrümanına hakim bir müzisyensen, insanlar bunu fark eder ve seninle çalışmak ister. Ciddi olmalısın ama mizah duygunu da kaybetmemelisin. Bu ilk önemli şeydir. Ve bir diğer önemli şey de müzik okuyabiliyor olmaktır. Çünkü bir gün müzik yaptığında, bunu diğer müzisyenlere gösterebilmen için yazman gereklidir. Bir başka yönse, röportajın başında sana bahsettiğim gibi İdil, dünyada birçok güzel müzik kültürü var, Batı müziği de bunlardan biri. Mesela Batı klasik müziği. Ben çok şanslıyım ki bu sayede müziğe başladım. Annem bir amatör kemanistti. Bana keman öğretmeyi denedi ama korkunç bir ses çıkarıyordum. Dayanamadım ve anneme piyano çalmam konusunda yalvardım. “Tamam” dedi ve 8 yaşına kadar piyano çalmama izin verdi. Gitar, hayatıma ben 11 yaşındayken girdi ve o günden beri birçok farklı türde müzikle karşılaştım. Ama asıl alt yapım klasik müzikten geliyor. 

11 yaşında gitara başladım çünkü ağabeylerim beni Blues ile tanıştırdı, Mississippi Blues ile. Yani sadece R&B değil, gerçek, derinlikli Amerikan Blues’u, siyah Amerikalılar’ın müziği. Bu benim için bir dönüm noktasıydı çünkü öncesinde sadece Mozart ile Beethoven’ı biliyordum. Sonra iki sene sonra beni flamenko müzikle tanıştırdılar. Daha Blues hakkında kafayı yerken, bir de flamenko hakkında kafayı yemeye başladım. Bir sene geçti, Django Reinhardt’la tanıştırdılar. 60’larda Hint müziğini keşfetmem de benim için bir dönüm noktası oldu. Çünkü harika doğaçlamacılar… Caz ve Hint müziği, doğaçlamanın müziğin kalbi ve ruhu olduğu iki okuldur. Gerçi flamenkoda da falsetto’lar vardır, bunlar doğaçlanabilir. Bunu Paco ile çalışmalarımdan biliyorum. Paco de Lucia… Shakti seneye 50 yaşında olacak. İnanabiliyor musun, 50 yaşında? Müthiş doğaçlamacılardır. Demek istediğim, Doğu’dan bir ustayla, Batı’dan bir ustayla ama caz değil klasik müzik ustasıyla çalıştım. Eğer bir öğrenci öğrenmek istiyorsa, biraz dinlemeye ve farklı yapılardaki müzikleri öğrenmeye vakit ayırmalıdır.

Mesela Hint müziğinde ‘raga’ vardır. Bu bir gamdır. Bu yüzden “Haydi jam yapıp takılalım, ben re notasından bir Dorian gamı çalayım”, diyemezsin. Bunu yapamazsın. Bu saygılı bir davranış olmaz. Eğer ustalarla çalmak istiyorsan, öğrenmeli ve çalışmalısındır. Ritmik yapıyı da bilmelisindir. Çünkü raga’larda sadece melodi değil ritim de önemlidir. Armoni yoktur ama duyabileceğin en güzel ritimler vardır. Flamenkoda da keza böyle; ritimler çok güzeldir, onları çalma konusunda ustalaşman gerekir. Son şeyse, kusura bakma biraz devam ediyorum çünkü bana çok önemli bir soru sordun. Eğer bir doğaçlamacıysan, caz ya da başka doğaçlanabilen bir müzik, ritim çalışmaya mecbursun. Çünkü grupta bir davulcu vardır ve onun ne yaptığı konusunda bir fikrin yoksa çoktan kaybolmuşsun demektir. Başlamadan kaybetmişsindir. Çünkü belki 1-2-3-4 çalmıyor, 2-3-4-5-6-7, belki 1-2-3-4-5 çalıyor. Ayak uydurabilir misin? Ve doğaçlamaya başladığında, ritmi anlıyor olman çok önemli. Yöntemler vardır bunun için. Mesela Hint konnakol sisteminde, ritmi sesinle söylersin bir şarkı söyler gibi. Sonra da enstrümanına uygulamaya çalışırsın. Eğer şarkı olarak söyleyebiliyorsan, enstrümanında da çalabilirsin ve davulcunun ne yaptığını anlayabilirsin. Çünkü birliktesindir. Müzik yapmanın tüm olayı birlikte olabilmektir. Entelektüel olarak da birlikte olabilmelisindir, duygusal olarak birlikte olduğun kadar çünkü bu ikisi bütündür. Ritmik olarak beraber olmak fiziksel olarak da beraber olmak demektir. Hislilik caz müzikte, aynen Hint müziğinde de olduğu gibi önemlidir. Rock’n’roll’da hislilik yerine cinsellik ön plandadır. Caz daha hisli ve rafinedir. Ama müziğin fiziksel yönü de önemlidir çünkü müzik entelektüel, duygusal ve fiziksel olanın birleşimidir. Bunu yapabildiğinde ruhsal olur ki bu dünyadaki en güzel şeydir. Sahnede özgürleşme yaşamak, diğer müzisyenlerin buna dahil olması ve kolektif bir özgürleşme yaşamak… Zaten seyirci de bu anlara tanık olmak için oradadır ve sadece bunu bekliyordur. Çünkü müzisyenler özgürleştiğinde, müzik de seyirciyi özgürleştirir. Bu inanılamaz bir duygudur. Müziğin gücünü açıklamaya çalışmak benim için imkansız.

 

Genç müzisyenlere müzik dışında yapmalarını önerdiğiniz bir tavsiyeniz var mı?

Bence sadece müzisyen olmak sağlıklı olmalarına yetecektir. Çünkü müzik çalmak için müzisyen oluyorsan, asıl amacın buysa, zaten sağlıklı bir yaşamın vardır. Kesinlikle bir muhasebeciden daha sağlıklısındır. Sadece gerçekten sevgi odağındaysa müzik yapabilirsin. Mesela öfkeli olup müzik yapamazsın, yapabilir misin? Bu mümkün değil. Çalmaya başlarsın, 30 saniye sonra neye sinirli olduğunu unutursun. Çünkü müzik sevgiyle, kendini kabullenişinle ve insanları kabullenişinle alakalıdır. Müzik renkleri sever, bunu asla unutmam çünkü bunu bana yıllar önce Miles Davis söylemişti, “En iyi gruplar karışık gruplardır.” Karışık derken, siyah, beyaz, kahverengi, sarı, pembe, yeşil… Tüm ırklar… Çok ama çok bilge bir adamdı. Ben inanıyorum ki bu tavsiyelerime uyanlar uzun bir müzik kariyeri sürdürebilirler. Disiplinli olmalısın, bu fedakarlık demek. Arkadaşlarınla sinemaya gitmek yerine, evde oturup enstrümanını çalışman gerekir. Ancak prova sevgiden gelmeli. Bazı günler acı çekeriz çünkü ilham gelmez. Çünkü biz müzisyenler ilhama muhtacız. Ama ilham sadece canı istediği zaman gelir. Asıl büyük soru şudur, “İlham geldiğinde hazır mısın?” Çünkü ilham hemen uçup gitmek ister. Sen hala enstrümanınla savaşıyorsan ilham geldiğinde, yazık olur çünkü kaybedersin. O yüzden hazır olmalısın. O yüzden tüm müzisyenler o an hazır olabilmek için sürekli çalışırlar. Müziğe tüm tekniğimi, kalbimi, zihnimi veriyorum ki istediğimi çalabileyim, sizin duyduklarınızı çalabileyim. Özellikle farklı kültürlerin müziklerini çalışan müzisyenlerin bakış açısının çok daha geniş olacağını düşünüyorum. Onlar herkesle çalabilirler, bir senfoniyle, hatta belki bir Türk müziği grubuyla bile. Bunu yapabilir miyim bilmiyorum ama belki İstanbul’da keşfedebilirim, çok da isterim. Şu röportaj dışında bahsettiğin mikrotonal gitarı da merak ediyorum. 

 

Son olarak, gelecekte bizi bekleyen projelerinizi merak ediyorum. Bize ipucu verebilir misiniz?

Gelecekteki projelerim, hmm, sanırım geçmişte yaptığım projelerin sayısına göre önümde daha az proje var. Ama bir tanesi bu sene bitireceğimiz yeni Shakti albümü. Bu bir mihenk taşı olacak. Ayrıca Montreux Festivali’ndeki, 1970’lerden 2016’ya kadar olan konserlerimin canlı kayıtlarından bir toplama albümü çıkıyor. “Friday Night in San Francisco”yu duymuşsundur. Bir de bunun Saturday Night in San Francisco’su var ve gelecek ay çıkacak. Bunu büyük heyecanla bekliyorum çünkü Paco’yu özlüyorum, hem de çok özlüyorum. Sekiz seneyi geçti ayrılalı ama onu hala özlüyorum. Bir gelecekteki proje 31 Temmuz’da. Madrid’de Kübalı bir piyanist arkadaşımızla buluşacağım..Paco için birlikte kaydederiz diye yazdığım iki parçayı onunla çalacağız ve Paco’nun anısına bir konser yapılacak. Paco ile seneler içinde çalmış tüm müzisyenler orada olacak. Onun için sevinçliyim. Son olarak, bu senenin sonunda New York’ta çıkacak bir film için film müziği besteledim. Tamamen caz. Ama biliyorsun beni işte, benim olaylar Jazz Rock, Jazz Rhythm ve Blues Jazz…

 

“Sufizm yaşamımı derinden etkiledi.”

 

Konseriniz öncesinde Türkiye’deki dinleyicileriniz için bir mesajınız var mı?

Türkiye’ye tekrar geleceğim için çok mutluyum. Çok sevgili bir arkadaşım var, Burak. O oralı, Bodrum’a yakın bir köyde Kaplankaya’da yaşıyor. Orası çok güzel, birkaç kere ziyaret ettim. Ama bir yandan da, muhteşem Sufi kültürüne duyduğum sevgiden dolayı çok heyecanlıyım. Bazı İslam kültürlerinin bu konuda bana katılmadığını biliyorum. Onların kimler olduğunu biliyoruz. Ama bence Sufizm müthiş bir inanış ve kültür. Benim yaşamımı derinden etkiledi. İslamın mistik yüzü bana daha iyi bir insan olmam için yol gösterdi. Sufizmin kalbinde de müzik, armoni ve güzellik var. Umarım vaktim olursa ney flütü dinlemeyi isterim. Çok teşekkürler bu keyifli sohbet için İdil. Seni konserde görecek miyim?

 

Ben teşekkür ederim. Tabii ki. Hepimiz orada olacağız.

yazıyı oku

ELECTROPOP'UN ÖZGÜN İKİLİSİ ALACA İLE "DELİ İŞİ MÜZİK" ÜZERİNE

Röportaj: İdil Meşe 

Fotoğraf: Can Görkem

Yeni nesil pop müziğin kural bozan ikilisi Alaca’nın single’ı “BYE” Universal Music etiketiyle yayınlandı. Alaca ile uzun dostlukları, müziklerini keşif yolculukları, üretim süreçleri, beslendikleri kaynaklar, sıra dışı ses ve görsel vizyonları ve gelecek planlarına dair sohbet ettik.

 

Hikâyenin en başına gitmek istiyorum. Nasıl tanıştınız, müzik yapmaya başladınız ve beraber üretmeye karar verdiniz?

Mehmet Mutlu: İkimiz de gitar çalıyorduk daha öncesinde. 5-6 sene önce Bilal Karaman var, gitarist, ikimiz de onun öğrencisiyiz aslında, o bizi tanıştırdı ilk başta. “Siz takılın, müzik yapın” gibisinden… Caz gitar çalıyorduk ikimiz de karşılıklı, sonrasında Ata’nın fikriyle “biraz beste yapalım.” fikri gelişti.

Ata Bornova: Evet, “Beste mi yapsak ya?” diye, ufaktan ufaktan…

Mehmet: Ata’nın vardı zaten kendi besteleri daha öncesinden. O songwriter gibi takılıyordu aslında.

Ata: Aynen, daha singer-songwriter gibi… Hatta böyle ufak ufak kayıtlar da almıştım ama hiç öyle profesyonel bazda değildi. Bayağı birlikte öğrendik aslında. Ondan sonra bir band kurmak istedik, ona çalıştık. Bir sürü farklı ‘band’ler kurduk. Ama o zamanlar yaptığımız tarz Swing’e yakın bir müzikti; Türkçe sözlü Swing müziği gibi bir şeydi.

Ata: Ondan sonra, tam o dönem Elektro Swing keşfettik. O grubun adı neydi?

Mehmet: Caravan Palace.

Ata: Caravan Palace’ı duyduk bir yerden ve aklımız çıktı. Hem Swing yapıyorlar hem de çok modern. Bizim her zaman dert yakındığımız şey; Swing müzik güçlü bir müzik, çok eğlenceli müzik ama geçişi güçlü değil.

Mehmet: Çalarken çok güçlü gibi hissediyorsun ama aslında…

Ata: Karşı tarafa geçmiyor, çünkü akustik enstrümanlar o enerjiye o kadar izin vermiyor. Küçük salonlar için daha güçlü olabilecek bir müzik. Elektro Swing’i duyunca, hatta konserlerini açıp izleyince aklımız çıktı yani “Bu nasıl olabilir?” dedik. Öyle bir şeyler denedik.

Mehmet: Bir parça.

Ata: Hatta bir albümü çöpe attık bu arada. Swing albümü hazırlamıştık, hiç yayınlanmadık. Kaldı yani biraz. Öğrenmemizi sağladı aslında. Beste yapmayı öğrendik o sayede.

Mehmet: Ama bestelerden hiçbir şey kalmadı gerçekten şu an, değil mi?

Ata: Evet, hepsini attık.

 

 

Ama sizde de olmuyor mu bazen; eski besteleriniz biriyle bir proje çalışırken çat diye birden aklınıza gelebiliyor, bir ortaklık bulabiliyor.

Ata: Biz onları aslında böyle parça parça kullanmış olduk. Sonradan adapte ettik farklı şeylere.

Mehmet: Evet, güzel fikirleri şimdiki müziğimize koymuşuzdur bence illaki.

Ata: Sonra “Kendrick Lamar” denilen bir şey var, ondan sonra zaten işler raydan çıktı. Yani bir “Alright” duyduk. Cahildir diye düşündüğümüz adamın böyle bir müzik yapması bizi çok etkiledi. O zamanlar çok üstten bakan bir tavrımız vardı böyle her şeye.

Mehmet: Aynen, biraz cazcılığın verdiği bir durum galiba.

Ata: Genel olarak caz müziğin içinden çıkmanın verdiği, her şeye böyle bir tepeden bakmaya çalışma mevzusu vardı.

Mehmet: Ama sonra bayıldık yani.

Ata: Evet. Sonra yapmanın ne kadar zor olduğunu görünce…

Mehmet: Evet, Tiny Desk performansları bayağı güzeldi, R&B’ye ilgimiz o zaman başladı.

Ata: 10Gün albümümüz de zaten tam o döneme denk geliyor. İşte, tam o tip parçaların iyice içine girmişiz. Böyle, iki bin, kaç oluyor?

Mehmet: 2017-18.

Ata: O civarlar. 10Gün albümü o zamanlar filizlendi. Böyle daha da güçlü prodüksiyonlar yapmalıyız dedikçe buraya kadar geldik.

Mehmet: Evet, evet.

 

O sırada birçok başka sanatçı için de altyapılar, besteler çalıştınız değil mi?

Ata: Evet.

Mehmet: Bizim aslında başka sanatçılara prodüksiyon yapma serüvenimiz Melis Karaduman ile başladı değil mi? Melis Karaduman’a yaptık ilk başta.

Ata: Aslında Ege Çubukçu’ya bir…

Mehmet: Ege Çubukçu’nun ‘Sorun yok’ parçasına bir remix yaptık.

Ata: Biz kendi zevkimize uygun bir remix yaptık. Aslında bir Instagram postu olarak yapalım diye düşündüğümüz bir şeydi. Çok seviyoruz Ege Çubukçu’yu, ona ulaşmak istedik. Ondan sonra bir şekilde de çok tuttu enerjimiz, onu remix olarak çıkarttık. Başkasının parçasını düzenleme bağlamında ilk yaptığımız şey oydu.

Ata: Ondan sonra Melis Karaduman’a yaptık.

Mehmet: Mabel’e yaptık. O da bizim 10Gün albümümüzü sevmiş. “Kavşaklar” parçasının prodüksiyonunu yaptık.

Ata: Güliz Ayla’nın ‘Al Yorgun Kalbimi’ parçasını yaptık.

 

 

View this post on Instagram

 

A post shared by Alaca (@alacamusic)

 

Şarkınız “BYE”daki prodüksiyona nasıl geldiniz? Bu başlı başına bir yolculuğun sanki başlangıç işareti gibi bir müzik, klip ve proje. Nasıl bir süreçti bu şarkıyı bir araya getirmek ve çıkartmak ?

Ata: Aslında biz BYE’a gelene kadar bir 30-40 tane parça yaptık bu bir buçuk yıl içerisinde ama hiçbiri tam olarak bizi tatmin etmedi. Aynı parçanın bazen dört versiyonunu yaptık.

Mehmet: Bizim tatmin olmadığımız genelde sound konusuydu. Aslında şarkılar bence yine güzeldi ama yaptığımız soundlar böyle bir türlü içimize sinmiyordu.

Ata: Evet, farklı bir yerde durmak istiyoruz bir taraftan, sanatı bir taraftan onun için yapmak istiyoruz. Ayrı bir yerde olabilmek… ‘Farklı bir karakteri olsun yaptığınız işin’ gibi bir kaygımız var. Bir türlü tam olarak kendimiz gibi hissedemedik hiçbirinde. Aslında her zaman da kafamızda böyle dinlediğimiz sevdiğimiz şeylerde, daha böyle ‘yeni jenerasyon bir pop’ diyebileceğimiz bi şey vardı. O tip müzikler de dinliyorduk zaten.

 

Mesela?

Ata: Mesela, Billie Eillish ile başlayan ve sonra çok fazla genç çocuğun yaptığı, ortalama 18-25 yaş arası çok fazla insanın da yaptığı prodüksiyonlar…

Mehmet: Müzik zevkimiz daha çok o müzikler oldu son zamanlarda.

 

Sözler ve prodüksiyon nasıl bir araya geldi? Özellikle sözleri çok enteresan. Bir yandan çok dilli, Hitoko’nun Japonca geri vokalleri var. Orada mesela ne diyor, nasıl bir araya geldi sözler ve konsept?

Ata: En başından başlıyorum, biraz deli işi bir şey denemek istiyoruz. Müzikte de sözlerde de ‘bu garip olsun ama itici olmasın’ istedik.

Mehmet: Aynen, en korktuğumuz şey itici olmaktı.

Ata: “Global bir şey yapacağız” değildi amaç ama oraya evrildi.

Mehmet: Bir dönem düzenli olarak Instagram videoları çekiyorduk. O zamanlarda böyle tek günde bir dakikalık şarkılar yapıyorduk. Aslında BYE’da o zaman çıkmıştı, hatta böyle yarım saatte yazdığın bir şeydi.

Ata: İşte yarım saatte yazdığım bir parçaydı ama sonra öyle kaldı, yayınlamadık.

 

Ne ilham vermişti bu sözleri, BYE’ı yazarken hatırlıyor musunuz? 

Mehmet: Böyle bir diss gibi miydi ya?

Ata: Evet, aslında ben onu birilerine söylemiştim. Beni sinirlendiren birisi ya da birileri vardı, aslında o duruma söylediğim bir şeydi.

 

BYE’ın itici gücü öfkeydi diyorsun. 

Ata: Evet, evet. İtici gücü itici olmamasıydı. Hitoko konusu da aslında, Tokyo Drift’in müziği vardır ya “How they live in Tokyo” falan, öyle bir şey istiyoruz. Nakarat bölümü geldiği zaman sonra Mehmet “Benim Japon bir arkadaşım var.” dedi, ondan sonra, “Abi kim?”, “Hitoko”.

Ata: O da o sırada Türkiye’de değilmiş.

Mehmet: Nerdeydi?

Ata: Japonya’nın bir vilayetinde, şimdi aklımıza gelmedi. Oraya bağlandık. Ona da derdimizi anlatmamız lazım,  “Ya şimdi biz senden Tokyo Drift’in nakaratı gibi bir şey istiyoruz. Yani, bunu istemek ırkçı mı onu bilmiyorum ya da işte senle dalga geçmek gibi niyetimiz yok. Sadece çok cool olacak bunun peşindeyiz; Japon birinin bunu söylemesi lazım”. Bunu ona nasıl anlatacağımızı da çok bilemedik. Ama “Ben anladım mevzuyu” dedi sanki daha önce beş defa daha bu teklif edilmiş gibi “Onu yaparız” demiş oldu. Bütün diyaloglar Türkçe konuşuluyor bu arada. Ondan sonra Japonya’da kayıt aldı. Osaka! Hatırladım.

Mehmet: Aynen, Osaka.

Ata: Osaka’da ablasının düğünü varmış onun için alakasız…

 

Ne dediniz Hitoko’ya? Türkçesi’ni söyleyip “Bunun Japonca’sı ne? mi dediniz yoksa kendin mi yaz dediniz?

Mehmet: Girişteki müziği, onun bir videosundan kendisinden izin isteyerek kullanmak istedik. O bir Japon halk türküsü gibi bir şey aslında. Bayağı uzundu, biz onu kestik ve kullandık.

 

Anlamı nedir, biliyor musunuz? 

Ata: Sözleri, ‘erkek egemenliğine artık boyun eğmeyeceğiz içerikli’, böyle kadınların kendi aralarında toplandığı zaman söylediği bir türküymüş. Tam olarak bilmiyorum ama “Artık o dikenli patlıcanlarınızı bizden uzak tutun” gibi bir söz.

 

Hadi ya, mükemmelmiş.

Mehmet: Sonrasında da ben kendisine bir ses kaydı attım, “Şu şekilde söyleyebilirsin” diye.

 

Nakarattaki sözlerdeki ritim ve melodinin içine uyumu gerçekten çok dikkat çekici, şarkıyı ön plana çıkaran özelliklerden bence bir tanesi. Bu uyumu yakalamaya çalışırken nasıl bir yöntem izlediniz? Çünkü uyak da olması lazım ama bir yandan ritmik olarak da uyması lazım; bir yandan da müzikle alakayı koruması lazım gibi… Üstüne çok düşündünüz mü, yoksa yaptınız ve birden oldu mu?

Ata: Biraz akışta oldu aslında, öyle çok matematik olarak ilerlediğimiz bir aşama değil de…

Mehmet: Her dilde güle güle diyelim…

Ata: Evet, aynen. Her dilde ‘BYE’ diyelim gibi bayağı cheesy bir şeydi aslında. Oturma olarak da bizim de sonra çok içimize sindi aslında. Hepsi böyle grid’e oturuyor.

 

 

Şarkının klibi de bir farklı gerçekten şarkının kendisi kadar. Klibin fikri, konsepti nasıl aklınıza geldi? Bu klibi nasıl bir araya getirdiniz?

Ata: Şarkı gibi olsun istiyorduk. Bir şeyler anlatsın ama ne anlattığı da… böyle sarhoş birinin konuşması gibi. Bir klip çekiminde mekanın hikayeyi nasıl etkileyeceğini öngörerek hareket ettik. Bizim aslında kafamızda apayrı bir şey vardı, kendi kendimize bir moodboard belirlemiştik. Hiç böyle işte cool atmayacağız, ondan sonra kullanacağımız kamera tekniğinin ne olduğunun farkındayız, şu tip karakterlerle hareket edeceğiz ona da okeyiz; ama konu bunun etrafında ne olursa olabilir fark etmez, bunların zaten bir şekilde hikayeyi garipleştirebileceğini biliyorduk. Sonradan bir şekilde bir fabrikayı ayarladık.

Mehmet: İlk başta tabii Ümit ve Samet ile tanıştık. Bu da aslında onların fikriyle başladı, “Fabrikada olsa aslında” gibisinden onlar yokladı bizi. Sonra biz de aşırı yükseldik fabrika fikrine. Sonra bizim kreatif direktörümüz…

Ata: Ada Gönden, fabrikaya gittiğimiz zaman apayrı bir yerden bir giriş yaptı. “Ya burası bir hit fabrikası mı olsa?” gibisinden ortaya bir fikir atıldı. Fabrikayı gezerken böyle aslında klibin konusunun yarısı belli oldu. İşte Ümit oradan bir şey söyledi, Samet bir şey ekledi, biz oradan espri yaptık kabul edildi, ‘bu da olsun’ gibi…

 

Kabul edilen espiri neydi?

Ata: Bulgar Techno’su mesela. Hani şey olur ya böyle, imece usulü çalışan bir fabrikaya amatör bir çekim ekibi gelir de ona böyle düz ceketli bir abi konuşma yapar çok içten bir şekilde, ‘Bu fabrika 87 yılından beri çalışmaktadır’ gibi bir giriş yapar; onun gibi fabrikanın girişindeki o açılış sahnesi de aslında böyle esprilerden çıktı. O da orada gelişi güzel espriydi diye hatırlıyorum.

 

“Kendimizi buluyoruz bu süreçte.”

 

Bu klibi ve şarkıyı takiben Alaca dinleyicilerini ve yeni fanlarınızı neler bekliyor? Bir devamı olacak mı bir seri gibi ya da başka şarkılar, albümler, konserler? 

Mehmet: Şu an bir tane single’ımızı hazırlıyoruz aslında. Onu da çok yakın bir zamanda çıkartmayı planlıyoruz. Sonrasında yine “BYE” garipliğinde şarkılar olacak. Biraz kendimizi de buluyoruz bu süreçte. Nelerden hoşlandığımızı, neleri sevdiğimizi şu an tespit edebiliyoruz. Yaptığımız, elimizde tabii ki bir sürü parça var ama işte kendimizi sürekli zorluyoruz daha yaratıcı olmaya. Onun için sıkı çalışıyoruz. Yakın zamanda konserlerimiz var ama birinci gündemimiz daha çok şarkı çıkartmak.

Ata: Yine başka görseller de sunmak istiyoruz, yani şu an yaptığımız şeyden çok memnun kaldık. “İyi bir görsel vermeyeceksek hani hiçbir şey vermeyelim daha iyi” gibi kendi aramızda her zaman söylediğimiz bir şey vardı. Şu an en son çıkan işten, her türlü aşamasından ilk defa çok memnunuz ve bu görsel dünya işini çok sevdik. Bizim için çok farklı, yepyeni bir deneyim. Uzaktan bakınca çok korktuğumuz bir şeydi ama içine girince çok eğlendik ve çok keyifli bir şeymiş. ‘Biz çekerken çok eğlendik’ hikayesini hakikaten anladık. O yüzden başka da yapmak istiyoruz. Aklımıza farklı farklı fikirler geliyor sürekli.

 

Bir yandan da Alaca’nın görsel imajı ve konusu da oturuyor böyle, değil mi?

Ata: Evet, öyle hissediyoruz. Çünkü gerçekten bir sanatçının ya da bir grubun, imajını kazanması da uzun bir süreç. Böyle hem müzik videolarıyla hem konserlerle oluşan bir süreç gibi.

 

Klibinizdeki stil de bayağı fiyakalı. Renkler çok parlak, heyecan verici.

Mehmet: Evet, kreatif direktörümüzün özellikle istediği bir şeydi.

Ata: Renklerimiz de olayın başından belliydi, font seçimlerimizin neler olabileceğine kadar kendi aramızda tartışmıştık. Aslında o yüzden çıkan sonuç, belki de bu yüzden bu kadar tatmin etti. Her aşamasına kadar didiklemek güzel bir şeymiş.

 

“Babalardan Duman’ı dinliyoruz.”

 

Türkiye’den size ilham veren sanatçılar var mı? Bu projenizde size bir ışık yakan ya da dinlerken çok hoşlandığınız, belki de ortaklık yapmak istediğiniz? 

Ata: Duman’ı çok seviyoruz. Bizi bağlayan noktalardan bir tanesi Duman’dır. Çocukluğumuzdan beri büyük takipçisiyiz, dinleyicisiyiz.

Mehmet: Bu proje üzerinde şu an bir isim söylemek çok zor olabilir bizim için. Ama hakiki bir Duman fanıyız aslında.

Ata: Bütün Duman röportajlarında ortak bir cevap vardır ya; Duman’a ‘Kimleri dinliyorsunuz?’ diye sorulduğu zaman ‘Babaları dinliyoruz’ gibisinden böyle hep aynı cevabı verirler yıllarca; Beatles olsun, Pink Floyd olsun falan… Bizde de benzer muhabbet; “Babalardan Duman olsun.”

 

Gençlerden beğendiğiniz birileri var mı?

Ata: Ezhel, Baneva…

Mehmet: Kum.

Ata: Kum, evet, çok beğeniyoruz. Çok fazla var. Güneş güzel, Ege Çubukçu yıllardır sevdiğimiz ağabeylerimizden.

Mehmet: Çok fazla güzel müzisyen var bence bu arada.

 

Bence de çok heyecan verici bir zamandayız Türkiye’deki müzik çeşitliliği ve renkliliği açısından. Gelen yeni sanatçılar ve sesler beni çok heyecanlandırıyor. Lansmanınız harika geçsin.

Ata, Mehmet: Teşekkürler!

 

 

yazıyı oku

YILLARIN DOSTLAR BİRLİĞİ, TANIDIK BİR KADRO: HEND. VE YENİ TEKLİLERİ CHARDONNAY

Röportaj: İdil Meşe

Fotoğraf: Emirkan Cörüt

Son Feci Bisiklet ve Öfkeli Kalabalık gruplarından tanıdığımız Erkin Sağsen’in vokali, gitarı ve klavyesi, The Flabbies’den tanıyıp sevdiğimiz Tarık Can Sürmen’in elektronik ve akustik davul sentezi ve ses tasarımcısı Ozan Hatipoğlu’nun klavyesi ve prodüksiyonunu bir araya getiren Hend, geçmişi çok eskiye dayanan ancak 2019’da bir araya gelen bir dostlar birliği ve müzik grubu. İlk bakışta dikkatleri çeken kapağını Beril Ateş’in tasarladığı, farklı müzik türleri arasında geçişler yapan yepyeni teklileri “Chardonnay”, yakın zamanda dinleyicileriyle buluştu. Hend ile callinghouse’da müziği ve hayalleri üzerine sohbet ettik.

 

Kişisel bir soruyla başlıyorum. Şarkıyı dinlerken şarkının ismi sanki ‘Kaçarım Kendimden’ olabilirmiş gibi geldi ama “Chardonnay”.

Erkin Sağsen: Çok tartıştık bu konuda.

 

İşte bunu öğrenmek istiyorum. Şarkının ismini nasıl seçtiniz? 

Erkin Sağsen: Fransız şeylere taktım bu ara; daha önceki şarkılarda da böyle üçe kadar sayıyordum. Fransızca da bilmiyorum aslında. Chardonnay isminin dışındakilerin şey olacağını düşündük, biraz, nasıl desem…

Tarık Can Sürmen: Biraz oldschool geldi bana ‘kaçarım kendimden, derbeder’ falan. 

Erkin Sağsen: Biraz daha downer, hafif de bir aşk şarkısı falan ya, onu böyle çok arabesk tınlatmak da çok istemedik; hiç yok içinde çünkü. 

 

 

Hend’in özgün sound’u nasıl oluştu? “Chardonnay” ile bana Hend tınısı iyice pekişmiş gibi geldi.

Erkin: Aslında tam bir sound oturtmaya çalışmıyoruz, zaten her şarkıda yeni bir şey deniyoruz ve yeni bir yere doğru gitmeye çalışıyoruz. Ama kullandığımız, belli cihazlarımız var evde; kullandığımız klavyeler, belli başlı programlar ve plug-inler kullanıyoruz, onun etkisidir. Valla nasıl oluşturuyoruz bilmiyorum. Ben çünkü şarkıyı da nasıl yaptığımızı bilmiyorum. Bir anda bir şey çıkıyor ortaya. Can ile ikimiz aranje yapıp Ozan’a atıyoruz, Ozan üzerinde biraz çalışıyor, Ozan’a gidiyoruz ve işte orada biraz sound üzerine, biraz aranje üzerine çalışıp böyle bir şey çıkarıyoruz. Biraz kolektif bir iş aslında. 

 

 

 

Harika. Ama sözler senden çıkıyor. 

Erkin: Evet, bir tek sözleri sadece ben yazıyorum. 

 

Besteyi de birlikte çalışıyorsunuz.

Erkin: Tabii. Yani şey diyemeyeceğim, hani, “ben yapıyorum” diyemeyeceğim. 

Ozan Hatipoğlu: Aslında Erkin daha çok yapıyor. Onun singer-songwriter yönü var, biraz da böyle düzenlemesini de fikir atıyor ortaya, daha sonra bizde üzerine koyuyoruz ve son haline getiriyoruz.

Can: Sorduğun soruyla ilgili bir şey eklemek istiyorum. Aslında soundun değişik bir noktaya gelmesi şöyle: Erkin başta daha kendi başına yaptığı bir müzik üstüne gidiyordu, biraz daha Hip Hop, RnB üstüne giden bir tarzı vardı. Sonra Ozan ile benim biraz daha dahil olmamızla aslında dediğin yolculuk, hani bugüne gelen, çünkü son üç şarkımıza da o değişim hissediliyor diye tahmin ediyorum, Chardonnay’e gelen yolculuk biraz o şekilde oldu. Sound’umuz hakikaten değişiyor ve dediğin gibi bence de bir noktaya geliyor gibi hissediyorum. 

 

Mesela vazgeçilmez bir öğe nedir Hend’in müziğinde?

Erkin: Fiziksel olarak Nord klavyem benim bir tane var, orada ben çok uğraşıyorum üzerine ses falan yapıyorum. Manevi olarak da bu ikisi: Tarık ve Ozan. 

Can: Erkin’in sözleri bence. Yani birazcık farklıdır, farklı bir tarzı var. O kendi kesinlikle bunu söyleyemeyeceği için benim söylemem gerekiyor. Farkında da değil bence. Çünkü bence iyi yansıtıyor yani sözlerden.

Erkin: Teşekkür ederim. 

 

 

 

Gruptaki herkes farklı bir gruptan, altyapıdan geliyor. Nasıl böyle birleştiniz ve grup oldunuz?

Can: Çünkü işin en başı aslında üçümüz yani.

Erkin: Şöyle aslında; biz evet hep üçümüz daha çok çocukken falan beste yapardık, hep üçümüz yani.

Can: Zaten liseden arkadaşız. Benim hayattaki en eski arkadaşım, 7 yaşından beri arkadaşım. 

Erkin: Yani çok çok eskiye dayanıyor bizim. Zaten müzik yolculuğumuz da şöyle: Beraber zaten grubumuz vardı, sonra işte başka bir grupta biraz yürüdük; Ozan bu sırada başka müziğin başka bir tarafını keşfetti, kendi başarılı olduğu başka bir alanı, ses tasarımını keşfetti oraya doğru ilerledi.

 

İlk grubunuz…

Erkin: Motto diye bir grubumuz vardı. Çok taş devri çok. Ankara’dayken. 

 

Kaç yaşındaydınız Motto’dayken? 

Erkin: Yirmili yaşların başında. Üniversitedeydik. 

 

Siz yani şimdi çocukluk arkadaşısınız, birlikte aynı üniversiteye de mi gittiniz aynı zamanda? 

Erkin: Biz ikimiz gittik. Ben Tarık’la (Tarık Can Sürmen) askere gittim. 

Ozan: Evlerimiz de yan yana. 

 

Nelerden ilham alıyorsunuz? 

Erkin: Söz anlamında şey oluyor;  ben böyle distopik dünyaları falan çok severdim, düşünmeyi de, izlemeyi de ve okumayı da. Birazcık o mutsuzluk üzerine yoğunlaşmıştım. Sonra vazgeçtim. Çünkü kimse benim o dünyamla bağlantı kuramıyor, yani doğal olarak çünkü kimse o dünyada değil. Ben de biraz daha insani duygulara yönelmeye karar verdim ve duygulardan ilham alıyorum. Yazım süreci biraz sürüyor, o hissiyatları hatırlıyorsun, işte bunun üzerine gidiyorsun, kelimeler dökülüyor ağzından. Bazen piyanonun başında bir melodi buluyorum, sonra küçük böyle on altı bar bir beat yazıyorum altına, düşünürken bir anda bir melodi geliyor aklıma ve o melodiyle beraber bir söz de geliyor. Ev stüdyom var. Hiç telefona bulaşmadan gerçek bir condenser’da kayıt yapıyorum.

 

Grup arkadaşlarına dinlettiğinde nasıl yaklaşıyorlar? 

Erkin: Can’a dinletiyorum mesela, bir kelime söylemeden iki kere dinliyor şarkıyı. Hani bir olmuş ya da olmamış bir şey söyle, değil mi?

 

Saygılı bir birey.

Erkin: Hayır, ben bunu saygısız buluyorum (Gülüyor). Söyle, öleceğim! Sevdin mi sevmedin mi, ne diyorsun ya? Ben zaten otuz kere dinleyip yapmışım orada böyle bakıyorum. Mesela 10 dakika geçiyor, çok iyi olmuş falan yapıyor, ben orada anlıyorum. Ozan’da da genelde yollayınca, biraz bekliyorsa cevap atmayıp olmamıştır o şarkı. Ama “Çok iyi şarkı, direkt basalım” falan diyorsa olmuştur. 

 

Müzik dışında grubu bir araya getiren meraklarınız, aktiviteleriniz nedir?

Ozan: Biz Erkin’le Star Wars’a düştük. 

Erkin: Çok fena düştük.

Ozan: Baştan sona, bütün kronolojik sırayla izliyoruz yani.

 

Oradan da distopik ya da ütopik şarkılar ve belki peri masalları ile ilgili şarkılar gelmesin?

Erkin: Bir sonraki şarkımız Işın Kılıcın (Gülüyor). Can çok yemeğe düşkün bir insandır. O sağolsun güzel restoranlara gidip yiyip içmeyi de çok seviyoruz. Onun dışında zaten takılıyoruz. 

 

Sen mi buluyorsun restoranları Can? 

Can: Aslında şöyle spesifik bir şey yok. Biz zaten arkadaşız, onun yanında grubuz da. Büyük bir artı oluyor bu açıdan. 

Erkin: Grup sonradan geldi yani.

Can: Zaten sosyalleşirken beraber sosyalleşiyoruz, o yüzden herhangi bir şeyi de beraber yapıyoruz. Atıyorum konsere de beraber gidiyoruz, o da bizi besliyor, mesela yemeği de beraber yapıyoruz. İşte çıkıp beraber sapıtıp sarhoş oluyoruz, düşüp geberiyoruz o da… Hepsi besliyor kısacası.

 

Mesela öyle bir akşamın bir şarkısı var mı grupta?

Erkin: Ya şöyle bir akşam yaşadık. Beraber benim evde bayağı bir içtik, çok da eğlendik. Ya bir İllüzyon şarkısı var bizim eski, hani onu çıkaracaktık bir dinleyelim bir daha dedik. Şarkı bize bir yavaş geldi, moralimiz falan bozuldu. Hani kafamız o kadar iyiymiş ki. Yani böyle hızlandırıyoruz, düşürüyoruz… Tarık en son “Bir kere daha dinlersem müziği bırakacağım” dedi. Öyle bir gecemiz oldu. 

Can: Yani Erkin şarkıları bizim olmadığımız gecelerde çıkarmayı seviyor. Bizle eğlenip, şarkıları başka gecede… 

 

 

Peki böyle grup imajınız üzerine hiç düşünüyor musunuz? Yoksa böyle tek tek hani kendi imajınız hakkında mı düşünüyorsunuz? 

Erkin: Ortak bir paydada daha buluşamadık. Herkes fena giyinmeyen insanlar, böyle at hırsızı gibi dolaşmıyoruz. Şimdilik onunla idare ediyoruz. Ama mesela Alex Turner’ın dönüşümü gibi, Arctic Monkeys’de hani o kıyafetlerin, tavırların falan bile bunun üzerine düşünülmesi lazım ve bunu profesyonel birinin yapması lazım bu konu üzerinde.

 

Grubun geleceği hakkında en çılgın hayaliniz ne olurdu?

Erkin: Yurt dışında müzik yapabilmek olurdu bence. 

 

Çılgın bir hayal… Yaparsınız yurt dışında müzik zaten. 

Erkin: Çılgın bir hayal ne olabilirdi? Yani şöyle bir şey olurdu: Metallica gibi her kıtada çalmış olabilmek isterdim. Mesela Antartika’da her yerde çalabilmek. 

 

Peki sizlerde var mı böyle fantastik bir hayal?

Can: Yani valla yok sanırım biliyor musun? Adım adım gitmeye çalışıyorum kafamda, hayatın da yoğunluğu yüzünden. Şu an sen söyleyince biraz hayal kurmadığımı fark ettim bu konularda. Aslında hayal kurmam lazım çünkü hayal kurunca gerçekleşiyor. Bunun üzerine düşüneceğim o yüzden.

Erkin: Ben biraz daha kısa vadeli düşünebildiğim bir dönemdeyim. Yani böyle Hend ile müzik yaparken de bu anı, o şarkıyı ve nasıl olacağını düşünüyorum.

Ozan: Şeyi isterdim mesela bazı mekanlar gerçekten çok güzel, ben mimari de çok severim; çok güzel mimarisi olan bir yerde böyle özel bir konser veya yani böyle bir çekim yapmak isterdim. Parcels’in bir tane videosu vardı. Onların live yaptığı bir çok güzel sera gibi bir yer vardı. Tamamen camdan kocaman bir yer, kırmızı, botanik üzerine harika bir yerdi mesela. Böyle bir şey olsun isterdim.

 

Klip çekecek misiniz?

Erkin: Beril Ateş o kadar güzel bir artwork yaptı ki aslında çok sıcak bakmıyordum klip yapmaya o yüzden. Artwork’ü önce bir göstermek istedim insanlara, yani onu çok sevdim. Gerek duymadık, zaten çok güçlü bir resim. Belki bir sergi olmasını isteyebiliriz.

 

Önünüzdeki projeler, konserler ve hedefleriniz nelerdir? 

Erkin: Üretmeyi seviyoruz beraber, üreteceğiz de. Single yaparız, EP yaparız, şu tarihte şunu çıkarırız veya şurada konserimiz olacak diyemiyorum ama yani mümkün olduğunca konser verip, insanlara ulaşıp, şarkılar yapıp paylaşmayı istiyoruz. Seviyoruz çünkü, güzel enerjilerle şarkılar yapıyoruz. 

Can: Bir şarkı daha çıkacak önümüzdeki bir buçuk ay içinde. Blakhol diye müzisyen dostlarımız var Ankara’da, onlarla ortak yaptığımız bir şarkı var, o da çıkacak. Sonrasına bakacağız. Ama Erkin’in dediğine katılıyorum ben. Uzun süredir hepimiz sektörün içindeyiz, çok rahat hissettiğim bir ekip bu. Belki de arkadaşlıktan da dolayı her şeyi çok şeffaf birbirimize söyleyebiliyoruz, işi yaparken çok keyif alıyoruz. O yüzden bol bol şarkı ve konser yapacağız. 

yazıyı oku

YENİ BİR AŞIK: BİRKAN NASUHOĞLU'NA DAİR

Fotoğraf: Can Görkem

Röportaj: İdil Meşe

 

Güçlü kalemi ve dikkat çekici gitar düzenlemeleriyle öne çıkan, jenerasyonunun sevilen şarkı yazarlarından Birkan Nasuhoğlu’yla yakın zamanda yayınlanan “ne çok şey birikti içimde” albümü ve Salon İKSV’de gerçekleşen lansman konseri hakkında iki müzisyen sohbet ettik. Müziğe bakış açısı, şarkı yazarlığı, ilham kaynakları ve müzisyen yaşamı hakkındaki deneyimlerini paylaşan sanatçı, gelecek projeleri hakkında ipuçları verirken genç müzisyenler için de altın değerinde tavsiyeler paylaştı.

 

Albüm çıkalı çok kısa süre geçmesine rağmen lansman konserinde istisnasız herkes şarkıları söylüyordu. Hatta üçüncü, beşinci sesinden koro gibi söylüyordu dinleyicilerin. Konser öncesinde nasıl hissediyordun, bir beklentin var mıydı? Sonrasında nasıl hissettin?

Bu lansman konserim, benim şimdiye kadar en çok ve en uzun süredir hazırlandığım konserim oldu. Görsel tarafıyla aslında çok uğraştık, orada çok kafa patlattık.

 

Sahiden çok fiyakalıydı.

İşte evet, bir şeyler değişti. Arkaya dekorlar yaptık önce; sonra onları kaldırdık sil baştan. Çünkü albümü olabildiğince minimal kaydetmeye çalıştım ben. Tüm konserleri, lansmanı, görsel dünyasını, lyric videoları da öyle olabildiğince yalın tutmaya çalıştık. Lansmanda da biraz böyle bir şey tasarladık ama önüne geçti gibi oldu, sonra elimizdeki fikirleri birazcık kırptık. Ben normalde bilet sayılarını falan önceden hiç öğrenmiyorum. Sormuyorum, söylemesini de istemiyorum kimsenin. Ona göre kendimi konumlandırmak istemiyorum. O yüzden bir beklentim yoktu ama sosyal medyadan insanlardan konseri beklediklerini anlattığı mesajlar bir şeyleri yansıtıyordu aslında. Çok heyecanlıydım. Sahneye çıktığımda zaten ikinci şarkıda falan gözlerim doldu. “Böyle mi geçecek yani konser?” dedim. Çok iyi bir dinleyici vardı. Solo projemde tek başıma akustik gitarla sahneye çıkıp 20-22 şarkı çalıyorum. Böyle sessiz olması lazım insanların, bir bar performansı yapmak için zor aslında. “Tek başıma orada sahnede acaba neler yaşayacağım?” diye çok düşünüyordum.

 

Oldukça kırılgan bir pozisyon.

Evet; her yerde ses sistemi istediğimiz gibi olamayabiliyor, bizim kontrolümüz dahilinde olamayabiliyor. Mekanın akustiğinden kaynaklı aslında, hani ekipman iyi olsa bile en arkadakine bazen kendini iyi ifade edemiyorsun. Aslında ilk günden beri, Salon’u biz bilinçli seçtik, orada yapmak istiyorduk, kendimize ait hissettik; o yüzden bunu başardık her şeyden önce. Seyirci de üçüncü, dördüncü şarkıdan sonra beni baya şaşırttı. Sonrasında ben aktım gittim. Bir de konser sonu içeri gittim, bir daha geri gelmemi, 1-2 şarkı daha söylememi istediler. Bunlar tabii ki müzisyeni motive eden durumlar. Gayet memnunum geceden. Sana da geldiğin için teşekkür ederim.

 

Çok keyifli bir konserdi. Dinleyicinin seninle etkileşimi çok hoştu. Şakalar, soğuk espiriler de yapıldı.

Evet, 1-2 tane yaptım içim rahatladı orada.

 

Tatlı anlardı. Baya havalı görünüyordun sahnede, kıyafet falan…

Valla gömlek diktirdim hayatımda ilk defa. Ben normalde bu tip şeylerden kaçıyorum, biraz fazla süslü gelince böyle hani kendimi ait hissetmiyorum giydiğim şeyin içinde.

 

Rahat ettin mi?

Evet evet; kumaşına, rengine ekiple birlikte karar verdik çünkü; gömleğin modeline de birlikte karar verdik. “Civan” markasıyla yaptık gömleğin modelini de, onlara tekrar teşekkür ederim buradan. O yüzden rahattım, kendimi iyi hissettim. İyi de duydum, teknik anlamda da baya keyfimiz yerindeydi.

 

Sahnedeki ses çok etkileyiciydi. Kilisede söylüyormuşsun hissi vardı. 

Mert Kasap ile hem Yedinci Ev hem de Birkan Nasuhoğlu şarkılarının son dönemdeki, birlikte kaydediyoruz. Hatta benim kilisedeki “Tanrı Türkü Dinliyor” üçlemesini de Mert ile kaydettik. Mert ile hem stüdyoda birlikteyiz, hem itlik serserilik yapmadığımız boş zamanlarımızda genelde sound üzerine konuşuyoruz. O yüzden bunu biz konuşarak hayal ettik; bir de oradaki teknik imkan da bunu yapmamız için bizi teşvik etti aslında. O yüzden aklımızdakini uyguladık.

 

Yalın bir performans yapılan projelerde gerçekten bu tip detaylar öne çıkıyor. Sahnede yapılan seste, teknikte ya da görselde yapılan ufak hamleler gerçekten o performansı başka bir boyuta taşıyor. Bu açıdan gıptayla izledim.

Ne güzel, ne mutlu. Tüm konseri kaydettik. Hem video hem ses kayıtları alındı. YouTube’a kesin gelecek. O yüzden biraz daha ince eleyip sık dokuduk ses tarafını. Herkes şovunu yaptı.

 

“Pandemide, Divan Edebiyatı’na daldım.”

 

Bu albümdeki şarkılar ne kadar sürede, nasıl bir araya geldi? Nasıl bir üretim süreciydi bu?

Aslında “Her Yanım”, “Aşığım Ben” albümdeki en eski şarkılar. “Burada Yaşamak Çok Zor” en yeni şarkı. “Bir Masaldık Sadece”nin gitar riff’i vardı çok uzun süredir, hiç söz yazmayı düşünmemiştim o şarkıya. Onun partisyonlarını biraz değiştirdim, söz yazdım. “Her Yanım” 2014’ten beri var. O yüzden yelpaze çok geniş. Zaten böyle sırasını bekleyen şarkıları yan yana koyunca “Bunlar birlikte çok güzel tınlıyor” dedim. İlk tek tek, single olarak çıkartma niyetim vardı, öyle yola çıkmıştım ama sonra “Albüm mü yapsak?” dedik. O yüzden uzun süredir yerini bekleyen şarkılar da bu albümde kendine yer edinmiş oldu.

 

 

Çok bütünlüklü duyuluyor bir yandan. Nasıl oldu bu iş? Farklı zaman dilimlerinden gelen şarkılar aslında. Bazısı yeni diyorsun bazısı eski. Bu bütünlüğü nasıl sağlayabildin?

Şöyle oldu aslında. Ben 2019 başında solo olarak bir şeyler yayınlamaya başladım. Yedinci Ev’i “Yapmayalım bir şeyler bir süre, hatta belki de hiç yapmayacağız.” diye durdurmuştuk. Ben orada tabii daha elektrikli bir band ile çalıyordum. Beş kişiydik sahnede, kayıtları da bir grup aranjesinde kaydedip öyle yayınlıyorduk, hiç sade akustik yoktu kafamda. Biraz da aslında Yedinci Ev tarafıyla da ayrılması için ben olabildiğince akustik tutmaya karar verdim bu tarafı. Şimdi önümüzde kaydedeceğimiz şarkılarda yine minik dokunuşlar yapacağım, ekstra böyle bir şeyler ekleyeceğim ama band havasında olmayacak hiçbir zaman. Aslında o yüzden, “Her Yanım” hiçbir şekilde bir yere giremedi şu ana kadar çünkü akustik dışında tınlamıyor bu şarkı. Bir band girdiği zaman onu- yani muhakkak yapılır tabii bir şey ama hakkını vermiyordu hiçbir zaman. O yüzden o duruyordu. “Aşığım Ben” de vals, çok düz oluyor yaptığımızda. Ama şimdi burada tek gitarla o vals tadını vermek daha farklı oluyor. “Bir Masaldık Sadece” zaten finger style tavrı var; onu zaten yediremezsin, sadece bir kick girer belki, farklı enstrümanlarla, yine olmaz. Daha çok akustik versiyonunda çok iyi tınlayan şarkılar oldukları için bir araya geldiler aslında.

 

 

View this post on Instagram

 

A post shared by Birkan Nasuhoğlu (@birkannasuhoglu)

 

Bir diğer fark ettiğim şey bu albümde aşık Birkan görüyoruz, yani aşık geleneğinden alınan bir ilham var sanki. Senin bu albümdeki beslenme kaynakların neydi?

Aslında çok uzun süredir, özellikle pandemide, Divan Edebiyatı’na daldım. Zaten çok uzak değildim, şu an aşırı da hakim değilim ama bir sürü kitap sipariş ettim eve. İşte onlar geldi: Fuzuliler, böyle onların divanları… Birçok şey okudum, kafam da çok karıştı hatta. Aslında “Gül” şarkısının sözlerini yazmak için biraz girmiştim o kanala. Çünkü orada Gül-Bülbül-Diken üçlemesi her yerde olduğu gibi, birazcık onu anlamak için birçok şey okumam gerekti. Sonra yancı olarak da “Başka neler oluyormuş bu dünyada?” diye onlara baktım. Türkülere olan ilgimi de güncel tutmak istiyorum. Bir ara hatta böyle beni takip eden insanlara, genç arkadaşlara böyle bir göstermeliyim; bu değerlerimizi bilmesi lazım herkesin, uzak kalmasınlar gibi kendimde bir sorumluluk da hissetmiştim. Sonra dedim ki “Tamam, çık bu kafadan.” Çünkü gitarla çok da kolay olmuyor aslında türkü yorumlamak. Çok sırıtıyor, her türküyü yapamıyorsun. “Tamam, bir dakika, birazcık hem kendimce yorumlayabileceğim türküleri alayım repertuarıma” diyordum. O sırada zaten Aşık Veysel, Aşık Mahzuni Şerif oralara zaten girdim. Karacaoğlanlar da öyle… O dünya hakkında, olabildiğince okuyarak bilgi edinmeye çalıştım ve onların tavırlarını, hayattaki duruşlarını kendime çok yakın buldum. Tabii ki şehir hayatı yaşayarak çok anlamlandıramıyoruz tam olarak onu, o hayatı yaşamak falan çok kolay değil ülkemizde. Belki benim de büyüdüğüm bir köy olsaydı, şu an “Hadi ben köyüme gidiyorum” deseydim gitarımı alıp, daha farklı düşünebilirdim oraları ama öyle bir alanım da yok.

 

Aslında Birkan, biz de aslında şehir içinde kendi köylerimizde yaşıyoruz bir açıdan.

Kadıköy…

 

Kadıköy’de ya da kendi yarattığın alanlarda, komünitelerde aslında, topluluklarda yaşıyoruz. Bu açıdan “Yeni Aşıklar” geleneğinden Birkan Nasuhoğlu şeklinde…

Ya aslında işte evet. Singer-Songwriter tanımı bence zaten bizde aşıklık biraz. Çok var bizim, sen de öylesin, bizim örneklerimiz fazlaca. Aşık tarafında lanse edilmek daha çok hoşuma gider tabii benim, ama bunu konumlandırabileceğimiz bir dijital platform listesi bile yok yani ülkemizde. Hani işte Folk deyince bambaşka şeyler görüyoruz, işte Country falan…

 

Benim aklıma hep “özgün müzik” demek geliyor. Sonra bakıyorum “özgün müzik” kategorisi altındaki şeyler alakasız.

Evet, Yaşar Kurt’u biliyorsun. Şimdi birazcık Bülent Ortaçgil, Yaşar Kurt benzetmeleri falan yapılıyor bende. Doğru da. Hem çok dinledim onları lise hayatımda, hem de söylemleri de benim böyle ilgimi çekmişti ama devir değişti. Çünkü o zaman gerçekten Düş Sokağı Sakinleri’ne bile gider. Orada bambaşka söylemler var; tavır böyle üç aşağı beş yukarı aynı aslında. Şimdi daha çok insanız, olanaklarımız daha güçlü ve ülkede olup bitenler biraz daha farklı -dünyada daha doğrusu- teknolojiyle birlikte ilham aldığımız değerler biraz daha değişiyor. O yüzden o geleneğin yanında seyretmek beni mutlu eder. Hoşuma gittiği için herhalde böyle devam eder bu iş.

 

“Bir sıkışıklık hissettiğimde bırakıyorum, o takılsın kendi kendine. Ritmini bulduğu zaman geri geliyor bana.”

 

Seni tanıdığım kadarıyla, müzik hakkında çok okuyan, araştıran, kendini besleyen bir insansın müzik ve yazım konusunda. Buna rağmen, hiç ilham tıkanıklığı yaşadığın oluyor mu? Oluyorsa nasıl üstesinden geliyorsun?

Bunu sorduğunda aklıma ilk bu hissiyatı yaşadığım an geldi direkt olarak. Tahmini olarak 2013-2014’teydi. Gerçekten çok uzun süre hiçbir şey yapamadım. Ne yeni bir gitar riff’i bulabildim, ne de bir söz yazabildim. Zaten ben sözleri önceden yazan, yazarak çalışan bir müzisyen de değilim. Sonradan yazıyorum sözleri. Yani aklıma bazen 1-2 cümle geliyor, karalıyorum, ama onların üzerine yapmıyorum müzikleri. Ama gitarda da hiçbir şey bulamadım. Kafayı yiyorum ama. Herhalde “Bitti.” dedim yani, “Bitti.”. Bir de müzikal tarafta çok hareketli bir tarafım da yoktu o zaman, konserlerin olduğu falan… “Sürekli konserdeyim, vaktim yok” durumu da değil. Hiçbir şey yapmıyorum yani. Kafayı yedim, dedim ki: Buraya kadarmış. Bir sabah kalkıyorum, bakıyorum gitara, “Abi,” diyorum “zaten altı tane tel var işte yirmi iki tane perde var falan. Her şeyi bulmuşlar işte, ben şimdi ne bulacağım” diyorum böyle, tamam mı? Sonra diğer gün kalkıyorum “Abi,” diyorum “altı tane tel var, yirmi iki perde var. Ben buradan neler neler yaparım?” falan. Kafayı yedim işte.

Dışarı çıkıyorum, insanların hayatını dinlemeye çalışıyorum; hayatta dışarıda giymeyeceğim kıyafetleri giyip ekmek almaya gidiyorum. İşte ne bileyim, Süperman pijamamla falan. Böyle bir yerlerim gelişsin, ilham gelsin diye çok uğraştım. Sonra o dönem bir kitap okuyordum. Kitabın adını hatırlamamam felaket şu an ama hikaye şu: Kelebeklerden çok hoşlanan birisi var ve bir gün avucunun içine kelebek konuyor. Kelebeğin orada durması ona o kadar haz veriyor ki, orada kalması için elini hareket ettirirse kelebek uçup gidecek, hareket ettirmezse de oradan gideceği korkusu var. Kelebek ne zaman isterse oradan ayrılabilir ama konmuş olması, avucunun içinde duruyor olması aslında onun için en büyük kaynak ve aslında ona en büyük tatmini yaşatan şey. Birazcık duruyor ve kelebek gidiyor, elini de kırpmıyor. Orada böyle bir şeyi çözümledim ben de kendimde ve bunun üzerine gitmedim uzun bir süre. Bir süre sonra böyle yavaş yavaş bir şeyler çıkmaya başladı, daha önce üzerine çalıştığım şeyleri şekillendirmeye başladığımı fark ettim. Yani böyle üstüne gitmeyince, rahat bırakınca o kendi kendine zaten akıyor. Aktığını fark ettim. Bir de mecburiyetim de hiç olmadı böyle, işte sözleşme imzalayıp “Üç şarkı daha yapmam lazım, üç ay kaldı” gibi şeyler yaşamadığım için o üretme baskısını hissetmedim üstümde. Hep de bir şeyler oldu elimin altında. Onu böyle hem merak ediyorum biraz, o tıkanıklığı, bir kere yaşadım bunu, sonra çok kez karşıma çıktı. Sadece baş etmeyi öğrendiğim için daha hafif halledebildim.

 

Ne yapıyorsun mesela tıkanıklık başlayınca?

Bırakıyorum hemen. Hemen bırakıyorum ilgilenmeyi. Üstüne düşmeyi hemen bırakıyorum. Kafamı dinliyorum, spor yapıyorum, yürüyorum… Aşırı yürüyorum ben mesela. Çok yürürüm. Hem kafam çok çalışıyor yürürken.

 

Hakikaten. Çok ilham verici bir şey benim için de.

Aynen öyle. Hem bir şey buluyorsun, bir söz, bir şey mırıldanıyorsun telefona, etrafı izliyorsun falan filan… Çok okumaya çalışıyorum. Bir şey izlemek değil de daha çok okumak böyle geliştiriyor beni. Bırakıyorum sonra ya da başka bir şeyle uğraşıyorum. Diyorum ya sana, “Her Yanım” yıllardır üstüne çalıştığım bir şey. Bırakmıştım, öylece duruyordu yani. “Bir Masaldık Sadece”nin gitarları vardı, hiç aklımda söz bile yoktu. Bu albümde hatta birazcık şey baskısını hissettim: Bizde tarihler var ya işte, şarkının yayınlanması için dört hafta önce yüklemen gerekiyor, o zamana kadar kapak fotoğrafının da hazır olması lazım falan filan. Bunlar böyle ufak sıkıştırmaya başlamıştı beni. Çünkü bazı şarkıların sözleri yok falan. “Bir Masaldık Sadece” eksikti, “Aşığım Ben’in” ikinci verse’ü eksikti. Onları böyle oturup, “Gül’ü” yazmaya çalışıyorum; şimdi “Diken’e” cevap olduğu için “Diken’i” anlatmalı. Akorları da aynı zaten hemen hemen, farklı da tınlamalı falan. Çok yordu da beni aslında. Ama oturup, çalışıp bir şeyler yazmak üzdü de biraz beni mesela. Çünkü ben biraz daha organikçiyim yani. Oturayım, işte çıksın sonra çok kurcalamayayım da onu.

 

Bu da insanın kendi hakkında keşfettiği farklı bir yön oluyor. Bazen o kadar organik giderken bir oturup bakmak gerekiyor, yani farklı bir yönünü görüyorsun bunu yaptığında. Ben bunu Amerika’da çok hissettim. Amerika’da “collab” çalışmalar çok oluyor; böyle Country müzisyenleriyle Rap müzisyenlerini mesela bir araya getiriyorlar, birlikte bir şeyler yazıyorlar ve yazmak için bir ya da iki saatleri var. Çok kısa sürede bir şey üretiyorlar. Böyle bir yönü de var şarkı yazarlığının. Gelişebileceği, müziğe farklı bir şekilde de bakacağı bir yönü çıkabiliyor insanın. Her albümde ya da şarkıda farklı bir şey keşfediyorsun kendin hakkında. 

Evet ya, söylediğin şey doğru. Aslında olgunlaştığımı fark ettim ben de. Çünkü baştan yazmak da başka bir durum ama bir yerler eksikse onu elindeki diğer donelere göre şekillendiriyorsun ya. Hani o konuda da böyle biraz daha geliştiğini fark etmek de motivasyon veriyor insana bir sonraki işler için. Ama dediğim gibi sıkışık hissettiğimde bırakıyorum hemen, üstüne gitmiyorum. Genelde hayatta böyle yapmaya çalışıyorum aslında. Bir sıkışıklık hissettiğimde bırakıyorum, birazcık böyle o takılsın kendi kendine. O bir ritmini bulduğu zaman geri geliyor bana.

 

 

Dinleyicilerden aldığın yorumlar üretim sürecini etkiliyor mu? Dikkate alıyor musun?

Olabildiğince almamaya çalışıyorum. Ama bazen, bazı geceler manyak gibi her şeye de açıp bakıyorum. Oradaki YouTube yorumlarına da bakıyorum, Ekşi Sözlük’e de bakıyorum. Ama bunu çok da sık yapmıyorum. En son ne zaman yaptığımı hatırlamıyorum. Çünkü çok hakim değil de dinleyiciler bizim yaptığımız şeye. Yani ben belki on sene önceki hissimi yazıyorum şu an ya da bir arkadaşımın yaşadığı bir şeyi yazıyorum ama dinleyicilere göre her şeyi biz yaşıyormuşuz, söylüyormuşuz gibi aslında; biz de bu kontrolde olmak zorunda değiliz. Yine de tabii bir tavrı korumaya çalışıyorum. Ama bu da “En çok dinlenen şarkım neymiş bakayım, ona yakın bir şeyler üretmeye çalışayım” değil. İçimden ne geliyorsa yapıyorum. Sadece böyle lansman konserinde de şaşırdığım gibi mesela, insanların konserdeki kadar ilgisini hissetmedim mesela ben sosyal medyada ya da bilmiyorum çok analiz etme gücüm yok belki. Lansmanda anladım yani; geçmiş bir şeyler insanlara, albüm anlaşılmış.  Bir de ben konser adamıyım yani daha çok. Böyle çıkayım sahnede, etkileşimle anlarım, işte gözlerinin içine bakarak anlıyorum.

 

Şarkı yazdığında hemen birine çalmak, dinletmek istiyor musun?

Onu bir ara yakın arkadaşlarıma çok yapıyordum. Sonra böyle istediğim reaksiyonları alamayınca… Ne bileyim, sen heyecanlanıyorsun, gönderiyorsun işte üç gün sonra yorum yapıyorlar falan.

 

Mesela gitarınla hemen yakında birine çaldığın oluyor mu?

Oluyor tabii canım. İşte üstünde çalıştığım iki şarkı var, hemen Yazın’a (Yazın Kaçan) onları çaldım mesela: “Şöyle yapıyorum. Sözleri şöyle oluyor.” diye. Ama o etapta çok paylaşımı çok tercih etmiyorum. Yani bir yere kadar getirdikten sonra paylaşıyorum.

 

Mesela senden çıkıyor ve “Hemen birine çalayım, birine dinleteyim.” gibi bir şey geliyor mu içinden? “Bitirdim galiba” gibi…

“Bitirdim.” diyorsam dinletiyorum, ama yorumlar birazcık etkiliyor. O yüzden hani mesela Mert’e gönderdim 1-2 şarkı mesela, “Ya abi hani, emin olamadım.” falan dedi. Şu an çok iyi gidiyor şarkıların dinlenmesi.

 

Ben de anneme babama hemen dinletiyorum. Hemen gidiyorum çalıyorum böyle.

Ya annem babam hiç tarafsız olamıyorlar. Yakın arkadaşlarım tarafsız olamadıkları için göndermiyorum onlara. Çünkü hani senden geldiği için “Bilmiyorum, güzel ya” falan oluyor. “Burası böyle olsa, şurası şöyle olsa” yorumları da bazen canımı sıkıyor benim. O yüzden bugünlere sizin sayenizde gelmedim ben yakın arkadaşlarım. (Gülüyor) Ama Yedinci Ev tarafından Hazar ile Turgay’a gönderiyorum. Böyle 1-2 dokunuş yapılacaksa beraber yapıyoruz. Bazen hakikaten benim farkında olmadığım ya da tıkandığım yerlerde… Çünkü gerçekten insan ürettiği bir şeye, büyük enerjiyle gelip paylaştığı bir şeye birisinin gelip kafa göz dalarak yorum yapmasını kaldırmak çok kolay bir şey değil. Böyle benim enerjimin düştüğü oluyor.

 

Benim YouTube yorumları okurken oluyor bazen böyle.

Yani işte öyle olursa hiçbir şey yapamıyorsun, anladın mı? O zaman mesela kime göre yapacaksın? Mesela müzik zevkine çok güvendiğin bir arkadaşın vardır, ama senin hedef kitlen değil yani o. Şunu öğrendim biraz da: istediğimi alıyorum yorumlardan. Bir yer var mesela, özellikle “Burası nasıl olmuş?” demiyorum. Genel dinletiyorum, orayla ilgili bir şey söylüyorsa onu alıyorum dikkate…

 

“Genç nesillere deneyimlerimi aktarmak istiyorum”

 

Önündeki planını yaptığın yeni şarkılar var mı, konserler var mı; yoksa tatil, dinlenme kafası mı? Senden bir ipucu alalım. 

Bu sene içerisinde iki şarkı daha yayınlamak istiyorum solo tarafta. Yedinci Ev’e de albüm hazırlıyoruz, orada sekiz şarkı var üzerine çalıştığımız şu an. O ama herhalde önümüzdeki seneye kalacak. Valla tatil… Yani muhakkak yaparım. Ben Mersin’de büyüdüğüm için her yaz kesin bir deniz görmem gerekiyor, bir Ege’ye Akdeniz’e bir yere gidiyorum. Ama tatilde sürekli tatil yapıyormuş hissiyatı da rahatsız ediyor beni. Biraz konserler var, Mayıs sonunda biraz yoğun. Muhakkak bir ara giderim. Ama yeni şarkıları da böyle çok da geç bir tarihe kalmadan… Eylül diğeri de işte Kasım gibi sanki. Öyle bir şeyler düşünüyoruz. Sonra yeni yıl başında da büyük ihtimalle Şubat’ta falan herhalde Yedinci Ev albümü çıkar.

 

Gerçekleşmesini istediğin bir hayalin var mı? Buna doğru çalıştığın -ya da çalışmadığın- ama hakikaten “Şu olsun ya hayatımda” dediğin bir hayalin…

Bizim nesilde böyle birbiriyle yardımlaşma daha fazlalaştı, bizden önce pek yoktu. Biraz “Kim ne yapıyor?” durumu vardı. Ben hep söylüyorum mesela: Rock star nasıl olunur bilmiyoruz, tamam mı? Rock starlarımız çünkü çok demeç vermeyen, çok röportaj yapmayan, çok böyle yakınına dibine girmezsen o hayatın nasıl olduğunu bilmediğin; bir de zaten bir elin parmağını geçmeyen sayıda, hani sektörel olarak. O yüzden ben biraz daha deneyimlerimi aktarmak istiyorum, hani ne yaşadıysam. O yüzden böyle konserlerde, özellikle enstrüman çalan, gitar çalan arkadaşlar gelip bir şeyler soruyor ya da işte kendini anlatıyorlar. Biraz daha konserlerde özellikle sıcağı sıcağına -sosyal medya soru-cevap değil de- daha alandayken konuşmayı, sohbet etmeyi, deneyimlerimi aktarmayı istiyorum. İleride sağlığım el verdiği kadar bu işi yapacağım çünkü, en iyi anladığım iş bu hayattaki. O zaman da sürekli böyle birilerine bir şey anlatıyor durumda olmak istiyorum kendimi.

 

Meet-and-greet gibi mi yani?

O da olabilir. Ama workshop tadında da değil bahsettiğim şey. Daha böyle hayatın içerisindeki deneyimler. Onun dışında tabii ki bolca konser. Çünkü ben konser insanıyım yani bu artık aşırı net. O yüzden olabildiğince güzel, sıcak sahneler. İşte yenilikçi olmaya çalışıyoruz sürekli. Ben kendi tarafımda da, grup tarafında da “Bu konserde yeni ne verelim?”, “Ne yapalım kendimizi geliştirmek için?” diye uğraşıyoruz, düşünüyoruz. Olabildiğince oyunun içinde kalmak aslında en büyük hedefim.

 

 

 

yazıyı oku

EMİR TAHA İLE KÖKLERE YOLCULUK

Röportaj: İdil Meşe

Fotoğraf: Hasan Kuyucu Stilist: Dilara Kırşanlı

 

 

Londra’da yaşayıp üretimde bulunan ve yakın zamanda Universal Music Group ile yolları birleştirmiş, neslinin yenilikçi şarkı yazarlarından Emir Taha ile iki müzisyen sohbet ettik. Emir’le yeni teklisi Kalp Çare Arar’ı konuşurken, müzikal dünyasının yanı sıra, gündelik hayatında nasıl biri olduğuna dair ipuçları da keşfettik. 

 

 

İdil Meşe: Kalp Çare Arar’ı dinlemek çok keyifliydi. Türk müziğini biraz lo-fi, biraz da çağdaş trip hop alt yapısıyla harmanlayıp çok kültürlü ve çok katmanlı bir prodüksiyon ortaya koydun. Sound günümüz müziğine göre oldukça organik duyuluyor. Hatta verse’lerde Hint müziği tınıları bile duydum. Şaşırtıcıydı. Şarkı yazım sürecinde Pablo Bowman ve Sia, Diplo, Labrinth gibi isimlerle de çalışan Detonate ile çalışmışsın. Şarkının son haline geliş yolculuğunu ve stüdyo sürecini, birlikte çalışma deneyiminizi merak ediyorum. Şarkılar nasıl bir ortamda ortaya çıktı?

Emir Taha: Hint etkisini kimse belirtmemişti, ben de o kulakla dinleyeceğim şimdi (güler). Parça şu şekilde çıktı. Pablo, ben ve Detonate üçümüz yazdık bu şarkıyı. Ben şu an Brixton’da yaşıyorum ve buradaki evimizde üçümüz beraber yaşıyoruz. Ben Pablo, Jay Moon ve Danny, dört müzisyen bir evde yaşıyoruz. Üst katta da, çatı katı, küçük bir ev stüdyomuz var. Geçen Temmuz bir gün bir session’ımız oldu, Detonate geldi. Daha önce de çalışmıştık onunla, Part 1’deki Cold parçasını beraber yapmıştık. O sırada da, şu an bakıyorum hatta, odamda bir bağlama vardı. Aslında Kuzey Londra’da bir bağlama atölyesi buldum. Orda Aydın abi ile tanışıp bayram seyran zamanlarında ona gider oldum, ailesiyle de tanıştım bu zamanlarda özellikle, çok iyi geldi. Beraber bağlama yapıyoruz, aynı zamanda çalmayı da öğretirken, ordan gelişen bir ilgi oldu. Odamda duran bağlamayı da o ödünç vermişti. Session günü bağlamayı görünce yukarıya çıkarayım belki şarkılardan birine girer diye düşündüm. Pablo gitarı eline aldı, ben bağlamayla o riff’i çalmaya başladım, bütün şarkı riff’in etrafında oluştu diyebilirim. Detonate Labrinth’le sıklıkla çalışıyor, ikisi bana şunu anlatırdı. Londra’da Türk komünitesi oldukça büyük olduğu için, ikisi de küçükken Kuzey Londra’da yaşıyorlarmış ve beraber büyümüşler, ve Türk müziğini çok dinlemişler bu süreçte. O yüzden Detonate’in de öyle bir bağı var. Anadolu rock ve Anadolu psych’ın çok seviyor, büyük fanı. Öyle olunca ben ona bazı şarkılar dinletiyordum, bir tane loop pack buldu, Anatolian groove’la, o onu yükledi arkaya ve synthesizer’a geçti, ben bağlamada, Pablo gitarda, şarkı melodisi yavaş yavaş oluşmaya başladı. 

 

 

İdil: O halde öncelikle şarkının alt yapısı ortaya çıkmaya başladı, sonra sen üstüne söz yazdın. Bir grup sinerjisi oluştu.

Emir: Kesinlikle. Ben genel olarak yalnız olduğumda fikirleri yazarım, sonra stüdyoya götürürüm. Ama genel olarak o fikirleri hep B planı, yani beni düştüğümde kurtaracak bir net olarak görüyorum. Fikirlerimi hem telefona, hem deftere not alıyorum.

 

“Klipte, baskı ve kaybolma hissini vermek istedik”

 

İdil: Peki kalbin en çok neyin çaresini arıyor? Şarkının hikayesini yazarken neyden ilham aldın, hangi duygularda gezindin?

Emir: Yazdığım zaman, vize başvurusu zamanlarında, artık his olarak zaten buraya artık zincirlenmiş olma hissi vardı üstümde. Belki pasaportum olsa o an kafam hemen gitmezdi Türkiye’ye ama yine de o his, sanki burada kaldım hissi, o zaman dinlediğim şeyler, tabi gurbet türküleri falan dinliyorum ama belki o acının onda birini bile çekmiyorum, o gurbet yarasına bakınca, onların ne kadar derin şeyler olduğunu, ben de yeni yeni anladım bu süreçten sonra. Evimi, arkadaşlarımı, ailemi çok çok özlediğim bir dönemdi, biraz duygularımda kaybolmuş hissediyordum. Burada çok anlaşılmıyor hissediyordum. Burada sonuçta yaşadığım arkadaşlarımla ana dilimi konuşmuyorum. Öyle olunca tam anlatamıyorum ve tam anlaşılamıyorum, artık enerjimin bittiği zamanda tutunma çabasından ilham aldım diyeyim. Hani yüzüne bir gülüş koyup aslında hayata devam etme, bi şekilde ilerleme. 

 

İdil: Bu gerçekten böyle, ben de mesela New York’ta yaşarken böyle hissetmiştim. Daha önce Almanya’da yaşıyordum ve bir zamanlar da Kuzey İrlanda’da ama o zamanlar böyle çok eğleniyordum, keyifliydim. Ne zaman ki insan zorluğa düşüyor, uzun süre kalması gerekiyor, o dönüşüm sürecinde hakikaten birçok duygu ortaya çıkıyor ve gerçekten anlattıklarınla çok bağlantı kurdum. New York’a gidene kadar hep İngilizce sözlü şarkılar yazıyordum, New York’tan sonra full Türkçe şarkılar yazmaya başladım. 

Emir: O kadar ilginç ki mesela bunu söylemen! Ben de geçen bunu söyledim burada. Kalp Çare Arar aslında çok trajikomik bir olay çünkü ben buraya geldim ve Universal ile imzaladım işte ve herkes benden artık Avrupa-centric şeyler bekliyor, ben ise yüzde sekseni Türkçe, bağlamalı bi parçayı Single yapıyorum. 

 

İdil: Stratejik olarak mı yapıyorsun bilmiyorum ama YouTube kanalında çoğunlukla ses kayıtlarını paylaşıyorsun, audio dosyaları var genelde ve son şarkında oldukça dikkat çekici görsel bir dile sahip bir kliple dinleyicilerinle buluştun. Kalp Çare Arar’ın klip sürecinden bahsedebilir misin?

Emir: Ben genel olarak görsel dünyamda, her şeyde biraz kontrol sahibi olmak istiyorum. Özellikle burada çalıştığım, Türkiye’de değilim şu an, Londra’da çalıştığım insanlarla da genel olarak kültürümü içine eklediğim videolar yapıyorum. Kalp Çare Arar’da böyle değildi, o yüzden daha rahat hissettim ama diğer videolarda kültürü masaya getiren kişi tek ben olduğum için, orada çok daha tedbirli olmam gerekiyor. Özellikle sevdiğim yerlerini getirmem gerekiyor, bunun sorumluluğu full bende oluyor, orda kesinlikle zorlanıyorum çünkü bensiz de olmasını istemiyorum projenin. Bu klipte biraz daha rahattım çünkü aslında vermek istediğim duygu belliydi. Duygularımda karmaşık olma durumu, video’da aynı literal meaning olarak değil de, biraz daha aslında ben kulüpteyim, bir yerden bir yere gidiyorum ve belki anxiety’lerim, insecurity’lerim durmadan beni avlamaya çalışıyor. O baskı, kaybolma hissini vermek istedik. O şekilde oluştu. Freddie Wright adlı bir yönetmendi çalıştığımız.

 

İdil: Daha klipler yapacak mısın yoksa daha böyle audio release gibi mi gidecek? Başka görsel projelerin var mı?

Emir: Kesinlikle, kesinlikle var. Covid zamanından dolayı elimden geldiğince bir şeyler yapmaya çalıştım, belki görmüşsündür. Kendine Gel’i falan, hatta karantinada evimde Instagram’dan bir video yapmıştık, elimden geldikçe yapıyorum fırsatım oldukça. Seviyorum çünkü müziğin etrafında bir şeyler üretmeyi. Belki daha çok visual olarak enteresan şeylerle dolu, storyline’sız videolar olabilir, estetik olarak daha ilgi çekici olan. Ama kesinlikle daha fazla videolar gelecek.

 

İdil: İngiltere’de yaşayıp müzik üretmek nasıl bi yolculuk? Zorlandığın zamanlar oluyor mu diyeceğim ama oluyormuş, ama iyi ki dediğin anlar da oluyordur heralde. Oradaki deneyiminden bahsedebilir misin?

Emir: Tabii, gerçekten dünya insanı gibi hissettiğim nadir yerlerden biri burası. Zaten binlerce kültürün olduğu yer, zaten yaşadığım yer Brixton, 60’larda Karayipler’den gelinmiş, inanılmaz bir kültür oluşmuş, her tarafta kültür olan bir yer. Mesela ben Amerika’da da yaşadım iki sene, kendim için değil, başkalarına şarkı yazdığım bir dönem oldu. Londra’da evde gibi hissettiğim kadar hiç hissetmedim Amerika’da. Çünkü burada dediğim gibi bağlama atölyesine gidebiliyorum, burada bir komünite var, evimde gibi hissedebileceğim. Biraz Berlin’e benziyor bir bakıma, o yüzden Londra’yı çok seviyorum, müzik yaptığım, 18 yaşından beri stüdyoya girdiğim arkadaşlarımla şimdi beraber yaşıyorum. O yüzden burası ev gibi oldu diyebilirim bir bakıma.

 

“Korkmamalı insanlar denemekten. Çünkü bu musluk gibi bir şey. Açtığınızda ilk çamurlu su geliyor akıyor akıyor, sonra berraklaşıyor ama herkesin çamurlu suyu bir çıkarması gerekiyor. O yüzden yazmaya devam.”

 

İdil: 20’li yaşlarının başında müziğinden bahsettirmeyi başardın, devam da ediyorsun. Kendi şarkılarını yazıp söylemeye başlamış, yayınlamaya karar vermiş ve müziğini global sahneye taşımak isteyen sanatçılara kendi deneyiminden yola çıkarak neler önerebilirsin?

Emir: Şöyle, benim için mesela gözümün açıldığı bir an vardı, o an da Kendine Gel’i yazdığımız gündü. Kendine Gel gününde ben şöyle dememiştim, ya hadi Türkçe de, İngilizce de koyalım böyle olsun, bugünkü session gibi bir karar alarak girmemiştik işe, aslında ben sanki yıllardır Türkçe söyleyeceğim yerlerde kendime geçişi bloke edip İngilizce söylüyordum ya da bu şarkı tamamen Türkçe olmalı diyip kendime kurallar koymuştum. Kendilerine geçişlere izin vermelerini tavsiye edebilirim. Hiçbir şeyden korkmamayı… Mesela şu an atıyorum, nazar boncuğu diyelim. 10 sene önce aslında ne kadar babaanne, dantel bir unsur gibi görülüyorken, şu an aslında popüler kültürün çok büyük bir parçası oldu “evil eye”. O yüzden aslında bazı şeylerden, üzerindeki algıdan yola çıkmayıp, kendin ne düşünüyorsun bununla ilgili, bunu sorgula. Sana garip gelen şeyleri de yap, her köşeyi dene ve bir yerde o doğru hissin geldiği zaman, onu daha çok yap diyebilirim yani tavsiye olarak. Ama korkmamalı insanlar denemekten. Çünkü bu musluk gibi bir şey. Açtığınızda ilk çamurlu su geliyor akıyor akıyor, sonra berraklaşıyor ama herkesin çamurlu suyu bir çıkarması gerekiyor. O yüzden yazmaya devam.

 

İdil: Seni daha yakından tanımak isteyen bir insanla bir gün geçirecek olsan, nerelere götürürdün, ne yapardınız birlikte?

Emir: Neler yapardık ya açıkçası bu aralar hayatım o kadar sıkıcı ki birilerine ne gösterirdim bilmiyorum, tek yaptığım şey müzik şu an. Dışarı falan da çıktığım yok. Stüdyoya davet eder, güzel bir yer ayarlardım ona. Büyük ihtimalle büyük zamanı stüdyoda geçirirdik. Burada bir bilardo pub bulduk, her akşam gittiğimiz, oraya giderdik, güzel bir bilardo oynardık. Londra’da olsak Gordon’s Wine Bar diye bi yer var gittiğim, oraya giderdik belki bir şarap içerdik. Yemeğe de Green Lanes’e gidip Antepliler restoranında güzel bir yemek yerdik.

 

İdil: Harikaymış. Turkish London experience!

Emir: Aynen öyle! O kadar ilginç ki ben olsam buraya hiç geldiniz mi bilmiyorum ama burada Green Lanes’de Türkiye’de hiç görülmemiş şeyler de var. Antepliler restoranında mesela bir tarafta kebap, bi taraf sırf döner ve bi taraf sadece künefe odaklı, orda sadece künefe yiyorsun.

 

 

View this post on Instagram

 

A post shared by emir taha (@emirtaha)

 

İdil: Şarkılarının yanı sıra imajın da aslında dinleyicilerinin çok beğenisini topluyor, hem sokak stiline hakim bi imajın var, etnik detaylarla tamamlıyorsun. Gardrobunda olmazsa olmazın nedir?

Emir: Söyleyeyim, Go to outfit’im tamamen şu. Kanada’da ikinci el bir kayak giyim mağazasında bulduğum bol bir siyah eşofman altım var, onu çok seviyorum çok rahat. Benim aslında “go to outfit’im” bu Kalp Çare Arar’ın kapağında olan şeyler. Siyah bucket hat’imi alırım, adidas sarı siyah ceketimi giyerim, işte tamam. O ben olurum yani.

 

İdil: Son zamanlarda kendi jenerasyonundan seni müzikal olarak heyecanlandıran sanatçılar var mı, kimlerdir bu kişiler?

Emir: Türkiye’den Ezhel’i çok seviyorum, umarım Berlin’e gittiğimde de görüşürüz onla ya da o gelirse buraya. Lin Pesto’yu seviyorum, başka yenilerden mesela Seda Erciyes’i seviyorum, o iyi. Rap’ten Baneva’yı ve Şam’ı seviyorum. Baby Keem’in bence yeni albümü çok iyi, Brockhampton’ı çok seviyorum, hatta bu akşam bir konserleri var ve bu akşam son konserleri, grup olarak ayrılacaklar, son konserlerini yapıyorlar. Belki gidebilirim, bakacağım.

Başka kim var… Bir tane yeni birini buldum, onu söyleyeceğim, telefondan bakıyorum ismine, sizler de hatta bakın artist playlist’i çok ilginç. İlginç bir ismi vardı. Yeule! Yeule diye birisi, 3 boyutlu dijital bir artist gibi ama aynı zamanda gerçek birisi. Yani sound dizaynı falan da çok iyi albümün, son albümünü dinleyin. 

 

İdil: Prodüktör olarak beğendiğin kimler var?

Emir: Tainy diye birisi var LA’da, Rosalia ve The Weeknd’in yeni şarkısını produce eden.

 

İdil: Ne şarkı ya hakikaten.

Emir: Harika değil mi?

 

İdil: Ateş ediyor.

Emir: İnanılmaz. The Weeknd’in melodisi de ilginç yani o girişi falan, altyapısı da çok iyi. Hatta o yüzden Tainy’e Kalp Çare Arar’ı gönderdik çıkmadan iki ay önce falan, çok sevmişti. LA’ye gittiğimizde belki birlikte gireriz stüdyoya. Al Shux diye birisi var, çok seviyorum ama benim favori prodüktörüm Jay Moon ve hemen aşağı katımda.

 

İdil: Dünyada herhangi bir müzisyenle bir proje, işbirliği yapma şansın olsaydı bu kim olurdu?

Emir: Kendrick diyorum.

 

“Barış Manço bana çok ilham ve heyecan veriyor”

 

İdil: Müzik yolculuğunu en çok etkileyen, daha çok üretmeye teşvik eden bir anını paylaşabilir misin? Geçmişini düşündüğünde, böyle “bu beni etkiledi” dediğin bir müzikal bir olay?

Emir: İlk başta beni müziğe yönlendiren, bunu rahatlıkla söyleyebilirim, Barış Manço. Gerçekten benim dinleyerek büyüdüğüm insan. Aynı zamanda bence Türkiye’den nadir sanatçılardan birisi çünkü onun sırf müziği, değil aslında düşüncesi… Müziğe, düşüncelerini aktarabildiği bi kanal olarak bakmış her zaman ve etrafında bir dünya kurmuş. Giyimiyle kuşamıyla olsun, şarkılarıyla, mesela şarkıları var ya kol düğmeleri, domates biber patlıcan, kendi kriterine kurduğu anlamlarla bir dünya sunuyor. Bana çok ilham ve heyecan veriyor, onları dinledikçe mesela şu an bile albümlerini dinledikçe yaa diyorum. Mesela 2023 albümünde “2023 yılında kaya gibi biri gelecek” diyo acaba diyorum o ben miyim… (gülüyor) Ben mi acaba ayak izinden yürüyorum onun falan filan. O bana çok ilham veriyor diyebilirim. Her dinlediğimde küçüklüğümden beri çok heyecanlandırıyor ve müzik yapmaya teşvik ediyor beni.

 

İdil: Emir Taha dinleyicilerini yakın gelecekte ne bekliyor?

Emir: Yakın gelecekte yeni müzik bekliyor. Bu arada vizemin çıktığı haberi geldi, elime ulaşacak kartım, o yüzden ay sonu Türkiye’ye geliyorum. Şey istiyorum, formatını henüz bulamadım, nasıl yaparım bilmiyorum ama sadece ben ve gitar, insanlarla buluşup küçük show’lar yapmak ama show demek istemiyorum ismine. Sadece beraber olabileceğimiz böyle yerler diyeyim. Şimdiye kadar olan her şeyi ben bir ekran üzerinden gördüm. Şarkılar çıktığından beri bir kere bile duymadım, şarkının adını veya birilerinin nasıl işte bağlandığını ona. Bir çiğ köftecide duydum İstiklal’de. O an bir mutlu oldum ama tek isteğim şu an en yakın zamanda insanlarla buluşabilmek, bağlanabilmek, küçük show’lar. Haziran’da belki yavaş yavaş festivaller… Bu yaza doğru Türkiye’de büyük bir show da yaparız diye tahmin ediyorum.

 

yazıyı oku

SEDA ERCİYES İLE YÜKSEK İRTİFADA SEYREDİYORUZ

3D: Afterwork

Röportaj: Merve Evirgen Video: Gizem Günkal  | 26 Ağustos 2021

Onu anlatmaya, övmeye yetecek kelime haznem yok benim sanırım hâlâ. Yerli R&B’nin divası, her biri dillere pelesenk olan single’larına bir yenisi olan Petrichord prodüksiyonu “Uçak”ı yeterince iyi olması yetmezmiş gibi bir de Afterwork işbirliğiyle gaming estetiğinde bir paketle yayımladı. Bu muazzam işbirliğinin lansmanı da callinghouse’ta gerçekleşti, bize de meyvelerini yemek ve Seda ile Afterwork’e merak ettiklerimizi sormak düştü.

Seda, seninle yollarımızın burada tekrar kesişmesi ne şahane oldu. Klasik başlayalım, bize biraz “Uçak’ı anlatsana, şarkının hikâyesi nasıl ortaya çıktı, Afterwork ekibiyle bu şahane gaming klibi fikri nasıl doğdu?

Uçak’ın hikayesi ‘10:50’nin yakınlarında bir yerlerde ve ‘Başa Sarıp Dur’un devamı gibi de aynı zamanda. Yine uzak mesafedeki bir kişiye sesleniyorum, yine insan zihnine çeşitli referanslar veriyorum. Geçen sene karantinanın başında oyun dünyasına girdim, yeniden gamer oldum. Bunlar özellikle metagaming, 2000’ler oyunlarıydı. Bu arada zaten 5 yıldır bir oyun şirketinde çalışıyorum, bağımsız bir müzisyen olarak kendime bu şekilde destek çıkıyorum. Ve işim sebebiyle de kulağıma çalınan birkaç terim vardı. Bunlardan biri ‘kullanıcı bazlı deneyim’, diğeri de ‘gamification’. Bunlarla bol bol haşır neşir olan, oyun aşığı biriyim. Bu ilgimi ve işimin bu kısmını yaptığım müziğe nasıl entegre edebileceğim sorusu düştü aklıma. Ben kimim? Bir müzisyenim ve bir yazılım şirketinde çalışıyorum. Birazcık unity’de (komut dosyası yazmayı destekleyen çok yönlü bir oyun motoru) çalışmaya başladım ama benim yapabileceğim bir alan olmadığı için işin uzmanlarıyla çalışmak istedim. Ve karantina sırasında, Afterwork’ün online gezilebilir sergisine denk geldim, hemen onlara ulaştım ve fikrimi anlattım. Çok uzun zamandır, hem bir yandan interaktif bir videom olsun istiyordum hem de aynı zamanda, oyunlaştırılmış bir müzik videosu da… Yani aslında tam olarak istediğim, her izleyenin bu oyunu oynayarak aslında kendi müzik videosunu çekmesi fikriydi. Ve ortaya çıkan iş, tüm bunların harmanlandığı güzel bir projeye dönüştü. Oyunun konsepti 2000’ler, metagaming ve biraz da Lara Croft’a gönderme oldu… Bir de yine oyunun evreninde geçen, video klibin açıklamasından erişebileceğiniz, masaüstünde oynanabilen bir oyunu var. YouTube’da bir gameplay’i ve aynı evrende geçen, her oyuncunun scoreboard’da kendi skorunu yazabileceği bir oyun bu.

Mert Demir, FlyTones, ve şimdi de Petrichord… Ülkede olan iyi ne varsa hepiniz yan yana gelmişsiniz gibi. Hadi tamam iyi müzik birbirini çeker de, bu kadar insan nasıl aynı düzlemde buluşabiliyor / anlaşabiliyorsunuz?

Hepimizin öncelikle insan olarak aynı sayfada buluşması ve sonra bu buluştuğumuz noktadan müziğe yaklaşımımız benim için çok önemli. Hangi seviyede olup olmadığıma göre beni yargılamayan insanlar olmalı etrafımda, müziği müzik için seven insanlar olmalı bu kişiler… Böyle olunca da kimyamızın tutması ve beraber çok rahat bir şekilde iş yapmamız kaçınılmaz.

Müzik kariyerine caz vokalisti olarak başladın, şimdi gerçek bir R&B divasısın. Gelecekte başka türlerde işlerini görmemiz muhtemel mi sence?

Güzel yorumun için çok teşekkür ederim, daha başka türlerde denemeler yapmayı çok istiyorum. 2020’lerin, sanatçıları daha da özgürleştirdiğini düşünüyorum. Artık tek bir tarzda üretmek zorunda değil hiç kimse. Müzisyenin beslendiği şey neyse, onu kendi tarzıyla bütünleştirip bir sürü şey deneyebilir. Örneğin, caz armonisinde beni besleyen şeyleri gerek R&B’ye, gerek hip-hop, gerekse ileride belki elektroniğe yedirmek hoşuma gidiyor. O yüzden de mutlaka daha farklı tarzları denemek isterim.

Tam da seni onlarca konserde izleyebilecekken pandemi belası girdi hayatımıza. Yavaş yavaş yaralarını saracak gibi müzik sektörü, senin konser planların var mı önümüzdeki sezonda? Artık seni sahnede şöyle bir doya doya izleyebilecek miyiz?

Konser planlarım tabii ki var, hep hayal ettiğim gibi… Hem bir yandan eskiden çaldığım ekibimle şarkılarımın orkestra versiyonlarını, bir yandan da daha küçük bir ekiple, bir DJ veya bir DJ ve bir enstrümanla da daha elektronik bir altyapı üzerine sahne koyduğumuz planlarımız, projelerimiz var.

Mühendis kimliğin yaşıyor mu hâlâ, birbirinden çok uzak gibi görünen iki “mü” bir arada nasıl varoluyor sende?

Her yolun başındaki müzisyen gibi benim de finansal olarak kendimi beslemem lazım. Benim için bunun yöntemi mezun olduğum mühendislik alanı oldu. Şanslıyım ki birlikte çalıştığım insanlar Türkiye’de müziğe en sıcak bakan, en özgürlükçü insanlar. İleride, yazılımla müziği birleştirecek projelerde daha da çok bulunmak istiyorum. 9-5 çalıştığım için devamlı içinde bulunduğum ve duyduğum terimler oldu dediğim gibi ve onları hayatta yapmaktan en çok zevk aldığım şeyle, müzikle birleştirebildim. Artısı eksisine bakarsak; zorluğu şu ki ben de artık tamamen müziğe kanalize olmak ve tam zamanlı bir müzisyen olmak istiyorum ve hiç bölünmek istemiyorum.

Dünyada hip-hop ve R&B’nin yükselişi el el gitse de Türkiye’de maalesef tek 1 tanesinin milyonları salladığını görüyoruz. Yerli R&B’nin sence niye bu kadar az örneği var? Veya şöyle soralım, acaba alıcısı mı yok?

Bence yavaş yavaş o da ana akıma girmeye başladı. Yani müzisyenler –özellikle rapçiler- bestelerini yaparken daha melodik sözler tercih etmeye başladılar. Belki altyapıda, bestede daha karmaşık hareketler olduğu için olabilir, bilmiyorum. Ama birkaç sene önce trap için veya ondan önce başka türler için de böyle düşünüldüğünü göz önüne alırsak eğer, R&B’nin de yavaş yavaş gelip yerleştiğini ve daha çok kitleye ulaşacağını rahatlıkla söyleyebilirim.

Bir röportajın en klişe sorusu olsa da takipçilerin de cevabını her zaman en çok merak ettiği o soruyu soralım. Yakın dönem, geçmiş dönem ilhamların neler, bu aralar kimleri dinliyorsun?

Bir ‘tiktoker’ olduğum için aşırı derecede Doja Cat dinliyorum; son albümü mükemmel bir albüm. O da son albümünde benim en sevdiğim albüm tarzını yaptı ve bir sürü değişik türü kendi Doja Cat yorumuyla uyguladı. Genelde güncel kalmaya çalışıyorum, R&B yapıyorum diye sadece R&B de dinlemiyorum elbette. Charlotte Day Wilson’ın çok beklediğim albümünü dinliyorum. Bir de Hiatus Kiayote’nin son albümü bence mükemmel. Hem bir müzisyen hem de bir vokal olarak bunlar ve benzerlerini dinlemek ve oralardan beslenmek benim için çok önemli.

“Uçak”ın müzikal evreninin geri kalanında yatan her şeyi, oyunundan klibine, artwork’ünden 3D modellemesine kadar üreten ekip ise İstanbullu taze kreatif stüdyo Afterwork. Gelin biraz da onları daha yakından tanıyalım.

Afterwork kimdir, nedir, ne yapar? Biz çok severek yakından izlesek de siz, sizi tanımayanlara kendinizi nasıl anlatıyorsunuz?

Afterwork aslında bizim -Sude Belkıs ve Yasin Arıbuğa- tam zamanlı çalıştığımız iş dışında yaptığımız projeleri hazırladığımız bir çatıydı. Sergilerle başladı, video klip, fotoğraf çekimleri ile devam etti. Sonrasında daha fazla projeler gelişti ve birlikte çalıştığımız arkadaşımız Yağmur Güçlü de ekibe eklendi. Ama aslında biz tasarım stüdyosuyuz. Freelance ve proje bazlı marka ve ajanslarla çalışıyoruz. Çevremizde yetenekli arkadaşlarımız var ve projeye göre ekibi genişletiyoruz. Uçak projesinde aramıza oyun yazılımcısı Toprak Fırat da eklendi. Multidisipliner bir yapımız var fotoğraf, video, animasyon, AR filtre, içerik üretimi, grafik tasarım gibi elimizden ne gelirse üretiyoruz.

Kanımca son yıllarda kreatif sektörün başına gelmiş en güzel, en orijinal, en heyecan verici kolektiflerden birisiniz. Yaptığınız işlerin yarattığı değeri anlayan isimlerle / markalarla / kurumlarla nasıl bir araya geliyor, projeleri nasıl seçiyorsunuz? Bir inşaat şirketiyle de çalışır mıydınız örneğin?



Çok teşekkürler bu güzel sözler utandırdı! Aslında her yaptığımız şeyi yayınlamıyoruz sadece güzel olanları görüyorsunuz. Sonuçta bir şirketiz ticari kaygılar maalesef var. Ama reddettiğimiz işler de oldu tabii. Aslında markalar, şahıslar ya da ajanslar bize ulaşıyor brief doğrultusunda ne gerekiyorsa yapıyoruz. Ama Uçak projesini bu ticari kaygıdan ayrı tutuyoruz. Çünkü zaten yapmak istediğimiz bir şeydi ve Seda bundan bahsettiğinde biz de bu vizyona sahip biri olsa da böyle klip istese gibi halihazırda bekliyorduk.

İsminizin anlamı bence Afterwork’ün temellerinin hepinizin başka işlerde tam zamanlı çalışırken yaptığınız bu kreatif işleri ancak “işten sonra” yaptığınız günlerden geliyor. Öyle mi, nedir hikâyeniz?

Evet aynen öyle. İsmin hikâyesi aslında kuruluş aşamasında tam zamanlı işlerimizden kalan vakitte bir şeyler üretmekten geliyor. Bir de fun fact: tam da isim ararken Yasin’in giydiği tişörtte “afterwork” yazıyordu. Aslında onu görünce dedik ki bu işte biz!

Pandeminin başındaki gezilebilir çevrimiçi serginiz “New Normal” o kadar çabuk ve o kadar heyecan verici çıktı ki ortaya, bütün o belirsizlik ve karanlık içinde siz nasıl var edebildiniz bu güzelim projeyi? Sanırım siz de çalıştıkça, ürettikçe hayata tutunabilenlerdensiniz.



Pandemi başlayınca karantina dönemine girdiğimiz ilk haftada biz “temas” sergisini yaptık aslında. Büyük ilgi gördü ve daha fazla sanatçıyla daha büyük, oyunlu bir sergi yapabiliriz dedik. “New Normal” o şekilde oluştu. Zorlu bir brief olarak gördük karantina dönemini. Bizim işimiz buydu ve aslında en kötü durumda bile ne yapabileceğimizi görmek istedik.

Görebileceğimiz güncel işleriniz, veya tüyosunu alabileceğimiz gelecek sürprizleriniz var mı?



AWshop print satışlarımız başlayacak yakın zamanda. Onun dışında yine çalışmaya devam. Bizi takip edin!

Müzik: Arsan Salaryfar & Seda Erciyes
Söz: Seda Erciyes
Prodüktör: Petrichord
Mix ve Mastering: Adham Farid, Arsan Salaryfar, Gurur Gelen
Yönetmen/3D Artist: Yasin Aribuga
3D Karakter Tasarımı: Yağmur Güçlü
Proje Yönetimi: Sude Belkıs
Game Developer: Toprak Fırat

yazıyı oku

KARDELEN

Fotoğraf: Can Görkem

 

Kardelen, müzik sahnesine ilk şarkısı “Ceketin Bende Kaldı” ile geçtiğimiz aylarda, Universal Music ile hızlı bir giriş yaptı. Aslında o uzun süreden beri buralarda ama biz sesini yeni duymaya başlıyoruz. Komünitenin en genç müzisyenlerinden kendisi ve söyleyecek çok şeyi var. Biz daha Mert Demir ile beraber bir gecede yazıp ürettikleri “Ceketin Bende Kaldı” şarkısına doyamamışken Kardelen Nisan’da çıkacak yeni şarkısına hazırlanıyor.

 

Kardelen’i tanımak isteyenler için bize biraz kendinden bahseder misin? 
Müzisyen bir aileden geliyorum. Hayatımın bu yönde ilerlemesinin temel sebebi bu diyebilirim. Beş yaşında İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda piyano bölümünü kazanarak müzik eğitim sürecim başlamış oldu. Şu an ise opera bölümündeyim. Klasik müzik eğitiminden şu an yaptığım müziğe geçiş son bir kaç senede gerçekleşti. Öyle bir eğitim sürecinde kendi müziğimi yapma fikri pek aklıma gelmemişti. Şimdi ikisini de aynı anda ilerletebilmek hem zor hem keyifli.

 

İş birliği yaptığın Mert Demir, Emir Ural, Cahit Kaya Demir gibi isimlerle yolun nasıl kesişti, hikayeniz nerede ve nasıl başlıyor?
Son birkaç senede hayatıma mesleğinde başarılı insanlar girmiş oldu. Klipten şarkı yapımına onların işlerinde tecrübeleri ve verdiği öğütler ile sağlıklı bir süreç geçirdim.

 

Seni üretmeye iten birinci faktör neydi, bu şarkıyı besleyen fikir nasıl ortaya çıktı biraz anlatır mısın?
Aslında uzun zamandır aklımda olan fakat kendimi beklettiğim bi fikirdi üretmek. Ne kadar eğitimli bir müzisyen olsam da yaptığım müziğe alaylı sayılırdım. Bu süreç bir eğitim kampı gibiydi. Hala öyle. 

 

Ceketin hikayesini de sorsak? : )
“Ceketin Bende Kaldı” bir ayrılık şarkısı. Diğerlerinden farklı olarak günümüz ilişkilerine bir gönderme. Benim için ‘’ceket’’, başkası için ‘’kolye’’dir belki bilemeyiz 🙂

 

Bu ilk kayıt sürecinde en keyif aldığın kısım ne oldu? Bunu bir dahakine farklı yapacağım dediğin bir tarafı oldu mu?
Genel olarak bütün şarkı yapım süreci çok keyifliydi. “Ceket” bir günde biten bir şarkı. Sabah Mert beat’i yapmıştı, öğlen melodi bulup akşam söz yazmıştık ve gecesine dans ediyorduk. Özel dansımız bile var belki paylaşırız, bilemiyorum.

 

Kendimizi bir albüme hazırlayalım mı?
Yakın zamanda gözükmese de elbet bir albüm gelecek diyebiliriz.

 

Hayalinde nasıl bir konser var?
Dans, dans, dans 🙂 Yaza doğru live performans yayınlamayı düşünüyorum. KARDELEN’nin konserini düşünmek ve üstüne planlama yapmak beni çok gaza getiriyor. Çalışmalar başladı.

 

Son zamanlarda kendi jenerasyonundan seni müzikal olarak en çok heyecanlandıran sanatçılar kimler?
Kendini sürekli geliştiren, temelde kendini tanıyan bütün sanatçılar beni heyecanlandırıyor. 

 

Bugünlerde en yoğun hissettiğin şey nedir?
Heyecan diyebilirim. Yeni çıkacak şarkılar için tam gaz çalışıyoruz. Süreç beni çok heyecanlandırıyor.

yazıyı oku

PEKİ NEDEN OVALA?

 Fotoğraf: Selin Ünsel

Röportaj: Burcu Bilgiç Video: Can Görkem Halıcıoğlu  | 5 Nisan 2021

Put Out records’un kurucusu, Ovala şarkısının yaratıcısı Taycan Malloy ve yönetmen Fırat Gürgen ile Ovala projesi üzerine, birkaç hafta önce lansmanını gerçekleştirdiğimiz callinghouse’un bahçesinde sohbet ettik. Peki hakikaten neden Ovala? Renkli kadrosu ve akıllara kazınan temposu ile karşınızda Ovala!

Yönetmen: Fırat Gürgen
Yapımcı: Ty Malloy
Senaryo: Fırat Gürgen & Ty Malloy
Müzik: Taycan
Kreatif Direktör: Günsu Sarı
Ürün Tasarımı: Kaan Ünver
Yardımcı Yönetmen: Selin Bonfil
Prodüksiyon: Cenk Eren Durgun
Görüntü Yönetmeni: Onur Cabi
Video Edit: Fırat Gürgen
Casting: Ty Malloy & Fırat Gürgen
Starring: Rıdvan Pehlivan, İdil Beyza (YOUROTIKA), Akış Ka , Spookpraxis, Özlem Güngören, Kübra Uzun, Taycan Cast: Kaan Güroğlu, Hüner Aldemir , Zeynep Dolanay, Begüm Erbaş, Serra Bilgincan, Burak Baban, Ilkay Karaoğlan, Gizem Akad, Serhat Özcan, Tony Bey
Makyaj: Murat Polat
Makyaj Asistanı: Oya Aygör
Saç: Kaan Öncü
Kostüm: Günsu Sarı
Kostüm Asistanı: Mine Paksoy
Sanat Asistanı: Mira Kazak
Renk: The Post Brothers
Mixing & Mastering: Çağan Tunalı (NOISEIST)
Focus Puller: Doğaç Tuncel
Kamera Asistanı: Ercan Kırsız
P.R.D Assistant: Kadir Saraç, Burak Delikkanlı
Işık Ekibi: İsmail Aluç, Murat Aydın, Emirhan Buyruk, Emir Burak Aydın , Mehmet Baran
Fotoğrafçılar: Endorphineshot, Selin Ünsel, Stephanie Furtun
Backstage Video: Oğuzhan Çineli, Selin Ünsel
Special Thanks: Lina Temelli, Deniz Onal, Selin Uyar

yazıyı oku

DA POET ve BARIŞ DEMİREL İLE BUGÜNLERİ VE YARINLARINA DAİR

Fotoğraf: Can Görkem

Röportaj: Merve Evirgen

 

1-10 Ekim tarihleri arasında onlarca müzisyeni yepyeni sahnelerde bizlerle buluşturan 31. Akbank Caz Festivali’nin bir ayağı da Da Poet ve Barış Demirel ile geçtiğimiz Pazar günü callinghouse’daydı. Yıllardır birlikte üreten MC ve beatmaker Da Poet ile trompet sanatçısı Barış Demirel’i sahnelerinden önce yakaladık ve keşke daha uzun sürse dediğimiz bir sohbette buluştuk. Muhteşem keyifli bir konseri bizim için daha da taçlandıran bu sohbetimizi aşağıda bulabilirsiniz.

 

Yıllardır hip-hop’ın içinde olan iki profesyonel isim olarak, janrın son zamanlarda dönüştüğü yalnızca trap odaklı, viralleşmeye oynayan tek tip bir hale gelmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Da Poet: Aslında bu her popülerleşen alt kültürün başına gelen bir durum. Trap’in de başına geldi, şimdi de drill var mesela. Orada herkes bir pasta görüyor ve orada bir yığılma oluşuyor, herkes oraya çullanıyor. Artık malum müzik yapmak da ulaştırmak da çok kolay. Dolayısıyla öyle bir kestirmeden yapma ve karşılığını alma hevesi var özellikle gençlerde. Bu çok normal bir şey, bütün dünyada da böyle. Bugün trap, drill olur, yarın başka bir şey olur. 10 sene önce dubstep vardı herkes ona yığılmıştı, 2000’lerde house, 90’ların sonuna doğru drum and bass… O yığılma hep olacaktır bu kaçınılmaz, ülkede cevap almasının sebebi de ticari olarak başarılı örneklerinin olması işte Ezhel, Khontkar, Uzi gibi… Janra dair bir de böyle rol modeller olunca hızlıca türevleri doğuyor.

 

Peki pastanın bütün dilimlerini bu isimler ve etrafında gezenlerin yemesi hiç rahatsızlık vermiyor mu?

Da Poet: Aslında hayır, çünkü bu yine bütün türler için geçerli. “Basit” müzikler bunlar, ama kötü anlamda “basit” olmak zorunda değil. Yani mesajı basit, dans ettirir, bir yere gittiğinde o müzikle rahatlıkla dans edebilirsin, enerjini atabilirsin, bir güruha, bir çeteye ait olma ihtiyacını karşılar. Bir de şöyle bir şey var, biz de mesela bugün buradaysak, alternatif anlamda hip-hop üreten isimler de sesini duyurabiliyorsa janrın popülerleşmesinin de bunda payı var. Alternatif de işine geliyor en nihayetinde. Ben çok uzun zamandır bunu yapıyorum ve yapmaya da devam edeceğim, piyasada ne değişirse değişsin.

 

Biraz aşk hikâyenizi dinleyelim, müzikal uyumu bu kadar yüksek olan iki isim olarak nasıl tanıştınız, birlikte üretmeye ne noktada karar verdiniz?

Barış: Aslında şöyle, Da Poet’i ben çok uzun zamandır, yıllardır hip-hop sahnesinde olan biri olarak biliyor ve takip ediyordum. Da Poet de beni biliyormuş, dinliyormuş. Ben de bir yandan Kamufle’nin orkestrasında çalıyordum. Da Poet de bir gün Kamufle’nin konserine konuk oldu, orada tanıştık ve sonra muhabbetimiz başladı. Sonra da Kamufle’nin albüm kayıtlarını yaparken baktık daha çok vakit geçiriyoruz, müzikal olarak da kafalarımız uyuşuyor, ben, Da Poet ve Kamufle ortak bir şarkı yaptık ve sonra da devamı geldi. Ardından DPBD doğdu. Ardından da konserler, projeler geldi devamında.

 

 

Bu kadar uyumlu bir ikili olarak eminim ki ortak ilhamlarınız, ortak keşifleriniz de vardır. Da Poet ve Barış bir araya gelip müzik konuştuğunda kimleri över, kimleri birbirine heyecanla anlatır?

Da Poet: Tabii bizim ortak bir background’umuz da var, ikimiz de 90’larda büyümüş çocuklarız, aynı yaştayız, 88 doğumluyuz. Farkında olmadan aynı tedrisattan geçmişiz. Özellikle işte The Offspring’i, Rage Against the Machine’i Barış da dinlemiş, hepsini yalayıp yutmuş.

Barış: Bu arada bunun içinde Saadettin Teksoy da var, Sıcağı Sıcağına da var, müzikten ziyade tüm o 90’lar popüler kültürü de var! Mesela gece saat 2, biliyorum onun uyuduğunu, halay müziklerini araştırıyorum harika bir bağlama partisyonu bulmuşum, onu hemen Da Poet’e yolluyorum biliyorum çünkü onun da ilgilendiğini. Orada işte komik veya ciddi bir aralıkta gezen ortak bir vibe’ımız var.

Da Poet: Bir de şu var, bence ikili ortaklıklarda çok aynı olmak her zaman çalışmıyor, o yüzden ayrıştığımız noktalar da bizi besliyor. Ben mesela çok fazla underground rap, 90’lar hip-hop dinlerim, Barış da bana göre daha çok Radiohead tipinde bir adam. Bu farklılık da üretimde zenginlik getiriyor.

 

İkiniz de solo müzisyenler olsanız da belki de en çok iş birliği yapan, kolektif projelerde yer alan isimlersiniz. Bir “band”de yer almaktansa böylesi üretmeye daha mı açık sizce?

Da Poet: Bu benim en başından beri tercih ettiğim bir şey, birbirimize de Barış’la her zaman önceliğimizin solo işlerimiz olduğunu söylüyoruz. Müzikal anlamda olsun veya hayatın her alanında, birey olarak kendi ayakların üzerinde durabildikten sonra yan yana geldiğinde ürettiğin daha da zenginleşiyor.

Barış: Biz biraz da birbirimizi müzikal olarak da arkadaş olarak da iyi tanıyan iki insan olduğumuz için bir projede var olduğumuzda bunu devam ettirebiliyoruz. Beraber çalışabildiğimiz için. Grup müziği yapmak zor. Bir sürü farklı insan var, birbirini ikna etme durumu var, istişare edebilmek var. Demokrasi müthiş bir şey ama grup müziğinde olmuyor.

Da Poet: Aynen öyle, her şeyi oylarsanız o iş yürümüyor. Herkesin aynı anda mutlu olması mümkün değil.

 

 

Dijital servis sağlayıcıların müzisyenlerin ürettiklerini yayımlamasını kolaylaştırdığı kadar piyasayı inanılmaz rekabetçi bir hale getirdiği de son yıllardır sıkılmadan konuştuğumuz bir gerçek. Tecrübeli veya newcoming fark etmeksizin bütün müzisyenler eserini yayımlayabilse de dinleyicisine nasıl ulaştırabileceği, kitlesini nasıl geliştirebileceği konusunda ümitsiz. Sizce bu işin gidişatı nasıl olacak, siz karamsar tarafta olanlardan mısınız yoksa ümitli misiniz?

Da Poet: Tabii dediğin gibi olumlu noktası da var, çok seslilik iyidir, insanların büyük labellara, büyük stüdyolara ihtiyacı olmadan seyircinin karşısına çıkabilmesi güzel bir şey ama tabii ki bu kirlilik de yaratıyor. Bu kirliliğin içerisinde oradaki incileri, altınları göremiyorsunuz maalesef. Ben streaming platformlarının adil olmasını beklemiyorum, hiçbir zaman da olmayacak, sadece sanatçılar olarak bildiğimiz yöntemleri biraz değiştirmemiz gerekiyor. Mesela ben kendi label’ımı kurdum, tam da pandeminin başına denk geldi.  Orada yaptığım şey kendi sitem üzerinden birinci kalite wav audio’ları direkt dinleyiciye satmaktı. Başkası başka bir şey bulur, kimi merchandise satıyor, kimi plak basıyor, hâlâ fizikseli sürdürmeye çalışıyor. Bir milyon dinlenmekle bir milyon kaset satmak aynı şey değil. Sanatçıların yeni yöntemler bularak bunu değiştirmeleri gerekiyor. Platformlardan herhangi bir şey beklemememiz gerektiğini düşünüyorum. Sanatçılar bunu kendileri yapacak.

Barış: Olay bir noktada şuna benziyor, nasıl işte influencerlar, sosyal medya fenomenleri varsa, onlar da sürekli içerik üretmek zorundaysa, müzisyenler için de oyunun kuralı bu oldu. İş çok çabuk tüketiliyor, her Cuma eşlerimizin dostlarımızın arkadaşlarıımızın işleri yayımlanıyor ve hızlıca unutuluyor. Ürettiğin şey “eser”den ziyade “içeriğe” dönüşüyor. Sen ne kadar uğraşıp çalışıp didinip üretsen de çok çabuk tüketiliyor ve senin devamlı yeni bir şeyler yapman gerekiyor.

Da Poet: İşte sen artık o Instagram fenomeniyle, Tik-Tokerla aynısın. Sanatçılar nasıl korsana karşı streaming’i bulduysa, streaming’e karşı da yeni bir yol bulmak zorundalar. Nasıl Radiohead In Rainbows için yaptıysa, yine rol modellerle olacak bir iş bu.

 

Bu sorum Da Poet’e: hip-hop dünyasında beatmaker’lar hep yardımcı oyuncu kalmış gibi gelir bana, isimlerinden yeterince bahsedilmez, MC’ler daha çok öne çıkar. Bir futbol takımının kalecisi hatta belki teknik direktörü gibidir beatmaker’lar ama hep Messi’ler Ronaldo’lar konuşulur. Sence de böyle mi? Hem bir beatmaker hem de bir MC olarak sen ne düşünüyorsun bu konuda?

Da Poet: Bence hatta futbol takımının malzemecisi gibi.  Maalesef öyle, bu işten para kazanan insanların bu konuyu yeterince öne çıkarmadığını düşünüyorum. Dolayısıyla geri kalan insanlar da daha basite, ucuza kaçıyorlar. Böylelikle kendi kuyruğunu yiyen yılana dönüyor iş. Bence müziğe dinleyicinin de bakış açışıyla alakalı. Bütün olarak bakmak gerekiyor, işte müziği kim yaptı, sözlerini kim yazdı. 5 tane şarkı saysak çoğu insan bestecisi kim bilmez. Mesela şu güzel artık yeni yeni yapılmaya başlandı, şarkı mesela X kişisinin, yanında “prod by” diye yazılıyor, bu çok şık bir hareket. Tabii bunun artması gerekiyor.

 

 

Bu sorum da Barış’a: Seni trompetinle ayrılmaz bir ikili olarak tanıdık, fakat multienstrümantalist olduğunu da biliyoruz. Main enstrüman olarak trompeti seçmenin nedeni ne, bir kırılma anı hatırlıyor musun?

Barış: Ailemin teşvikiyle zaten ilkokuldan beri gitar çalıyordum, kurcalamak istediğim herhangi bir enstrümanı da kendimce tanımaya çalışıyordum. 2008’in sonlarına doğru, küçük küçük birkaç amatör grubum vardı, Peyote’de çalardık, orası bir okul gibiydi orada tanıştığımız, birlikte çaldığımız insanlar şimdi bambaşka yerlerde, onlarla şimdi bir festivalde sahnede karşılaşmak çok değerli geliyor. İşte bir grubum olsun, onda da biri trompet çalsın istiyordum, ama araştırdığımda bütün trompet çalan insanlar senelerce bunu okumuş öğrenmiş ve haklı olarak ekmeğinin peşinde koşan insanlardı. Dolayısıyla senin o amatör grubuna kimse gelmeyecek. Ben de çok seviyordum trompet sesini, bari ben bir çalışayım öğreneyim, belki bir şeyler olur dedim ve ilk çalmaya başladığım andan itibaren de bir uzvum gibi oldu benim. Çaldığım zaman gerçekten mutlu hissediyorum kendimi, yalnızca bir dakika da çalsam, kısacık da çalsam, bir saat de çalsam, bütün güne de yaysam beni gerçekten oradan çekip çıkaran, olduğum yerden alıp götüren bir şey o.

 

 

Peki üretirken trompetle mi yola çıkıyorsun yoksa enstrümanlar değişiyor mu?

Barış: O değişiyor aslında, trompet genelde leading enstrüman. Üretirken tabii müziğimin odağı haline gelmeye başladı. Ama müzik yaparken trompet genelde melodi veya solo kısımlarda bulunan bir enstrüman, üretirken “evet ben bunu trompetle buldum” da diyemem, gitarla bir şey buluyorum mesela sonra diyorum ki “evet şimdi buraya trompet geliyor”, trompeti öne çekip çıkaracak, ona hizmet edecek şeyler aslında diğer enstrümanlar. Hatta vokal, bütün prodüksiyon, bütün düşündüğüm aranjman bile. Her şey günün sonunda trompete oynuyor, çünkü trompetçiyim!

 

Canlı müzik sektörü pandeminin yaralarını yavaş yavaş sarmaya başladıysa da mainstream olmayan sanatçıların kendine sahne bulmakta hâlâ zorlandığı da bir gerçek maalesef. Akbank Caz Festivali bunu gözeten programlamasıyla yüzlerimizi güldürse de, sizin sektörün geri kalanından beklentileriniz nelerdir?

Da Poet: Eskiye göre kesinlikle çok daha iyi durumda tabii sahne ama tabii ki daha da iyi olabilir. Alternatife yönelmeleri benim için her zaman gurur verici, benim burada Barış’la bulunmam mesela. Ama kesinlikle çok daha fazla sahne olması gerekiyor, İstanbul dışına çıkıp ülkeye yayılması gerekiyor. Alternatife destek olan sahnelerin, sponsorların daha da artması gerekiyor. Ben mesela kendi adıma İzmir’de çalacak sahne bulamıyorum. Ya devasa mekânlar var, ya çok çok küçük mekânlar. Tabii biraz da ülkenin gerçekleriyle çok paralel bir konu bu. Ekonomik, sosyolojik ve politik gerçekleriyle çok doğrudan ilişkili.

Barış: Eğer bir mekân, satacağı biletle gecenin giderini garanti edecek bir grup dışında bir gece yapacaksa elbette sponsor desteğine ihtiyaç duyuyor, elimizin parmaklarını geçmeyecek sayıdaki sponsorlar da hangi birine destek olsun yüzlerce var, dolayısıyla konu sponsorların sayısının mutlaka artması gerektiğine geliyor.

Da Poet: Öğrencilerle ilgili durum özellikle çözülmesi gereken temel bir problem. Şu an bir üniversite öğrencisi bırakın konsere gitmeyi henüz barınamıyorken, diyemiyorsun ki gel bak konserime bilet 100 lira, içeride içeceğin 40 lira… Ben kendi adıma utanıyorum artık maalesef. Bütün konuların çözümü aslında aynı yere gidiyor.

 

Akbank Caz Festivali gibi yıllardır sektörde tutkulu bir şekilde varlığını sürdüren ama gelenekselin aksine farklı müzik türlerini de içine alan bir festivalde yer almak nasıl hissettiriyor? Bundan önceki performanslarını düşününce bunu farklı kılan/söylemek isteyeceğiniz bir şey olur mu?

Barış: Ben ilk defa 2012’de katıldım Akbank Caz Festivali’ne, yıllardır katılıyorum, yeri geliyor farklı kolaborasyonlarla sahne alıyorum, yeri geliyor kendi projem için, festivalin plağı için çalıyorum, şimdi de DPBD ile yer alıyoruz, bunlar çok mutlu eden şeyler. Bir yandan tabii keşke böyle fırsatlar daha çok olsa. Zaten baktığınızda Türkiye’de yıllardır bunu majör olarak sürdürebilen iki tane festival var, yeni yeni daha küçük ölçekli festivaller doğmaya başladı, umarım sayısı artar. Burada olmak bana her zaman iyi hissettiriyor zaten, “Akbank’ta mıyız evet ya çok güzel bir şey bu!” gibi.

Da Poet: Benim de ikinci bu, bir de Gaslamp Killer’ın Babylon konseri öncesi sahne almıştım.

Barış: Benim için bir de şöyle değerli bir tarafı var, bir gün bir telefon geldi bana, İmer Demirer vasıtasıyla rahmetli Mehmet Uluğ’a önerilmişim, bir gün Mehmet Abi de aradı beni “biz seni Akbank Caz Festivali’ne düşünüyoruz” diye, o zamandan beridir de hep Pozitif’ten olsun, Akbank ekibinden olsun birileriyle denk geldiğimizde “Aaa Mehmet Uluğ’un keşfi” diye tanımlanmak çok gurur verici.

Da Poet: Bu festivalin böyle birçok dala dokunması bizi çok mutlu ediyor, bu ağaç köklü bir ağaç ve dallarının, yapraklarının da daha çok şeyi kapsaması bizi gururlandırıyor.

yazıyı oku

MUSES, MÜZİK, MOUSIKE

Fotoğraf: Can Görkem

Röportaj: Gümrah Şengün

 

Barış Can Aktepe ile ilk kez callinghouse performansı öncesinde tanıştık. Akbank Caz Festivali’nde ev sahipliği yapmak, bir dolu güzel insanla evimizi paylaşmak zaten pandemi sonrası başımıza gelebilecek en güzel hislerden biriydi. Üzerine bir de böyle güzel dostluklar kaldı, şunu söyleyebiliriz ki daha çok görüşeceğiz. Mousikē kolektifi merak edenler, buyurun Barış ile kısa sohbetimize.

 

Öncelikle şu soruya açıklık getirerek başlamak istiyorum. Kime sorsak Mousikē’nin tam olarak kaç kişi olduğunu kestiremiyor. Mousike bir kolektif midir, 3 kişilik bir ekip midir, yoksa sadece Barış Can Aktepe midir? Mousikē kimdir?

Evet bu soruyla sıklıkla karşılaşıyoruz. Mousikē müzik ve dans kültürü etrafında bir araya gelen bir topluluk aslen. Kişilerden çok, kolektifin harmonisiyle anılmak istiyoruz. DJ performanslarımızda, bu kolektifin parçası olan kişiler doğal olarak ön plana çıkabiliyorlar. Mousikē Barış Can Aktepe, Berkay Özdin ve Doğan Akdağ tarafından hayata geçirildi. Performanslarımızı genellikle birlikte sergileyen bir ekiptik. Önce Doğan’ın Londra’ya taşınması, onu takip eden dönemde Berkay’ın Berlin’e taşınmasıyla birlikte İstanbul’da dans pistlerini tek başıma savunur oldum. Pandeminin etkisiyle 2 yıl gibi uzun bir aradan sonra ilk defa üçümüz Bonjuk Bay Love Weekend’de geçen Cumartesi günü 8 saatlik bir performans sergiledik. Bizim için unutulmazdı, umarım o gün yanımızda olup bizimle dans edenler için de öyle olmuştur.

Peki Mousikē ismi nereden geliyor?

Yunan mitolojisinde sanatçılara, filozoflara ve bireylere yaratılış için gerekli ilhamı veren dokuz ilham perisi, sanat ve bilim tanrıçaları olan “Muses”lardan türetilen bir kelime. Mousikē ise tanrılardan alınan ilham ile yaratılan şarkı, dans ve kelimenin birleşimi olan bir olguyu anlatıyor.

 

Mousikē’nin müziğinin olmazsa olmazı nedir?

Groove, bass ve dans müziği diyebiliriz sanırım. Performanslarımızda, farklı genre ve ülkelerden seçkilere yer veriyoruz. Funk, jazz, acid ve fusion gibi daha köklü soundların modern yorumlarıyla beraber, indie dance, nu disco ve electronica gibi yeni nesil soundları bir araya getiriyoruz.

 

Ürettiğiniz müzikle bize yaymak istediğiniz üç his söyleyebilir misin?

Yüzleri güldürmek, beraber eğlenebilmek ve içinizden geldiği gibi dans ettirebilmek.

 

Bu soruyu kendimiz dahil olmak üzere herkese soruyoruz Barış.
Bugünlerde nasıl hissediyorsun?

Uzun bir aradan sonra, mekanların açılması ile beraber tekrardan çalabilmek, insanlarla bir araya gelebilmekten ötürü oldukça mutluyum. Yeniden doğup, nefes almaya başladık.

 

Mousikē hayattan nasıl beslenir? İlham almanın özel bir yolu var mıdır?

Kolektif olarak en çok bir arada olmaktan beslendiğimizi söyleyebilirim. Yıl içerisinde beraber vakit geçirme fırsatımız olduğunda, beraber müzik dinlemek ve üretmek bize ilham veriyor.

 

Peki lokal bir şekilde hayata geçen bu kolektif, global bir topluluğa nasıl evrildi?

İstanbul’da başlayan etkinliklere sürekli gelen ve organik büyüyen bir topluluk olduğunu gözlemliyorduk, bir yandan da soundcloud sayfamız geniş kitlelere ulaşmaya başlamıştı. 2018 yılında Tulum’da gerçekleştirdiğimiz bir etkinlik serisinde dünyanın birçok yerinden müziğimizi seven ve bizi tanıyan insanlarla bir araya geldiğimizde artık global bir topluluğa evrildiğimizi anladık.

 

Mousikē Records’tan biraz bahsedebilir miyiz? Ne zamandan beri üretiyor, kimlerle iş birliği yapıyorsunuz?

Mousikē Records uzun zamandır üzerine çalıştığımız bir projeydi. 2018 yılında hayata geçti. Bugüne kadar Türkiye, Fransa, İspanya, Meksika’dan prodüktörler ile 10 EP çıkardık. Şanslıyız ki hepsi çalışmaktan çok keyif aldığımız isimler oldu.

 

Akbank Caz Festivali gibi yıllardır sektörde tutkulu bir şekilde varlığını sürdüren ama gelenekselin aksine farklı müzik türlerini de içine alan bir festivalde yer almak nasıl hissettiriyor?

Serüvenimizde Belgrad’da Resonate Festival, İstanbul’da XXF French Festival ve Kapadokya’da Cappadox Festival gibi sıradışı etkinliklerde kendimize yer bulduk. Akbank Caz Festivali bunlara bir yenisi olarak eklenerek müziğe bakışımızla, kendimizi olduğumuz gibi ifade edeceğimiz özel bir gün olarak hatıralarımıza kazındı.

yazıyı oku

/DA ile TANIŞMAK İSTER MİSİNİZ?

Fotoğraf: Can Görkem

Röportaj: Gümrah Şengün

 

Akbank Caz Festival’inin yeni nesil sanatçılarından biri /da. Festivalin kapanış gecesinde Da Poet&Barış Demirel ve Mousike performansları için hazırladığı görsel set ile bizi callinghouse’un duvarlarından yükselerek puslu ve minimal bir İstanbul’a doğru derin bir yolculuğa çıkaran ta kendisi. İleride daha sık adını duyacağınız /da’yı biraz daha yakından tanımak ister misiniz?

 

/da kimdir, bize kısaca kendinden bahseder misin?

Generatif sanat alanında işler üretiyorum. Bunlar genellikle müzik videoları ve live A/V performanslardan oluşuyor. Kolektif üretim sürecinde, çalıştığım sanatçıların tarzıyla kendi stilimi ortak bir alanda birleştirip sunuyorum. Bireysel işlerimde ise o zaman diliminde neyle ilgileniyorsam, nasıl hissediyorsam onlardan esinleniyorum. Üretim sürecinde en keyif aldığım kısım fikirlerimi tasarlarken ön göremediğim, rastlantısal değişimlerle projenin bambaşka yerlere evriliyor olması. Bu yüzden üretimlerimin, tek bir stile bağlı kalmadan, sürekli değişim içinde olmalarına özen gösteriyorum. Bana yeni keşif kapıları açıyor.

 

Peki yaratıcı enerjinin ne zaman farkına vardın?

Aslında şu anki pratiğime başlamadan önce, içerisinde hep sesin, müziğin olduğu bir alanda olma isteği vardı. Sonrasında katıldığım bir canlı performansta büyülendim, “bu alanda olmak istiyorum” diye o an karar verdim diyebiliriz. O şov, Christopher Bauder ve Robert Henke’nin “Deep Web” adlı görsel-işitsel ışık enstalasyonuydu. İzlerken, iş kaç defa tekrarlandı hatırlamıyorum.  Zihni az susan biri olarak, hiçbir şey düşünmeden, uzun bir süre anda kalıp o anı yaşamıştım. En çok etkileyen kısımlarından biri buydu. Kendi performanslarımda da, hem müziğin hem de canlı deneyimin gücünü arttırmaya odaklanıyorum.

 

Bugünlerde nasıl hissediyorsun diye sorsak?

Biraz hüzünlüyüm, bunu havaların değişmesine ve yazın bitişine bağlıyorum. Onun dışında tatlı bir heyecan var, kendimle ilgili yeni bir değişim süreci başlıyor gibi.

 

Üretimlerinde kimlerden ilham alıyorsun? Yeni medya sanat dünyasında sana ilham veren kişiler/şeyler neler?

En çok beraber çalıştığım sanatçıların işlerinden, estetiğinden, üretim süreçlerinden ilham alıyorum diyebilirim. Ortak bir iş çıkarmak için onlardan bana gelen her detay, ayrı önem taşıyor. Bunun yanı sıra, boş zamanlarımı çoğunlukla dijital sanat ve elektronik müzik alanında gerçekleşen festivaller, etkinlikler, yeni çıkan müzik videolarını inceleyerek geçiriyorum. Beslendiğimi düşündüğüm festivaller, LEV, Rewire, CTM olabilir, kliplerden çoğunlukla Fact Mag’in serilerini takip ediyorum. Genelde distopik, karanlık tasarımlardan esinleniyorum. Bu sıralar görsel tarzlarından ilham aldığım, geçen sene Unsound Festivali’nin online etkinlik serisinde keşfettiğim “After Life” MMO oyununun yaratıcısı yeni medya kolektifi Naxscorp var. Pandemi sürecinin en güzel tarafı da buydu bence. Dünyada gerçekleşen birçok etkinliği dijital platformlardan eş zamanlı takip edebilme fırsatımız oldu.

 

İstanbul, şehir hayatı, festivaller seni nasıl besliyor? Yoksa daha çok dijital evrende mi vakit geçiriyorsun?

Dijital dünyada ve kendi alanımda daha sık vakit geçiriyorum. Şu sıralar İstanbul’da beni beslediğini düşündüğüm şeyler katıldığım etkinlikler ve sergiler. Yeni bir döneme girildi gibi hissediyorum, çok fazla yetenekli sanatçı ve müzisyen var etrafımızda. Bu insanlar bir araya gelip ürettiklerinde, şahane projeler ortaya çıkıyor.

 

Da Poet ve Barış Demirel performansına özel ürettiğin ve canlı performansını gerçekleştirdiğin görsel dünyanın hikayesinden biraz bahseder misin? Elektronik müzik dışında böyle farklı bi janr için üretim yaparken sana ne ilham verdi?

Farklı bir deneyim olduğu için üzerinde daha önce çalışmadığım türlere üretim yapıyor olmak heyecanlandırıyor açıkçası. Bir süre o müzikle yatıp kalkıyor oluyorum, başka başka sanatçıların dünyalarında buluyorum kendimi. Da Poet ve Barış Demirel’e hazırladığım görsel sette, parçalarından çıkardığım bir takım keywordleri -İstanbul, betonlaşma, sıkışmışlık gibi- müziğin hissiyle birleştirdim. Sonucunda da başında daha soyut küplerin dansını gördüğümüz, devamında puslu, önümüzü çok net göremediğimiz, tekrarlanan şehir manzaraları serisi ortaya çıktı. Mousike performansı içinse tamamen abstract, iki boyutlu desenler ve canlı renklerin ön planda olduğu bir set hazırladım. Soyut görsellerin en sevdiğim yanı, performans sonrasında izleyenlerin görsellere yaptığı benzetmeler oluyor herhalde. Birisi bir nesneye benzetiyor, başka birisi bir hikaye yazmış oluyor. Sınırsız bir hayal gücü.

 

 

 

Bugünlerde başka neler üzerinde çalışıyorsun? Yakın zamanda ortaya çıkacak, paylaşmak istediğin proje ya da planlar var mı?

Şimdilik Aralık’ta bir etkinlik olacak gibi duruyor. Onun dışında, kolektif çalıştığım kişilerle, yeni plan ve proje konuşmaları devam ediyor. Bu dönemde, etkinlikler hızla başladığı için olası gelebilecek performans projelerine şimdiden hazırlık yapmayı, bir yandan da kişisel işlerime yoğunlaşmayı planlıyorum.

 

İnsanların senin ve işlerin hakkında bilmesini istediğin bir şey?

Çoğunlukla çalışmalarımda, görselle etkileşimde olan tek bir kaynak kullanıyorum, o da ses. Yani sonraki adım için hedeflediğim, daha çok kaynaktan yararlanmak, deneyimi başkalaştırmak. Bunun içinde gerçekleştirmek istediğim birkaç proje fikri var. Aynı şekilde, sadece müzik sektöründe değil, farklı alanlarda daha fazla üretimde bulunmayı hedefliyorum. Yani izlemeye devam edin.^^

yazıyı oku