
SENENİN EN HUZURLU FESTİVALİ: BOZCAADA CAZ FESTİVALİ
Yazı: Heja Bozyel
İçimizdeki “oyuncu insan”ı yeniden hatırlamamızı söyleyen Bozcaada Caz Festivali, bizi adanın dar sokaklarına, soğuk sularına yedinci kez çağırıyor.
Bozcaada’yı böylesine popüler olmadan tanıyanlar için ada “huzur” demekti. Gün batımında ada rüzgârı ile Ayazma’da güneşi batırırken, soğuk denizinin verdiği canlılığı, ada şarabının ölümsüzlüğünü tüm ruhunuzda hissederdiniz. Son senelerdeki “Bodrumlaşma”sına, adaya “ayak bastı parası” alınması talebine yol açacak kalabalığına karşın, adaya ilk kez gidenler hâlâ bu hisleri duyar belki. Neresine giderseniz gidin denizin sesini size taşıyan rüzgârın azaldığı dar sokaklı Rum mahallesinde evlerden taan çiçekler, kapısı açık oturan ada halkı, her biri şarap uzmanı olan satıcılar ve tabii ki olağanüsü deniz mahsülleri bütün bir sene yaşadığınız tüm dertleri unutturur. Bozcaada’da bir kadeh rakı ya da bir kadeh şarap, ömrü uzatır.
Adanın tüm bu güzelliklerine, “miskin” dememize alınmayacak halkına bambaşka bir güzellik katan ve de tam bağbozumu döneminde yani adanın daha da renkli, daha da coşkulu olduğu, ılık deniz arayanların kaçtığı mevsimde, Bozcaada Caz Festivali’nin müziği yayılır sokaklara. Bu sene 7. kez düzenlenen ve Paribu ana sponsorluğunda gerçekleşecek festivalin bu yılki teması “Oyun”.
Festival, yedinci edisyonunda caz sahnesinin sevilen isimlerini ve yeni yeteneklerini ağırlarken BCF Keşif etkinlikleriyle içimizdeki “oyuncu insan”ı yeniden hatırlamamıza yardımcı olmayı amaçlıyor. Bozcaada Caz Festivali, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Türkiye Turizm Tanıtım ve Geliştirme Ajansı’nın (TGA) katkılarıyla, 3dots ve fermente tarafından 8-9-10 Eylül’de caz ritimlerini oyuncu bir yaklaşımla Bozcaada’ya taşıyacak.
MÜZİK
Festivalin ilk gününde Kürtçe Anadolu halk ve dağ türkülerini katıksız bir blues ruhuyla sahneye taşıyan Meral Polat Trio’nun içten, hüzünlü ve her şeye rağmen umutlu müziğiyle başlayıp, Türkiye’de caz davulunun öncülerinden Ferit Odman’ın “Autumn In New York” ve “Nommo” albümlerindeki beşli aranjmanlarına yer vereceği konserle, hard-bop dünyasının derinlerine doğru yola devam edeceksiniz. “Var olmayan bir adanın hikâyelerinden” beslendiğini söyleyerek yola çıkan Islandman’in psikedelik gitar ve sonsuzluk hissiyatlı ritimleriyle tüm dünyayla bağ kurduğunuzu hissederken, Nubya Garcia’nın melodileri ise Bozcaada’nın rüzgârında size eşlik edecek.
Bozcaada Caz Festivali’nin ikinci gün sahnesinde ağırlayacağı isimlerden biri Lüksemburg’dan üç kişilik genç ve dev bir kadro: Dock in Absolute. Progresif caz ve neo cazı piyano, elektrik bas ve davulla benzersiz bir şekilde harmanlayan grubun etkileyici sahne performansına yakından tanık olurken, Volkan Öktem’in #7’siyle, sanatçının 30 yıllık müzik hayatı süresince deneyimlediği farklı müzikal tarzların izdüşümlerine tanık olacaksınız. Festivalde, canlı teknoya dair bildiğiniz her şeyi unutturacak Komfortrauschen ile katıksız bir tekno enerjiyle buluşurken, Güney Fransa’nın sakin ve güneşli ruhunu elektronik müzikle kusursuz bir şekilde buluşturan Kazy Lambist ise dans dolu bir gece vadediyor.
Festivalin kapanış gününde ise Bova Sahne’de doğan özel bir proje sizi bekliyor: Hissikablelvuku ile eskinin pastoral yaklaşımı ve günümüz endüstrisinin imkânlarını bir arada deneyimlerken, makamsal ezgiler ve doğaçlamalar, rock, caz, etnocaz, elektronik, tekno, afrobeat, noise gibi türler eşliğinde sahnede o an cereyan eden bir icraya tanık olacaksınız. Anadolu müziğine kendi dokunuşunu katan Bozcaada Ensemble ise yalnızca Bozcaada Caz Festivali’nde tanık olabileceğiniz bir performansa davet ediyor sizi. Sevilen trompetçi Avishai Cohen’in elektronika, ambient ve psikedelik dokunuşlarla kendine has bir sound yaratan grubu Big Vicious’ın ardından progresif teknodan elektronikaya, tribal ritimlerden acid house esintilere uzanan eklektik setleriyle tanınan yapımcı ve DJ Claptrap, namıdiğer Gaurav Narula, Berlin ruhunu Bozcaada’ya taşıyacak. Yaratıcı ve kendine has gitar çalma tarzıyla tanınan Avrupa’nın yükselen yıldızı Teis Semey de festival boyunca caz, punk ve elektronik doğaçlama türlerinin tam kesişiminde yer alan müziğiyle farklı sahnelerde dinleyicilerle buluşacak.
VE FAZLASI
Her yıl farklı bir tema etrafında geliştirilen ve disiplinlerarası etkinliklerden oluşan BCF Keşif programı, bu yıl “oyun”un tüm insanlık tarafından paylaşılan özünü keşfetmeye davet ediyor. Program, festivalin savunuculuk alanları olan toplumsal cinsiyet eşitliği, ekolojik dönüşüm ve toplumsal kapsayıcılık üzerinde dururken kültür politikaları, adanın yerel ve kültürel tarihi, gastronomi, girişimcilik, sanat ve well-being dahil olmak üzere farklı ilgi alanlarına hitap eden kapsamlı bir etkinlik seçkisi sunuyor. “Oyun” temasına farklı disiplinler aracılığıyla bakmak üzere tasarlanan BCF Keşif programında oyun oynamanın doğasını keşfedeceğiniz, sınırların silikleştiği, içinizdeki oyuncu düşünce yapısını özgürce deneyimleyeceğiniz pek çok performans, atölye ve etkinlik sizi bekliyor.
Detaylı program ve biletler için: www.bozcaadacazfestivali.com

SUH.EYL İLE DEPREM, YAS, MÜZİK VE MACERA ÜZERİNE BİR DERTLEŞME
Röportaj: Eren Eryol
Fotoğraf: Erdem Varol
Suh.eyl, ‘Macera’ isimli yeni teklisini paylaşınca biz de bu fırsatı değerlendirip onunla bir sohbet gerçekleştirdik. Fakat sohbetin kapsamı müzikle sınırlı kalmadı. Biraz daha uzağa, içli coğrafyalara doğru genişlettik. Depremde ailesini kaybetmiş bir sanatçı olmasına ve bölgedeki atmosferin içinden üretimini sürdürüyor olmasına rağmen Suh.eyl’in sergilediği varoluş kudretine tanıklık aslında bu sohbet. Görüntülü arama ile yaptığımız ve zorlu anlar barındıran, hassas ve zorlu mevzularla örülü bu sohbeti mümkün kıldığı için tekrar teşekkürler.
Merhaba Suh.eyl! Asabını bozan bir soru var mı?
“Oralar nasıl Suh.eyl?”
Coğrafya yasını yaşabiliyor mu?
Hayır. Toplumun yas yaşamasıyla ilgili belli alışkanlıklarımız yerleşmiş. Bu yerleşen alışkanlıkları yas döneminde ele alış biçimimiz de toplumda, politikada, sanatta yine bir kinetizmle gerçekleşiyor gibi geliyor bana. Tabii her bünyede farklı etkisi mutlaka vardır bunun, herkes bunu kinetik yaşayacak diye bir şey yok, potansiyel enerjisinde de bu yoğunluğu bulabilen arayabilen, bazen kendini soyutlamayı başarabilmiş ya da onu arayan insanlar olabilir. Herkesin yas dönemi farklı ama toplumsal bir yerden baktığımızda toplumsal yolculuğa yön veren politik kaosun bizlere yas yaşatmadığını düşünüyorum. Biz toplumsal olarak çok üzüldük ama yön vericilerin emellerine çözüldük. Ama toplumsal olarak yazın gelmesini çok da istedik bence bir yandan da…
“Biz toplumsal olarak çok üzüldük ama yön vericilerin emellerine çözüldük”
Toplum, yasını tutmuyor değil tutamıyor. Bu zamana kadar yardım etmek isteyen, yardımlaşmak isteyen Türkiye’nin her yerinden insanların hakkını ödeyemeyiz. Ama maalesef yasını yaşayamayan bir toplumun aynı zamanda kolektif bilinci de oluşmuyor, kolektif bilinçle beraber yas yoğrulmuyor ve dönüşmüyor, toplumun kodlarında çöküş yaşanıyor gibime geliyor. Böyle okudum, böyle hissettim. Özellikle yaz aylarında, evet insanlar çok yardım ettiler, buraya yazın gelmesini istediler ama bir an olsun deprem konuşmama ihtiyacı da hissettik. Dayanışmaktan mı bıktık acaba? Bizim sürekli kendimizi dayanışır pozisyonda bulmamızdan dolayı bir sıkıldık mı? Küçük bir kitleden bahsediyorum. Aynı cemiyet, yakın cemiyetlerde yaşadığımız insanları da kastediyorum ki asıl momentumu yaratan da bu kitle bence. Bu konuda biraz karışığım çünkü aklıma Hatay’daki, İskenderun’daki gençler geldi, onlar nasıl yaşıyorlar yaslarını? Ya da depremin içinde olmayan insanlar nasıl yaşıyor diye düşündüm. Kafam karıştı biraz…
Yasın olduğu yerde müzik olur mu?
Bireysel bir yerden baktığımda, yaşadığım kültürde müziğin kederi ifade etmek için açtığı bir alan olduğunu görüyorum. Bu alan, babamın en sevdiği şarkıyı, rakı içerken söylediği şarkıyı söylemek gibi bir açıklıksa, ben bu açıklığı kendi hayatımda ailemle ağlaya ağlaya yaşadım… Kişisel olarak ailemle bunu yaşayabileceğim ortamım vardı. İskenderun’daki bazı kültürlerde rakı içmek keder ifadesidir. Kederle beraber insanların çok stresli olduğu zaman rakı içmek normal sayılır. Ama ben annemle babamın evinde, cenaze sonrası içki içirmedim. İçiremezdim. İnsanların kuruyemiş yediği, viski içtiği bir muhabbet haline dönüştüğünü fark ettiğim anda kaldırttım her şeyi evden. Ama yan evlerde bunu yaşayan, bu kederi benimle yaşadığını bildiğim insanlarla rakı içip babamın şarkılarını söyledim ağlayarak. Annemin şarkılarını söyledim ağlayarak. Burada benim yaşadığım yasın müzikle harmanlandığını görmeye başladım. Daha yeni başladım bunu yaşamaya. Hem onların bana aynaladıkları şarkılarla hem de ardından benim yazdığım dört tane şarkıyla başladım o sürece. Bu alana sadece prodüktörleri davet ediyorum ve bu alandan müzik fışkırıyorum şu anda. Eve misafir dahi kabul etmiyorum annemle babamın kokusu gitmesin diye… Yası müzikle yaşamak adına bunu tercih ediyorum şu an…
“Eve misafir dahi kabul etmiyorum annemle babamın kokusu gitmesin diye… Yası müzikle yaşamak adına bunu tercih ediyorum şu an…”
Toplumsal düzlemde değerlendirdiğinde peki?
Türkiyenin ilk deprem dönemine baktığımız zaman buraya ne yapacağını bilemeden gelen müzisyenler oldu yemek yapmaya, buraya ne yapacağını bilemediğinden gelmeyenler oldu, buraya “şu an zamanı değil, altı ay sonra gideriz, üç ay sonra gideriz” şekliyle yaklaşan müzisyenler oldu ama yası yaşadığımız dönemle normal hayatı yaşadığımız dönem politik çizgilerle o kadar sayfa çevirir gibi ilerledi ki yasın sanatla beraber iyileştirici bir etkisini yaşamasına toplumun vakit bulduğunu düşünmüyorum. Burada saksafonu alıp depremzedelerin ortasına geçip müzik yapan insana kim ne diyebilir? Bir buçuk ay sonra bir hafta sonu atlayıp buraya gelip depremzede kuyruğunda saksafon çalıp geri dönse ne olur? Çok fazla insan gelmek istedi, çok fazla insan bir şeyler yapmak istedi ama hayat öyle hızlı değişiyor ki; bir anda gelen bir seçimle beraber, ardından para kazanma kaygısıyla beraber, insanların bir yerden ayrılamama ve çalışma içgüdüsüyle beraber bir tık da yazın gelmesiyle harmanlanınca ben yasın müzikle beraber giderildiğine inanmıyorum. Çünkü, bizim İstanbul’da yaptığımız etkinlikler, yardım etkinliklerinin yeterli olması nasıl mümkün ki?
“Yası yaşadığımız dönemle normal hayatı yaşadığımız dönem politik çizgilerle o kadar sayfa çevirir gibi ilerledi ki yasın sanatla beraber iyileştirici bir etkisini yaşamasına toplumun vakit bulduğunu düşünmüyorum”
Hüznü dışlamayan dans mümkün mü?
Elbette. Zaten hareket etmemizin sebebi bir duyguyu yaşamak/yansıtmak olduğu için hiçbir duyguya “hayır” demiyoruz. Özelikle dansın koreografi kısmından sonra… Yani dans ettiğin zaman bir şarkıda, şarkı bittikten sonra durmazsın. Ya da şarkının koreografi kısmı bittikten sonra durmak istemeyebilirsin. Amacımız da hareket ederek, hissettiğimiz duyguyu ifade ederek büyütmek. Çünkü bir yerden sonra bu seni kendi duygunla baş başa bırakan bir yere geliyor. En azından bende öyle. Yedi sekiz yıldır şarkının başlangıcından sonuna kadar bir hareket çizgisi kurmaya çalışan, sadece şarkıyı dinleyip ona göre, o stilde dans eden, buna göre eğitimler alan, temelleri oluşturan, temellerle iletişim oluşturup Kadıköy Moda sahilde herhangi bir müzikle bunu dansa yoğunlaştırıp, mükemmelize edip şarkılarda da bunu devam ettiren bir vücut dilini uygulamaya çalıştım ben. Bu kendi yolum, herkeste farklı çalışıyor tabi… Türkiye’nin en iyi koreografları da kim bilir nasıl çalışıyordur ama kimsenin umurunda değil. Çünkü, bu ülkede dans dediğimiz şey sadece bir sos…
Travmalarla yüklü bir coğrafyada neşeyi dışlamamak mümkün mü?
Bende bir şeyleri mümkün kılma içgüdüsü var. Mümkün kıldırıyorum. Ama bir şeyleri mümkün kıldırdığımızda kendimizden yediği şeyleri de düşünmek gerek. Mümkün kıldığımız şeyleri kendimize zarar vermeyeceği bir eksende tutarak mümkün… Başka çaresi de olmayan bir ülkede yaşıyoruz. Çünkü hepimiz o kadar çok yok oluyoruz ki herkes her şeyini versin istiyoruz. Ama depremden bir gün sonra çimento hisseleri ülke tarihinin en yüksek seviyesine çıkıyor. Dolayısıyla, evet mümkün ama kendimizi koruyarak mümkün. Ve kendimizi koruyarak mümkün dediğim alan da maalesef hayatta kalmayla da ilgili bir mümkünatı temsil ediyor, çünkü bu ülkede müzisyenlerin intihar ettiğini biliyoruz pandemide… Yani mümkün olmak zorunda, hayatta mı kalmayacağız! Böyle bir psikoza girmek fuzuli bir lüksü temsil ediyor…
“Coğrafya kaderdir” sözüyle karşılaştığım zamanlar (‘Macera’ şarkısında da geçiyor) sadece olumsuz bir zorunluluk anlamı belirmiyor bende. Diğer bir yönünü, coğrafyanın dayattığı koşullardan yaratıcı kaçış yolları inşa etmenin de yine bu kadere dahil olduğunu düşündürtüyor. Sence müzik yaratıcı yollarla örülü bir kaderi çizmek için yeterli bir alan mı?
Bilmiyorum… Ben, beni kendi iç dünyama götürdüm ve seçtiğim mesleğin bu ülkedeki yerine gittim. Gitmemem gereken bir yerine gittim. O yüzden “bilmiyorum” cevabını çok kişisel bir yerden verdim. Genel olarak verilen cevapların hepsinin “evet” olduğunu biliyoruz zaten, ikimiz de biliyoruz. Coğrafyadaki politikanın, bir günde değişen politikanın bu ülkenin her şeyine yön verdiğini, müziğinde herkesin kendi usturuplu seviyesine gelmesi zorunluluğunun, bazı şeyleri bazı kapılar ardında yapma zorunluluğunun hepimiz farkındayız zaten. Alıştığım, gördüğüm hadiseleri anlatan Twitter cevaplarından ziyade başka bir sessizliğe gidiyorum kendi içimde. Ve oradan konuşmaya çalışıyorum. Şey gibi bir yerde, bu ülkede doğduk ve burada bir şekilde basitin, huzurun ya da huzursuzluğun sahibi olanlar var, sahibi olamayanlar var. Bu insanın kendi içinde olan bir şey ve “o halde erişilmez gibi görünen bir bilginin parçasını taşıyayım” diyenler var. O yüzden müzik yapıyorum. Yani “ben ülkedeki basitin, huzurun sahibi olamadım, o halde erişilmez gibi görünen bir bilginin bir parçasını taşıyayım” diyen arkadaşım Vardal Caniş’in sözünden alıntı yaparak bir cevap vermek istiyorum. Ve bunun için de müzik aracı oluyor. Dile o dökülüyor. O yüzden bazen müzik kariyerimin kurgusunun hataya çok müsait bir alan olduğunu anlıyorum. O sınırda da eğleniyorum!
Şarkılarımda da Alevi deyişleri, eskiden gelen, sanki kırk bin yıl önce söylenmiş bir sözü tekrar söylemek benim için bir gayret meselesi haline geliyor. ‘Macera’ şarkısının bridge kısmı bir alevi deyişidir mesela, benim değildir. “Erlik midir eri yormak/Haber getir, cennetten on sekiz ırmak/Coşkun akan sel bizdedir/Hakk’a duacı cümlemiz”, bu benim cümlem değil. Ama insanların erişilmez gibi görünen bir bilginin parçası olmasıyla ilgileniyorum. Bunu aktarmayla ilgili bir yerdeyim.
“Alıştığım, gördüğüm hadiseleri anlatan Twitter cevaplarından ziyade başka bir sessizliğe gidiyorum kendi içimde.”
Ana-akımı oluşturan janrlar ve tutumlarla dirsek temasında bulunduğun ve tersine ayrıştığın noktaları nasıl açıklarız? Bu bağlamda müziğini nasıl tanımlarsın? Yine buradan hareketle popüler olana, gündemde olana ne enjekte etmek isterdin?
Her şeyi özene bezene yarattığınız alışılageldiğimiz pop dünyasının derdo bebe’si; çok eziyet çektiğimiz, çok eziyet gördüğümüz sokaklarda kendi özel hayatımızdaki dramamızı da yaşayan; sokak kültürünü de melodikleştiren biri olmak istiyorum. Herhangi bir janra girmemeye çalışıyorum. Bununla da ilgili kendime çok eziyet ettim biliyor musun, “ben Hip-Hopçı mıyım popçu muyum” diye… “Ben bedroom popçu muyum, rnb’ci miyim, ben neyim?”
Dansta yoğunlaştığın stiller belirgin mi peki?
İki tane aşkım var dansla ilgili, birisi New School Hip-Hop bir de Popping. Oldukça da mesai harcadım. Ben daha çok birinin sahne şovuna değil de sahne şovunun backgroundunda o dersi kimden aldığını öğrenmeye çalışıyorum. Michael Jackson’u değil de Pop N Taco’yu öğrenmek istedim; Beyonce’u değil Los Angeles bazlı kuir bir siyahi sanatçı onun koreografı, onun peşine düştüm; New School Hip-Hop’ta Justin Timberlake’in ders aldığı Popin’ Pete’in peşine düştüm, Street Jazz’da Justin Timberlake’in ders aldığı Tony Bellissimo’yu hedefime aldım. Sürekli takip ettim ki bu insanlar çok güncel. Her gün bir video yayınlıyorlar ve Justin Timberlake de bunun farkında gidip ders alıyor. Ben de yedi sekiz yıldır “Türkiye’de ben ne yapmak istiyorum ve buna uygun dansçılar kim” diye düşünerek peşlerine düştüm. Hiçbir derslerini kaçırmadım. Ki Coğrafya Manifestosu klibini biz öyle çekebildik.
Farklı performans disiplinlerinden gelmiş olmanın ürettiğin işlere bir katkısı olduğunu düşünüyor musun?
Coğrafya Manifestosu’nun kredilerini ödemeye yeni başladım. Coğrafya Manifestosu’nun kredilerini ödüyorum şu anda. Yani işime şöyle bir katkısı oldu: kredi nasıl ödenir onu öğrendim.
Sınırı aşmak mı, geri durmak mı? Henüz yayınlanmamış bir şarkını dinleme şansı bulmuş biri olarak da soruyorum. Şarkılarında dinamik bir müzik evreni içinde olduğumuzu hissederken aniden bir söz öbeğinin sersemletici etkisiyle karşılaşabiliyoruz. Ani bir afallama… Şarkı sözü yazarken kendini sınırda hissettiğin durumlar oluyor mu? Oluyorsa sınırın ne tarafına eğilimli oluyorsun? Aşmak ya da geri durmak (ya da tam da sınırda olmak)?
Bence ben sınırı geçen biriyim. Ben insanların sınırında dans pisti kuruyorum. Daha doğrusu insanlar kendi sınırlarına dans pisti kursun diye çabalıyorum. Yani “insanların sınırına dans pisti kuruyorum” derken biraz punch bir yere gittim depremden sonra. Anlatmak istediğim şeyleri daha edebi bir yerden değil de daha direk anlatmanın, “bu oldu abisi”, “böyle bir şeyler yaşadık” gibi yerden anlatmak… Ve kendi psikozumu anlatmak yerine kendi özgüvenimi anlatma ihtiyacı hissettim. Bu benim için önemli bir şey. Galiba ben kendi psikozumu, Coğrafya Manifestosu’nda da biraz kendi psikozumu anlatıyorum. Psikozla karışık bir şeyler yapma isteğini, bir gencin buradaki varoluş türbülansını anlatıyorum. Ama daha çok şu anda özgüvenimden yola çıkan bir deneyimi dürüst, beyefendi bir şekilde ya da gerektiği zaman da çarpıcı bir şekilde anlatma ihtiyacı hisseden bir yerdeyim. Kişi nezdinde insanların sınırlarında dans pisti kurmak değil insanların kendi sınırlarında eğlence yaratmasını ve buradaki üst tempoda bir tık high frekanstaki gerilimde kendileriyle bütün olma formülünü arıyorum.
Son şarkın MACERA…
Depremden sonra, bu babamın en sevdiği şarkı diye nakaratını ona uygun bir şekilde yazdım. Yani bitirdim şarkıyı ama nakaratını ona atfettim. Çünkü, ‘Sanırım yanıyorum/Bu yas bi’ başka’ şekliyle ben popüler kültürün derdo bebe’si olmak istedim. Şöyle de kötü çocuk: “eğleniyorsunuz ama size bir şeyleri de göstermekten de geri kalmıyorum açık açık” yaklaşımının pazarlığına girmedim yani. Ne yaşıyorsam onu anlattım, o yüzden ben kendi popüler kültürümün temellerini oluşturuyorum.
Şarkının macerası nasıldı?
Şarkıyı bir prodüktör arkadaşıma üç aydır dinletiyordum. Deprem öncesinde temellerini başka bir altyapıyla atmıştık. Ve rahmetli babam dinlemişti nakaratsız ve yaklaşık kırk beş saniyelik bir bölümü, “Oğlum bunun üzerine git, benim en sevdiğim iş bu” demişti. Sonra o altyapıyı yapan arkadaşım “Suh.eyl düşünemiyorum, yükselemiyorum bu şarkıya, ilerletemeyeceğim ben bunu” demişti (depremden sonrasına denk geliyor bu). Sonra beni Zeki Arkun’la tanıştırdılar. Zeki’ye yazdım, Zeki “tanışalım” dedi. Zeki’nin yanına gittim tanıştık, şarkıyı dinlettim, iki saatte bitirdi bu şarkıyı! Bambaşka bir prodüksiyonla bu hale geldi bu şarkı. Sonra vokal kaydına girdik.
Yeni maceralar olanaklı mı?
Depremden sonra değiştim. Ve benim şarkılarım artık böyle olacak. Artık hep “uptempo” bir yerde, doğru tınılarda, doğru bir algılama seviyesinde ama bir yerden de seni kurcalayacak. Dinlemek zor gelebilecek belki, bilmiyorum…
Bundan sonrası da yine yeni nesil, farklı soundları, popüler kültürleşen rap, trap, elektronik ögelerle kendi popunu yaratan ama daha uptempo, avangart ve arthouse olmayan, kendi ritmi olan, sürekliliği olan bir süreç olacak. Macera’ya ve Derdo Bebe’ye yakın bir yerde olacağım. Benim anlatacağım edebiyat daha sert, daha punch, daha direk, daha fazla söze sahip daha fazla vokal akışı olan, daha fazla hip-hopa yakın; gerektiği zaman sokakta melodik, gerektiği zaman evde hırçın bir yerde olacak. Ama yine popüler kültürün bir aynalaması olacak ve amacım zamansızlık…
Asabını bozan bir soru var mı?
Bu son soruda Suh.eyl’in bulunduğu yerde elektrik kesilince göz temasımız kesildi ve manidar gülüşmelerle görüşmeyi sonlandırdık. Ertesi gün Suh.eyl aradı ve “Son soruya bir cevap geldi aklıma” dedi ve cevabı şu oldu:
“Özür dilerim”. “Özür dilerim” bence bir sorudur.
Suh.eyl’in yeni teklisi Macera dijital platformlarda.

BU BİR GAL GADOT ÖVME YAZISIDIR
Röportaj: Heja Bozyel
Dünyada sanki son iki film kalmış gibi Oppenheimer ve Barbie filmleri konuşulurken ve Barbie aniden feminizmin pembe simgesi haline gelmişken, tüm insanlık Barbie pembesi tüketimine zorlanırken streaming dünyasında gerçek bir “güçlü kadın” karakter hikâyesi gösterime giriyor: Heart of Stone.
11 Ağustos’ta Netflix’te gösterime girecek olan Heart of Stone filmini herkesten önce izleme ve oyuncuları ile online olarak sohbet etme şansım oldu. Bu şansı elde edince filmi öveceğimi ya da Jamie Dornan aşkımı itiraf edeceğimi sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz. Çünkü Gal Gadot övgüsü yapmak için buradayım. Ama aynı zamanda röportaj öncesi tuvalette ağlayan Jamie Dornan’dan da bahsedeceğim.
*Açıklama: Bu röportajlar haziran ayında, Hollywood’daki yazar grevi başlamadan önce gerçekleştirilmiştir.
Filmi bir kadın hikâyesi kılan sadece konusu ve kadın ajanın gözüpekliği değil, perde arkası. Ama oraya geçmeden önce size kısaca bu aksiyon filminin konusunu anlatayım: Gal Gadot’nun canlandırdığı Rachel Stone karakteri sırlarla dolu bir örgütün içinde kendi sırlarını taşımaktadır. Bu küresel örgütün amacı dünya barışını korumaktır ve Rachel Stone örgütün, aynı zamanda dünyanın en tehlikeli silahının bir hacker tarafından çalınmasını önlemekle görevlidir.
Sıradan, içine kapanık bir bilgisayar uzmanı gibi görünen Stone, bir ajan filminde başrolden beklediğiniz şekilde aşırı şık, topuklu ayakkabılarla kaçanı kovalayan kadın ajanlardan değil. Aksine. Oldukça sıradan ve sade. Neredeyse “Wonder Woman” olduğunu unutturacak kadar sıradan ve sade. Onun yerine Jamie Dornan tüm karizması ile ortama yeterli seksapeli sunuyor. Hatta bir sahnede Dornan’ın üstünü değiştiğine ve kadın ajanın göz ucuyla ve istekle onu izlediğine şahit oluyoruz. Oysa bu film 90’larda çekilse ya da sıradan bir ajan filmi olsaydı bu sahnede karakterler tamamen ters olur, kadın soyunurken erkek bakardı.
Bu ve buna benzer onlarca anekdot ile bu filmin izlediğimiz en feminist filmlerden biri olduğunu savunabilirim ama başta dediğim gibi, filmin başarısı da feministliği de perde arkasında saklı. Gal Gadot, bu filmin sadece başrol oyuncu değil, aynı zamanda yapımcısı. İsrailli oyuncu, Wonder Woman filminin gişe başarısından sonra kadın başrollü aksiyon filmleri yapmaya karar vermiş; “Erkekler de sinemaya gidiyor ve bu da kadın başrol oyuncuları avantajlı kılıyor” diye düşünmüş. “Bond, Mission Impossible, Die Hard gibi aksiyon filmlerini izleyerek büyüdüm. Hepsinin büyük fanıyım.” DC yapımı Wonder Woman sonrası yine Netflix’te izleyebileceğiniz Red Notice ile aksiyon filmlerindeki yerini sağlamlaştıran Gadot, tüm bu tecrübeleri ile aksiyon-macera türünde filmler yapmak için yapımcı olmaya karar vermiş -kadın bakış açısı ile yapılacak aksiyon filmleri olacağının altını çiziyor. “Aksiyonu, hikâyedeki çıkmazları, dönüşleri, şaşırtmacaları seviyorum. İnsanlar filmin başına oturduğunda onları 2 saatlik bir yolculuğa çıkartalım, hem dünyayı gezsinler hem de duygudan duyguya atlasınlar istiyorum” diyen Gadot bu amacını gerçekleştirmeye iyi bir yerden, Heart of Stone’dan başlamış.
Filmin hem başrol oyuncusu hem de yapımcısı olarak ve her mecrada görülmek istenecek güzellikte bir kadın olarak Gadot, bütün dergilerin kapağını tek başına süsleyebilecekken benimle olan sohbet dahil tüm röportaj ve çekimlere filmdeki rol arkadaşı Alia Bhatt ile katılıyor. Bir kadının diğer kadına destek vermesi, el vermesi bu değil de nedir? Bollywood’da 10 yıllık bir oyunculuk kariyeri olan Alia Bhatt’ın ilk Amerika denemesi böyle bir “el verme” ile başlamış. Hintli oyuncu ilk başta aksanından kokrtuğunu söylese de Gadot ve filmin yönetmeni Tom Harper onu rahatlatmış bu konuda: “Dünya barışı için çalışan ajanlardan bahsediyoruz, elbette herkesin anadili İngilizce olmayacak, elbette aksan olacak”. Yalnız burada bir detay daha var: Alia Bhatt çekimler sırasında hamileymiş. “Alia çok mütevazı, sormazsanız anlatmaz ama onu izlemek olağanüstüydü. Karnında bebek, bizimle birlikte dünyayı dolaştı. Sabah çok erken saatte, gecenin köründe işler uzadığında hiç sorun çıkarmadı…” Gadot rol arkadaşından hayranlıkla bahsetse de Alia, gazetecilerin hamilelikle ilgili sorularından çok rahatsız; “Bana ‘kariyerinin zirvesinde hamile kalmakla ilgili tereddüt yaşadın mı’ diye soruyorlar. Ben de aynı soruya kocama soruyor musunuz diyorum. O da oyuncu, o da kariyerinin zirvesinde. Cevap veremiyorlar. Bunu yaşayan ilk kadın ben değiim ama nedense kadınlara aynı soru defalarca soruluyor. Örnek olmamız ve bu sorularla artık karşılaşmamamız gerekli. Film için de geçerli bu. Önemli olan hikâye, başrolün cinsiyeti ikinci konu. Hikâye iyi değilse kimin oynadığının önemi de kalmıyor zaten.”

Heart of Stone – Jamie Dornan as Parker in Heart Of Stone. Cr. Robert Viglasky/Netflix © 2023.
Bu tartışmaya açık bakış açısından sonra çocuk konusundan devam edip mikrofonu bir babaya yani Jamie Dornan’a uzatayım. Çünkü röportajı Babalar Günü’nde gerçekleştirdik ve Jamie röportaja Brezilya’dan bağlandı. Gal ve Alia ile sohbetimiz öncesinde bağlandığım Jamie’nin fena halde güzel İrlanda aksanı ile çocuklarını ne kadar özlediğinden bahsetmesi birçok anlamda iç acıtıcıydı:
-Babalar Günün kutlu olsun Jamie!
– Ah, teşekkür ederim. Tam da bu bağlantıdan hemen önce çocuklarım yaptıkları videoyu gönderdi, onu izledim ve tuvalette gözyaşına boğuldum.
Bunu söylerken de gözleri hafif doldu, başka tarafa baktı. Düşünsenize karşınızda dünyanın en seksi erkeklerinden biri var ve gözleri dolu, az önce tuvalette ağladığını söylüyor. Feminizm mi? Bir dakika beklesin, ben birazdan geri döneceğim…
Aslında Jamie’nin sözleri, ideal bir dünyada ideal bir erkeğin sözleri olarak Alia’nın açısını fazlasıyla doğruluyor: “Şu an Brezilya’da, ailemden uzakta çalışıyorum. Her hafta sonu Londra’ya, eve gidiyorum. Onlar da geldiler buraya ziyarete. En fazla 2 hafta aralıksız çalışma kuralım var ve bu kuralı 10 yıllık babalık kariyerimde sadece 2 defa kırdım. Yine de bu büyük bir çaba. Heart of Stone çekimlerinde Portekiz’e, yanıma geldiler. 2 yıl önce Avustralya’da çekim yapıyorduk ve 5 ay boyunca benimleydiler, okula orada devam ettiler. Onlar için de benim için de kolay değil, normal değil ama bizim hayatımızın normali bu. Bir de çalışmadığım zaman gerçekten çalışmıyorum. Mesela bu senenin ilk 3 ayı çalışmıyordum ve onları her gün okula ben götürdüm, okuldan ben aldım.”
Jamie için ajan rolünü canlandırmak bir ilk. Daha önce onu “sert” rollerde görmüştük, biliyorsunuz yıldızı 50 Shades of Grey serisi ile parlamıştı. “Aşina olmadığım bir tarzda Heart of Stone ama Gal bu tarzda o kadar rahat o kadar kendinden emin ki beni de güvende hissettirdi, rahatlattı. Aynı zamanda çok eğlenceli biri. Hem kendisi hem de yapımcı ortağı olan eşi Jaron, her sahnede oradaydı” şeklinde anlattı.
Jamie Dornan’la çalışmak nasıl sorusunun Gal Gadot’dan gelen cevabı ise şöyle oldu: “Jamie’nin işinin hayranıyım. Belfast bu sene izlediğim en iyi filmlerden. Her zaman sete vaktinde gelir, her repliğini ezberlemiş olarak. Çalışması şahane biri. Hepsinden öte muhteşem bir adam. Çok şakacı. Çocuklarımız, aile yaşamlarımız, aile-iş dengemiz de birbirine çok benzediği için iyi anlaştık.”
Gal Gadot, hayatındaki en önemli kadının annesi olduğunu ve şu an olduğu yani bu övdüğümüz kişiye annesi sayesinde ulaştığını anlattı; “Annem bana ve kızkardeşime hep istediğimiz her şeyi yapmamızı ve ne olursa olsun arkamızda olacağını söyledi. İstediğimiz her şeyi olabileceğimizi ondan öğrendik.” Annesi ve kızkardeşi bir yana, Gadot kız arkadaşlarına da çok düşkün; “İlkokuldan beri devam eden arkadaşlıklarım var. Bence kızarkadaşlık bağı bambaşka bir şey” diyor.
Gadot’nun Heart of Stone filminde desteklediği tek kadın rol arkadaşı Alia değil. Kendi gibi İsrailli olan fazla yetenekli müzisyen Noga Erez (İstanbul’da da konser vermişti), filmin müziklerinde imzası olan kişi. Gadot gibi o da eşi ile çalışıyor ve iki çift yakın arkadaşlar.

Heart of Stone – BTS – (L to R) Director Tom Harper, Gal Gadot as Rachel Stone and Jamie Dornan as Parker on the set of Heart Of Stone. Cr. Robert Viglasky/Netflix © 2023.
Sinemada normalde erkeklerin canlandırdığı tarzda karakterleri kadın olarak canlandırmasının önemini ise şöyle anlattı Gadot: “Ben de 3 kız çocuğunun annesiyim ve doğal olarak doğru olanı yapmaya, iyiyi yaygınlaştırmaya çalışıyorum. Kızlarımın örnek almak isteyeceği kişi olmaya çalışıyorum, bu rolleri de bu yüzden seviyorum.”
Canlandırdığı karakterin sıradan ajan filmlerindeki kadınlardan giyimi ile farklı olması noktasına değindiğimde ise kostüm tasarımcısı Julian Day’in muhteşem olduğunu ve kostümlere birlikte karar verdiklerini söylüyor ama şunu da ekliyor: “Şahsen kadınların ne isterlerse onu giymelerinden yanayım. İster açık giyinsinler ister mutaasıp. Vücutlarını kutlamak mı istiyorlar? Hiç durmasınlar. Ama bu film özelinde hikayeyi ve karakteri doğru anlatacak seçimler gerekliydi, hazırlığı da çok eğlenceli oldu.”
11 Ağustos’ta izleyebileceğiniz filmi ben henüz tüm bilgisayar efektleri tamamlanmadan, renkler düzenlenmeden ve müzik tam yerleşmeden önce izledim. Hatta filmin başında Gal Gadot anlatımı ile bu konuda bir açıklama vardı. Gazetecilerin izlediği versiyonun aslında iş bitince nasıl olacağını çok tatlı bir şekilde anlatıyordu. Yani her şeyin yanı sıra böyle bir detayda bile kendisi direkt iletişim kurmayı seçmişti. Aslında bu bile bu yazının Gal Gadot övgüsü olmasına yeter bence…

“ARTIK İLHAMI KOVALAMIYORUM, O BANA GELİYOR”
Röportaj: Heja Bozyel
Bu iddialı cümle, müzik dünyasının son “centilmenlerinden” Warhaus’a ait. Gerçek adı ile Maarten Devoldere. Aynı zamanda Balthazar grubunun vokali olan Maarten, Bob Dylan, Tom Waits, Elvis Costello, Serge Gainsbourg gibi tescilli romantiklerin yolundan gidiyor ama tıpkı onlar gibi, romantizmi ucuzlaştırmadan, eğlenceli bir şey anlattığı duygusunu vererek yapıyor bunu. Tabii bir yandan da içtenlikle, kanayan yerlerini göstermekten kaçınmıyor. Belçikalı müzisyenin Balthazar’la her şey iyi giderken kişisel bir şeyler yapma arzusu ile başladığı Warhaus macerası beklediğinden daha fazla ilgi gördü. Bunda eski kız arkadaşı yani Warhause albümünde ona sesiyle eşlik eden Sylvie Krausch’un etkisi var elbette. 2022 yılında yayınladığı Ha Ha Heartbreak albümü de bu aşkın (bir aşkın) bitişinin ardından yaşanan duyguları anlatıyor gerek sözlerle gerek müzikle. Şarkılarda sözünü asla esirgemeyen bir imaj çizen Maarten, kendini anlatırken o kadar da konuşkan değil. Belki de zaten her şeyi şarkılarında anlattığı için… Yine de şarkıları insanı iyileştiren, çağın son Gainsbourg ruhlu müzisyeni ile konuşmak güzeldi.
Warhaus, +1 Sunar Gezgin Salon Festivali kapsamında 30 Temmuz Pazar gecesi yani festivalin ikinci gününde Parkorman’da olacak. Festivalin ilk gününün line up’ında müzisyenin eski sevgilisi, müzik partneri ve ilhamı Sylvie Krausch da var! Bu magazin haberinin ardından festivale dönüyorum ve geçen sene son anda iptal olan L’impératice konserinin 29 Temmuz’da gerçekleşeceğini hatırlatıyorum. Aynı gün Satori, Emir Taha ve Kardelen de var programda. Pazar günü ise Warhaus’un yanı sıra Jon Hopkins, Still Corners, Tsar B, The Flabbies ve Büyük Ev Ablukada sahne alacak. İki günde de festivalde bağırarak şarkılara eşlik edeceğimiz kesin.
Selam Maarten, nasılsın, yaz nasıl geçiyor?
Warhaus: Hiç fena değil. Biraz fazla yoğun geçiyor, çok fazla konserimiz var. Hem Balthazar hem de Warhaus ile konserler. Özellikle son 2 hafta çok yorucuydu. Ben hep iş-özel hayat dengesi kurmaya çalışıyorum yoksa bedenim protestoya geçiyor. O yüzden son 2 haftadır sürekli yollarda olmak dengemi biraz bozdu ve zorladı. Şimdilik tamamen konserlere odaklanmış durumdayım. Çok eğleniyoruz, çok mutluyum, harika yerler görüyoruz ama artık ourup şarkı yazmak istiyorum, ellerim kaşınıyor bunun için.
Son konser neredeydi?
Warhaus: Belçika’da bir depodaydı, Balthazar konseriydi. Ondan önce de Fransa’da oldukça kalabalık bir konserimiz oldu.
Aynı anda hem Balthazar hem Warhaus ile konserler vermek işi iki kat zorlaştırmıyor mu? Kişilik bölünmesi gibi…
Warhaus: Evet ilk kez böyle bir şey yapıyorum. Normalde sadece bir grubu öne çıkartıp programlarsın, onunla konserlerin olur. Yani o şekilde daha dayanılabilir oluyor. Ama şimdilik o kadar da şizofrenik bir çizgide değilimr. Balthazar ile yeni şeyler çalmıyoruz neyse ki. Bu da fazla prova gerekmiyor demek. Aksi olsa zaten kafam kaldırmazdı!
İstanbul için hazır mısın?
Warhaus: Evet, heyecanla bekliyorum İstanbul’u. Şehri çok seviyorum, her zaman için oraya gelmek büyük keyif oluyor. Daha fazla zaman geçirmek istiyorum aslında İstanbul’da ve Türkiye’de.
İstanbul da sizi çok seviyor!
Warhaus: Evet, bunu Spotify’da görebiliyoruz!
Nasıl yani?
Warhaus: Datalara bakıyoruz. En çok dinleyici Belçika’da ikinci sıradaki dinleyiciler ise İstanbul’da.
Sevildiğinizi biliyordum ama bu kadarından habersizdim! Warhaus senin için hâlâ ikinci iş gibi mi? Nasıl hissediyorsun bu konuda?
Warhaus: Solo olduğu için yan proje gibi hep. Warhaus daha çok ben ve o dönem hayatın neresinde olduğumu anlatan bir iş. Beni neler etkiliyor, neler hakkında yazmak istiyorum? Bunları cevaplamamı sağlıyor. Balthazar için de yaptığım bazı kişisel şarkılar var ama o bir grup olduğu için farklı. Birden fazla şarkıcı, şarkı yazarı ve haliyle apayrı bir dinamik var. Oysa Warhaus ile tek başıma en derine inebiliyorum.
Eskiden hep ilhamın bir kadınla, aşkla geleceğini sanıyordum, peşinden koşuyordum. Bu da başımı belaya sokmama sebep oluyordu ve bu sayede oturup şarkı yazabiliyordum. Sonra tüm dünyadaki insanların başına gelen şey, benim de başıma geldi, üniversal bir şey, bir kalp kırıklığı. Bu sayede de şarkılar bana gelmeye başladı ben onları aramadan.
Dediğin gibi Warhaus hayatının en derinini anlatıyor, özel hayatını tamamen şarkılara döküyor. Bu yeni bir ilişkiye başlarken seni daha savunmasız mı yapıyor yoksa daha güçlü hissetmeni mi sağlıyor?
Warhaus: Sanırım daha savunmasız hale getiriyordu son albüme kadar. Çünkü daha öncesinde daha da savunmasızdım. O zamanlar hep bir ilhamın peşindeydim. Eskiden hep ilhamın bir kadınla, aşkla geleceğini sanıyordum, peşinden koşuyordum. Bu da başımı belaya sokmama sebep oluyordu ve bu sayede oturup şarkı yazabiliyordum. Sonra tüm dünyadaki insanların başına gelen şey, benim de başıma geldi, üniversal bir şey, bir kalp kırıklığı. Bu sayede de şarkılar bana gelmeye başladı ben onları aramadan.
Şahane!
Warhaus: Bu şekilde daha saf ve daha dürüst bir hale geldiğini düşünüyorum müziğimin. Belki ilk iki albüm daha mistik, daha gizemliydi. Dürüst şarkıların da her zaman daha iyi olduğunu iddia etmiyorum. Benim için daha iyi oldu bu çünkü altında ezildiğim duyguları içimden çıkartmamı sağladı. Başka bir şey düşünemiyordum, başka bir şey yazamıyordum. Sadece bunları yazıyordum ve çalışıyordum o dönem. Bu bilinç akışı değil, günlük değil, başka bir şey…
Hepsi aslında.
Warhaus: Evet ama öte yandan yine metaforlar ve şiir var içinde. Bazı şarkılar hayal gücünüze bırakıyor kendilerini. İnsanlar duydukları şarkıları birbirlerinden farklı şekilde anlıyorlar çünkü aynı şarkıya herkes farklı duyguları, farklı gerçeklikleri projekte ediyor. Bu yüzden dürüst olmak ile savunmasız kalmak arasında bir karışım yapmaya çalışıyorum sözlerle ve farklı anlamlara gelecek sözlerle.
Şarkılarındaki kadar romantik biri misin diye soracaktım ama sanırım cevabımı almış oldum…
Warhaus: Bu çok karışık… Romantiği nasıl tanımladığına bağlı. Genelde kendi düşüncelerine gömülmüş biriyim. Sürekli yaratıcı süreçleri düşünüyorum bu da beni sessiz biri yapıyor. Bunu romantik bulabilirsiniz ama kız arkadaşlarım bazen bunu sinir bozucu bulabiliyor. Bir de dediğim gibi, eskiden kız arkadaşlarımda aradığım ilhamın kendi içimde olduğunu gördüm. Bir kadınla yaşadığım bir anı çok ilham verici bulabiliyordum ama öğrendim ki bu benim fantezilerimin yansımasıymış. Demek ki bu şarkılar da öyle. Hatta bunlar aşk şarkıları mı onu da bilmiyorum artık. Son albüm ise bambaşka. İlk kez yalnızdım, tek başımaydım o albümde. Müziğin içimde olduğunu öğretti bu bana. Tıpkı Jung’un dediği gibi feminin anima gibi. Bir kadının ruhu gibi.
Bir kadınla yaşadığım bir anı çok ilham verici bulabiliyordum ama öğrendim ki bu benim fantezilerimin yansımasıymış.
Biraz önce “Her dinleyici kendi duygusunu projekte ediyor şarkılara” dedin. Öyle olsa bile çok farklı yerlerden çok farklı insan aynı duyguyla söylüyor şarkılarını sen sahnedeyken. Müziğin sayesinde. Onca insanın aynı acıyı yaşadığını ve belki de aynı şarkılar aracılığı ile iyileştiğini görmek nasıl bir duygu?
Warhaus: Çok mistik, tarif edemem, en güzel duygu. Bir o duygu bir de bir şarkıyı tek başıma yazıp bitirdiğim an. Çünkü yazmak berbat bir iş. Çok çalışma gerektiriyor ve hiçbir zaman yeterince iyi olmuyor. Ama bir duygu buluyorsun ve o duygu seni götürüyor. O anda İlahi olana ulamışsın gibi hissediyorsun ve havalı bir kelime yazıyorsun. O yüzden sahnedeyken de herkesin aynı modda, ayn duygu işe senin şarkını söylediklerini izlemek sana dünyada daha büyük ve mistik şeyler olduğunu söylüyor.
Warhaus’un da olduğu +1 Sunar: Gezgin Salon Festivali biletleri passo.com.tr ve İKSV gişelerinde.

THE CREATIVE DRIVE: STORIES OF RS - RENGARENK BİR EVRENDEN GELEN YETENEK: EDA BIRTHING
Yaratıcılık tutkusu ile ayakta kalanların, hayat bulanların hikayesini ve varoluşunu kutladığımız “The Creative Drive: Stories of RS people by calling” serisinde ikinci konuğumuz, herkesin kendini istediği gibi ifade edebildiği bir dünya hayal eden calling komünitesinden Eda Birthing ve yaratıkları. Her şeyin rengarenk ve sevgi dolu olduğu bir evrenden merhaba. Bu evren Eda Birthing (Eda Yorulmazoğlu) tarafından yaratıldı ve burada yargılara yer yok, bolca dans, özgürlük, renk ve neşe var! İçindeki tüm renkleri yansıttığı tasarımlarına bayıldığımız Eda Birthing ile stüdyosunda ve hızımızı alamayıp İstanbul sokaklarda eğlenceli bir çekim yaptık, biraz da sohbet ettik.
“The Creative Drive: Stories of RS people by calling”
Prodüksiyon: calling
Kreatif Direktör: Gümrah Şengün
Fotoğraf: Can Görkem
Styling: Yaşar Eyyubi
Röportaj: Heja Bozyel
Art direktör: Derya Kın
Makyaj: Deniz Dilara Sarılar
Prodüksiyon Asistanı: Cem Onan
Yaratım sürecinden bahsedebilir misin biraz? Tüm bu muhteşem yaratıklar nasıl doğuyor?
Tasarım sürecim ne yaptığım, kim için yaptığıma bağlı olarak farklılıklar gösteriyor genelde. Bir kişi için tasarım yapıyorsam; kim olduğuna, o kişide hangi renkleri gördüğüme yani ruhuna odaklanırım. Karşımdaki kişiler bazen istediklerini çok net şekilde söyler, ama çoğu zaman yapmamı istedikleri bir renk veya hikaye belirtir veya sadece “Eda, istediğini yapabilirsin” derler.
Hangisi daha kolay senin için?
Eğer tanıdığım biriyse istediğim gibi yapmak benim için çok kolay çünkü kim olduklarını, vücutlarını nasıl kullandıklarını, hareketlerini bilirim. Ama tanımıyorsam ve daha önce hiç görmediysem, bana bir şeyler anlatmaları işimi kolaylaştırır. Yoksa Instagram’a bakmam ve kim olduklarını anlamaya çalışmam gerekiyor. Bir gösteri için ve bir konseptle yaratıyorsam, genellikle ilgimi çeken bir şey veya rüyamda gördüğüm veya hayatımda yaşadığım ve yeniden yaratmak istediğim bir an ilham oluyor. Veya bazen, hayatımda kötü, travmatik olay olduysa, o karanlığı ışığa dönüştürmeyi severim. Yani, süreç için birçok farklı yol var.
Tasarımlarını ilk gördüğüm andan itibaren rüyalarını merak ediyorum! Yaratımların gibi rengarenk, canlı, bilim-kurgu filmi tarzı rüyalar mı görüyorsun yoksa hiç rüya görmeyenlerden misin?
Her sabah yorgun bir şekilde uyanıyorum.
Hiç şaşırmadım!
Rüyalarım filmler gibi, adım adım ilerliyor ve bir şekilde hepsi birbirine bağlanıyor. Bazen kafam karışıyor. Bazen bir şeyi rüyamda gördüğümde, anlayamıyorum, gerçekten mi yaşadım? Hala gerçek mi bazen? Kendimi sorgulamam gerekiyor, gerçek miydi rüya mı? Ya da bazen gerçekten stresli olduğumda ve dikiş dikme ya da model oluşturmayla ilgili bir şey kafama takılırsa, rüyamda bunu nasıl çözeceğimi buluyorum. Rüyamda model yapıyorum ve sonra uyanıyorum. “İşte şunu yapmalıyım, tabii ki böyle yapmalıyım” diyorum.
O zaman bir şey için bir çözüm bulamadığında uykun gelir mi? Cevap bulmak için uyur musun?
Genellikle cevabı bulamadığımda, kendimi zorlamaya eğilimliyim. “Bitirmem gerekiyor, bitirmem gerekiyor, çözmeliyim” diye zorlarım. Ama sonra evet, hiçbir şey yapamazsam uyumam gerekiyor. O zaman her şeyi çözüyorum. Yani cevap aslında her zaman orada. Ama stresli olduğumda zaten uyuyamıyorum. Ve sonunda uyusam bile, cevabı bulunca uyanıyorum, kısır döngü!
Çocukken en sevdiğin çizgi film neydi?
Cartoon Network’ü çok izlerdim, aslında biraz ürkütücü çizgi filmleri var. Mesela CatDog gibi. CatDog favorimdi. Dexter’ın Laboratuvarı veya The Powerpuff Girls gibi çizgi filmleri de severdim. Beetlejuice beni korkuturdu, ama yine de izlerdim. Courage the Cowardly Dog vardı, çok seviyordum. Korkutucuydu, ama seviyordum. Sadece böyle çizgi filmler. Aslında çocuklar için mi yapılmışlardı, bilmiyorum, çünkü o kadar korkutucular ki! Ama yine de izlerdim.
Çalışmalarında bu çizgi filmlerin yansımalarını görüyor musun hiç?
Evet, eminim yansımaları vardır. Yani bilinçli olarak değil, ama çocukken onları çok izlediğim için eminim yansımaları vardır. Bazı çalışmalarım belki bu yüzden ürkütücü olabilir.
Ürkütücü ama hiçbiri kötü yaratıklar değiller, değil mi?
Hayır, asla! Onlar canlarım, melek gibiler.
Peki senin dünyanda ne var olamaz, yaşayamaz?
Yargı. Yargı olamaz. Aslında benim yapmak istediğim şey, bu yaratıkların yargısız bir dünyada yaşamasını sağlamak. Nasıl yaşamak istiyorlarsa öyle yaşayabilmeliler. Hatta, mesela moda gösterilerinde, tasarımları genellikle yaratıklar üzerinde gösteriyorum, çünkü daha çok bir performans ve gösteri gibi oluyor ve insanlar yargıyı bir kenara bırakıp yaratıkları, yaratıkların giydiklerini görüyorlar.
Çok mantıklıymış. İnsana karşı yargılı olmak, eleştirmek ne kadar kolaysa, ne olduğunu bilmediğimiz ve sempati ile yaklaştığımız hayali bir yaratığa karşı bir o kadar yargısız olabiliriz. Peki, çalışırken en verimli olduğun yer neresi?
Genellikle odam, çünkü benim güvenli bölgem. Orası benim. Etrafımda eşyalarım var, kendimi en güvende hissettiğim yer ve çoğu fikrim orada oluştu. Uyuduğum oda. Ama aynı zamanda doğanın olduğu herhangi bir yer de diyebilirim. Yaratımlarım organik olduğu için doğa bana her haliyle ilham veriyor. Bir bitkinin büyümesi, renkleri hatta çürümesi bile.
Sanırım dans etmeyi seviyorsun. Dans ederken Eda nasıl biri oluyor, neler doğuruyor?
Özgürlük. Dansın bana getirdiği şey özgürlük ve tekrar çocuk gibi hissetmek. Çünkü dans ederken, umursamamayı seviyorum. İnsanların nasıl dans ettiğim hakkında ne düşündüğünü ne olursa olsun umursamıyorum. Hatta yerlerde sürünebilirim, eğer istiyorsam. Çünkü o şekilde özgür hissediyorum. Beni tekrar bir çocuk gibi hissettiriyor. Bu aynı zamanda tasarımlarımın da konsepti: Çocukluğu bulmak, neyin özgür hissettirdiğini, neyin rahatlık verdiğini ve aynı zamanda mutlu olduğum vücut hareketlerini bulmak. Dans ettiğimde gerçekten mutlu oluyorum. Bu yüzden bunu yaratıklarıma da uygulamaya çalışıyorum, onları düşündüğümde, sanki sallanıyorlar, hareket ediyorlar gibi hissediyorum.
Dans ederkenki mutluluğun hissediliyor. O yüzden bu soruyu sormuştum, doğruymuş. Peki, çocukken en sevdiğin oyuncak neydi?
Oyuncak… Emin değilim… Bebeklerim vardı, ama erkek kardeşim hepsinin başlarını koparırdı. Yani hatırlaması biraz üzücü. Şeyi çok severdim, hani gözlerine yaklaştırıp küçük filmleri izlediğin bir alet vardı. Kamera gibi. (ViewMaster’dan bahsediyor) Çok severdim!
Ah, evet! Çok güzeldi onlar! Yalnız Türkiye’de genelde onlar bize Hac’ce giden büyükler tarafından getirilirdi ve filmlerde Mekke, dua eden insanlar gibi görüntüler olurdu. Bir bit pazarında dünyadan farklı yerleri gösteren filmler ve çizgi film gösterenleri bulunca delirmiştim!
Benimkilerde çizgi film vardı. Bir de slinky oyuncakları çok severdim, hareketlerine bayılıyordum.
Slinky oyuncakların yansıması tasarımlarında rahatlıkla görülüyor. Yaratıcılar için dünya genelinde bir kural koyabilseydin, ne olurdu?
Herkesin kendi mutluluğunu sağlayan şeyleri yapması olurdu. Çünkü para kazanmamız gerekiyor ama yine de mutlu olduğumuz bir yol bulunabilir. İnançlarımıza uygun olmayan bir şeyi yapmamalıyız. Eğer inançlarımıza aykırıysa, muhtemelen yapmamamız gerekiyor. Benim de kendime koyduğum kurallar arasında sadece beni mutlu eden şeyleri yapmak yer alıyor. Ve bunun herkes için önemli olduğunu düşünüyorum.
Chicago’da büyüdün, tasarımlarını yapmaya orada başladın. Peki neden İstanbul’dasın?
Aslında bunu planlamamıştım. Hayatımın büyük bir kısmını Chicago’da geçirdim ve pandemi öncesinde buraya gelmiştim. Başlangıçta sadece bir ay kalmayı düşünüyordum. O dönemde işlerimi yapmak için burada küçük bir üretim evi kuracaktım. Ama sonra Corona salgını ortaya çıktı ve geri dönemedim, İstanbul’da planladığımdan daha uzun süre kalmak zorunda kaldım. Ancak bu süre boyunca şehre aşık oldum. İstanbul canlı ve kültürel açıdan zengin bir yer. Tarih ile modernlik harika bir şekilde bir araya geliyor ve mimari, renkler ve çeşitli toplulukların bu şehirde varlığı bana ilham veriyor. Ayrıca burada sanatla ilgilenen harika insanlarla tanıştım. İstanbul’da sanat sahnesi çok canlı. İşbirliği yapma ve çalışmalarımı sergileme fırsatı buluyorum. Yaratıcı topluluğa ait olma hissi ve bağlantı hissettim, bu da burada kalmak istememe sebep oldu. Sonuç olarak, İstanbul’un benim için özel bir yere sahip olduğuna karar verdim ve bu şehirde yaşamak beni mutlu ediyor.
Her şeye rağmen?
Evet her şeye rağmen. Bir de burada ilk kez boş kalabildim.
Nasıl yani?
İlk kez 26-27 yaşında, burada tatil yapabildim. Çalışmadan vakit geçirebildim ve bunun bir süreliğine bana iyi geldiğini gördüm.
Peki yaşadığın yerin dinamikleri işlerine nasıl yansıyor?
Burada gece hayatı daha az olduğu için ve ben drag queenlerle yakın çalıştığım için sahnede kostümlerimi daha az görüyorum. Chicago’da kostümlerimi sürekli sahnede görüyordum. O yüzden etkinlikler düzenliyorum ve hepsi çok güzel geçti. Bir de burada sokakta kendimi pek güvende hissetmiyorum. Chicago’da kostümlerimi sokakta giyebilir ve hiçbir şeyi umursamazdım. Ama burada her zaman ne olacağını biraz daha düşünmek zorunda kalıyorum. Birkaç kez denedim, hiçbir şey olmadı, ama yine de dikkatli olmak zorundayım, daha fazla cesaret istiyor.
Kostümlerinle olduğunda köpeğin nasıl tepki veriyor?
Beni her zaman aynı şekilde karşılıyor. Kostümlerime veya dış görünüşüme aldırış etmiyor. Onun için önemli olan, benim yanında olduğum ve sevildiği gerçeği. Köpeğim benim için gerçek bir destek ve sevgi kaynağı. Onunla birlikte olduğumda kendimi daha güvende hissediyorum.
Türkiye’de ve dünyada yaşanan olaylar, elimizde olmayan durumlar ruh halini ve yaratıcılığını nasıl etkiliyor?
Türkiye’de yaşanan olaylar, beni bazen endişelendiriyor ve üzüyor. Ancak genel olarak, yaratıcılığımı etkilemiyor. Elbette dünyadaki olumsuz durumlar insanın ruh halini etkileyebilir, ancak yaratıcılık benim için bir çıkış yolu ve bu tür olaylardan sıyrılabileceğim bir alan. Sanat ve drag performansları, kendimi ifade etmek ve başkalarına ilham vermek için kullanabileceğim bir araç. Dolayısıyla, olumsuzluklara rağmen yaratıcılığımı devam ettiriyorum.
Drag şovlarında izleyicilerin ne yaşamasını istiyorsun?
İnsanların öncelikle eğlenmelerini ve gerçekten kendilerini ifade edebilmelerini istiyorum. Benim için drag, cinsiyet normlarına ve toplumun beklentilerine meydan okuma anlamına geliyor. İnsanların drag şovlarda kendi benliklerini keşfetmelerini ve ifade etmelerini istiyorum. Ayrıca drag, birlikte eğlenmek, desteklemek ve topluluk ruhunu hissetmek için bir fırsattır. İnsanların drag şovlarından kendilerine güven ve cesaret bulmalarını, farklılıkları kutlamayı öğrenmelerini ve dışlanmış gruplara destek vermeyi öğrenmelerini istiyorum.
Yeni projelerin var mı? Yakında senden nasıl haberler alacağız?
Amerika’ya gidiyorum Haziran ayı için. Bir müzik festivalinde performans sergilemek için işe alındım. Bir grup topladım, tüm kostümleri hazırladım ve dört gün boyunca orada olacağız. Her gün performans sergileyeceğiz. Gidişimin ana nedeni bu. Ayrıca, Chicago’dayken planladığım diğer performanslarım da var. Ve yaz sonrasında burada daha fazla gösteri planlamak istiyorum.

THE CREATIVE DRIVE: STORIES OF RS - ÜSTLERİ BAŞLARI ANİMASYONLU:VİCOTÜCO
calling komünitesinden yeni yaratıcılar Reflect Studio’nun optimist fütürist dünyasında buluşuyor. Her şeye rağmen yaratıcılık tutkusu ile ayakta kalanların, hayat bulanların hikayesini ve var oluşunu kutladığımız “The Creative Drive: Stories of RS people by calling” serisinin ilk konuğu kendi dilini ve rengini yaratabilenlerden Vicotüco. Karşınızda Sinan Kutluay, Ali Mert Değirmencioğlu ve Mert Avcı. Nam-ı diğer Vicotüco. Yani Vicdan Tüccarları. Hani Instagram’da arkadaşlarınıza gönderdiğiniz animasyonları yapan ekip. Rahat, iyi dinamikler oturtmuş ve işleri ile ilgili ne istediklerini bilen bir ekip Vicotüco. Aslında henüz yolun başındalar. Yakın zamanda streaming servislerinde çizgi film serilerini görmemiz, her reklamda seslerini duymamız kaçınılmaz olabilir. Hatta Temmuz ayında 4 şarkılık bir EP’leri çıkacak ve bu şarkılardan birinde konukları Nova Norda! O yüzden -hala daha- biraz alternatif bir yerde sayılırlarken onlarla tanışmak ve birlikte gülmek isteyebilirsiniz.
“The Creative Drive: Stories of RS people by calling”
Prodüksiyon: calling
Kreatif Direktör: Gümrah Şengün
Fotoğraf: Can Görkem
Styling: Yaşar Eyyubi
Röportaj: Heja Bozyel
Art direktör: Derya Kın
Makyaj: Deniz Dilara Sarılar
Prodüksiyon Asistanı: Cem Onan
Nasıl tanıştınız? Nasıl bir araya geldiniz? Oradan başlayalım mı?
M.A.: Biz Sinan’la ortaokuldan arkadaşız. Mert’le de herhalde üniversite zamanı yine böyle aynı ortamlardan tanışarak arkadaş olduk. Önceleri bir müzik grubumuz vardı. Aslında müzik yaparak başladık. Biraz öyle tanışmış gibi olduk. Bugüne kadar geldi. Detay çok fazla şey var. Bu özeti.
Ama başta iki kişi başlamıştınız değil mi?
S.K.: Evet, evet, yani Mert’i tanıyorduk aslında. Yani biz şunu yapmaya başlamıştık ama Mert’le de böyle fikir konuşuyorduk hep. Hani birlikte bir şeyler yapmak istiyorduk hep. Daha sonrasında bir animasyon kısa film yapma durumu oldu, Kuru Kabus diye. Hatta şu an izlenebiliyor, reklamını da yapalım. O sırada Mert’le birlikte çalıştık. Hem senaryoyu hem animasyonda falan çalışınca devamı da geldi.
A.M.D.: Biz bu arada Sinan’la aynı üniversitedeydik. O grafikte ben heykeldeydim.
Hangi okul?
A.M.D.: Marmara Ünivetsitesi, Güzel Sanatlar.
S.K.: Birlikte çok güzel bir dinamik olduğunu fark ettik üçümüzün arasında.
M.A.: O yüzden 2020’den beri üç kişi olarak devam ediyoruz.
Peki isme gelebilir miyiz? O nereden çıktı? Biz ofiste nasıl okunuyor “Vikotuko mu Vicotüco mu” diye tartıştık ama bir sonuca varamadık.
M.A.: İkisini de söyleyen var ama aslında şöyle; biz Sinan’la ne yapacağımızı bilmiyorduk. Bir şekilde bir içerikler, ses kayıtları yapıyorduk. Böyle aptal aptal. Animasyon bile yoktu. Yani sadece bir şeyler kaydediyoruz, bir şeyler çiziyoruz falan… Bir araya toplayıp bunları paylaşmaya başlayalım dedik. Sinan bir Instagram hesabı aç dedi bana, adı ne olsun derken Vicdan Tüccarları diye salladı. Çok iyiydi ama çok uzun diye Vicotüco yaptım. Öyle devam ettik.
Hangi noktada bu kadar çok insana ulaşmaya başladınız?
S.K.: Aslında ilk çıktığında kendi çevremizden başlayan hızlı bir yayılma olmuştu. Keşfeden insanlar çok seviyordu, sürekli içerik istiyorlardı. Sonra 2020’de, pandeminin başında bir artış oldu ama en son “Ölüm Burger” diye bir seri yaptık. Orada iyice arttı. O şekilde bir ilerledi. Yani yavaş yavaş ama hep ilerledi aslında.
Arabada neden 2 kişisiniz?
M.A.: Bu fikre başladığımızda Mert’le yazmamıştık. Bu, Sinan’la yazdığımız bir şeydi. Sonrasında Mert de var. İlk bölümde yoktu ama ikinci bölümde arabada aynada sallanan “o şey” Mert mesela. Öyle bir dinamik kurduk.
S.K.: Mert’in karakteri her bölümde başka bir yerde. Hep enteresan bir şekilde sokalım diye düşündük.
A.M.D.: Evet, joker gibi bir şey.
M.A.: Bir de Mert şiir yazıyor, 2 kişinin sohbetinin arasında şiirlerini okuyan delice bir karakter olarak sokmak istedik. O yüzden de bazen cansız bir nesne, bazen bir insan olabilir.
Peki o arabada gittiğiniz yol nereye gidiyor?
S.K.: Onu da Mert cevaplasın.
A.M.D.: Hiçbir yere gitmiyor ya…. Belli gidiş yok gibi orada aslında o tamamen iki kişinin kurduğu bir diyalog gibi geliyor. Her yerde olabilecek bir şey. Nerede olsun? Arabada da olur, ortada da olur gibi…
Aslında metaforik anlamda sormuştum…
M.A.: Ölüm Burger nezdinde düşününce biraz farklı bir içerik yaptık orada. O yüzden de yani ikisinin de gidişatı bilmediğimiz bir yol gibi. Biz de bilmiyoruz, nereye gidiyor?
A.M.D.: Evet, evet, biz nereye gidiyoruz?
M.A.: Ben daha felsefik giriyorum.
A.M.D.: Aslında, film yapmak çok heyecanlandırdı bizi. “Kuru Kabus”, böyle üçlü dinamik kurduğumuz bir şey oldu. İlerleyen vakitte yine öyle bir şey yapmayı çok istiyoruz. Film yapmak çok zevkli bir şey. Tamamen kendimizi koyabileceğimiz bir şey. Hatta böyle bir çizgi film serisi gibi bir şey planlıyoruz. Senaryosunu yazmaya başladık, yarıladık gibi hatta. Biraz para kazanmaya odaklandık bu süreçte, son birkaç aydır. Birazcık daha böyle depolayıp sonra full çizgi filme kanalize olmak gibi bir gidişat var.
S.K.: Türkiye’nin siyasi standartlarına göre çok büyük hayallerimiz var tabii.
Hepimizin galiba… O değişmeyen bir durum. Peki çocukken hangi çizgi filmleri izliyordunuz?
M.A.: Nickelodeon, Fox Kids.
S.K.: Ben mesela “Andy’nin Nesi Var”ı çok seviyordum. En sevdiğim çizgi film oydu. Çılgın Korsan Jack vardı. Fox Kids tarafında işte Spiderman’lar, Nickelodeon’da Hey Arnorld vardı.
M.A.: Real Monsters falan.
S.K.: Hepsini deli gibi izledik. Hani böyle daha kızlar için olan, prenses çizgi filmi falan onları da izledik.
M.A.: Hepsi farklı, bir Macar prensi gibi bir şey vardı, onu da izlerdim.
A.M.D.: Onu ben hiç sevmedim, izlemiyordum.
S.K.: Şimdi bakınca şeyi hatırlıyorum mesela. O zaman da ben izlerken o animasyonun nasıl yapıldığını düşünüyordum aslında. Hani bunları tek tek çiziyorlar. Mesela öyle bir duvar kırılacağı zaman o duvarın kırılacak kısmı daha farklı bir renkte olurdu. Onu düşünürdüm; “böyle o zaman onu böyle ayrı çiziyorlar”, tamam. Sonradan düşününce aslında demek ki merak ettiğim bir konseptmiş bu genel olarak.
A.M.D.: Biz zaten animasyon eğitimi almadık. Animasyoncu değiliz aslında. Grafik tasarım okuduk hepimiz. Heykel okudum ben. Farklı yerler ama animasyona girip animasyon araştırdıktan sonra fark ettik ki, 90’lardaki bu çizgi filmler bize inanılmaz etki etmiş, teknik anlamda da fikir anlamında da tarz ve mood olarak da. Biz bayağı beslenmişiz ondan geleceğe dair bir çizgi film yapma adına.
M.A.: Evet, bir de şansımıza gerçekten üçümüzün de çocukluğu çok benzer geçmiş.
A.M.D.: Yani ben daha sonra tanıştım onlarla ama aynı şablonu yaşadığımız için etkilendiğimiz şeyler çok ortak. O yüzden estetik anlamında çok böyle birlik sağlandı hemen bir anda.
Mert Değirmencioğlu
Aslında sizden bir önceki kuşakla da direkt bağlantı kurabiliyor çünkü MTV renkleri ve duygusu var.
S.K.: Evet, aslında benzer zaten, yani jenerasyonlar olarak o dönemin televizyonları öyleydi. Çok eğlenceli, renkli, rahat.
Sinan Kutluay
Peki şimdi neler izliyorsunuz?
S.K.: Yani şimdi açıkçası çizgi film anlamında çok fazla şey yok. Onu konuşuyorduk geçende… Nasıl bu kadar iyi şeyler üretilmiş biz çocukken ve şu an bu nasıl azalmış… Daha iyi olması gerekirken… Tabii ki yine çok iyi şeyler var ama sayı olarak o kadar fazla içerik yok gibi. Bu tarz bir çizgi film anlayışı olarak.
M.A.: Bazen işte Miyazaki falan izleyince moralimiz çok bozuluyor. Nasıl yapıyorlar bunları? Geçen işte Akira’yı izledik ve kafamızı bulandırdı yani tabi.
S.K.: Böyle bir şey yapmaya çalıştık, hüsranla sonuçlandı. 3 kişi ile yapılabilecek bir iş değilmiş.
M.A.: Onun dışında Smiling Friends diye bir şey var. Ufak bir seri, o da çok tatlı. Rick and Morty zaten artık o herkes tarafından biliniyor. Şu an bir mizah anlayışı olarak herkesi etkiledi. Özellikle çizgi film tekniği olarak değil de mizah anlayışı ve işleyişi olarak çok yeni bir şey yapmış oldu. O yüzden bizi de etkiledi.
S.K.: Daha çok film izliyoruz. Öyle hayallerimiz de var. Yani gerçekten live action bir şey yapmak belki… Film değil de belki dizi olabilir ama işin o tarafını da denemek istiyoruz.
İşin bütün kurgusunu da senaryosunu da siz yaparak mı devam etmek istiyorsunuz, yoksa birisi size bir senaryoyla gelse birlikte çalışmaya da açık mısınız?
M.A.: İşin yazma-yaratma tarafı ilgimizi çekiyor… Yani tabii ki olmaz değil ama…
A.M.D.: Mesela teknik anlamda birileriyle çalışmak gerekli olabiliyor. Eğer film yapacaksak bir görüntü yönetmeni gibi ama genelde işin kreatif kısmını kimseye bırakmak istemeyiz herhalde. Bizi en çok heyecanlandıran kısım o çünkü.
M.A.: Evet, özendiğimiz şeyler onlar.
Mert Avcı
Anlıyorum. Peki, başarılı olmak ne demek sizin için?
S.K.: Sadece sevdiğim bir şeyi yaparak hayatını devam ettirebilmek bence başarı. İşinden nefret etmeden hayatından para kazanabilmek, yaşayabilmek. Yani o kadar büyük büyük bir para değil ama en azından uğraştığın şey, kıymet verdiğim şeyler olsun.
M.A.: Karşılığını maddi manevi alabildiğin bir hayat yaşadığında bir şekilde başar. Belki yaş ilerledikçe bu başarı kriterini şekli değişiyordur. Çocukken çok daha farklı geliyordu mesela. Şu an bir de ülkenin şartları da biraz tabi onu şekillendirdi.
Başarı algısını küçültüyor mu ülkenin şartları?
M.A.: Yani küçültmüyor ama standardı düşüyor.
S.K.: Bir işten para kazanırsak onu diğer bir işe hemen yatırıyoruz. Zaten iş bizim oyun alanımız olduğu için gidip araba alalım gibi bir hayalimiz olmuyor.
M.A.: Türkiye’de olmamız ve Türkiye’de bunu yapmamız, bir yerde bir delilik gibi. Ama başarı kriteri de buradan geçiyor. Yani burada olmayan, burada yapılmamış bir şeyi yapmak da motive edici bir şey. Biz de biraz onu yaşamak istiyoruz. Yani Türkiye’de bu işi yapmakla, yurt dışında bir yerde yapmak arasında çok farklı motivasyon farkı var.
Kesinlikle. Peki yaratamadığınız zaman ne yapıyorsunuz?
S.K.: Orada da işte 3 kişi olmanın büyük bir avantajı var bence. Çünkü bazen biri tıkanıyor, “Benden yok abi, siz bir şey bulun şu an” diyor. Ama bazen üçümüzün de tıkandığı zamanlar oluyor.
M.A.: Üçümüz de tıkandığında galiba yeni bir soluk gelmesi gerekiyor. Yani bir anda yeni bir kafa geliyor. Yeni bir içerik tipi ya da yeni bir anlayışla bir şeye yükseliyoruz. O zaman geri çıkıyoruz.
Peki bir şeyin iyi olup olmadığına karar verirken nasıl bir süreç işliyor? İki kişinin oyu yeterli mi?
S.K.: Bir kişinin bile oyu yeterli.
A.M.D.: Aynen tohum bir kere ekildi mi diğerlerine de güç verebiliyor.
S.K.: Bazen bir şey çiziyorum. “Çok kötü” diyorum, onlar “Çok iyi” falan diyorlar. “O zaman iyidir” diyorum. Onu hiç sorgulamıyorum ya da tam tersi oluyor.
M.A.: O dinamiği bir şekilde oturttuk. Yani biri gerçekten “Bu inanılmaz iyi” deyip diğerleri “Berbat” asla demedi.
Her gün aynı saatte burada mı buluşuyorsunuz, çalışma düzeniniz nasıl?
A.M.D.: Evet, o sisteme girmek bize çok iyi geldi. Yani böyle belli geldiğimiz ve çıktığımız bir saat var. Sabah ilk, bir saat falan konuşuyoruz. Sadece gündem, muhabbet vesaire, oradan da bir şeyler çıktığı oluyor. Ama onun dışında böyle bir herkesin yavaş yavaş çalışmaya başladığı bir evre oluyor. O öyle başlıyor, işte akşama kadar gidiyor. Arada bir tıkanırsak eğer yürüyüş yapıyoruz.
S.K.: Beyaz yakalı gibiyiz. Sabah 9 akşam 5’e kadar böyle çalışıyoruz.
A.M.D.: Evet, evet, çok askeri bir düzendeyiz yani aslında.
Bir şey üretirken bunu yakalayabilmek aşırı zor.
S.K.: Özellikle birkaç kişi olduğunuz zaman o disiplin olmadan çok zor. Çünkü biri gelmeyecek, diğeri gelmeyecek. Ben geleceğim, o gidecek falan bir şey olacak. O yüzden hiçbir şey yapmayacak olsak bile geliyoruz.
M.A.: Çünkü her zaman yapacak bir şey var gibi.
S.K.: Yok, en kötü durumda, dosyaları, bilgisayarımızı toparlıyoruz. Dosyalara ikonlar çiziyoruz.
Birlikte uzun zaman geçiren kişiler birbirine benzer derler. Siz birbirinizde kendi yansımalarınızı görüyor musunuz?
S.K.: Zaten fark etmişsinizdir.
Peki bu bir noktada birbirinizi beslemenin ötesine geçip dezavantaja dönüşüyor mu bu?
M.A.: Çok oluyor. Ama işimizle alakalı değil. İşimize negatif yansımıyor bu her zaman işe pozitif yansıyor ama sanki hayata ve sosyal hayata karışmayı zorlaştırıyor. Kendi dilimiz, kendi mizah anlayışımız o kadar oturuyor ki dışardan biri anlamıyor. Small talk bile yapamaz hale geliyoruz.
S.K.: “Üstümüz başımız animasyonlu” dediğimiz bir hal…
A.M.D.: Evet öyle bir deyim çıktı. Mesela biri bir yere çağırıyor, işte “Abi yok üstümüz başımız çok animasyonlu gelemeyiz”. Çünkü karşıdakini algılayamıyorum öyle olduğu zaman.
Peki müziğe geçelim, orada nasıl gidiyor işler, neler yapıyorsunuz var mı yeni şarkılar?
S.K.: Biz ikimiz (Mert Avcı) aslında müzik yapıyoruz. Mert ile de görsel dünyasında yine birlikte çalışıyoruz. Klip yapacağız, fotoğraf çekeceğiz.
S.K.: Zafer var bir de işte bizim şu an prodüksiyonlarımızı yapan o tarafta. Yeni bir EP yapıyoruz yakında.
M.A.: 4 şarkılık bir EP. Nova Norda konuk oldu, onunla da bir şarkımız var.
Zaman planlaması var mı şu an?
S.K.: Bir tanesi Temmuz’un başında çıkacak gibi gözüküyor Nova Norda ile olan şarkı. Ondan sonra ayda bir diğerleri çıkacak. Zaten bir albümlük materyalimiz daha var.
Peki birbirinize renkler yansıtsanız nasıl bir ortam oluşur?
M.A.: Sinan’a sarı renklerinde bir şey söylerim. Sen de (Mert) turuncu ya… Böyle bir sıcak 2 renk gibi çok da kopuk göremiyorum yani bilmiyorum benzer bir hal.
S.K.: Ben kendimi yeşil olarak tanımlıyorum.
A.M.D.: Ben kendimi mavi tanımlarım
M.A.: Ben de mavi tanımlarım.
A.M.D.: Ben sana da mavi derdim (Mert’i gösteriyor) sana sarı derdim. (Sinan’ı gösteriyor)
S.K.: Sarı mı, sarı mı? Sarı kötü bir şey değil mi ya?
Yani deliliktir sarı birazcık…
S.K.: Beni deli buluyorlar.
Şu an “Spider-Man: No Way Home”da birbirini gösteren üç Spider-Man meme’i gibisiniz. Kullandığınız pastel tonlar sarkazm efekti mi Instagram gerekliliği mi?
M.A.: Belki söylediğimiz şey ile bir tezatlık oluşturmak için olabilir ya da çok çekici gözüktüğü için. Emin değiliz…
C: Giyimdeki seçimleriniz neyi yansıtıyor?
S.K.: Onlar çok iyi giyiniyor. Genelde ben çok kötü giyiniyorum. Kız arkadaşımın kıyafetlerini giyiyorum.
M.A.: Ya kötü giyinen insanlar değiliz bence asla ama çok da öyle giyime manyak önem verdiğimizi de düşünmüyorum. Belki Mert bu konuda biraz daha dikkatli.
S.K.: Mert’le biz pantolonun alınabildiğini yeni fark ettik. “Pantolon vardır önemsizdir ama tişörttür olay” diye düşünüyorduk. Sonra “Aa pantolon her şeyin rengini değiştirebilen bir şeymiş” dedik.
M.A.: Birazcık kız arkadaşlarımızın etkisi olabiliyor bu konuda. Yani ben hiç önemsemiyordum. Ama şöyle düşünüyorum, her şey artık bir giyimde her parça güzel olabilir. Hani şu ayakkabı kötü, bu ayakkabı iyi şu pantolon kötü diyemiyorum ama çok iyi kombinasyonlar yapan insanlar var. Ben de o yok mesela. O bir cesaret gibi. Biraz ilgi gerekiyor. O kısım gelmedi bana hâlâ. Bir şekilde kotumu giyiyorum çıkıyorum.
O öyle sonra yüklenen bir şey değil yalnız.
M.A.: Haklısın, muhtemelen gelmeyecek o. Biraz böyle seçeneklerin dünyasında çok geriliyorum. Çok fazla seçenek varsa yani. 2 tane olsun, daha kolay seçiliyor. O yüzden de kombinasyon yapmak zor geliyori.
Telefonlarınızın wallpaper’ı nasıl?
A.M.D.: Benimki dümdüz mor.
S.K.: Benim dünya.
M.A.: Bende bir şey yok.
Daha yaratıcı şeyler bekliyordum.
M.A.: Yani teknolojik aletlerde dümdüzüz biz.
S.K.: Şöyle bir şey oldu galiba, biz çok fazla ekrana bakıyoruz yani normal bir insana göre. 9 saat bilgisayar ekranı, tablet işte telefon… Zaten Twitter’da ne oluyor, Türkiye ölüyor mu derken hep ekran başındayız. O yüzden telefonun arkası rahat olsun bari.
A.M.D.: En son hatta bir renk klasörü yaptık. Sadece renkler var. Saat başı değişiyor. Hepimizin masaüstü aynı ama farklı renkler oluyor.
M.A.: Evet bir çizim olmasından daha özel.
S.K.: Ben çok denedim, kendim çizim yaptım. Orası tam, yok yok, saatin üstüne geliyor. Biraz aşağı indim, uğraştım falan sonra midem bulandı.

ATEŞ ALPAR İLE “TAŞ KABUK SESSİZ” ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ:
Röportaj: Burak Diken
Fotoğraf: Can Görkem
Sanatçı Ateş Alpar, Hasankeyf’in yok edilişini ilk kişisel sergisi “Taş Kabuk Sessiz” ile kayıt altına aldı. Politik yolculuğunun sanatını da içerdiğini ifade eden Alpar’ın yıllardır üzerine çalıştığı sergi, 15 Temmuz’a dek Merdiven Art Space’te olacak.
Selam Ateş! Nasıl gidiyor? Her şey yolunda mı?
Selam! Sergi nedeniyle epey yoğun bir süreç geçiriyorum. Bu yoğunluk sergi açılışıyla başlamadı tabii. Bir sergi hazırlığı bazen yılları içine alan zaman dilimini kapsıyor. “Taş Kabuk Sessiz” sergisi de uzun zamandır üzerinde çalıştığım bir serinin sonucu. Nihayetinde bir sergi ortaya çıktı. Şu an her şey yolunda gidiyor.
Sergi 6 Haziran’da açıldı ve bu senin ilk kişisel sergin. Öncelikle çok tebrik ederiz! Nasıl geçiyor?
Çok teşekkür ederim. Açılış da ilk hafta da gayet güzel geçti. Hasankeyf’in yok edilişine dair birikimimi paylaşmanın zamanı gelmişti. Kendimi biraz hafiflemiş ama çokça yeni yükler edinmiş hissediyorum. Çünkü “Taş Kabuk Sessiz” ile Hasankeyf’e bakarken diğer taraftan bu bölgenin istisna olmadığını biliyorum. Seriye başladığım tarihten bu yana Türkiye’nin ve dünyanın farklı yerlerinde yeni yıkımlar meydana geldi. Bu süreç maalesef önümüzdeki dönemlerde de devam edecek gibi görünüyor. Sergiye gelenlerle, günümüzde artık olmayan görüntüler karşısında dururken zaman zaman sohbet ediyoruz. Sanki çok ama çok eski zamanlardan konuşuyoruz. Her görüntü elbette biricik fakat bu görüntüler serginin bütününü de izleyebileceğimiz bir çerçeve oluşturuyor. Kısacası ilk hafta bolca sohbet ve tartışmayla geçti.
“Kültürel miras yok edildi, insanlar ve insan olmayanlar göçe zorlandı.”
Hasankeyf’te neler olduğundan bahsedebilir misin?
Hasankeyf binlerce yıllık geçmişi olan bir yaşam alanıydı. Ilısu Barajı’nın inşaatı başladıktan bu yana bölge peyderpey su altına gömüldü. Çok önemli bir biyoçeşitliliğe sahip bu alanın tahribatı hem çevresel hem de sosyo-kültürel olarak hissedildi. Binlerce yıldır devam eden yaşam, ömrü süreli (ortalama 50 yıl olduğu söyleniyor) bir baraj uğruna yok edildi. Barajda sular çekildikten sonra ortaya çıkacak olan şey elbette eskisi gibi olmayacak. Kültürel miras yok edildi, insanlar ve insan olmayanlar göçe zorlandı. Bütün bu süreci enerji ve güvenlik politikalarıyla da okumak mümkün. Sonuçta sosyo-kültürel yapıya zarar veren müthiş bir ekolojik yıkımla karşı karşıya kaldık. Maalesef Hasankeyf istisnai bir durum değil.
Bir süredir bölgeyle alakalı sesler de maalesef yeterince yankılanmıyor gibi bir yandan. Seni bu süreçte bu sergiye götüren şey ne oldu? Nasıl çıktı Taş Kabuk Sessiz?
Az önce söylediğim gibi bir süredir bölgeyle ilgili çalışıyorum. 2018 yılında ilk görüntüleri almaya başladım ve bu yılın başında son çekimleri gerçekleştirdim. Konuya dikkat çeken çok sayıda yazı yazıldı, bölgenin önemi tartışıldı, kültür-sanat alanından da sesler çıktı. Ama o kadar fazla mücadele edilecek alan var ki doğal yılgınlık çöküyor bir noktada. İşte dediğin gibi sesler de yeterince yankılanmıyor, yankılanamıyor o zaman. Ben deneyimlerimi sanat pratiğimden ayrı tutmayan bir sanatçıyım. Dolayısıyla kişisel tarihimin kesiştiği bu coğrafyayla ilgili yaşananlara kayıtsız kalamazdım. Kendi dilimce “Taş Kabuk Sessiz”de yaşananları anlatmaya çalıştım.
“Yaraların kabuk bağlamasına iyileşmesine izin verilmeden yeniden kanatılıyor…”
Taş Kabuk Sessiz. Üç kelimeyi de bölgeyle aynı bağlamda düşünmek mümkün gibi. Biraz serginin isminden bahsedebilir misin?
Bölgeye gidenler bilir. Burada taş, mimariden coğrafyaya bölgeyi baştan sona saran bir imge. Kabuk ile ölüme dair bir anlatı kurmaya çalıştım. Sergideki fotoğraflarda da görüldüğü gibi, hayatını kaybedenler mezarlarından çıkarılmak ve ikinci kez defnedilmek zorunda kaldı. Yaraların kabuk bağlamasına iyileşmesine izin verilmeden yeniden kanatılıyor… Sessiz ise, bölgenin susturulmaya ve hafızasızlaştırılmaya çalışılması ile alakalı bir kavram.
Serginin ilk katında bizi karşılayan fotoğraflar, özellikle ‘Hasankeyf’e Hoşgeldiniz’ enstalasyonu ile birlikte geleni oraya ışınlıyor gibi. Bir yandan sular altında kalmış olan yol, onun kalanını nasıl ilerleyeceğimiz hakkında bir foreshadow gibi de hissettirebiliyor. Seyircinin durumla empati kurmasını istedin mi? Nasıl değerlendirirsin bunu?
Elimde yüzlerce kare varken bir anlatı çerçevesinde sergiye hazırlanmak epey zordu. Bu süreçte Ekmel Ertan’la serginin küratöryal anlatısı için çok çalıştık, günlerce tartıştık. Hem fotoğrafların seçiminde, hem de genel anlatı üzerine kafa yorduk. Sergiye gelenlere orada olup biteni anlatmak zor. Çünkü karelerin dışında kalan bu sergi anlatısına sığmayanlar da var. O tabela bence artık ikonikleşti. Su altında kalan yol artık gidilecek bir yerin olmadığına da işaret ediyor, yani hoş gelinecek bir yer yok. Ama tabela, kısa zaman öncesine kadar burada hayatın devam ettiğini söylüyor, hafızasızlaştırılmaya karşı direnen bir hatırlama imgesi oluyor. Görüntülerin izleyiciyi içine çekmesini isterim elbette.
“Bölgedeki baraj meselesini insansızlaştırma, hafıza kıyım ve güvenlik politikaları çerçevesinde de ele almak gerekiyor. Bu sergi hepsinin ortasında duruyor bence.”
Osman Kavala’nın yıllar sonra Beyoğlu’nda, en sevdiği sokaklarda -bir şekilde- dolaşabilmesini sağladın. Tüm Sular Çatlağını Bulana Kadar’da 19 Ocak’larla alakalı bir yüzleşme önerdin. Taş Kabuk Sessiz’deyse bu kez yerinden edilen insanların yaşadıklarını ve yaşayamadıklarını gözler önüne seriyorsun. Bu sergi diğer üretimlerinin arasında nasıl bir yerde duracak sence?
Toplumsal mücadeleler pratiğimi etkiliyor. Sarmal bir durum söz konusu, hayatta dert ettiklerim üzerine çalışıyorum doğal olarak. “Taş Kabuk Sessiz”i güncel bir eko-sanat pratiği olarak değerlendirebiliriz. Ekolojik yıkımlar günümüz kapitalizminin işleyişinde can alıcı bir noktada duruyor. Dolayısıyla yıkımlara karşı verilen mücadeleleri demokratik taleplerden, emek mücadelesinden ya da etnik ayrımcılıklardan ayırmak mümkün değil. Az önce söylediğim gibi bölgedeki baraj meselesini insansızlaştırma, hafıza kıyım ve güvenlik politikaları çerçevesinde de ele almak gerekiyor. Bu sergi hepsinin ortasında duruyor bence.
Senin için diğerlerinden daha farklı bir yeri olan bir fotoğraf var mı sergide?
Bu çalışma bir seri olduğundan benim için farklı bir fotoğraf yok. Hepsinin ayrı hafızası var ama bütün içinde de anlamlılar. Hepsi bir taraftan biricik bir taraftan da bütünün bir parçası.
Üretimi sırasında özellikle zorluk yaşadığın bir kare var mı?
Bütün süreç zorluydu. Su altında kalan bir ev, su yüzeyine çıkmış ayakkabı, ineğiyle birlikte yürüyen bir insan, bölgeye son kez bakanlar, ikinci kez defin için yapılan hazırlıklar, yıkanan halılar… Tüm bunları yıllarca kayıt altına almak zordu.
Fotoğraflar bir yandan bölgenin haberini çarpıcı bir şekilde veriyor. Sence bu bir fotomuhabirlik sergisi de diyebilir miyiz?
Belki pek çok şey denebilir. Etnografik bir çalışma da denilebilir belki. Ama nihayetinde bu sergi bir güncel sanat sergisi. Sergiye dahil edil(e)meyen çokça görüntü de var. Ben serginin küratöryal sınırları kapsamında olan biteni bu şekilde yansıttım. Sosyo-politik bağları kuvvetli bir meseleyi estetik alanın araçlarını kullanarak tartışmaya açtım diyebilirim.
Üretimlerin senin kişisel politik yolculuğunu nasıl etkiliyor?
Üretimlerim kişisel politik tercihlerimle şekilleniyor. İki alanı birbirinden ayırmam mümkün değil. Dert edindiklerim yani politik yolculuğum sanatımı da içeriyor. Sanat aracılığıyla bu yolculuğu ifade ediyorum.
Küratör Ekmel Ertan, Barthes’ın punctum kavramından bahsederek öncesizlik ve sonrasızlığa dair bakışıyla Hasankeyf’in şimdiye dek -hiç- olup olmadığını ve/ya olmayacağını sorguluyor. Sen bu konuda nasıl düşünüyorsun? Fotoğrafların Hasankeyf’in belirsiz geleceğinde nasıl bir yer tutacaktır sence?
Aslında Hasankeyf’in geleceği bir taraftan da belirlendi. Binlerce yıllık tarih, kültürel miras, yaşamsal izler silindi. Yok edilen her şeyin üzerine zorla başka bir yaşam kuruldu. Bundan sonra ne benim kayıt altına aldığım görüntüleri ne de ondan öncesini görebileceğiz. Bu yüzden şimdi ve geleceği birbirine bağlayan görüntüler olarak değerlendiriyorum bu fotoğrafları. Unutmaya karşı hatırlamayı ve hatırlatmayı canlı tutacak fotoğraflar diye düşünüyorum.
“Nasıl bir uygarlık istiyoruz? Bu sorunun cevabına verdiğimiz yanıt oldukça yaşamsal, bunu her an hatırlamak gerekiyor.”
Bu ‘uygarlaştırma’yı doğadan bağımsız düşünmek elbette imkansız. Doğa ve insan dikotomisi geçiyor metinlerinizde de. Bu ikilik ve -kapışma- gelecek endişesi ve korkusunun artmasına katkıda bulunuyor mu sence?
Ekolojik yıkımlar sanki insanlardan azade bir durummuş gibi lanse ediliyor. Hatta insanların yararına bir şeyler yapılıyormuş algısı yaratılıyor. Baraj yaptık, medeni bir şekilde elektrik üretilecek ya da başka bir bölgede altın arıyoruz bu iyi bir şey niye karşı çıkıyorsunuz ki diye düşünülüyor. Yılda şu kadar enerji üretilecek, toplam enerji üretimine bu kadar katkı sağlayacak diye konuşuluyor. Gayet teknokratik değerlendirmeler yapılıyor. Ama tarihin-kültürün-doğanın tahribatından ya da altın arama örneğinde olduğu gibi siyanürün toprağa verdiği zarardan, tarım ürünlerinin ve suyun zehirlenmesinden söz eden yok. Ekoloji mücadeleleri tam da bu ikilikleri aşmaya çalışan bir yerde konumlanıyor. Gelecek endişesi değil şimdinin şu anın endişesi bunlar. Bu süreç devam ederse zaten gelecekten de söz etmemiz mümkün olmayacak. Nasıl bir uygarlık istiyoruz? Bu sorunun cevabına verdiğimiz yanıt oldukça yaşamsal, bunu her an hatırlamak gerekiyor.
Amerikalı fotoğrafçı Richard Avedon, “Tüm fotoğraflar doğru. Hiçbiri gerçek değil,” demiş. Sen de küratör Ekmel Ertan da gerçekliği bir kavram olarak sorguluyorsunuz belli ki. Taş Kabuk Sessiz’e nasıl yansıdı bu?
Richard Avedon’ın bu söylemini birkaç farklı açıdan ele alabiliriz. Fotoğraflar estetik-politik açıdan ya da var olanın belirli bir anda kayıt altına alınması açısından doğru kavramıyla ele alınabilir. Bununla birlikte kadraja girmeyenler/kadrajın dışında bırakılanlar ile ortamın manipüle edilmesi söz konusu olabilir. Bu açıdan gerçeklik tartışmaya açılır. Bir başka mesele de kimin için doğru ve gerçek olduğu sorusudur. “Taş Kabuk Sessiz”de ele aldığım konunun içeriği, iktidarın yarattığı gerçekliğin sorgulanması açısından Avedon’ın gerçeklik tartışmasıyla bağ kurabilir.
Ateş Alpar’ın Taş Kabuk Sessiz sergisi 15 Temmuz’a kadar Merdiven Art Space‘te ziyaret edilebilir.

TAŞRA ÜÇLEMESİ CAZ PROJESİ ile SİNEMA ve MÜZİK ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ:
Röportaj: Burak Diken
Taşra Üçlemesi Caz Projesi, Altın Palmiye ödüllü yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın Taşra Üçlemesi olarak da bilinen ilk üç filmi Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak filmlerine doğaçlama caz besteleyen bir konser projesi. “Yürüyen Merdiven” grubundan tanıdığımız piyanist Yiğit Özatalay projenin besteciliğini üstlenirken, sanatçıya saksafonda Barış Ertürk, davulda Mustafa Kemal Emirel eşlik ediyor. Kubilay Devrim Dikkaya’nın yapımcısı olduğu proje, Taşra Üçlemesi’nden seçilen 11 sahne üzerine caz parçaları besteliyor. Dünya prömiyeri 3. İzmir Uluslararası Film ve Müzik Festivali’nde tarihinde yapılan ve ikinci gösterimi Bodrum Caz Festivali’nde gerçekleşen Taşra Üçlemesi Caz Projesi, 30. İstanbul Caz Festivali kapsamında 13 Temmuz’da Kadıköy Sineması’nda sahne alacak.
Projenin yapımcısı Kubilay Devrim Dikkaya ve grubun bestecisi piyanist Yiğit Özatalay ile projenin doğuşunu ve geleceğini konuştuk.
Hoşgeldiniz! Nasılsınız? Nasıl gidiyor?
Devrim: Selamlar, teşekkürler iyiyiz. 2 konser verdik şu zamana kadar bu projeyle ilgili çok güzel geçti. O yüzden çok keyifliyiz.
Bu geçirdiğiniz iki konseri de özellikle birisi prömiyer olduğu için tepkiler açısından merak ediyorum ama öncelikle biraz projenin doğuşuyla alakalı birkaç şey duymak isterim. Nasıl başladı? Nasıl böyle bir şeye atıldınız?
Devrim: Şimdi ben bir Nuri Bilge Ceylan hayranıyım öncelikle. Yani bu proje öncesinde de Nuri Bilge Ceylan ile ilgili birtakım çalışmalar yaptım. Onunla ilgili birtakım sunumlar hazırladım ve güzel sanatlar fakülteleri gibi, sinema bölümü gibi yerlerde bunları sundum. Onun sinemasına ve fotoğrafçılığına dair her şeyi topluyorum. Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinde kullanılan metinler vardır, özellikle Anton Çehov’dan; bu metinlere sahibim, senaryolarına sahibim. Yani onunla ilgili her şeyi topluyorum, bir koleksiyoncuyum. Bir taraftan da böyle sanatsal düzeyi çok yüksek auteur yönetmenlerin hayranıyım zaten sinema dünyasında. İşte Andrey Tarkovski gibi, Federico Fellini gibi, Ingmar Bergman gibi… Nuri Bilge Ceylan da bunların ülkemizden en önemli temsilcisi. Andrey Tarkovski ile ilgili bir caz projesi var, Tarkovski Quartet diye bir topluluk. Tarkovski’den ilham alarak birtakım besteler üretirler ve onun sinemasından birtakım sahneleri de konserlerinde kullanırlar. Bu proje biraz bize ilham verdi ama biz bunu taklit etmedik, çok farklı bir şey yaptık. Biz özellikle Nuri Bilge Ceylan’ın ilk 3 filmine odaklandık. Bunlar “Taşra Üçlemesi” olarak kabul edilen Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak filmleri. Bu filmlerde ve daha sonrası diğer bütün filmlerinde Nuri Bilge Ceylan sadece çok değerli bestecilerin klasik müzik eserlerini kullanmıştır. Herhangi bir parça bestelenmemiştir. Biz şu soruyu sorduk: “Acaba caz kullansaydı bu filmlerde, yani bu üçlemede nasıl bir şey ortaya çıkardı?” Bu filmlerden birtakım sahneler seçtik. Toplamda 11 sahne ve bu sahneler üzerine de caz besteleri ürettik ve bunları da bu ürettiğimiz parçalardan da bir konser formatı ortaya çıkardık.
Geçtiğimiz Uluslararası İzmir Film ve Müzik Festivali’nde dünya prömiyeriniz gerçekleşti. Ardından da Bodrum Caz Festivali’nde sahne aldınız. Nasıl geçtiler? İzleyiciden, seyirciden nasıl tepkiler aldınız?
Devrim: İzmir’deki sahnemiz dünya prömiyeri olarak tanıtıldı. Biz böyle bir şey istememiştik ama bu da bizi çok mutlu etti tabii. Aslında Almanya’ya da gideceğimiz için de bir yandan doğru oldu.
Yiğit: Aldığımız ilk tepkiler çok olumluydu, iyi eleştiriler aldık. Projenin beğeni gördüğünü anladık. Çok değerli isimler de vardı, özellikle İzmir Film ve Müzik Festivali’nin açılışında. Elbette kendi aramızda ‘’daha iyi nasıl olabilir’’ diye hâlâ konuşuyoruz ama bulunduğumuz noktayı da oldukça pozitif buluyoruz.
Devrim: Özellikle İzmir’deki açılışa çok değerli sinema eleştirmenleri geldi. Zaten İzmir Film ve Müzik Festivali’ni Türkiye’nin en önde gelen film eleştirmeni Vecdi Sayar düzenliyor İzmir Büyükşehir Belediyesi’yle beraber. Kendisi Nuri Bilge Ceylan’ı yıllar önce, 1996’da Koza kısa filmiyle bizlere tanıtan bir sinema kişiliğidir. Sayar bir takım festivaller düzenliyor. Öncelikle kendisi bizim projemizi beğenip programa aldı ve bu bizim için zaten çok büyük bir aşamaydı. Festival jürisinde de Selin Okyay, Mehmet Açar, Pelin Batu, Vedat Sakman, Murat Meriç gibi hem müzik dünyasından hem de sinema dünyasından çok değerli isimler vardı. Hem sinema hem de müzik eleştirmenleri, müzisyenler bu açılışa geldi. Bizim için de büyük bir fırsat oldu onların bu konsere gelmesi. Bu sayede program sonrası onlardan birebir dönüş alma şansımız oldu. Kısacası eleştirmenlerden güzel değerlendirmeler aldık ve bu bizi çok mutlu etti.
Bodrum’da da açık havadaydı sahnemiz. Çok rahattı, müzisyenler de çok rahat çaldılar. Kendilerini iyi hissettiklerini düşünüyorum açıkçası. Bodrum’da görsel sanatlar ve sinema dünyasından çok değerli sanatseverler vardı. Onlar da beğendiklerini ifade ettiler.
‘’O dönemin ilkel kurgu ve çekim imkanlarıyla yapılmasına rağmen ilk üç film hem bir amatörlük ve hem de bir büyük bir duygusal mücadeleyi de barındırıyordu. Bu anlamda cazla da çok örtüşük bir şeydi.’’
Nuri Bilge Ceylan’ın tüm filmografisi içinde Taşra Üçlemesi sizin için nasıl öne çıktı? Aslında düşününce bu proje diğer filmleriyle alakalı da yapılmayacak bir iş değildi. Diğer filmleri için düşündüğünüz oldu mu? Yoksa direkt Taşra Üçlemesi özelinde başlayıp ilerlediğiniz bir proje mi oldu bu başından beri?
Devrim: Ya çok güzel bir soru, ilk defa sorulan bir soru. Ben de şimdi 4 yıl önceyi hayal ediyorum gerçekten bu filmleri nasıl seçtik diye. O aşamada benim katkım biraz daha fazla oldu. Zaten bu üçlemenin ikinci filmi olan Mayıs Sıkıntısı hep aklımda vardı. Bir de İklimler’i düşünmüştüm, dördüncü uzun metraj filmi ve ilginçtir, muhteşem bir aşk hikâyesidir. Bu arada okuyucularımıza da öneririm İklimler’i izlemelerini. Aslında bahsettiğin gibi, bütün filmleri görsel açıdan ve imgesel açıdan çok yüksek. O yüzden herhangi birini alıp kullanabilirdik. Ama Nuri Bilge Ceylan, özellikle auteur yönetmenlerin özelliği budur, belli bir üslup yaratırlar bir edebiyatçı gibi ve bunun üzerinden yukarıya doğru bir ivme alarak giderler. Bu anlamda bu ilk 3 filmi de zaten her zaman için çok değerlidir bizler için. Bir taraftan hem o filmleri yeniden hatırlatmak istedik. Bu filmlerin görsel yanları da çok güçlüydü. O dönemin ilkel kurgu ve çekim imkanlarıyla yapılmasına rağmen hem bir amatörlük ve hem de bir büyük bir duygusal mücadeleyi de barındırıyordu. Bu anlamda cazla da çok örtüşük bir şeydi yani. Bizim tarafımızda da sonuçta tabii ki özellikle müzisyenlerimiz çok profesyonel insanlar. Ama bir taraftan da cazda her zaman için bir amatörlük, bireysel eforla bir şeyler yapma gibi bir çaba da vardır. Biz de bu 3 filmindeki bu çabayı kendimizle kendi içinde bulunduğumuz müzikteki yerimizle örtüştürdük. Ben profesyonel bir yapımcı değilim, öğretmenim açıkçası ama hem müzik yazarlığı yapıyorum hem de bu tür organizasyonlarla, yapım ve projelerle ilgileniyorum. O anlamda biz bu filmlerle biz çok örtüştük, her açıdan. O yüzden de bu bizim için iyi bir seçim oldu.
Bir dördüncü film ekleyecek olsanız peki? “Bu filme de müzik yapabilirdik” diyebileceğiniz filmi hangisi?
Devrim: İklimler filmi. Özellikle filmin giriş sahnesi ki ben bu sahneyi özellikle hayal etmiştim, İklimler’in pek çok sahnesi müthişti.
Yiğit: Ben de bu arada çok seviyorum İklimler’i. Nuri Bilge Ceylan’ın en sevdiğim filmlerinden biri.
Devrim: Film için şöyle bir şey söyleyeyim, belki bu filmi de yaparız, ileride vesile olur. Cannes Film Festivali, 20 ya da 25. yıldönümü için Coen kardeşler’den Cannes ve sinema sevgisini anlatan bir kısa film siparişi etti. Coen kardeşler de İklimler’i bu kısa film içinde kullandı. Yönetmenlerin çok sevdiği bir filmdir yani. Yine bu kısa film Youtube’da vardır, öneririm.
‘’Nuri Bilge Ceylan filmlerini çekerken hiçbir zaman müziği düşünerek bu işi yapmıyor ama filmlerdeki o sahnelerinin imgesel dünyası ve doğaçlamayı da içeriyor.‘’
Tarkovski Quartet’tan bahsettiniz. Sizi sinema caz birlikteliğinde bu şekilde etkilemiş olan başka işler var mı?
Yiğit: Sinema ve caz birlikteliği konusunda uzman değilim ve bu konuda bildiklerim çok sınırlı. Sadece şundan bahsedebilirim, biz Yürüyen Merdiven olarak, yani davul piyano ikilisi olarak, sessiz filmlere cazla eşlik ederek müzik yaptığımız oldu. Bu tabii kendi deneyimimizden yola çıktığımız bir durumdu. Tarihte var olan, önceden yapılmış deneyimler olsa dahi bunu biz Yürüyen Merdiven’in karakterini koyarak üretmeye çalıştık. Beykoz Kundura’nın önayak olduğu 2 çalışma vardı bu tarzda: Son Adam ve Pandora’nın Kutusu filmleri. 1920’lerin sinema ürünleri oldukları için, cazın o şaşaalı dönemlerinin tarzını da çok taşıyan, onlarla örtüşebilecek filmlerdi. Ancak tabii caz ve sinema ilişkisi hani eminim ki çok daha eskiye gidiyor. Yani sadece biz değil, birçok müzisyen bununla ilgilenmiştir. Bir de sinema ve caz ilişkisiyle ilgili Miles Davis’in müziklerini yaptığı ve Türkiye’de de İdam Sehpası olarak gösterilen bir film var, Jeannee Moreou’nun oynadığı. Onu da anmak lazım, çok güzel bir film. Miles Davis de o filmin müziğiyle bu konudaki en verimli işlerden birini üretmiştir.
Devrim: Aslında özellikle bu auteur yönetmenlerin sinemasıyla caz aslında çok uyumlu. Birbirlerine çok yakışıyorlar bence. O yüzden biz aslında çeşitli yerlerden ilham almadık. Çok örnek yok önümüzde. Ama zaten bu kendiliğinden de oluştu. Nuri Bilge Ceylan filmlerini çekerken hiçbir zaman müziği düşünerek bu işi yapmıyor ama filmlerindeki o sahnelerinin imgesel dünyası, doğaçlamayı da içeriyor. Nuri Bilge Ceylan, çekimler sırasında doğaçlamaya da önem verir. Yani ağaçtan düşen bir dal olsun, bir rüzgar olsun, bir kar sahnesinde kar kütlesinin aşağı inmesi gibi birtakım rastlantılar birbirine çok yakışıyor. Cazda da böyle bir şey var tabii ki. Anlık doğaçlama, sahnede o anda ortaya çıkan birtakım şeyler. Bunlar birbiriyle örtüştüğü için zaten çok kolay bir şekilde hız aldık. Kolay derken işimiz de çok kolay geçmedi tabii, 4 yıllık bir çabanın ürünü oldu. Kendimizi içinde hissettiğimiz bir proje.
‘’Taşra Üçlemesi’ndeki en düşsel, en imgesel, müzikle en uyumlu olabilecek sekansları seçtik.’’
Taşra Üçlemesi’nden 11 sahne üzerine müzik yaparken sahneleri de gösteriyorsunuz bir yandan. Bu sahneleri nasıl seçtiniz?
Yiğit: Bu konuda da Devrim konuşmalı. Zaten seçimleri o yaptı.
Devrim: Bu filmlerdeki en düşsel, en imgesel, müzikle en uyumlu olabilecek sekansları seçtik. Burada bir şeye çok dikkat ettik: diyaloglar çok uzun ve müzik oradayken karakterlerin ağızlarının hareket etmesi gibi uyumu bozan bir şeyi istemedik. Aslına bakarsanız, filmlerden sahneler kullandık ama o yüzden kendimiz de kurgu yapmış olduk. Kasaba’nın bir sahnesi ormanda başlayan iki kardeşin yolculuğunun hikâyesini anlatıyordu. Araya başka sahneler, başka sekanslar giriyordu. İşte Saffet’in olduğu ya da işte annenin babanın olduğu gibi. Biz o sahneleri çıkardık ve ya da çocukların birbirleriyle konuşmalarını attık. Diğer yandan, bu projede sahnede kullanılan sesleri de kullanıyoruz. Rüzgarın sesi, hayvanların seslerini, insanların seslerini kullanıyoruz. Bunlar müzikle bir arada. Müziğin bir parçası. Bu da zaten Yiğit’in bestelerinde, onun seçimleriyle oldu. Yani ben ben kendi adıma işte bu cümleler olsun demedim. Burada müzisyenleri özgür bıraktık. Bu anlamda evet sahneler sadece sözsüz değil; sözlerin olduğu sahneler de, bu konuşmaların olduğu sahneler de kısmen var. Ama bunlar çok minimal. Bir başka seçimimiz de size bahsettiğim gibi orada konuşmalar varken biz önünde çalmıyoruz hiçbir zaman. İzleyiciler oradaki konuşmayı merak edebilirler ve bir huzursuzluk olabilir diye. Bütün bu tercihlerimizden dolayı 11 saniye ortaya çıktı ortaya çıktı. Kasaba filminden 4, Mayıs Sıkıntısı’ndan 4 ve Uzak filminden de 3 sahne seçtik. Kendimizi 11 tane diye sınırlamadık. Uzak filmi, izleyen hatırlarlar, ilk iki filme göre daha fazla diyaloğun olduğu, düşsel sahnelerin daha az olduğu bir filmi barındırdığı için 3 tane bizim için yeterli oldu.
Bu projeyi benzer başka bir yönetmen için yapmak ister miydiniz? Hangi sinemacılar aklınıza geliyor?
Devrim: Béla Tarr olabilir diye düşünüyorum. O da müthiş bir yönetmendir. Nuri Bilge Ceylan için filmlerinin uzunluğu hakkında eleştiri yapılır. “Çok uzun filmleri, 2 buçuk 3 saat.” denir ama Béla Tarr 7 buçuk, 8 saatlik filmleriyle en uzun filmleri barındırıyor filmografisinde. Açıkçası Türkiye’den pek aklıma gelmiyor kendi duruma ama Béla Tarr bence çok güzel olurdu.
‘’İstanbul Caz Festivali’nde yer almak bizim için bir eşikti.’’
İstanbul Caz Festivali için heyecanlı mısınız? Seyirciyi neler bekliyor, önceki sahnelerinize göre farklı bir şey görecekler mi?
Devrim: Kendi adıma İstanbul Caz Festivali’nde yer almak bizim için bir eşikti, o yüzden aşırı derecede mutluyuz. İKSV’ye ve Harun İzer’e çok teşekkür ediyoruz. İstanbul’da gerçekten bu projeyi bekleyen, Medyadan, cazseverlerden, sanatseverlerden, Nuri Bilge Ceylan hayranlarından pek çok kişi olduğunu da biliyoruz. Gerçekten güzel bir kitle heyecanla bu projeyi bekliyorlar. O yüzden aşırı derecede heyecanlıyız.
Yiğit: Devrim’e katılıyorum. Biz projenin üç müzisyeni olarak zaten İstanbul’da yaşıyoruz ve aslına bakarsanız tüm çevremiz de hemen hemen burada. Bu nedenle buradaki gösterimi çok önemsiyoruz. Devrim’in dediği gibi, zaten Harun İzer’le eski bir ilişkimiz var. Genç Caz zamanlarından müziğimizi tanıyor Yürüyen Merdiven olarak. Bu nedenle buradaki sanat çevresinin söyleyecekleri, onların izlenimleri bizim için çok değerli olacak. Elbette söylediğim gibi, İzmir ve Bodrum gösterimlerinden küçük farklar içerecektir kesinlikle. Çünkü bu bir performans, her seferinde farklı çıkacak. Ama şöyle de bir avantajımız var, ilk iki gösterimi atlattık ve şu anda çok daha deneyim sahibiyiz. Yani bu açıdan da aslında İstanbul performansı kendimizi daha rahat hissedeceğimiz bir performans olacak.
‘’İstediğimiz şeylerden biri de, Taşra Üçlemesi Caz Projesi’ni taşrayla buluşturabilmek.’’
İstanbul Caz sonrası neler bekliyor sizi?
Yiğit: Şu anda biz Yürüyen Merdiven olarak üçüncü stüdyo albümümüzü hazırlama aşamasındayız aslında. Albümün kayıtları iki sene önce yapıldı, ancak albümün yayınlanması için tanıtım ve prodüksiyon detayının hazırlığı içindeyiz aslında ve Ekim gibi, en azından bu yıl bitmeden Yürümek isimli üçüncü stüdyo albümünü yayınlamayı düşünüyoruz. Albüm dışında yine devrimin Devrim Dikkaya’nın koordinatörü olduğu başka bir projemiz de çok yakın zamanda başladı: Nâzım’a Caz Şarkıları. Şu an için bir konser projesi. Bunu çeşitli yerlerde sunduk, başta Cemal Reşit Rey ve Baba Sahne’de olmak üzere. Bu projenin konserleri de bir yandan devam ediyor. Ağustos’ta İzmir Bostanlı Açıkhava ve İstanbul Kalamış Yaz Festivali’nde olacağız.
İstediğimiz şeylerden biri de, Taşra Üçlemesi Caz Projesi’ni taşrayla buluşturabilmek. Hatta Devrim’in çok güzel bir fikri vardı, bu filmlerin -özellikle ilk ikisinin- çekildiği kentte, Çanakkale’de bunun bir temsilini yapabilmek, o amatör oyunculara ulaşabilmek ya da onların olduğu çevrede, atmosferde bunu sunabilmek. Tabii ki sadece orası değil diğer yandan, birçok taşra kentine gidilse bence daha da anlamlı olacak. Çünkü zaten estetik açıdan filmlerde anlatılan o doğallık, o atmosfer. Anadolu… Bu projenin değeri bence biraz burada; yani taşra ve cazı da buluşturabilmek diye düşünüyorum. Elbette ne kadar insana ulaşabilirsek o kadar güzel olur. Yurt içinde ve yurt dışına.
Devrim: Açıkçası hâlâ düşünce aşamasında olan projeler var ve birtakım görüşmeler devam ediyor. Diğer yandan Ekim ayında projemiz Almanya’da sahne alacak Ama bizim için bir eşik de Fransa’da, Cannes’da olmak. Nuri Bilge Ceylan sinemasında Cannes’ın çok büyük bir önemi değeri var. Kendisinin de en önemsediği festivalin bu olduğunu düşünüyoruz. Zaten kısa filmlerinden beri tüm filmlerinin prömiyerini orada gerçekleştirmeye özen gösteriyor kendisi. Yurtdışındaki Nuri Bilge Ceylan takipçilerinin de bu projeye ilgi duyacağını ve merak edeceklerini düşünüyoruz açıkçası. Türkiye’deki sinema festivallerinde de yer almak istiyoruz. Birtakım görüşmelerimiz var bununla alakalı. Mutlaka olacaktır.
Taşra Üçlemesi Caz Projesi’nin 30. İstanbul Caz Festivali kapsamında 13 Temmuz 2023 Perşembe günü gerçekleşecek gösteriminin biletlerine bu linkten ulaşabilirsiniz.

CITADEL
Yazı: Heja Bozyel
Ülkenin en gergin, en bilinmezlikle dolu olduğu zamanlarda çoğumuz gibi ben de hiçbir şeye odaklanamıyor, hiçbir şey izleyemiyor, okuyamıyordum. Sadece “iyi hissettiren” dizilere ve filmlere kısa süreliğine odaklanıp sonra iç sıkıntısı ile Twitter’ı açıyordum ki; Prime Video imzalı Citadel dizisinin oyuncuları, yönetmenleri ve senaristleri ile röportaj yapma imkanı doğdu. Diziden elbette haberdardım. En büyük bütçeli dizilerden biri olduğunu, Priyanka’yı yeniden buğulu sesi ile dövüş sahnelerinde izlemeyi vadettiğini de biliyordum. Dev billboard reklamlarını da görmüştüm. Ancak bu dönem böyle bir yapımı izleyebilecek durumda olmadığımdan, biraz da Priyanka’yı antipatik bulduğumdan sonraya bırakmıştım.
İyi ki de bırakmışım ve o hiçbir şeye odaklanamadığım bir dönemde, röportaj için zorunlu olarak izlemem gerekmiş! Bu sayede gündemden uzak saatler geçirebildim çünkü temposu bir saniye bile düşmeyen diziden gözlerini almak oldukça zor. Dizi daha iyi olabilir miydi, bu kadar büyük bütçeli bir yapımdan daha fazla beklenti olması normal mi derseniz, kesinlikle “Evet” derim. Öte yandan dizinin arkasındaki isimlerin Russo Brothers (Joe Russo ve Anthony Russo) olması yani aslında süper bütçeli süper kahraman filmleri yapan ikilinin olması da beklentiyi artıran bir unsur. Citadel dizi değil de film olsaymış sanırım IMDB puanı daha yüksek olurmuş. Çünkü altı bölümlük ilk sezondaki büyük finale yani altıncı bölüme gelene kadar tansiyon o kadar çok yükseliyor ki en sonda tatmin olmak zorlaşıyor. Yine de aksiyon seviyorsanız kesinlikle şans verdiğinizde pişman olmayacağınız bir yapım.
Konusu ise şöyle; görevi tüm insanların emniyetini ve güvenliğini sağlamak olan bağımsız küresel casus teşkilatı, dünyayı gölgelerden manipüle eden güçlü bir sendika olan Manticore’un görevlileri tarafından 8 yıl önce yok edildi. Citadel’in düşmesiyle seçkin ajanlar Mason Kane (Richard Madden) ve Nadia Sinh (Priyanka Chopra Jonas) hayatlarını kıl payı kurtarırken hafızaları silindi. O zamandan beri, geçmişlerinden habersiz, yeni kimlikler altında yeni hayatlar inşa ederek gizli kaldılar. Ta ki bir gece, Manticore’un yeni bir dünya düzeni kurmasını engellemek için çaresizce yardımına ihtiyacı olan eski meslektaşı Bernard Orlick (Stanley Tucci) Mason’un peşine düşene kadar… Mason eski partneri Nadia’yı bulduktan sonra, sırlar, yalanlar ve tehlikeli ama ölümsüz bir aşk üzerine kurulu ilişkileriyle uğraşırken, bir yandan da Manticore’u durdurmak için, onları Dünya’nın dört bir yanına çağıran görevlerine hazırlanırlar ve hikâye gelişir…
Böyle büyük bir işin ekibi ile röportaj yapma fırsatı olanlar, muhtemelen en çok Priyanka Chopra Jonas ve Richard Madden için heyecanlanacaktır. Evet, tabii ki onlar da heyecan verici. Bilhassa Priyanka’nın başka bir filmin setinde, makyajı yapılırken röportaja katılması beklemediğim bir kibarlıktı. Ancak içinizde benimki gibi küçük bir nerd yatıyorsa dizinin yapımcıları ve senaristi Joe ve Anthony Russo ile sohbeti hepsinden daha fazla merak edebilirsiniz.
Bu yüzden Priyanka ve tüm yakışıklılığına rağmen Richard’ı kenara çekip sizinle Russo kardeşler ile sohbetimi aktaracağım. Russo kardeşler bir süre önce AGBO isimli bir yapım şirketi kurdular. Bu tam anlamı ile bir aile şirketi çünkü sadece iki kardeş değil; Russo soyisimli başka kişiler de kreatif ekipte yer alıyor. Citadel’in yapım ekibine baktığınızda da hem senarist hem de yapımcı koltuğunda Angela Russo-Ostot var. Russo kardeşlerin küçük kızkardeşi. Kendisi aynı zamanda AGBO’nun “Chief Creative Officer” pozisyonunda. Oyunculuk da yapan Angela, AGBO’nun Marvel yapımı işlerinde de yer almıştı. Bu röportaja o da telefonla bağlandı.
Söze başlarken bu dizinin yeni dönemin James Bond’u olup olamayacağını merak ediyordum; Joe yanıtladı “Hayatımız boyunca çok büyük Bond fanları olduk. Citadel’in Bond’dan etkilendiği noktalar da vardır muhakkak ama biz genel olarak ajan ve aksiyon yapımlarını seviyoruz. O yüzden de Citadel’le masaya yenilikçi ve daha önce yapılmamış şeyler koymaya çalıştık.”
Peki en başta bu iş ortaya nasıl çıktı? Amazon Studios mu teklif etti yoksa onların fikri miydi? “Amazon Studios dünya çapında yaratıcılarla ortak çalışılacak, büyük bir yapım istediklerini söyleyerek bizimle iletişimle geçti. Anthony, “bu tür bir formata değer bir hikâye bulmak bizim görevimizdi” diye anlattı. Citadel, Joe’ya göre sinema kalitesinde aksiyonla ve seyirciyi yakalayan anlatımla hikâyeyi sarmalayarak ilerliyor. Dizi altı bölümlük birinci sezonunda izleyicilere hikâyeyi tanıtırken, İtalya, Meksika ve Hindistan’da geçecek devam sezonlarıyla birlikte dünya genelinde etkileşime geçecek.
Josh Appelbaum, Bryan Oh ve David Well tarafından yaratılan hikâyede başrollerin nasıl seçildiği konusu da aslında James Bond’a bağlanan bir konu çünkü dizinin baş rolünde, daha önce Bodyguard dizisinde rol alarak ilgi çeken Richard Madden yeni James Bond olarak gösteriliyor. Henüz netleşen bir şey olmasa da Russo kardeşler de Madden ile Bodyguard sonrası tanışmış ve ondan başkasını düşünememişler. “Bond olmayı boşver, biz sana yepyeni bir hikâye sunuyoruz” demişler. Priyanka Chopra Jonas ise bir arkadaşlarının önerisi olmuş ve böyle bir yapımda yoğun fiziksel güç kullanımı, esneklik gerektiği için en doğru kararı verdiklerini düşünüyorlar.
Priyanka Chopra Jonas, hayatında ilk defa bir yapımda erkek baş rol ile aynı miktarda ücret aldığını ve bunun çok önemli olduğunu vurguladı hem bizimle sohbetinde hem de başka yerlerde. Evet, bu Hollywood yapımlarında “şeffaf ücret” politikası talebi ile daha çok konuşulan haklı bir kadın oyuncu serzenişi. Hollywood trendlerden beslenerek “kadın filmleri” yapıyor ve bundan milyarlarca dolar elde ediyor ama öte yandan kadın ve erkek oyunculara ödenen ücretlerdeki fark dikkat çekiyor. Russo kardeşlerin Marvel yapımlarına kattığı en önemli özelliklerden biri, “kapsayıcılık ve kadın gücü farkındalığı”. Gişe filmleri için kaçınılmaz bir detay gibi görünse de alabildiğine Amerikan patriotizmi barındıran Marvel yapımlarında her türlü çeşitlilik görmek tüm dünyayı etkileyen bir durum. Sonuçta en pahalı ve en çok izlenen filmlerde eşitlik ilkesinin olması hem seyirciyi hem de sektörü eğitiyor. Şu an “streaming” sektörünün en pahalı dizilerinden birini yapan kardeşlerin işin bu tarafına bu değerleri nasıl taşıdıklarını sordum ve cevap beklediğim şekilde Angela’dan geldi: “AGBO olarak bulunduğumuz her yapımda bu değerleri gözetmek birinci şartımız. Ama burada elimiz daha da güçlü çünkü bizden böyle bir yapımı isteyen kişi Jen Salke, Amazon Studios’un başındaki kişi. Bir kadın olarak böyle bir stüdyonun başında olması bile oyunun kurallarının değişmesi için yeterli bir itici güç. Bize aklındaki fikirle geldiğinde şunu söyledi ‘İngilizce konuşulan bir şov istiyorum ama öyle bir hikâyesi olmalı ki spin off’larında başka ülkelerde çekimler yapılabilsin ve her biri lokal dilde olsun, yerel sanatçılar tarafından yaratılsın.’ Bu şahane bir fikirdi. Hikâyeler bizi dünyada birbirimize bağlayan yegâne şey. Ayrıca Jen eşitlik ve kapsayıcılık konusunda bu sektörde en içten şekilde çalışan kişilerden biri. Yani bu dizi sadece fiziksel görüntü açısından çeşitlilik taşıyan insanlardan ibaret değil; kültürel çeşitliliği daha hikâyesi doğmadan içinde barındırıyor.”
Citadel ajanları süper kahraman değiller, ancak Captain America ve diğerlerine benzer şekilde konumlandırılıyorlar: sürekli olarak hem süper kötülüklere hem de birbirlerine karşı savaşıyorlar.
Süper güçleri yok. Sadece iyi eğitimliler. Bu da ortaya sağlam dövüş sahneleri çıkartıyor. Peki Russo kardeşler yeniden süper kahraman dünyasına dönecek mi? “Marvel’daki herkes bizim iyi arkadaşımız ve doğru zaman ve doğru hikâye olunca her zaman onlarla birlikte çalışmak isteriz. Kendimizi şaşırtacak, zorlayacak işler yapmak istiyoruz. Şu an odağımızda orijinal hikâyeler, şirketimiz AGBO’nun yapımları, Citadel’in yeni sezonları ve Chris Pratt ile Millie Bobby Brown’ın başrollerinde olduğu The Electric State var.”
Prime Video şimdilik dizinin sadece 2 devam hikâyesini duyurdu. Ancak yaklaşık 300 milyon dolar ayrılan dizinin daha fazla sezonla karşımıza çıkması hiç şaşırtıcı olmayacaktır.
Citadel, Prime Video’da yayında.

GÖZDE MİMİKO’NUN NİYET DALGALARI
Yazı: Heja Bozyel
Fotoğraf: Can GörkemBugün içinizden geçirdiğiniz niyetler yarının dünyasını nasıl etkiliyor? Peki ya biz şu anda bizden asırlarca önce yaşamış insanların niyetleri ile şekillenmiş bir dünyada yaşıyorsak? Çünkü niyetin amacı iyi olsa da sonuçları her zaman iyi olmayabiliyor.
Umut dalgaları… İsyan dalgaları… Acı dalgaları… Kabullenme dalgaları…
Duygudan duyguya savrulduğumuz son günlerde imdadımıza yine sanat koşuyor. Neyse ki şehirde şu ara ruhumuzu yatıştıracak, anlaşıldığımızı hissettirecek bolca sergi var. Gözde Mimiko’nun 10 metrelik eserine bakarken bunları düşünüyorum. Günlerce kapanıp bu dalgaları çizmenin meditatif etkisine özeniyorum ve belki de iyileşmede “dalga akımı” başlatmak gerekli gibi gereksiz yerlere gidiyor aklım. Evet, gerçekten etkilendiğim bir esere bakarken bile orada olmakta zorlanıyorum ama bu hallerde yalnız değilim, değil mi?
Pilot Galeri’nin gizemli kapısından içeri girip alt kata geçmeden önce Gözde’nin sergi boyunca birbirine bağlanacak ilk kırmızı dalgaları karşınıza çıkıyor: Sörf ustalarının özellikle kayalık, mercanlı yerlerde sörf yaptığını, bu bölgelerde dalgaların daha sabit bir oranda olduğunu ama ufak bir hata yapıp board’dan düştüklerinde sivri mercan kayalıklarının acımasızca kestiğini, yüzleri çizdiğini biliyor muydunuz? Sörf yapmayan biriyseniz ilk kez öğrenmiş olabilirsiniz bunu. Gözde de henüz bir profesyonel olmasa da bir sörfçü ve dalgaları pasif bir şekilde izlemektense onlarla birlikte hareket ederek doğanın gücünü bedenine, ruhuna taşıyor “Niyet Dalgaları” isimli sergi de bu sayede şekillenerek okyanustan Chat GPT’ye varan dünyalarda “dalgaları” sorguluyor.
Alt kata indiğinizde ilk vurucu işle karşılaşıyorsunuz: Kıpkırmızı bir duvara yaslanmış, epoksi bir sörf tahtası. Bu, sıradan bir tahta değil. İçi ezilmiş pet su şişeleri ile dolu. Bu şişeler, pet şişe ve tek kullanımlık plastik atık kullanımını “azaltmış” bir ofisten, bir ayda çıkan çöpler. Arada, serginin sonunda hikayesini izleyeceğiniz kırmızı ip parçaları var.
Aklıma Atlantik Okyanusu’nu yüzerek geçen ilk insan, profesyonel yüzücü Ben Lecomte ile sohbetim ve yaptığı The Swim belgeseli geliyor. Mikro plastikler yüzünden yoğunlaşmış okyanus yüzeyini, 73 gün içinde gece uyumak dışında sadece yüzerek geçtiği Atlantik Okyanusu’nda gördüğü çöpleri anlatışını hatırlıyorum. Bir de tabii artık hepimizin vücudunda mikro plastikler olduğu gerçeğini.
Shamanka, 2022
Ana sergi alanına geçerken duvar boyunca Gözde’nin Chat GPT ile dalgalar hakkında yaptığı sohbetlerin çıktıları, bu sergiye hazırlık süresince yaptığı araştırmalarda dikkatini çeken videoların kare kodları ve el yazısı ile notları var:
“Waves of separation”
“Waves of resentment”
“Bodies that kept coming with the waves”
Bir dalganın muhteşemliğinden, ölçülemezliğinden başlayıp kimse yardım etmediği için batan bir mülteci gemisinden kalan cansız bedenleri kıyıya taşıyan dalgalara varan kırmızı notlar bunlar. Kalbinize bir düğüm atıldıysa devamında biraz sakinleşmek için Gözde’nin farklı ülkelerde çektiği fotoğraflar iyi gelecektir. Özellikle Baykal Gölü’ndeki bir manastırın fotoğrafı ile İsviçre Alpleri…
Eğer Gözde’nin daha evvelki işlerine hakimseniz videoyu, kelimeleri ve kendi bedenini sanatında ne kadar iyi kullandığını biliyorsunuzdur. Toplumsal kadın-erkek eşitliğini işlediği ilk dönem işlerinden bugüne değişmeyen en önemli unsur farklı hikayeleri, farklı görülen durumları ve kavramları birbirine bağlama şekli. Burada da durum değişmiyor.
Earth Fight
Suyun varlığı ve yokluğu, suyun “karşıtı” ateşin yaktıkları, acı ve öfke dalgaları, toprak anaya bir kadın olarak şiddet uygulamak ve bunu Marmaris yangınından hemen sonra, henüz dumanı tüten topraklarda yapmak… Gözde’nin daha önce Contemporary İstanbul’da gördüğümüz, “Earth Fight” adlı iki eseri bu sergiyle başta bağdaşmıyor gibi dursa da aslında tam da olması gereken yerde bulunuyor. Bu videonun çekildiği çukur, Gözde’nin anlattığı kadarıyla, şimdi toprak kayması nedeniyle neredeyse düzleşmiş. Toprak dalgaları… Felaket dalgaları…
“Dalgasız bir okyanus nasıl olurdu” diye soran ve dünyanın sonunu bir dalganın sizi alaşağı etmesi ile özdeşleştiren serginin en çarpıcı anlarından biri “Niyet Dalgaları” videosunun karşısına geçtiğiniz an. Sanatçının anneannesinin hikayesi aslında bu video: “Anneannem aileden birinin ne zaman bir sıkıntısı olsa bir ip alıp deniz kenarına gider ve bu sıkıntının giderilmesi için niyet ederek ipliği yavaş yavaş açıp suya bırakırdı” diye anlatıyor. “Sonra bu kişiler gelip anneanneme teşekkür ederdi, sıkıntıları çözülürdü. Ben de bunu hatırlayınca geçmişteki insanların niyetlerinin bugünü nasıl şekillendirdiğini, bizim bugün ettiğimiz niyetlerin yarını nasıl şekillendireceğini düşünmeye başladım…”
Ben de bu yazıyı tüm niyetlerimizin hepimizin iyiliğine dönüşmesine niyet ederek tamamlıyorum. İyi ki sanat var.
Gözde Mimiko’nun Niyet Dalgaları adlı sergisi 9 Haziran’a kadar Pilot Galeri’de ziyaret edilebilir.

PSMLOVESSUMMER x CALLING
Yaz aylarının enerjisi müzikle yükseliyor! İstanbul’da kalanlara muhteşem bir yaz deneyimi sunmak için hazırlanan PSM Loves Summer by %100 Müzik konser serisi başladı. Sahnede coşku dolu anlar yaşatacak, kalplerimizi ritme kaptıracak isimlerle dolu bu konserlerde sen de yerini al! Dans etmeyi sevenlerden sözlerin büyüsüne kapılanlara kadar her zevke hitap eden birbirinden özel performanslardan birinde sizinle PSM’de karşılaşacağımız kesin! Acaba hangi konser olacak?
(Yalnız biletlerin çok hızlı tükendiğini ve gözünüze kestirdiğiniz konser için elinizi çabuk tutmanız gerektiğini unutmayın)
7 HAZİRAN ÇARŞAMBA
PSM LOVES SUMMER BY %100 MÜZİK: RÓISÍN MURPHY
Dans müziğinin divalarından Róisín Murphy, kariyenin en güçlü albümü olarak tarif ettiği “Hit Parade” öncesi Zorlu PSM Turkcell Sahnesi’nde bizi dans ettirmeye hazır. İrlandalı sanatçı ilk olarak 90’ların sonunda trip-hop dans sahnesinin yıldızlarından Moloko ile adını kitlelere duyurdu. Daha sonra solo kariyerine odaklanarak pop, house, disco ve teknonun harmanlığı hit’lerini hayranlarına sundu.
Bu konsere neden gitmeliyiz? -Dans etmeye ihtiyacınız varsa
Konserlerinde gerek kostümleri gerekse sahnede bir an bile düşüşe geçmeyen yüksek enerjisi izleyicisini hipnotize ediyor. Dans etmeye ihtiyacınız varsa, hâlâ kendi jenerasyonunun bu en güçlü ve yaratıcı kadınını canlı izlemediyseniz bir bilet alma zamanı. Disko parıltısı ve ruhunu bu akşamın her anında hissedeceksiniz.
Hangi şarkılarla hazırlanalım?
DJ Koze ile iş birliği olan “CooCool” ile yeni şarkısı “The Universe”, Moloko döneminden büyük klasiği “Sing It Back” ile “Time Is Now” hazırlık şarkılarınız. Konserde, bu şarkıların da çalacağından emin olabilirsiniz.
14 HAZİRAN ÇARŞAMBA
PSM LOVES SUMMER BY %100 MÜZİK: BAXTER DURY
Yeni albümü “I Thought I was Better Than You” ile İngiliz alternatif müziğinin hiçbir zaman ölmeyeceğini bize hatırlatan Baxter Dury, hayata müzisyen ya da bir şekilde hikaye anlatıcısı olmak için gelmiş biri adeta. Hayatı uçlarda yaşayan Baxter Dury’nin babası, İngiltere’nin en ünlü punk yıldızlarından Ian Dury. Yani dilindeki sarkazm ve asi ruh kanında var ve şarkılarının her biri birer film sahnesi gibi.
Bu konsere neden gitmeliyiz? –İngiliz sarkazmını seviyorsanız
Cool, sarkastik, seksi Baxter Dury ile birlikte dans etmek veya şarkı sözlerine takılıp gülmek, içerlenmek hatta sözleri Instagram’da caption olarak kullanmak için bu konsere gitmelisiniz.
Hangi şarkılarla hazırlanalım?
Elbette yeni albümü dinlemeden gitmeyin. Özellikle “Celebrate Me” şarkısının muhakkak çalacağından emin olabilirsiniz. “These Are My Friends”, “Cocaine Man”, “I’m Not Your Dog”, “Slumlord” konserlerde muhakkak seslendirdiği şarkılar arasında yer alıyor.
Baxter Dury ile yaptığımız röportaja da göz atmak isterseniz: SİVRİ DİLLİ BİR İNGİLİZ: BAXTER DURY
23 HAZİRAN CUMA
PSM LOVES SUMMER BY %100 MÜZİK: TASH SULTANA
Tash Sultana’nın kariyerinin başlangıcı bir film hikayesi gibi. Avustralyalı multi-enstrümanist, psikolojik savaşlarla geçen süreçten sonra Melbourne’daki bir alışveriş merkezinde tek başına sokak müzisyenliği yapmaya başladı. Buradaki performansının videosu YouTube’da milyonlarca izlenince ise şöhretin spot ışıkları üzerine yandı.
Fun fact: Sultana, canlı performansı sırasında tüm enstrümanları kendisi çalıyor. Bu enstrümanlar neler mi? Piyano, klavye, synth, bas, davul, perküsyon, trompet, saksafon, flüt, mandolin, ud, armonika…
Bu konsere neden gitmeliyiz? –Enerji atmak için
Müthiş bir enerji topu gibi sahnede hatta tek kişilik çok sesli dev bir orkestra. Sokak müzisyenliğinden kocaman sahnelere çıkmasını sağlayan yeteneğine ise Zorlu PSM sahnesinde şahit olacağız. Müzik ise janralar arası eklektik bir yapıya sahip. Caz, funk, hip hop, funk gibi birçok elementi var. Küçük ama dev sesli Sultana, şu an dünya turunda.
Hangi şarkılarla hazırlanalım?
Konser öncesi büyük hit’i “Jungle” ile başlayıp “Big Smoke” ve “James Dean” şarkılarına kulak verin, pişman olmayacaksınız.
24 HAZİRAN CUMARTESİ
PSM LOVES SUMMER BY %100 MÜZİK: MODERAT
Moderat, tekrar tekrar canlı dinlemekten bıkmayacağımız isimler arasında. Alman elektronik müzik dâhileri Modeselektor ve Apparat’tan oluşan grup, birlikte süregelen müzik çalışmalarına kısa bir ara vermişti. 6 yıllık suskunluğu ise ‘MORE D4TA’ albümüyle bozarak geçen yıl dünya turnesine çıktılar. Sözlerin daha az, müziğin daha sert ve atmosferik duyulduğu bu elektronik müzik albümünden şarkılar ve doğaçlama çıkışlarının yanı sıra klasik parçalarıyla yine kusursuz anlar yaratacaklar.
Bu konsere neden gitmeliyiz? –Bir film sahnesinde gibi hissetmek için
Techno ile harmanlanmış müzikleri, dans garantili ve adeta bir film sahnesinin içindeymişsiniz hissi veren sahne performanslarının ne kadar iyi olduğunu hatırlamak için… Grubun açık havadan ziyade Zorlu PSM gibi kapalı alandaki performansları çok daha vurucu bir etkiye sahip. Hemen arkalarındaki artworkler’i ise sizi adeta sahneye odaklıyor.
Hangi şarkılarla hazırlanalım?
“Rusty Nails”, “Bad Kingdom”, “MORE LOVE”, “Eating Hooks” gibi karanlık ama aynı zamanda yüksek hızlı şarkıları bir soundtrack edasıyla konserde size eşlik edecek.
12 AĞUSTOS CUMARTESİ
PSM LOVES SUMMER BY %100 MÜZİK: BENJAMIN CLEMENTINE
İngiliz şarkıcı Benjamin Clementine’in dinleyeni baştan çıkaran bir sesi var. Bir dönem yaşadığı Paris sokaklarından kocaman sahnelere transfer olmuş bir tenor. Şarkılarında ince bir hüznün yanı sıra büyük bir isyan da bulunuyor.
Bu konsere neden gitmeliyiz? –Hayallere sürüklenmek için
En son 5 yıl önce İstanbul’u ziyaret etmiş, buradaki konseri sırasında piyanosunun başında tiyatral bir gösteri de sunmuştu. Enstrümanı olan sesi ise tüm izleyiciyi büyülemişti. Bir yaz gecesi Clementine şarkılarıyla hayallere sürüklenmeyi kim istemez ki!
Hangi şarkılarla hazırlanalım?
Elektronik ve orkestral unsurları bir arada sunduğu “And I Have Been” albümü kapsamında dünya turnesinde. Kendisini hâlâ keşfetmediyseniz “London”, “Nemesis”, “I Won’t Complain” ve “Delighted” ile başlangıcı yapabilirsiniz.
4 EYLÜL – PAZAR
PSM LOVES SUMMER BY %100 MÜZİK: FOALS
Birçok kez ertelenen ve iptal olan konserlerinden sonra Foals, nihayet Türkiye’ye ayak basacak. Grup, 2000’lerin indie sahnesinin dünya çapında kabul görmesini sağladı ve yaptıkları müzikle güçlü bir hayran kitlesi elde etti. İtiraf edin, siz de bu konseri bizim kadar dört gözle bekliyorsunuz.
Bu konsere neden gitmeliyiz? –Stage dive coşkusu için
İngiliz grubun indie hitleri, dinleyiciyi her zaman tam 12’den vuruyor. Ayrıca dans şarkılarının yanında aşk şarkıları da konserlerde duygusal bir atmosfer yaratıyor. Vokal Yannis Philippakis’i “What Went Down” şarkısında ‘stage dive’ yaparken izleyeceğinize hatta en öndeyseniz siz de onu sahneye döndürmek için ellerinizle destek verebilirsiniz.
Hangi şarkılarla hazırlanalım?
Konserde şarkılara eşlik etmek istiyorsanız “Wake Me Up”, “My Number”, “Spanish Sahara”, “Two Steps, Twice”, “2am”i şarkılarını şimdiden dinlemeye başlayın.
PSM Loves Summer By %100 Müzik etkinliklerinin biletlerine buradan ulaşabilirsiniz.

SİVRİ DİLLİ BİR İNGİLİZ: BAXTER DURY
Röportaj: Heja Bozyel
Bu röportajdan 1 hafta sonra “I Thought I Was Better Than You” adlı yeni albümünü çıkartan Baxter Dury, tüm İngiliz sarkazmını, kendini ifade ederken sözünü sakınmama hallerini ve mütevazılığını yeniden müziğe yatırmış. Rough Trade Records (Kalpler burada coşuyor) müzisyeni, bu albümde yine çok sevdiğimiz bir indie plak şirketi olan Heavenly ile çalışmış. Albüm, punk idollerinden olan babası Ian Dury’yi bir kez daha hatırlamamıza sebep olan lirikler ve genel olarak Baxter’ın bohem dünyasında kendi ile barışıklığının sonucu hip-hop ve groove tınılı “alternatif Brit pop” diye kategorilendirebileceğimiz (kategorilendirmeye mecbursak) 7 şarkıdan oluşuyor. Sohbetimizin sebebi ise albüm değil; PSM Loves Summer by %100 Müzik kapsamında 14 Haziran’da Zorlu PSM’de vereceği konseri. Karşınızda İngiliz bohemliğinin şarkılarını yazan Baxter Dury.
Selam Baxter! Londra’da hayat nasıl gidiyor?
Selam, her şey yolunda. Londra tahmin edilebilir bir şehir, büyük, tahmin edilebilir, saldırgan… Hayat da böyle devam ediyor.
Yeni şarkın “Celebrate Me” şahane. Yine şaşırtıcı bir şarkı. Dinlerken Londra’daki gençliğimi hatırladım. Gece hayatındaki farklı insanları izliyormuşum gibi bir his verdi…
Teşekkür ederim. Gerçekten de Londra’dan, Londralı bir şarkı bu.
Hem şarkının hem de videosunun arkasındaki hikaye nedir?
Narsisizmle, herkesin sınıf ve kimlik takıntısıyla ilgili. Sahte hayatlar, göstermelik işler… Oldukça soyut bir şekilde, bu noktalara girip çıkıyor. Video, yönetmenin şarkıya dair kendi yorumu. Ben de oldukça beğendim aslında. Benim yaptığım işin bir duygusunu alıp başka bir soyut yolculuğa dönüştürüyor, 14. yüzyıl tablolarından esinleniyor ama arkasındaki hikayeyi yönetmene sorman lazım.
Video senaryosuna hiç dahil olmadın mı?
Neyse ki çok dahil olmadım ve bu sayede daha iyi bir iş oldu! Ben sadece oyunculuk yaptım.
“Sanatçı olmanın en iyi yanı, sanatını bundan hayatını kazanabileceğin hale getirebilmek.”
Uzun zamandır müzik sektöründesin ki zaten ailen nedeniyle müziğin içine doğdun. Şu an, bu yaşında müziğe dair geçmişten farklı hislerin, düşüncelerin var mı?
Hayır, hiç farklı hissetmiyorum, sanırım çok anlık kalmaya çalışıyorum. Eski duygularımı bugüne taşımamaya çalışıyorum. On dakikalık döngülerde yaşıyorum ve ötesinde geçmişi veya geleceği düşünmemeye çalışıyorum, yani şu an yaptığım şey bu. Çok temel bir varoluş şekli.
Peki gençken farklı kariyer planların oldu mu?
Çok fazla. Sürekli olarak, hâlâ da, her şeyin mümkün olduğunu düşünüyorum ve hayaller kuruyorum. Sinemayla çok ilgileniyordum, sanırım gerçekten var olabileceğimi düşündüğüm yer orasıydı, ama filmde başarılı olmak için oldukça akademik olmanız gerekli. Belli kurallara uymalı, insanlarla uyumlu çalışmalısınız. Müzikte olduğunuz kadar kendinizi insanlardan sıyıramazsınız. Müzikte istediğin kadar saçmalayabilirsin, ama sinemada yatırımcılara güvenilecek biri olduğunuzu kanıtlamanız gerekiyor. Ne demek istediğimi anlıyor musunuz?
Evet. Kesinlikle.
Yani sinema sektöründe bu kişiliğimle var olamazdım. Fazla sivri ve asi kalırdım, bu yüzden müziğe girdim.
Peki müziğe ilk başladığında, çok başarılı bir müzisyenin oğlu olmak zorladı mı? Babandan daha fazla başarmak zorunda hissettin mi kendini veya bir noktada müzikal anlamda ondan farklılaşma ihtiyacı duydun mu?
Yani, çok fazla ölçersen, asla tatmin olmayan acı verici bir döngüye girersin. Bazı şeyleri kabul etmek gerekli ve herkesin oyununun farklı olduğunu da kabul etmelisin. Farklı kişi, farklı oyun. Müzik yapmak bunlar olmasa da çok zor zaten. Her şeyini ortaya koyuyorsun. Babamın müzisyen olması tuhaf bir durum aslında. Yani, her zamankarşıma çıkacak, etrafımda olacak bir durum. En baştan bunu kabullenmeli ama aynı zamanda yok saymalısın. Pozitif bir miras bırakmak istiyorsan başka seçenek yok. Yarışmanın bir anlamı yok çünkü kendinle yarışıyormuşsun gibi bir durum oluyor. Gençken bu kadar mantıklı olmak zor oluyor tabii…
Aslında bu konuda saatlerce konuşulur ama konumuz şarkıların. Şarkı sözlerindeki kara mizaha, alaycılığa ve hepsinin içinde hüzün barındırmasına bayılıyorum. Bunun sırrı İngiliz olmak mı?
Bir bakıma evet, sanırım İngiliz tuhaflığı bu. Tüm işlerimde var. Bir çeşit garip bir kişilik krizi, çok belirgin şekilde İngilizlik bu. Kendine güvenen ve aynı zamanda çok kırılgan… İlginç bir şekilde hem kendimizden çok eminiz hem de kendimizi çok eleştiriyoruz. Kendini güvenli hissetmek için kendinden emin olman gerekiyor ama bunu sadece birka ulus eğlenceli hale getirebilmiş. Onlardan biri de biz ingilizler. Müziğe, sanata çok alan açıyoruz bu yüzden de çok sanatçı var ama oyuncu, müzisyen, sanatçı olduğun zaman daha çok kırılmaya açık oluyorsun çünkü kişiliğini ortaya koyuyorsun her şeyden önce. Bunun için de ifade gücünün iyi olması gerekli. Ve güvende hissetmelisin. Çok garip bir ülkeyiz aslında. Geleneklerimize bağlı ama bunları da yeniden yapılandırmaya çalışan… Bu da her şeyi etkiliyor. Sanırım ben de bu açıdan çok İngilizvari işler yapıyorum.
Peki tüm bunlara rağmen sanatçı olmanın, duygularını insanlarla paylaşabilmenin en tatmin edici yanı ne?
Sanatçı olmanın en iyi yanı, sanatını bundan hayatını kazanabileceğin hale getirebilmek. Eğer sadece yapmak için sanat yaparsan ve kendini kaptırırsan bunun altında ezilebilirsin. Pratik ve sanatsal bir “iş” haline getirdiğin zaman hayatta kalabilirsin. Çünkü günün sonunda bundan para kazanman, yaptığını uygulanabilir ve dinlenebilir hale getirmen gerekiyor. İçinden gelen yaratıcılığı kontrol altına alman lazım yoksa seni yutabilir, Ikarus gibi. Eğer çok fazla uğraşman gerekiyorsa buna değmez. Onun yerine yat, uyu, yürüyüşe çık, lahana yetiştir, bahçecilik yap… Yaptığın işin keyifli olması gerekli. Sadece iş olmamalı ama sadece kendini adadığın, kaybettiğin bir şey de olmamalı…
Sahnede canlı söylemekten özellikle zevk aldığın şarkılar var mı?
Seyirci ile bağ kurmanı sağlayan şarkıların hepsi. Eğlenceli şarkılar genelde. Çünkü en iyi enerjiyi verip onu seyirciden geri alıp içine girersiniz ve bir an için çok özel biri olduğunuza inanırsınız. Bu çok özel bir his. “Wow, harikayım, ne olursa olsun artık” dediğin, büyük hislerin coştuğu anlar vardır ya, işte öyle… Bütün grubu omzunda taşıdığını hissettiğin, tüm seyircilerle birlikte söylediğin… En sevdiğim ve sanırım tüm müzisyenlerin en sevdiği anlar bunlar ve bunları yaratan şarkılar.
Bundan sonra neler yapmak istiyorsun?
Devam etmek, daha fazla insanla tanışmak, daha fazla şarkı yazmak, daha iyi müzik yapmak, daha iyi şarkılar yazmak, daha fazla insanı memnun etmek…
Baxter Dury 14 Haziran’da Zorlu PSM’de. Biletler burada.

ZEYTİN: KÖKLERE YOLCULUK
Yazı: Eray Yıldız
Altı emekçi kadının zeytincilik ve çiftçilik deneyimini, gündelik yaşamları üzerinden performatif bir anlatımla izleyiciye sunan Zeytin filmi, YouTube’da gösterimde. Zeytinin sofraya geliş öyküsünden zeytin yağının iyileştirici özelliklerine, medeniyetin neredeyse her anına tanıklık etmiş bu meyvenin geleneklerini içselleştiren çiftçilerin hikayesi Zeytin. Doğanın bedenle ilişkisi üzerine de kafa yoran belgesel, bu bitkinin asırlar boyu insanlığın hayatında kapladığı yere, emeğin gücünü öne çıkararak sınıfsal ve toplumsal bir mercekten ama aynı zamanda dansla, müzikle, renklerle bakıyor.
Belki de tarihin tüm sırları, bir zeytin çekirdeğinin içindedir. Binlerce yıllık zeytin ağaçlarının DNA’larında, tarihten bugüne neler taşınmıştır kimbilir. Bu kadim ağaçların yaprağından meyvesinin yağına, hatta posasına kadar her zerresindeki bilgelik, tüm evreni içine sığdıran bir mucize. Buna rağmen malumunuz, ülkemizdeki her güzellik, her “gerçek zenginlik” gibi zeytin ağaçları da tehdit altında. MILKist’in 2019’da Dara Antik Kenti Zindan Mahallesi’nde gerçekleştirilen bir atölye esnasında tanışılan köyün kadınlarıyla başlayan ve bize bugün Zeytin‘i ulaştıran uzun soluklu serüven, bu tehdidin de altını sıklıkla çiziyor.
Change.org üzerinden hangi birine yetişeceğimizi bilemediğimiz, binlerce “ülkenin değerlerini, canlılarını, varlıklarını koruma ve kurtarma” kampanyası arasında gözünüze çarptıysa, sosyal medyada karşınıza geldiyse siz de zeytin ağaçlarını kurtarmak için bir imza vermişsinizdir muhakkak. Oysa zeytin ağaçlarına bir imzadan çok daha fazlasını borçluyuz. Zeytin filmini izlerken sadece zeytin ağaçlarına, meyvesine değil; çiftçilerin doğa ile uyumlu hayatlarına da hayran kalmamak elde değil.
Zeytin, yaşamı da şifayı da doğada, zeytin ağaçlarında bulan altı çiftçi kadının öyküsü. Mardin’den Balıkesir’e ülkenin dört bir yanında, ilk ekiminden hasadına, hayatlarına dahil ediş biçimlerinden tarihselliğine, zeytinle çeşitli şekillerde bağ kuran Nurşan, Huri, Ayşe, Gamze, Beyza ve Havva’nın öyküsü. Hepsi için bir arada durabilen ama farklı arayış ve buluşların bir ifadesi zeytin ağaçları.
Nurşan için özgürlüğün, Huri için yaşama ve doğaya olan sorumluluğumuzun, Ayşe için iç huzurun, Gamze için uyanış ve uyumun, Beyza için üretim ve sürdürülebilirliğin, Havva içinse emeğin. Zeytin ve ağaçlarının, tarihin öncesinden beri kendini ve bu insanları var ediş biçimlerini çeşitli şekillerde dinliyor ve tanıklık ediyoruz film boyunca.
Ayşe Güneş
Her birinin hikâyesinin başında filmin, dünyada olan biten onca hırgür arasında gökten dönerek yanlarına inmeyi ve dinlemeyi tercih ettiği bu kadınlar, doğada kendilerine bir şekilde açtığı yeri, burada aldığı nefesi, bu nefesle üflediği hayatları aktarıyor izleyiciye. Ağaçların gölgesinde serinlemeye, rüzgârındaki sessizliğe, gövdesinden güç alıp dallarında yükselmeye bir övgü olarak da kana karışmayı başaran belgesel, kamerasıyla görünmezi, mikrofonuyla duyulmayanı kaydetmenin de yollarını arıyor sanki tüm o anlatışlar arasında.
EMEKLERİNİN GÖRÜNÜR OLMASI, ONLARI EN MOTİVE EDEN ŞEYDİ. – KIVILCIM AKAY
Ekin Bernay, Havva Değirmenci
Performans sanatçısı ve dans terapisti Ekin Bernay’ın da katkılarıyla meditasyon anlarına imza atan filmin bir başka büyüsünden daha bahsetmemek olmaz. Tüm karakterler, sabahın erken saatlerinden itibaren kuşandıkları kadınlık, annelik, işçilik gibi zırhları bir kenara bırakıp yeryüzünde bir an için muhteşem olma ihtimalini de arıyor kamera karşısında. Koşturma halinde durup bedeni duyumsama, onu hatırlama, onunla ruha değebilme üzerine büsbütün bir anatomi serüveni bu.
Birnur Temel (Yapımcı), Tolgahan Tombaş (Görüntü Yönetmeni), Sinem Aydın (UN WOMEN Türkiye, Proje Koordinatörü) Kıvılcım Akay (Yönetmen), Ekin Bernay (Performans Sanatçısı & Dans Terapisti)
Kıvılcım Akay’ın empatisi güçlü yönetmenliğine TSU!’nun meditatif müzikleriyle eşlik ettiği Zeytin, mücadelenin bir ağacı büyütmek kadar sabır ve istikrar gerektirdiğine, dayanışmanın bir zeytin ağacı kadar köklü ve inatçı oluşuna dair 27 dakikalık süresiyle, ilham verici bir gezintiden çok daha fazlasını vadediyor.
Bu belgesel, Koç Üniversitesi, Koç Üniversitesi Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Çalışmaları Araştırma ve Uygulama Merkezi (KOÇ-KAM), UNESCO Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ve Sürdürülebilir Kalkınma Kürsüsü ve UN WOMEN Türkiye destekleriyle gerçekleştirilmiştir.
Filmi YouTube üzerinden izleyebilirsiniz.
Yapımcı: Birnur Temel (MILKist)
Yönetmen: Kıvılcım Akay
Performans Sanatçısı / Dans Terapisti: Ekin Bernay
Görüntü Yönetmeni: Tolgahan TombaşÇiftçi Kadınlar:
Beyza Aydın (Erdek, Balıkesir)
Huri Can (Bodrum, Muğla)
Gamze Deniz (Bodrum, Muğla)
Havva Değirmenci (Erdek, Balıkesir)
Nurşan Güneş (Dara, Mardin)
Ayşe Güneş (Dara, Mardin)

SELİM EVCİ İLE AKBANK KISA FİLM FESTİVALİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ: KISA FİLM BAĞIMSIZLIK DEMEKTİR
Röportaj: Eda Solmaz
Fotoğraf: Emirkan Cörüt
Akbank Kısa Film Festivali, farklı bakış açılarına sahip programı ve söyleşileriyle bu yıl 19’uncu kez sinemaseverlerle buluşuyor. İzleyicisine yeni bir perspektif kazandırmayı amaçlayan festivalin direktörlüğünü yönetmen Selim Evci üstleniyor. Kısa filmleri özgürlükçü bir alan olarak ifade eden Evci ile kısa film konseptini ve festivali konuştuk.
2-12 Mayıs arasındaki festival bu yıl 19’uncu yılını kutluyor. Bu kadar uzun soluklu olmasındaki önemli etkenlerin neler olduğunu düşünüyorsunuz?
Bizi hep dinamik tutup daha da ileriye götüren şey, seyircinin kısa filmlere olan ilgisi. Dünyadan ve Türkiye’den her sene daha çok sayıda insanın ilgilendiği bir noktaya gelmek de Akbank Kısa Film Festivali’ni daha kapsayıcı bir hale getiriyor. Festivalin daha da gelişeceği alanlar açmak; yeni ve farklı bölümler eklemek gibi daha yapmak istediğimiz çok şey var.
Kısa filmlerde neyi daha çok ya da daha az görmek istersiniz?
Festivalde süre ya da konu olarak sınırlama getirmiyoruz. Filmleri yapan yaratıcı insanların hiçbir şekilde sınırlandırılmasını istemiyor; aksine serbest bırakmayı önemsiyoruz. Her şey kısa filmcinin kendi inisiyatifinde. Bizim yaptığımız, üretilmiş filmlerden bir seçki hazırlamak.
Yeni yönetmenlere kapılar açan kısa film festivallerinin daha demokratik bir festival ortamı ve film sunuş alanı sunduğunu düşünüyor musunuz?
Kısa film zaten özgürlük, bağımsızlık ve konu zenginliği demek. Kısa filmler yapımcı ya da herhangi bir dayatma olmadan, kişinin direkt kendini ifade ettiği işler oluyor. Bunlar da kısa filmlerde zenginlik yaratıyor. Kısa filmler aslında bir ifade etme ve dışa vurma biçimidir. Çoğu zaman, yönetmenlerin sıkıştığını hissedip üzerine düşündüğü alanlarla ilgili işler ürettiğini görüyoruz. Bu noktada da bu tür çalışmalara bir alan açmış oluyor festivaller.
Bu yıl festivale başvuran 2 bin filmde hangi temalar ön plana çıkıyordu?
Kısa filmler elbette bir yansıma içeriyor. Son dönemde tüm dünyada yaşananlar; pandemi, savaş ve ekonomik kriz gibi durumların etkileri kısa filmlerde de çıkıyor karşımıza. Tabii insanın temel varoluşsal meseleleri yine çokça işleniyor.
“Kısa film biraz da deneme alanı gibi.”
Kısa film festivallerinin yönetmene, oyuncuya ve izleyiciye kattığı değeri nasıl açıklarsınız?
Festivaller kısa film yönetmeninin kendini sınadığı, yaptığı işi insanlara sunduğu ve karşılığında da geri bildirim aldığı bir alan. Aynı durum kısa film oyuncuları için de geçerli. İzleyiciler bu yaratıcı çalışmalarla besleniyor ve dolayısıyla festivallerde çok güzel bir etkileşim ortaya çıkıyor.
Festival Direktörlüğü görevi sizin sinema dilinize nasıl bir katkı sağlıyor?
Kısa film izlemeyi çok seviyorum. Seçkiyi oluştururken 19. Akbank Kısa Film Festivali’ne başvuran 2 binin üzerindeki filmi izledim. Yine bu süreçte dünyanın çeşitli coğrafyalarından festivallere katılıp film taraması yaptım. Dünyanın farklı bölgelerinden farklı hikâyeler, anlatım ve arayışları görmek çok kıymetli. Kısa film biraz da deneme alanı, laboratuvar gibi. Bütün bunlara tanık olmak çok özel ve benim üzerimde de olumlu etkisi olduğunu düşünüyorum.
FESTİVALİN KAÇIRILMAMASI GEREKEN BÖLÜMLERİ
Festivaldeki söyleşilerin hepsi çok değerli ama festival bitmeden mutlaka kaçırılmaması gerekenler hangileri?
Tüm filmler çok değerli ve güzel çalışmalar. Her yıl festivalde yer alan Kısadan Uzuna bölümünün bu seneki konuğu Umut Aral. Yönetmenin ilk çalışmalarını yıllar önce Akbank Kısa Film Festivali’nde göstermiştik. Ödüllü kısa filmleri ve ilk uzun metraj filmi İyi Oyun program kapsamında seyirciyle buluşacak. Bu noktada bir yönetmenin kısa film yolculuğundan başlayarak uzun metrajını da görmek çok değerli. Bu bölümü özellikle tavsiye edebilirim.
Deneyimler bölümünde ise Norveçli yönetmen Jonas Matzow Gulbrandsen’in kariyerinin ilk yıllarında yaptığı kısa filmleri Darek ve Everything Will Be OK ve uzun metraj filmi Valley of Shadows programda yer alıyor. Yarışmalı bölümlerimiz Dünyadan Kısalar ve Festival Kısaları en öne çıkan bölümlerimiz. Bir başka ilgi çekici bölüm ise Perspektif. Belgesel Sinema bölümü kapsamında Mahmut Fazıl Coşkun’un Türkiye’nin ilk çağdaş sanat belgeseli olan Crossroads gösterilecek.
19. Akbank Kısa Film Festivali’ne dair detaylı bilgiye ve gösterim takvimine Akbank Sanat’ın internet sitesi üzerinden ulaşmak mümkün.

TEKNOLOJİ İLE SANATIN AHENGİ SÓNAR ISTANBUL
Müzikal bir laboratuvar: Sónar Istanbul
Sónar Istanbul, Zorlu PSM’nin her köşesine yayılan programıyla 28 Nisan’da kapılarını açıyor. 40’tan fazla DJ ve prodüktörü ağırlayacak festivalin İstanbul ayağı, ilk kez tam 3 gün sürecek. Adeta bir laboratuvarı andıran Sónar Istanbul’da elektronik müziğin derinliklerine inmekle kalmayacak disiplinler arası etkileşime de şahit olurken sahnelerin kodlama ve teknoloji ile birer oyun alanına döndüğünü de göreceğiz. Bu sene 7’nci nüshası gerçekleşecek olan Sónar Istanbul’un sahnesinde kaçırmamanız gereken performanslar karşınızda.
View this post on Instagram
Cuma: Menüde Dans Var
Sónar Istanbul’un ilk günü 28 Nisan’da, SónarClub by %100 Music sahnesi saat 20.00’da Max Cooper’ın 3D AV performansıyla açılıyor. Cooper, bu özel performansında sahneyi adeta bir tuval olarak kullanıyor. Cooper, son yıllarda elektronik müzik, görsel sanatlar, teknoloji ve bilim arasındaki kesişimi sorgularken ilerleten az sayıdaki sanatçıdan biri. Cooper, sürükleyici ışık enstalasyonları, psikoakustik ve 3D etkisini veren bir perdenin arkasında çaldığı elektronik müziği ile dinleyicisine eşine az rastlanır bir deneyim sunuyor. Hemen ardından, aynı sahnede 90’larda Detroit teknonun inşa edilmesini sağlayan bir efsane, Richie Hawtin setin başında olacak.
“Bu sene beni açık ara heyecanlandıran isim Richie Hawtin. Hem elektronik müziğe başlamamda hem de görsel- işitsel şovları ve yaşattığı deneyim ile çok büyük bir ilham kaynağı oldu bana. Uzun bir süreden sonra bunu tekrar deneyimleyeceğim için çok heyecanlıyım.”
TAYCAN
Müzik Prodüktörü
Ses Tasarımcısı
Ana sahnenin kapanışı ise VTSS tarafından gerçekleşecek. VTSS, Boiler Room partilerinin baş aktrislerinden biri ve modern elektronik müziğin yüzlerinden. Rave ve 80’ler synth pop’una selam çakan setleri ise dans pistinde yerinde durulmaz bir hal almamızı sağlıyor.
SónarLab by Cupra sahnesi ise keşif yapmanızı sağlıyor. İngiliz kulüp kültürünün yükselen yıldızı TSHA, kökleri Peru’nun egzotik ritimlerini yaşadığı Berlin teknosuyla harmanlayan Sofia Kourtesis, Astra Club çatısı altında çalacak olan ve dünyaca ünlü partilerde yer alan karanlık ama bir o kadar da canlı setlerin ikilisi Carlita ile DJ Tennis var.
SónarVillage by Maybelline’nde İstanbul elektronik müzik sahnesinin gizli karakterleri Evrim de Evrim B2B Procombo var.
SónarHall’de ise İngiliz Clark’ın canlı performansına tanıklık edeceğiz. Thom Yorke, son dönemde çok beğendiği DJ’in yeni çıkacak albümü “Sus Dog”un prodüktörlüğünü üstlendi. Bu albümden parçalar da çalacağına emin olabilirsiniz.
SónarScreen by Converse alanı ise müzik ile görsel deneyim sunan müzisyen ve medya sanatçılarının işlerine yer verecek. Introversion by Karakter & Motus Lumina projesi ile başlayacak olan bu özgün sahne MTMRPHSS by Carbone Black & DI’ın işleriyle son bulacak.
“Festival içinde A/V performanslar benim en sevdiklerim. Yeni üretimler yapmayı planladığım bir alan o yüzden çok heyecanlandırıyor. İşlerini sevdiğim Granul ve Yasin Arıbuğa’nın performanslarını merak ediyorum. Kaçırmak istemediğim iki de workshop var. Biri Berke Baramuk ile “Music Creation through Live Coding with SonicPi” atölyesi, diğeri ise Uzak ile “Creating Audio-Reactive Visuals with Touchdesigner”.
SİMAY BAHÇIVAN
İllüstratör
Cumartesi: Kariyerinin Zirvesindekiler
Cumartesi günü, SónarClub by %100 Music sahnesinin en büyük isimlerinden biri sadece elektronik müzik festivalleri değil, Glastonbury gibi festivallerin de yıldızı BICEP. Live set ile gelecek olan ikili, çağdaş elektronik müzik sahnesinin yeni hip yıldızları. Şu an kariyerlerinin en üst noktalarındalar ve setlerine canlı canlı şahit olmaksa tamamen bizim şansımız.
“Bicep’i heyecanla bekliyorum. Glastonbury performanslarındaki görsel şova hayran kalmıştım. Karakter ve Motus’un da setlerini daha önce izlemiştim ve çok beğenmiştim. Sónar Istanbul’a özel hazırlıklarını görmek için sabırsızlanıyorum.”
SEDA ERCİYES
Müzisyen
ANNA, geçtiğimiz yıl Tomorrowland’de en çok izleyicinin yer aldığı performansa imza attı. Son yılların en güçlü kadın DJ’lerinden biri olarak gösteriliyor. Brezilyalı DJ’in saat 23.00’te başlayacak setinde teknonun sınırlarının nasıl esnek olduğunu dinleyeceğiz.
SónarHall’de ise Sónar+D Istanbul kapsamında 21.15’te Synspecies var. Elías Merino ve Tadej Droljc tarafından oluşturulan görsel ve işitsel projede kodlarla yaratılan karanlık müzik dünyasına dalacağız.
SónarLab by Cupra’nın ikinci gün ön plandaki ismi 21.30’da setin başında olacak olan or:la.
“SónarHall bugüne kadar beni hep şaşırttı, beklenmedik anlarda müthiş performanslar izlemişliğim var geçmiş yıllarda. Bu defa SónarHall performanslarından Clark, Tupac Martir ve Lyra Pramuk Echoluminescence beklediklerim arasında. Ayrıca Sónar+D Istanbul programında yer alan “The State of The AI Art” paneli ve devamında Sofia Crespo ile gerçekleştireceğimiz sohbet için heyecanlıyım. Bu zihin açıklığına ihtiyacımız var!
GÜMRAH ŞENGÜN
Kreatif Direktör
Pazar: Tekno Günü
SónarClub by %100 Music sahnesinin pazar günkü açılışını glam rock, indie pop, punk ve elektronik müziği birleştiren fusion setleriyle dikkat çeken Goose yapıyor. Belçikalı 4’lü kalabalık bir kadro ile synth elektro bir performans sergileyecek.
Karizmatik David August ana sahnede 21.15’te DJ setiyle karşımızda olacak. Melankolik setinde melodik house ve elektronik müziği harmanlıyor. Dans ederken müzik ile içsel bir yolculuğa çıkmanızı da sağlıyor.
Festivalin kapanışı 00.35’te başlayacak olan KAS:ST’ın performansı ile olacak. Ana sahnenin ruh haline uygun karanlık bir tekno set ile dans ettirecekler.
SónarVillage by Maybelline sahnesinin açılışını ise Sine Büyüka’nın yeni solo projesi Sinemis İstanbul’da ilk kez sahnelenecek. Ney seslerini, katmanlı dokular ve synth’lerle buluşturan bir müzik ile karşılaşacağız. Aynı sahnede 20.00’de ise İpek İpekçioğlu, Almanya’nın “gurbet DJ seti”ni şehre getirecek.
Yapay Zeka da Müziğin İçinde
Sónar+D Istanbul ise takipçisine ilham verici bir program sunuyor. 28 ve 29 Nisan’da gerçekleştirilecek Sónar+D Istanbul, yapay zeka ve teknolojinin insan üzerindeki etkileri ile blockchain teknolojileri odağında gezinecek. Her iki temayı odağına alan paneller, masterclass’lar, VR enstalasyonları ve müzikle teknolojinin birleştiği canlı performanslar Sónar+D Istanbul’da ücretsiz katılımla yer alacak.
View this post on Instagram
Festivalin detaylı programına www.sonaristanbul.com adresinden ulaşılabilir; www.zorlupsm.com üzerinden atölye ve söyleşilere ücretsiz kayıt yaptırabilirsiniz.

BABY ON BOARD: MELİH ÇEBİ, BABY VE VAROLUŞUN İRONİSİ
Röportaj: Ceren Kahveci
Fotoğraf: Can GörkemMelih Çebi’nin kişisel yolculuğuna tercüman olma amacıyla hayata gelen Baby, dergi kapaklarından bize keyifle göz kırpıyor, masum gülücükler atıyor ve sergi alanında bulunduğumuz süre boyunca odak noktamız olmaktan oldukça memnun gözüküyor. İnternet çağının tohumlarının ekildiği dönemde büyüyen Çebi, içsel değişimleri ve ikilemlerini teknoloji kuşağına ayak uydurmanın gerektirdiği görsel kılıflara giydirerek tüketilebilir hale getiriyor. Baby on Board’un yapım sürecini sanatçıdan dinlerken onun zihninde dolanıyoruz ve Baby‘nin renkli varoluşunun çocukluk hikayelerine dökülen sahne perdelerini aralıyoruz.
Ace of Spades
Baby on Board çok keyifli bir sergi, görsel olarak ziyaretçi içinde canlılık ve neşe uyandıran bir alana dönüşmüş burası. İşlerinin arkasındaki hikayelere inmeden önce, ilk bakışta izleyicilerle bu çizgiler ve renklerle ilişki kurmanın ve üretimlerine bu perspektiften yaklaşmanın arkasındaki nedenlerin nedir?
“Canlılık ve neşe uyandıran bir alan” tanımından yola çıkarak bir şeyler anlatmayı deneyebilirim. Biraz süpermarketleri hatırlattı bana ifaden ve doğru yerdeyiz bence. Pilot Galeri ile birlikte gerçekleştirdiğimiz ilk kişisel sergimde, dijital çağ ve tüketim toplumunun el ele vermesiyle git gide daha da hızlı dönmeye başlayan dünyaya ve bu dünyada hisleri ve düşünceleri yerleştirdiğimiz raflara odaklanıyorum. Tüketim toplumunun içine doğup internetle büyüyen ve kariyerine ilk adımlarını reklam sektöründe atan bir sanatçı olarak, bu trend odaklı dünyada hem kişinin düştüğü boşluk hissini hem de sanatçının ve sanatın yerini sorguluyorum aslında. Bunu yapmak için de kendimi bir markaya veya bir maskota, kimlik arayışıma ait her şeyi de yüzümle birlikte raflarda yerini alan ürünlere dönüştürüyorum diyebilirim. İzleyiciyle arasındaki ilk temasın tıpkı bir markette, satın alınmayı bekleyen ürünlerle olan ilişkisi gibi olmasını istedim. Her şey renkli ve sana gülümsüyor fakat biraz yakınlaşıp içeriğine baktığında “Beni al” diye bağıran çoğu gülen yüzün arkasında her zaman renkli bir dünya olmadığının farkına varıyorsun.
Baby on Board
Baby on Board sergisi senin yaklaşık beş senedir yaşattığın bir karakterin farklı durumlardaki halinin resmedilişi üzerinden ilerliyor. Bu karakter ile senin arandaki ilişki bu senelerde nasıl gelişti? Sergideki eserlerin oluşumu sürecinde aranızda bir olgunlaşma veya başka farkındalıklar gelişti mi?
Başında bu yolda tamamen kendi kişisel yolculuğumu bir karakter üzerinden resmettiğimi düşünerek ilerliyordum. Kendi çocukluk anılarımı tarihsel referanslarla birleştirerek hikayeleştiriyordum bir nevi. Daha sonra bu surat üzerinden aslında sadece kendimi değil, daha genel bir çerçeve üzerinden insan olmanın doğasındaki tüm absürt halleri, varoluşsal krizleri veya toplumun birey üzerindeki etkilerini oluşturduğum bu sarkastik dille ifade etmeye çalıştığımı farkettim. “Ben” diye başlayan her yolun sonu gibi bu yolculuk da beni daha toplumsal bir hisse doğru götürdü sanırım.
“Ayrıcalıklı bir dünyadan gelmeyen sanatçıların çoğunun paylaştığı bir ikilem aslında bu his. İşlerimizle kurduğumuz bağı, sosyal medya paylaşımlarımızla kurduğumuz ağ üzerinden değerlendirme yanılsamasına düşebiliyoruz. Bu konuda yalnız olmadığımı biliyorum.”
Birkaç sene önce Instagram’da @kithandkid isimli hesabından var olan fotoğraflar üzerinden yarattığın yüzleri, karakterleri paylaşıyordun. Üretimlerinin buradan Baby on Board’a evrilişi nasıl gelişti?
Kith&Kid’in oluşumu 2016’da reklam sektöründeki sanat yönetmeni pozisyonumdan ayrılarak yoluma sadece kendi üretimlerimle devam etme girişimimle başladı. O dönem tüm işlerimi dijital araçlarla, ekranlar üzerinden üretiyordum ve bu beni bir şekilde tatminsiz bırakıyordu. Bence dijital ve analog arasındaki bu fark benim gibi ikisinin arasına doğup büyümüş bir kuşağa ait insanlar için hep bir boşluk ve arada kalmışlık hissi yaratmaya devam edecek. Ben de bu histen yola çıkarak pazarlardan, antikacılardan topladığım, tanımadığım insanlara ait eski fotoğrafların üzerinde çalışmaya başladım. Bu fotoğraflar üzerinden uzun süredir bağımı kopardığım o analog hisle ve başka insanların hayatlarıyla kurduğum bağ tekrar güçlendi ve bu da kendi dilimi oluşturmamda bana önayak oldu sanırım. Böylece fotoğraflar üzerinden kurmaca hikayeler yarattığım yolculuğum kanvaslara ve kendi hikayelerime evrildi.
Kendi hayatından tecrübeleri bu karakter aracılığıyla tüketilebilir bir hale getiriyorsun. Bu tecrübelerin anlatımında, önüne bir “tüketici” koyacağını bildiğin için feragat ettiğin hisler ya da unsurlar oluyor mu? Bir sanatçı olarak bu tüketilebilir hikaye anlatımına nasıl yaklaşmayı seçiyorsun?
Bağımsız bir sanatçı olarak, kendimi var etmek ve varlığımı sürdürebilmek için tamamen duygusal bir yerden ürettiğim işlerimi, tamamen duygusal olmayan bir yerden pazarlamakla yükümlü olduğumun farkındaydım. Bu farklı duygularla, kimlik arayışlarıyla, krizlerle dolu hisleri bir yandan resmederken bir yandan da mantıklı bir plan ile geçimimi sağlamam gerekiyordu. Haliyle bu da insana kendini Instagram üzerinden pazarlanan kırışık önleyici kremler gibi hissettiriyor bazen. Ayrıcalıklı bir dünyadan gelmeyen sanatçıların çoğunun paylaştığı bir ikilem aslında bu his. İşlerimizle kurduğumuz bağı, sosyal medya paylaşımlarımızla kurduğumuz ağ üzerinden değerlendirme yanılsamasına düşebiliyoruz. Bu konuda yalnız olmadığımı biliyorum.
View this post on Instagram
A moodboard for my future therapist
Sergide gördüklerimiz arasından senin için en özel olan ya da sergiye dahil ederken diğerlerine kıyasla sende farklı hisler uyandıran eser hangisi?
Sergi dahilindeki tüm işlerden ilk görüşte kendini ayırdığını düşündüğüm bir işim var, bunu sen de fark ettin sanırım. İsmi A moodboard for my future therapist. Diğer işlerden farklı olarak bu işte karakter yüzünü gizliyor, tam olarak ne hissettiğini bilmiyoruz. Kullandığım semboller diğerlerinden farklı olarak ben ve kanvas arasında. Anlaşılmamayı hedeflediğim bir iş olarak diğerlerinden ayrılıyor sanırım.
Eyvah!
Eyvah! isimli eserin arkasındaki hikaye aslında sergide ele aldığın bireyselliğin marka temsiline dönüşmesi konusunu senin tecrübelerin üzerinden farklı bir şekilde ele alıyor. Hikayesini dinleyebilir miyiz?
Evet söylediğin gibi Eyvah! isimli iş aslında oluşturmaya çalıştığım temanın temeli niteliğinde. Hislerini kapitalizm ve tüketim toplumunun tatminsiz doğası üzerinden ifade eden bir çocukluk anısı gibi. Aynı zamanda sergi dahilindeki en eski iş. Resmin genelinde de oldukça çocuksu bir perspektif hakim. Hikayesi 1998 yılına dayanıyor, sekiz yaşındayım. O dönem hızlı gelişen ve sanayileşen bir şehirden ayrılıp taşındığımız sahil kasabası diyebileceğim şehir ile ilgili abim ile dışavurabildiğimiz en büyük mutsuzluk, şehirde henüz varolmayan fast food zincir restoranlarıydı. Popüler kültürü çizgi filmler, sinemalar, video oyunları ve televizyon üzerinden takip ettiğimiz o zamanların beni en heyecanlandıran sonuç ürünü, McDonalds’ın gündemle paralel olarak menüleri beraberinde gülümseyen evler şeklinde kutular içinde sunduğu Happy Meal oyuncaklarıydı. Bu duruma bizimle birlikte canı sıkılan annemin bizi mutlu etmek adına araştırıp bulduğu, yine o zamanlar yeni yeni çoğalan, telefonla sipariş verilen bir pizza restoranıyla gelen bir anı… İsmi de ironik bir şekilde “Rüya Pizza”. Yeni evimize dönemin yaygınlaşan ilk popüler cep telefonlarından biri olan Nokia 3210’umuz ile ilk kez pizza söylüyoruz ve heyecanlıyız. Bu lokal restoran, üzerinde Raphael’in ikonik tablosu “Angels of the Sistine Madonna”nın kırmızı mürekkep ile grafik baskısını barındıran bir kutu içinde pizzayı kapımıza getiriyor. Biz de oyuncaksız gelen bu pizzanın kutusunu kendimize oyuncak yapıyoruz. Eyvah! işinde de Raphael’in meleklerini abim ve ben olarak, Happy Meal kutularından oluşan yanan bir bir şehri izleyen iki şeytan olarak resmediyorum.
“Kimlik arayışı birey için de kurumlar için de hiç bitmeyen, sürekli değişen ve uçsuz bucaksız bir süreç. Zamanla birlikte arayış da evrimleşiyor gibi.”
Eyvah! eserinde de gördüğümüz gibi bazı eserlerde ikili figür mevcut. Üzerinden kendi hikayelerini aktardığın bu karakter çoğaldığında, iki tane olduğunda olaylar nereden işliyor, nasıl değişiyor?
Ürettiğim kanvasların bir çoğunda ikiz veya birbirinin yansıması olan karakterler mevcut. Burada oluşturmaya çalıştığım ayna görüntüsü çoğu zaman “gölge” tarafımızı simgeliyor. Sergi alanının merkezinde bulunan halı formundaki The Ace of Spades isimli iş de bunlardan biri olarak bireyin kendi gölgesiyle içinde bulunduğu hesaplaşmayı resmediyor.
Pelike
Masculine Urge to Suppress
Pandemi senin için tasarımcı kimliğini bir kenara koyduğun ve sanatçı kimliğine odaklandığın bir dönem oldu. Üretimlerinle toplum ve dünya görüşüne eleştirel yorumlar getiriyorsun. Bunu artık tamamıyla sanatçı kimliğiyle yapıyor olmak sana başka düşünce kapıları açtı mı, bu açıdan seni karşılayan değişimler oldu mu hayatında?
Benim akademik hayatım sanatsal bir altyapıdan gelmiyor aslında. Eğitim hayatıma ilkokuldan itibaren yabancı diller üzerine yoğunlaşarak devam ettim, çok küçük yaşlardan itibaren hem Türkçe’ye hem de diğer yabancı dillere her zaman bir eğilimim oldu. Yaptığım sanatı da aslında bu yaşlarda kendimi ifade etmek amaçlı yarattığım başka bir dil olarak görüyorum. İlerleyen yaşlarda tasarımcı kimliğimle başladığım kariyerimde başka insanların, kurumların ve markaların dili olmaya odaklandığım bir dünyadan, yine aynı dili kullanarak bu dünyayı bireysel olarak ele aldığım ve eleştirdiğim bir tarafa geçmek benim için dönüştürücü bir his. Kimlik arayışı birey için de kurumlar için de hiç bitmeyen, sürekli değişen ve uçsuz bucaksız bir süreç. Zamanla birlikte arayış da evrimleşiyor gibi.
“Baby on Board” sergisi 28 Nisan 2023’e kadar Pilot Galeri’de ziyaretçilere açık.

YELTA KÖM İLE HER ŞEYİN TANIDIK, HER ŞEYİN YABANCI OLDUĞU BİR YERDEYİZ
Röportaj: Ceren Kahveci
Fotoğraf: Can GörkemHaritada konumumuzu bulamadığımız, yanından geçtiklerimizin isminin daima dilimizin ucunda kaldığı bir alanda yürüyoruz Yelta Köm ile. Mimarlık eğitiminden beslenerek mekanlarla olan sosyal ve politik ilişkimizi sorgulayan üretimler yapan sanatçı, her şey tanıdık, her şey yabancı sergisinde ise var olan ve olmayan “şey”lerin görünmez bağını alternatif bir gelecek kurgusuna taşıyor. Olasılıklar ve belirsizlikler arasında adım atarken Yelta’yla sanat pratiğini, serginin hikayesini ve susuz çiçekleri konuşuyoruz.
Merhaba Yelta, öncelikle sergi için çok tebrikler. Seni biraz kendi kelimelerinle tanıyabilir miyiz?
Ben Yelta. Uzun yıllardır, hem sanat hem mimarlık alanında, hem de akademide çalışıyorum. Kendi sanat ve araştırma pratiğimin dışında kimi zaman başka sanatçılarla beraber üretim süreçleri, kimi zaman sergi tasarımları ile uğraşıyorum. Yaklaşık on senedir Almanya’da yaşıyorum, yüksek lisans için Staedelschule’ye geldikten sonra ailemin bir kısmının yaşadığı Berlin’e geri döndüm. Şu anda Bauhaus Weimar Üniversite’sinde Görsel Temsiliyet Politikaları ve Pratikleri kürsüsünde çalışıyorum. Öte yandan Herkes İçin Mimarlık, Arazi Assembly gibi ekipler içinde yer alıyorum. Kültür sanat alanının farklı bağlamlarında rol alıp üretim yapmayı seviyorum, bol bol da yazıyorum. Uzun süredir düzenli olarak manifold’a yazsam da, bir çok yayına katkıda bulunuyorum. Seneler önce calling’e de yazdığım bir kaç yazı var.
Kazara Gerçek serisi
Teknoloji, bürokrasi, toplum ve gelecek üzerine farklı medyumlar kullanarak çalışıyorsun, eleştirel pratiklerle bu konseptleri sorguluyorsun. Kentsel Gözetim Bürosu sergisi de bunu gerçekleştirdiğin alanlardan birisiydi mesela. her şey tanıdık, her şey yabancı ise olası bir geleceğe bakmak için bize farklı yollar sunuyor. Bu alternatif gelecek kurgusu senin, veya geleceğin insanı için nasıl olasılıklar barındırıyor?
Kurmacayı işlerimin içerisinde oldukça kullanmayı seçiyorum. Bu kurmacada hangi etkenler gerçek hangileri yalan belli olmuyor. Kentsel Gözetim Bürosu’nda gerçekte olmayan bir büroyu kurmaya çalışmıştım. Teknolojiyle olan ilişkimizin geleceği nasıl şekillendirdiğiyle ilgili bir derdim var. Teknolojiyi kullanıyoruz fakat bu bizim algımızı, dünyaya bakışımızı, kenti algılayışımızı nasıl değiştiriyor? Mesela telefonu günümüzde kenti algılamak için kullanıyoruz. Almanya’ya taşındıktan sonra Google sokak imgelerinde bazı binaların bulanık olduğunu gördüm ve eğer kenti bulanık imgeler aracılığıyla algılamaya başlarsak geleceğin kent algısının belki de gittikçe bulanıklaşacağını düşündüm. Bunun üzerine spekülasyonlar yapmaya başlayıp, nerelerde takip edildiğimiz üzerine kafa yorarken Kentsel Gözetim Bürosu’nu ortaya çıkarmıştım. Geleceği okumanın türlü yöntemleri nasıl olabilir diye düşünüyordum. Bilimin de bir modeller bütünü olup, tek bir analitik gerçeklikle anılmasıyla ilgili bir derdim var aslında. Onu başka nasıl tekniklerle nasıl çoğaltabiliriz? Mesela kurşun dökmek, fal bakmak… Kazara Gerçek serisindeki imgeler ne kadar analitik, bilimsel bir görsel gibi dursa da aslında bunlar benim döktüğüm kurşunlar. Kurşun eski çağlardan gelen hem bir gelecek okuma hem de koruma yöntemi. Alman kültüründe de var, Çekoslovakya’da var. Romalılar şehirlerin altını yaparken kurşun kullanıyorlar, Babil’de, Asurlular da kullanılıyor, bugün tüm teknoloji ürünlerinde de kurşun mevcut. Bir yandan oldukça zehirli olan bir materyal ama aynı zamanda spiritüel olarak da koruyucu bir değeri var. Molibdomansi olarak anılan bu pratik, bilimin kurduğu modelleri nasıl bozabileceğimizi de gösteriyor. Bu sergideki tüm objeleri aynı zamanda gelecek okuma aygıtları olarak da görüyorum.
“Ben sanatı bir anlamda araştırma pratiği olarak kullanmaya çalışıyorum. Sanat ile araştırmanın nasıl olduğuna, bir artizan pratik dışında tahayyülümün nasıl dönüştüğüne odaklanmaya çalışıyorum.”
Bu İstanbul’daki ilk kişisel sergin. Planlama aşaması nasıldı dersin?
Bu serginin üzerinde 14 Mart 2020’den beri, yani yaklaşık üç senedir çalışılıyor. Pandemi yüzünden ertelenmişti ama ertelendikçe zamanla her şey daha da birbirinin içine girmeye başladı. Benim için heyecanlıydı, sürecin başından beri desteği olan Elif Çak ve Versus Art Project’ten Mert Ünsal ve Leyla Ünsal geçmişe doğru tüm aşamalarını gördüler ve desteklediler. Onun dışında Kubilay Ercelep ve Serap Kaçmaz var uzun zamandır beraber çalıştığım, onların desteğini her aşamada aldım diyebilirim. Sonrasında ise serginin küratörü Ulya Soley ile tanışmamız sergiyi son haline getirdi. Serginin hem katmanlanmasını, aynı zamanda arınmasını sağladı, tüm işlere kısa hikayeler yazdı. Ben sanatı bir anlamda araştırma pratiği olarak kullanmaya çalışıyorum. Sanat ile araştırmanın nasıl olduğuna, bir artizan pratik dışında tahayyülümün nasıl dönüştüğüne odaklanmaya çalışıyorum. Bu sergi şekillendikçe metin, şiir ve edebiyat da işin içine girmeye başladı. Serginin romantik bir kısmı var, tüm işlerin ismi aslında oldukça hisli. Daha demin bahsettiğimiz serinin ismi Kazara Gerçek, içerideki Bulanık Topraklar üzerinde bulunduğumuz sonsuz fonun ismi. Köşedeki Korkma Her Şey Yoluna Girecek ise bir şiir parçası.
Korkma Her Şey Yoluna Girecek bir robota atfedilen bir şiir parçası değil mi?
Robottan çok bir elektronik parçanın nasıl iletişim kurduğuna, bizde nasıl duygular yarattığına bakıyoruz aslında burada. Teknolojiye hakim olan dil daima eril bir yerden kuruluyor, bu eril dilin de çoğu zaman duyguları değersizleştirdiğini, ötelediğini düşünüyorum. Bu iki dünya arasında bir bağ kurmak mümkün olamaz mı? Şiiri bir metot olarak kullanıp bu parçaların nasıl iletişim kurduğuna bakıyorum. Bir çiçeğe baktığımızda duygulanıyoruz ama aslında dijital bir çiçeğe baktığımda da duygulanıyoruz, bu serginin sonundaki çiçek gibi.
Korkma Her Şey Yoluna Girecek
Dijital ayak izimiz ile karşı karşıya geldiğimiz, kendi çevrimiçi yolculuğumuza uzaktan bakabildiğimiz bir alandayız. Serginin başlığı, veriler aracılığıyla başkalarının bizi tanımasına bir atıf mı?
İçeri girdiğinizde fosile benzeyen bir obje var. Aslında tanıdık bir obje ama yabancı da. Buradaki bulunanların hiçbiri bildiğimiz sistemler üzerine kurulmuş şeyler değil. Serginin ilerisinde haritalar, hava fotoğrafları var. Gösterdikleri mekanlar çok tanıdık ama aslında gerçekte var olan yerler değil. Sergideki kurmaca alanın içerisinde neyin gerçek neyin yabancı olduğuna eşlik eden hikayeler bulunuyor, burada her şeyin gerçek ama aynı zamanda da olmadığını sorguluyorum. Mesela sergideki telefon parçası oldukça tanıdık bir obje fakat toprağın içinden çıkan bir fosil gibi. Tanıdık bir şeyin isimlendirilemeyen bir hali. Bu videodaki görüntüler de çok alışık olduğumuz imgeler ama zamanla değişiyor, başka şeylere dönüşüyor.
“Çok olasılık var ve burası aslında o olasılıkların içerisinde kalan bir alan. Etraf değişiyor, evet, ama bizim şu anda bulunduğumuz yer bir olasılık anı.”
Arkeoloji ve mimari gibi, yeryüzünü ve yeryüzünden çalıştığın disiplinlerin dijital mecralardaki olasılıklarını çalışıyorsun. Tanıdık olma ve yabancılaşma senin için nasıl gerçekleşiyor bu mecrada? Pratiğini bu alanda geliştirmek dijital varoluşa bakış açını bir sanatçı olarak nasıl şekillendiriyor?
Mimarlık eğitimi aldığım için mekanla ilgili bir derdim var. Bu dert plan çizmekten haritalara kadar uzuyor ve fiziksel alanın bana verdiği bir rahatlık da var. Şu an üzerinde durduğumuz yeşil alan bir grid. Hani haritada her şey yüklenmez, bazı kısımlar çizgili, yeşil bir görünümde önüne çıkar. Toprağın içerisinden çıkan bu alan da böyle geliyor bana. Kurmaca olmasıyla beraber bu alan bir fon, burada bir yabancılaşma hali var. Böylece burada dolaşan kişi bulunduğu yerin aslında sahte olduğunun farkında. Bunun biraz da altını çizerek gerçekten de buranın bir sahne alanı olduğunu göstermek istedim. Grid ve farklı projeksiyon sistemleri derken bunların üzerinden oynayarak ben de yeni anlatılar oluşturmaya çalışıyorum. Temsilin ve imgenin bizim hayal gücümüzü nasıl işgal ettiğini ve yeni imgelerle bunu nasıl çoğaltabileceğimize bakıyorum.
“Sonsuz bir fonda, tarihsiz bir noktadasın.” diyor sergi bize. Her şeyin tanıdık ve aynı zamanda yabancı olduğu bu gelecekte biz alanımızı nasıl kuruyoruz, nasıl konumlandırıyoruz kendimizi?
Çok olasılık var ve burası aslında o olasılıkların içerisinde kalan bir alan. Etraf değişiyor, evet, ama bizim şu anda bulunduğumuz yer bir olasılık anı. Üç gün sonra sergiyi anlatırken başka türlü anlatabilirim çünkü bir sürü farklı dünya barındırıyor bu olasılıklar. Gerçek olmayan şeyler algısı bir de Olmayan Yerlerde Buluş Benimle serisinde pekişiyor. Birbirimize yazdığımız e-maillerin, mesajların farklı noktalarda birbirleriyle buluşmasının üzerine kafa yorarken bu birleşmenin hangi veri merkezinde oluştuğunu, hangi dünya görüşüne hizmet ettiğini düşünmeye, arkasındaki bu gerçekliği fark etmeye başladım. Sonra bilgisayarla o veri merkezlerini yeniden üretmeye başladım. Bu alan bir operasyon odası gibi gözüküyor bir yandan ya, o benzerlik üretim sürecinde çok hoşuma gitmeye başladı. Bu tür hava fotoğraflama, lokasyon paylaşma teknolojileri savunma sanayii ve savaş endüstrisinin desteklenmesiyle bugün bu kadar ilerledi. Bir nebze askeri imgelere benzeyen seri o tansiyonu ve gerginliği gösteriyor. Bu ilişkiyi hiçbir zaman unutmamamız gerektiğine, haritaların aslında ne kadar politik olduğuna dair bir hikaye mevcut burada.
Olmayan Yerlerde Buluş Benimle
Bir siteye girerken, robot olmadığımızı kanıtlamak için ruhsuz gözüken fotoğraflardan doğru olanları seçmemiz gerekiyor. O fotoğrafların hayattan kopuk gözükmesinin sebebi ise bir robotun gözünden, Google harita imgeleriyle dünyaya bakıyor olmamızmış. Peki sen bu olmayan yerlerin haritasına nasıl vardın? Taban olarak hangi imgelerden yararlandın mesela?
Farklı noktalardan fotoğraflar kullanıp onları yeniden ürettim, burada gördükleriniz benim algoritmalarla beraber ürettiğim imgeler. Olmayan yerlerin haritasının tabanını farklı hava fotoğrafı servislerinden alınan görseller oluşturuyor. Dünyayı ölçmek için kullanılan kalibrasyon noktaları var, uyduların hava fotoğrafı çekmesini sağlıyor. Bir yandan da bu noktalarla birleştirdim bu görselleri. Gördükleriniz bilgisayarda ürettiğim onlarca imajın içerisinden benim seçtiklerim.
Serginin girişinde, gerçeklik içinde birtakım glitchler bulunduran bir alana girdiğimiz söyleniyor bize.
Buradakilerin tamamı hem glitch hem değil çünkü bu serginin belirsizlik ve alışkanlık üzerine kurulan bir tarafı var. Sergi aslında hiçbir şeyi netleştirmeme, açıklığa kavuşturmama üzerine kurulu. O yüzden de kimi noktalarda biraz kafa karıştırıcı, mesela gördükleriniz gerçek bir hava fotoğrafı gibi ama değil. O glitch hissi hep buralarda oluşuyor, belirsizliklerin üzerinden oynamak benim hoşuma gidiyor açıkçası. İmgeler ne kadar belirsiz olursa o kadar farklı olasılık barındırıyor. Sergi alanının son yeri olan koridorda bulunan seri Her Şey Tanıdık, Her Şey Yabancı, döktüğüm kurşunları elimde tutup taradığım imgeleri tekrar yapay zekayla türettiğim görsellerden oluşuyor. Elimdekiler kurşun parçaları gibi duruyor ama bir yandan da burada bir sanatçının eli mevcut. Bu el birkaç farklı konuyu açıyor, hem sanatçının elinin bir parçaya ne kadar değdiği tartışmasını hem de erken çağlardan beri süre gelen tanrının eli imgesini hatırlatıyor. O tartışma ve bu üretim arasındaki ilişki hoşuma gidiyor. Bu alandaki son iki iş ise daha çok duygular üzerine oynuyor. Gün Olur Erişirler İkimize’de bir el mevcut ve fosil içinde kalmış bir görüntüsü var, suyun altında sabit kalmış. Olasılıkların Duyguları ise bahsettiğimiz glitch meselelerine atıf olarak dijital, susuz bir çiçekten ibaret. Serginin akışı duygulara hitap ederek sonlanıyor, bu olasılıkların duygularının nasıl işlediğiyle, bizimle nasıl iletişim kurduğuyla ilgilenen bir son. Sadece şiir değil, imgeler ve ikonlardan da beslenen bir iletişim alanı burası.
Gün Olur Erişirler İkimize parçasının önünde Yelta Köm
Her Şey Tanıdık, Her Şey Yabancı serisi
Son olarak, bu sergi konsepti senin için hep mevcut olan bir fikir miydi, yoksa çıkış noktasının özel bir hikayesi var mı?
Bir süre sonra fark ettim ki mesele hep aynıydı benim için. Bazen 2004’te yazdığım notları buluyorum ve dertlerimin yine dünyanın neresinde olduğumuzla ve buna nasıl baktığımızla ilgili olduğunu görüyorum. Hatta sergi için seçtiğim önceki başlıklarından biri “Konum Attım Yalnızlığaydı”. Dünyadaki konumumuz neresi ve biz bunu nasıl algılıyor ve nasıl bozuyoruz? Bunu irdeliyorum hep. Bir yandan da bu kurmaca dünyayı keyifli buluyorum, kendi gerçekliğimden kopup dışardan bakıp yeni şeyler düşünmek üretim alanımı tanımlıyor.
Olasılıkların Duyguları
“her şey tanıdık, her şey yabancı” sergisini, 30 Nisan 2023’e kadar Versus Art Project’te ziyaret edebilirsiniz.

LOGARITHMIC GROWTH: MURAT PALTA'NIN ELİNDEN ZAMANE HİKAYELERİ
Röportaj: Ceren Kahveci
Fotoğraf: Can Görkem“Osmanlı dönemindeki bir nakkaş bugün yaşasa, bu dünya içinde gördüğü kabuslardan yola çıkarak neler resmedebilir?” sorusunun cevabını resmetmek amacıyla üretiyor Murat Palta. Art x-ist’te bulunan ve adını birazdan bahsedeceğimiz bir mikrobiyoloji deneyinden alan Logarithmic Growth sergisinde bir bilim insanı misali dünyamıza üçüncü tekil şahıs gözünden bakıyor, yaşadığımız zamanları zamansız bir biçimde tasvir ediyor. Geleneksel minyatür sanatını modern imgelerle birleştirerek günümüze taşıyan sanatçıdan serginin hikayesini ve üretim süreçlerini dinliyoruz.
İlk önce Time Exchange eserini senden dinlemek isterim. Sergiye girdiğimiz gibi çekildiğimiz bir eser oldu, hikayesi nedir?
2015’te Paris’te katıldığım karma bir sergi sırasında rastladığım bir dikilitaşı merak etmemle bu eserin hikayesi başlıyor. Araştırdığımda istem dışı ortaya çıkmış sembolik bir hikaye yakaladım. Luksor Dikilitaşı, Osmanlı’nın son dönemlerinde imparatorluktan kopmaya başladığı zamanlarda Mısır tarafından Fransa’ya hediye ediliyor. Büyük bir gemide götürülüyor, oraya dikiliyor. Aradan bir süre geçtikten sonra Fransa da bunun karşılığında bir tane saat kulesi gönderiyor, fakat bu saat kulesi yolda giderken bozuluyor ve iki yüz sene boyunca çalışmıyor. O tarihten itibaren her tamir girişimleri sonrası tekrar bozuluyor. Burada tesadüfi bir sembolik anlatım var çünkü o dönemlerde arkeoloji bilimi de yeni ortaya çıktığı için Fransa’da Mısır’a karşı, özellikle Napolyon döneminde, bir merak gelişiyor. Beraberinde bir bellek arayışı ortaya çıkıyor. Antik dönemlere dayanan Mısır ise Batı’da gerçekleşen endüstrileşmeye uzak olduğu için karşılıklı bir takas durumu oluyor aslında. Eserdeki iki eksen de o dikilitaş ve saat kulesi. “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nde de çok ilginç bir cümle var, dikkatimi çekmişti. Özellikle cep saatlerinin ilk yaygınlaştığı dönemlerde, muhtemelen namaz saatlerini yakalamak için, en çok müşteri İslam dünyasından bilhassa Türkiye’den çıkıyor. Kitapta bununla ilgili olarak “Türkler saate bakarak Allah’larını buluyorlar,” yazıyor. Hikayeyi destekler nitelikte olduğu için oraya bağladığım bir kurgu aslında. Burada bir kervan, bir yolculuk var ve bu yolculuk boyunca çeşitli görüntüler görüyoruz ama buradaki olaylar belli tarihi olayları anlatmıyor.
Time Exchange
Bu biyolojik deneyle kendi sanatını birleştirme fikrine nereden vardın?
Ortaya çıkan hikaye mikrobiyologların bir deneyiyle başlıyor. Bir kaba mikropları koyuyorlar ve gelişme aşamalarını inceliyorlar. Mikroplar ortaya çıkıyor, çoğalıyor. Daha sonra kaynaklar azalınca rekabet ve ölümler artıyor. Bununla birlikte gazlar da artıyor ve sonucunda hepsi yok oluyor. Mikrobiyologlar deneye bakarak tüm insanlığa uyarlanan bir çizelge oluşturuyor ve bu aşamalara isim veriyorlar. Şu an insanlığın içinde bulunduğu aşama logaritmik büyüme çağı, ki sergi de adını oradan alıyor. Şu an kaynaklarımız var, iyi durumdayız fakat bu şekilde devam edemeyiz çünkü sonumuz aynı olur diye düşünerek önlemler alınmaya çalışılıyor. Birleşmiş Milletler’in bu sonu önlemek için yarattığı on altı maddeden oluşan bir planı vardır; kadın hakları, ifade özgürlüğü derken hepsi bir şekilde birbiriyle iç içe giriyor. Bu hikaye minyatürle de örtüşen bir şey. “Biz neden bu minyatürleri böyle bir açıdan görüyoruz?” sorusuna getirilen bir yorum olan biteni tanrının gözünden tasvir ettiğimiz çünkü İslami inanca göre yaratmak insanın işi değildir. Ben bu yoruma katılmıyorum ama bu şekilde yorumlamanın o deneyle örtüştüğünü düşünerek yola çıktım. Mikrobiyologlar mikroba bakıp tüm insanlığı görebiliyor, biz de buradaki minik insanlara bakıp kendimizi görebiliyoruz.
Eserlerinin hem yoğun bir hikayesi, hem de her köşesinde yeni bir detayla karşılaştığımız bir kompozisyonu var. Bu yoğunluğu üretim sürecinde nasıl dengeliyorsun?
Temelde anlatmak istediğim bir hikaye oluyor, diğer hikayeler destekleyici rol görüyor. Popüler kültürden aldığım karakterlerin orada olma amacı insanları esere çekmek ve arkasında anlatılmak istenen hikayeye doğru çağırmak. Bir nevi clickbait aslında. Hikayede karakterlerin rolleri nedir? İlk başta onu cevaplayarak hareket etmem gerekiyor. Mesela buradaki çalışmalarda Kim [Jong-un’un] kim olduğunu net bir şekilde görebiliyoruz çünkü tüm hikaye bunun üzerinden gerçekleşiyor. Bazı minyatürlerde, bazı kompozisyonlarda ya popüler kültürden karakterler ya da tanınmış tipler destekleyen karakterler oluyor, o küçük hikayeleri destekleyen figürlere dönüşüyor. Başlangıçta kaba taslak neyin nerede olacağı belli oluyor, sonra detaylarda bazı şeyler doğaçlama gelişiyor.
View this post on Instagram
Sunset Blues
Kendi çalışmalarında bu tanrının perspektifinden bakma geleneğini kırmayı hiç düşündün mü?
Ben olabildiğince klasik minyatür görünümüne sadık kalmaya çalışıyorum. Anlattığım hikaye bu anlatımdan başka bir yöne sapmamı gerektirirse bunu deneyebilirim çünkü amaç geleneksel olanın üzerinde deneysel gitmek, bunu da deneme-yanılma ile görebilirim. Mesela minyatürün son dönemlerinde Levni’nin tek bir kadın çizdiği figürleri var. Normalde kadınlar minyatürlerde beraber resmedilir ve gözlerini kaçırır çünkü “iffetli”lerdir ama bu çizimde gözünün içine bakıyorlar ve tek resmediliyorlar. “Demek ki [minyatürde] o olabiliyor” diyorsun bir noktada.
“Ben minyatür yapıyorum demiyorum, bir nakkaş bugün yaşasaydı neler yapardı onu taklit ediyorum aslında.”
Günümüzde geleneksel minyatür ve tezhip sanatıyla karşılaştırdığımızda, karanlık ve kaotik yönlerini bildiğimiz bir döneme bizi rahatlatan, daha samimi gördüğümüz bir format aracılığıyla baktığımızı düşünüyorum. Geleneksel sanat tekniklerinin bu yumuşatma özelliğinden bu tecrübe anlatımı kapsamında yararlanıyor musun? Ya da böyle bir yumuşatma olduğunu düşünüyor musun?
Hem evet hem hayır. Osmanlı dönemleri deyince insanların kafasında oluşan katı bir görünüm var ama minyatürlere baktığımızda insanlar renkli renkli kıyafetler giyiyorlar, ki gerçekten de öyle giyiniliyordu o dönem. Birinin hançerle kafası kesiliyor ama suratı gülüyor. O primitif dil orada varlığını sürdürdüğü için yumuşatılmış gibi görünebiliyor. Öte yandan bugün “ayıp” sayılabilecek konuları dönemin elyazmalarında minyatürleriyle görmekteyiz. Aslında o kadar da yumuşatılmış değil, bazı şeyler düşündüğümüze göre daha yumuşak sadece.
Yaşadığımız gezegenle ilgili bu gördüğümüz çıkarımları yaparken ilham aldığın nesne, kişi ve olaylar var, mesela Dr. Manhattan, Elon Musk, Kim Jong-Un ve Betty Boop. Kullandığın popüler kültür unsurlarını seçmek için bir popüler kültür rejimine girmen gerekiyor mu?
Bu doğal gelişiyor. Batı’da Spiderman, Superman var, bizde de Karagöz var düşüncesini bir inat haline getirip yapmaya çalışmak yapmacık oluyor, kendime de yediremiyorum açıkçası. Hem geleneksel sanatlara ilgi duyduğum hem de popüler kültürün içinde büyüdüğüm için bazı şeyleri kaçınılmaz olarak görüyorum. “Şuraya bir bakayım, oradan bir hikâye çıkarabilir miyim?” gibi bir durum olmuyor, ikisinin de doğrudan içinde olduğu bir şeye dönüşüyor. Bu serginin konseptinin bir parçası da bu: Osmanlı dönemindeki bir nakkaş bugün yaşasa, bu dünya içinde gördüğü kabuslardan yola çıkarak neler resmedebilir? Ben minyatür yapıyorum demiyorum, bir nakkaş bugün yaşasaydı neler yapardı onu taklit ediyorum aslında.
Düyun-u Umumiye
Aynı fikirde misin bilmiyorum ama karşımıza çıkan görsellerde büyük bir alanı ele aldığında, zaman zaman Studio Ghibli-vari heyecan verici, tatlı bir karmaşayla karşılaşıyoruz. Sen kendi hayatını, kendi dünya görüşünü böyle renkli ve canlı olarak tanımlar mıydın?
Aslında tam tersi. İnternette denk geldiğim Miyazaki ve Junji Ito’nun karşılaştırıldığı bir görsel var: Junji Ito’nun çizdikleri çok karanlık, kafaların kesildiğini resmediyor ama gerçekte kendisi mutlu bir şekilde kedilerle poz veriyor. Miyazaki de tam tersi rengarenk, cıvıl cıvıl dünyalar çiziyor ama her çekimde sigara içiyor, yere bakıyor, dertli. Ben de aynı şekildeyim, baksana simsiyah giyinmişim. Canlı çizimlerle kafa kesilmesini anlatmanın tezatlığını seviyorum, minyatür sanatı buna çok uygun bir dünya sağlıyor.
Düyun-u Umumiye eserinde çiniyle çalıştın. Bu üretim sürecindeki değişiklikler ne oldu senin için?
Ağırlıklı olarak minyatür çalışsam da geleneksel sanatın her alanına ilgim var ve farklı teknikler anlatmak istediğimi nasıl destekleyebilir diye düşünüyorum. Mesela sergide minyatürün etrafındaki süslemelere tezhip deniyor. Genelde tezhip doğrudan minyatürün etrafında yer alan bir şey değil, daha çok yazının etrafını süslemek amacıyla kullanılıyor. Anlatmak istediğim hikayeye bir katkısı varsa ya da yeni bir bakış açısı sağlıyorsa farklı teknikleri deniyorum, olabildiğince farklı disiplinlerden yararlanmak istiyorum. Tabii bir noktada malzemeyi tanımak da gerekiyor ve bu zaman isteyen bir şey, farklı dönemlerde farklı sergilerde değişik şeyler yaşıyorum. Buradaki çini bir Monopoly tahtasına benziyor ama aslında anlatılan hikaye Osmanlı’nın Düyun-u Umumiye dönemi. Dış ve iç borçlanmanın arttığı, Osmanlı’nın yıkıma gittiği süreci anlatıyor. En son o dönemlerde Galatalı bankerlerden borç istenmişti, iç borçlanma öyle olmuştu. Dönemimizle paralellik gösteren bir olay.
“Çizilen şey kötü bir şeyse, ‘Bakın ne kadar kötü’ demek değil, gerçekleşeni resmetmek gerekiyor. O yüzden resmettiklerim çok net bir şekilde eleştirel değil, desteklediğim bir şey varsa fanatikliğini yaparak anlattığım şeyler değil. Daha çok gerçekleşen olay neyse onu anlatıyorum.”
Eserlerinde detaylara dikkat etmek gerekiyor, her köşe ardında bizi bir sürpriz bekliyor adeta. Eserlerinle karşı karşıya gelen birinin onu nasıl görmesini istersin, bakma eylemi açısından nasıl bir tecrübe yaşamasını umuyorsun o kişinin?
Bir şey anlatırken çok göze batırarak anlatmak benim için doğru değil. Minyatürün doğasına da aykırı çünkü o dönemlerde ifade özgürlüğünün yer aldığı bir dünya yok. Hem Avrupa hem de Osmanlı minyatürlerinde detaylarda ufak ufak göndermeler olabiliyor ve o anlatım şekli benim hoşuma gidiyor. Benim kompozisyonlarımda insanlar ilk başta popüler kültürden karakterleri görüp esere çekiliyor ama detaylara girdiklerinde sonraki adımları görebiliyorlar. Benim esas anlatmak istediğim de hikayede buzdağının görünmeyen yüzü.
Anlattığın hikayelerde kendi yorumunu, imzanı ne kadar görebiliyoruz?
Biz geleneksel minyatürlere baktığımızda onu üreten nakkaşın yorumunu çok görmeyiz. Minik detaylara imzasını bırakır, daha çok bir sosyal tarih anlatıcılık tarafı vardır. Ben o özelliğin ön plana çıkmasını istiyorum, o yüzden benim yorumumun ikinci, üçüncü planda kalmasını tercih ediyorum. Doğal olarak insanın kaygıları olabiliyor, üzüntüleri olabiliyor ya da anlatmak istediği şeyler oluyor. Bu kişisel duyguları olabildiğince hikaye anlatımının arkasına gömmeye çalışıyorum. Resmedilen durum kötü bir olaysa bunun kötülüğünü parmakla göstermek değil, gerçekleşeni resmetmek gerekiyor. Nakkaş “Bunu ben yaptım” demiyor, takma adlar kullanıyor, onun arkasına saklanıyor çünkü Batı sanatının tam tersine sanatçının ön planda olması ayıp görülüyor. Egonun tam tersi, olabildiğince kendini saklamak daha iyi bir şey. Ben günümüzde bunu yapamam ama esas gerçekleşen olayı ve oradaki hikayeyi ön planda tutabilirim. O yüzden resmettiğim hikayeler çok net bir şekilde eleştirel değil, desteklediğim bir şey varsa fanatikliğini yaparak anlattığım şeyler değil. Daha çok gerçekleşen olay neyse onu aktarıyorum.
Murat Palta’nın ilk defa kendisini de bir karakter olarak dahil ettiği Hello World eseri
Aslında bir bakıma bir arşiv yaratıyorsun.
Benim yapmak istediğim şey o. İki tane Surnâme var, biri III. Murat biri de III. Ahmed döneminde. 1700’lerde şenlikler, kutlamalar oluyor ve bunlar resmediliyor. Biz resmedilenlere baktığımızda o dönem neler yapılmış, neler olmuş az çok görebiliyoruz. Bir de ilk dönem Osmanlı padişahlarının resmedildiği hikayeler var ama resmedenlerin hiçbiri o dönemde yaşamamış ve döneme dair tarihi bilgileri yok. Bu nedenle hikayeyi kendi günlerine göre yorumlamışlar. Bu şekilde dönem yorumlamayı ben de yaptığım işlere dahil ediyorum.
Bu işe ilk girişinde inanılmaz bir alan yakaladın. Mezuniyet projende minyatür sanatıyla ünlü filmlerin afişlerini yorumlamıştın. En başında nasıl gelişti bu minyatür sanatı ve popüler kültürü birleştirme fikri?
Mezuniyet projemle beraber gelişti bu olay. Grafik bölümünde mezuniyet projesi olarak bir problem belirleyip, ona işaret edip çözmemiz gerekiyordu. Birçok kültürde geleneksel sanat bir şekilde evriliyor, bugüne geliyor ve arada bir geçiş oluyor. Bizim tarihimizde ise Osmanlı’nın sonlarında minyatür sanatı bitiyor, Batı tarzı resim yeni odak olarak belirleniyor ama bir geçiş yok. Ortada kayıp bir dönem var. Ben de bunu grafiğe nasıl aktarabiliriz diye düşünüyordum çünkü minyatür de başlı başına illüstrasyon. Fakat bu böyle dallanıp budaklanınca arka planında daha fazla şeylerin döndüğünü gördüm. Böyle toprağı kazarsın da fazlası gelir ya, öyle oldu.
Vaseland detayları
Röportaja başlamadan önce son dakikacı olduğundan bahsettin. Bu sergiyi hazırlama sürecinde sana hiç “aman” dedirten anlar oldu mu?
İnişli çıkışlı bir dönemdi. Uyku düzenim bayağı dağıldı, aldı başını gitti. İşin bir de psikolojik tarafı var, mesela sabahlamışsın artık uyuyayım diyorsun fakat yatarken hala rüyanda çizmeye devam ediyorsun. Son dakikacıyım derken bahsettiğim sona bırakıp yapmak değil. Yapıyorum ama bakıyorum hâlâ bitmiyor. Sonra fark ediyorum ki çok saçma sapan detaylara takılmışım. Uzun süre kapanıp çalışınca bir karakterin kıyafetindeki desenin yaprağının iyi olmamasına takılmışım mesela. İnsan anlatacağı şeyleri resmederken sanki tez sunumuna çıkacakmış gibi oturup bir araştırma yapmak istiyor ki aslında böyle bir durum yok. Kaçınılmaz olarak tüm detaylara bakmak istiyorsun.
Murat Palta’nın “Logarithmic Growth” sergisi 18 Şubat’a kadar Art x-ist’te.

TEMBELLİĞİN DAYANILMAZ YARATICILIĞI
2018’de “para, parra, parrra” sayımızda yer verdiğimiz “Her şeye rağmen hayatta kalanların bir deli portresi” çekimi ve manifestosu, günümüzde kreatif sektörde barınma ve direnme mücadelesi hakkında hissedilenleri, hissettiklerimizi aktarmamız için bir araç olmuştu. O günden bu yana gündemden düşmeyen pandemi ve geçim krizinin etkileriyle beraber kendimizi daha bile deli hissettirecek koşullar içinde üretmeye devam ediyoruz ve bazı sektör pratiklerinin sürdürülebilir olmadığının hiç olmadığı kadar farkına varıyoruz. Pandemi dönemi, birçok kreatif bireyin tükenmiş hissetmesiyle beraber, sektörün ezber bozacak yeniliklere doğru yol alması gerektiği gerçeğiyle yüzleşmemizi sağladı. Geleneksel üretim yöntemlerinin yetersiz kaldığını savunan ve daha iyi bir sektör yaratmak için neler yapmamız gerektiğini analiz eden tonlarca yıl sonu raporu arasından bu sene en çok dikkatimizi çeken It’s Nice That’in “Tembellik Rapor”u oldu.
Yaratıcı birey değerinin yapılan üretimin sıklığı ve miktarıyla değerlendirildiği, pandemi sonrası çalışma saatlerinin sınırının bulanıklaştığı bu günlerde üretkenliğe karşı gelişen takıntının sektörün özüne aykırı olduğunu savunan bu rapor, “tembellik” hakkının benimsenmesiyle yaratıcılığa karşı olumsuz etkilerinin çözüleceği fikrini öne sürüyor. It’s Nice That’in sektör çalışanlarıyla yaptığı anket ve başka raporlardan aldığı istatistiklerle desteklenen bu savunmayı #komünitecalling için bir çeviri derlemesinde topladık. Okurken müziğimizi açıyoruz, belki de bir mum yakıp keyfimize bakıyoruz. Hep de deli hissetmek zorunda değiliz ne de olsa.
The Lazy Report
“Size yaratıcı bir bireyde bulunan ideal özellikleri sorsak, tembellik bu liste içinde nadiren olumlu bir nitelik olarak bulunurdu. Fakat kreatif değer ve buna bağlı olarak kişisel değer, gereğinden fazla uzun bir süredir üretkenliğe bağlanıyor. İnsanlar haksız bir şekilde üretimlerinin sıklığı ve miktarına bağlı olarak değerlendiriliyorlar fakat yaratıcı fikir sahibi olmak aslında sakin kafayla düşünebilmeye bağlı. Taze bir bakışla fikirlerinizi değerlendirmek için ihtiyacınız olan üzerine düşünmek, yeni bir sekme açıp bakınmak, fikir kafanızda harmanlanırken yürüyüşe çıkmak ya da yatmak…
2023’te bize zarar verebilecek bir suçluluk duygusuna kapılmaktansa yaratıcılığımızı beslemek için küçük dozlarda tembellik yapmayı seçiyoruz. It’s Nice That’in yeni “Insight” rapor serisinin ilki “The Lazy Report” bu konuyu çok güzel irdeliyor.
Dinlenme ve tazelenmeyi savunan görüşler geçtiğimiz sene uzun uzadıya tartışıldı. Küresel olaylar işimize olan bakış açımızı göz ardı edilemeyecek derecede değiştirdi ve bu Büyük İstifa ve Sessiz İstifa gibi işyeri akımlarına sebep verdi. Tembellik sanatı ofis dışında kişisel hayatımızın bir parçası oldu; popülerleşen ve “genellikle toplumsal norm ve beklentileri reddeden bir tavırda utanmadan keyfine düşkün, tembel, dağınık ve aç gözlü” anlamına gelen “Goblin Mode” bile 2022 yılında Oxford Dictionary’de gittikçe daha da tembelleşen bir toplum tarafından yılın terimi seçildi
Bu “Tembel Hareket”, bireylerin dokuzdan beşe çalışma geleneğine karşı olan tavırlarının nedenini araştıran raporumuzun temelini oluşturuyor. Birtakım sektör kaynak araştırmaları ve takipçi kitlemizin anketimize verdiği cevapları derlediğimiz bu rapor, işe karşı “tembel” bir yaklaşım gelişiyor olmasının nedenlerini açıklıyor.”
Ideas Report
WeTransfer’in bu sene yayınladığı Fikirler Raporu’ndaysa gazeteci ve tasarım eleştirmeni Anne Quito, kreatif sektörün günümüzdeki durumunu tanımlamak için 16. Yüzyılda İtalyan bir kontun bulduğu terimi kullanıyor: sprezzatura. Emek ve çabanın perdelenmesi anlamına gelen bu terimin anlamını yüzeyde zarif bir şekilde süzülen bir kuğunun aslında su altında delice ayaklarını çırpması gibi düşünebiliriz. Rapor, kreatif sektörle kurulan romantik bağ ve hayalimizdeki kreatif mesleğin gerçek dışı olmasını, sektörde “sevdiğin işi yapmanın” eninde sonunda “mutluluk ve başarı getireceği” efsanesini kırarak ele alıyor. Tembellik Raporu’nun da belirttiği gibi “insanlar bu sektöre bir bakıma bağ kurma amacıyla giriyor. Grafik tasarımcı, illüstratör, web tasarımcısı ya da proje yöneticisi olmaları fark etmiyor, insanlar başkalarıyla iletişime geçme aracı olarak yaratıcılıkla kurdukları bağı kullanıyorlar. Bu bağı kurmayı sağlayacak sektörün seni desteklemek yerine tükenmişliğe itiyor olması gerçeğiyle yüzleşmek ise oldukça zor olabiliyor.”
Sektör eleştirileri etkili değişimleri savunma yönünde ilerlerken yaşamayı ve üretmeyi severek benimseyen bir yayın olarak bu konunun derinliklerine inmeyi öncelik olarak görüyoruz. Önümüzdeki aylarda Türkiye’deki kreatif sektör tecrübelerini duymak istiyor, çalışma koşulları hakkında dürüst ve samimi tartışmalara yer açmayı amaçlıyoruz.

GENÇ İLLÜSTRATÖR SİMAY BAHÇIVAN'IN RENKLİ DÜNYASINA HOŞ GELDİNİZ
Röportaj: Ceren Kahveci
Fotoğraf: Can Görkem
Simay Bahçıvan’la yolumuz #callingmagseries’in Şimdi ve Sonrası sayısında kesişmişti. “Bir insan ‘sesini’ hiç duymadığı bir hayvanın sesini edebiyatla duyurabilir mi?” diye düşündüğümüz bir yazıya çizimleriyle hayat vermişti. Zaman içinde Simay’ın hayvanlarla dolu sürreal çizgi dünyasına çekilirken bulduk kendimizi ve bu yazın başında calling Pop-up x Dane’yi tam hislerimize tercüman olacak haliyle çizmesiyle de serüvenimizi katmanlandırdık. Şimdi ise özel edisyon bir şişe tasarımı için beraberiz, konumuzsa astroloji ve burçlar. Simay’la kısa sohbetimizde renkli çizim dünyasını bir de ondan dinliyor, hep beraber gizemli bir fabl diyarına doğru yelken açıyoruz.
Bize biraz kendinden bahsedebilir misin?
Kendimi tanımlamak zor bir şey ama ne yaptığımdan bahsedebilirim. Marmara Güzel Sanatlar mezunuyum, grafik tasarım okudum. Reklam ajanslarında kısa bir deneyimim oldu ve yapamayacağımı fark ettiğim zaman ilişkimi kestim. Freelancer olarak illüstrasyona başladım ve yaklaşık üç yıldır da sadece illüstrasyon yapıyorum, bundan çok mutluyum çünkü iş yaparken bir yandan da oyun oynuyormuş gibi hissediyorum. Bu alanı yaratabilmek için de zaman içerisinde bir dil oluşturdum ve bununla beraber artık çalışmalarımda iş birliği yaptığım markaların ne istediğinin sınırlaması altında kalmıyorum. Sanki kendime ait bir oyun alanı yaratmışım gibi ve bu beni aslında ayakta tutuyor, yaşam enerjisi veriyor. Global ve lokal markalarla iş birlikleri yapıyorum ve aynı zamanda kendim için de işler üretiyorum zaman zaman. Şu an sürdürdüğüm üretim pratiği haricinde, daha multidisipliner bir yere kaydırmak istiyorum üretimlerimi. Hatta bu yıl belli planlarım var, onları da hayata geçirmeye başlayacağım yavaş yavaş.
Bu planları bizimle paylaşabiliyor musun?
Yaptıklarımı müzikle birleştirmek VJ performansları kurgulamak, mapping çalışmaları yapmak istiyorum. Daha interaktif, görsel dünyamın müzikle birleştiği deneysel üretimler yapmak istiyorum. Müzisyenlerle iş birlikleri olabilir. İnsanların canlı olarak izleyebileceği performanslar üretmek istiyorum kısaca.
İllüstrasyonlarında da zaten hep bir hareketlilik, bir canlılık var. Heyecanlı bir süreç gibi duyuluyor.
Evet, üretimlerimin öyle bir enerjisi var. Müzik etkinliklerinde de bir şekilde kullanılsın, ürettiklerim müzikle birlikte bir performansa dönüşsün istiyorum. Yavaş yavaş mural çalışmaları yapmaya başladım. Multidisipliner derken kastettiğim bu aslında, zaten yaptığım iş kendi çerçevesinde biraz daha dallanıp budaklanacak, heyecanlıyım.
View this post on Instagram
calling Pop-Up x Dane illüstrasyonu
Çalışma sürecin nasıl oluyor? Bir projeye başlarken belirli ritüellerin var mı?
Aslında inanılmaz değişken bir sürecim var. Keşke bir ritüeli olsa, o zaman ben de biraz rahatlardım. Daha içgüdüsel ilerliyorum. Genelde tasarımcıların belli bir süreci olur mesela “yürürken çalışıyorum, yürürken düşünüyorum” ya da “şunu yaparken düşünüyorum, duşta düşünüyorum” diyebiliyorlar ama bende bu süreç spontane gelişiyor. En başında bir nadas süreci oluyor, ardından yürürken, uyurken, tuvaletteyken herhangi bir anda fikir buluyorum. Bir bakıyorum hangisi benim işime yarayacak, hangisi yapmak istediğim fikre daha yakın. Sonra da hayal kurma süreci başlıyor.
Bu süreçte ilham aldığın kişiler ya da yerler oluyor mu genellikle?
Ben yaratmak istediğim dünyaya dair bir anahtar kelime yazıp onun üzerine çalışarak üretiyorum. Başka bir sanatçıdan ilham alma olayı bende pek olmuyor. Bakıyorum başkalarının işlerine tabii ki ama sadece takip ediyorum diyebilirim. Genelde üretirken bir yerde okuduğum bir kelime veya bir cümleyi imgeye dönüştürüyorum ve bu şekilde sürecim başlıyor. Aslında biraz daha kelimelere yoğunlaşarak çalışıyorum.
“Böyle bir fabl dünyası yaratıp kompozisyonlarda o hikâyeyi, duygu durumunu hayvanlar aracılığıyla, mecazi bir anlatımla aktarmayı seviyorum.”
Çizimlerinde kullandığın renkler ve objelerin birleşimi hem eski hem zamansız, hem Doğu hem de Batı esintileri veriyor. Bir yandan da hayvanların hüküm sürdüğü sürreal bir dünyan var.
Genelde insan figürüne dair bir şeyi dahil etme ihtiyacı hissetmiyorum, hayvanlar üzerinden her şey anlatılabiliyor gibi düşünüyorum. Böyle bir fabl dünyası yaratıp kompozisyonlarda o hikâyeyi, duygu durumunu hayvanlar aracılığıyla, mecazi bir anlatımla aktarmayı seviyorum. Bir kelime oyununu görsele dönüştürmeye benziyor. Objeler de çok şey anlatıyor bize, onların da yerini bulup kurgularımda kullanırım çokça.
Günlük hayatında takip ettiğin sanatçılar kimler?
Oldukça değişiyor bu da, birçok kişinin üretimlerine baktığım oluyor. Hieronymus Bosch diyebilirim mesela, yıllardır ara sıra açıp nasıl çalışmış diye incelerim. Remedios Varo’yu da çok severim. Güncel üretim yapanlardan da örnek olarak Davor Gromilovic, Jason Herr ve Murat Palta diyebilirim.
Her defasında farklı ölçeklerde ve farklı yüzeyler ile çalışıyorsun. Beraber gerçekleştirdiğimiz son projede bir viski kutusunu özel edisyon, koleksiyonluk bir sanat eserine dönüştürdün. Nasıl bir tecrübeydi bu senin için?
Bu tecrübeden önce ambalajla çalışma deneyimim olmamıştı ve benim ürettiğim bir şeyin bir ürüne dönüşmesi de beni aşırı heyecanlandırdı. Proje bana sunulduğu zaman çok sevindim ve hemen bu projede çalışmak istediğimi söyledim. Daha sonra brief geldiği zaman da bu astrolojik simalar üzerinde araştırma yaptım. “Acaba ne çıkabilir, nasıl bir şey olacak?” diye düşünüyordum. Ambalaj alanının kanvasım olmasıysa sınırlayıcı olduğu kadar eğlenceliydi de.
Simay’ın astrolojiden ilham alan viski ambalajı illüstrasyonu
Bu proje için yoğun bir şekilde astroloji üzerine çalıştın. Peki senin astroloji ile aran var mı?
Ben Oğlak burcuyum. Astrolojiyle pek ilgilenmiyorum, inanıp inanmamak konusunda biraz ortalardayım açıkçası. Kaderle ilgili, gelecekle ilgili küçücük bir cümle duyunca bile insan heyecanlanıyor ya, hele bir de sana adanmış bir mesaj varsa kendi burcunu daha dikkatli okuyorsun. Mesela bu ambalaj projesi için üzerine çalıştığım okumalar diyordu ki bu sene konfor alanından çıkan bir Oğlak burcu var. Ben de o simgeyi oluştururken atom çekirdeğinden yola çıktım. Oğlak çiziminin arkasında atom dönüyor mesela, öyle bir şey oluşturdum. Yeni yılda seyahatlerim olacak, onun için burcumla iyi bir eşleşme olduğunu düşünüyorum.
İllüstrasyon yaparken en büyük hedefin ne oluyor?
Bu beraber çalıştığım müşteriye göre değişiyor. Eğer bir marka için üretiyorsam, yani bir brief ile çalışıyorsam tabii ki onların yönlendirmesi altında sınırlandırıyorum kendimi ama bazı şeyleri hep ön koşul olarak tutuyorum. Bir projeye başlarken “ben şöyle bir yönlendirme istemiyorum, kompozisyonla ilgili böyle bir kısıtlama istemiyorum” diyorum. Biz endüstriyel bir şey yapmıyoruz, bundan dolayı o alanı her zaman koruyorum bir şekilde.
“Bu üç yıllık süreci çok verimli olarak tanımlayabiliyorum çünkü üç yıl bence böyle bir şeye cesaret edip devam edebilmek için kısa bir süre. Kendi adıma konuşuyorum tabii ki, benim için cesaret isteyen bir şeydi çünkü kurumsal hayatı bırakıp, büyük bir risk alıp tamamen freelance bir hayata geçiş yapmak.”
Üç senedir freelance çalışıyorsun. Şu ana kadarki tecrüben nasıl geçti dersin, hiç seni şaşırtan bir şey çıktı mı karşına?
Açıkçası hep iyi insanlarla çalıştım, umarım bundan sonra da öyle olur. Bu üç yıllık süreci çok verimli olarak tanımlayabiliyorum çünkü üç yıl bence böyle bir şeye cesaret edip devam edebilmek için kısa bir süre. Kendi adıma konuşuyorum tabii ki, benim için cesaret isteyen bir şeydi çünkü kurumsal hayatı bırakıp, büyük bir risk alıp tamamen freelance bir hayata geçiş yapmak. Başlarda oldukça zorlandım ama sonra her şey yoluna girdi kısa bir süre içinde. Üretime hiç durmadan devam ettim, daha sonra da gerçekten beni hem kişisel hem de mesleki anlamda tatmin edecek insanlarla, markalarla çalışmaya başladım.
2023 astroloji dünyasının ardından sosyal medyada Stoya ile gerçekleştirdiğin iş birliği ile başka bir heyecanlı alana da el attın.
Biz Stoya’yla Instagram üzerinden iletişime geçtik. Kendisi New York’ta yaşayan genç fotoğrafçı Shane Reynolds ile çalışıyor, biz üçümüz bir iş birliği yaptık. Shane fotoğrafları çekti, ben de bütün seçkiden on fotoğraflık bir seçim yaptım ve onların üzerinden küçük hikayeler oluşturduk, illüstrasyonlar yaptık. Onlar minik konseptler yaratmışlardı: palyaço kostümlü biri, mutfakta yemek yapan biri gibi. O fotoğraflar üzerinden ben de bir illüstrasyon serisi oluşturdum ve Stoya son halini satışa sundu. Küçük bir Instagram iş birliği yapmış olduk ve oldukça eğlenceli oldu benim için de.
View this post on Instagram
Simay’ın Stoya ile gerçekleştirdiği iş birliği
Bu sektöre girmeye başlarken sosyal medyanın görünürlük açısından büyük bir önemi oluyor. Sosyal medyanın kendi illüstrasyon serüveninde büyük bir etkisi oldu der misin?
Derdim. Ben Instagram’ı pek istemesem de yaptığım iş dolayısıyla yoğun kullanıyorum. Bu aralar her gün bakmak zorundayım, freelancer olarak başlarken de böyle olacağını tahmin ediyordum zaten. Ne kadar böyle devam edecek bilmiyorum ama benim gibi üreten insanlar için sosyal medya önemli bir yer.
Eserlerini Formfunction üzerinden NFT formatında satıyorsun. Bir sanatçı olarak NFT marketini nasıl görüyorsun? Senin tecrüben nasıldı?
Bu markete giriş yaparken amacım üretimlerimi sürdürebileceğim farklı bir alanda varolmak ve oradaki koşullara uyum sağlayıp işlerimi sergilemekti. Yaklaşık bir buçuk yıl önce Foundation aracılığıyla NFT dünyasına giriş yapmıştım, yakın bir zamanda da Formfunction kullanmaya başladım. İkisi de birbirinden çok farklı komünitelere sahip platformlar. NFT olarak işlerini satan bir sanatçının daima aktif olması, koleksiyonerlerle iletişim kurması, görünürlüğünü arttırması ve kendini bir şekilde tanıtması gerekiyor varolduğu platformda. Bu dünyada daha hızlı iletişim kuruluyor, kürasyon işleri daha hızlı ilerliyor. Alıcılara ulaşma kısmında bir emek var, sürekli yapılan bir matematik, takip var. Eğer gerekli süreci takip edip o emeği gösterirseniz gerçekten iyi dönüşler oluyor, sanatçılar için hızlı bir gelir kapısı.
Peki bir illüstratör olarak en büyük hayalin nedir?
En başta bahsettiğim VJ performansları beni aşırı heyecanlandırıyor. Bunları büyük ölçekli bir şekilde gerçekleştirmek isterdim, bahsettiğim mapping performanslarını da kısa bir süre içinde yapmak istiyorum. Bu projelere biraz daha vakit ayırmak istiyorum, şu an uzun vadeli bir hayal kuramıyorum. Daha yakın geleceğe dayanan ve gerçekçi şeyler düşünüyorum. Biri bitince “şimdi sıradaki” diyebiliyorum, genelde öyle işliyor benim sürecim.
Vacilando’da gerçekleştirdiğimiz çekim için kafe ekibine teşekkür ediyoruz.

Cİ DEMİ VE TUHAF BİR "ŞEHİR FİKRİ"
Röportaj: Ceren Kahveci
Fotoğraf: Emirkan Cörüt
Ne zaman şehri çözdüğümüzü düşünsek aslında daha yeni başladığımızı fark ediyoruz İstanbullular olarak. Şehrin kişisel psiko-coğrafyasını işleyen kareleri aracılığıyla şehirle uzlaşmaya çalışan Ci Demi ise, her köşesinde geçmişinden bir hatıra bulunduran İstanbul’u kendi hikayesinin kaotik başlangıç noktası olarak kullanıyor. Melankoli ve bilinmezliğin getirdiği duygu durumuyla şehri irdeleyen Ci, Onagöre’nin Tefrika İstanbul serisinin parçası olarak çıkan Şehir Fikri kitabıyla bize cevaplayamayacağımız bir soru soruyor: Burası neresi?
Birkaç ay önce Unutursan Darılmam sergisi üzerine kendisiyle kısaca sohbet ettiğim Ci’nin şehre olan bakış açısı bende izler bırakmıştı. Bir dönem metin yazarlığı ve foto muhabirlik yapan sanatçının kamerasıyla gözler önüne serdiği İstanbul ilişkisini sözlere dökme şeklini sürükleyici bulmuş, daha fazla soru soramadığım için bir eksiklik bile hissetmiştim. Şehir Fikri üzerine konuşmadan önce Taksim’de çıktığımız yürüyüşte Ci’nin kamera arkasında değilken şehirle nasıl etkileştiğini görme şansı yakalıyorum, bu tuhaf şehir üzerine konuşmaya devam ettikçe de buranın gerçekten neresi olduğunu asla anlayamayacağımı hissediyorum.
Basit bir soruyla başlayalım: Neden fotoğraf?
Ben hayatım boyunca yazar oldum. On bir yıl metin yazarlığı yaptım, birincil mesleğim buydu. Fotoğraf çok esaslı bir kaçış aracı oldu benim için. Sessiz, sakin, kelimesiz. Zaten yirmi sekiz yaşımdayken keşfettim fotoğrafı, şu an otuz altı yaşındayım. Bir şey görüyorsun, çekiyorsun ve onu uzun uzadıya anlatmana gerek yok. Kafamdaki sesleri durdurdu gibi bir şey çünkü hep açıklıyorum, hep anlatıyorum, hep cümleler kuruyorum. Bundan iyi bir kaçış aracı oldu, o yüzden sevdim, tutundum fotoğrafa.
Ben yazarken bir şeyleri anlıyorum, kafamda çok ses olunca onu kâğıda dökerek sakinleşip bir anlam verebildiğimi düşünüyorum. Sen İstanbul’u çektikçe onunla ilişkin nasıl değişiyor? İstanbul’la hikayen olgunlaşıyor mu, sakinleşiyor mu?
İlişki yeni katmanlar kazanıyor herhangi bir sosyal ilişki gibi. Mesela İstanbul’la en iyi arkadaşlık dönemim de vardı, sevgililik dönemim de vardı, boşanma dönemim de. İlişki katmanlanıyor, tabii olgunlaşıyor da doğal olarak. İlk foto muhabirliğe başladığımda amaçladığım şey olanları çekerek kendi yaşantımda olup bitene mesafe koymaktı. Ama şimdi kendime yaklaşmak için çekiyorum, şehrin sahnelerini kendi hikayemi anlatmak için kullanıyorum. Çok başkalaştırıyor şehri, herhangi bir insan gibi bu şehirde yaşamadığımın farkındayım. Bence tuhaf bir bakış açısı. Daha iyi ya da daha kötü değil, sadece tuhaf bir bakış açısı kattı bana şehirde yaşamakla ilgili olarak.
Anladığım kadarıyla fotoğraf çekmek için dışarı çıktığında belli bir planın olmuyor.
Çoğu zaman bir plan olmuyor, gidiyorum. Bir “flaneur”lük hali var. Gidiyorum sadece ama planlı gittiğim de oluyor. Bazen rota planlıyorum, mesela Bakırköy’de lunapark var orayı bir görmem lazım düşüncesiyle gittiğim oluyor. Rastgele dışarı çıkışlarda rastgele karşılaşmalar her zaman daha ödüllendirici oluyor ama benim için, bunu seviyorum.
Daha demin İstiklal’de yürürken bir yerin önünde durup “Burayı kesin çekerdim ama kullanmazdım” dedin. Senin çektiklerinle bizim gördüklerimiz arasındaki ayrım nereden geliyor?
Estetik olarak yeterince bağlam, yeterince hikaye olmadığını düşündüğüm için kullanmazdım. Yeterince materyali olmadığını düşündüğüm için. Gene de çekerdim çünkü aynı zamanda benim İstanbul’la etkileşime geçme yöntemim o fotoğrafı çekmek. “İstanbul” bir kare, “İstanbul” bir detay çekeyim ve hard diskte dursun. Öylesine çektiğim çok fotoğraf var.
“Korku filmleri […] çünkü İstanbul korkunç bir yer. İstanbul’dan korkmamız gerektiğini düşündüğüm için ya da ben İstanbul’dan korktuğum için bunu söylemiyorum ama burası korkunç bir yer.”
Fotoğraflarını hiç görmemiş biri için kullandığın renkler en ayrıştırıcı özellik oluyor. İtalya’nın 70’li yıllara özgü giallo korku filmlerinde kullanılan renklerden ilham aldığını söylüyorsun. Neden korku?
Şahane soru ve hevesle yanıtlayacağım bir soru, çünkü neden korku? Yani onca şey vardı, daha farklı estetikler de denenebilirdi. Ben fotoğraftan çok resme bakmayı seviyorum. İlhamım, kadrajım, renklerim, bütün fotoğrafın bileşenlerinde belirleyici etken resimler oluyor. Tıpkı bunun gibi korku filmleri – korku filmlerini seviyorum, zaten İtalyan dili ve edebiyatı okudum sırf bu yüzden- çünkü İstanbul korkunç bir yer. İstanbul’dan korkmamız gerektiğini düşündüğüm için ya da ben İstanbul’dan korktuğum için bunu söylemiyorum ama burası korkunç bir yer. Bu tansiyonu vermek, bu tansiyonu yaşatmak için ve birazcık da estetik olarak benim diğer İstanbul anlatımlarından farklılaşabilmem için böyle bir şey gerekliydi. Benim fotoğraflarımda renkler bahane veya tesadüf değildir, hepsi hesaplanmış, seçilmiş şeyler. Yani anlatının ayrılmaz bir parçası. Dediğim gibi korku filmi estetiği çünkü beni ben yapan şeylerden biri o estetik zaten. Fotoğrafıma da böyle yansıyor.
Bir tane adamın deniz kenarında oturduğu bir fotoğrafın var. Çok sakin bir fotoğraf, etrafta hiçbir şey olmuyor ama gerçekten bir korku filmi sahnesi gibi. İstanbul uzak ve anlaşılmaz olmasının getirdiği hafif bir korku vardır, ben senin fotoğraflarına bakarken bu hislerle bakıyorum. Senin korku ve sakinlik konseptlerini birleştirme nedenlerini merak ediyorum.
Bir keresinde biri -kimdi hatırlamıyorum- şöyle bir şey dedi: Fotoğrafların sanki bir şey olmadan önce ya da bir şey olduktan sonrasının fotoğraflarıymış gibi. Hep bir şey olurken çekersin, foto muhabirlikte mesela belgesel değerinde bir olay çekersin. Olayı öngörmek veya izini sürmek gibi. Adamın deniz kenarında oturduğu o fotoğrafı çekerken İstanbul’un korkunç bir yer olduğu ön kabulüyle, o filtreyle çekmiştim. Gene de o korkunçluğun ortasında kendimize böyle sakin bir an yaratabiliyoruz ve onun ortasına uzanıp oturtabiliyoruz, bize o nefes aralığını veriyor hâlâ.
Unutursan Darılmam, Il giornale
Bir kıyamet günü düşüncesiyle de hareket ediyorsun fotoğraf çekerken. Foto muhabirlikte toplumsal hikayelere odaklanırken şimdi kişisel hikayelerle ilerliyorsun. Fotoğraflarındaki kıyamet günü hissi, toplumsal yaşanacak bir son üzerine mi yoksa senin kişisel tecrübene odaklı olarak mı ilerliyor?
Her ikisi de. The Smiths bir şarkısında “Will the world end in the daytime / I do not know / Will the world end in the nighttime / I do not know” diyor. O bana çok ilham verir. Ve bu soruya yanıtım da galiba öyle: toplumsal bir sahne mi bilmiyorum, kendimle ilgili mi bilmiyorum. Bu çok spesifik bir takıntıdan kaynaklanıyor: Dünya sona erdiğinde neredeydin? Ben İstanbul’da olacağım büyük ihtimalle, böyle bir fikir yürütmemden ortaya çıkıyor aslında.
Foto muhabirlikten kişisel hikaye anlatımına geçişi de konuşmak isterim.
Beni yazı yazmaya yönelten şey hikâye anlatma hevesi oldu. Fotoğrafa yönelten şey de oydu. Ben hikayeler anlatmak istiyordum ama başkalarının hikayeleriyle yeterince ehil, yeterince anlamlı şeyler anlatamadığını fark ettim. Bir savaş muhabiri, belgesel fotoğrafçı vardır ve işini layıkıyla, bütün gazetecilik ilkelerini takip ederek yapar. Hatta belki bazen şefkatle orada olanları anlatabilen insanlar var. Ben onlardan biri değilmişim, bunu fark ettim. Kendimle ilgili bir şey fark etmeme neden oldu fotoğraf. Ben savaşa bile gittim-
Hangi savaş?
Bunu cevaplamak istemiyorum çünkü cevapladığımda insanlar kafalarından o savaşla ilgili bir hüküm veriyor. “Bu adam gidip geldiğine göre…” diye. Yani bir savaş, herhangi bir savaş, boş ver. Benim çok sevdiğim arkadaşlarımdan savaş muhabirliği yapanlar da var, yapmışlar zamanında. Onlar yapabildi, ben yapamadım. Oradan bana göre anlamlı bir hikaye çıkaramadım. Bu bir başarısızlık mıydı? Bilmiyorum ama kendimi keşfetme neden oldu.
“Sokaklar, insanların yüzleri, yapılar birazcık anonimleşiyor benim fotoğraflarımda çünkü aslında o camiyle, o yapıyla, o insanla ilgili değil tamamıyla benimle ilgili bir hikaye.”
Fotoğraflarınla İstanbul’u anlatıyorsun ama bu şehri bir yabancının gözünde İstanbul yapanları kadraja almıyorsun. İnsanlara, hayvanlara veya tabelalara Ci’nin yarattığı evrende yer yok. Yol gösterecek bu unsurlar olmadığında İstanbul’da nasıl hareket ediyorsun?
Bence ben İstanbul’un fotoğraflarını çekmiyorum da İstanbul’da fotoğraf çekiyorum. İstanbul’un ögelerini, sahnelerini kullanıyorum ki kendimle ilgili bir şey anlatayım. Sokaklar, insanların yüzleri, yapılar birazcık anonimleşiyor benim fotoğraflarımda çünkü aslında o camiyle, o yapıyla, o insanla ilgili değil tamamıyla benimle ilgili bir hikaye. Şehir Fikri’ni hazırlarken benim arşivimi aldık ve bir eleye döktük. Bu seçkide insan yok, hayvan yok, dil yok. Neden bunu yaptık? Fotoğrafı çekerken bilinçaltından gelen bir dürtüyle çekiyorum, anonimleştiriyorum. Bu sefer şehirden bir şey almak istedim. Gerçekten bir hınç ile, bir hırs ile koparmak istedim, şehri niyeti bozmuş bir şekilde azaltmak istedim. Sebebi oydu Şehir Fikri’nde öyle bir şey yapmamızın. Ortaya anonimleşmiş, spesifik öğelerden ayrılmış bir şey çıktı. Kitapta sadece bir-iki fotoğrafta bir şeyi silmek zorunda kaldım ama onun dışında seçtiğimiz fotoğrafların tamamı gerçekten yazı, insan veya hayvan içermiyor.
Bu senin ilk kitabın. Ne oldu da artık fotoğrafları derleyip kitap çıkarmaya hazır olduğun o dönem geldi?
Aslında bu kitabın çok ulvi bir amacı yoktu benim için. Böyle bir sürü çektim ve artık bir taşma noktasına geldi, bunun kitap olması gerekti gibi değil. Orada anlattığım hikâyeyi kitap formatında insanların evlerine, ofislerine koyabilmesini isterim. O hikâyeyi alsınlar, kendi fiziksel dünyalarının bir parçası olsun istedim çünkü öyle bir noktaya gelmiştim. İnsanlar işlerimi Instagram’dan görebiliyorlar, web sayfamdan görebiliyorlar, dergilerde görüyorlar. Şehir Fikri’ni yapmamızdaki amaç o fiziksel dünyaya dahil olmak istememdi. Bir hevesti bu. Heveslendim, yaptım.
Şimdi Pera Müzesi’nde Zamane İstanbulları karma sergi açılıyor, sen de Her Şeyin Kötü Gittiğine Dair Emareler seçkin ile oradasın. Sergilerinle buluştuğumuzda seninle ilgili daha kişisel şeyler söyleyen açıklamalarla karşılaşıyoruz: Unutursan Darılmam, Kıyamet Gündüz Mü Gelecek? vesaire. Şehir Fikri’nde fiziksel bir mekâna göre bir şey kurmuyorsun, ne de olsa insanların evine girecek bir kitap. O bakımdan sergilere kıyasla daha kollarını açan, ucu açık bir başlık gibi.
Kıyamet Gündüz Mü Gelecek? zaten benim ilk hikayem, şehri kullanarak kişisel bir şey anlatmayı keşfettiğim alandı o. Unutursan Darılmam benim şehirle etkileşime geçiş metotlarını gösteren bir toplam, hâlâ devam ediyor zaten. Şehir Fikri ise hepsini kapsayan bir toplama oldu. Ama örneğin Pera’daki Her Şeyin Kötü Gittiğine Dair Emareler daha büyük bir çatı. 2016-2022 arası tüm fotoğraflarımı gönderdim ve on iki fotoğraflık, özet bir şey hayal ediyordum. Nitekim onlar da öyle yaptı. On üç fotoğraf var ve 2010’dan beri her şeyi kapsıyor. Zor bir iş yaptılar, bence aşırı zor bir iş.
Daha kümülatif sanki Şehir Fikri’ndeki İstanbul hisleri.
Kümülatif bir yanı var ama aynı zamanda evin yolunu kaybetmeye benzetiyorum ben Şehir Fikri’ni. Sanki bir yan yola sapmışız, kaybolmuşuz, sonra bununla karşılaşmışız gibi bir yanı var. İnsanların aklına bir şehir fikri koyduktan sonra, onlar kendi şehir fikirlerini düşünürken bir çıkış noktası, bir yan anlatı veya bir ilham olabilir Şehir Fikri. Çünkü kitap başlıyor, bitiyor ve “daha” diyor insan.
Şehir Fikri seçkisinden
“Unutursan darılmam” İstanbul’la birbirinize söylediğiniz bir şey. Bir önceki konuşmamızda gitme planların olduğunu söylemiştin, önümüzdeki aylarda Yeni Zelanda’ya gidiyor olacaksın bir süreliğine. Gerçekten unutabilir misin, buradan öyle bir uzaklaşma mümkün mü sence?
Bu sorunun yanıtını galiba benim maceramın bir sonraki bölümünde göreceğiz çünkü Wellington’a gittiğimde orada da bir hikâye çekmeyi düşünüyorum. Ben on bin fotoğraf çektiysem bunların yüzde doksan dokuzu İstanbul’da çekildi. İstanbul dışında fotoğraf çekmedim gibi bir şey. İlk defa deneyeceğim Wellington’da böyle bir şey yapmayı. Unutursan Darılmam’ın anlamı o zaman şekillenecek birazcık da. Belki ben Wellington’ı çok seveceğim, hatta İstanbul’dan daha çok seveceğim. Senin [bir önceki konuşmamızda] dediğin gibi en uzun ilişkim olan İstanbul ilişkime kıyasla, kısa süreli bir ilişkim olacak olan yerde daha büyük bir anlam bulacağım belki, bilmiyorum. “Unutursan darılmam” o yüzden çok ilginç bir laf. O ismi bulduğum için birazcık da gurur duyuyorum kendimle çünkü gerçekten benim var oluşumu, benim sanatımın var oluşumu özetleyen bir laf oldu. İstanbul’u unutmam imkânsız. Otuz yıldır içime işleyen bir şey, herhangi bir bağımlılıktan farklı değil. Yirmi yıldır sigara içen birinin yirmi günde hiç sigara içmemiş gibi olmasını bekleyemezsiniz. Bir de şimdi aklıma geldi, İstanbul’la törpülenmiş ve bu şehir üzerinde bu denli kafa yormuş bir insan başka bir şehirle nasıl etkileşime geçer? Bunu deneyeceğim.
Ben büyürken üst üste kötü dönemleri olmuştu İstanbul’un: HSBC patlaması, Gezi protestoları, o karamsar 2016 terör dönemi. Sanıyordum ki başka yerlere gidersem burayı tamamen unutacağım ama öyle olmuyor. Başka şehirlerden gelenlerde böyle bir bağ ve içselleştirme gözlemlediğimi hiç hatırlamıyorum açıkçası. Garip geliyor İstanbul’la kurduğumuz o melankolik, inişli çıkışlı ilişki.
İstanbul bir travma. O yüzden anlatmadan duramıyoruz, içimizi dökmemiz gerekiyor. Uluslararası arkadaşlarıma, yabancı arkadaşlarıma açıklayamıyorum. Şöyle bir anım var: kız arkadaşım İstanbul’daydı ve bana bir şey gösterdi. “Neden her yerde bu yazıyor?” dedi. Neymiş diye baktım, gösterdiği şey “İstanbul Büyükşehir Belediyesi” yazısı. Açıkladım, “ama neden?” dedi. Ben de cevap olarak kitap yazmak istemediğimi söyledim, bunun açıklaması öyle gidecek çünkü.
Hiç ilgimi çekmeyen bir detay ama düşününce evet, o hatırlatmayla beraber yaşıyoruz daima.
Sorduğu iki tuhaf sorudan biriydi bu, benim asla dikkat edemeyeceğim bir şey. İkinci soru da şuydu: Bu şehirde neden bütün deniz anaları paramparça? Evet, sahil kenarında bütün deniz anaları paramparça çünkü vapurlar geçiyor. Demiyorum ki yabancıların dikkatini çeken şeyler ne kadar ilginç, derdim o değil. Öyle bir yaraya parmak bastı ki… Ben belgesel fotoğrafçılık yaptıktan sonra politik tansiyondan arındırmaya çalıştım bütün üretimlerimi. Geçen Açık Radyo’da konuşurken de bence fotoğraflarımın politik olmadığını söyledim. Sunucu arkadaşımız “Katılmıyorum, çok politik” dedi. Aslında buralarda nefes almak bile politik olduğu için, evet, belki de öyle.
Şehir Fikri’ni Onagöre websitesinden alabilirsiniz. Zamane İstanbulları karma sergisi ise Nisan 2023’e kadar Pera Müzesi’nde ziyaretçiye açık.

"GOLDEN HOURS": SABO İLE GEÇMİŞTEN GELECEĞE AKAN BİR HAFİFLİK HAYALİ
Röportaj: Ceren Kahveci
Fotoğraf: Emirkan Cörüt
Kışın kendini hissettirmeye başladığı soğuk Aralık günlerinden birinde, Beyoğlu’nun ortasında sıcacık bir sergide buluyorum kendimi. Bastıran yağmur altında yürüdükten sonra Versus Art Project’e girişimle beraber yaz aylarına doğru bir yolculuğa başlıyorum ve nâmevcut mekanlar geziyorum bir bakıma. SABO’nun Elâ Atakan küratörlüğünde gerçekleşen Golden Hours sergisi şefkatli ışık altında tanıdık ama gerçekleşmemiş anlar, güneşin su ile birleştiği kaygısız hatıralar sunuyor ziyaretçiye. Işıkla beraber her seferinde farklı bir anlam bulan eserleri SABO ve Elâ’dan dinliyor, sergiyi gezerken hikayeler aracılığıyla güneşi onlarla doğuruyor ve batırıyoruz.
Seni senden dinlemek isteriz: Kimdir SABO?
SABO: En zorlandığım soru da bu oluyor aslında. Ben Mimar Sinan mezunuyum ve mezun olduktan sonra hızlı bir şekilde İstanbul sanat piyasasında ayakta kalmak için karma sergiler düzenlemeye çalıştım. Kendi işlerimi gösterebilmek için geçtiğim ilk zorlu ve olumlu sonuçlanan aşama bir insiyatif grubu kurmamızdı, Signs of Time ismi. Yakın olduğum sanatçılarla yarattığımız bir gruptu. Beraber yurtiçi ve yurtdışı projeler geliştirme şansımız oldu, bu da benim için bir avantajdı aslında. Ne yapmak istediğimi anlayabilmemi sağlayan ve bu süreci belirleyen bir hareketti diyebilirim. Daha sonrasında solo projeler de gelişmeye başladıkça Paracetamol ortaya çıktı, kendi başıma yaptığım ilk büyük sergiydi. Bu sergi aslında Versus Art Project’te yaptığım üçüncü sergi. İlk önce Paracetamol, daha sonra Time Machine, şimdi de Golden Hours.
Kısaca Versus Art Project’le ilişkinin nasıl geliştiğine de değinebilir miyiz?
SABO: İstanbul piyasasında sanatçılar ve galeri çevresi zaten çok kısıtlı, çok büyük bir ortam yok. Herkes birbirini biliyor ve tanıyor. Sergilere gelip gidiyordum ve diyaloğumuz olduğu için Versus ekibini yaptığım projelere çağırıyordum. Bu mekanın çok güçlü bir duygusu var. Tek başıma anlatmak istediğim şeyleri düşününce konunun mekanla birleşimini sevdiğim için, sergileri zihnimde canlandırırken burasıyla bir bağ kurdum. O süreçte de zaten diyaloğumuz devam ettiği için güzel bir birliktelik oldu.
Is There Someone Else? (Başka Biri Var Mı?)
Geçmişte yaşanıp yaşanmadığından emin olmadığımız anlar ile mutluluğun, umudun resmini çiziyorsun. Resmedilen anlar aile albümlerinden ilham alınarak yaratılıyor. Bu hikayelerdeki gerçek ve kurgu dengesi nasıl kuruluyor?
Elâ: SABO’nun buradaki ilk sergisi Paracetamol’e baktığımızda orada bir felaket hikayesi vardı. Ardından da “yeniden doğma” fikriyle bu sergi oldu, yani geriye dönük de bir çalışma yaptık. Serginin duygusunun, renginin ne olacağını düşünürken bir noktada SABO bana şunu söyledi: Pikenin altına girdiğinde ve ışık üstüne geldiğinde veya ana rahminden dışarı bakarken arada kalan derinin yansıttığı o sarı ışık ve onun sakinliği. Bunun üzerine SABO bir noktada aile albümlerine yeniden bakmaya başladı. Yeni bir kapı açıldı sergiye dair ve biz tam da bunu konuşurken bazı fotoğrafları getirdi bu albümlerden, kendisinin olmadığı ama üstünde ışık olan fotoğraflar. Bu albümler daha çok bir kaynak gibiydi. Resmedilen figürler o fotoğraflarda olan birini temsil etmiyor ama bir yandan da o tanıdık duyguyu veriyor insana, yani bu resmedilen insanlar birbirlerine yakın.
Sergi küratörü Elâ Atakan
SABO: Zaten ışığın duygusu o fotoğraflarda o kadar net bir şekilde kendini hissettiriyor ki benim olup olmamam önemli değil. Orada bir anı yaşanmış ve ışıkla o anı bir araya geliyor, gelişiyor ve çok mutlu ve huzurlu bir ana dönüşüyor. Bizim de aslında düşündüğümüz ve yapmak istediğimiz o zaman dilimini açmaktı. Yani mutlu anıların olduğu ya da plansız, huzurlu, kaygısız anların olduğu o zaman dilimini açmak. Işık aracılığıyla oradaki hissiyatı resmetmek istedik, o yüzden Golden Hours serginin ismi. Sergide resmedilen gün bitmeye başladıkça geç kalınmış gibi hissetmiyorsun. Akşam oluyor, güneş batıyor, eğlence devam ediyor. O yaz duygusuyla buradan çıkacaksın, ıslak ıslak eve gidip yemeğini hazırlayıp yiyeceksin… O plansız, genellikle tatil zamanlarında karşımıza çıkan anıları görüyoruz. Aralığın ortasında sıcaklığa, ışığa dair bir sergi yapmamızın nedeni de oydu.
Peki bu evrende hiç zifiri karanlık var mı?
SABO: Golden Hours‘da gün bir koyda bitiyor, güneşin batma anında. Biraz daha karanlığın ortamı ele geçirdiği, o anın bittiği, birarada olma fikrinden uzaklaştığımız bir yer. Aslında bundan sonrası zifiri karanlık çünkü etrafta bir bina veya insan yok. Bu koyun duygusu benim için çok kuvvetli çünkü inanılmaz bir karanlık oluyordu güneş battıktan sonra, yanındaki arkadaşını göremediğin bir atmosferi vardı. Gitgide herkesten uzaklaşma fikri, mekanın kararması ve gördüğümüz o ışık yansımalarının sonlanması… Serginin kapanış fikri olarak da o karanlıkla uçup gitmesi. İşlerin içerisinde o zifiri karanlık yok. O bahsettiğimiz “golden hours” burada bitiyor.
Zaman kavramı sık sık üzerine çalıştığın bir konu eserlerinde, bir önceki sergin Time Machine de bu konuya odaklanıyordu. Karşımıza çıkan durumlar ve mekanlar ya geçmişte ya da gelecekte, geçmişteki altın çağdan alıp gelecek için umut gösteriyorsun. Zamanla ilişkini nasıl kurmayı tercih ediyorsun?
SABO: Zaman genelde kullandığım bir kavram diyebilirim, çünkü anılarla iç içe olduğu için kendime döndüğümde, baktığımda ve tekrar karşıma koyduğumda onu hissediyorum. Time Machine daha zaman kavramını genellediğim, Paracetamol daha kendime döndüğüm bir durumu anlatıyor. Golden Hours bu ikisinin ortasında gibi duruyor çünkü burada bir zaman dilimini açmaya çalışıyorum. Bütün serginin genelinde aslında birtakım soyut parçalar var, bunları kapılar gibi düşündüm. Bu anlar arasındaki yolculuğa çıkmayı rahatlatacak, sağlamlaştıracak ve kolaylaştıracak bir takım küçük soyut alanlar, soyut parçalar. Renklerin karıştığı, iç içe girdiği bu parçalar aynı kameranın yansımasından çıkan o parlamalar gibi. Küçük damlacıklar arasında bir şekilde içten içe bir zaman yolculuğuna çıkıyoruz ve kendimizde bulduğumuz bir dünyaya geçiş sağlanıyor.
Light Leaks (Işık Sızıntıları)
Elâ: “Işık Sızıntıları” adını verdik biz o damlacıklara. SABO ışığın, kendi hikayesindeki o iyi anların, güzel duyguların peşine düştüğünde bir noktada şunun da farkına varıyoruz: yaz döneminde zaman yavaş akar, daha çok vaktin vardır, daha rahat olabileceğin bir dönemdir. Mesela Is There Someone Else isimli eserin arkasındaki mimari daha sayfiye gibi. Bir yandan da belki de Türkiye’nin bile altın çağı olan 1960’lar mimarisine benziyor. Herkesin rahatça tatil yaptığı, herkesin iyi olduğu, daha mutlu olduğu bir zamana götürüyor. Her zaman aslında figürler var ama bir yandan da mimariyle desteklenen bir zamana bakış söz konusu.
In Your Eyes serisi
Aralık ortasında yaz dönemini resmeden bir sergi olmakla beraber, çalkantılı bir dönemin ortasında umuda dair hikayeler ve anlarla ziyaretçiyi karşılayan bir sergi. Her şeyi tersine çeviren bir kurgu yani.
SABO: Aslında bu mutluluk, umut düşüncesini devam ettirmek gün geçtikçe biraz daha zorlaşıyor. Yani ben bunu sadece yaptığım işte görmüyorum, tüm hayatımda verdiğim kararlarda da geçerli ve bunu bir bahane olarak kullanmak benim için çok büyük zaman kaybına dönüşebilir. Bu yüzden tam tersini yapmak istedim. Madem böyle bir şey içerisindeyiz ve böyle bir zaman diliminde yaşamak durumundayız, bunu yaşayalım, kabullenelim ama bizim yapacağımız şeyler var düşüncesiyle ilerlemek istedim. Bu yapacağımız sergileri, planları geri plana atmadan, onların motivasyonunu kaybetmeden bir şekilde devam ettirme durumu bence en mantıklısı ve beni daha çok motive ediyor. Her geçen gün bir şeyler biraz daha zorlaşmaya başladığında planlardan ve hayallerden vazgeçmek daha kolay oluyor ama zorladıktan ve direttikten sonra çıkan iş bence daha güçlü.
Elâ: Belki de resmedilen bu anlara tam da bu dönemde ihtiyacımız var. Bu gerçekten bir noktada direniş şekli çünkü beslendiğimiz yer kesinlikle sanat. Bir nevi bütün sergi iyileşme üzerine kurulmuş gibi. Geriye bakıp aslında biz iyiydik ve iyi olduğumuz zamanlar vardı diyoruz. Tam da şimdi insanları buraya çağırarak bunu paylaşmak daha değerli gibi geliyor. Bu dönemde üretmek, yaratmak, tutunmak ve o umutsuzluğun seni sarmasına izin vermek değil de, bu anlara bakarak burada bir alan açmak ve bunu paylaşmak…
Sergide su ve güneşin birleşimiyle karşımıza çıkan bir “yeniden doğma” fikri var. Bu birleşim ana rahminde olmayı, başa dönmeyi çağrıştırıyor. Bu temaya bir de bu açıdan bakabiliyoruz aslında.
SABO: Yeniden doğma fikri biraz daha manevi bir şekilde ortaya çıktı. Bütün yaptığım işlerin evrilen, değişen bir durumu var. Bence kendim de bu süreçte onu yaşadım ve bundan dolayı serginin o fikirle uyuşması beni heyecanlandırdı. Bunlar çok daha fazla tarzımın dışına çıkan ve değişen işlerdi. Burada bir performansta olduğu gibi bir değişimden bahsetmiyoruz. Bu daha çok düşünceler ve üretim fikirlerindeki kapıları değiştirmeye, o duyguları anlatmaya odaklanan bir durum. “Yeniden doğma” fikrini dansla işlemek, izleyiciye anlatmak daha kolaydır ama tentür yapan biri için bunu göstermek biraz daha zorlaşır. Bu duyguyu tam olarak yansıtabilmek için serginin kuruluşundan insanların katılımına kadar detayları çok iyi düşünmek gerekiyor.
Savior (Kurtarıcı)
Bu açtığın zaman dilimindeki umudu andaki mutluluğa nasıl taşıyorsun, sergi ziyaretçilerinin nasıl taşımasını istersin?
SABO: Herhangi bir işi yaparken veya üretirken oradaki bütün detayların, bütün konunun, bütün parçaların çok net bir şeyler söylemesi fikri beni çok heyecanlandırmayan bir durum. Bu hayali dünyayı yaratma fikri de orada ortaya çıkıyor. Ele aldığım ya da üretirken yardım aldığım o fotoğraflar, anılar, yazılar ya da görseller ve filmler çok net bir şekilde kendini göstermiyor. Bu dünyanın içerisinde figürlere dönüşerek kendilerini hissettiriyorlar daha çok. Sergiyi gezen kişilerin o duyguyu kendi anılarıyla şekillendirerek, birleştirerek hissetmesi daha hoşuma gider. Burada bir konu etrafında bir sergi sunuyoruz. Bu serginin hissiyatını anlatmak istediğimiz kısımlara kadar anlatıyoruz ve sonrasında tamamı izleyicinin o enerjiyi nasıl sağlayacağına, kendisiyle nasıl birleştireceğine bağlı bir şeye dönüşüyor. Bu düşünceyle sergi kapanmaya yakınken arkadaşlarımla konuştuğumda her birinin hissettiklerini dinlemeyi seviyorum, çok farklı taraflardan geliyor düşünceleri. Özellikle Paracetamol’de bunu çok yaşamıştım çünkü biraz daha benimle ilgili bir sergiydi, oradaki her bir işin hikayesi çok daha farklıydı. Yani benim yaşadığım, anlattığım hikaye ve onları izleyen kişilerin hissettikleri çok farklıydı. Bazıları için mutlu anlar, diğerleri için mutsuz durumlar çağrıştırmış, bu hikayeleri onlardan dinlemek güzel oluyor.
Paracetamol serginde kırmızı, Time Machine‘de prusya mavisi, Golden Hours‘da ise turuncu ve sarı tonlarına odaklanan eserlerle karşımızdasın. Özellikle bir sanatçı olarak renkler sana nasıl konuşuyor?
SABO: Bu açıkçası planlı olarak ilerleyen bir şey değil. İncelediğim, takip ettiğim ya da gezdiğim, gördüğüm, sevdiğim insanların yaptığı işlerden bana yakın olanların renkli olması benim dünyamın renkli olduğunu hissetmeme neden oluyor olabilir. Her serinin mutlaka şu rengi olmalı diye başladığım bir durum da yok. İşler bir araya gelince renkleri kendi kendine hissettirmeye ve onlarla eşleşmeye başlıyor daha çok. Eserlerle birlikte geçirdiğim zamanla beraber ortaya çıkan bir dengeye dönüşüyor ve o denge bence çok önemli. Resmin kompozisyonu kadar o harmoni ve renk dengesi de önemli. Biraz daha içsel gelişen, kendi atölyemde resmetmeye başladığımda ortaya çıkan bir süreç. Eskizi yaparken siyah beyaz yapıyorum aslında, o yüzden renkleri tuvalle başbaşa kalınca, bende bıraktığı etkiye dayanarak ekliyorum.
SABO, Paracetamol sergisinden “Franny and Zooey, Salinger” eserinin önünde
Önceki sergilerine kıyasla, senin için “Golden Hours” sürecini tanımlayacak teknik farklılıklar ne oldu?
SABO: Ben genellikle yağlı boya çalışıyorum, yağlı boya işler yapıyorum ama bu demek değil ki farklı şeyler denemekten çekiniyorum. Özellikle her yaptığım seriyi düşününce, o serinin içerisinde o duyguyu biraz daha rahat bir şekilde anlatabileceğini hissettiğim herhangi bir malzeme varsa o malzemeyi denemek benim sevdiğim ve sonucunu merak ettiğim bir süreç. Time Machine’de seramikle ilgili biraz çalışmıştım, o dönem ilgilendiğim ve sonucunu merak ettiğim bi medyumdu bu. Bu farklı materyalleri yaptığım sergilerde bir araya getirme fikri hoşuma gidiyor aslında. Bu denemeleri sergiye ya da projeye dahil etmeyi seviyorum. O yüzden de o etkisini arttıracak, o sözü arttıracak bir malzemeyle tanışırsam onunla ilerlemek ve detaya değinmeyi tercih ediyorum. Golden Hours’da daha çok özüme döndüm diyebilirim. Tuval, yağlıboya, tamamıyla en temel eğitimini aldığım ve öğrendiğim medyumlar.
Golden Hours sergisini, 28 Ocak 2023’e kadar Versus Art Project’te ziyaret edebilirsiniz.

A GOOD DAY: BEYOĞLU
Fotoğraf: Can Görkem
Hayat güzel anların, insanların ve deneyimlerin toplamından ibaret. Bildiğimiz yerlerin bilinmedik sokaklarında kaybolmak, yeni tanıştığımız biriyle zamanın uçup gittiği sohbetlere dalmak ve attığımız her adımla yeni dünyalara yelken açmak, kendimizden bir parça bulmak. Bazen sandığımızın aksine bunları yapmak için uzaklara gitmek de gerekmiyor aslında, ne de olsa her köşesinde yenilikler saklayan bir şehrin sakinleriyiz. Yüksek tempomuzda bazen ne kadar özel olduğunu unuttuğumuz, besleyici yanlarını görmezden geldiğimiz ve hala burnumuzun dibinde keşfedilmeyi bekleyen sürprizleriyle kalbimizde özel bir yere sahip olan İstanbul’a, her şeye rağmen bizi tekrar heyecanlandıracak bir perspektifle bakmak istedik.
A Good Day isimli serimiz de tam olarak bu hislerden doğdu. Sanat, tasarım, kültür ve gastronomiden ilhamla şehirde farklı rotalar çizdiğimiz ve keşiflere çıktığımız bu deneyim serimizde bildiğimiz muhitlerin bilinmedik yerlerini öğreniyor, şehre tekrardan çocuksu bir merakla bakıyoruz. Güzel bir günün paylaşmadan bir anlamı olmayacağını da bildiğimiz için, her deneyimimiz sonrası rotamızı sizlerle paylaşacağız. Gelin, hep beraber şehirde her anın tadını çıkarmaya bakalım. Serinin ilk durağını Beyoğlu olarak seçtik. Neden mi? Buranın ışığının asla sönmeyeceğini, her zaman bizden bir parça olacağı gerçeğini yaşatmak istiyoruz. Yolu İstanbul’dan geçmiş herkesin kendine has bir ilişki kurduğu bu yeri zaman zaman çok iyi bildiğimizi düşünsek de, A Good Day rotamız bize Beyoğlu’nun saklı kapılarını aralayarak bitmek tükenmeyen sihrini gözler önüne seriyor.
















GRKM6720

DURAK 1: TUNÇ BALIK
Her güzel gün tok bir karınla başlar diyerek rotanın ilk durağını Tunç Balık olarak belirliyoruz. 1959’dan beri Beyoğlu’nun değişmez lezzeti olan bu yer, güler yüzlü ekibiyle bizlere içimizi ısıtan bir misafirperverlik tecrübesi yaşatıyor. Şehrin en çalkantılı, heyecanlı ve hareketli yerinde yılları devirmiş olan Tunç Balık ve ekibi, Beyoğlu’nun eşsiz bir parçası. Serimiz için hazırladıkları özel sandviç tarifinde bulunanlar krem peynir, portakal & zencefil marmelatı ve Tunç Balık’ın meşhur somon fümesi. Yapılması kolay gibi duyuluyor olabilir, ama emin olun usta esnaf eli değmeden aynı tada ulaşmanız bizce çok mümkün değil. A Good Day sandviçini önümüzdeki bir ay boyunca sipariş edebilir ve rotamıza ağız tadıyla bir başlangıç yapabilirsiniz. Biz ekmekleri Galata Urban Bread’den sütlü tereyağlı tost ekmeği olarak tercih ettik, dilerseniz siz de Beyoğlu’nun bu yeni artisan fırınından sandviç ekmeğinizi yanınızda götürebilirsiniz.



















DURAK 2: BAŞIMIZDA SİYAHTAN BİR HÂLE, ARTER
Bir sonraki durağımız Arter. Beyoğlu’nun kültürel ekosisteminin önemli oyuncularından biri olan bu müze, multidisipliner yaklaşımıyla beraber değişimi benimsiyor ve sanata olan dinamik perspektifini her özelliğiyle ziyaretçiye hissettiriyor. İngiliz mimarlık ofisi Grimshaw Architects tarafından tasarlanan yeni binası, Dolapdere’de bulunduğu lokasyonu müzenin içine taşıyor. Her adımınızda camdan dışarı bakabildiğiniz bu mimaride dışarıyla olan bağımızı kesmiyor, yapının akışkan formu sayesinde mekansal bir tecrübe yaşıyoruz. Sanatın kalbinin attığı Beyoğlu’nda rotamızı Arter’e doğru çevirmemizin ise özel bir sebebi var tabii ki, o da tam da ihtiyacımız olan bir sergiyle karşımızda olan sanatçı Ahmet Doğu İpek.
Selen Ansen küratörlüğünde gerçekleşen “Başımızda Siyahtan Bir Hale” sergisi, 2020-2022 arasında sanatçının duygularından, tecrübelerinden ve üretimlerinden doğarak hayat bulmuş. Edip Cansever’in Tragedyalar III şiirinden alıyor ismini sergi. “Çünkü bu kahverengi akşam saatlerinde / Her şeyi en soğuk ölçülere vuruyoruz / Bir uzak han kavramına. Hanların / Rahmindeki bir yolcuya, bir semendere / Ve soğuk bir çağdan geçiyoruz. Çağlardan / Başımızda siyahtan bir hâle.”
Yerin altında bulunan ve gökyüzüne kadar uzanan doğa olayları aracılığıyla insanı ve doğasını sergileyen İpek, bunu yaparken insan bedenini tamamiyle gözden ırak bir yerde bırakıyor. Merkezine aldığı fenomenlerin dehşet verici görkemi karşısında yapılacak tek şeyin görünenin seyrine dalmak olduğunu söylüyor bize. “Çok Uzaktan ve Hep” eserinde açmayan güneşin takvimini resmettiğinden bahsediyor. El yapımı pamuk kağıt kullanarak yarattığı resimler üzerinde doğası gereği hâla hareket eden keten boyası, karanlığın içinden süzülen muhteşem ışık manzaralarına dönüşüyor. İpek sergi alanına girmeden önce bizleri uyarıyor, “zaman kavramı ile açığa çıkan her şeyin negatif temsilleri var içeride” diyor. Ziyaretçiye açıldığı dönem ve lokasyona bakıldığında toplumsal duygularımıza derinden dokunan bu eserlerle kurulacak olan kişisel bağları düşünürken, serginin birleştirici gücünü hissetmeden edemiyoruz. “Başımızda Siyahtan Bir Hale” sergisi 29 Ocak’a kadar Arter’de ziyaret edilebilir.






































DURAK 3: ARİF PAŞA APARTMANI
Öğreniyoruz ki üçüncü durağımız olan Elmadağ’daki bu apartman, serimizin özü olan “beraber yaşamak” isteğinin buralardaki ilk örneğiymiş. 1902 yılında Constantine Pappa tarafından tasarlanan Arif Paşa Apartmanı, konaklardaki aile yaşamından ayrılarak apartman yaşamına geçilmesinin öncü mimarilerinden. Tarih boyunca pek çok sanatçıya ev, üretimhane olmuş ve olmaya devam eden bu bina, aynı zamanda Ahmet Doğu İpek’in de stüdyosunun olduğu yer. Avlusu, ev sahipliği yaptığı sanatçıların atölyelerini barındırmakla beraber gökyüzüne doğru baktığımızda karşılaştığımız etkileyici heybetiyle duvarlarının tanık olduğu sohbetleri merak ettiriyor. Ne de olsa Beyoğlu’na tanımadığımız insanlarla dost, komşu olma konseptini getiren bir yapıyı ziyaret ediyoruz. Bu ziyaret anına dair bir de not düşelim; her gün saat altı civarında avludaki ıhlamur ağacının üstünde kuşlar şakımaya başlıyor, belki ziyaretinizi bu ana denk getirir gününüzü daha da şenlendirirsiniz.
Biz Arif Paşa sakinlerinden Tülin Bozüyük, Aslı Şan Bilgin ve Neslihan Algünerhan’ın atölyelerine misafir olduk ve zanaatlarını onlardan dinledik. Aslı’nın bizi spiritüel bir maceraya çıkardığı Alkimia, Tülin’in fırınında kendi dokunuşlarımızla yarattığımız seramikleriyle hep bir parçasını taşıyacağımız Touline Ceramics ve Neslihan’ın keten kumaşlar üzerine ruhundan kopan zevkli tasarımlarıyla bizi ağırladığı Nauna Linen deneyimiyle birkaç saatliğine bile olsa bu apartmanın sanat dolu tarihinin bir parçası olabilmek bize farklı bir Beyoğlu yaşattı. Arif Paşa’yı ziyaret ettiğinizde şanslıysanız açık olan atölyelere göz atabilir, işinizi şansa bırakmak istemiyorsanız önceden randevu alarak atölyeleri ziyaret edebilirsiniz.



























GKM7419






















DURAK 4: AŞEKA
Ve işte son durak. Beyoğlu’nu uzun uzadıya gezdikten sonra gözler haliyle akşam yemeği için seçtiğimiz yeri arıyor. Biz de günü bitirmeye hazırlanırken Karaköy’e doğru bir yolculuk yapıyoruz ve yolumuzu yüz yıllık bir binaya çeviriyoruz. Aşeka, sarmaşık anlamına geliyor ve restoranın binası da bu ismi yaşatıyor. Aşeka ekibi restorana mekan ararken tesadüfen bu sarmaşıklı binaya denk gelmiş ve Aşeka doğmuş. Sevdiklerimizle bir araya gelip konuşmanın hoşluğu, Michelin yıldızlı Thomas Keller’ın Bouchon lokantasında tecrübe edinmiş Şef Ömer Akosman’ın mevsimsel menüsüyle daha da özel bir hale geliyor bizim için. Başlangıçlar arasında tattığımız efsane patatesi yemeden geçmeyin deriz. Günün balığı olarak masanın yıldızı haline gelen kaya levreğinin enfes tadıysa hala damağımızda, rotanızı sonlandırırken kesinlikle denemenizi öneriyoruz. O güne özel hazırlanan A Good Day kokteyli de yakın zamanda menüye ekleniyor, güzel bir güne tatlı bir kapanış için tercih edebilirsiniz.















































Serimizin ilk rotasında bize eşlik eden Ahmet Doğu İpek, Aslı Şan Bilgin, Aydan Kumpas, Bahar Kader, Berk Kır, Deniz Bulutsuz, Dilara Sakpınar, Ecem Arslanay, Filgezi, Kültigin Kağan Akbulut, Neslihan Algünerhan, Semiha Bezek, Songül Haydarpaşa, Tülin Bozüyük, Ümit Hamidi ve Zeynep Üner’e çok teşekkür ediyoruz.

ZEYNEP ERBAY İLE SEVGİYE IŞIK TUTUYORUZ
Röportaj: Ceren Kahveci
Fotoğraf: Can Görkem
Hayatın içinden akıp giden sevginin insanın özündeki en kaçınılmaz gerçek olduğunu savunmaktan çekinmiyor Zeynep Erbay, her ne kadar bir klişe gibi duyulsa da. 2020’nin bizi hapsettiği kapanma dönemini, insanların kendileri ve etraflarıyla ilişkilerini irdeleyerek geçiren İstanbul merkezli DJ, Soul Clap Records ile çıkardığı “Flashlights on Love” EP’siyle bu yolculuğunu dans pistine taşıyor. Hayatın getirdiği yoğun duyguları kendimizi müziğe vererek anlamlandırmamız için bir el uzatıyor. Biz konuya dalarken bir yandan da Zeynep’le Ankara’daki konservatuvar macerasını, müzikle olan ilişkisini ve sevgiyi konuşuyoruz.
Müzikle olan ilişkin çocukluğuna kadar iniyor. Formatif senelerin, yetişkinliğe geçişin derken bu dönemlerin hepsinde müzik senin hayatında hep önemli bir yer kaplamış. Konservatuvar dönemini biraz anlatır mısın bize?
Aslında benim birazcık değişik ve zorlu oldu o konservatuvar dönemi çünkü erken yaşta çok disiplinli bir eğitim almam gerekti. Kolejden kaçıp “Ben müzik yapacağım, sanatla ilgileneceğim” derken yağmurdan kaçarken doluya yakalanmak gibi bir durum oldu. Ergenlik sürecinde çok sert bir disiplin aldığımız için ileriki safhalarda benim müziğe girişli çıkışlı, böyle bir ara verme ve geri dönme dönemim oldu. Dolayısıyla birazcık zor geçti ama tabii çok enteresan kapılar da açtı benim için, hem düşünce sistemime getirdiği yenilikler bakımından hem de hayata bakış konusunda. Farklı ortamda, farklı insanlarla beraber olup, farklı bir okul sisteminde biraz daha sanatın içinde büyümenin getirdiği rahatlık ama aynı zamanda da gerektirdiği bir öz disiplin vardı.
Klasik piyano eğitiminden funk, electronica ve broken beat gibi müzik türlerine geçiş nasıl oldu? Klasik müzik geçmişin ve bilginden gelen hünerlerini deck başında nasıl hayata geçiriyorsun?
Lise sonuna geldiğimde branşım olan klasik piyanoda gidecek yol solist olmak olduğu için bunu yapmayı tercih etmedim. Çok bireysel ve yalnız kalmamı gerektiren bir şeydi o yol, günde en az on saat sadece bir odada piyano çalışmak o zamanki Zeynep için çok zor geliyordu. Sonraki dönemlerde radyoda çalışırken ya da DJlik yaparken sektörün daha sosyal taraflarını gördüm, o beni daha iyi hissettirmeye başladı. Aslında o geçiş sırasında çok da bir fark olduğunu hissetmedim. Klasik müziğin de matematiği ve alt yapısı birçok şu anda yaptığım şeylere dayandığı için teorik olarak çok da uzak bir şeye geçiş yapmış olmadım. Kulağımın öyle eğitilmiş olmasının getirdiği avantajlar var tabii ki ama dezavantajları da oluyor. Müzik üretirken mesela daha basit düşünebilmek önemli çünkü şu anda daha dans dünyası için bir şeyler yapmaya çalışıyorum. O müziğin gerektirdiği basit düşünüp kolay dinlenen bir şeyler üretmeye çalışma süreci, o klasik eğitimin getirdiği karmaşa ve melodilerle birleşince beni bazen zorlayabiliyor. “Bir dakika, buraya şimdi daha temiz düşünmem lazım” gibi bir noktaya gelebiliyorum. Sektörde de aslında bayağı büyük isimler var, klasik bir eğitimden gelen ve elektronik müzikte de çok ciddi projeler yapan.
Ankara’nın club kültürü – özellikle öğrenciler için – çok iddialı diye duyuyorum, sen oradayken de öyle miydi?
Biz klasik müzik eğitimi alırken bir yandan da deli gibi elektronik müzik dinliyorduk. Mesela bir arkadaş grubum vardı, hep elektronik müzik dinlerlerdi. Çok ciddi caz dinlediğim bir dönem de oldu, yakın arkadaşlarımla farkında olmadan bu konuda birbirimizi çok beslemişiz hep. Underground mekanlar vardı ve biz hafta sonları hep kulübe gidiyorduk, dışarı çıkıyorduk farklı bölümlerden arkadaşlarımla. O dönemlerden itibaren bana biraz işlemiş yani bu müzik türü, onu sonradan fark ediyorum. Bizim orada olduğumuz dönem bayağı iyiydi. Mesela Pulse8 diye bir kulüp vardı, değişik bir yerdi ve inanılmaz isimler geliyordu oraya o zamanlar, inanamıyordum. “Şunu dinlemeye gidiyoruz, bu sanatçı geliyor” diye oraya heyecanla gittiğimi hatırlıyorum ve tabii o zamanlar bunun kıymetini çok anlamıyordum, benim için normal bir şeydi. Sonradan fark ettim ki biz aslında hep dışarı çıkmışız, eğlenmişiz. Enteresandı o yüzden.
“Durmadan beslenen ve devam eden bir yolculuk var orada, ben de ona eşlik ediyorum gibi hissediyorum ve çok düşünüp bu sürecin akışını durdurmamaya çalışıyorum.”
Hem müzisyen hem prodüktör hem de DJ’lik yapıyorsun, yani tam on parmağında on marifet diyeceğimiz bir sanatçısın. Hangi hisler seni üretmeye sürüklüyor? Nasıl bir ruh halinde olduğunda “Tamam, şimdi bunu bir parçaya dökme zamanı” diyebiliyorsun?
Bunu fark ettiğim özel bir zaman olmuyor aslında, başladığım günden itibaren o arka arkaya akıyor. Hep olan bir his o. İlk EP üzerine çalışırken o üretim sürecini anlama dönemindeydim, kendimi teknik olarak geliştiriyorum hâlâ ama o zaman çok daha yeni hissediyordum. Açıkçası uzun süre müziğe ara verdikten sonra, biraz daha çekilmeye başladığımdan sonra de hep bir şeyi bitirdikten sonra yeni bir şeye başladığım bir dönem oldu. O başladığım proje sonrasında başka bir şeye dönüşüyor, derken onun devamı geliyor. Yani aslında kendi kendine yeten bir süreç, şu an için de bu geçerli. Üzerinde çalıştığım bir-iki proje var ve bitirmem lazım, sonrasında aklıma bir fikir geliyor ve sadece şu anda yaptığım şeye odaklanıyorum, bir projeyi bitirmeden başka bir şeye başlamamaya çalışıyorum. Yoksa onun sonu yok, o sayfalar açıldıkça kapanamıyor bence. Durmadan beslenen ve devam eden bir yolculuk var orada, ben de ona eşlik ediyorum gibi hissediyorum ve çok düşünüp bu sürecin akışını durdurmamaya çalışıyorum. Parçaya giriyorum ve “Şimdi ne yapıyorum ve ne yapabilirim? Bunu nasıl geliştirebilirim? Neyim eksik? Biraz bunu çalışayım” derken zaten kendimi parçanın içinde buluyorum. Sonra da tecrübelerim ya da hikayelerimle beraber onu başkalarına sunacağım bir projeye dönüştürüyorum diyebilirim.
O daha pürüzsüz ilerleyen bir süreç mi oluyor, yoksa biri üzerine çalışırken diğeri üzerine yeni şeyler keşfettiğin, daha karmaşık bir prosedüre giriyor musun?
O süreç sonuçta hayattan bir şey, orada ürettiğin şey de senden bir parça. Benim hissettiğim zaten yaşadığımla ürettiklerimin birbiriyle konuşuyor olması. Onlar konuştukları için de ortak bir şey ortaya çıkıyor gibi geliyor. Bir durum yaşıyorsam ve bunun üzerine bir şeyler hissettiysem, o hissettiğim duygu ben projenin başına geçtiğimde devam ediyor. Dolayısıyla duygu üzerinden üretmeye ve onu düşünerek ilerliyorum. Mesela bir parçanın adını düşünürken bir bakıyorum aslında o sırada yaşadığım şeyin içindeyim ve zaten çıkan melodi onu hissettirmiş. “Evet ya Zeynep bunu paylaşabilirsin” diyorum ve tamamlanıyor gibi oluyor.
En son çıkardığın çalışman “Flashlights on Love”, her şeyin sevgi etrafında döndüğünü anlatıyor. “Aşk”ın Zeynep’in hayatındaki yeri nedir, nasıl tanımlıyorsun “aşk”ı?
“Flashlights on Love” dediğimizde, onu Türkçe’ye çevirdiğimizde “aşk” gibi çevriliyor. Ben onu “aşk” değil de daha çok “sevgi” olarak tanımlıyorum çünkü sevginin anlamı benim için daha derin, aşksa daha tutku dolu bir his gibi geliyor. Sevgi denince daha derin ve bağ kurmamızı sağlayan, içine girdiğinde kolay kolay çıkamadığın bir durum geliyor aklıma. Bir romantik ilişki olarak değil de aslında içinde bulunduğumuz dünya bakımından bunu yansıtmak istedim, o şekilde hissetmek istedim. Daha doğrusu sorgulamak istedim diyelim. Bir sonuca varabildin mi dersen varamadım çünkü bu duygunun kendisi biziz bence. Konu biraz klişe gibi algılanabiliyor ama bir gerçekliği de var, o yüzden üzerine kafa yormak hoşuma gitti. O kadar değişken bir dünyadayız ki şu anda, bu dinamiğin içerisinde aslında bazı değerleri kaybedebiliyoruz da. Bu değerlerin en basiti sevgi ve bu sevgi ilk önce kendimize duyduğumuz bir şey, yani o duygunun “biz” olduğu bir durum var. Benim bu konuda gelebileceğim nokta, sevgiyi ayrıştırarak ne olduğunu anlamaktansa aslında bunun bizim içimizden bir parça olduğunu kabullenmek oldu. Bunu korumak ve buna iyi bakmak gerektiğini düşünüyorum. Bu durumu kaybettiğimiz zamanlar oluyor ve öyle bir dünyaya doğru da gidiyoruz, bu da beni biraz korkutuyor açıkçası.
COVID dönemi içinde bulunduğumuz izolasyon döneminde içine dönüp bir şeyleri düşünmüş olan insanların vardığı sonuçlar ve konular hep “sevgi” konsepti etrafında dönmüş aslında. Farklı hikayeler ve konuların hep buraya çıkıyor olması asıl özümüzde sevgi olduğunu göstermiş bize.
Benim de hissettiğim ve paylaşmak istediğim şey buydu. Çok hızlı değişen bir dünyaya doğru gidiyoruz, bu değişimin içerisindeyiz ve zaman kavramı bence çok farklı bir hal almaya başladı. Bu akışın içerisinde kendimizi çok unuttuğumuz zamanlar oluyor, bunu hatırlamanın çeşitli yolları var ve bu duygu da o hatırlatıcı duygulardan bir tanesi. Ben de o yüzden bunu paylaşıp insanlarla o bağı kurmak istedim. Başkalarının da aynı fikirlerde ve hislerde olduklarını söylemesi de çok hoşuma gidiyor.
“Bir yandan da yaptığım iş ve müzikle zamanı unuttuğum için orası bana hep ilaç gibi geliyor, oradan bir şekilde kendimi iyi hissettiğim anları yakalıyorum. Daha çok oralara tutunmaya çalışıyorum.”
LAVA isimli parçanda, hayatın özü olan sevgiyi hissedebilmek için ne gerektiğini irdeliyorsun. Özünden ve sevgiden uzaklaştığını düşündüğün zamanlarda nasıl kendini o yola tekrardan sokuyorsun?
İnsanlarla yaşadığımız zor durumlarda, bir ilişki içerisinde bir durum olduğunda gelen darbelerden kaçış yok hayatta. Hiç beklemediğimiz anda gelen o darbeler hayatın bir parçası. Yaşadığımız sıkıntılar, sorunlar… Dolayısıyla bunları ne kadar yumuşak karşılayabiliyorsak o kadar hafif atlatabileceğimizi düşünüyorum. Orada da aslında kendimize yumuşak davranmamız gerekiyor. Yani bir şey olduğunda, istemediğimiz bir şey yaşadığımızda eğer bunu kendimizi harcayacak, yoracak bir şekilde karşılaşırsak o zaman onun sonuçlarını daha sert yaşıyoruz. Biraz farklı boyutlardan düşünmek gerekiyor. Bir sıkıntı olduğunda onun hiçbir zaman tek bir sebebi olmuyor, farklı bakış açıları barındırabiliyor. İşte bunları geliştirmeye, anlamaya çalışıyorum kendi adıma. Çok kolay kolay yapılabilecek bir şey değil çünkü hayat bu sonuçta, kontrol edebildiğimiz bir şeyden bahsetmiyoruz. Kontrol edemediğimiz şeyleri kabullenmek belki de bazen iyi geliyor. Bunu hayata geçirebilmek için ben de çalışıyorum çünkü zor bir şey olduğunun farkındayım. Bu düşünceleri EP’ye dökmek de bana bir çıkış yolu gibi oldu işte. Bir yandan da yaptığım iş ve müzikle zamanı unuttuğum için orası bana hep ilaç gibi geliyor, oradan bir şekilde kendimi iyi hissettiğim anları yakalıyorum. Daha çok oralara tutunmaya çalışıyorum. Bir de olabildiğince kendimle dürüst olmak istiyorum. Yani kişinin kendisine dürüst olması, açıkça konuşması daha sağlıklı sonuçlar veriyormuş gibi geliyor.
Sevgiyle ilgili en öğretici anın ne oldu hayatında?
Küçükken ağırlıklı olarak babaannemde kaldım okul dönüşlerinde. Her onu düşündüğümde o saf sevgiyi hissediyorum, en çoçuk halimde onunla kurduğum iletişim ve bana yaklaşımı çok gerçek bir şey hissettiriyor. Kendisi emekli ilkokul öğretmeniydi ve çocuklarla iletişim çok iyidi, ayrıca Atatürk’le tanışmış öğretmenlerden! Hayatta ve yaşı da var ama hala sevgi dolu biri ve o güzel hissi en yoğun bir şekilde onunla zaman geçirirken hissediyorum. Birlikte hep çok kaliteli ve sevgi dolu, güzel zamanlar geçirmiş olduğumuzu hatırlıyorum. Bana masallarla bir sürü şey öğretmesi ve ve sabrıyla beni yönetmesi gibi bir çok güzel özellikleri olan birisi. Dönüp baktığımda iyi yürekli ve çok asil bulduğum bu insanın hayatımda küçük yaşımdan beri olmasından dolayı şanslı olduğumu düşünüyorum. Beklemediğim yerlerde zorlandığımda çıkış yolu bulmamı sağlayan kaslarımın temelleri onun sayesinde atılmış diyebilirim.
Uluslararası bir müzik eğitimin ve kariyerin oldu. RedBull Music Academy’yle Melbourne’a gitmek ve Boston merkezli Soul Clap Records’la parçalar çıkarmak gibi. Bu küresel geçmişinle beraber kendi sesin nelere dayanarak gelişti dersin?
Melbourne aslında bayağı eski bir tecrübem, bizim gittiğimiz dönem 2006 akademisiydi. Oradaki akademi sürecinde daha çok disko ve house müzik üzerine iddialı isimlerin olduğu on iki haftalık bir workshop yaşadık. Dolayısıyla Melbourne benim için biraz daha diskoyu anladığım, içine girdiğim ve onu benimsediğim bir dönem oldu. Müziğe ara verdim bir süre ve on küsür senelik bir aradan sonra Boston merkezli Soul Clap aracılığıyla böyle bir çıkış oldu. Soul Clap’le de daha funk, house ve aslında disko esintileri ve seslerinin bir araya geldiği bir EP ve yine o şekilde devam eden çok güzel bir birleşme oldu. Şimdi de devam eden farklı şeyler var, farklı iş birlikleri var, onlar da bambaşka şehirlerden aslında o yüzden konuya çok İstanbul odaklı bakmıyorum. Burada yaşıyor ya da buraya ait gibi hissetmiyorum çok kendimi, yaptığım işin daha global oluyor olması ve oralara kadar uzanabiliyor olması beni hem motive ediyor hem de daha özgür hissettiriyor. Umarım daha uzun vadede o taraflara doğru açılmaya devam ettiğim bir dönem olur.
Buradan sonra farklı bir şehre gitmek, oranın kültürünü ve müzik sektörünü keşfetmek gibi bir planın var mı?
Önümüzdeki seneki planlarımda zaten böyle bir açılma var. Nisan sonunda daha dans ağırlıklı ve Avrupa odaklı bir projem yayınlanacak. 2023 yazında İngiltere-Ibiza merkezli bir plak şirketinden downtempo tek seferlik hazırladığım bir proje çıkarıyor olacağım. Soul Clap ile de projelerimiz devam ediyor, dolayısıyla o kısım aktif ilerliyor diyebilirim. Üretim tarafında zaten olabildiğince küresel bir şekilde ilerliyorum ve o şekilde olması için çalışıyorum. Yaşam olarak hayat koşulları tam olarak ne getirecek bilmiyorum ama tecrübe etmek istiyorum. Yani evet, kendime başka bir alan daha bulabilmek, bir süre bir yerlerde yaşamak ve bu işin en azından herkesin yaptığı, ürettiği ve normal karşılandığı bir alan olduğu bir ülkede olmak beni de motive eder diye düşünüyorum bir yandan.
View this post on Instagram
İstanbul odaklı düşünmediğini söyledin ama fiziksel olarak burada olan bir sanatçısın. Türkiye’de bu işi yapmanın zorluklarını nasıl tecrübe ediyorsun? Bulunduğun diğer şehirlerle karşılaştırdığında, seni kısıtlayan ya da önünün açan farklı faktörler ne oluyor?
Açıkçası burası çok limitli, çok fazla opsiyon yok. Gece hayatı olarak gidilen yerler belli, oralarda da elimden geldiğince olmaya çalışıyorum ama yurt dışında her zaman daha çok opsiyon var çünkü daha fazla çeşit var, bu iş orada daha normal karşılanıyor. Şu anda Türkiye içinde de dediğim gibi olabildiğince olmaya çalışıyorum. Marka etkinlikleri de bu işin bir yanı ama asıl konu olan kulüp kültürünün durumunu herkes biliyor. Ülkenin hali de zaten desteklemiyor maalesef, ki bu sektör bence tamamen destekle alakalı. Çalışma saatlerinden tut, ekonomik kriz dolayısıyla insanların dışarı çıktığında içkiye verdikleri para vesaire derken bu işin kolu giderek daralmaya başladı, eğlenen insan kalitesi de düştü. Müzikten anlayan, iyi müzik dinleyen ve bundan keyif alan insanların ekonomik olarak çok rahat yaşadıklarını düşünmüyorum bu ülkede, bu yüzden erişim daraldı. Yani bunun nasıl bir hale dönüşeceğini zaman gösterecek, öngörmek çok zor ama o yüzden de çok umutla bakamıyorum açıkçası. Gerçi hiç belli olmaz, bir yandan da alternatif bir şey çıkıp bu hikayeyi değiştirebilir.
Bu sene sonu müzik platformlarının çıkardığı listelerde benim hep ilgimi çeken şey, benim dinlediğim sanatçıların zevkleriyle benim zevkimin ne kadar farklı olduğunu görmek aslında. Müziğin ne kadar kişisel olduğunu gösteriyor hep. Sen son zamanlarda en çok kimi dinliyormuşsun?
Ben o kadar fazla şey dinliyorum ki işimden dolayı. Her cuma zaten yeni çıkan parçalar oluyor ve işim gereği o şarkıları oturup dinlemem gerekiyor, oradan çalabileceğim trendleri planlıyorum, plak şirketlerini takip ediyorum. Onun için dinlediğim parçaların işimle alakalı olan bir kısmı var. Ama kişisel hayatımda kafa dağıtmak için dinlediğim ya da sevdiğim müzik dersek mesela Fleetwood Mac dinlemeyi seviyorum, hatta vokalisti Christie McVie vefat etmiş geçen gün. Çok da enteresan bir şey oldu, biz Amsterdam’da bir röportaj yapmıştık ve orada bana çok komik bir soru sormuşlardı “Cenazende ne çalmasını istersin?” diye. Ben de Fleetwood Mac “Dreams” demiştim. Sonra bir baktım solisti vefat etmiş, çok enteresan bir şekilde denk geldi. Valla açık konuşmak gerekirse bu soruyu cevaplamak her zaman bana biraz zor geliyor çünkü çok farklı, değişik şeyler dinliyorum. Mesela klasik müzik dinlemeyi seviyorum çünkü hem kulağımı temizliyor hem de zaman zaman beni motive ediyor. Geçen gün uyandım böyle bir anda Lenny Kravitz açtım, on iki kere arka arkaya falan dinledim. Sonra Daft Punk dinliyordum geçenlerde, “Something About Us” diye bir şarkısı var onu dinledim tüm gün. Oradan onun radyosunu açtım bir anda böyle enteresan yerlere gitti.

CEREN VE MEHMET İLE SON ZAMANLARDA ÇOK KONUŞULAN SİDİKLİ KASABASI'NDAYIZ
Röportaj: Gümrah Şengün
Fotoğraf: Can Görkem
Günümüz sürdürülebilirlik tartışmasını hayali bir sistem kurgusu aracılığıyla sahneye taşıyan Tony ödüllü Broadway müzikali “Sidikli Kasabası” 11 yıl sonra tekrar sahnede ve sezon başından beri Zorlu PSM’de kapalı gişe oynuyor. Kayhan Berkin’in yönetmenliği ve modern uyarlaması, çarpıcı iklim krizi kurgusu, oyuncuların sahneden taşan enerjisi, samimi mizahı ve orkestranın usta müzikleri Sidikli Kasabası’nı eşsiz bir tiyatro tecrübesine dönüştürüyor. Sidikli Kasabası’nın optimist Hope Cladwell’i tiyatrocu ve müzisyen Ceren Gündoğdu ve aykırı karakter Bobby Strong’u oyuncu Mehmet Aykaç, etkileyici bir uyumla oyunun başrollerini paylaşıyor. İkili ile sohbet etmek üzere Bomonti’de lansman öncesi deneyim gecesini tasarladığımız mekanda buluşuyoruz. Ceren ve Mehmet’in gerçek hayattaki dostlukları, oyunculuk felsefeleri ve benzer hayat vizyonları aralarındaki bütün kimyayı açıklıyor. Oyunun hazırlık sürecinden bugüne Sidikli Kasabası maceralarını dinliyoruz.
Sidikli Kasabası Müzikali’nin yeniden sahneye dönüşü yazın başından beri bizim de gündemimizde. Provalarla dolu bir yaz, yoğun bir hazırlık süreci sonrası ortaya çıkardığınız ilk oyunu izlemek gerçekten çok keyifliydi. Müzikal, ülkemizde çok rağbet görmeyen ve pek de hakkıyla yapılmayan bir tür. Sidikli Kasabası odağına aldığı sürdürülebilirlik konusuyla da çok güçlü bir hikaye. Bu rolü kabul ederkenki düşünce ve duygularınızla başlayalım mı?
Mehmet: Oyunu ben daha önce izlememiştim, öyle bir şanssızlığım vardı ama oynandığı ile ilgili bilgiye sahiptim. Biraz araştırdım ve Bobby’nin dünyadaki en iyi yüz karakterden biri olduğunu gördüm. Bu ister istemez insanda aşırı heyecan oluşturuyor, bende oluşturdu. Ben klasik opera kazanmıştım ve okulu tamamlayamamıştım. Müzikal hep bir yerde beklediğim, böyle demlenmesini istediğim bir şeydi ve bu teklif geldiğinde ben koşulsuz, şartsız tamam dedim. Bu bir Broadway müzikali, 2000’li yıllarda orada oynamış ve daha sonra 2011’de Türkiye’ye gelmiş. Doruk’la konuşuyordum, metni okuyordum ve her şey harikaydı, o yüzden hayır demek imkansız oldu.
Ceren: Sidikli Kasabası kişisel hayatımda çok önemli bir yere sahip. Ben üniversite hayatım boyunca okul bitsin de yazdığım şarkıları yayınlamaya başlayayım hayaliyle okudum hep. Mezun olur olmaz, bir sene öncesinde Şehir Tiyatroları’nın Genç Günler Festivali’ne sınıf arkadaşlarımla beraber hazırladığımız Sidikli Kasabası’nın Devlet Tiyatroları’nda sahneleneceği haberini aldık. Benim aslında profesyonel hayatımda ilk sahne tecrübem Sidikli Kasabası’nda oynamak oldu. Belki kendi kişisel projelerimi ertelememe sebep oldu ama aslında ömür boyu yeri doldurulamayacak bir tecrübeye sebebiyet verdi. Hayatımda dönüm noktası olan ilk sahne tecrübemin on bir sene sonra karşıma çıkması; o süreçteki gelişimim, değişimim ve yeniden o karakteri bambaşka bir perspektifle ele almak… Benim için duygusal açıdan çok heyecan verici bir şey. Genelde müzikaller çok suya sabuna dokunmayan konular üzerinden dolaşır. Sidikli Kasabası’nın hem politik göndermeleri olması, iklim krizine selam çakarken işçilik, sosyolojik, bir takım irdelediği mevzular olması, yani hakikaten çok sert bir kapitalizm ve sistem eleştirisi içeren bir oyun olması da bizim için ayrıca özel.
11 yıl önceki metin ile bugünkü modern versiyonu arasında nasıl bir fark var?
Ceren: Tabii yönetmenin sahneye nasıl koymak istediği çok etkili oluyor bu sorunun cevabında. Sidikli Kasabası’nın ilk sahnelenmesinde yer alan Utku Güneş harika bir yönetmendi, onunla çalışmış olmaktan çok mutluyum. İlk tecrübemizi daha karikatürize bir yerden ele almıştı, karakterler daha gerçek dışıydı. Yönetmen Kayhan Berkin ile olan bu çalışmamız biraz daha gerçeğe yakın. Günlük hayatta karşımıza çıkan, kendi içimizdeki duygulara temas eden karakterlerden esinlendik diyebilirim. Hope’un gerçekten sahte olmayan, sevgiye ve her şeyin iyi olacağına dair sağlam bir inancı var. İçinden umuda hakikaten inanıyor. Uzun yıllardır hem sosyal medyada hem de kendi aramızda geyiğini yaptığımız bir şeydir ya sevginin gücüne, sevgiye inanmak. Bence aslında gerçekten güzel bir şey, Hope o konuda haklı. Sadece buna güzel bir eleştiri getiremediği için yani doğru bir muhalefet yapamadığı için o zaman dalga geçtiğim bu karakterin, şimdi otuz dört yaşında bir kadın olarak düşündüğümde aslında inandığı şeylere inanmakta pek çok haklı gerekçesi olduğunu görüyorum. Biz onunla dalga geçiyor olsak da Hope’u hafife almadan oynuyor olmak benim için işin püf noktası. Oyunun yeni uyarlamasında böyle hissediyorum.
Mehmet, ilk defa bir tiyatro oyununda yer alıyorsun. İlk tecrübende böyle kilit bir rolde hem de bir Broadway müzikalinde yer almak nasıl bir his? Diziden tiyatroya geçmenin duygu olarak sende yarattığı bir fark var mı?
Mehmet: Biz Kayhan Hoca’yla ilk buluştuğumuzda benim kafamdaki tek şey benim kamera önü tecrübem ve orada başka bir minimal dengem olmasıydı. “Bu tiyatroda nasıl olur?” diye düşünüyordum. Gerçekten korkuyordum ama ilk deneyimim olmasına rağmen çok güzel reaksiyonlar aldım. O düzenlediğimiz yeni uyarlamanın gerçekçiliği bana aslında çok daha yakındı ve inandığım bir oyunculuk getirdi. O yüzden ben bunu tiyatro, sinema, hatta bağımsız televizyon diye ayırmanın çok doğru olduğunu düşünmüyorum. Bir hikaye vardır ve ben o hikayeyi ne kadar gerçek anlattığım, karşıya ne kadar iyi geçirdiğimle ilgilenirim. Kayhan da yönetmen olarak bunu kesinlikle hayatının merkezinde tutan biri ve ben onunla çalışmaktan aşırı mutlu olacağımı zaten anlamıştım.
Projenin doğru olduğunu hissettiğin o anı hatırlıyor musun?
Mehmet: Genel akışı aldığımız zamanlarda anladım, oyunun çıkışına on beş gün kala gibi. Stresli bir durum ama tatlı bir stresten bahsediyorum. Televizyonda şöyle bir şey var, biz çok alışığız “hadi bir daha”ya. İyi olmaz, unutursun, dilin sürçer bir şey olur ama devam edersin. Tiyatroda böyle bir şey yok ve hem dans edip aynı zamanda şarkı söyleyip oyunculuk yapmak… Dans benim için hiç hayatımda olan bir şey değildi mesela. Şu an üçünün bir arada olması çok güzel bir tecrübe.
Provalara başladığınızdan bu yana oyunun sahnelenmesine kadar uzun bir sürecin içindeydiniz. Tüm bu zaman boyunca duygu durumunuz nasıl değişti?
Ceren: Bu süreci bir tek yaşayan bilir diye tarif edebilirim. Her yaratım süreci gibi çok yoğun duygular hissettiğim bir süreç oluyor. Zaman zaman stresli, zaman zaman kaygılı, çoğu zaman yaratımın bir parçası olduğun için böyle tutkulu, mutlu olduğun ve o duygu geçişlerinin çok sık olduğu bir dönem. O yorgunluğa rağmen de ortaya çıkacak şeyin ne kadar güzel olduğuna inandığın için motivasyonunu kaybetmiyorsun. Tabii ki güçlük yaşadığın anlar da oluyor, işte o noktada ekip arkadaşları çok önemli. Hiç beklemediğim bir anda ekip arkadaşlarımdan, partnerimden, yönetmenimden, çalıştığım kişiden, asistandan gelen güzel enerji düşmüş olan motivasyonumu yukarıya kaldırabiliyor. O yüzden hayata çok paralel buluyorum ve özellikle tiyatroda ekipçe o süreci yaşıyor olmak, sadece kendine odaklanmadan ekiptekilerin de nasıl hissettiğiyle empati kurarak ilerlemek düşsen bile kalkmanı kolaylaştırıyor.
Mehmet: Tiyatro ile ilgili şöyle bir klişe var, “tiyatro başka bir disiplin gerektiriyor.” Bu cümleyi çok onaylamıyorum, o süreçte de bu cümleye yakın bir şey duydum ama bence her işte aynı disiplini ve özeni göstermek gerekiyor. Tiyatroda prova süreci sadece çok daha katı ve hep bir metin üzerinden tekrar etme meselesi var. Alışık olmadığım bir yerdi benim için ama daha çok sevdiğim, daha çok sahiplendiğim bir şey oldu. Ben hem dijitale, hem televizyona, hem de tiyatroya aynı anda koştum bu sürecin içerisinde. Hayatımda ilk defa dört ay hiç ara vermeden çalışarak geçirdim. Çok samimi bir şekilde şunu söyleyebilirim, benim çok düştüğüm an oldu, olduğunda da gerçekten herkes beni topladı. “İşin altından kalkabilir miyim?” kaygısı vardı, ben o konularda yersiz özgüveni yanlış buluyorum. Çok önemli bir metin, çok zor eserler var içerisinde ve orada kolektif olmak çok kıymetli. Ama o zorluk sanki bir anda her şeyi unutturdu ve o üç ay nasıl geçti bilmiyorum. “Oyun geldi ne yapacağız şimdi? Nasıl olacak?” lar başladı ama bence çok güzeldi. Her şey ona değiyor işte, o heyecan başka bir şey.
Sizin için belki de başka bir zorluk, aşık bir çifti canlandırıyor olmanızdı. Aranızdaki sinerjiyi yakalamak için yaptığınız özel bir çalışma oldu mu?
Mehmet: Bizim bir ortak arkadaşımız vardı ve ben Ceren’i onların beraber yaptığı bir iş ile tanıdım aslında. Ceren’in sesi inanılmazdı ve ne yapıyor, neler söylüyor diye bakarken onların düeti çıktığında biz ekleştik Instagram’dan. Ara ara, küçük küçük sohbetlerimiz oluyordu, beraber bir iş yapmalıyız diye konuşuyorduk. Sonra bu iş dönüp dolaştı, partnerliğe kadar geldi. Bir gün Miray aradı beni dedi ki “Ceren var, o Hope’u oynayacak ve Bobby diye bir karakter var. Bunların bir dengesi var ve bir “Sidikli” dünyası var.” Bu olduktan sonra biz hep beraber gidip geldik, evlerimiz de yakındı. Yemeklerimizi, kahvaltılarımızı beraber yaptık, bütün aralarımızı birlikte geçirdik. 10-11 saatin üzerinde prova aldığımız günler oluyordu ve çoğu zaman fazladan vaktimiz olmuyorsa öncesinde ve sonrasında birimizin evinde buluşup yine çalışıyorduk.
CEREN: İkimizde de o konuda inanılmaz bir disiplin vardı. Sahne arkasında da, hayatta da hiçbir şeyin zorlama bir şekilde olabileceğine inanmıyorum. Bazen o elektrik tutar ya da tutmaz. Biz tanıştığımız andan itibaren birbirimizi çok sevdik iki arkadaş olarak ve o birbirimizi seviyor olmanın enerjisi, güzelliği bir şekilde sahnede oynadığımız karakterlere de sirayet etti. Hissedilen şey de o, her oyundan sonra hakikaten o uyumla ilgili hep yorum alıyoruz.
Madem öyle özel bir sorum var. Oyundaki karakterleriniz gibi siz de hayatınızda hiç olmayacak birine aşık oldunuz mu?
Mehmet: Onu sonra anlamışsındır, hayat öyledir bence. Önce aşık olursun, sonra “Ben olmayacak birine aşık olmuşum” dersin. Ben dedim yani mesela böyle birine.
Ceren: Bugün sabah bir yerde okudum, çok hoşuma gitti: Dünyada en yaygın olan ama ona rağmen en kendine özgü olan duygu aşk. O duygular şarkı yazımını, yorumculuğunu, belki oynadığım karakterin hikaye anlatırkenki duygularını çok besleyen şeyler. Yaşarken, kalbin kırılırken öyle bakmıyorsun tabii ki ama bizim gibi insanların bence her türlü duyguyu yaşamış olması, temas etmiş olması onları çok daha farklı ele almasını sağlıyor.
“Şimdi öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, bu kadar beğenilmenin ve onaylanmanın artık arşa çıktığı, her şeyin bunu tetiklediği bir dönemde sevgi bence artık hayatımızda daha çok “sevgi almak” olarak var. Hep alma tarafındayız ama tiyatrodan bahsederken dediğim gibi, o alışveriş çok önemli. Keza sevgiyi sadece almaya değil vermeye de odaklandığımız noktada, belki o zaman hakikaten ‘sevgi kazanacak’ sözünün altını doldurabiliriz diye düşünüyorum.”
Ceren Gündoğdu
Mehmet, senin şarkı yazarlığı yaptığını bilmiyordum.
Mehmet: Şimdi otuz bir yaşındayım, yıllardır yazıyorum ama hep bir şeyi bekledim. O beklediğim şeyin ne olduğunu bilmiyorum, onu da arıyorum hâlâ. Müzik hayatıma bu müzikalle başlamanın çok kıymeti var. Ben bir on yıl beklemeyi tercih ettim ve demlendi orası, dünyam değişti. Hayata bakış açım da değişti, sözlerim de değişti. Belki o yazdığım şarkılar duracak bir köşede ve yeni bir şarkı yazılacak ama dediğim gibi bu bir kıvılcım oldu ve kıvılcımın bu olmasından aşırı mutluyum.
Peki Ceren, Hope Cladwell karakteri hakkındaki düşüncelerin neler? Hope gibi sen de “sevgi”nin her şeyi çözebileceğine inanıyor musun? Aslında daha ilk soru ile beraber sevgiye inancını dile getirmiştin ama tekrar sormak istiyorum.
Ceren: Evet, inanıyorum. Kesinlikle sevginin kazanacağına inanıyorum günün sonunda. Zaten başka ne kazanabilir ki hayatta, başka ne çözüm olabilir ki? Yerine muadil başka bir kelime, başka bir duygu durumu, daha güçlü bir şey koyamıyorum. Ona gerçekten inanıyor olmak, yani suni bir yerden bakmak değil de onu içselleştirmek, onu hakikaten hissedebilmek… Şimdi öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, bu kadar beğenilmenin ve onaylanmanın artık arşa çıktığı, her şeyin bunu tetiklediği bir dönemde sevgi bence artık hayatımızda daha çok “sevgi almak” olarak var. Hep alma tarafındayız ama tiyatrodan bahsederken dediğim gibi, o alışveriş çok önemli. Keza sevgiyi sadece almaya değil vermeye de odaklandığımız noktada, belki o zaman hakikaten “sevgi kazanacak” sözünün altını doldurabiliriz diye düşünüyorum.
View this post on Instagram
Mehmet, karakterden çıkıp Bobby’e uzaktan baktığında, ona karşı ne hissediyorsun? Kendine yakın bulduğun bir karakter mi?
Mehmet: Ben insanın içerisinde bir defa her şeyin olduğuna inanıyorum. Yani bu sadece hayatın veya çevrendeki insanların neyi tetiklediği ya da senin neyi açığa çıkartmak istediğin ile alakalı. Kontrollü bir insan olabilirsin, kontrolsüz olabilirsin. Bunların hepsinin insana özgü olduğunu düşünüyorum, öteki şekilde düşünmenin de kendini kandırmak olduğuna inanıyorum. O yüzden Bobby çok kıymetli, dünyasıyla dokusuyla. Ben kendi hayatımda da biraz öyleyimdir, elimi taşın altına koyarım. Güçlü yürürüm, ayaklarımın daha yere sağlam bastığı anlardan hoşlanırım. Belki de o beni Bobby’e kadar getirdi, çünkü bu bir ruh meselesi. İnanmadığım bir şeyin içerisinde kolay kolay olmam, inanmadığım bir şeyi de oyuncu olarak oynayamam, gerçekten çok zordur. Oyuncu her şeyi oynar evet ama inandığında daha başka olur. O yüzden Bobby hem çok yakın hem çok uzak. Hepsini içinde barındırıyor bence.
“Ben insanın içerisinde bir defa her şeyin olduğuna inanıyorum. Yani bu sadece hayatın veya çevrendeki insanların neyi tetiklediği ya da senin neyi açığa çıkartmak istediğin ile alakalı. Kontrollü bir insan olabilirsin, kontrolsüz olabilirsin. Bunların hepsinin insana özgü olduğunu düşünüyorum, öteki şekilde düşünmenin de kendini kandırmak olduğuna inanıyorum. O yüzden Bobby çok kıymetli, dünyasıyla dokusuyla.”
Mehmet Aykaç
Bobby’nin sana bir şeyler kattığını düşünüyor musun hiç?
Mehmet: Bobby’nin karakterinde olan o dinamik bence insanın hayatında hep olmalı. Yani o kararlılık, pes etmeme, yürüme hali. “Hadi bakalım silkelen, kendine gel” ya da “Bıraktığın şeyleri, ertelediğin şeyleri hayata geçir” diyen bir denge oluşturdu içimde Bobby. Bir arkadaşımın beni tutup “Hadi Mehmet şu arkada bıraktığın, sevdiğin şeyleri yap” ya da “Abi olmasa da olur” dediği anlar vardır bazen. Bobby’nin böyle bir etkisi var bende. O yüzden Bobby ile Mehmet kesinlikle iç içe ama yine de profesyonel hayatta ondan çok da etkilenmiyor olmak gerekiyor. Ben hep söylüyorum bunu; çok güzel bir kostüm giy, onu sahiplen ama gerektiği zaman da çıkarıp yeniden yerine asmayı bilmelisin. Bilmelisin çünkü her zaman bu karakteri oynamıyorsun.
Oyunun kendisi gibi ortaya konuşunda da kontrastlar olduğunu söylemek mümkün; çok genç bir yapımcı ekibi, Settar Tanrıöğen ve Füsun Demirel gibi duayen oyuncular, Kayhan Berkin gibi usta bir yönetmen ve Murat Kodallı yönetiminde orkestra. Bütün bunların yanı sıra iletişiminden ortaya konuşuna yenilikçi bir bakış açısı. Bunun oyunun başarısına olan etkisini nasıl yorumlarsınız?
Ceren: Ekipteki herkesi bir yapboz parçası gibi düşünecek olursak, gerçekten herkes başka bir fonksiyonu yerine getiriyor ve bir parça olmazsa o yapboz tamamlanmaz. Hakikaten herkes görevini en iyi şekilde yerine getirdiği, oyunun iyi çıkması için uğraştığı, o motivasyonla emek harcadığı için iyi bir şey çıkabiliyor. Aksi takdirde zaten iyi bir iş çıkmıyor bence. Çok şanslıyız böyle güzel insanlarla birlikte sahneyi paylaştığımız için, dediğin gibi yönetmenimiz, koreografımız, direktörümüz, yapımcılar… Aslında işin başarısı doğru pozisyonlara doğru kişileri koyma kararının alınmasıyla ortaya çıkıyor. Bir keki yaparken içine koyduğun yağ, şeker, un, yani hammadde iyiyse son ürün de iyi çıkıyor. Ya hakikaten çok güzel bir ekip olduk, nicelerine diyelim.
Mehmet: Kayhan Hoca bütün ekibin bir arada olduğu zamanlarda hep en küçüğü ve en yeni kişiyi sorar. Mesela ekipte en küçüğümüz olan asistan bir arkadaşımız vardı ve son kararların çoğunu ona sorduğumuz anlar oluyordu. Ya da en büyüğe soruluyordu. Öyle bir denge kurduk ki herkesin onayından geçmeden metin bile revize olmadı ve böyle ilerlediğimiz için bence çok samimi bir sonuç çıktı ortaya. Ekipte herkes gerçekten işinde çok iyi zaten, birçok başarılı insan var ama bunların hepsinin enerjisini aynı yerde toplamayı yönetmenin başarısı olarak düşünüyorum. Hiçbir şey yapmadan da çok başarılı bir yönetmen olabilirsin. Bazen sadece kendini iyi düşünen, iyi birey olan, kendisini geliştirmiş insanlara teslim etmek çok kıymetlidir ve birçok insanın başaramadığı şey de bu. Ben o konuda Kayhan’a aşırı saygı duyuyorum ve çok seviyorum.
Müzikalin günümüz küresel kuraklık haberleri ve sürdürülebilirlik pazarlama taktikleri arasında yerini nerede görüyorsunuz? İzleyicilerin bu konular üzerine nasıl bir düşünceyle ayrılmasını istersiniz oyundan?
Mehmet: Ben artık insanların bu konuda aşırı bilinçli olduğunu düşünüyorum. Sadece bazen birinin gelip sana bir kez daha dokunup onu hatırlatması gerekiyor. O tetikleyici unsur eğer bizim oyunsa ben çok mutlu olurum bunun bir parçası olmaktan. Gündemimiz ile ilgili hiçbir şeyin kimsenin gözünden kaçtığını düşünmüyorum ama biz bir kez daha “hadi buna dikkat edelim” diyoruz. Mesela Bobby’nin dengesi de o: “Hadi bir olalım. Hadi birlikte olalım. Yapabiliriz, yapalım.” Oyun bu farkındalık konusunda bir kıvılcım görevi görüyor.
Ceren: Bilmek ve o bilgiyi aksiyona geçirmek arasında çok önemli bir fark var. Yani günümüz dünyasında bilgiye erişim sınırsız derecede kolay. Hele geçirdiğimiz pandemi sürecinin ardından küresel ısınmayla, iklim kriziyle, sürdürülebilirlikle ilgili o kadar fazla bilgi dönüyor ki. Biz on bir sene önce başladığımızda, oyuna ütopik bir senaryo gibi bakılıyordu. Ama şu an ülkenin gündemini, dünyanın küresel duygu durumunu düşündüğünde farkına varıyorsun ki bu senaryo artık o kadar da ütopik değil. Artık lugatımızda “Bir nefes aldığımız için para ödemiyoruz” gibi laflar var, dolayısıyla on bir sene önce daha komik ve uzak gelen şey maalesef ki şu anda daha gerçekçi. Bu eleştirinin umarım sadece izleyenlerin değil, bizim de hayatımızda aksiyonlarımızla ufacık da olsa bir değişime gitmemizde itici bir güç olur.
View this post on Instagram
Türkiye’de son yıllarda tiyatroya artan ilgiyi, seyirciyi, konan oyunları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Mehmet: Ben tabii ki önceden de takip ediyordum, fırsat buldukça tiyatro oyunları izliyordum. Çok müzikal olmadığından da dert yanıyordum hatta. Ben gerçekten de bu kadar fazla izlendiğini ve ülkenin bu kadar müzikal talep ediyor olduğundan haberdar değilmişim. Öncelikle bizim salonumuzun hep dolu olması aşırı kıymetli, çok mutlu ediyor ve gururlandırıyor beni. Ama aynı zamanda Zorlu PSM’den girişimizde ve çıkışımızda o insan sayısını görmek veya gittiğim bütün oyunlarda hep dolu salon görmek beni aşırı mutlu etti. Yani demek ki hâlâ çok salona, çok oyuna, çok müzikale ihtiyacımız var, demek ki biz bunu talep ediyoruz.
İlk oyunun sonunda Kayhan’ın teşekkür konuşması çok güzeldi. “Türkiye’de başka salonlar, başka tiyatrolar da var. Hepsini ziyaret edin.” demişti.
Mehmet: Aynen kesinlikle doğru. Şöyle bir şey söylemişti, konforlu salonlarda oyun izlemek çok güzel ama her yerdeyiz. Mesela biz izliyoruz Ceren’le. Geçenlerde Kayhan’ın bir oyununu başka bir salonda izledik, o da inanılmazdı. Gerçekten ne almak istediğinle, nerede, nasıl hissettiğin ile alakalı, salonun veya koltuğun hiçbir önemi yok. Hep söyleriz ya nerede olduğunun önemi yok, çok sevdiğin dostlarınla birlikteysen orası çok güzeldir. Sanat bunu bir üst seviyeye daha taşıyan bir şey.
Ceren: İnsanların zihninden geçenleri, kalbinden geçenleri aktarabilmesi için daha gerçek bir aracı yok bence tiyatrodan, müzikten, resimden. Her zaman da o gerçek performansa olan ilgi var olacak, çünkü orada bir şey paylaşılıyor. Ben de bir dinleyici olarak, izleyici olarak gerçekten bir oyunu, bir müzikali, bir konseri izlediğim, dinlediğim zaman bambaşka bir şey deneyimlemiş oluyorum. Daha büyük prodüksiyonların, daha çok rol ve müzikalin sahnelenmeye başlanması çok umut verici. Yani Türkiye’de belki çok fazla Broadway müzikali yok, bir şeyleri taşlamak, eleştirmek de çok kolay. Ama biz yapmaya devam ettikçe, belki o zaman Londra’daki gibi aynı anda kırk tane müzikal birden oynamaya başlayacak, o zaman öyle bir kültür gelişecek. O yüzden elini taşın altına koyan bütün yönetmen, yapımcı, oyuncu, herkes çok kıymetli. Küçük sahnelerde sahnelenen oyunları da izlemek, takip etmek çok önemli. Bunun bilincinde olup bütün üreten insanların ismini takdir etmek lazım diye düşünüyorum.
Sidikli Kasabası Müzikali tüm sezon boyunca Zorlu PSM’de oynanmaya devam edecek.

KÜRESEL YARATICI SEKTÖRÜN ÖZÜNE İNİŞ: SERA AKYAZICI VE "TOURIST"
Röportaj: Ceren Kahveci
“Bir şehri özel yapan nedir?” sorusunun cevabını o topraklardan beslenerek çıkan yaratıcı bireylerin özünde buluyor Sera Akyazıcı. Hayatını İstanbul, Amsterdam, Tokyo ve Berlin’de geçirdikten sonra şu an Soho House Berlin’de etkinlik yöneticiliği yapan Sera, biriktirdiği geniş sanatçı çevresine bir küratör perspektifiyle yaklaşarak sektörde “geleceğin dünya”sını kurmayı amaçlıyor. Senelerdir süregelen ince detay çalışmalarının sonucu bizlere sunduğu kapsamlı platform TOURIST, dünyanın dört bir yanından seçilen insanları aynı çatı altında üretmek ve dayanışma yaratmak üzere bir araya getiriyor. Platformun açılışına haftalar kala Sera ile yaratıcı sektörün ihtiyaçlarını ve TOURIST’in püf noktalarını enine boyuna konuşuyoruz.
Öncelikle çok tebrik ediyorum seni Sera, platformun açılışını heyecanla bekliyorum.
Ben de çok heyecanlıyım. İki senedir bunun üzerine çalışıyorum. Çocuksu bir heyecan var içimde.
Eminim ki çok meşgul bir dönemdir, iki sene hazırlıktan sonra son demler. TOURIST’in kuruluşu, bu süreç hakkındaki hislerin nedir? TOURIST fikri ilk nasıl ortaya çıktı?
Uzun hikayeden mi girsem kısa mı bilemedim. TOURIST’in başlangıcı şu an vardığı yer değildi. Ben ilk başta sadece “tourist shop” konseptiyle online-shop planlıyordum. Aslında dedemden gelmişti bu hikaye. Benim dedem işçi olarak Çankırı’dan Almanya’ya gidenlerden, ilk jenerasyon misafir işçi yani. O vefat ettikten sonra bodrumda tuttuğu objeleri toplamaya gittim. 80’lerde Mekke’den aldığı bir eşyasını buldum, üzerinde “tourist shop” yazıyordu. Berlin’de yeni evime taşındığımda ve bu güzel objeyi tekrar bulduğumda, tourist shop konsepti üzerine düşünmeye başladım. 80’lere kıyasla günümüzdeki turist dükkanlarının anlam veya anlamsızlığını düşünmeye başladım. Berlin’i Berlin yapan şey ne mesela? Amsterdam’ı Amsterdam, İstanbul’u İstanbul… Daha sonra aklıma her şehirdeki sanatçıyla birlikte çıkardığım ürünleri koyup, o şehrin sanatçılarını dünyaya tanıtacak “limited edition” bir online-shop açma fikri geldi. Birkaç farklı şehirde yaşadığım için ve karakterimin de getirdiği sosyal kelebeklikten gelen geniş uzantılı bir çevrem var. Çevremdeki güzel kalpli insanlarla birlikte tasarım objeler üretme fikrine vardım. Bu fikrin içinde herkesi şehirlere ayırıp o şehirdeki sanatçıları ön plana çıkaran bir konsept yatıyordu. Bu üç sene önceki tohumdu ve TOURIST’in shop kısmını Şubat, Mart ayı gibi açmayı planlıyorum. Bunları düşünürken bir yandan da şu anki TOURIST fikri evrildi. Ben etkinlik yöneticisi, proje yöneticisi olarak uzun süredir çalışıyorum ve bu işleri yaparken ihtiyacım olan yaratıcı insanları bulmakta zorlanıyorum. Sektörde çevrem geniş ama buna rağmen zorlanıyorum. Böyle bir veritabanını tutacak, bu insanları bir araya getirecek bir platform neden yok diye düşünmeye başladım.
TOURIST gitgide büyüyen, ilk başta tahmin etmediğim yönlere doğru giden ve ileride çok daha fazla kolu olacak, bizim gibi yaratıcı endüstride çalışan insanları bir araya getirecek bir platform. Diyelim ki bir etkinlik yapıyorsun, son dakika fotoğrafçı ihtiyacın var ve bu fotoğrafçıyı Tokyo’da arıyorsun. TOURIST platformuna girdiğinde dünya haritasında o şehri seçiyorsun ve TOURIST’e dahil olan insanlar çat diye önüne çıkıyor. Böylece tüm yaratıcıların bir veritabanı oluyor. Ben bu sistemi kuruyorum ve bunu kurmanın yolu; 30 şehirden “pilot” olarak seçilen, çevresi güçlü ve sektörde bilinen insanlar ve onların getireceği arkadaş çevresiyle organik bir şekilde büyümek, bir topluluk oluşturmak. Bu platforma herkes dahil olamıyor, çünkü olursa Facebook gibi kalabalık bir formata dönüşüyor ve TOURIST kurgusu anlamını yitirebiliyor.
Bu pilotlar nasıl seçiliyor, temsilci olmanın kriterleri nelerdir? Üyelik nasıl işliyor yani TOURIST’te?
Seçtiğim pilotlarin hepsi kendi kreatif sektörlerinde başarılı ve çevreleri geniş kişiler ama TOURIST’e üye olacak insanlarda bu benim için kesinlikle bir kriter değil. Bir başvuru formu var, ona göre üyeler seçiliyor. Instagram’da kaç takipçin varmış, seni kim tanıyormuş… Kesinlikle önemli değil. Ben sokakta çok iyi bir müzisyen gördüğümde, eğer yaptığı iş çok iyiyse ona gidip “Seni de TOURIST’e almak istiyoruz” demek istiyorum. Seneye bir uygulama da kuracağım. Bu uygulamada bir şehirdeki üye sayısı yüz kişiyi geçtiğinde ve yüz birinci kişi bir TOURIST olmak isteyerek başvurduğunda o şehirdeki TOURIST üyelerine bir bildirim gidiyor: “Bu kişi başvurdu, kabul ediyor musun?” diye. O şehirdeki insanlar karar veriyor bu başvuruya, artık ben karar vermeyi bırakıyorum o noktada. Ama o etaba kadar ben ve takımım başvurulara bakıp karar veriyoruz. TOURIST hem geniş sosyal çevresi olan insanlar hem de daha lokal yaratıcıları bir araya getiren bir oluşum. Çünkü ben o egodan sıkıldım artık, önemli olan insanın kendi ve yaptığı işinin özü. Bunun için platform büyümeye başladığında o şehirde güvendiğim insanların, yani o şehrin TOURIST’lerinin karar vermesini istiyorum kimin ekleneceğine. TOURIST’te bir üyelik ücreti yok. TOURIST kendi prodüksiyonlari ve online shop platformu ile maddi olarak beslenecek, çünkü bu gerçekten bizler için oluşacak ücretsiz ve özgür bir veritabanı. Ama ücretsiz diye bu platforma herkesin erişimi olamayacak mesela. Sen üye değilsen TOURIST’in internet sitesine girebiliyorsun ama o şehirde sadece kaç insan olduğunu görebiliyorsun, insanların isimlerini göremiyorsun. Böyle bir formül getirdim. Örnek olarak biri Akra’da kim varmış diye bakmak istiyorsa önce başvuru formunu doldurup üyeliğe kabul edilmesi lazım. Bu süreç de iki ile dört hafta arasında bir zaman dilimi kadar sürebiliyor.
Başvuru formunu nasıl değerlendiriyorsun takımınla, yeni üyeleri nelere dikkat ederek komüniteye dahil ediyorsunuz?
İlk başta tanıdıklarımızın kendi tanıdıklarını platformla tanıştırması şeklinde, organik bir yolla büyüyecek tabii ki. Başvuru formunda dört tane soru soruyorum, bu sorular hem böyle psikolojik hem de eğlenceli sorular. Bir tanesi mesela “Gelecek kuşaklara hangi değerlerini aktarmak isterdin?” Bir diğeri “Hayali bir gezegen olsaydın ne olurdun? Neden?” Tabii ki bu sorulardan almak istediğim kesin bir cevap yok. Görmek, anlamak istediğim şey o insanın kritik düşünme süreci nedir, nasıldır. Bir sonraki kuşağa hangi değerlerini aktarmayı seçtiğin, hayatta değer verdiklerinin ne olduğunu, insanlara nasıl baktığını gösteren bir soru ve cevap. Profil sayfası oluşturuyorsun, kişisel ve iletişim bilgilerinle beraber portfolyonu ekliyorsun, yeteneklerini yazıyorsun.
TOURIST’in en önemli yanı bence üyeleri bir kutuya sığdırmak istememesi, herkese sadece “yaratıcı birey” olarak bakması. Instagram’da insanlar senin profiline bakınca seni tek bir yeteneğe ve işe mensup olarak görüyorlar. Biri hem moda sektöründe çalışıp hem de model olabilir ama insanlar onun profiline bakıp “Sen modelsin” diyor ve yaptığı işin diğer yüzü gözükmüyor. Aslında birçok şey yapıyor o insan ama hiçbir platform bu çok yönlü yaratıcılığı benimsemiyor ya da öne çıkarmıyor.
Baya meşakkatli ama çok ince bir kürasyon prosedürü gibi duyuluyor. Peki bir küratör olarak bu sanatçıları bir araya getirirken dikkat ettiğin detaylar ne oluyor?
Bu arkadaşlarımın bana çok sorduğu bir soru ve hep bunu nasıl en güzel şekilde dile getirebilirim diye düşünüyorum. Yaratıcı endüstriden olan insanlar olması şart. İnsanın yaptığı işte iyi olması… Tabii ki buradaki “iyilik” çok subjektif bir şey. Fakat taşıdığı karakter aslında en önemlisi. İşini seven ve aynı zamanda yaptığı işlerle de hep topluma, çevresine veya etrafına katkıda bulunma isteğiyle yaşayan insanların orada bulunmasını istiyorum. Birbirine yardım eden bir topluluk olsun, yarattığım pilot sisteminde de bu geçerli. İnsanlara bakışı egoyla yoğun olmadan “Ben çevremdeki insanlara nasıl daha fazla destek olabilirim? Bu platform ile maddi ihtiyacı olan yaratıcılara nasıl yardım edebilirim?” düşünceleriyle yaşayan insanları çekmek istediğim bir platform bu. Üyelik ücreti almayacağımı söyledim fakat bir-iki seneye platformdaki şehirler artmaya başlayınca, TOURIST’te bulunan her şehirde bir dernek ile çalışmaya başlayacağım. Her senenin sonunda bütün üyeler 5-1000 € arası bağış odaklı bir ücret ödeyecek ve bu TOURIST’e değil ama o şehrin kâr amacı gütmeyen organizasyonlarına gidecek. Bu bir çevre derneği olabilir, LGBTQ+ veya mültecilere yardım derneği olabilir. Üyeler platforma ücret ödemiyor ama senenin sonunda kesinlikle belli bir miktar bağış yapmaları lazım ki TOURIST her zaman o şehirde oluşan derneklere bir yardımda bulunuyor olsun. Bu dediğim “iyi insan” seçkisinden de gelen, ona paralel bir konsept.
View this post on Instagram
TOURIST’in İstanbul pilotu Kübra Uzun
Sanatçıları bir araya getirmek senin kariyerin boyunca hep tutkuyla yaptığın bir şey aslında. Sen bu tarz bir çalışmayı daha küçük bir ölçekte, Soho House Berlin’in ‘Tiny Art Market’ında da hayata geçiriyorsun. TOURIST tam olarak bu camiaya nasıl yenilikler getirecek, bu konseptte bir platformun sanatçılara verdiği öncelikler ne olacak?
TOURIST’in aslında kendi iletişim ajansı olacak. İşim gereği markalar bana gelip insan soruyor, kiminle çalışmaları gerektiğini merak ediyorlar, tavsiye istiyorlar. Yeni bir şehirde mağaza açacak olan bir marka kimlerle bunu tanıtmaları gerektiğini merak ediyor mesela, o şehirdeki yaratıcı camiaya hakim değiller. Ya da bir marka yeni ürünü için lansman yapacak diyelim, bana bu sefer diyecek ki “Senden şöyle birini istiyoruz.” Ben de onlar için TOURIST’in veritabanına bakıp o şehirdeki üyelerin yeteneklerini ve işlerini markalara sunuyor olacağım. Projede çalışabilecek, markanın ihtiyacı olacak insanları bu platformdan seçip iş bulma süreçlerini TOURIST üzerinden yapacağım. TOURIST üyeleri zaten işlerinde iyi, tutkulu, kendi projeleri üzerine çalışan ve belki de başka projeler arayan insanlar. Burada temsil edilen kişiler markalara da tanıtılacak, markalarla yaratıcı insanlar arasındaki bağlantı sağlanacak. Üyeler için daha fazla görünülebilirlik, erişilebilirlik sağlayacak yani. Biz prodüksiyonu tamamıyla ele alıp markalar için yapabiliriz ya da markalar sadece gelip platformdan doğru insanları bulabilir, böyle olasılıklar olacak platform aracılığıyla. 1 Aralık’tan sonra sitenin ana sayfasında üyelerin çıkardığı yeni işler de yayınlanacak, diğer üyelere haber verilecek. Yani sen dünyanın başka bir yerindeki bir TOURIST’in yaptığı işi göreceksin, aynı zamanda onlar senin yaptığın işi görecek, böylece bir bağ oluşacak. Her şeyi içine dahil ederek sektörde bir kişinin en çok ihtiyacı olan kendini tanıtma, adını duyurma özelliğini sağlayacak diyebiliriz.
İnanılmaz kapsamlı ve yoğun, küçük bir TOURIST dünyası yani. İstanbul’daki sergi ve etkinlikte bizi neler bekliyor peki?
Şu an Berlin’den seksen kişi uçuyor İstanbul’a. Bayağı heyecanlıyım, çok az kaldı. Yakın arkadaşım Defne Cemal ve Zach’in başlattığı Kiralık Depo galerisinde görsel bir enstalasyon yapıyorum. Büyük bir ekranda beş dakikalık bir video üzerine bir ses TOURIST’in ne olduğunu anlatıyor. Robotik bir ses gibi, TOURIST’in verdiği o görsel estetikle uyuşuyor. Hemen yanında MiniMüzikhol’de, İstanbul ve Berlin merkezli sanatçı kolektifi Sirän’la beraber sadece kadın DJ’lerden oluşan bir set planladık. Orada insanlar gelip içkisini içecek. Etkinliğin gerçekleşeceği mekanlar yan yana zaten, onun için o gece o sokakta çok güzel bir akış olacak katılımcılar için.
“TOURIST ile gelecek konseptine girmeye çalışıyorum, bu yüzden fütüristik bir görsel dünyası var. Biz gelecekte olacak bir topluluğuz aslında. Bu konseptle kullandığımız renklerin biraraya gelişi biraz doğa ve insan elementlerini de gösteriyor. Sanki dünyada olmayan bir estetiği elde etmeye çalışıyorum bir şekilde ama bunun içinde hep bir insan, hep bir komünite, hep bir sevgi, hep bir elektrik var.”
Görsel estetikten bahsetmişken, TOURIST’in çok güçlü bir görsel dünyası var. Bunu yaratırken nelerden ilham alındı, hangi fikirler ve mesajlar üzerine bu dünya yaratıldı?
Gelsen Berlin’deki evimi görsen aslında! Evim de öyle, 80’lerin uzay, retro-fütürizm temalarından çok besleniyorum ve bu temada fazla obje ve mobilya topluyorum. Sayfam da fütüristik kesinlikle, çünkü TOURIST aslında geleceğin platformu gibi. Şu an insanlar Instagram’dan sıkılmaya başladı artık. Tamam kullanıyoruz ama tek kullanabileceğiniz platform o olduğundan dolayı aslında. Oradaki yüzeysellik, influencer kültürünün getirdiği kalıplar ve baskı artık insanları sıkıyor. Bence zaten beş-on seneye yeni bir şeyler gelecek. Bu TOURIST olur diye demiyorum ama insanlar aidiyet hissini arıyor, kendi gibi başka insanları bulmak istiyor. Girip kendi gibi başka kim var görmek istiyor fakat bu elimizdeki sosyal medya platformlarıyla mümkün değil artık. Bu İstanbul’daysan sadece İstanbul için geçerli değil. Benim gibi olan, anlaşabileceğim insanlar aslında New York’ta, Toronto’da da var ama bu insanlar nasıl bir araya gelir? Bunu çözmek hep kendim için çok istediğim bir şey oldu. Şu an olmayan ama gelecekte kurmak istediğim ve şu an tohumlarını diktiğim TOURIST’te olan bir şey. “Gelecek” konseptine girmeye çalışıyorum daha doğrusu, bu da aslında fütüristik konsepte geliyor. Biz gelecekte olacak bir topluluğuz aslında. Bu konseptle kullandığımız renklerin bir araya gelişi biraz doğa ve insan elementlerini de gösteriyor. Sanki dünyada olmayan bir estetiği elde etmeye çalışıyorum bir şekilde ama bunun içinde hep bir insan, hep bir komünite, hep bir sevgi, hep bir elektrik var… Şu an etrafına baktığında olmayan, video oyunu kafasında bir estetik ama içine girdiğinde de daha çok girmek istiyorsun çünkü seni çeken belli unsurlar var orada. İnsanlara eski-yeni, insan-insan dışı, gelecek-geçmiş gibi hep böyle zıt kavramları beraber gösterip, onun ortasında üyeleri tutup gitmek istedikleri yeri kendileri seçebileceklerinin altını çizen bir fikir vermek istiyorum bu görsellerle.
Yani her şey aslında bir ama aynı zamanda çok da farklı. Yakın ama uzak konseptine, zıtlıklara yoğunlaşan bir görsel mesaj.
Kesinlikle. Bu bir de biraz “Sen bu meyveyi neden seviyorsun?” diye sormak gibi aslında. Ben hep böyle görsellere ve fikirlere çekildim, o yüzden bu şekilde yapmak istedim.
TOURIST’in ona mensup olan üyelerin kendilerini bir kalıba koymamasını desteklediğini, herkese belli bir sanatı yapan biri olarak değil de yaratıcı bir birey olarak bakılması üzerine kurulduğunu konuştuk. Peki günümüz sektöründe o yaratıcı bireyin ihtiyaçları nedir? Platform bunu nasıl karşılamayı amaçlıyor?
TOURIST’i yapmamın sebebi içinde olan sosyal dinamikler, insanları doğru şekilde bulup bağ kurabilme enerjisini yaşatma isteği. İnsanların şu an ihtiyacı olan şey yeni bir şehre gittiğinde kendisiyle aynı düşüncelere ve isteklere sahip olan insanlarla tanışabilmek, çalışabilmek. Diyelim ki benim kafamda bir proje var, yeni bir şey yapmak istiyorum ama doğru insanları ben nasıl bulacağım? TOURIST dışarıya kapalı bir platform, buraya herkes üye olamıyor. Bunun getirdiği kapalılık da aynı zamanda çok büyük bir açıklık aslında üyeler için, çünkü insanlar oradaki üyelere rahatlıkla erişebiliyor, onlarla konuşabileceğini biliyor. Aynı çatı altındasın ne de olsa, aynı kafada olduğunu biliyorsun. İnsanların aradığı bu kişisel ve duygusal bağ, buna erişebilecekleri bir platform… Projelerde ajanslarla çalışınca bazı şeyleri kaybediyoruz, işin içinde bir sürü farklı faktör giriyor ve yapmak istediğimizin özüne bağlı ve doğru kalmak mümkün olmuyor, kontrolümüzün dışına çıkıyor. Bu ajanslar daha çok pazarlama kafasında gidebiliyor, o yaratıcı bireyin yaratmak istediği şey gölgede kalabiliyor. TOURIST onu kaybetmeden iş birliği yapmak, başka sanatçıları tanımak için bir fırsat.
Derler ya teknoloji ilerledikçe, dünya geliştikçe insanlar eskiye dönmek isteyecek. O insanlarla kurulan bağa, o iletişimin daha samimi olmasına bir özlem olacak. O isteği kısa bir yolla üyelere sağlayacak bir platform gibi.
Aynen! En az iki ayda bir dünyanın farklı yerlerinde TOURIST etkinlikleri yapmak istiyorum ve bu sosyal medya için yapılan etkinlikler gibi olmayacak. İnsanlara bakıp “Bedava içkiye geldi,” veya “Instagram’a içerik üretmeye geldi,” demeyeceksiniz. Etkinliğin olduğu yerde telefon çekmeyecek mesela. Çünkü sen şu an buradasın ve burada sadece elli kişi olabilir. Bu tarz etkinlikler yapıp dünyanın farklı yerlerinde TOURIST markasının kimliğini, görselliğini, komünitesini yaratıp güçlendirmek istiyorum.
Bu dayanışma ve platformdan çıkacak şeylerle ilgili seni en çok heyecanlandıran unsur nedir? TOURIST’in getireceği hangi yenilik için gerekirse birkaç sene daha çalışırdım derdin?
Güzel soru. Bu ileride oluşturmak istediğim TOURIST festivali. Bu yaz altı festivale gittim, hem araştırma hem de müzik ve eğlence amaçlı. Festivallerde ne işliyor, ne işlemiyor onu görmek benim icin cok onemli. Platformun kendisinden çok memnunum zaten ama aynı zamanda benim için en önemlisi dünyanın her yerinden insanların bir araya gelmesi. İstanbul’daki etkinlikte olacak şey de bu zaten. Meksika’dan, Berlin’den, Gana’dan bir sürü insan TOURIST’i tanıma ve tanıtma amacıyla bir araya geliyor ve bu insanların kaynaşması… Aslında en özünde olan his, istek bu. Ben insanları bir araya getirmeyi çok seviyorum, zaten işimin bu olmasının sebebi de bu. Belli bir amaç için insanlar bir araya geldiğinde dünyanın en mutlu insanı oluyorum. Fiziksel ortamda birlikte olabilme şansını kaybediyoruz yavaş yavaş. Dijital ortamlarda bir araya geliniyor ama yüz yüzeyken bu insanlar nasıl daha çok birbirleriyle tanışıp bir şeyler üretebiliyorlar, bu festivalle ve etkinliklerle amacımız bunu görüp desteklemek.
View this post on Instagram
TOURIST’in kurucusu Sera Akyazıcı

BEATS BY GIRLZ TÜRKİYE FESTİVALİ'NDEN TÜM ENERJİSİYLE BİR JAMZ SUPERNOVA GEÇTİ
Röportaj: Ceren Kahveci
Fotoğraf: Emirkan Corut
Benliğiyle özdeşleştirdiği ve büyüdüğü ortamı anlamlı kılan küresel sesleri kendine has dokunuşuyla dinleyiciye sunan DJ Jamz Supernova, sektörün kaderine kendi elleriyle şekil vermekten çekinmiyor. Deck arkasındaki macerasına, hünerlerini müzik tarihinden ruhuna dokunan eserlerlerle harmanlayarak devam eden Jamz, dünün ve bugünün seslerini samimi hikayelerle birleştiriyor ve başka müzisyenler için geleceğin sahnesini kuruyor. Yapı Kredi bomontiada’da gerçekleşen Beats by Girlz Türkiye Festivali’nde sahne alan DJ Jamz Supernova ile ilhamlarını, sektöre girişini ve baş küratörlüğünü yaptığı Future Bounce müzik şirketini konuştuk.
Merhaba Jamz. Burada olduğun için çok heyecanlıyız, umarım her şey çok güzel gidiyordur.
Her şey iyi gidiyor, teşekkür ederim. Senenin son yoğun iş tempolu sürecindeyim, sonrasında gelecek olan bir aylık tatilimi dört gözle bekliyorum.
Güney Londra’da büyümüş, sektörün öncülerinden biri haline gelmiş bir DJ’sin. Dünyanın her yerinden gelen sesleri birleştirerek dinleyiciye kapsamlı bir tecrübe yaşatıyorsun. Büyüdüğün ortamın dünya müziğine olan bakışına olan etkisi ne oldu dersin?
Güney Londra bir sürü kültürün birleşip harmanlandığı bir yer. Orada büyürken farklı dünyalardan gelen insanlarla zaman geçirmiş olduğum için çok şanslıyım, oldukça büyük bir Afro-Karayip toplumuyla beraber kayda değer bir Türk, Güney ve Doğu Asya çevresini de barındıran bir yer. Böyle bir ortamda, farklı kültürlere karşı merak ve açık görüşlerle büyümenin bende yarattığı etkiyi göz ardı edemem. Bu yüzden İstanbul’da sahne alacak olmak beni çok heyecanlandırdı, beraber büyüdüğüm Türk arkadaşlarımın kültürünü temsil eden bir yeri ziyaret ediyor olmak bir onur. Umuyorum ki onları gururlandırmışımdır.
Parçaların müzik tarihinden alınmış unsurların birleşimini barındırıyor, değişken bir doğası var. Geçmişten hangi sanatçı ya da parça şu anki eserlerine ilham oluyor?
Ah, bu çok iyi bir soru. Şu an tekno ve house müziğinin orijinlerini keşfediyorum, bu da beni 80’ler ve 90’lardaki Detroit ve Şikago’ya götürüyor. Frankie Knucles’dan Underground Resistance’a kadar, o zamanın DJ’lerinin sanatından etkileniyorum ve ilham alıyorum.
“Setlerimle her zaman bir hikaye anlatmaya çalışıyorum, kim olduğum ve nereye gideceğim hakkında. İstanbul’daki sahnemde Afrika diasporasından parçalar çalmak benim için çok önemli oldu mesela. Alacağım tepkilerin ne olacağından emin değildim, ama bu benim kimliğimin o kadar büyük bir parçası ki onu burada temsil etmemenin kendime haksızlık olacağını düşündüm.”
Müzikle olan ilişkinin başından beri ilgini çekmiş olan Türk sanatçı veya DJ’ler oldu mu?
“Kimlik” konseptinin getirdiği kesişimleri ve bunun başka bir ülkede yaşarken köklerine inme isteğiyle birleştiğinde ne anlama geldiğini keşfetmekten keyif alıyorum. Birleşik Krallık’ta merkezlenmiş olup müzikle Türk köklerini keşfeden sanatçılar ilgimi çekiyor, mesela Emir Taha, Enver Göyken ve Chloe Bodur. Yarattıkları sesleri çok seviyorum ve Türk perküsyon ve melodileri beni içine çekiyor.
Müziği nasıl “okuyorsun”? Mikslerinde kullandığın parçaları seçmeden, doğru parçayı bulmaya olan yaklaşımın ne oluyor?
Setlerimle her zaman bir hikaye anlatmaya çalışıyorum, kim olduğum ve nereye gideceğim hakkında. İstanbul’daki sahnemde Afrika diasporasından parçalar çalmak benim için çok önemli oldu mesela. Alacağım tepkilerin ne olacağından emin değildim, ama bu benim kimliğimin o kadar büyük bir parçası ki onu burada temsil etmemenin kendime haksızlık olacağını düşündüm. Sahnemde aynı zamanda Birleşik Krallık’tan da seslere yer vermek istiyorum, ancak bunu o sırada beni benimsemiş ve içine almış olan kültüre saygılı bir şekilde yapmaya dikkat ediyorum. DJ’lik yaparken içgüdüme güvenip o sırada doğru hissettireni çalıyorum. Harika bir DJ olan David Rodigan bir kere parçaların bazen sana konuştuğunu, seni çektiğini söylemişti. Ben de bunu aklımda tutuyorum ve dinliyorum.
Şu an BBC 1Xtra’da kendi programın var, fakat kariyerine ilk Reprezent Brixton’da başladın. Sektöre ilk girmeye başladığındaki hislerini nasıl tarif ederdin, özellikle genç bir kadın olarak?
Bu sektöre çok aç ve çok tutkuluydum, hala da öyleyim. Ama o his beni benden alıyordu. Düşünebildiğim tek şey oydu ve beni geri tutan her şeye rağmen bunu başaracaktım. Zorlukları olan bir süreçti, ırkım ve cinsiyetim dolayısıyla odaya adım attığım anda yargılanacağımı biliyordum fakat bunu görmezden gelmeyi seçtim ve başımı dik tuttum. Müzik maceramın yavaş yavaş ilerlemiş olmasından bir bakıma memnunum, dayanıklı olmamı ve kendimi bu sırada daha iyi tanımamı sağladı. Böylece başka kadınlara da sektörde yardım etme şansım oldu ve onların yarattıkları şeyler de bana ilham veriyor.
DJ olmakla beraber aynı zamanda gece kulübü sektörüne odaklanan Future Bounce müzik şirketinin baş küratörüsün. Raporlara göre satış listelerindeki ve radyodaki parçaların %5’inden azı öncelikli olarak kadın ve “non-binary” sanatçı prodüksiyonu ile üretiliyor, yani dans müziği sektörünün oldukça ciddi bir cinsiyet problemi var. Sektörün işletme kısmına da girmiş biri olarak bu konu hakkındaki fikirlerin nedir?
Bunun üzerine daha çok çalışmamız gerekiyor, yapmamız gereken şey bu! Kadınların müzik yapabilmesi için ihtiyaçları olan ortamı ve zamanı yaratmamız ve bunu onlara sağlamamız gerekiyor. Ben şirketimde bunu yapıyorum. Eğer beraber çalışmak istediğim bir kadın müzisyen varsa, o yaratıcılığı beraber ortaya çıkarabilmek için ne yapmam gerektiğini araştırmaya başlıyorum. Zamana mı ihtiyacı var? Ekipman? Öneri? Ben onlar için hep burada olacağım ve kendilerini hazır hissedene kadar da beklerim. Kapsamlı bir ekiple çalışmak kolay değil, araştırmak ve istediğin şeyi bulmak için fazladan mesai harcaman gerekiyor. Bunun farkında olmak ve yaptığın işi neden yaptığını sorgulamak süreci kolaylaştırıyor. Eğer çıkardığım son beş eserin hepsi bir erkek sanatçıyla çıkarılmışsa, kendime bunun neden böyle olduğunu ve başka sanatçıları da ekibimde barındırmak için daha fazla ne yapıyor olmam gerektiğini sormam gerekiyor. Sektörün işletme kısmındaki insanlar bu konudaki sorumluluklarının farkına varıp bunun üzerine çalışmaya başladığında çok daha fazla gelişme kaydedebiliriz.
Peki Jamz deck başında sihirli parmaklarını konuşturup müzik yaratmıyorken neyle uğraşıyor?
Yeni anne oldum, ondan dolayı genelde çok da görkemli olmayan ama inanılmaz tatmin edici olan annelik rolümü oynuyor oluyorum.
View this post on Instagram
Son soru: Bu sektöre girmek isteyenler için bir tavsiyen var mı?
Kendine yaratıcı bir hedef koy ve altı ay bunun üzerine çalış. Bir miks veya parça gibi bir şeyi piyasaya sunmak olabilir veya pratik yapmak, kendini geliştirmek için belli bir saat hedefi koyabilirsin. Seni bir sonraki seviyeye taşıyacak şeyin ne olduğunu düşünüyorsan, emin olabilirsin ki ona istikrarlı bir şekilde yaklaştığın sürece güzel sonuçlar göreceksin.

İSTANBUL'UN CAZ İLE GÖRKEMLİ BİRLEŞİMİ: 32. AKBANK CAZ FESTİVALİ
İstanbul’un yüzyıllar içinde geliştirip harmanladığı heyecanlı şehir dinamiğini ve caz müziğin kendisine has kültürünü her sene birbirinden etkileyici konserlerle birleştiren Akbank Caz Festivali, bu sene 32. etkinliğini gerçekleştirdi. Dinleyiciye geniş bir yelpazede tecrübeler yaşatmayı amaçlayan festivalin bu seneki konser çizelgesi, farklı disiplinlerden müzisyenlerin performanslarıyla doluydu. Hem şehir hem de müziğin durmadan değişen doğasını dinleyen, her yeni etkinlikle pürüzsüz bir şekilde yakalayan ve komünitelerle birleştiren festivalin direktörü Gözde Sivişoğlu ile sohbet ediyoruz, “şehrin caz hali”ne bir de onların gözünden bakma şansını elde ediyoruz.
Gözde Sivişoğlu, Akbank Caz Festivali Direktörü
Akbank Caz Festivali her sene caz dünyasına dair yeni isimler, mekanlar ve deneyimlerle şehri canlandırıyor. Uzun süren mesailer, onca emek sonrası şu an festivalin bitişiyle neler hissediyorsunuz?
32. yılımızda özlediğimiz Akbank Caz Festivali’yle yeniden buluştuk, her yıl birçok farklı yenilik ile izleyicilerini ağırlayan festivalimizin uluslararası programını tekrar hazırlayabilmek bizi çok heyecanlandırdı. Şehrin Caz haline uygun bir içerik ve deneyimlerle şehri donattığımız bir festival sonrası mutluyuz!
Kolektif İstanbul, 32. Akbank Caz Festivali
Festivalin yaratıcı ekibi olarak bu seneyi tek bir cümlede özetleyecek olsanız ne söylerdiniz?
Bu sene İstanbul’un 14 farklı ilçesine/mahallesine yayılarak, 22 mekân ve 32 konser ile şehrin caz halini hissettiğimiz bir yıl oldu.
Bu seneki festivalin sürpriz anı hangisiydi sizin için?
Festival programı bittikten sonra 32.Akbank Caz Festivali’nde 32 konser içeriğinin olduğunu fark etmemiz oldu sanırım. Asla planlı değildi ama çok güzel bir şanstı.
Barış Demirel, 32. Akbank Caz Festivali
Nihal Saruhanlı, 32. Akbank Caz Festivali
Alp Ersönmez, 32. Akbank Caz Festivali
Aga B, 32. Akbank Caz Festivali
Türkiye’de caz müzik dinleyicisi ve ortamı ne yönde gelişiyor? 32 yıldır caz müziği sahiplenen ve sektörü bu konuda canlı tutan bir ekip olarak ne düşünüyorsunuz?
Caz her zaman kendini sürekli yenileyen bir tür. Caz dinleyicileri, müzisyenleri ve çeşitli komuniteler de her zaman bu yenilenme halini merak edip, farklı içerikleri dikkatle inceleyen bir tarafta oluyor. Köklü birçok caz festivali uzun yıllardır sadece caz müziğin önemli ve veya yeni isimlerini değil aynı zamanda kendi janrasında çığır açmış efsane isimleri, gelecek vaat eden sanatçıları ve farklı türleri icra eden birçok müzisyeni ağırlıyor. Yıllar içinde genişleyen müzikal yelpazemiz kapsamında klasik ve modern cazın yanı sıra elektronik müzik ve dünya müziğinin farklı projelerine de yer vermeye özen gösteriyoruz. Festivalin içeriklerinde de farklı müzik janrları ve farklı disiplinlerin iç içe geçmesi bu anlamda bizim için çok önemli. Yeniliklere ve farklı disiplinlerle birlikte çalışmaya da çok gönüllü bir tür, caz müziği ve seyircilerimiz, sanatçılarımız da bu gelişmelere her zaman bizlerle birlikte heyecanlanıyor. Bunun çok değerli ve önemli olduğuna inanıyoruz çünkü böylece paylaşım alanları, farklı içerikler ve farklı komüniteler ile birlikte yaratım süreçleri çok daha anlamlı oluyor.
Çağıl Kaya “Kaygılar Sahnesi”, 32. Akbank Caz Festivali
Ravi Coltrane “Cosmic Music”, 32. Akbank Caz Festivali
Akbank Caz Festivali’nin gelecek planlarına dair sizi en çok heyecanlandıran şey nedir?
Festivalimizin sloganı bildiğiniz üzere “Şehrin caz hali”. Şehir bize ne söylüyor, şehirde neler oluyor, bunlara her zaman dikkat ediyoruz ve bu diyalogu taze tutmak için çalışıyoruz. İstanbul çok dinamik ve aynı zamanda büyülü, gizli hazinelere sahip bir şehir. Bu hazineler gelecek planlarımızda bizi heyecanlandırıyor.
Her sene büyüyen festival ailemizle, farklı mekânlarda buluşarak, yeni komünitelerle üreterek deneyimlerimizin iç içe geçtiği bir buluşma yaratıyoruz. Gelecek planlarımızda bu aileyi büyütmek de bizi çok heyecanlandırıyor.
Önümüzdeki sene olacaklara dair ufak bir ipucu verecek olsanız?
33 konser bizi bekliyor!

NAE İLE GÖKOVA'DAN BURNING MAN'E
Röportaj: Gümrah Şengün
Fotoğraf:Can Görkem ve NAE
Kozmik vizyonlarıyla ürettikleri büyük ölçekli enstalasyonlarıyla tanıdığımız bir ikili, Deni ve Milen Nae. Echoes From Agartha, Big Burn, Klein, Suma Beach gibi eğlence sektörünün hatırı sayılır bir kısmında izlerini sürebileceğiniz sahne tasarımları ve enstalasyonları ile zihninizde yeni kapılar açabiliyorlar. Kendi içlerine dönerek zaman zaman sanata, bazen realistliğe yeltenen özlerini ustalıkla birleştiren ikili, ortaya koydukları eserlerini bir kutuya koymayı reddediyor. NAE Design Studio, yaratıcı kimliklerinin sesini dinleyerek hep değişiyor, derinleşiyor ve öğreniyor. İnsanın göremediğini hissederek ürettikleriyle kurgulayan Milen ve Deni Nae ile tasarım yolculuklarına bakış açılarını konuşurken, bir yandan da Burning Man’e götürdükleri “The Face”in hikayesini dinliyoruz.
Milen ve Deni Nae
Gümrah: Öncelikle şunu sormak istiyorum. Uzun bir yolculuktan çıktınız. Nasıl hissediyorsunuz?
Milen: Dinlenmiş hissediyorum ben, günde 15 saat uyuyorum son iki haftadır. Bitmeyen bir uyku var, ama keyfim yerinde. İyi bir noktadayız şu anda. Her şeyin paketlendiği sonbahar “vibes”.
Deni: Yani ben de, bayağı yorucuydu. Yaşadığımız şehirlerden, köylerden uzakta geçen, biri gerçekten ekstrem iki proje sonucunda geri dönüp böyle güzel bir boşlukta olma hali, nefes alma, dinlenme zamanı. Gerçekten fiziksel olarak yorgunluğun günbegün çıktığı bir dinlenme dönemi geçirebilmek, başka bir şeylere koşturmak zorunda olmamak güzel.
Milen: Bitmek üzere zaten, hemen bu hafta koşturmaya başlayacağız yine. O yüzden dinlendik, hazırız.
Gümrah: Eve döndünüz, her şeyi bitirdiniz ve bu esnada mevsim bile değişti. Çok güzel bir tamamlanma hissiyatı var sanki değil mi?
Deni: Kesinlikle. Sadece biraz yazı kaçırdık.
Milen: Kaçırdık, bayağı kaçırdık yani.
Deni: Ama sağolsun Muğlamız bize Kasım’a kadar yazı yaşatıyor.
Gümrah: NAE ile Klein, Big Burn, Echoes From Agartha gibi eğlence sektörünün hatırı sayılır bir kısmında yarattığınız kozmik enstalasyonlarınızla tanınıyorsunuz. Müzik dünyasından Islandman, Melike Şahin gibi isimler için sahne tasarımları, styling yaparken bir yandan da mimari tasarım projelerinizle karşımıza çıkıyorsunuz. calling’in geçen sene Zülfaris’ta gerçekleşen sinagogun her tarafını kalplerle donattığımız aşk projesinde beraberdik. Bir de üzerine Gökova’nın güzel coğrafyasını paylaştık, yaşadık, dost olduk. Ama şimdi bütün bunları bir kenara bırakıp en başa dönmek ve sizi tanımayanlar için bu soruyu sormak istiyorum. NAE ne yapar, kimlerden oluşur?
Milen: NAE biziz özetle, Deni ve Milen Nae. Soyadımızdan ilham aldık ve söylemesi çok zor bir kelime olarak kendimize bu ismi seçtik.
View this post on Instagram
Gümrah: Ama görüntüsü ve sesiyle tam olarak tasarım dünyasına ait bir kelime. Sanki siz en başından beri bu tasarım işine girmek zorundaymışsınız gibi.
Milen: Biz de tam olarak bu yüzden seçtik, sanki üç harfli olduğu için kaçamadık. NAE biziz ama çok değişken, yaratıcı insanların da içinde bulunduğu, bizimle her projede yeniden şekil alan, eklektik bir ekip algımız var. Hem çok yakın olduğumuz hem de birlikte çalışmayı sevdiğimiz insanlardan oluşan, yeni tanıştıklarımızla sürekli şekil değiştiren ama özetle ikimizin yaratıcı bakış açısından beslenen bir kreatif stüdyo. Ben enstalasyon sanatçısıyım, o yüzden bazen daha mimari, bazen daha sanatsal olmak üzere arada geçişler yapan farklı farklı projeler yapıyoruz.
Deni: Mimariyle enstalasyonun ve sanatın birleştiği bir yer NAE. Hem ayakta durması gereken büyük yapılar, hem de kreatif, estetik olarak hepsinin bir arada olabildiği strüktürler ve ortamlar yaratabilmeye sebep oluyor bu ikili.
Milen: Aslında şöyle bir tarafı var; geçici işler yaparak başladık. Daha ağırlıklı festival alanları gibi, ilk başta yaptığımız yerler daha kısa süreli işlerdi. Şimdi daha çok mimariye ağırlık verdiğimiz bir tarafa doğru yöneldik, ikisini birlikte kullanıyoruz ve gayet güzel gidiyor.
“Şöyle sınırlar var mesela; sanat dediğimiz zaman o deneyim galerilerle veya bir sergi kapsamında ilerliyor, mimari dediğimiz zaman yapılar ve mekânlarla bir yere gidiyor. Biz, ikisini buluşturma peşinde olup ikisini de bir nebze reddediyoruz. Böyle büyük bir reddediş gibi algılanmasın ama o standartların içine girmenin peşinde değiliz, biz yaratıcı olanı beklenmeyen yere getirmenin peşindeyiz.”
Gümrah: İkinizden de ayrı zamanlarda duyduğum bir cümle hatırlıyorum: “Biz aslında birbirimize zıt karakterleriz”. Bu durum nasıl etkiliyor tasarım sürecinizi?
Deni: Milen işin daha sanatsal ruhunu koruyan, gerçekçilikten uzak ama yaratıcılığa özgürce ulaşabilen tarafta duruyor. Bense daha onun ayaklarını yere bastıran ve işi yapılabilir kılan, gerçekçi tarafındayım. Aslında ikimizin kişisel karakterleri de böyle. Birimiz biraz daha hayalperest, diğeri daha gerçekçi gibi. Bu bir sürü farklı şekilde tanımlanabilir ama kreatif süreçte bu ikisinin dengesi, ikisinin de kuvvetli bir şekilde orada olması hem bir şeyleri hayal edebilmemizi hem de yapılabilmesini sağlıyor.
Milen: Yani hem uçuyoruz, hem de ayaklarımız yere basıyor. Çünkü işin gerektirdiği denge biraz o zaten.
Gümrah: Tasarım anlamında nelerden besleniyorsunuz? Şehir haricinde Gökova’da bir hayatınız var mesela. Bu toprakların doğası üretimlerinize nasıl yansıdı, bir şeyler değişti mi?
Milen: Aslında her şeye İstanbul’da başladık ama o sıralar Deni Norveç’teydi. Bir gün “Deni n’olur gel, acil yardım lazım” dedim. Öyle başladı her şey. Çünkü ben boyumdan büyük işlere karışmaya başlamıştım. Deni de zaten dönmeyi düşündüğü bir zamandaydı. O aslında zaten yoldaydı, doğa içinde zaman geçiriyordu ve onu tercih ettiği bir dönemdeydi. Ben buna çok önem veriyorum hayatta, çok uzun süre ben de öyle yollarda ve doğa içinde yaşadım ama İstanbul’da buluştuk ve burada kurduk her şeyi, zaten İstanbulluyuz. O yüzden birçok anlamda, ilk başta motivasyonumuz şehirdi çünkü eventler, festivaller, markalar her şey burada. Böyle bir hareketin içindeydi kurduğumuz şey.
Deni: Başlamak için iyi, ama varmak için iyi bir yer değildi. Yani varmak istediğimiz yer orası değildi. Kesinlikle insanın, şehrin ve kültürün kafamızda hayal ettiğimiz projelerin parçası olması gerek. İnsan faktörü çok kritik tabii ki. Ama bunun doğal alanlarda ya da doğal etkenlerle şekillendiği, o ikisinin bir arada bulunduğu projeler aslında en hayallerimizde olan.
Milen: Bizim işlerimizin çoğu boşlukta kuruluyor. Bir ormanda, Kapadokya’da bir vadide, bir beach’te… Açık alan enstalasyonları özellikle en yoğun yaptığımız ve yapmayı sevdiğimiz iş. Onun sebebi de aslında içinde bulunduğu koşullar; hem çalışma şartları hem de işi oraya koyduğunuzdaki o zıtlık. Şehrin içinde aslında buna çok fazla yer yok. Yani evet şehirde bu projeler çok etkileyici bir formatta da sunulabiliyor. Mesela gece kulüpleri de yaptık, yapıyoruz da hâlâ, bundan da çok keyif alıyoruz. Ya da mekanlar yapıyoruz ama doğadaki o boşluğun yarattığı bir kafa boşluğu da var ya hani, burada üretiyor olmanın öyle bir tarafı var. Daha fazla hayal kurma alanı yaratıyor o kafa boşluğu. O da gerçekten şehirde çok olan bir şey değil.
Deni: Şehirde her şey daha gri, çerçeveleri belli, bazı dolulukların arasındaki boşluklara bir şey tasarladığın bir ortamda iken doğada gerçekten hiçbir şeyin olmadığı, sadece doğal elementlerin olduğu bir yere insan faktörünü getiriyor olmak gibi bir şey var. Benim aslında kendi başıma olan yolculuğumda da öyle. Daha önce, Milen ile çalışmadan önce Norveç’e gitmem, Norveç’te sürdürülebilir mimarlık üzerine master yapmam, sonra bu konuda orada çalışmam… Bütün isteğim, aslında kafamda hep hayal ettiğim şey; o mimariyi veya tasarımı, şehrin sıkıştırdığı ya da belirlediği mekanlarda, alanlarda değil; daha açık alanlarda, daha doğal faktörlere uyumlayarak, o doğal faktörleri öğrenip ona göre tasarım yapmaktı. O tasarım sürecini, doğada ve doğal faktörlerle çalışmayı sevdiğim için yönelmiştim aslında. Şehre dönmem, yani İstanbul’a dönmem, benim için o konuda kafa karıştırıcı oldu ama aslında zaten biliyorduk ki ikimiz de başka bir yere doğru gitmek istiyoruz. Şimdi de ufak ufak, yapmakta olduğumuz iş de bizi aslında o tarafa doğru götürüyor belki de. Milen’in dediği gibi daha açık alanlarda, işte beachler, çöller oldu şimdi, vadiler, dağlar, ormanlar… Oralara gitmek zaten istiyorduk ve NAE’deki yaratıcı beraberliğimiz de aslında bunu mümkün kılıyor gibi.
Gümrah: Genellikle ütopik alanlarda deneyimler kurguluyorsunuz, acaba işleriniz daha kamusal bir alanda herkese sunulabilseydi nasıl olurdu?
Milen: Aslında şehirde kamusal alan, benim de her zaman çok ilgimi çeken bir konuydu. Sosyal konularla da çok ilgileniyordum. Kamusal alanlarda üretebilme ihtimalinden keyif alıyoruz ama Türkiye’de şehirler ne yazık ki çok fazla buna alan açan yerler değil. Oldukça ilgileniyoruz ama gerçekten de dediğin gibi bir şekilde, bu tip deneyimlere daha çok alan açan yerlere, haliyle biraz daha eğlence sektörüne yönelmek durumunda kalıyoruz. Şöyle sınırlar var mesela; sanat dediğimiz zaman o deneyim galerilerle veya bir sergi kapsamında ilerliyor, mimari dediğimiz zaman yapılar ve mekânlarla bir yere gidiyor. Biz, ikisini buluşturma peşinde olup ikisini de bir nebze reddediyoruz. Böyle büyük bir reddediş gibi algılanmasın ama o standartların içine girmenin peşinde değiliz, biz yaratıcı olanı beklenmeyen yere getirmenin peşindeyiz. Yani insanlara beklenmedik deneyimler yaşatmak, kalabalıklara bunu deneyimletmek istiyoruz. Kamusal alan bunun için çok uygun ve şehir ölçeğinde işler yapmak çok isteriz, ama şimdilik daha çok eğlence sektörü bize bu fırsatı verebildi.
The Face Project, Burning Man 2022
Gümrah: Peki esas konumuz The Face projesine gelecek olursak. Her şey nasıl başladı?
Milen: Bu işi ilk defa Suma Beach’te yapmıştım. Aslında üç ölçekte gerçekleştirildi: Suma Beach, Bonjuk Bay ve son olarak da Burning Man. Hiçbiri tam olarak aynı değil ama yüzün öğeleri aynı. Gözler, ağız ve burun sabitken içerdiği öğeler değişti.
Gümrah: Suma’dan Burning Man’e nasıl bir geçiş oldu da buralardan çöllere gitti bu iş?
Milen: İlk başta – ben hiç unutmuyorum – Beşiktaş’ta böyle -1 bir evim vardı. Orada oturup tasarladığım bir işti Face, bayağı tam tersi bir gerçeklikte. Ben çöle koymak istiyordum zaten; bomboş bir alanın içinde olmasını isteyerek, hayal ederek tasarladım. O tasarımın ilk sürecinde de o eklektik şeyin peşindeydim. Sanatta, özellikle her anlamda her türlü yüzün, gözleri olan her şeyin doğrudan insanlarla çok net bir ilişki kurduğunu düşünüyorum. O zaman da buna böyle düşünerek oturdum aslında. İnsanın içine bakan, bir muhataba dönüşen etkinin peşindeydim. Çok sevdiğim arkadaşım Ali’nin gözlerinin fotoğrafını çekmiştik. Kullandığım benim ağzım ve burnum bu arada, böyle bir kompozisyon vardı. Onunla böyle denemeler yapıyordum ve oradan çıktı. İllüstrastonlar Ernst Haeckel’a ait. Ernst Haeckel zamanında Darwin ile beraber çalışmış, ilk kez mikroskobik canlıların resmini yapan bir biyolog ve filozof. İşleri her zaman çok ilgimi çekti, hatta bir dövmem bile var. Haeckel’in çizimlerinden bir deniz anası.
Deni: Ernst Haeckel biyolog ama hayalinden mikroorganizmalar çizmeye başladığı noktada artık orada bilim insanından sanatçıya dönüşüyor. Orası da enteresan. Yani, çok böyle hikayeler yoktur diye düşünüyorum.
Milen: İlkinde, Suma Beach için yaptığımızda, gerçekten eser bir araya geldiğinde hepimiz çok etkilenmiştik. Yani ben de hayal etmiş olmama rağmen o etkisinin ne kadar güçlü olacağını hiç düşünememiştim. Ve ağaçlara asmıştık, bir dans pistinin içinde yüksekteydi. Sonrasında çok fazla insandan onunla yaşadıkları maceraları dinleyince etkisi daha da kalıcı oldu. Ben Suma’da yıllarca bir sürü farklı iş yaptım, hiçbirinin etkisi bu kadar güçlü değildi. Face ile samimi, içten bir ilişkimiz vardı zaten. Sonra, seneler sonra, Bonjuk Bay’deki boş alanın, yani oradaki denizin, dağın etkisini güçlendireceğini düşündüğümüz için Face’i tekrar oraya kurduk. Yeniden tasarladık, ölçeğini değiştirdik, farklı öğeler ekledik ama en baştan beri bir Burning Man hevesiyle aslında tasarlanmış ve çölün boşluğuna göre kurgulanmış bir işti. Sonra kısmet oldu ve gerçekten de Burning Man’e gitti.
Gümrah: Burning Man’de kum fırtınası yüzünden insanlar günlerini sürekli gözlük takarak geçirmek durumda kalıyor. İletişimin en güçlü yollarından biri olan göz temasının bu kadar eksik olduğu bir yerde, sana dimdik bakan bu gözlerle, Face ile karşılaşmak çok etkileyici olmalı. İnsanların tepkilerinin ne olduğunu çok merak ediyorum. Uzaktan durup izlediniz mi ne yapıyorlar, ne oluyor?
Milen: Tabii. Onunla zaman geçirdik çok. Yani evet, insanlar etkileniyorlar. Enstalasyonun ilginç bir durumu var. Fotoğrafta çok iyi anlaşılmıyor çünkü iki boyutlu elementlerden yaratılmış bir iş. Aslında illüzyon deneyiminde çok net anlaşılıyor çünkü her açıdan farklı gözüküyor ve hareket ediyor. Zaten parçalar havada asılı oldukları için rüzgarla etkileşime giriyor. Doğayla etkileşiyor olması bizim için önemli bir kısım çünkü interaktif olmak her zaman dijital bir şey gibi algılanıyor, ama aslında öyle değil. Bir sürü farklı şekilde interaktif şeyler yaratılabiliyor. Yani insanla, doğayla etkileşebilen, suya da tepki verebilir. Farklı bir tasarım… Havayla, rüzgarla ilişkili bir iş aslında ve rüzgarın esintisine göre -ki çok basit bir esinti bile minik minik hareket etmesini sağlıyor- bu da o iki boyutlu baskı olan, el yapımı olmayan o imgeleri bir anda canlı hale getiriyor. O hareketten dolayı, insanın onu yaşıyor gibi algılamasına sebep oluyor. Bir de perspektifle çok şekil değiştiriyor. Yani dümdüz karşısından baktığın zaman bütün resmi algılayabiliyorsunuz gerçekten de ama çaprazdan bakınca ve tüm katmanlarıyla görünce, derinliğiyle bambaşka bir şeye dönüşüyor.
Deni: Bir varlığa dönüşüyor yani. Etrafından dolaşıp farklı açılardan bakmaya başladığın an, iki boyutlu bir imajdan bir varlığa dönüşüyor.
Milen: İçine girdiğin zaman da çok farklı ve o yüzden de insanlar gerçekten ona çok çekildiler. Büyük de bir iş olduğu için çok fazla insanın orada durmadan geçemediği bir etkisi oldu, bu çok hoşuma gitti benim. Burning Man’de her yer sanatla dolu olduğu için hepsine bakamıyorsun, yakınına gidemiyorsun, uzaktan deneyimleyip devam ediyorsun ancak. Ben insanların ona çekildiğini görmekten çok keyif aldım, çünkü her açıdan farklı ve “Ne bu şimdi?” dedirten bir etkisi oldu.
Deni: Bir de şöyle bir detayı var: Burning Man’deki eserler genelde çok büyük bir boşluğun içinde yaratılmış enstalasyonlar olduğu için belli bir mesafeden, çok yakınına gidip dibinden bakmadan da aşağı yukarı anlaşılan ve hissedilen, etkisi uzak bir mesafeden de yaşanılan parçalar oluyor. Ama burada özellikle Face’in üzerinde yer alan Ernest Haeckel’ın illüstrasyonlarının detaylılığı insanda merak uyandırıyor ve kendine çağırıyor, yakından bakma isteği uyandırıyor. “Nasıl bir şey bu?”, “İki boyutlu mu, üç boyutlu mu?”, “Oradaki o ufak renk detayları ne?” diye sorgulatma etkisi bence bayağı farklıydı diğerlerinden.
Milen: Bu yüzden de fotoğraftan çok videoda anlaşılıyor aslında hissi. Fotoğrafta bütün eseri algılamak çok zor. Tek bir imge görüyorsun ve üç boyut algısı iki boyutlu olduğu için hep aynı imgeyi görüyorsun aslında. O yüzden de fotoğraflarla çok da tarif edemediğimiz bir hissiyatı var.
“Karşında heybetli bir yüz var. Muhatap o. Neyin muhatabı olduğunu tanımlamak çok zor tabii ama bir muhatap yani. Kendinle iletişiminde aslında kendi yüzünü göremediğin ama iç sesinle iletişim kurduğun bir muhatap. İç sesle bir olmanın aslında ne kadar değerli olduğunu ortaya koymak istedik.”
Gümrah: Bir de bu esere özel tasarlarnmış bir ses var arkasında değil mi? Gün doğumu ve batımında Rumi’nin sözleriyle seni çağırıyor.
Milen: Aslıhan Kabukçu tasarladı sesi. Sadece çağırması değil, bir yandan da 12 saat boyunca orada olan bir ses tasarladı. Hatta 12 saat bile değil, Aslı onu 24 saatlik tasarladı ve bence inanılır gibi değil böyle bir iş yapmış olması. Çok sihirli bir dokunuştu. Doğadan seslerle ve ritimlerle birleştirdiği bir arkaplan sesi oldu. Face’in yaptığı çağrının yanında bir de sesin tamamının bir etkisi var.
Hiçbir şeyin yaşamadığı bu kuraklığın içinde yüzün içindeki öğeler tamamen doğadan, canlı varlıklar. Bir böcek gördüğümüz zaman hep birbirimize gösteriyorduk çünkü hiçbir şeyin yaşamadığı ve yaşamanın zor olduğu bir yer. Biz bu ses tasarımı ile oraya canlılığı getirmeye niyet ettik. Face’in etkisinin önemli bir kısmı yaşıyor oluşu. Rüzgarın da hareketleriyle o imgelerin hareketlendiği bir esere niyet ettik ve o canlılığı ses çok güzel bir şekilde destekledi. Su, hayvan, böcek ve kuş sesleri gibi dünyanın farklı yerlerinden gelen ve kaydedilmiş birçok sesi oraya getirmek güzel bir histi. Bütün bu hareketi başlatan şey de o çağrıydı. Rumi’nin “Gel, kim olursan ol gel” sözünün “Come whoever you are” tercümesi olan çok güzel bir ses.
Bir besteyi yorumladı Aslı, vokallerini de o yaptı. Gün doğumu ve batımında sesin yükseltilmiş bir şekilde kendine doğru çağıran bir etkisi olmasını istedik. Karşında heybetli bir yüz var. Muhatap o. Neyin muhatabı olduğunu tanımlamak çok zor tabii ama bir muhatap yani. Kendinle iletişiminde aslında kendi yüzünü göremediğin ama iç sesinle iletişim kurduğun bir muhatap. İç sesle bir olmanın aslında ne kadar değerli olduğunu ortaya koymak istedik. Çünkü içimizden kendimizle konuşmamızın çok değerli olduğunu ve en önemli iletişimin orada olduğunu düşünüyorum. Bunun aslında tanrıyla konuşmak gibi bir tarafı var. Ama çok zor ve birbirimizle konuşmak, yüzeysel sohbetler etmek çok daha kolay. Gerçekten ne dediğini anlamak, kendi kendime söylediğim bir sürü şeyi duymak çok zor. Ona bunun için bir tür meditasyonla insanların kendilerini eğiterek duyabildikleri bir yere doğru gidiyor. Ama gerçekten bir muhatap olsa, bir ayna olsa. İşte orada yine kendi yüzümüzü görüyor olduğumuz için bir yabancılaşma başlıyor, çünkü kendine baktığın zaman daha yüzeysel şeyler düşünmeye başlıyorsun. “Ağzım, gözüm nasıl gözüküyor?” gibi düşünceler başlıyor. Ama aslında iç sesin bir naifliği var ve karşında doğadan parçalarla birleşerek oluşmuş, hem paramparça hem bir bütün olan bir yüz olunca konuşmak istiyorsun. Zaten Rumi’nin de yaptığı çağrı o: “Gel, kim olursan ol gel. Ne günah işlediysen hepsiyle beraber gel.” diyor. Yani hislerin ne olursa olsun o suçlulukla, içindeki o yüzleşmedeki bütün takışmaların hepsinin kabul gördüğü bir yer burası. Havada asılı olmasından kaynaklanan, sanki oraya ait değilmiş gibi, bir obje gibi olmayan bir şey -ne olduğu da tam belli değil- ve o hisle bir bütünleşti. Gerçekten de çok güzel bir deneyime dönüştü, sesle çok bütünlendi. O ses olmadan çok eksikti bence, imge tek başına yeterli değildi, sesle birlikte çok müthiş bir şey oldu.
Deni: Bir de bence en çok alınan geri dönüşlerden biri, Burning Man’in sürreal bir deneyim oluşuna uyumlu olmasıydı. Bayağı sürreal bir imaj çünkü karşındaki.
Milen: Bu sene Burning Man’in konsepti “Waking Dreams”. Festivalde yer alacak eserlerin bu konsepte sırtını yaslamasını istiyorlardı. Rüyanın içinde uyanmak aslında kendini fark etmekle ilgili – Waking Life filminde de hatırlarsınız belki – lucid dreaming gibi, kendini fark etmek ve rüyada olmak aynı anda olan bir deneyim. Face de buna çok yakıştı. Tam olarak bundan bahsediyoruz biz de çünkü.
Deni: Çöl için tasarlanmış gibi hissedilmesinin, yani “Doğru, buraya çok uydu bu eser” denmesinin en önemli sebeplerinden biri boşluğu kullanış şekli. Yani doluluğu var, bir sürü parçası var ama aslında genel kompozisyonunun çoğu boşluk. O boşluk da aslında çölün arka planda olduğu ve oradan bir sürü soyut anlam çıkabilecek bir parçası onun. Çünkü yer var, ufuk çizgisi ve gökyüzü var ve dünyadayız ama tamamen bir boşluktayız. Kafanın içi gibi düşünülebilir o. Bir sürü anlamda soyut referansı olan birleştirici bir öğeydi. Sadece çöl, çölün arkada olması, parçaların bir duruşu oluşu değil; bir de boşluğun da o parçalarla birlikte orada olması… Konu Yin Yang’e kadar bir sürü yere gider.
Gümrah: Şu an hem Burning Man’in etkisindesiniz hem de bu işi oraya taşımış olmanın… Durduramıyorum sizi akıyorsunuz anlatırken hikayenizi.
Milen: İşle de böyle bir romantik bir bağımız gerçekten var. Burning Man’e gitmemiş olsa da aslında işin üzerimizdeki etkisi böyleydi hep başından beri. Şu anda yerine oturmuş olmasının bir tatmini var tabii ki.
Gümrah: Bu yolculuğun en büyük zorluğu ve mutluluğunu duymak istiyorum sizden, ikinizden de ayrı ayrı.
Milen: En büyük zorluluğu… hepsi.
Çok ilginç bir şekilde her yeri çok zorlayıcıydı. Biz çok uyumlu ve zorlu durumlara dirençli bir ekibiz. Problem çözmeyi aşırı seviyoruz ikimiz de. Bu arada birbirimizden çok farklı olmamızla beraber çok fazla ortak noktamız da var. Ben o soruda bunları söylemek istiyordum şimdi kısmet oldu. Çok aşırı benzediğimiz bazı alanlar var, tasarımı yaparken de o oluyor. Tasarım dilinde aradığımız şey ortak. Hayattan beklentilerimiz çok benziyor, problem çözmeye yani hayatın bize gelişi ile baş etme şeklimiz de çok benziyor. O aslında bizim mercek altında bununla ilgilenmemize sebep oldu. O kadar çok problemle karşılaştık ki, gerçekten saymakla bitmez. Şaşırtıcı derecede çok fazla. Her adımda olabilecek her sıkıntı çıktı. O yüzden bir tanesini diğerinden ayırmak istemiyorum, hepsini çok seviyorum. (gülüyor)
Bütün sıkıntılarımızdan hepsini bir paket olarak, tek bir şey olarak bahsetmek istiyorum çünkü olacak iş değildi hiçbiri. “Bu diğerinden daha çoktu” desek diğerine ayıp olacak. (daha çok gülüyor)
Deni: Hani bir işi diyeyim, ya da herhangi bir şeyle ilgili bir motivasyonun ararken o işi yapmak veya yapmamak, ya da ona doğru ilerlemek ile ilgili biraz gerçekçi ya da biraz elverişli tarafları olmasını bekler insan. Mesela ilk defa Burning Man’e gidiyorsun, dolayısıyla enstalasyon hiç gitmediğin bir yerde. Hiç gitmediğin, çok zor şartların olduğu bir yerde o enstalasyonu oraya kurma cesaretini gösterme, o yola baş koyma motivasyonunu edinmek için. En azından gideceğin yerle aynı ülkede ya da aynı kıtada olsan belki bir yerden tutunursun; ama o kadar bilmediğimiz bir ortam, hiç bilmediğimiz bir ülke… Orada tutunabilecek tek şey herhalde bu işi daha önce yapmış olmamız ve o tür bir yapıyı kurmayı biliyor olmamızdı -yani sadece biliyor olmamız, kafamızda! Çünkü sonuçta bizim bir ekibimiz var ve o ekiple birlikte bu işi yapıyoruz. Bence kesinlikle en zoru; farklı bir ülkeye gidip orada bir şey üretmek, sonra o ürettiğin şeyin bütün lojistiğini planlamak, hiç bilmediğin şartlarda hiç bilmediğin bir yere onu götürüp kurmaya çalışmaktı. Evet, hepsi ama belki de en zorlayıcı yeri kendi elimizle yapmış olmamız.
Milen: Ölçek, elimizle kurmaya alışık olduğumuz ölçeğin ötesindeydi. İkimiz de el işine zaten çok yatkınız, zaten bunu yapıyoruz ve yıllarca da yaptık ama…
Gümrah: Boyutları neydi tam olarak eserin?
Deni: Yüksekliği 4.5 metre. Genişliği de aşağı yukarı 12’ye 10, 12’ye 9 gibi.
Milen: Ölçek büyük, detayları çok fazla ve ekibimizden bir kişiyi mutlaka götürecektik ama Amerika vizesi mevzusu çıktı. Pandemi sonrasında bir sene sonrasına vize tarihi veriyorlardı ve bizim kendi vizemiz olduğu için biz ikimiz Evrim’le beraber gidebildik. Evrim daha teknik kısımlarla ilgili olduğu için aslında kurulum kısmının %90’ı, belki daha da fazlası, bize kaldı. O da gerçekten sınırlı bir zamanda. 2 ay önceden gidip kurmaya başlasak, zamanımız olsa falan tamam ama biz sınırlı bir zamanda, sınırlı bir bütçeyle -yani gerçekten sınırlı bir bütçeyle- kendi şartlarımızla elimizden geleni yaptık. Tabii ki bu süreçte bize inanılmaz destek olan iki tane çok kilit insan var, onlardan bahsetmek istiyorum. Biri Alper Nakri, diğeri de Blue Nectar Selin Çamlı. Selin de Alper de Los Angeles’ta. Selin çok uzun süre Los Angeles’ta yaşadı, şimdi Akyaka’da zaman zaman beraberiz; Alper de benim yuvadan arkadaşım, o da Los Angeles’ta yaşayan bir sanat yönetmeni, bayağı çocukluk arkadaşım yani. O ikisi olmasa zaten yapamazdık, kesinlikle mümkün olmazdı. Onların bize sağladıkları koşullar, verdikleri rahatlık zaten bizim bu cesareti göstermemizi sağladı. Yoksa “biz bu işi yapamıyoruz” deme noktasına da geldik gitmeden. Yani “Nasıl yapılacak? Gerçekten ekibimizden birilerini götürmeden mümkün değil” dediğimiz bir yere geldik bazen. Çok ciddi anlamda sevdiğimiz insanların desteğiyle aslında yapabildik bu işi, ama eninde sonunda bunu yaparken ikimiz baş başaydık. Yani işin kendisini, ucunu tutarken ikimizdik. Oranın fiziksel olarak sıkıntısı çok büyük. Zaman olsa rahatlayabileceğimiz veya destek olsa rahatlayabilecek bir projeydi ve ikisi de yoktu. Biz gerçekten uykusuz ve sakatlanmış bir halde, ben el-kol sakatlığı, Deni’de bel-sırt sakatlıkları şeklinde geri döndük ama hâlâ bir nebze sağlamız, %90 tek parçayız.
Gümrah: Sadece iki kişilik bir dev kadroydunuz yani…
Milen: Evrim Tüfekçioğlu’nu da özellikle söylemek istiyorum. Üç kişi gittik. kesinlikle Evrim’in gelmesi de inanılmaz önemli bir destekti. Gerçekten bizim hiç anlamadığımız ve anlamaya çalışsak da anlayamayacağımız konuda destekti. Malzemeden biz çok iyi anlıyoruz – yapısal fizik, fizik kuralları bizim en rahat ettiğimiz konular- ama jeneratör, elektrik, ışık, ses… hakim olduğumuz alanlar değil. Evrim de Suma Beach’in, Big Burn’ün yaratıcısı, benim eski patronum ve çok sevdiğim bir insan. Bizi bütün teknik detaylarda o kurtardı. Bize üç kişi daha lazımdı, biz böyle üçümüz bir şekilde altından kalktık.
Gümrah: Söyleseydiniz ben gelirdim.
Milen: Valla önümüzde projeler var Gümrah, bekliyoruz.
Gümrah: Peki The Face’ten başka Türkiye’den gelen bir artwork var mıydı?
Milen: Aslında bu Türkiye’den giden ilk sanat eseri Burning Man tarihinde. Türkiye’den katılan ilk sanatçı – yani Türk – Alper, daha önceden bir proje yaptı Burning Man’de. Los Angeles’ta yaşayan o da honorary almış bir Türk sanatçı. Ama Alper’in yaptığı şey daha çok kurulan bir görsel, enstalasyon değildi, daha deneyimsel bir şeydi. Ama evet, Türkiye’den giden ilk işti. Yani aslında iş zaten kendini Burning Man’e götürmek çok istiyordu. Bir de bir yerden sonra Face’in kendisinin bağımsız biri olduğuna kesin karar verdik. O bizden bağımsız hareket ediyor, biz de ona uyuyoruz; yani Face gitmek istiyor, biz tamam diyoruz, elimizden geleni yapıyoruz. Ya da Face diyor ki “Şu şekilde kurulması lazım”, tamam diyoruz… Öyle bir diyaloğa dönüştü zaten ve iş kendisi çok gitmek istedi. Biz de elimizden geleni yaptık açıkçası.
Gümrah: Şu an bir yerlerde uyuyor The Face herhalde?
Milen: Büyük bir kısmı uyuyor. Eserin büyük parçalarının çoğu aslında bağış yapan insanlara hediye edildi. Parça parça olmasının da öyle bir güzelliği var, çünkü her parçanın kendisi zaten bir eser gibi. Yani tek parça olarak alıp onu duvara astığınız zaman zaten çok etkileyici bir güzelliği var. Projenin başında üretim için bir bağış toplama kampanyası başlattık ve aslında bütçenin büyük bir kısmı bu şekilde sağlandı ve şu anda parçaların çoğu bize destek olan insanlarla beraber.
Bu parça parça olma hali, genelin birliğiyle ilgili de bir tarafı olduğu için hepimizin birbirimizden ayrışık ama bir arada olduğumuza dair bir çağrıyı da beraberinde getiriyor. Biz onu birleştirdik ve sonra parçalarıyla dünyaya, insanlara dağıldı. Çok farklı yerlerde şu anda parçaları. Onun da sembolik bir tamamlanması oluyor iş bittikten sonra. Yani her parçanın biriyle beraber evine gitmiş olması ve dağınık bir şekilde farklı yerlerde de var olmaya devam ediyor olması sanırım en doğru hali – yani onu kurmaktan çok. Çünkü, dediğim gibi, işlerin bir nebze geçici olması bizim işimizin bir parçası. Her zaman olmasa da çoğunlukla. Kaldırıldıktan sonra dağılıp hâlâ bir yerde o etkisine devam ediyor olması bence çok önemli.
Gümrah: The Face’ten kalan zamanda bir Burning Man deneyimi yaşayabildiniz mi?
Milen: Elimizden geleni yaptık, çok yorgun olmanın dışında. Gerçekten koşulları çok zor bir seneydi bu sene. Yani daha önceki senelere göre çok ciddi kum fırtınalarının olduğu -insanların paylaştığı bilgiler bunlar tabii, biz buna çok hakim değiliz ama- çok sıcak hava dalgalarının olduğu bir zamandı. Los Angeles’ta dükkanlar kapatılıyordu sıcaklardan dolayı, biz çöldeydik o sırada. Yani inanılmaz bir sıcak ve üstüne kum fırtınaları ile beraber…
Deni: Bir de üzerine çok fazla fiziksel iş. Ama şu andan bahsetmek belki güzel olur. Biz kurmaya başladık, artık dördüncü gün festival başladı ve akşam oldu. Kafamızı bir kaldırdık…
Milen: Ve devam ediyoruz bu arada. Yetişemedik, yani birçok eser yetişemedi.
Deni: Aynen. Yani festival başladıktan iki gün sonra tam olarak bitmişti aslında ama o festival başladığı gün biz de bayağı bir yol aldığımız bir anda, kafamızı akşamın bir saatinde kaldırdığımızda etrafımızda gördüğümüz o görsel şölen! Yani çok çok etkileyici görselliği olan bir ortam. O kadar çok stimülasyon var ki etrafta, orada herhalde bir tür hayatta kalma savaşı, adrenalin durumu da var. O kadar yorgunluğa ve zorluğa rağmen merak daha ağır bastı diyeyim. Dolayısıyla evet, işimiz bittiği andan itibaren aslında sanki hiç yorulmamış, hiçbir şey yapmamışız gibi en azından beş gün bayağı içine girdik ve yaşadık Burning Man’i.
Milen: Yani zaten Burning Man’in iddiası içimizdeki çocuğa hitap ediyor olması, herkesin o çocuksu halini dışarı çıkarması için bir fırsat yaratması. Çocuklar için bir şehir gibi ama her yaştan insan var. Tabii herkesin kendi hayal dünyasını getirdiği bir yer. Normalde festivaller bir prodüksiyon tasarımı ile kuruluyor – biz de bu işi yapıyoruz – insanların ne deneyimleyeceğini tasarlıyorsunuz. Burada öyle bir durum yok. Burada herkes katılımcı. Yani aslında kamp kuran veya sahne getiren insanlar da Burning Man’e katılan insanlar. O yüzden herkesin getirdiği bir şeyle birlikte bir festivale dönüşüyor ve bu çok etkileyici. Herkesin iç dünyasını izliyorsun ve çok eğlenceli. Yani bisikletlerin üstünde sana heyecan verecek “o şeyi” arayan çocuklarız merak içinde. Çok müthiş bir deneyimdi.
Gümrah: Bu kadar spiritüel bir işten sonra ne yapacaksınız?
Milen: Meditasyon. Ben başka hiçbir şey yapamıyorum şu an.
Gümrah: Ne yapıyorsunuz mesela şu an, üzerine çalıştığınız yeni bir proje var mı?
Deni: Yatış üzerine çok da güzel. (gülüyor)
Milen: Derinleşiyoruz. Böyle mi yatsam? Gerçekten neyin üzerine çalışıyoruz… “Echoes From Agartha” önemli bir proje bizim için ve uzun vadede onunla ilgili kurduğumuz hayaller var. Şu anda onunla ilgili bir şeyler de yapıyoruz bir yandan. Yani onun da adını geçirmek çok isterim çünkü benim için- Deni için de öyle olduğunu düşünüyorum – bizim için hayallerimizi gerçekleştirebileceğimiz çok değerli bir yere evrildi. Orası da müthiş bir oyun alanı. Aşağı kalır yanı yok yani Burning Man deneyiminden.
Gümrah: Peki size şehirden bir köşe ayıracak olsak nereyi ayıralım istersiniz, kamusal bir alan?
Milen: Kamusal alan…
Ya ben Beyoğlu Anadolu Lisesi mezunuyum. Yani on bir yaşında İstiklal’e gidip gelmeye başladım. O yüzden benim için karşı konulmazdır İstiklal ve Taksim Meydanı. Ama tabii ki enerjisi çok değişmiş olmakla beraber ne zaman büyük kamusal alan desem ben Taksim Meydanına koyduğum kocaman bir sanat eseri düşünüyorum, başka hiçbir şey düşünemiyorum.
Deni: Gazhane olur.
Gümrah: Deni düşündü ve plan yaptı şu anda.
Milen: Ayakları yere basan bir insan o.
Gümrah: Çöl benim için çok etkileyici bir coğrafya. Hayatımın bir döneminde üstüste ziyaret edip kafa yormuştum bana neden böyle hissettirdiğine dair. Jean Baudrillard’ın Amerika kitabındaki “Çöl, bedenin iç sessizliğinin doğal bir uzantısıdır.” diye tarif ettiği çöl felsefesi ilham vermiştir hep bana. Sizin bu yolculuğunuzu dinlemek de içimdeki çölü uyandırdı bir kez daha. Teşekkür ederim bu güzel sohbet için. NAE’nin gelecek dönemde bize anlatacağı hikayeleri merakla bekliyorum. Başka eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Milen: Daha çoklarını yaratmak istiyorum ben. Burning Man’e gitmenin ötesinde ‘Burning Man like experiences’ peşinde olmamız gerektiğini düşünüyorum her yerde – burada da ve her yerde! Çünkü aslında bu oyun alanlarına herkesin ruhunun acayip ihtiyacı var. Bu kadar karmaşık ve çelişkili hayatlar yaşarken, özellikle Ortadoğu’da bir yerdeyken ve İstanbul gibi, Türkiye gibi, bu kadar eklektik tarihi, inanılmaz sanatsal derinliği olan bir yerde bizim belli standartlara, belli beklentilere bağlı hayatlarımız olması bence en önemli ilham noktamız olmalı. Burning Man’e gitmek ile ilgili bir şey olmadığını aslında söyleyebilirim gittikten sonra. Zaten hevesimiz de şöyle bir yerdeydi bizim için; dünyanın farklı ve iyi festivallerinin hepsine gitmek istiyoruz, çünkü festival tasarlıyoruz ve bu bizim için önemli. Ama gerçekten esas motivasyon oraya gitmek değil de buralarda, her yerde, sürekli bir şekilde bu çocuksu duyguyu içimizden çıkartacak, bu şaşkınlık, hayranlık ve heyecan hissini yaratacak deneyimler yaratalım, önemli olan o.
Milen ve Deni Nae, Gökova

VAROLUŞUN USTA KURGUCUSU: JENNY HVAL
Röportaj: Ceren Kahveci
Oslo asıllı multidisipliner sanatçı Jenny Hval, sıradanlığa meydan okuyan kompozisyonlar, ütopik görünmekten çekinmeyen görseller ve var olmaya ilişik tartışma konularını ele alan eserleri ile senelerdir dinleyiciyi tutku dolu serüvenlere çıkarıyor. Sanatını sadece bir kutuya hapsetmeden müzik, şiir, yazı ve performans sanatlarıyla kendini sahnede bulan Hval, “sadece kendisi” olmanın tanımını ararken benliğini gözler önünde parçalara bölüyor, hikayelere döküyor. 4-5-6 Kasım’da gerçekleşecek olan Beats by Girlz Türkiye Festivali’nde çevrimiçi söyleşi ile katılımcılarla buluşacak olan sanatçıyla prodüksiyon süreci, sahne kimliği ve bir sanatçının kendini anlama arzusu üzerine konuştuk.
Öncelikle merhaba Jenny, seni burada ağırlamak çok özel. Son zamanlarda hayat nasıl gidiyor?
Hayatım son zamanlarda biraz dramatik, ki normalde hiç böyle değildir! Köpeğim Salı günü çok hastalandı ve uzun bir süredir bunu yenebileceğinden emin değildik… ama şimdi evde ve gayet iyi görünüyor. Bundan dolayı son zamanlarda hiçbir şey yapmaya zamanım kalmadı! Aradığınız cevap büyük bir ihtimalle bu değildi, fakat hayat sürprizlerle dolu.
Sektörde farklı kalıplarda çıkardığı eserleri en pürüzsüz ve keyifli bir şekilde birleştiren multidisipliner sanatçılardan birisin. Bir hikaye, fikir, veya düşünceyi hangi formatta dünyaya aktaracağını nasıl seçiyorsun?
Teşekkür ederim. Çok da pürüzsüz bir duruşum olduğunu düşünmüyorum, ama başkalarının böyle düşünüyor olması hoşuma gidiyor. Bu bir şeyleri başardım, doğru yapıyorum demek. Genellikle bir şeye odaklanmayı planlıyorum, bundan dolayı bu daha çok pratikliğe bağlı bir seçim oluyor. Eğer prodüksiyon aygıtlarımı çıkarmışsam, ses kaydı üzerine çalışırım. Eğer yazmaya odaklandığım bir dönemdeysem, bilgisayarımı çıkarıp yazarım. Ama normalde birkaç proje üzerinde aynı anda çalışıyorum ve bunlar birbirini etkiliyor.
Beats by Girlz festivaline yazılı eserlerin üzerine konuşmak için katılıyorsun. Okuyucunun sesini duymadığı veya seni görmediği, tamamıyla kullandığın kelimelere odaklandığı bir formata olan yaklaşımını nasıl kuruyorsun?
Senelerce “duyan” veya “duyulmayı isteyen” bir ses bulmaya çalıştım. Duyuların farkında olan bir sesti bu sanırım, tıpkı bir kayıt gibi. Ama müzik benim için yapması daha kolay bir şeydi – böyle oldu. Müzik yaptığımda her zaman “zaten oradaydım”, anı yaşıyordum fakat kelimelerle çalışırken kendimi yakalamak için daha uzun ve karmaşık bir yol izlediğimi hissediyordum. Şimdi yazının, vücut bulmanın ve kağıttan dışarı adım atmanın hayalini kuran bir sanat biçimi olduğunu düşünüyorum. Müzik ise vücuttan dışarı çıkıp sayfaya dökülmeyi hayal eden, düşünmek için daha çok zaman harcanan bir sanat biçimi. Fakat belki de kağıt da bir vücuttur diyebilir miyiz?
Eserlerin, cinsiyet konseptinin özüne inen her şeyi çerçeveliyor diyebiliriz: derin sözlerle aktarılmış, cinsellik, aşk, ve ‘sistem’ üzerine düşünceler. Varoluşa bu kadar sıkıca bağlanmış düşünceleri kelimelere dökebilme kabiliyetini nasıl keşfettin?
Sanırım bu benim için çok doğal bir şekilde gelişti. Belki de hayatımın başlarında hep müzikle içli dışlı olduğum için. Babam Annette Peacock ve Diamanda Galás gibi sanatçılardan şarkılar dinletirdi. Sonrasında üniversite hayatımda performans ve tiyatroyla beraber şiir ve yazı okudum ve benim okulumda feminist performans sanatlarına çok yoğun bir ilgi vardı. Galiba sesimin doğal bir şekilde hakikati parçalara bölme, cinsiyet ve cinselliğin keşfi ve kendi yumuşak sesli iç monoloğum arasında bir kesişime dönüştüğünü hissettim.
Çok güçlü bir sanatçısın. Özellikle bir kadın olarak sektöre giriş yolunu nasıl çizdin?
Her ne kadar belki de hiçbir zaman müzik sektörünün eserlere profesyonel miksaj ve düzenleme ile “yüksek kalite ses” standardı getirmesini anlayamayacak olsam da, her zaman sohbet etmekten ve beraber çalışmaktan çok hoşlandım. Benim hayalimdeki dünyada, eseri yaratıyorsun ve daha doğrudan bir şekilde dinleyiciye iletiyorsun. Fakat müzik üzerine çalıştığımda bu olmuyor, bu şekilde bir etkileşimi en başlarda kendi CD-R’larımı yaptığım zamanlardan beri gerçekleştiremedim. Belki de canlı performans olduğunda bu oluyor diyebiliriz.
Çıkardığın her yeni eserlerle dinleyicilerini seninle kişisel bir yolculuğa çıkarıyorsun, bazen senin bile tam olarak cevaplayamadığın sorular soruyorsun. Kendini ve etrafını anlamak için çıktığın bu serüveni başkalarıyla paylaşıyorsun, onlar dokunmadan uzaktan izliyor. Bu da birinin bir şeyleri anlamak için verdiği mücadeleyi ihtişamlı bir gösteriye dönüştürüyor. Sen Jenny Hval’ı nasıl tanımlardın, hem kadın hem de sanatçı olarak?
Aslında eserlerimde dinleyicinin bir katılımı, etkisi olduğunu düşünüyorum. Sanatçı olan Jenny Hval, sahnede olan kişi, umuyorum ki hep beraber oynadığımız bir rol, bir yol kesişimi aslında. Belki onunla beraber ya da ona karşı oynadığımız bir rol. Kişi olarak Jenny Hval ise o sanatçı rolüne bürünen biri. Vücudunu, sesini ve oluşumunu ona adayan biri.
Eserlerin belli şeyler üzerine olan düşüncelerin üzerine dinleyiciye güçlü fikirler veriyor. Kışkırtıcı olmaktan çekinmiyorsun. Son albümün ‘Classic Objects’te fikirlerinin zamanla ve tecrübeyle değişmesinden bahsediyorsun, mesela evlilik üzerine olan düşüncelerinin. Hiç “belki de bundan bahsetmeye daha hazır değildim” dediğin bir zaman oldu mu?
Konuştuğum, bahsettiğim şeylerin her zaman farkında olmuyorum. Yazarken yazdıklarımın alacağı tepkileri ya da eserlerimin beni bir birey olarak nasıl portreleyeceğini düşünmemeliyim, çünkü o zaman duygusal ve entelektüel korumacılığım beni yazmaktan alıkoyuyor. Düşündüğüm şeyler sorumluluğum, başkalarına karşı empatim oluyor, fakat tecrübelerim ve bunların nasıl görüneceği üzerine kafa yormuyorum. Bunları bir kenara koyuyorum. Kurgularken, onu yazarken, kelime ve dokularla eser yaratmanın sana teşhis koymaya çalışan terapistinle, seni anlamaya çalışan arkadaşınla, ya da seni korumaya çalışan günlüğünle konuşmakla benzer olmadığını unutmamak oldukça önemli. Dinleyici dilediği kadar farklı düşünce ve bakış açısı arasında gidip gelebilir. Bağlanmanın, anlaşılmanın milyonlarca yolu var. Sanat, etrafındakiler, yapılar ve dinleyici olmadan tanımlanamayacak bir ses ve vücudun keşfedilme alanı. Evlilikten bahsettiğimiz için de şunu soruyorum… gerçek hayatta bile, kim evliliğin onlar için ne anlama geldiğini kültürel, politik, sosyal yapılanmalardan etkilenmeden tanımlayabilir ki? Veya Tanrı? Ya da cinsellik?
Hval’ın 2022 çıkışlı albümü ‘Classic Objects’ kapağı
Eserlerinle etkileşenlerin senin dünyana kişisel bir kapı açacak olmaları düşüncesiyle rahat olma sürecini nasıl yönetiyorsun? Böyle bir süreç var mı, yoksa bu sana daha doğal mı geliyor?
Sanırım bu hep gelişen bir süreç, ama eserlerimle etkileşenler gerçekten de benim kişisel dünyama giriyor olacaklar mı?
Toplum, dediğin şeylere nasıl tepki veriyor?
Bunu onlara sormalısın, bana değil!
Son soru: Şu an sektörde kendilerine yol açmak isteyen kadın sanatçılara önerin ne olurdu?
Merakınızı kaybetmeyin ve kendinize zaman verin.
View this post on Instagram
Jenny Hval, 4-5-6 Kasım tarihlerinde Yapı Kredi bomontiada’da gerçekleşecek olan Beats by Girlz festivali kapsamında katılımcılarla buluşuyor. Sanatçı, 5 Kasım Cumartesi günü 13.15-14.00 saatleri arasında Umami Kitap’tan Büşra Mutlu ile çevrimiçi söyleşi yapacak. Hval’ın söyleşisine ve festivalin geri kalan etkinliklerine ücretsiz katılabilirsiniz.

"BEN"LİK, ŞEHİR VE TOPLUM: MAMUT ART PROJECT'İN 10. YILINDA, SANATÇILARIN ZİHNİNDE DOLANDIĞIMIZ KISA BİR TURA ÇIKIYORUZ
Röportaj: Ceren Kahveci
Fotoğraf: Emirkan Corut
Ülkedeki bağımsız yetenekleri ince çalışılmış kürasyonu ile her yıl bizlerle buluşturan Mamut Art Project, onuncu edisyonu ile 26-30 Ekim arası Yapı Kredi bomontiada’da sanatseverlerle buluşuyor. Üretimlerinde, kendileri ve içinde bulundukları toplumu anlayabilmek ve anlatabilmeye odaklanan 49 sanatçıyla, aralarında komüniteden tanıdık simalar ve yeni bir sürü isimle bizi bir araya getiriyor. Eserlerin arasında buluştuğumuz sanatçılarla bir yandan sohbet ederken keyifli bir tura çıkıyoruz.
Mamut Art Project’in bu yılki jürisinde, British Council Türkiye sanat direktörü Esra A. Aysun; iş insanı, hukukçu, koleksiyoner Mehmet Ali Bakanay; sanatçı Antonio Cosentino; sanat tarihçisi, küratör ve sanat eleştirmeni Nazlı Pektaş ve Zilberman Galeri’nin kurucusu ve koleksiyoner Moiz Zilberman yer alıyor.
Eserleri aracılığıyla başkasında kendimizi görme, iki boyutlu çalışmalarla bağ kurabilme zevkine ulaştığımız katılımcılardan birkaçıyla, yollarını MAP ile çatıştıran sergileri üzerine sohbet ettik.
Gökhan Çiçek “Belirsizlikler”
Gökhan Çiçek’e soruyoruz:
Estetik algı, bakma ve analiz etme duyusu neye göre gelişiyor sence insanlarda? Bu fiziksel unsurun kendi küçük dünyamızdaki etkisini nasıl fark etmeye başlıyoruz sence?
Gökhan: İnsanda estetik algı, bakma ve analiz etme gibi duyguların gelişimini tek bir faktöre bağlamak yanlış olacaktır. Özellikle fotoğraf gibi günümüzde çok disiplinli olma yolunda ilerleyen sanat dallarında kişi belirli bir estetik kültür ve dil oluşturmak adına bir çok kaynaktan beslenmeli ve kesesini bir çok farklı disiplinle doldurmalıdır. Bu disiplinler sanat olabileceği gibi felsefe, edebiyat ve hatta günümüz teknoloji çağında bilgisayar teknolojileri dahi olabilir.
Bu unsurun kendi dünyamızdaki etkisini farketmemiz bir hayli zor. Kişi, bakma ve analiz etme kabiliyetlerini çok yönlü bir şekilde geliştirirdiği takdirde bu kabiliyetler ile iç dünyasını analiz ederek, bireydeki etkisini pekala gözlemleyebilir. Yine kişi toplumdan gelen verileri de analiz ederek kendi dünyasında olan bitenleri bir başka göz aracılığıyla gözlemleyebilir.
Estetik algı, bakma ve analizin gelişim sürecini kişinin ileriye doğru hareket ederken aynı zamanda kaçacağı bir kaçış rampası olarak görüyorum. Kişi bu gelişim sürecinde varolma düşüncesinden kaçarken aynı zamanda varlığını da kabullenerek bir noktada kendini yok ediyor ve bu yok oluştan kopan parçalar sanatla birleşerek kişinin özgün dilini oluşturuyor.
Kamera ile bakma eylemini manipüle edebiliyor, değiştirebiliyorsun, eserlerinde de buna odaklanıyorsun. Kendi kişisel hayatında, günlük hayatında bu eylemi pozitif bir şekilde kontrol ediyor musun? Yoksa daha sonra üzerine düşünürken temize çekilen bir bakış açısı mı güdüyorsun?
Gökhan: Kameranın gerçekleri manipüle edecek bir yanının olduğu reddedilemeyecek bir gerçek. Fakat benim için, kamera görünen gerçekleri manipule ederken iç dünyamdaki görünmeyen gerçekleri gözler önüne serdiğim bir araç olarak öne çıkıyor.
Fotoğraf, bana kişilerin varoluşlarının temelinde yatan çarpıklıkların gerçek yüzünü ortaya çıkarırken, aynı zamanda acı çeken ve sıkıntı içerisinde olan toplumu anlamlandırmama yardımcı oluyor. Bu anlamlandırma da, beni daha derinlerde bir şeylerin cevaplarını aramaya yönlendiriyor.
Çalışmalarımda da bu manipüle edilmiş gerçekleri plansız ve doğaçlama işlerle anlık olarak ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Bu anlık gerçekleri o anda ortaya çıkarmanın gerçekliği anlamlandırmaya en çok yaklaşabileceğim an olduğunu düşünüyorum. Bu plansız ve doğaçlama çalışma tarzını, kişisel hayatıma da yansıtarak manipüle edilmiş gerçekleri asıl anlamlarından kopartmaya çalışıyorum.
Mathilde M. An “POOLBOX #1”
Mathilde M. An’a soruyoruz:
Çalışmalarını kolektif hafıza üzerine yoğunlaştırıyorsun, arşivlerle çalışıyorsun. Kolektif hafızayı nasıl tanımlıyorsun?
Mathilde: Ben bu işlere kendi kişisel hafızamdan yola çıkarak başlamıştım. “Kişisel hafızamı nasıl kolektif hafızaya aktarabilirim, nasıl bir parçası olabilirim?” Bu yüzden arşivlerle çalışmaya başladım. Aslında “imaj”la çalışmaya başladım, fotoğraf, video, enstalasyon… Farklı bir bakış açısı yaratmaya çalışıyorum.
Aydınlığa çıkarmak için seçtiğin hikayelerde neye dikkat ediyorsun?
Mathilde: Arşivleri ben fosilleştirmeye çalışıyorum. Dijital bir dönemde yaşıyoruz, günde binlerce fotoğraf yaratıyoruz fakat zaten yaratılmış fotoğraflar var tarihimizde, onları tekrardan aydınlatmaya çalışıyorum. Bu fotoğraflar 1966 yılında İzmir’de bir havuzun açılışından fotoğraflar. Dansözler ve müzisyenler davet edildi, su altında bir gösteri yaptılar. Bunları metinlerinden ayırıp, arşivleri farklı bir şekilde göstermeye çalışıyorum.
Kolektif hafızanın kişisel hayatımızdaki önemini nasıl açıklardın? Senin olduğun kişiyi nasıl etkiledi mesela etraftan duyduğun, anlatılan hikayeler ve kişiler?
Mathilde: Biz bu dünyanın bir parçasıyız. Her gün kişisel hafızamızı kolektif hafızaya aktarıyoruz. Benim ilk deneyimim kendi kişisel hafızam oldu, ilk çalıştığım arşivler benim arşivimdi. Daha sonra insanlardan toplayarak kolektif bir hafızaya dönüştürüyorum.
Bilge Artuç
Göknur Avcı “Karga”
Maide Aybala “ve seni gördüm, eğninde bir mavi gözlerin vardı”
Gülnihal Yıldız
Ci Demi “Unutursan Darılmam”
Ci Demi’ye soruyoruz:
Eserlerin ve sanatın, İstanbul’da geçmiş olan hayatının bu şehirden nasıl etkilendiğini analiz ediyor. Şehirle kurduğun ilişkiyi gözler önüne seriyorsun, ve şehirle olan ilişki de çoğu insanın hayatındaki en uzun süren ilişkilerden biri diyebiliriz. İstanbul’u bir insan gibi tanımlasan, bu ilişkinizi nasıl yorumlardın?
Ci: İstanbul’u kendime benzetiyorum ve onunla alıp veremediğim her şey bundan kaynaklanıyor. İstanbul, bikontinental; ben de bipolarım. Her ikimiz de kendi içimizde çelişiyoruz bazen — çünkü aynı anda iki farklı hikayeye aitiz ikimiz de. Öte yandan, ben kendimin en iyi arkadaşıyım diye düşünürüm; İstanbul, tanısaydı kendisini bu kadar sever miydi? Bilmiyorum.
Şehri kariyerin boyunca didik didik etmiş bir sanatçısın, buna Unutursan Darılmam‘da da devam ediyorsun. İstanbul’la ilgili hakikati nasıl tanımlarsın? Seni buraları keşfetmeye iten şey tam olarak ne unsuru oluyor bu şehirde?
Ci: “Unutursan Darılmam”, hem şehrin bana söylediği, hem de benim şehre söylediğim bir laf. 2019’da başlayıp 2021’e kadar süren ve beni evden çıkamaz hale getiren depresyonum sırasında icat ettiğim bir “sözleşme”: Bir gün gelecek ve içimizden biri gidecek ama sorun değil bu, çünkü biz aramızda anlaştık. İstanbul, gidilen bir yerdir, yani yola çıkılan o başlangıç noktası; o hep geride bırakılır ve bunun melankolisi, burada kalanların üzerine sinmiştir. İstanbul’u irdelemek benim için çok kendiliğinden olagelen bir eylem diğer yandan; o benim Ataşehir’deki çocukluk anım, Kadife Sokak’taki gençliğim ve Kireçburnu’ndaki yetişkinliğim.
İstanbul’un sana borçlu olduğunu söylüyorsun. İstanbul sana bu borcu geri ödeyebilir mi sence?
Ci: Doğru, İstanbul bana yeni bir yaşam borçlu. İnanır mısınız, sanki şehir bunun farkına varmış ve deniyormuş gibi gelmeye başladı bana, özellikle 2022 itibarıyla. Ama ben gitmeye çoktan karar verdim. Bu da bizim ortak hikayemizin hüzünlü tabiatından kaynaklanıyor.
Aslı Çelikel “PÜR”
Aslı Çelikel’e soruyoruz:
Görmeyi hayal ettiğin dünyadaki güzellik/çirkinlik, iyilik/kötülük dengesini nasıl hayal ediyorsun?
Aslı: Yaklaşık on iki senedir İstanbul’da yaşıyorum ve Antalya gibi küçük bir şehirden geldim. Buraya geldiğimde bu metropolün kalabalık hali ve reklam sektöründe çalışmamdan ötürü boğulduğumu fark ettim. Bu arınma isteğinden dolayı beyaz fotoğraflarla başladım aslında, ve bir süre sonra tek, arınmış, hareket etmeyen nesnelere odaklanmaya başladım. İyilik/kötülük meselesine gelirsek, aslında bundan çok iyi hissetmek ve sabah uyandığımda ne görmek istediğime bağlı olarak gelişti bu proje. “Gözümü açtığımda bu kareyi gördüğüm an bu doğru bir karedir” diye devam etti seri. Bu konuda renklerin de bana çok yardım ettiğini fark ettim. Renklerle bu duyguyu daha iyi ifade edebiliyorum, ve böyle bir seri çıktı. Yan yana koyduğumda [fotoğrafları], masalardayım hep. Masa hepimiz için çok önemli bir şey, etrafında toplandığımız bir şey. O yüzden ev aidiyet, köklerle ilgili yerlere de sürüklüyor bu proje.
İçinde uyanmak istediğin dünyada başkalarının arzularına nasıl yer veriyorsun? Yer vermen gereken bir boyutta bir dünya mıdır bu?
Aslı: Onu şöyle açıklayabilirim aslında: genelde kimseyi düşünmeden çekiyorum. Kendi hislerim doğrultusunda, duygularıma göre hareket etmeye çalışıyorum. Çektikten sonra da o hissiyatımın başkalarına geçip geçmeme kaygısını tabii ki de yaşıyorum. Görselde bir sanatçının bir ağrısı vardır ve buna hizmet edecek bir söz söylemek için onu yapar. Ben sana bir şey söylüyorum, ama bir yandan aslında ben “sen”im. Sen onu ne kadar alıyorsan ben sana o kadar ulaşabilirim. En basitinde direk, dolaylı olmayan mesajı vermek meselesine dönüştü. Ben netleşmek için aslında sanat tüketiyorum, cevaplar aradığım için. Böyle düşünürken de eserlerimde netlik sağlamaya çalışıyorum, arınma psikolojisi üzerine devam ediyorum. Kaygıya gelince, o bende yok. Çekerken asla olmuyor. Çöpte turuncu bir şey gördüğümde o anki heyecanımı keşke görebilseniz, bunu kelimelerle asla ifade edemezdim. Bu yüzden görsel sanatçılık bana çok iyi gelen bir şey, iletişimin en doğru yolu benim için.
İbrahim Özvariş “Beni Neredeyse Unutuyordum”
İbrahim Özvariş’e soruyoruz:
Karmaşık bir dönemde, içsel yolculuğunda girdiğin çıkmaz sokağı anlatan fotoğraf ve video projesi ile sergidesin. O çıkmaz sokağın içinde olmadığında, o sokağa tekrar baktığında ne görüyorsun?
İbrahim: Şimdilik uzaklaşmış olsam da o sokak zaman zaman uğrayabildiğim bir yer. Aynı mahallede ama şimdi farklı bir sokaktan baktığımda o sokağın artık çıkmaz bir sokak olmadığını yeni yollara yeni kapılara açıldığını söyleyebilirim. O çıkmaz sokağın içerisindeyken çaresiz, umutsuz ve sadece tüketen bir sürecin içerisindeyken görüyorum kendimi. “Beni neredeyse unutuyordum.” serisiyle bu çıkmazdan kurtulmak adına fotoğrafla tekrar buluştum. Fotoğraf ve bu seri beni arayışların ortasında yeni sokaklara, yollara ulaştırdı.
Çiçeklerle süslenmiş bir dönem değil o karmaşık içsel yolculuk. Büyüyerek, değişerek içinden çıktığın bu süreci eserlerinle ölümsüzleştirmek seni nasıl hissettirdi?
İbrahim: Kendimi ve dertlerimi, kelimeler yerine fotoğrafla daha iyi ifade ettiğimi düşünüyorum. ‘’Beni neredeyse unutuyordum.” serisi, bana iyi gelen bir şeyi uzun zamandır yapamamanın, uzaklaşmanın ve bunun yarattığı acıdan yola çıkarak kendime kendimi hatırlatmayı, bunu yeniden görerek, düşünerek, durarak var olma çabasıyla ortaya çıktı. Fotoğraf bakmak ve çekmek süreci bana her zaman iyi hissetiriyor. Sanırım bu iyilik halinin nedeni dış dünyayla iletişim kurabildiğim en iyi aracın fotoğraf olmasından. Bu serinin oluşmasına neden olan süreçte de, kendimi en iyi ifade ettiğim ve yapmayı bildiğim şeye sarıldım fotoğraf çekmeye. Süreci fotoğraflarla ölümsüzleştirmek kendimi ifade edebilmiş ve derdimi anlatabilmiş gibi hissettiriyor. Bu yüzden bana iyi geliyor. Kendimi hatırladığım ve aynı zamanda kendimi iyi anlamda kaybettiğim fotoğraf çekmeyi daha çok yapmam gerektiğini düşünüyorum. Dönüp fotoğraflara baktığımda benim için bir kırılma süreci içerisindeymişim gibi hissediyorum. Bu kırılma ve dönüşüm sürecini fotoğrafla ölümsüzleştirmek iyi geçen bir terapi seansı sonrası gibi iyi hissettirdi.
Can Dağlı “In Vivo In Ovo”
Fuat Değirmenci “Monolith”
Fuat Değirmenci’ye soruyoruz:
“Monolith” toplumda kendini ifade etme çabası sürecinde ezme ve ezilme üzerine bir sistem eleştirisi. Bir toplu hareket olarak “ezme” algısını ve isteğini nasıl yorumluyorsun?
Fuat: Aslında ben burada belli bir kesime hitap etmek istememiştim, herkesinden kendinden bir şey görebilmesi için böyle yapmıştım. Herkes bu eserden kendine göre bir şey buldu, ve bu benim hoşuma da gidiyor. Sırf benim kendi düşüncem değil, burada insanların kendinden de bir şey bulabilmesi önemli bir şeydi. Negatif bir çalışmaydı aslında, ama insanlar burada ne anlatmak istediğime dair kendine göre bir fikir ediniyor ve bu da hoşuma gidiyor tabii ki.
Bu algının ve hareketin farkına varmak, bunun üzerine anlatım yapmanın senin üzerindeki etkisi nasıl oldu?
Fuat: Bu soruya şöyle cevap verebilirim aslında, benim aldığım ilham genellikle toplumsal veya doğa olaylarından oluyor. Genellikle geçtiğimiz senelerde, pandemi gibi mesela, aslında toplumsal olaylara evrilen bir dönem oldu. Herkesin aynı ağızdan aynı şeyleri bağırması biraz beni tetikleyen bir durum olmuştu, ki o zaman da insan bedenleriyle çalışmaya başlamıştım. İnsanı en kolay anlatabildiğim şeyin insan bedeni olduğunu düşünüyorum, çünkü kompleks bir yapıyız ve bu kompleks yapıyı her şeye çevirip yorabiliriz, yorumlayabiliriz. O yüzden en kompleks şeyi en minimal şekilde anlatıp, insanların kendisine bakabilmesi için genellikle insan bedenlerini kullanıyorum. Bunu yaparken de aslında, bir yandan da toplumsal olaylar beni tetikleyen olaylar oluyor. Gözlemlemeyi seviyorum, her kültürden ve her türden insanın düşüncelerini takip etmeye çalışıyorum, bu durumlar tabii ki beni tetikleyici şeyler oluyor. Sonucunda da böyle şeyler ifade etmeye çalışıyorum.
Dilşad Demir “Peki Bu Kadın Kim?”
Dilşad Demir’e soruyoruz:
“Peki bu kadın kim?” sorusunu cevaplarken hangi açılardan o insanı ele alıyorsun, tanımadığın bir kadını anlamakta nasıl bir yaklaşımın oluyor?
Dilşad: “Peki Bu Kadın Kim?” sorusu, sorması kadar cevaplaması da oldukça güç bir soru aslında. Tanımadığım o kadına; yüzeyden uzak, öğretilmiş cevaplardan tatmin olmayan çocukça bir ısrar ile yaklaşıyorum. Rüzgarı durduruyorum, gündelik işlerini izliyorum, bir buğday tarlasında peşine takılıyorum. Soruyorum, soruyorum… Sordukça anlıyorum Nazlı’yı ve sorabilmenin güzelliğini. Belki bu soruya hiçbir zaman tam bir cevap bulamıyorum fakat soruyu sormaya kalkışma cesaretini seviyorum.
İnsanlar sana bakıp bu soruyu sorduklarında, bir sanatçı olarak seni nasıl ele alıyorlar? Dışardan bakan bir gözün farkında olmak seni nasıl hareket etmeye itiyor?
Dilşad: İnsanlar bana “Peki Bu Kadın Kim?” diye soruyorlar. Gerçekten bilmiyorum! Üretirken kendi derdim olduğundan emin olduğum bu soruyu ortak derdimiz haline getirmek, parçalayarak küçültüyor kaygılarımı sergide. Bu soru, tek başımayken üstüme yığılıyor ama hep beraber sorgulayıp düşününce yükü paylaşıp hafifliyoruz sanki. Bu motivasyonla dışarıdan bakan gözleri sessizce izliyor, kendi kendilerine sorabilmeleri için hiç sesimi çıkarmıyorum.
MRE “Tesadüfen Oradaydım”
MRE’ye soruyoruz:
Olayları tekrar kendine anlatmak, belki de daha iyi görebilmek için yarattığın bir seri bu. Renkler senin bu kabiliyetini nasıl etkiliyor, seni nasıl güçlendiriyor?
MRE: Bazı olaylar ile yüzleşmek pek kolay değil, hatta zaman zaman yıpratıcı olabiliyor. Sevdiğim renkleri ve formları kullanarak bu yüzleşme sürecinden en az hasarla çıkmaya çalışıyorum. Bu süreç şimdiye kadar iyi gidiyor.
Hikayeleri tekrar anlatmak, aslında çok büyük sorumluluk gerektiren bir durum. Dürüst, doğru, ve adil bir şekilde aktarmak çok önemli oluyor. Sen kendine, veya başkasına, bir durumu tekrar anlatırken nelere dikkat etmen gerektiğini düşünüyorsun? Bunu eserlerine nasıl taşıyorsun?
MRE: Hafıza aslında her şeyi değiştiriyor, hatırladığım şey resmin sonlarına doğru başka hikayelerle birleşebiliyor. Bu süreçte kendime karşı olabildiğince dürüst olmaya çalışıyorum ama değişkenliklere kapalı değilim. Bazen yan hikayeler ana hikayelerin önüne geçebiliyor, ben de müdahale etmiyorum.
Kendi karakterlerini yaratıyorsun. Bu karakterleri yaratmak için nereden ilham alıyorsun?
MRE: Öncelikle sahiplendiğim ağız formuna çizdiğim her birimde, her formda yer vermeye çalışıyorum. Daha sonra elimde, kafamda, üstümde ne varsa ondan bir şekilde ilham almaya çalışıyorum. Bazen ben kazanıyorum, bazen onlar.

BOŞ İSKEMLELER VE İMGENİN ARDINDAKİ HİKAYELER
Röportaj: Mina Aslan
Türkçede İsviçre çakısı dediğimiz türden bir sanatçı, tasarımcı, koleksiyoner, yayıncı, küratör ve akademisyen Erik Kessels. Bu yıl 212 Photography Istanbul’da jüri olmakla birlikte eserleri de program kapsamında sergilenen sanatçıyla kariyerinin başından bugüne bir yolculuğa çıktık. Kâh güldük, kâh hüzünlendik, yaratıcı sektörde dirsek çürütmüş büyüğümüzden tavsiye almadan da etmedik. Sizlere de bir boş iskemle ayırdık tabii, buyrun sohbete…
Bugün sizi tıpkı Useful Photography mecmuanızın son sayısında işlediğiniz tür bir “zoom köşesi”nden selamlıyorum. İstanbul’daki sergileri bizzat ziyaret etme fırsatınız oldu mu, gelecek misiniz?
İstanbul’a daha evvel birkaç kez geldim fakat ne yazık ki bu yıl 212’deki etkinliklere katılamadım, Eylül ve Ekim ayları hep böyle yoğun oluyor. Sergi ve yarışmayı uzaktan yönetmem gerekti.
Ödüllerin sahipleri açıklandığına göre sormamda sakınca olmadığını düşünüyorum; aklınızda kalan, sizi diğerlerinden daha derinden etkileyen isimler var mıydı bu yıl?
Bu tip yarışmalarda bir ön eleme ve finalistler oluyor ve muhakkak favorileriniz oluyor ama 4-5 farklı kişiyi bir araya getirip seçmeye çalıştığınızda herkesin farklı görüşleri oluyor doğal olarak. O yüzden kazanan-kaybeden ayrımlarını çok da anlamlı bulmuyorum. Bir kalifikasyondan ziyade jürinin o günkü modunu yansıtıyor bence. Çok büyük bir gruptan o 10-11 adayı seçip çıkartmak değerli, 5 kişilik bir jüri söz konusu olduğunda hepsinin kazanma şansı oluyor. Benim de kesinlikle favorim olan bir kişi vardı mesela, ama kazanmadı. Demokratik bir süreç.
Biraz sizden bahsedelim, yaratıcı dilinizi oluşturma süreciniz nasıldı? Çocukken mağaza vitrini tasarlama hayaliniz olduğundan ve vitrin tasarlamak için Politeknik eğitim aldığınızı okumuştum. Peki sonrası?
Gençken sürekli bir şeyler çizer, tasarlardım. Bir yandan da kendimi dışa vurmak için buna mecburdum çünkü 11 yaşındayken kız kardeşimi bir araba kazasında kaybettim. Biri kırmızı ışıkta karşıdan karşıya geçerken ona çarptı, 9 yaşındaydı. Ergenliğim bu bağlamda zorluydu, yasta olan ebeveynlerle büyüdüm ve evdeki tek çocuk bendim. Çoğu zaman evde kalır; kafamı dağıtmak için bir şeyler yaratır, yazar çizerdim. 17-18 yaşlarına gelince bunu yapmaya devam etmek istemediğimi fark ettim. Yalnız ve izole edici bir iş çünkü. Sonrasında tasarım ve iletişim ajanslarıyla çalışma kararı verdim çünkü ana disiplinim grafik tasarım, o konuda daha eğitimliyim. Ajansta çalıştığım dönem sanat okuluna gitmeye başladım, ikisini birlikte ilerlettim. Bu da daha iş için daha ana akım ve reklam niteliğinde işler yaparken bir yandan da kendi otonom işlerimi üretmem için bana alan açtı. Reklam ve tasarım işlerinde başarılıydım ve 1996’da Johan’la tüm hobilerimizi değerlendirebileceğimiz kreatif ajansımız KesselsKramer’ı Amsterdam’da açtık. Reklam ve sanatın hiç ortak noktası yok değil tabii ki; fakat sanat kafa karışıklığı yaratmak için var, reklam ve tasarımın amacı ise iletişim sağlayarak kafa karışıklığını gidermek. Bir müşteri için çalışırken elbette bazı çizgiler çekip o limitlerin içinde çalışıyorsunuz, sanatta ise limitsiz olmak gerekiyor. Bu iki ayrı şeye saygı duyabiliyor, ikisi arasında bir denge yakalayabiliyorum. Elbette fikirlerimden taviz vermekten nefret ediyorum ve şirketi kurduğumuz 25 yıldan beri bir tasarımcı ve reklamcı olarak vizyonumdan hiç taviz vermedim, ki bu bizim sektörümüzde nadirdir çünkü tabiri caizse çok fırsatçı bir sektörde çalışıyoruz. Bir yandan da bir sanatçı olarak reklam ve tasarım sektöründeki hikaye anlatıcılığı yetisinden de besleniyorum, reklamdan bağımsız yaptığım işlerde de kullanabiliyorum bunu. Reklamcılığın da sanat dünyasındaki özgür düşünceden çok faydalanabileceğini düşünüyorum. Benim için ikisi de birbirini besleyen pratikler oldu, ama günün sonunda birbirleriyle epey alakasızlar.
Bir gün işe tavuk kostümü ve Birdie Song çalan bir kasetçalarla gittiğiniz için işten atıldıktan sonra KesselsKramer’ı kurduğunuz doğru mu peki? Kimin fikriydi bu?
Pek de planlı bir şey değildi açıkçası. Belki tuhaf ama ben hiç plan yapmam. Bir gelecek planım da yok, hiç olmadı. İçimizden geldi. İş arkadaşım Johan Kramer’la Londra’da çalıştığımız şirketin biraz sıkıcı bir havası vardı. Bir ofise tıkışmış somurta somurta çalışan 40 kişi… Biz de sokağın karşısındaki kostüm dükkanının vitrininde duran tavuk kostümlerini kiralamaya karar verdik. O tavuk kostümü de epeydir gözümüze takılıyordu, hoşumuza gitmişti yani. Maksadımız insanları provoke etmek kadar keyif almaya da teşvik etmekti sanırım. “Madem hepimiz burdayız, niye kötü vakit geçirelim ki” gibi…
“Düşünce sürecindeki hatalardan bahsediyorum, ‘madem herkes böyle düşünüyor, ben de böyle düşüneyim’ diye kendinizi bir ‘doğruluk’ kervanında buluyorsunuz. Aynı fikirler için sıraya girenlerin trafiğinden sıyrılmak; hata yapmaktan ve dağınıklığı kucaklamaktan geçiyor.”
Sitenizdeki 12 kurallık inanç listenizde 10. sırada şu geliyor: “Kusurlar, kazalar, hatalar ve arada sırada ortaya çıkıveren “hay aksi”ler hayatı (ve işi) enteresan kılar.” Hatayı yaratıcılık için bir fırsat olarak konumlandırıyorsunuz. Saf veya rahat olmayan bir yaratıcı sürecin bahsi ve hatta kabulü, heves sahibi olsa da kendi ifadesini oluşturmakta güçlük çekenler için iç açıcı bir yaklaşım. Hata, başından beri yaratıcı sürecin doğal bir parçası olarak tanıdığınız bir şey miydi; yoksa bu sektörde yıllar boyu bu tarz şeylerin endişesini yaşadıktan sonra vardığınız bir tür aydınlanma mı bu?
Bu güzel bir soru. İlk defa “işte şimdi gerçekten heyecan verici ve anlamlı bir şey yarattım” dediğimde sanırım 28 yaşındaydım. Bu bana enteresan gelen bir mevzu çünkü çoğu zaman işin zanaatine, güzel görünmesine vesaire takılıyoruz ama artık sanatı icra etmek için gereken teknolojiyi öğrenmek 1, taş çatlasa 2 yıl sürüyor. Bu, süreci çok hızlandırıyor ve 18-19 yaşında medyumunda ustalaşmış insanlarla tanışabiliyorsunuz. Aynı madalyonun öbür yüzünde ise sadece 24-25 yaşında çeyrek hayat krizine girenler var çünkü çağımızda her şey çok çabuk akümüle oluyor. Erişim sahibi oldukları bilgi ve olasılıkların sonsuzluğu insanları boğmaya başlıyor. Bununla başa çıkabilmek için hata yapmak lazım. Özel hayattaki hatalardan bahsetmiyorum, onları hepimiz yapıyoruz. Düşünce sürecindeki hatalardan bahsediyorum, “madem herkes böyle düşünüyor, ben de böyle düşüneyim” diye kendinizi bir “doğruluk” kervanında buluyorsunuz. Aynı fikirler için sıraya girenlerin trafiğinden sıyrılmak; hata yapmaktan ve dağınıklığı kucaklamaktan geçiyor. Navigasyonun “yanlış döndün, geri dön” komutlarına kulak asmadığınızda kendinizi enteresan bir yerde bulabildiğiniz gibi. Bence insan böyle düşünmeli. Yanlış anlaşılmasın, ben de en az herkes kadar amatörüm. Yeni bir fikir ararken sık sık kendimden utanıyorum. Çünkü yıllardır bunu yapmama rağmen hala aklıma klişe fikirler geliyor. Belki de henüz kimsenin uğramadığı açık ve ferah bir alana varana kadar hepsini itip kakmam, kafamdan atmam gerekiyor. Bu açık alana varmak için düşünce sürecinizde “hatalar” yapmanız, bu hataları yapmak için de cesaret gerekiyor. Ben bunu hep bir evin ön bahçesi ve arkasındaki verandaya benzetiyorum. Evin önü galeri vitrininde sergilenen bitmiş işlerinizi sergilediğiniz yer, portfolyonuz. Ve orada her şey kusursuz. Günümüzde birçok genç sanatçı, yaratıcı, fotoğrafçı sadece ön bahçede takılıyor. Arka bahçe ise kimselerin görmediği, çimlerin biçilmediği, dağınıklığın içinde çok daha özgür olduğunuz stüdyonuz. Orada yeni formüller denemeye ve hata yapmaya alanınız var. Ben bu metafordaki arka bahçeyi yaratıcı olarak çok daha tatmin edici buluyorum.
Sık sık buluntu materyallerle çalışıyor, kürasyonlarınızı yayınlıyorsunuz. Daha önce fotoğrafını yayınladığınız iddiasıyla size ulaşan oldu mu hiç? Olduysa tepkileri nasıldı?
Hiç başıma gelmedi. Sık sık ailemden, dost ve yakınlarımdan fotoğraf topladığım oluyor. Bazen insanlar kendileri getirip veriyorlar. Bazen de bit pazarlarından buluyorum, ama çoğu zaman bu insanların kim olduğunu bilmiyorum. Bulmaya çalıştığım da oldu ama çoğu zaman sahibini bulamadığım fotoğraflarla çalışıyorum. Amacım da bu koleksiyonları ve gördüğümüz hayatları kutlamak oluyor. Mesela bir kitabımda bir adamın eşini 12 yıl boyunca çıktıkları tatillerde fotoğrafladığı bir koleksiyonu yayınlamıştım. Epey aramama rağmen kim olduklarını bulamadım ve en nihayetinde ikisinin de öldüğünü öğrendim, çocukları da yoktu. Ama 12 yıl boyunca öyle canlı bir koleksiyon oluşturmuşlar ki, yayınlanmasından çok gurur duyacaklarını düşünüyorum. Fotoğrafları sağduyulu bir şekilde kullanma sorumluluğu tabii ki üzerinizde oluyor. Daha az kişisel işlerim de oldu, mesela bu sene 212 aracılığıyla İstanbul’da da sergilenen boş iskemle temalı bir yayınım var. Bu koleksiyon için insanların fotoğraflarında arkada veya köşede atıl duran boş iskemlelere odaklanmıştım ve karede görünen insanlar projenin odağında dışındaydı. Fotoğrafları bu şekilde başka bir anlam yükleyerek her şeyi yapabilirsiniz ama söylediğim gibi etik sorumluluklarınız da var.
“Bir bağlamda editörlere dönüştük aslında. Yeni şeylere yer açmak için neyi sileceğimizi düşünüyoruz. Zamanımızın çoğu bir şeyler yapmaktansa silmekle geçiyor. Her gün neyi dinleyip neyi dinlemeyeceğimizi, hangi reklama tıklayıp hangisine tıklamayacağımızı, hangi “cookie”leri kabul edip hangilerini etmeyeceğimizi seçmek durumunda kalıyoruz. Sürekli atlamamız veya silmemiz gereken şeylerle muhattap oluyoruz ve bu bize bir şeyler yapıyor. Odağımız önümüzdekileri elemeye, silmeye kayıyor. Editör oluyoruz. ”
Bu bağlamda benim en enteresan bulduğum işiniz Fotoğraflarla 24 Saat* enstelasyonunuz olabilir. Sadece bir günde tufanına tutulduğumuz görselleri bir öbeğe yığılmış şekilde görmek işin fiziksel boyutunu da göz önüne çıkartıyor. Fakat bu maruz kaldığımız tufanın fotoğrafçılar için de bir tehdit oluşturduğunu düşünüyorum, bu kalabalığın ortasında bir değersizlik veya anlamsızlık hissine kapılmak kaçınılmaz gibi. Enstelasyon görsellerini topladığınız sosyal medya platformları genç yaratıcılara görünürlük sunuyor, ama bu da kendi bedeliyle geliyor. Sizin ne düşündüğünüzü merak ediyorum.
Bu platformlarla ilgili çelişkili hislerim var. Bir yandan Instagram ve benzeri birçok platform yaratıcılık açısından bir klişe kataloğu gibi. Birçok insan da yeni ve orijinal bir şey yapıyormuş gibi birbirini kopyalıyor. Bir tür uzaylı popülasyonu gibi farklı bir iletişim dili geliştiriyoruz. Aynı zamanda bu online davranış motiflerini de epey ilgi çekici de buluyorum. Benim için bir tür açık bir kaynak, bit pazarındaki gibi etkileşime girebileceğim enteresan şeyler topluyorum oradan. Bir çok genç insan yeni bir fikir aradıklarında Pinterest’e, Tumblr’a, Instagram’a giriyor ama buralarda iyi fikir bulunmaz. Başkalarının fikirlerini bulursunuz, kendinizinkini değil. Yeni bir fikir için dışarı çıkmanız lazım. Kendinizi tuvalete kapatmanız, ya da her neyse. Ama aradığınızı o platformlarda bulamazsınız. Fotoğraflarla 24 Saat 2012’de yaptığım bir işti, ve o dönem sadece bir günde dahi karşılaştığım görsellerin fazlalığından yorulduğumu hatırlıyorum. İşi yaparken üzerinden yola çıktığım hissiyat buydu. Bunu elle tutulur, gözle görülür bir şekilde ortaya koymak istedim ve bir gün içinde Flickr’a yüklenen bütün görselleri bastırdım. Aslında eseri yapalı epey zaman geçti fakat hala öğle yemeğinden önce bir 18. yüzyıl insanın bütün hayatında göreceğinden daha fazla görsel gördüğümüz zamanlarda yaşıyoruz. Bir bağlamda editörlere dönüştük aslında. Yeni şeylere yer açmak için neyi sileceğimizi düşünüyoruz. Zamanımızın çoğu bir şeyler yapmaktansa silmekle geçiyor. Her gün neyi dinleyip neyi dinlemeyeceğimizi, hangi reklama tıklayıp hangisine tıklamayacağımızı, hangi “cookie”leri kabul edip hangilerini etmeyeceğimizi seçmek durumunda kalıyoruz. Sürekli atlamamız veya silmemiz gereken şeylerle muhattap oluyoruz ve bu bize bir şeyler yapıyor. Odağımız önümüzdekileri elemeye, silmeye kayıyor. Editör oluyoruz.
Evet, artık üretilen -bu kelimeyi de pek sevmesem de- “içerik” tek başımıza düzenleyip kategorize edebileceğimizden çok çok daha fazla, dolayısıyla bu görevleri gerçekleştirecek algoritmalar eğitiyoruz. TikTok ve algoritmalar üzerine okuduğum bir makalede verdiğiniz bu 18. yüzyıl insanı örneğinin benzeri bir görüşle karşılaşmıştım: Algoritmalar insanları uygulamalarda daha uzun kalmaya teşvik edip daha çok etkileşim yaratmak için belli bir güzellik standardına uyan, belli geometrik oranlara sahip yüzleri yukarı taşıyor. Bunun sonucu olarak da gerçeklik algımızı bozacak kadar fazla “güzel yüz” ile karşılaşıyoruz. Gördüğümüz çoğu yüz konvansiyonel bir güzellik standardına uyduğundaysa, bu dismorfi gibi bozukluklar doğurmaya başlıyor. Algoritmalar hayatımıza girdiğinden beri gözlemlediğimiz estetik prosedürlerdeki sıçrama da bunun kanıtı niteliğinde görülebilir.
Bu çok moral bozucu. Kadınlar ve erkekler çok tuhaf beklentiler altında büyüyorlar ve bu onları depresyona sevk ediyor. 16-17 yaşında bir kız, tüm gün benzemesi gereken suratların bombardımanına maruz kalıyor, ve bu büyük bir problem. Dudak dolguları ve yüz enjeksiyonları çok erken yaşlarda bile norm haline gelmiş durumda, ve bunu algoritmalara borçluyuz. Bedensel algı bozuklukları bir virüs gibi yayılıyor.
Size vernaküler fotoğrafa olan özel ilginizin sebebini de sormak istiyorum. Ben de şahsen tasarlanmamış, spontane; monotonu ve daha çiğ şeyleri öne çıkaran fotoğrafçılıktan daha çok etkileniyorum. Sizi bu alanda etkileyen nedir?
Söylediğin gibi plansız olması sanırım. Çünkü mesela ben de fotoğraf çekebilirim, kariyerim boyunca birçok profesyonel fotoğrafçıyla çalıştım. Onları iyi tanıyorum ve estetiği çok iyi biliyorum. Bunu ben de yapabilirim. Resim ve tasarım yaparken de çok sık yapmacık olduğu hissine kapılıyordum. Bir şey yapmadan evvel muhakkak onu planlıyorsun, bir fotoğraf çekmiyorsun, bir fotoğraf yaratıyorsun. Adım adım inşa ediyorsun. Bu yüzden filmle pek ilgilenmiyorum, benim için çok planlı ve tertipli geliyor. Dolayısıyla bir amaç veya plan gütmeden çekilen fotoğraflarla karşılaştığımda çok içgüdüsel bir şekilde büyüleniyorum. Tabii ki hepsinin bir “amacı” oluyor, bulduğun 10 fotoğraftan 9’u aile gezilerinden veya tatil seyahatlerinden zaten. Bir sürü dağ fotoğrafı çekmiş olmaları çok sıkıcı ve kesinlikle bir amacı var. Ama burada çok insani bir davranış da görüyorum. Bir koca eşini yıllarca fotoğrafladıkça, aralarındaki mesafe artıyor ve kadının karede kapladığı yer küçülüyor. Bu tür hikayeler beni etkiliyor. Bir yandan da bir noktada bütün fotoğrafların çekildiğini düşünüyorum. Bunu Instagram’da da görebilirsin, o kadar çok var ki tamamen yeni bir fotoğraf çekmek neredeyse imkansız. Hepsi çoktan çekilmiş. Ama hala bir köşede atıl duran, hikayesi anlatılmamış fotoğraflar var. Bit pazarından bir albüm almanın heyecan verici yanı da bu bence. O kadar çok görsel görüyoruz ve o kadar çok görselle çalışıyoruz ki artık onları sindirmiyoruz. Sindirmek bir yana yutmuyoruz bile. O yüzden bir fotoğrafı çıkartıp hikayesini aramak bana enteresan geliyor ama sadece vernaküler veya vintage fotoğraf ile kısıtlı da değilim. Umrumda olan hikaye, nereden bulup çıkarttığımınsa pek bir önemi yok. Bir USB bellekte veya diskette de gelebilir. Benim için görselin kalitesinden veya nereden geldiğinden daha önemli olan orada bir hikaye olması. Söylediğim gibi, reklamda uzun yıllar çalıştım ve orada önemli olan da kusursuz bir görsel yaratmak. Benim için değil ama birçok insan için öyle, ve ben kusursuz görsellerden nefret ediyorum. Diğer yandan da… Sana kız kardeşimden bahsetmiştim. Ben gençken onu kaybettik ve ailem onun en son fotoğrafını aramaya koyuldu. Bulunca da onu fotoğrafın içinden keserek çıkartıp, siyah-beyaz yapıp iyice büyüttüler. Aslında baya erken bir yeniden anlamlandırma örneğiydi. Görselin kendisiyse pek de iyi değil. Odak dışı ve bulanık, kompozisyon kötü. Ama şu koca dünyada 3-4 kişi için inanılmaz kıymetli. Geriye kalanlar için ise hiç bir şey ifade etmiyor. Bu benim çok enteresan bulduğum bir şey.
Bu soruyu yerli müzisyen ve akademisyen Nilipek.’e de sormuştum, size de sormak istiyorum çünkü epey üretkensiniz ve her işinizin altında irdelenen bir soru veya insani bir his veya tema oluyor. Yaratıcı bağlamda tükenmişlik hissiyle karşılaştığınız oluyor mu? Veya bu zihni kuraklık geldiğinde bununla nasıl başa çıkıyorsunuz?
Üretmek için bir baskı veya bir acele hissetmiyorum ama bir yandan da bir şeyler üretmek için çok fit olmak gerekiyor. Fiziksel olarak değil, mentalite olarak. Mesela ilham bana eşimle sabah kavga ettiysem uğramıyor, çünkü bütün gün kafamın içinde bunu nasıl düzelteceğimle dolu oluyor. Fikirler ise gelmek için tamamen boş ve meşgalesiz bir zihin istiyor. Hani kimileri der ya, bütün iyi fikirlerim tuvaletteyken geliyor diye. Bunun bir sebebi var. Tuvalete belli bir -veya iki- iş görmeye gidiyorsun, daha fazlasını değil. Kafanın içine dönmek için vaktin oluyor. Uçaklar için de aynısını söyleyebiliriz, çünkü biraz izole kalabilmek önemli. Yeni fikirler bulmak için güzel bir vakit bulduğumda hep biraz da buhranda hissediyorum. Kafamda hiç bir şey yerli yerinde değil gibi, daha da itip zorluyorum ve fikrin doğuş anı da böyle gelişiyor. Ama bir şey üretmek için dışarıdan gelen bir baskı hissetmiyorum. Bir şeyi bitirdiğimse ise büyük bir rahatlama hissi alıyor beni, planlamaya koyulmuyorum. İlhamla bir sonraki rastlaşmamı bekliyorum. Sonra en baştan bir şeyle karşılaşıyorum, tuhaf bir takıntı geliştiriyorum ve başa sarıyoruz. Bir sabah uyanıp “bugün bir şey yapacağım” dememle olmuyor hiçbir şey. Belki de işin güzelliği buradadır, çünkü komisyonlu bir işte ne zamana bitmesi gerektiği belli sınırlarla limitleniyor. Ama kendi işinizde ne zaman son çizgiyi çekeceğinizi söyleyen biri yok.
Kariyerinizin başında vizyonunuzu etkileyen, sizi akıntının tersine yüzmeye teşvik eden; reklam, fotoğraf ve mizaha yaklaşımınızı etkileyen sanatçılar, yönetmenler, illüstratör veya fotoğrafçılar oldu mu?
Evet, tabii ki. Baya hem de. İsimlerini kafamda toparlamaya çalışıyorum da şimdi, epey var. Reklamcılık dünyasından bir George Lois geçti mesela, eskilerden bir isim ama çok radikal bir vizyonu vardı. Tasarım için Tibor Kalman, Bruno Munari… Sanatçı olarak Christian Boltanski, Hans Peter-Feldmann… Hep seveceğim, ufkumu açacak şeylerin arayışındayım. Ailem çok negatif olduğumu düşünür mesela. Çünkü bir müzeye girerim başlarım söylenmeye: “Bu çok kötü, bunu da hiç sevmedim, bu da şöyleymiş…” Ama en nihayetinde gerçekten çok hoşuma giden 1-2 şey bulurum ve onları bir daha da kafamdan atamam. Yaratıcılık için de biraz siyah-beyaz olabilmek gerekiyor diye düşünüyorum. Fikirlerinle cüretli ve siyah-beyaz olman lazım. Müzeye gitmiş biriyle sohbet ediyorsam mesela, ve ona sorsam; “sahi sergi nasıldı?” ve karşımdaki de “fena değil ya, iyiydi” dese… Bu benim adıma gerçek bir kabus olurdu. Müze ya da sergi adına küçük düşürücü bir durum. Ya hayranlık, ya da nefret uyandıracak kadar radikal olmalı. “Geçen yıl hayatını kaybeden sanatçı Lawrence Weiner’ın bir sözünü duymuştum: Bir müzede bir sergim varsa ve sen öğleden sonranı sergimi gezmek için ayırmışsan, gününü mahvetmek ne haddime. Ben bu dünyaya hayatını kaydırmaya geldim.” Provokatif bir çıkış ama duygularda ve tepkilerde ekstremlere kaymanın önemli olduğunu düşünüyorum.
Vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederim, sizinle konuşmak bir zevkti.
Ben teşekkür ederim, görüşmek üzere.
*24HRS in Photos

DİRENEN SAÇLAR VE BEDENLER: FATOŞ İRWEN
Röportaj: Ecem Arslanay
Fatoş İrwen ile çalkantılı, kimlikli ve ızdıraplı bir mücadele alanı olan kadın saçını, kendi sanatsal pratiği üzerinden, yaratıcı bir direniş biçimi olarak konuştuk. Çocukluğundan bugüne farklı tutsaklık tecrübelerini dinledik, uysal bedenler yaratmaya yönelik zapt etme politikalarına karşı geliştirdiği cevaplardan ilham aldık. Masha Amini’nin başörtüsünü takmadığı gerekçesiyle katledilmesinin ardından yükselen sesleri, molla rejimine biat etmeyen İran kadınlarını ve İran halkını konuştuk, dünya çapında etkili bir dayanışma için anlamlı eylemlilik alanları yaratmanın olasılıklarını düşündük.
İnsanlık tarihi boyunca saç, farklı ideolojilerce sürekli zapt edildi. Usturalar, makaslar, saç maşaları, taraklar, fırçalar, tokalar, saç boyaları, şampuanlar, bakım kremleri, asker tıraşları, okul tıraşları, bit kontrolleri ve çeşitli örtünme biçimleri… Çeşit çeşit disiplin aracı var. Nedir dertleri bu üst deri ürünü ipliksi uzantı ile? Hayvanlığımızı hatırlatıyor diye mi bitimsizce terbiye ediliyor? Gözlemlediğim kadarıyla sen gümrah saçlarını en müdahalesiz hâliyle kullanıyorsun. Bunu yaparak içten içte (ya da bilerek ve doğrudan) bir şeylere direndiğini düşünüyor musun?
Kendimi bildim bileli düşünüyorum “nedir bu bitmez dert” diye. Özgürlüğü çağrıştırdığı, ifade ettiği için olduğunu düşünüyorum. Özgürlüğü ifade eden ve çağrıştıran her şeyden öldüresiye nefret ediyorlar. Çünkü özgürlük zapt edilmesi, baskılanması zor olanı çağrıştırır ve iktidarlar, patriyarka için bunlar daima tehdit olarak kabul edilir.
Ben saçları yabani bitkiler gibi hayal ederdim hep. Hani zapt edilmesi o kadar imkânsız ki bu yabani bitkiler sürekli bahçelerden temizlenir ya da yerine göre üzerine beton dökerek yayılması engellenir. Saçla ilgili meseleyi de bu duruma benzetirim.
Muhafazakâr öğretilerin, anlatıların içinde büyüdüğüm için sorduğun sorunun cevabı o çocukluktan başlıyor. Kesmenin yasak olduğu upuzun saçlarım oldu hep. Tüm mahalleli, hatta babamın amcası bile bir tas içine koyduğu çaya tarağı daldırarak ıslatır, tarardı saçlarımı. Bu hem rahatlatıcı hem düşündürücü bir ritüeldi. Annemden aldığım bir hediyeydi saçlarım. Fakat annemden aldığım bu hediye, lanetli bir miras gibi yükü ağır bir dünyada olduğumu öğretiyordu her seferinde. Büyümekle ilgili, kadın olmakla ilgili tabii… Bir bebeğin doğar doğmaz her an büyümesine tanık olmak gibi anbean hissedip deneyimlediğim detaylarla yüklü bu saça dair her şey. Şeytani, şehvani olan her anlamın yüklendiği bir alan… Ergenlik dönemlerimde saçlarımı savurarak gezdiğimde babam çok kızardı mesela. Ben 4-5 yaşlarımdayken saçı yüzünden kafası kırılan bir kadın yakınım bende derin yaradır hâlâ. Erillik ve ataerkillikle, din ile anlamı çeşitli boyutlar kazanan ve benim için de daima bunların ağırlığıyla yaşayıp yüz yüze kalmak zorunda olduğum, bazen çok sevdiğim bazen de nefret ettiğim parçam… O yüzden bırakın kesmeyi dökülen tellerini bile toplardım, atmazdım. Zira hâlâ öyle. Aslında saçlarımı o zamandan beri toplarken o olup bitenleri, tüm o yaraları topladım yıllarca. Kişisel hikâyemle ilgiliydi bu; kökleri derin, toplumsal bir meseleydi. Yıllardır topladıklarım, sanat üretimimin parçası olması, direnmenin bir yolu olarak sahip olduğum ve paylaştığım bir alana dönüştü. Eskiden kurtulmak istediğim bir parçam olan o şey, şimdi işimin bir parçası. Bu da direniş yöntemlerini, yaşamı dönüştürmek ve çoğaltmak ile ilgili. Ve çok etkili, özgürleştirici bir güç oldu benim için. O nedenle çok oynamaya bile ihtiyaç duymuyorum. Kesilince kanadı alınmış kuş gibi, hareket yetim azalıyor gibi hissediyorum.
Bu, yıllar içinde yaşamımdaki, coğrafyamdaki toplumsal meseleleri karşılama faaliyetine dönüştü. Bazen bir resmin yüzeyinde yerini alıyor, bazen çıplak teşhir edilen bir bedenin zırhında; bazense o hastalıklı toplumsallığın hastalıklı hafızasınının taşıyıcısı oluyor. Yıllardır topladığım saçları yiyip kustuğum videoda olduğu gibi.Bazen açlık grevi eylemlerinde cezaevinden dışarıya fırlatılan bir gülleye, bazen anıtsal bir anlatıya dönüşüyor. Bazen de tüm bu iktidar aygıtlarını simgeleyen ritüellere ve seslere sadece saçlarımı tarayarak, kendi bedensel ritüelimle, en yalın halimle karşılık veriyor, meydan okuyorum. “Ritüel” (2016) adlı video performansımda bu bahsettiğim unsurları izlemek, duymak mümkün. Bedenin parçası olan her şey bedendir ve her biri özgürlüğe dair ifadeleri kendinde doğal olarak taşıdığı için beden savaş alanıdır, bir direniş alanıdır.
“Bedenin parçası olan her şey bedendir ve her biri özgürlüğe dair ifadeleri kendinde doğal olarak taşıdığı için beden savaş alanıdır, bir direniş alanıdır.”
Fatoş İrwen, Şiryan (2012-2015)
Direniş gündelik pratiğine de sanatsal pratiğine de çok içkin- ki anladığım kadarıyla cezaevinde tüm bunların birbirine girdiği bir süreç yaşadın. Orada gündelik yaşantın şiirsel bir direnişten ibaretti. Diyarbakır E Tipi Hapishanesi’nin OHAL koşullarında senin sanatsal malzemelerin böcekler, saçlar, duvar katmanları ve bitkilerdi. Ve sonra bu topladığın tüm bu nesnelerin kriminal incelemeye tabi tutulması, senin “oyun”larının ne derece “ciddi” eylemler olduğunun bir göstergesi. Deleuze ve Guattari’nin kavramlarıyla, yargılayan ve yasa koyan “majör” yapılara karşı, yaratan ve icat eden “minör” eylemlilik alanları kuruyorsun. Aslında bu sende cezaevi öncesinde de var olan bir eğilim… 2012’de, parmak izlerini deforme ederek bedenini iktidar aygıtlarınca okunaksız kıldığın “Şiryan” (2012-2015) isimli bir performansın var. Bu süreçlerini biraz paylaşabilir misin?
Dedim ya, tüm soruların beni çocukluğuma taşıyor yeniden. Çünkü işlerimin kökleri çocuklukta ve bir bütün olarak birer otoportre niteliği taşıyor aslında. Kendi bedensel yapısı içinde sürekli bir eylemsellik halinde. Hep bir hareket, bir çocuksuluk da var esasında. İzlenmesi çok zor olan bu işlerde bile… “Şiryan” temelde çocukluktan beri iğne iplikle elimin dokusunda yarattığım bir deformasyon sayesinde TEM’deki parmak izini kayda geçirmekle görevli olan kişilerin görevlerine engel olmadan görevlerini başaramamalarına neden olmuştum. Görevine engel olsanız ayrı bir ceza gerekçesi sayılabilecek bir veri sunmuş olursunuz, fakat ellerinde olmama rağmen beni okuyamama başarısızlıkları, bir iktidarı devirmekten daha güçlü bir şeye dönüşmüştü o an. Çünkü koşullar eşit değildi. Onun silahı, beni koyduğu hücresi, ellerimi bağladığı kelepçesi ve orada bu vaziyette tutacak keyfi kanunu vardı ama ben karşısında hiçbir şeye sahip değildim bedenimden başka. Bu kadar büyük, dolaysız bir güç birdenbire buharlaşmıştı. Gülümseyerek bakıyordum artık. Çocukluk, bir deneyimler patlamasını korkusuzca yaşadığımız kıymetli dönemimizdir. Korkunun da cahil cesaretinin de had safhasını yaşadığımız dönem… Kollarımızı kanat sanıp uçmaya kalkabiliriz… Sanırım bir yanım o çağımı hep diri tutmaya çalışıyor. Yetişkinliğin o her şeyi bildiğinden emin kibiriyle dalga geçme hâlini seviyorum. Bunu kaybetmek istemiyorum. Çünkü bunu kaybettiğiniz zaman hayal gücünüzü de iradenizi de yok sayıyorsunuz. Bu çok tehlikeli. Etrafımız bu insanlarla dolu zaten. Dünyanın en cahil insanları gözünüze bakarak, her şeyi o kadar bilerek konuşuyor ki… Ya da dünyanın en sahtekâr insanları toplumu dramlarıyla ağlatabiliyor veya en kötüler bile en iyilerin sözlerini, fikirlerini paylaşıyor mesela. Her biri birer iktidar alanı kurmakla ilgili derde sahip. Bu dertle alay ediyor, küçümsüyorum; bu yüzden de bu iktidar alanlarıyla oynamak, yarıklar açmak, şaşırtmak, dalga geçmek politik bir tavır olarak çok kıymetli. Yani elinin derisini diken bir çocuk sonrasında bedenin kodlarını bozan bir eylemsellik içindeki yetişkin bir bedene dönüşüyor. Bu beden hedef olabildiği gibi başlı başına bir silah aslında. Her şeyi ağzına götüren bir çocuk bütün zamanlara, olaylara, olgulara tanıklık eden saçlarını ağzına tıkıyor, kusuyor, eyliyor… Cezaevinde ise çok daha yakınsın kötülüğe çünkü fiziki ve psikolojik olarak artık son noktada olduğunu hissettiğin yerdesin. Ya bunu kabullenip dramını katlayarak cezanı doldururken içini bomboş hale getirirsin ya da zihinsel ve bedensel olarak yeni bir oyun kurma performatifliği içinde ilerlersin. Hep aynı gün döngüsünü dönüştürdüğünü hissedersin. Yani mapus yata yata bitmiyor deyip yeni sorular ve yeni nedenler yaratırsın. Tüm bunlar anlamaya ve özgürleşmeye, yani nefret ettikleri özgürlükle daha da yakınlaştıran eylemlilikler olarak yeniliyor insanı. Hep tetikte olmakla ve anlama çabasıyla geçiyor. Bu çabayla zamanını geçirirken bir öncekinden daha diri, daha zeki ve daha yaratıcı olabilir insan. Ciddi bir üretim sürecimin zaten var olması, oyun kafasında olma hâlim ve işin içine oyuna dair unsurları katmam, bu oyun meselesini daha fazla ciddiye alarak ilerlememi kolaylaştırdı. Oyun ciddi bir iştir yani.
Gülle (2017-2020/ Diyarbakır Cezaevi)
Kadınlar icin Güvenlik Ağı ve Gülleler, 5. Mardin Bienali 2022
İran’da Masha Amini’nin katledilmesinin ardından gerçekleşen eylemleri nasıl değerlendiriyorsun? Bunu feminist bir devrim olarak okuyabilir miyiz? Bu süreci nasıl destekleyebilir, nasıl etkili bir dayanışma sağlayabiliriz? Bir de ilginç bir şekilde, İranlı kadınlar başörtüsü takmama hakları için kanlı bir mücadele verirken, Hindistan’da bazı Müslüman kadın öğrenciler de başörtüsü takma hakları için çalışıyor. İki grubun de istediği şey aynı: seçme hakkı. Barbara Kruger’ın dediği gibi, bedenlerimiz hep bir “mücadele alanı” ve senin mücadele yöntemlerin çok ilham verici. Bu yüzden çok merak ediyoruz görüşlerini…
Feminist bir eylem tarzı olarak tüm dünya kadınlarının çıkardığı ses müthiş heyecan verici, anlamlı ama devrim demek erken. Ancak, bir zamanların İslami Devrim’le gelen rejimleri ve baskıcı tüm rejimler sallantıda. Kadınlara yönelik saldırılar bu nedenle sertleşiyor, daha da sertleşebilir. Buna karşı tek yol sorgusuzca tüm bu baskılar karşısında tek beden olabilme iradesini göstermektir. Başka yolu yok. Hiçbir devlet, yasa bunlara engel olmayacak; bunun bilinciyle birlikte hareket etmek çok önemli. İranlı kadınların da Hindistan’daki kadınların da istediği şeydeki ortaklık şu: iki taraf da kendilerini engelleyen şeye karşı mücadele ediyor. Kadınların bedenlerine dair, yaşam tarzına dair tüm yaptırımlar eril düzenin yaratımıdır. Tüm mesele başkalarına bir yaşam tarzını dayatan zihniyete karşı birlikte hareket etme iradesini ve enerjisini göstermek olmalıdır. Yoksa dinin de bir erilliğin yaratımı konusuna girersek ve başörtüsünü özgürlük karşıtı bir yere koyarsak ve takmamayı gerekli görüp bu konuda zorbalık edersek tavuk-yumurta meselesinden öteye gidemeyiz. Zira, yıllardır Türkiye’de yapılan buydu. Modernlik travmaları yaşatıldı bazı insanlara. Yıllarca başörtüsü nedeniyle küçük düşürülen insan artık makbul, parlak dönemini yaşıyor. O dönemin birikmiş öfkesine sahip olanlarla yeni ve kindar nesil, başörtüsünü kazanılmış bir hak olarak görerek iktidarın kötülüğüne razı olabiliyor, pek çok haksızlığı ve hukuksuzluğu görmezden gelebiliyor. Kazandığı bu hakkı kaybetmemek için bu imkânı kendisine bahşeden iktidara sımsıkı sarılıyor, politikalarının yanlış olduğunu düşünse bile ve hatta eleştirse bile onu savunabiliyor. O nedenle mesele kişisel olarak başörtüsünden hoşlanıp hoşlanmama refleksleriyle değil, haklar ve iradeye saygı bilinciyle ele alınmalı. Yaşam tarzı dayatan kişi, kurum ve bunun üzerine inşa ettikleri baskı, mobing, doğrudan ve dolaylı şiddet unsurlarından ve mekanizmalarından oluşan sisteme karşı birlikte olmanın hayatiliğine odaklanılmalı. “Radikal demokrasi” dediğimiz şey bu. O zaman örtüyü isteyen ile takmak istemeyenin yan yanalığını mümkün kılan politik tavırla, örtüyü dayatana ve yasaklayana karşı çok daha güçlü durabiliriz. Zira kadın hareketine baktığımızda bu yan yanalığı görmemiz mümkün.
Eylem tarzı olarak saç kesme meselesi bana uzak geliyor bu durum karşısında. Bu tamamen kişisel bir yerden tabii; yoksa, yapılan eylemi boşa çıkarmak gibi anlaşılmamalı. Çünkü kesersem kendimi cezalandırdığımı hissedeceğimi biliyorum. Genelde kesmek bir yas halinde gerçekleşir ya da sizi cezalandırmak isteyenin hedefinde olmuştur hep ve cezalandırmak için saç kesilir ya da kazıtılır. Hep bir cezai yaptırımı imler. Yukarıda bahsettiğim gibi; özgürlüğün, yaşamın sembolü olarak gördüğüm şeyi kesmeyi kendine dönük dramatik bir eylem olarak düşünüyorum. Daha çok dalgalanmasını istediğim şey çünkü. Ama bu da konuşuluyor: “O saç yüzünden biri katledildi, saç yoksa günah yok katliam da yok.” gibi argümanlarla hareket ediliyor. Unutulmamalı ki o günah unsurları hiç bitmeyecek; o nedenle kesmek yerine dalgalandırmayı tercih ediyorum. Kişisel olarak farklı bağlamlarda ele alıyor ve işime o minvalde yansıtıyorum. Çünkü bir eylem alanından bahsediyoruz. Bu alanı boş bırakmamayı tercih ediyorum.
“Kesilince kanadı alınmış kuş gibi, hareket yetim azalıyor gibi hissediyorum.”
Dalgalandırmak demişken, Edith Dekyndt’ın 2014 yılında ürettiği Ombre Indigène Part. 2 (Ile de la Martinique) [Yerli Gölge Bölüm 2 (Martinik Adası)] başlıklı eserinden bir kare, bu direnişin müşterek imgesi oldu. Sanatçı bu imge için Martinik kökenli bir Fransız yazar ve filozof olan Édouard Glissant’ın Martinik Karayipleri’nin kültürel ve dilsel kimliğindeki heterojenliğe vurgu yapan créolité fikrinden esinlenmiş. Eserdeki bu postkolonyal bağlamın İran’daki feminist hareketle ilişkisini nasıl değerlendiriyorsun? Sence sanatçı bu konuda nasıl hissediyordur? Sen bir sanatçı olarak aynı durumda ne hissederdin? Ayrıca bu imge senin için ne ifade ediyor? Onunla karşılaşma anını hatırlıyor musun?
Özgürlüğe, sömürgeciliğe karşı pek çok imgeyi feminist hareketle ilişki içinde okuyorum. Çünkü her biri arasında dolaylı ya da dolaysız bağlar var. Bir zincirin halkaları olarak görmek gerek tüm bunları. Yaşanan haksızlıklar ve özgürlüklerin gasp edilmesiyle, beden sömürüsüyle; kültürel, bedensel, ekonomik sömürü ve kıyımların tarihsel birikiminin sonucu olarak kendini yeniden üretiyor ve her seferinde benzer ve farklı formlarda bu sorunlarla karşılaştığımız için aralarındaki bağı görmekte zaman zaman zorlanabiliyoruz. Oysa her bir mesele bir bedenin parçaları gibidir; ama aynı beden nihayetinde. Bu bakış dünyanın herhangi bir yerindeki bir hak meselesine, faşist bir uygulamaya, kadın, hayvan, doğa ya da bir sömürge meselesine, dünya meselelerine yabancılaşmamamızı sağlar. Birbirimizin yükünü paylaşmak, farkında olmak, anlamak için bu bakışa ihtiyaç var. “Yerli Gölge” işinde insanları ortaklaştıran şey bu bakıştı bence. Sanatçısına sormak gerek nasıl hissettiğini. Bir sanatçı olarak keşke bu sorunlar olmasaydı ve hiç bunları yapmaya ihtiyaç duymasaydık diyorum. Öyle derdim o işin sahibi ben olsaydım da. Çünkü kişisel olarak zorlandığımı hissediyorum bazen. Tüm olup bitenler insanın yaşadıklarıyla birleşince fazla geliyor. Çünkü pat diye “Aklıma şöyle bir şey geldi, hadi bu kez bunu yapayım.” diye çıkmıyor benden. Her bir iş uzun soluklu, yoğun gerçekliği üzerinden çıkıyor.
“Yerli Gölge” işi ile sanırım cezaevinden çıktıktan sonra sosyal medyada karşılaşmıştım ve bambaşka bir coğrafyayla kurulan ortak duyguyu hissetmiştim. Kendime yakın bulmuştum. Tüm iktidar yapılarının kanla, yok ettikleri hayatlarla kurdukları ve gururla dikip dalgalandırdıkları işgal bayrakları yerine benim için özgürlüğü hissettiren saçlar dalgalanıyordu. Bu işle ilk karşılaştığımda bunu hissetmiştim. Dediğim gibi mesele, özgürlükten korkma meselesi. Easy Rider filminde iki kişi arasında müthiş bir diyalog vardı hatırlarsanız;
“
– Korktular.
+ Onlar senden korkmadı, ifade ettiğin şeyden korktu.
– Onlara ifade ettiğimiz şey saç tıraşı olmamız gerektiği.
+ Hayır, onlara ifade ettiğin şey… Özgürlük.
”
Fatoş İrwen’in işlerini 12 Şubat 2023 tarihine kadar Meşher’de toplam 44 sanatçının yer aldığı “Ben Kimse. Sen de mi Kimsesin?” sergisinde ziyaret edebilirsiniz.

KALIPLARA SIĞAMAYAN BİR GRUP: AGAR AGAR
Röportaj: İdil Meşe
Fotoğraf: Emirkan CorutFransa’nın sevilen elektro-pop ikilisi Agar Agar ile IKSV Salon konserleri öncesi kuliste buluştuk. Solist Clara Cappagli bulunduğu her ortamın ötesine taşan karizması ile karşımızdaydı. Agar Agar’ın diğer yarısı Armand Bultheel ve Clara, Türkiye’deki hayran kitlesi karşısında şaşkın ama keyifliler. İkili ile yakında yayınlanacak albümlerinden, bu albüm için tasarladıkları video oyunundan, oyunu seyircileriyle paylaştıkları Play Test turnesinden ve gelecek projelerinden bahsettik.
İlk gününüz nasıl geçti. Türkiye’deki dinleyicileriniz sizin için deliriyor, belki farketmişsinizdir.
Armand: Evet farkettik. Böylesine coşkulu ve güzel bir kitleyi görmek çok sevindirici. Burada olduğumuz için çok mutluyuz ve onur duyuyoruz.
Clara: Normalde konserlerimizde şarkılarımızın sözlerine eşlik eden pek olmaz. Burada inanamıyorum, herkes söylüyor. Bu çok, nasıl desem…
Armand: Dokunaklı! Ve İstanbul’da tanıştığımız insanları da çok seviyoruz. Burada müziğimize ne kadar talep olduğunu görmek doğrusu hep bir sürpriz oluyor ve buna bayılıyoruz.
Clara: Bu sahiden bizim için tam bir gizem; bu kadar çok sevilmemiz. Tam olarak sebebini anlamış değiliz ama çok mutluyuz.
Play Test turu fikriniz nasıl ortaya çıktı? Bir albüme dair kapsamlı bir bilgisayar oyunu yapmak ve bunu bir tura dönüştürmek, sıra dışı bir yaklaşım.
Armand: Aslında ana fikrimiz, müziğimizin etrafında etkileşimli bir görsel içerik üretmekti. Jonathan ile seneler önce sanat okulunda tanıştığımızda, müziğimize bağlı bir video oyunu yapma fikrimiz vardı. Aslında bu birliktelik seneler önce başladı ve Jonathan seneler içinde kendi kendine bir bilgisayar oyunu yaptı. Bu çılgınca bir şey.
Vay canına. Kaç sene önce tasarlamaya başladın Jonathan?
Jonathan: Beş sene önce başladım.
O zaman bu albümden çok daha önce?
Armand: Evet.
Clara: Oyunda karakterler var ve her karakterin bir şarkısı var.
Bu inanılmaz. Görselleriniz müziğiniz kadar dikkat çekici. Müziğiniz için görsel fikirleri nasıl buluyorsunuz ve birlikte çalışacağınız insanları neye göre seçiyorsunuz?
Armand: Sanırım bu birlikte çalıştığımız insanlara bağlı çünkü onlara çalıştığı şeyler üzerinde daha fazla özgürlük vermek istiyoruz. Yani aslında sanatsal bir bağ kurabildiğimiz insanlarla birlikte çalışmak ve onların kendini ifade etmesi bizim için daha önemli.
Clara: Evet, başından sonuna her şeyi seçiyoruz ve görsel olarak bize hitap eden bir şey bulmak çok önemli. Bu projenin başından beri her zaman birlikte çalışmayı seveceğimiz insanlar bulmaya gayret ettik. Birine gidip şunu yap, bunu yap demek istemiyoruz çünkü bizim için yaratıcı bir iş birliği daha önemli.
Armand: Tabii, bizim de kattığımız fikirler oluyor ya da projeye uygun görmediğimiz şeyleri ifade ediyoruz. Detayları ve ana konsepti konuşuyoruz ve sonrasında özgür bırakmayı tercih ediyoruz.
View this post on Instagram
Konserinizde oyununuzu göstermek zor olmuyor mu? Bu tur nasıl işliyor?
Armand: Çok yorgun bir haldeyiz.
Nasıl mekanları seçiyorsunuz? İki ayrı sahnesi ya da bölmesi olan yerler mi?
Armand: Aslında hayır. Mekanlara yapmak istediğimiz şeyi anlatmak çok ama çok zor çünkü yapmaya alışık oldukları bir şey değil. Hatta belki de hiç yapmadıkları bir şey. Onun için hep farklı oluyor ve adapte etmemiz gerekiyor.
Clara: Ama bir yandan tipik bir konser olmaması da güzel. Çünkü mekanlar hep aynı geleneksel şeyleri ellerindeki sistemle yapıyorlar. Biraz bu dogmayı yıkan bir şey oluyor, farklı bir bakış açısı.
Armand: Ama çok yorucu.
Clara: Epey yorucu.
Armand: Evet, sahiden. Ama genelde her şey profesyonelce yürüyor. Tabii, Jonathan’a teşekkür etmek lazım. Birçok şeyi hallediyor. Bilgisayarları getiriyor, kuruyor…
Bilgisayarlarla mı seyahat ediyorsunuz?
Clara: Bu sefer değil.
Armand: Evet Salon’da gerek olmadı çünkü her şey varmış. Jonathan oyunları yüklüyor.
Konserlerin geleceği hakkında öngörüleriniz nedir? Tahmin edebileceğiniz ve içinde bulunmayı isteyeceğiniz en çılgın konser ne olurdu?
Armand: Sanırım bir konser ile tiyatro arası bir şov tasarlamak isterdik. Belki tam tiyatro değil ama…
Clara: Belki etkileşimli…
Armand: Evet, etkileşimli bir gösteri çok iyi olurdu. Yenilikçi bir kurgu düşünüyoruz ama bunun hakkında konuşmak için çok erken.
Clara: Genel olarak çok güçlü bir atmosfer oluşturmayı istiyoruz sahne tasarımları ile. Herkesi sahnenin içine çekebilmeyi istiyoruz.
Armand: Hikayeyi sadece anlatmak değil, göstermek de istiyoruz. Sadece müziği taşıyan bir şey değil, ilham verici ve yenilikçi bir bakı açısı.
Henüz konser vermediğiniz ama verseydiniz sizi çok heyecanlandıracak bir ülke var mı?
Clara: Japonya! Bu hayalimiz. Tanıdığımız kimse yok ne yazık ki, bağlantımız olacak. Ama tabii bu tip konserleri yapmanın zorluğu var. Mesela iki yıl önce Amerika’da çaldık ve inanılmaz bir deneyimdi ama çok pahalıydı tabii. Gerçekten elinizde sadece yaşadığınız deneyim kalıyor. Stratejik olmak gerekiyor. Çünkü bunu yapsak mı dediğimizde para kaybediyoruz, hem de çok.
Armand: Ama bazen de tamamen buna değiyor.
Clara: Haklısın.
Türkiye’den sevdiğiniz gruplar var mı?
Clara: Çok hakim değilim.
Armand: Türkiye’de yaşamıyorlar ama Altın Gün var. Avrupa’da çok popülerler. Daha çok grup tanımayı isteriz.
Yakın gelecek de Agar Agar hayranlarını neler bekliyor?
Armand: Evet, birçok şey var. Oyun var. Ama albüme kadar yayınlanmayacak.
Clara: Evet çok uzun bir süreç.
Armand: Albümden sonra yayınlanacak ama müthiş bir şey olacak. Uzun bir iş ama tam hayranlarımızı heyecanlandıracak bir şey. Enerjisi çok büyük olacak bu işin.
Clara: Yani evet, bir de tur var ve baya delilik. Albüm çıkınca çok uzunca bir süre turda olacağız ve büyük şovlar çalacağız. Sahnede de etkileşimli birçok öğe olacak.
Armand: Bu işi düzgün halledebilirsek.
Clara: Evet, iyi çalışırsak.
Her şarkının bir videosu olacak mı?
Armand: Sadece video olmayacak, çok daha fazlası.
Clara: Tam bir kreşendo olacak. Ve çok interaktif.
Armand: Dekorun da etkileyici olacağını düşünüyoruz.
Sahiden çok heyecan verici. Bizimle paylaştığınız için çok teşekkürler.
Clara: Biz teşekkür ederiz.

YILLARIN DOSTLAR BİRLİĞİ, TANIDIK BİR KADRO: HEND. VE YENİ TEKLİLERİ CHARDONNAY
Röportaj: İdil Meşe
Fotoğraf: Emirkan CörütSon Feci Bisiklet ve Öfkeli Kalabalık gruplarından tanıdığımız Erkin Sağsen’in vokali, gitarı ve klavyesi, The Flabbies’den tanıyıp sevdiğimiz Tarık Can Sürmen’in elektronik ve akustik davul sentezi ve ses tasarımcısı Ozan Hatipoğlu’nun klavyesi ve prodüksiyonunu bir araya getiren Hend, geçmişi çok eskiye dayanan ancak 2019’da bir araya gelen bir dostlar birliği ve müzik grubu. İlk bakışta dikkatleri çeken kapağını Beril Ateş’in tasarladığı, farklı müzik türleri arasında geçişler yapan yepyeni teklileri “Chardonnay”, yakın zamanda dinleyicileriyle buluştu. Hend ile callinghouse’da müziği ve hayalleri üzerine sohbet ettik.
Kişisel bir soruyla başlıyorum. Şarkıyı dinlerken şarkının ismi sanki ‘Kaçarım Kendimden’ olabilirmiş gibi geldi ama “Chardonnay”.
Erkin Sağsen: Çok tartıştık bu konuda.
İşte bunu öğrenmek istiyorum. Şarkının ismini nasıl seçtiniz?
Erkin Sağsen: Fransız şeylere taktım bu ara; daha önceki şarkılarda da böyle üçe kadar sayıyordum. Fransızca da bilmiyorum aslında. Chardonnay isminin dışındakilerin şey olacağını düşündük, biraz, nasıl desem…
Tarık Can Sürmen: Biraz oldschool geldi bana ‘kaçarım kendimden, derbeder’ falan.
Erkin Sağsen: Biraz daha downer, hafif de bir aşk şarkısı falan ya, onu böyle çok arabesk tınlatmak da çok istemedik; hiç yok içinde çünkü.
Hend’in özgün sound’u nasıl oluştu? “Chardonnay” ile bana Hend tınısı iyice pekişmiş gibi geldi.
Erkin: Aslında tam bir sound oturtmaya çalışmıyoruz, zaten her şarkıda yeni bir şey deniyoruz ve yeni bir yere doğru gitmeye çalışıyoruz. Ama kullandığımız, belli cihazlarımız var evde; kullandığımız klavyeler, belli başlı programlar ve plug-inler kullanıyoruz, onun etkisidir. Valla nasıl oluşturuyoruz bilmiyorum. Ben çünkü şarkıyı da nasıl yaptığımızı bilmiyorum. Bir anda bir şey çıkıyor ortaya. Can ile ikimiz aranje yapıp Ozan’a atıyoruz, Ozan üzerinde biraz çalışıyor, Ozan’a gidiyoruz ve işte orada biraz sound üzerine, biraz aranje üzerine çalışıp böyle bir şey çıkarıyoruz. Biraz kolektif bir iş aslında.
Harika. Ama sözler senden çıkıyor.
Erkin: Evet, bir tek sözleri sadece ben yazıyorum.
Besteyi de birlikte çalışıyorsunuz.
Erkin: Tabii. Yani şey diyemeyeceğim, hani, “ben yapıyorum” diyemeyeceğim.
Ozan Hatipoğlu: Aslında Erkin daha çok yapıyor. Onun singer-songwriter yönü var, biraz da böyle düzenlemesini de fikir atıyor ortaya, daha sonra bizde üzerine koyuyoruz ve son haline getiriyoruz.
Can: Sorduğun soruyla ilgili bir şey eklemek istiyorum. Aslında soundun değişik bir noktaya gelmesi şöyle: Erkin başta daha kendi başına yaptığı bir müzik üstüne gidiyordu, biraz daha Hip Hop, RnB üstüne giden bir tarzı vardı. Sonra Ozan ile benim biraz daha dahil olmamızla aslında dediğin yolculuk, hani bugüne gelen, çünkü son üç şarkımıza da o değişim hissediliyor diye tahmin ediyorum, Chardonnay’e gelen yolculuk biraz o şekilde oldu. Sound’umuz hakikaten değişiyor ve dediğin gibi bence de bir noktaya geliyor gibi hissediyorum.
Mesela vazgeçilmez bir öğe nedir Hend’in müziğinde?
Erkin: Fiziksel olarak Nord klavyem benim bir tane var, orada ben çok uğraşıyorum üzerine ses falan yapıyorum. Manevi olarak da bu ikisi: Tarık ve Ozan.
Can: Erkin’in sözleri bence. Yani birazcık farklıdır, farklı bir tarzı var. O kendi kesinlikle bunu söyleyemeyeceği için benim söylemem gerekiyor. Farkında da değil bence. Çünkü bence iyi yansıtıyor yani sözlerden.
Erkin: Teşekkür ederim.
Gruptaki herkes farklı bir gruptan, altyapıdan geliyor. Nasıl böyle birleştiniz ve grup oldunuz?
Can: Çünkü işin en başı aslında üçümüz yani.
Erkin: Şöyle aslında; biz evet hep üçümüz daha çok çocukken falan beste yapardık, hep üçümüz yani.
Can: Zaten liseden arkadaşız. Benim hayattaki en eski arkadaşım, 7 yaşından beri arkadaşım.
Erkin: Yani çok çok eskiye dayanıyor bizim. Zaten müzik yolculuğumuz da şöyle: Beraber zaten grubumuz vardı, sonra işte başka bir grupta biraz yürüdük; Ozan bu sırada başka müziğin başka bir tarafını keşfetti, kendi başarılı olduğu başka bir alanı, ses tasarımını keşfetti oraya doğru ilerledi.
İlk grubunuz…
Erkin: Motto diye bir grubumuz vardı. Çok taş devri çok. Ankara’dayken.
Kaç yaşındaydınız Motto’dayken?
Erkin: Yirmili yaşların başında. Üniversitedeydik.
Siz yani şimdi çocukluk arkadaşısınız, birlikte aynı üniversiteye de mi gittiniz aynı zamanda?
Erkin: Biz ikimiz gittik. Ben Tarık’la (Tarık Can Sürmen) askere gittim.
Ozan: Evlerimiz de yan yana.
Nelerden ilham alıyorsunuz?
Erkin: Söz anlamında şey oluyor; ben böyle distopik dünyaları falan çok severdim, düşünmeyi de, izlemeyi de ve okumayı da. Birazcık o mutsuzluk üzerine yoğunlaşmıştım. Sonra vazgeçtim. Çünkü kimse benim o dünyamla bağlantı kuramıyor, yani doğal olarak çünkü kimse o dünyada değil. Ben de biraz daha insani duygulara yönelmeye karar verdim ve duygulardan ilham alıyorum. Yazım süreci biraz sürüyor, o hissiyatları hatırlıyorsun, işte bunun üzerine gidiyorsun, kelimeler dökülüyor ağzından. Bazen piyanonun başında bir melodi buluyorum, sonra küçük böyle on altı bar bir beat yazıyorum altına, düşünürken bir anda bir melodi geliyor aklıma ve o melodiyle beraber bir söz de geliyor. Ev stüdyom var. Hiç telefona bulaşmadan gerçek bir condenser’da kayıt yapıyorum.
Grup arkadaşlarına dinlettiğinde nasıl yaklaşıyorlar?
Erkin: Can’a dinletiyorum mesela, bir kelime söylemeden iki kere dinliyor şarkıyı. Hani bir olmuş ya da olmamış bir şey söyle, değil mi?
Saygılı bir birey.
Erkin: Hayır, ben bunu saygısız buluyorum (Gülüyor). Söyle, öleceğim! Sevdin mi sevmedin mi, ne diyorsun ya? Ben zaten otuz kere dinleyip yapmışım orada böyle bakıyorum. Mesela 10 dakika geçiyor, çok iyi olmuş falan yapıyor, ben orada anlıyorum. Ozan’da da genelde yollayınca, biraz bekliyorsa cevap atmayıp olmamıştır o şarkı. Ama “Çok iyi şarkı, direkt basalım” falan diyorsa olmuştur.
Müzik dışında grubu bir araya getiren meraklarınız, aktiviteleriniz nedir?
Ozan: Biz Erkin’le Star Wars’a düştük.
Erkin: Çok fena düştük.
Ozan: Baştan sona, bütün kronolojik sırayla izliyoruz yani.
Oradan da distopik ya da ütopik şarkılar ve belki peri masalları ile ilgili şarkılar gelmesin?
Erkin: Bir sonraki şarkımız Işın Kılıcın (Gülüyor). Can çok yemeğe düşkün bir insandır. O sağolsun güzel restoranlara gidip yiyip içmeyi de çok seviyoruz. Onun dışında zaten takılıyoruz.
Sen mi buluyorsun restoranları Can?
Can: Aslında şöyle spesifik bir şey yok. Biz zaten arkadaşız, onun yanında grubuz da. Büyük bir artı oluyor bu açıdan.
Erkin: Grup sonradan geldi yani.
Can: Zaten sosyalleşirken beraber sosyalleşiyoruz, o yüzden herhangi bir şeyi de beraber yapıyoruz. Atıyorum konsere de beraber gidiyoruz, o da bizi besliyor, mesela yemeği de beraber yapıyoruz. İşte çıkıp beraber sapıtıp sarhoş oluyoruz, düşüp geberiyoruz o da… Hepsi besliyor kısacası.
Mesela öyle bir akşamın bir şarkısı var mı grupta?
Erkin: Ya şöyle bir akşam yaşadık. Beraber benim evde bayağı bir içtik, çok da eğlendik. Ya bir İllüzyon şarkısı var bizim eski, hani onu çıkaracaktık bir dinleyelim bir daha dedik. Şarkı bize bir yavaş geldi, moralimiz falan bozuldu. Hani kafamız o kadar iyiymiş ki. Yani böyle hızlandırıyoruz, düşürüyoruz… Tarık en son “Bir kere daha dinlersem müziği bırakacağım” dedi. Öyle bir gecemiz oldu.
Can: Yani Erkin şarkıları bizim olmadığımız gecelerde çıkarmayı seviyor. Bizle eğlenip, şarkıları başka gecede…
Peki böyle grup imajınız üzerine hiç düşünüyor musunuz? Yoksa böyle tek tek hani kendi imajınız hakkında mı düşünüyorsunuz?
Erkin: Ortak bir paydada daha buluşamadık. Herkes fena giyinmeyen insanlar, böyle at hırsızı gibi dolaşmıyoruz. Şimdilik onunla idare ediyoruz. Ama mesela Alex Turner’ın dönüşümü gibi, Arctic Monkeys’de hani o kıyafetlerin, tavırların falan bile bunun üzerine düşünülmesi lazım ve bunu profesyonel birinin yapması lazım bu konu üzerinde.
Grubun geleceği hakkında en çılgın hayaliniz ne olurdu?
Erkin: Yurt dışında müzik yapabilmek olurdu bence.
Çılgın bir hayal… Yaparsınız yurt dışında müzik zaten.
Erkin: Çılgın bir hayal ne olabilirdi? Yani şöyle bir şey olurdu: Metallica gibi her kıtada çalmış olabilmek isterdim. Mesela Antartika’da her yerde çalabilmek.
Peki sizlerde var mı böyle fantastik bir hayal?
Can: Yani valla yok sanırım biliyor musun? Adım adım gitmeye çalışıyorum kafamda, hayatın da yoğunluğu yüzünden. Şu an sen söyleyince biraz hayal kurmadığımı fark ettim bu konularda. Aslında hayal kurmam lazım çünkü hayal kurunca gerçekleşiyor. Bunun üzerine düşüneceğim o yüzden.
Erkin: Ben biraz daha kısa vadeli düşünebildiğim bir dönemdeyim. Yani böyle Hend ile müzik yaparken de bu anı, o şarkıyı ve nasıl olacağını düşünüyorum.
Ozan: Şeyi isterdim mesela bazı mekanlar gerçekten çok güzel, ben mimari de çok severim; çok güzel mimarisi olan bir yerde böyle özel bir konser veya yani böyle bir çekim yapmak isterdim. Parcels’in bir tane videosu vardı. Onların live yaptığı bir çok güzel sera gibi bir yer vardı. Tamamen camdan kocaman bir yer, kırmızı, botanik üzerine harika bir yerdi mesela. Böyle bir şey olsun isterdim.
Klip çekecek misiniz?
Erkin: Beril Ateş o kadar güzel bir artwork yaptı ki aslında çok sıcak bakmıyordum klip yapmaya o yüzden. Artwork’ü önce bir göstermek istedim insanlara, yani onu çok sevdim. Gerek duymadık, zaten çok güçlü bir resim. Belki bir sergi olmasını isteyebiliriz.
Önünüzdeki projeler, konserler ve hedefleriniz nelerdir?
Erkin: Üretmeyi seviyoruz beraber, üreteceğiz de. Single yaparız, EP yaparız, şu tarihte şunu çıkarırız veya şurada konserimiz olacak diyemiyorum ama yani mümkün olduğunca konser verip, insanlara ulaşıp, şarkılar yapıp paylaşmayı istiyoruz. Seviyoruz çünkü, güzel enerjilerle şarkılar yapıyoruz.
Can: Bir şarkı daha çıkacak önümüzdeki bir buçuk ay içinde. Blakhol diye müzisyen dostlarımız var Ankara’da, onlarla ortak yaptığımız bir şarkı var, o da çıkacak. Sonrasına bakacağız. Ama Erkin’in dediğine katılıyorum ben. Uzun süredir hepimiz sektörün içindeyiz, çok rahat hissettiğim bir ekip bu. Belki de arkadaşlıktan da dolayı her şeyi çok şeffaf birbirimize söyleyebiliyoruz, işi yaparken çok keyif alıyoruz. O yüzden bol bol şarkı ve konser yapacağız.

İNSANA VE ÖTESİNE DAİR: MÜSTAKBEL SUÇLAR
Yazı: Mina Aslan
Cronenberg’in yeni filminden yola çıkarak 79 yaşındaki veteran yönetmenin uzun metraj body horror filmlerini tek tek ziyaret ettiğimiz daha uzun soluklu bir yazı yazma niyetiyle başladım bu makaleye. Yazmaya başladıktan sonra hayatımda meydana gelen bazı iğrenç gelişmelerin de etkisiyle yazı aldı başını biraz başka yerlere gitti. Ben de bu temaya ucundan kenarından bağlanan dağınıklığı kucaklamaya karar verdim, bence Cronenberg beni içine zerk ettiği bilinç akışını severdi. Umarım siz de seversiniz.
Kendisini A History of Violence, Eastern Promises gibi mafya filmleri ve Scanners, Videodrome, eXistenZ, The Fly ve Crash gibi body horror, bilim kurgu ve psikolojik gerilim üçgenindeki filmleriyle tanıdığımız David Cronenberg, bu yıl Crimes of the Future adlı uzun metrajıyla sahalara dönerek kendisini meşhur eden unsurları tekrar ziyaret etmiş. Viggo Mortensen, Lea Seydoux ve Kristen Stewart’ı içeren kadrosuyla Crimes of the Future, Türkçe adıyla Müstakbel Suçlar yönetmenin 8 yıllık aradan sonra çektiği ilk uzun metraj olmakla birlikte bu janrdaki diğer klasikleri gibi posthümanizm, transhümanizm ve postyapısalcılık temaları ekseninde dönüyor. 1970’te çektiği bir kısa filmle aynı ismi paylaşan Müstakbel Suçlar’ın kısa film ile ismi dışında pek bir ilgisi yok, senaryosu ise 20 yıl evvel Painkillers başlığı altında yazıp prodüksiyon evresinde bıraktığı bambaşka bir hikaye. Yönetmen 20 yıl sonra projeyi yapımcısının da ısrarlarıyla raftan indirdiğinde bu isimle çok fazla film ve kitap çıktığını fark ediyor, ve halihazırda başka bir kısa filminde kullandığı bir ismi kullanmakta kanaat kılıyor.








Cronenbergian diyebileceğimiz pek çok öğeyi bir araya getiren film, bir bakıma da yönetmenin kendi külliyatına ve bu külliyatın yarattığı felsefi tartışmalara retrospektif bir geri bakış ve aleni bir düzen eleştirisi niteliğinde; İnsanoğlu, sıfırı tükettiği distopik bir gelecekte ürettiği plastiği yemeye doğru evrimsel adaptasyon gerçekleştirmeye başlıyor. Tüketim kültürü ile birlikte arka plana itilip önemini yitiren işlevsellik, yeni ve değişik olana yer açmak için ıskartaya çıkartılıyor; vücutlarımızda işlev sahibi olmayan yeni organlar tümör gibi büyüyüp bizi içeriden boğuyor. Acı hissetme yetisi ortadan kalkmaya başlayınca mütilasyon yeni bir fetiş haline geliyor. Bu distopik dünyada içinde yeni organlar büyüyen performans sanatçısı Saul, eski travma cerrahı partneri Caprice ile birlikte bu organları aldırdığı canlı performanslar sergiliyor. Aslında kulağa ne kadar kaçık gelse de Cronenberg’in zihninden çıkma bir fantezi değil bu, filmin ilham kaynağı gerçek bir performans sanatçısı. Posthümanist tartışmalarda ismi çokça anılan Fransız performans sanatçısı ORLAN’dan ilhamla yazılan filmde, Carnal Art kavramı merkezde konuşlanıyor. Etsel ve şehvetle ilintili anlamına gelen ve ORLAN tarafından başlatılan Carnal Art akımı, vücudu modifiye etmeye dayanan, acı ve katarsisi merkezine alan Body Art akımından anestezi ile ayrılıyor. ORLAN, 90’ların başında lokal anestezi altında bir seri estetik ameliyatla, yüzünü şekilden şekile sokuyor. Plastik cerrahiyi güzelleşme veya medikal ihtiyaçlar dışında kullanan ilk sanatçı olan ORLAN, Mona Lisa’ya benzemek için şakaklarına elmacık implantları yerleştirtiyor, ağzını François Boucher’in Europa’sına, çenesini Botticelli’nin Venüs’üne benzetmek için bıçak altına yatıyor. Performansın bir parçası olarak uydu bağlantısıyla bu anları yayınlıyor ve ameliyathaneyi bir stüdyoya çeviriyor. ORLAN, yönetmenin filmlerinde efektlerle yarattığı grotesk ve abject gösteriyi, canlı yayında kendi bedeni üzerinde gerçekleştiriyor. Şuuru açıkken yüzünü canlı yayında adeta yüzdürüp geri taktıran sanatçı hâliyle Cronenberg’in dikkatini çekiyor. 2002’de çıkarttığı filmi Spider’ın ardından Cronenberg, ORLAN’ın biyografisi olacak bir film yazmak için kolları sıvıyor. Başrol için Nicholas Cage ile anlaşıyor. ORLAN’ın da rol alacağı film, yönetmenin projeye dair tereddütleriyle rafa kalkıyor. Günümüzde bu hikayenin çok daha mânidar olacağını düşünen Robert Lantos, Cronenberg’i senaryoyu tekrar değerlendirmeye ikna ediyor ve ortaya karşımızdaki film çıkıyor. Cronenberg’in, günümüzde daha da gerçekçi gelen bu yakın gelecek tasvirine 20 yıl önce imza atmış olması ise etkileyici.
‘‘Kafamızdaki düzeni çevremize empoze etme ihtiyacımızdan olsa gerek, kendimizi nisbeten sebatlı ve sağlam biliriz. Ama ben bir insana baktığım zaman organik, kimyasal ve elektronik bir kaos girdabı, geçicilik ve dengesizlik, parıltılı bir değişme ve dönüşme potansiyeli görüyorum.’’
Cronenberg başından beri cüretkarlığa meyilli bir yönetmen. J.G. Ballard’ın aynı isimli romanından uyarladığı Crash, hâlâ toplumsal infiale sebep olan filmler ele alınırken konuşulan bir vaka. Film, araba kazası geçirdikten sonra araba kazalarına yönelik fetiş geliştiren bir çiftin bir tür yeraltı fetiş kültüne girişini ve orada yaşadıkları erotik maceraları konu ediniyor. Marazi ve grotesk görülenin bir fetiş, arzu nesnesi haline geldiği filmin Cannes gösteriminde jüri üyesi Francis Ford Coppola’nın filmin içeriğini görünce isyan etmesiyle başlayan curcuna, Evening Standard ve Daily Mail editörlerinin Crash’e karşı bir yıl süren bir medya savaşı başlatmasıyla arşa çıkıyor. Film hakkında sadece İngiltere’de 400 basın açıklaması yapılıyor, sansürün yüzü sayılan muhafazakar aktivist Mary Whitehouse dahi tartışmalara dahil oluyor. Film Sınırlandırma Kurulu üyeleri üzerinde filme sansür kararı çıkartmalarına yönelik baskı oluşturmak için muhafazakar gazeteler özel hayatlarını gazetelere döküyor. Bir noktada filmin insanları suça sevk edip etmeyeceğine dair otomobil kulüplerinden dahi uzman görüşü alınıyor. Büyük Sony boykotları ve yarattığı ayaklanmaya rağmen Crash bir şekilde yayında kalmayı başarıyor, bu da sinemada özgür ifade adına bir zafer olarak anılıyor. Saul ve Caprice’in performanslardan ve mütilasyondan aldıkları cinsel zevk, bize Crash’teki James ve Helen’ı anımsatıyor. Ameliyatları yapmak için kullandıkları ‘sark ünitesi’, Saul’un içinde uyuduğu ‘orkide yatak’ ve yemek yerken sancılarını dindirmesi için oturduğu ‘kahvaltı sandalyesi’ ise iç kaldırıcı seviyede antropomorfik formlarıyla akla eXistenZ’deki game pod’ları getiriyor.
Body horror dediğimiz janrın estetiğinin inşasında büyük katkısı bulunan Cronenberg sinemasının temasal altyapısında “abject” denen kavram yatıyor. Bulgar filozof Julia Kristeva’nın Georges Bataille’ın formsuz kavramından yola çıkarak öne attığı, sadece bedenimizin değil ontolojimizin de sınırlarını bulandıran bu abject; türkçeye anlam kaybı yaşamadan çevirmesi zorlu bir kavram. Aslında kabaca “iğrenç, iğrenti uyandıran” anlamını taşısa da burada bahsettiğimiz kavram olan abject, yani büyük harfle İğrenç, insanın kendine ve gerçekliğine dair algısını bozguna uğratan, insana kendi faniliğini, ve daha da kötüsü acizliğini anımsatan; özne-nesne, içerideki-dışarıdaki, özlük-öteki arasındaki sınırı bulandıran anlamını taşıyor. Abject’e sunabileceğimiz birincil örnek ceset, çünkü ceset bize kendi ölümlülüğümüzü anımsatıyor. Açık bir yara, irin, dışkı, lağım, mükemmelliğini ve bütünlüğünü yitirmiş bir beden; bunların hepsi gözümüzü kaçırdığımız gerçekliğin dehşetini beraberinde getiren şeyler, çünkü insan olmaya dair kanıksanmış varsayımları, doğanın zapturapta alındığı sanrısını ve gerçekliğin tahayyül edilebilir olduğuna dair kartezyen varsayımları yırtıp atıyorlar. İçimize, yani beden dediğimiz bütüne ait şeyler dışarı atıldıkları an İğrenç oluyorlar. Vücut salgıları, kafamızdan kopup banyo giderinde yumaklaşan saçlar İğrenç. Kestiğimiz tırnaklarımız, vücudumuzdan ayrıldıkları an İğrençleşiyorlar. Bizi hayatta tutan bedensel fonksiyonları gayet tabii yadsıyabiliriz, ama dışarı çıkıp görünür hale geldikleri zaman, bu İğrençtir. İğrenç olan şey bizi, dil ve kültür üzerine kurulu olguları anlamlandırdığımız yerden çekip, düzen ve içkin bir anlamın olmadığı gerçekliğe sürükler. Tıp okuyan bir arkadaşım bir gün bana “her şeyin bir şekilde yolunda gideceğini varsayıyoruz ama en ufak patojenlerden, bir haşerenin ısırığından veya bozuk bir besinden kapılabilecek ölümcül hastalıkları göz önünde bulundurursak bana işlerin yolunda gitmeme olasılığını çok daha büyük gibi geliyor” mealinde bir şeyler demişti. Sonraki üç gün yastığımda yürüyen, gözüme bile görünmeyen maytları, cildimde gezindiklerini, porlarıma girdiklerini düşünmüştüm. Abject biraz da bu işte…
Cronenberg’e geldiğimizde ise Brecken denen çocuğun -annesinin hitabıyla yaratığın- ağzından dökülen yoğun beyaz salya, The Fly’da yavaş yavaş sineğe evrilen bilim adamının cildini delerek çıkan uzuvlar, Scanners’da yavaş çekimde karpuz gibi patlayan kafalar, Crash’te araba kazası fetişi geliştiren ve engelli kalan bedenlerin cinselliği, eXistenZ’de dedektörden geçebilmesi için kemik, diş ve diğer organik materyallerden yapılan silah, kıkırdak dokuyu ve benzeri organik formları andıran teknolojik kumandalar ve Crimes of the Future’daki antropomorfik mobilyalar… Hepsi, kelimenin tam anlamıyla İğrenç. Çünkü bedenimizin içiyle dışı arasındaki sınırları bulandırıyorlar, ya da bize gözümüzü kaçırdığımız kırılgan gerçekliğimizi hatırlatıyorlar.
















VÜCUT, HAKİKATTİR.
Filmde Saul ve Caprice provokatif performanslarını sergilerken arkalarındaki ekranlarda bu motto yazıyor. ”Vücut, hakikattir”: tabiatı gereği sınırlayıcıdır, bu da bertaraf edilmesi arzusunun temelini oluşturur. Bilinci sibernetik bir organizmaya yükleyip insan vücudunun sınırlarını aşmak, bilim kurgunun -ve transhümanist düşüncenin- kalbinde yatar. Bu filmi çektiği noktada, Cronenberg de kendini biyonik bir canlı olarak tanımlıyor, çünkü kulağında işitme cihazı denen minik bilgisayarlar, gözlerinde de plastik lensler var. Katarakt ameliyatının ve işitme cihazının yaşadığı gerçekliği ne denli değiştirdiğini deneyimleyen yönetmen, dünyaya artık 50 yıldır film çevirdiği gözlerle değil, başka gözlerle baktığını söylüyor. Bir şeyler kesinlikle değişmiş gibi duruyor; şimdiye dek çektiği body horror filmlerinin neredeyse tümünde insanların kibir ve hırslarından doğan başkalaşma veya bedenin sınırlarını aşma girişimleri ibretlik sonlarla cezalandırılırdı. Müstakbel Suçlar’da ise dünyanın geldiği, ya da bizim elimizle getirildiği vaziyette yaşama devam edeceksek başkalaşıma müsade eğmenin tek çaremiz olabileceği ihtimali vurgulanıyor. Buradaki başkalaşım tabiata meydan okumanın değil, karşısında boyun eğmenin başkalaşımı olarak önceki filmlerinden ayrılıyor, ve bir bağlamda mazur görülüyor. Yönetmen önceki filmlerini andıran estetik ve tematik devamlılıklar sunsa da, nihayetinde farklı bir perspektif getiriyor. Cronenberg’in iğrenç filmi Müstakbel Suçları’ı MUBI‘de izleyebilirsiniz.

BLACK COUNTRY, NEW ROAD İLE KISA KISA
Röportaj: İdil Meşe
Son yılların hızlı yükseliş gösteren İngiliz alternatif rock gruplarından Black Country New Road, 21 Ağustos’ta, IKSV’nin 50. yıl kutlama konserleri kapsamında, Nick Cave and the Bad Seeds’in ön grubu olarak Parkorman’da sahne alacak. Performansları öncesinde, grubun bateristi Charlie Wayne sorularımızı cevapladı.
Grup olarak yaşadığınız en büyük zorluk neydi ve nasıl üstesinden geldiniz?
Cambridge’deyken, biraz daha genç olduğumuz zamanlarda, Cambridge Üniversitesi öğrencileri tarafından, şehirde hiçbir üniversiteye gitmeyen kişilere karşı düzenlenen bir yarışma vardı. Karakter ve zeka testi gibi bir şeydi. Yarış, özünde (üniversite öğrencilerinden oluşan bir takıma karşı) kimin yapboz oyununu daha hızlı tamamlayacağını görmek üzerineydi. 1000 parçalı, Jurassic Park temalı bir puzzle’dı. Takım olarak çalıştık ve kişisel yeteneklerimizi olabildiğince hızlı bir şekilde ortak çabaya dönüştürdük. Dört saatlik zorlu ve beyin yakıcı çalışmanın sonunda öğrencileri yendik. Bu, hayatımızın en gurur verici anlarından birisiydi.
Müzik yapmadığınız zamanlarda grup olarak neler yapıyorsunuz?
Çoğunlukla takılıyoruz ve rahatlıyoruz. Bazen birbirimizle oyunlar oynuyor ya da pub’a gittiğimiz ve komik, ilginç şeyler gördüğümüz zamanlardan birbirimize hikayeler anlatıyoruz.
Radarınızda size ilham veren yeni nesilden sanatçılar var mı? Belki de Türkiye’den sevdiğiniz gruplar?
Hepimizin, ayrı ayrı dinlediği çok fazla ilgi çekici ve eğlenceli yeni müzikler var. Bu yılın özellikle ortak beğendiklerimizden öne çıkan Horsegirl grubunun çıkış albümü oldu. Yakında umarım onlarla da birkaç şovda beraber çalacağız, ki bunun çok eğlenceli olacağını düşünüyorum. Yeni bir grup değil ancak son çıkan albümleri Soul Glo’yu gerçekten beğendim. Sahiden deli işi ve heyecan verici bir müzik. Türk müziği içinse, korkarım ki utanç verici bir şekilde az bilgiye sahibim. Ancak Duman’ı beğeniyorum. Geldiğimizde dinleyebileceğim bolca öneri toplamayı umuyorum!
Black Country New Road tarafında yakın gelecekte olacaklardan ipucu verebilir misiniz?
Bizim için çok yoğun bir yaz oluyor, ki bunun için minnettarız, bu sebeple gelecekte neler olacağına dair çok düşünme fırsatımız olmadı. Yine de kısa bir dinlenmeden sonra ellerimizi başımızın arasına alıp gelecek sene için yeni parçalar yazmaya başlayacağımızı düşünüyorum.
Türkiye’deki konserinizden beklentiniz nedir ve Türkiye’deki hayranlarınıza mesajınız var mı?
Türkiye’ye gelmek hem grup hem de bireysel olarak hepimiz için inanılmaz uzun süredir hayalini kurduğumuz bir olaydı. Buraya gelme ve burada çalma fırsatımız olduğu için inanılmaz şanslıyız. Türkiye’deki dinleyicilerimize destekleri için teşekkür etmek isteriz. Olabildiğince çok dinleyicimizle tanışmayı dört gözle bekliyoruz ve yakında, Türkiye’de kendi bağımsız konserimizi de vermeyi umuyoruz.

PAZAR, SHUK, ŞAKŞUKA: İSTANBUL'DAN TEL AVİV'E BİR PAZAR HİKAYESİ
Röportaj: Mina Aslan
Kültürel antropolog Kornelia Binicewicz ve belgesel fotoğrafçısı Italo Rondinella, pazarlara olan aşklarını bir kitapta derlemişler. Kornelia’nın yazdığı metine eşlik eden röportajlar, Tel Aviv ve İstanbul pazarlarından fotoğraflar ve iki kültürden de tariflerle birlikte ortaya epey enteresan bir eser çıkmış. Italo ve Kornelia ile yeni çıkan kitapları “Pazar//Shuk” hakkında sohbet ettik.
Selam, sizleri görmek çok güzel. Oldukça enteresan bir konsept ve format olmuş. Pazarlar çoğumuzun varlığını kanıksadığı ve üzerine çok da kafa yormadığı yerler. Bu tema nasıl ortaya çıktı?
Kornelia: Epey uzun zamandır İstanbul’da yaşıyorum, Italo da öyle ve burada geçirdiğimiz yıllar boyunca ikimiz de pazara gitmekten büyük keyif aldık. Pazarlar hem iyi vakit geçirmek hem de kültürü tanımak için ideal yerler. İlk çıkmaya başladığımızda pazarlarda buluşurduk ve bu mekanlara derin bir ilgimiz vardı. Ve shuk… Çünkü İstanbul’a taşınmadan önce Tel Aviv’de çok zaman geçirdim. Dünyada en sevdiğim yerlerden biriydi ve kültürüne de çok yakın hissediyordum. Yemek kültürü ve çeşitliliğine… Dolayısıyla shuk‘lar benim için oldukça ilgi çekiciydi. Ardından Italo’yla birlikte burada yaşamaya başladığımızda İsrail Konsolosluğundan Elazar’la konuştuk. Ona insanları bir araya getirmek için ortak bir amacımız varsa haydi marketleri anlatalım dedik. Çünkü söylediğin gibi; bu marketler varlar, fakat o kadar kanıksanmışlar ki gözden kaçıyorlar. Bu pazar alanlarındaki değişimin, market yapısındaki dinamiğin hikayesini anlatmak istedik. Elazar, “Evet, evet. Bu çok iyi bir fikir” dedi. Hikayenin kalanını Italo’ya sormalısın çünkü ben kültür antropoloğu, araştırmacı ve bir hikaye anlatıcısıyım. Fakat Italo’nun fotoğrafçılığı olmasa, bu kitap ortaya çıkmazdı.
Kesinlikle, kitabın epey tutarlı bir fotografik tonu var. İkinci sorum da biraz bununla ilgiliydi aslında. Hikayeye eşlik eden fotoğraflar için önceden belirlenmiş bir ton veya vizyon var mıydı yoksa her şey spontane mi gelişti? Tutarlı oldukları gibi oldukça sade ve içten duruyorlar. Aynı şekilde bu görsel tutarlılık kitabı karıştırdıkça iki şehrin birbirine geçmesine de vesile oluyor. Tel Aviv’deki markette laffa yapan teyze mesela, İstanbul’da karşılaşabileceğimiz bir gözlemeci teyzeye benziyor.
Italo: Kornelia’nın söylediklerine bir iki şey ekleyip soruna döneceğim. Aslında olay marketlere entellektüel bir ilgi beslemeye başlamamızdan önce başladı. Çünkü pazara gitmek bizim rutinimizin bir parçasıydı. Pazarları hala hayatımın çok önemli bir parçası olarak görüyorum. Hatta Tarlabaşı’ndaki pazarın sokağında oturuyorum. Fotoğraflara gelecek olursak; işin İstanbul ayağı daha kolaydı çünkü Kornelia’nın da dediği gibi uzun zamandır burada yaşıyorum ve yakalamak istediğim şeye dair görsel bir fikrim vardı. Tel Aviv kadar zorlayıcı değildi, fakat diğer yandan çok yakından tanıdığın bir şeyi fotoğraflamanın da kendi zorlukları var. Tekrara düşmek istemedim, çünkü pazarlarda bulacağın atmosfer aşağı yukarı aynıdır. Bu kadar sürekli ve aynı bir ortama bir hikaye anlatıcılığı öğesi katmak da zor olabiliyor. Fakat İstanbul’a gelince yapabileceğimin en iyisini yaptığımı düşünüyorum. Tel Aviv hikayesi biraz farklı, Kornelia İsrail’e aşina olsa da ben hiç değildim. Bu benim ilk ziyaretimdi ve proje aşağı yukarı 10 gün sürdü. Ne bekleyebileceğim ve yaratabileceğime dair bir fikrim yoktu doğrusu, ülkeye bile çok yabancıydım. Bu noktada yapımcımız Elazar’ın insanlarla tanışmamızda çok yardımı oldu. Şimdiye kadar yaptığım işlerden farklıydı ve İstanbul’a dair bilgi birikimim Tel Aviv’le denkleşmediği için ve Tel Aviv’de epey kısa vaktimiz olduğu için içimde iki bölümün uyuşmayacağına dair bir endişe de vardı tabii. Post prodüksiyonda da elimdeki fotoğrafları oldukça homojenize etmeye çalıştım. Ve sonuç elindeki kitap oldu.
Kitapta gastronomlarla sohbetler edip birkaç tarif de derlemişsiniz. Bu tarifler arasında rutininize kattığınız, kendinizi sık sık yaparken bulduğunuz bir tarif var mı?
Kornelia: Tarifler aslında yemek yapmayı seven insanları teşvik etmek için oradalar. Bu kitap bir tarif kitabından ziyade yemek kültürüne, tarihe, şehirlere ilgi duyan insanlara bir davetiye olarak tasarlandı. Tarifler, okurlara pazarların onlar yemek yapsın diye kurulduğunu hatırlatmak için orada. Dolayısıyla sadece birkaç tane seçtik ve hepsi birbirlerinden oldukça farklılar. Mesela ilk tarif ıspıt otu içeriyor ve bu pek bilinmeyen bir sebze, ya da kök. Çoğunluğun tanımadığı, tüketmediği bir şey. Ancak kitapta görüyorsunuz ki belli başlı bölgelerin pazarlarına giderseniz daha endemik ve nadir meyve sebzelerle karşılaşabiliyorsunuz. Musa Dağdeviren, Türk mutfağı konusunda bir dâhi ve onları çok güzel bir şekilde pişiriyor. Bu bağlamda bize çok iyi bir rehber oldu. Fakat bu istesek dahi günlük favori yemeğimiz olamaz, çünkü ıspıt sadece şubat sonundan nisana kadar yetişiyor. Bazı tarifler var ki hazırlaması çok kolay, mesela menemen ve şakşuka. Birlikte sunulmaları da tesadüf değil. Bakıp, “Vay be! Aslında aynı yemek.” diyebilin diye oradalar. Bu kitabın bir amacı da insanları bir araya getiren tarifleri ortaya koyup yemeğe “sahip” olmadığımızı anlatmak. Aslında yemek sana, senin ona sahip olduğundan daha sahip. Menemen, yani domatesli sosta pişen yumurta, insanları bir araya getiren bir şey. Bir topluluk buna “menemen” öbürü “şakşuka” diyor. Aralarında pişirme biçimi veya kullanılan baharatlara dair farklar var tabii, ama ruh aynı. İsrail’de Şakşuka ustası Dr. Shakshuka’dan alıp kitaba koyduğumuz tarif çok basit. Birçok kez beraber test ettik, başka insanlara denettik ve gerçekten her seferinde iyi sonuç verdiğini gördük. Dolayısyla günlük rutine üye bir tarif arıyorsak bunu aday gösterebilirim, Türkler için. İsraillilere de menemen önerirdim. Menemen tarifimiz Menemenci Hamido’dan ve Dr. Shakshuka’ya kıyasla oldukça utangaç, gözlerden uzak bir insan. Dr. Shakshuka bir televizyon yıldızı, Hamido ise çok küçük şatafatsız bir dükkan işletiyor. Kimse bilmiyor ama şehirdeki en iyi menemeni Hamido yapıyor.
Evet, menemen Türk kahvaltılarının demirbaşı sayılır. Aynı malzemelerin farklı yorumlanışı da aklıma konuştuğunuz gastronomlar ve şefler diğer ülkenin pazarından malzemeleri nasıl değerlendirirdi sorusunu getirdi. Musa Dağdeviren mesela, kendini tamamiyle mesleğine adamış biri. Çok kısa süreliğine pazara çıkan, mevsimlik, çoğumuzun tanımadığı malzemelerle çalışıyor. İsrail’de yetişen ve ülkemize egzotik kaçacak ürünlerle neler yapabilirdi acaba. Çünkü elde aynı malzemeler varken bile insanların damak lezzetinden gelen farklı eğilimleri var. Şakşukaya bakıp, “Aaa menemeni böyle pişirmeyi düşünmezdim” diyebiliyorsunuz. Derler ya “Same same, but different.” değişik ama aynı.
Kornelia: “Same same but different” bu kitap için çok yerinde bir deyiş oldu. Bu kitap farklı ülkelerde yaşadıkları için kendilerini ötekinden oldukça farklı algılayan iki topluluğu anlatıyor. Fakat yakından baktığımızda insanları bir araya getirecek çok fazla benzerlik var. Bu kitap benzerlikleri ortaya çıkartmak ve aynı zamanda farklılıklara da saygı göstermekle ilgili. Herkesin ve her şeyin benzer olduğu dümdüz bir gerçeklik istemiyoruz. İnsanlar arasındaki farklılıkları kutlamak, benliklerine saygı göstermektir. Kendi ötekilikleri ve sıra dışılıklarıyla. Fotoğraflarda da, laffa satan kadın ve gözlemeci kadın aynı ailedenlermiş gibi duruyorlar, farklılıklarıyla. Buna saygı duymalıyız. Her pazarcının kendi hikayesi var, ve bize bir şey sunuyorlar. Italo, biraz senin buna değinmeni isterim. Çünkü benim kitabı yazarken oluşturduğum bir anlatı var, okurlarımın benim fikirlerime katılmasını istiyorum. Fakat Italo karşılaştığımız insanların hikayelerini ve arkaplanlarını yakalamaya çalışıyordu.
Italo: Ben belgesel fotoğrafçılığı arkaplanından geliyorum. Normalde toplumsal problemler üzerine foto muhabirlik yapıyorum. Burada yapmaya çalıştığım şey, fotoğraflamaya çalıştığım öznelerin toplumsal gerçekliğini anlamaktı. İstanbul, söylediğim gibi, bu bakımdan daha kolaydı. Mesela bahsettiğiniz laffa satan kadını çekmek veya o gerçekliğe girmek için fazla vaktim olmadı. Bu kısıtlar dahilinde daha derin bir şeyler gösterebilmek bir mucize olurdu. İşimin en enteresan kısmını fotoğrafın ardında olan biteni anlamak, toplumsal gerçeklikleri, ortaklıkları ve farkları göz önüne çıkartmak.
Sanırım favorilerimden biri pazar muşambasının yelkeni andıran fotoğrafına eşlik eden “modern kentin yelkencileri” analojisiydi…
Kornelia: Bugün bize bunu söyleyen ikinci kişisin! Instagram’dan biri de bugün bana “Bu şahane bir fikir!” diye mesaj attı.
Italo: Aslında en başında tüm projeyi bu “kent yelkencileri” konsepti etrafına kuracaktık. İlerledikçe evrildi ve başkalarının da katkılarıyla değişti.
Italo, bir fotoğrafçı olarak bu hissi biliyorsundur diye düşünüyorum; pazarda telefondan izlenen maç fotoğrafını görünce “keşke bu kareye denk gelmiş olsaydım da çekseydim” dedim. Tipik bir pazar karesi, ve fotoğrafçılıktaki tesadüf etmenini de öne çıkartıyor. Çünkü yaptığınız belgeselvari fotoğrafçılıkta set tasarımı ve kurguya yer yok. Gerçekliğe denk gelip onu yakalamak için elinizde kamerayla o alanlarda hazır bulunmak gerekiyor. Bu da bir titizlik ve anda oluşla mümkün. Sizi bunun için tebrik etmek isterim. Kitabın bir kopyasını Gümrah’tan ödünç aldım ve fotoğraflara tekrar tekrar göz attım.
Kornelia: Sana da kendi kopyanı hediye edeceğiz!
Kitapta “pazar” da olsa “shuk” da olsa, market yerinin ekonomik, sosyal, demografik ve politik statüko için bir barometre işlevi gördüğünü söylüyorsunuz. Bir İstanbullu olarak, en azından bizim pazarlarımız için durumun böyle olduğunu söyleyebilirim. Çocukken pazarları romantik, karnavalımsı bir yer olarak algılardım, bir performans ve hikaye anlatıcılığı elementi vardı. Pazarcı tezgaha çıkıp müşteri çekmek için esprili bir tekerleme söylerdi belki, öbürü sütyenleri kafasına geçirmiş karşı tezgahtan bağırırdı. Rengarenk tekstiller, gözleme…
Italo: Nerelisin, İstanbul mu?
Ankara’da doğup büyüdüm fakat ben daha ilkokuldayken İstanbul’a taşındık. Ankara’nın da çılgın pazarları vardı ama…
Italo: Bu bahsettiğin anı neredeydi, İstanbul’daki bir pazarı mı tasvir ediyorsun Ankara mı?
Bilmiyorum. Küçüktüm, kalabalıktan korktuğum için annemin elini tuttuğumu hatırlıyorum. Pazara gidildi mi hepimizin gözü dönerdi çünkü. Bir iki kez pazarda unutulmuşluğum var. Annemler olan bitene ve alışveriş listesine yetişmeye çalışırken beni bırakıp bir iki kilometre teptikten sonra geri gelmişler. Ben muşambalı pazar tezgahının üstünde ağlıyorum, bir pazarcı amca bağırıyor “Bu çocuk kimin?”. Ama ne yazık ki hangi pazar hatırlamıyorum. Ankara veya İstanbul olabilir. Balıkesir olabilir, yazları oraya giderdik. Dediğim gibi, pazar neşeli bir deneyim olarak kalmış kafamda. Liranın günbegün düşen alım gücü ve yükselişteki fiyatlar karşısında aynısını söylemek pek mümkün değil artık. Eve ekmek götürme endişesi pazarcının da müşterinin de üzerinde bir kara bulut gibi geziyor. Böyle zamanlarda enflasyon veya anksiyete gibi soyut konseptler insanların suratında somutlaşıyor adeta. Bir İsrail shuk’unda somutlaşan şey nedir?
Kornelia: Ekonomi pazarların ve shuk’ların gerçekliğinde çok önemli bir yer kaplıyor. Konuştuğumuz romantik ve kültürel boyutu ve buluşma yerleri olarak önemleri bir kenara, pazar özünde temel ihtiyaçlarımızı temin etmek için gittiğimiz bir yer. Dolayısıyla ekonominin durumu ve para biriminin performansının öne çıktığı bir yer. Şu sıralar pazara gittiğimizde kulağımıza çalınan tek şey “Pahalı, pahalı, çok pahalı!”. Herkes fiyatlara kilitlenmiş durumda, pazardaki atmosferi de etkiliyor tabii. Demin Heybeliada pazarından döndüm. Bahsettiğimiz neşeli ortam ne yazık ki artık eskisi gibi değil. Her şeye rağmen hala büyülü mekanlar. Tüm pazarlar ekonominin bir temsili. İsrail’de shuklar… Öncelikle İsrail toplumu çok daha varlıklı. Ekonomi çok daha iyi durumda, ve bunun yansımasını shuk’un insanlara ifade ettiği şeyde görebiliyoruz. İnsanlar alım güçlerine göre farklı marketlere gidiyorlar. Mesela üst sınıf Aşkenazi, Batı Avrupa kökenli bir yahudiyseniz HaNamal isimli yeni bir shuk’a gidiyorsunuz. Her şey en üst kalite, en en iyisi. Ve her şey inanılmaz pahalı. Bir yandan da özgürlüğün, boş vakte sahip olmanın kutlandığını görüyorsunuz. Sherry Ansky ile bu konuda sohbet ettik. Kendisi kitapta da geçen bir karakter. İsrail’de çok tanınan bir gazeteci yazar, aynı zamanda bu şık marketlerden birinde ringa balığı standını işletiyor. Marketlere bayıldığını, onun için pazardayken zamanın durduğunu söylüyor. Bu, “Şu salatalık kaç liradır ki?” diye düşünmek zorunda olmayan birinin söyleyebileceği bir şey. Pazarlar gerçekten maddi gerçekliğimizi yansıtıyor. İsrail’deki shuk’ların çoğu orta sınıf vatandaşlara hitap edecek şekilde tasarlanmış. Daha yoksul vatandaşlara hitap eden sadece bir shuk var, kitapta da geçiyor: HaTikva Market. Diğer pazarların neredeyse hepsi çok daha fazla kazanan ve harcayan insanlar için. Ve bu marketlerde epey neşeli bir atmosfer oluyor.
Italo: Bir diğer istisna da Filipinler marketi. Yine daha yoksul denebilecek bir bölgede kuruluyor. Dünyanın dört bir yanından gelen göçmenlerin yaşadığı bir mahalle. Doğu Avrupalılar, Afrikalılar, Çinliler…
Ve Tarlabaşı ve Sulukule’deki gibi, “soylulaştırma” adı altında gerçekleşen kentsel dönüşümden en çok etkilenen ve en savunmasız topluluklar da bu gruplar. Ülkelerinden finansal güçlük çeken ailelerine para yollayabilmek için gelen birçok göçmen olduğundan bahsediyorsunuz. Kitaba eşlik eden bir alt anlatı da şehirlerin neoliberal politikalar altındaki değişimi ve dönüşümü sanki. Politik görüşlerimden olsa gerek, okurken hem pazarcının hem tüketicinin nasıl harcandığını düşünmeden edemedim. Türkiye’deki pazarcının günümüzdeki açmazına bakalım mesela, kendi soğuk zincir sevkiyat sistemlerine sahip büyük süpermarket zincirleriyle yarışmak durumundalar. Fakat pazarcı hasatı tazeyken pazara ulaştırmak için yolun her durağında başka bir aracıya ödeme yapmak zorunda. Bu da onlar için fiyatları uygun ve ulaşılabilir tutmayı imkansız kılıyor. Aynı şekilde bahsettiğiniz şık, orta sınıf pazarların gelip daha eski usül pazarları yerinden etmesi de söz konusu. Tüm bu tartışmalar da dönüşümsel bir süreçte olunduğunu ve pazarların geleceğinin belirsizliğini de gözler önüne seriyor.
Kornelia: Çok iyi bir gözlem, kesinlikle katılıyorum. Marketler insanların değişimini gösteriyor. Soylulaştırma ve kentsel dönüşüm ise bir bakıma kaçınılmaz. Bir bakıma da çok önemliler çünkü bir ucundan tutulmazsa o mekanlar ihmalden dökülüp gidecekler. Problem başka bir yerde başlıyor aslında. İki muhtemel yol gösteriyoruz. İstanbul hala tamamen olmasa da geleneksel kalabilmiş bir pazar kültürüne sahip, İsrail ise bunu değiştirip büyük para ve büyük keyfi hedefliyor. Biz ise bunun bir orta yolunun bulunabileceğini savunuyoruz. Bu orta yol, kökenlerini ve mahallede yaşayanları yansıtan bir yol olmalı. Orada yaşayanlara özen göstermek istiyorsak Tarlabaşı’nı onlar için geliştirmek zorundayız. Çünkü muhit kötü durumda, yatırıma ihtiyaç duyuyor. Ama alıp da şık şıkırdım bir yere dönüştürülmemeli. Çünkü bunlar oraya ait insanları elimine eden süreçler. Benim mesajım bu. Arada bir yol var, buradan bir ders çıkaralım ve insanlar, mekanlar ve bağlam üzerine düşünelim. Cevap incelediğimiz bölgenin sosyal, politik, ekonomik ve demografik unsurlarında yatıyor. Söylediklerine katılmakla birlikte üçüncü bir yolun olduğuna inanıyorum.
Katılıyorum. Çözüm, araçları ve yatırımı oradaki insanlara hizmet etmek için kullanmak.
Kornelia: Kapitalizmden ziyade hayatımızda daha fazla sosyalizme ihtiyacımız var.
Italo: Diğer yandan Tarlabaşı’nda yaşadığım için eklemek isterim. Bu “soylulaştırma” projesinin bu mücadeleyi kazanabileceğini düşünmüyorum, Tarlabaşı’nda da Balat’ta da. Daha küçük yerleri dönüştürebilirler ama bu alanlarda popülasyon çok yüksek. Buradaki yerleşim daha kuvvetli. Tarlabaşı’nın ön cephesine Taksim 360 projesini yaptılar. Proje bariz bir başarısızlık örneği. Kimse orayı kiralamıyor, orada yaşamıyor. Ve pazarımız hala burada. Bu tabii ki bu yapılan yıkımı geri almıyor… Her şeye rağmen Kornelia’nın bahsettiği üçüncü yola dair umutluyum.
Kornelia: O zamana kadar -çünkü benimki zaman alacak bir yaklaşım- iyiye doğru değişimin yolu bu süreçlere katılım göstermekten geçiyor. O pazarlara gidin ve yerel ekonomilerini destekleyin, orada yaşayan insanlarla tanışın. Kasımpaşa’ya gidin. Samatya Fatih’te ve çoğu insan bunu dahi bilmiyor. Oraya gidiyorsunuz ve çok misafirperver, açık görüşlü insanlarla karşılaşıyorsunuz. Oraya aşık olmuştuk mesela, değil mi Italo?
Italo: Kesinlikle. Türkiye’de yaşayanları pazarlar kültürünün zenginliği tanımaya davet ediyorum. Ülkem İtalya’daki pazarlara dair de anılarım var mesela, fakat oradaki pazar kültürü tamamen kayboldu. İstanbul’dakiler ise hala tamamen otantik. Bu kaybedilmemesi gereken bir hazine. Tel Aviv iyi bir kıyas çünkü oradaki tamamen farklı bir gerçeklik. Pazarları Türkiye’dekilerden ziyade Avrupa’daki pazarlara benziyor. Çok iyi kalitedeler fakat alt sınıflara hitap etmiyorlar. Lüks mekanlar. Samatya bu bağlamda bir hazine, Tarlabaşı da öyle. İstanbul pazarlarının çok özgün bir varoluş şekli var. Sadece alışveriş değil ama buluşma yeri ve gerçekliğe açılan bir lens olarak.
Kapanışa yaklaşırken son bir şey eklemek istiyorum, konuya yaklaşımınızı kolonyalizme karşı olarak tanımlıyorsunuz ve az önce bahsettiğimiz gibi kentsel dönüşüm, bunun yarattığı yersizleştirme mevzularına kitapta epey yer veriyorsunuz. Fakat İsrail bağlamında yersizleştirme kentsel dönüşümü aşıyor. Aynı zamanda yerinden edilen ve geri dönme hakları İsrail tarafından tanınmayan Filistinliler var. Kitabınızın teşvikiyle kültür ve yemek etrafında birleşmiş bir dünyadan bahsedeceksek eğer, o bölgenin yerlilerinin de kültürleriyle beraber orada varlıklarını sürdürebilmeleri gerekiyor.
Kornelia: Ve katılım gösterebilmeleri.
Evet, bir kapanış fikri olarak bunu paylaşmak istedim. Oldukça enteresan bir kitaptı, katıldığınız için ikinize de teşekkür ederim. Bir şey eklemek ister misiniz?
Kornelia: Bunu eklemiş olman çok güzel. Eğer bir bölgenin kültürüne dalmak istiyorsak tarihin ve şimdinin bağlamını tanımak zorundayız. Bu sürekli bir devridaim halinde. Şu an gördüğümüz şey tarihte olan şeylerin izdüşümü. Filistinliler-İsrailliler mevzusunu politik olarak inceleyebiliriz, aynı şekilde Türkiye’deki Yunanlar ve Ermeniler hakkında konuşabiliriz. Tarihin ve gerçekliğimizin çok katmanlılığını tanımak zorundayız. Yerlerinden edilmiş insanlara kulak vermezsek duyulmazlar. Bu hikayeleri dile getirecek insanlara, bu insanları dinlemeye ihtiyacımız var.
Vaktinizi ayırıp sorularımı yanıtladığınız ve kitabı tanıttığınız için tekrar teşekkürler. Daha evvel söylediğim gibi, karıştırması epey keyifli bir kitaptı.
Kornelia: Bu arada, proje sadece bir kitaptan ibaret değil, aynı zamanda bir web sitemiz var. Fotoğraflar, sesler ve hikayelerden oluşuyor. Pazarların seslerini de kaydedip bir soundscape oluşturduk, ses ve görüntü bir araya gelince daha derin bir deneyim oluyor. Gidemeyenler için ses aracılığıyla pazarın akustik deneyimini sunuyoruz. Projenin bu uzantısını da ilgililer için eklemek istedim.
Bahsetmeyi unuttum, evet! Geçen gece uyumadan önce ben de dinledim ses haritasını. Merak edenler siteye https://www.pazarshuk.com adresinden ulaşabilirler. Görüşmek üzere!
Kornelia & Italo: Görüşürüz!

GİTARIN DERVİŞİ JOHN MCLAUGHLIN İLE MUTLULUK ÜZERİNE BİR SOHBET
Röportaj: İdil Meşe
Caz müziğin efsanevi sanatçısı John McLaughlin ile İstanbul Caz Festivali öncesinde, Pandemi sırasında çıkan albümü “Liberation Time”, ilham kaynakları, gündelik rutinleri ve gelecek projeleri hakkında sohbet ettik. Müzik kariyerindeki deneyimlerini paylaşan McLaughlin’den genç müzisyenler için altın değerinde tavsiyeler aldık. 29. İstanbul Caz Festivali kapsamında 29 Haziran’da Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu’nda, the 4th Dimension ile sahne alacak ve Türkiye’deki dinleyicileriyle tekrar buluşmak için heyecan duyduğunu belirten John McLaughlin’den, kalbinin Türkiye’ye uzun seneler önce bağlandığını öğrendik. Sebebinin Sufizm olması bizim için de sürpriz oldu.
Sizi pek yakında Türkiye’de dinleyeceğimiz için çok heyecanlıyız.
Ben de seneler sonra İstanbul’a döneceğim için çok mutluyum. Daha önce birkaç kere ziyaret etmiştim. Harika bir şehir. Orada olmaktan çok hoşlanıyorum. Ayrıca dünyaca meşhur festivalleriniz var. Herkes İstanbul’u biliyor.
O zaman sohbetimize Türk müziği hakkında bir soruyla başlayayım. Türk müziğine bakış açınız nedir?
Dört beş yıl önce sizin meşhur klarnetçilerinizden Hüsnü Şenlendirici ile Birleşmiş Milletler Caz Günü’nde Berlin’de çalmıştık. Müthiş bir müzisyen. Biraz cazımsı ama otantik Türk müziği. Ayrıca bildiğiniz üzere İstanbul dünyanın Sufi merkezi. Sufilere yakın hissediyorum, neyi ve udu çok seviyorum. Ayrıca bu enstrümanları çalan harika müzisyenleriniz var. Sufizmi 1968’te New York’tayken keşfettim. Oradaki Sufi merkezine Hazrat Inayat Khan’ın oğlu Pir Vilayat Khan’ı görmeye gidiyordum. En iyilerden… Sufi felsefesine, müziğe verdikleri önem ve duydukları sevgiden dolayı çok bağlandım. Ve tabii ki 13. yüzyılın en iyi şairlerinden Rumi’ye… Pek de çağdaş caz müziği sayılmaz, değil mi? (Gülüyor.)
Evet, pek sayılmaz. Ancak Sufi müziği ve felsefesinin sizi bu denli etkilediğini duymak hoşuma gitti. Albümünüz “Liberation Time” pandeminin göbeğinde çıktı. Ben de bir müzisyenim ve gerçekten zor zamanlardı.
Çok ama çok zordu.
Böylesine umutsuzluk dolu bir zamanın ortasında çıktı “Liberation Time” ve bu çok ilham vericiydi.
Teşekkür ederim.
Bir albüm yapma ve bir şekilde bir araya getirme fikri nasıl doğdu? Çünkü stüdyolar çoğunlukla kapalıydı. Uzun süren karantinalar vardı. Bunun ortasında böylesine zengin bir albüm… Size ilham veren neydi ve teknik olarak albümünüzü tamamlamayı nasıl başardınız?
Karantina Avrupa’da 17 Şubat’ta, Saint Patrick gününde başladı. İnanabiliyor musun? Bir karantinanın başlama günü olarak Saint Patrick günü… Korkunç. Gerçi hiçbir gün iyi değil ama neyse. Nisan başı müzisyenler için kitle fonlamasına başladık çünkü biliyorduk ne olacağını. Doğu’da, Batı’da, Avrupa’da müzisyen arkadaşlarımız hiçbir devlet yardımı olmadığından berbat durumdaydı. O yüzden kendi kendime başlattım bunu. Sonra Hindistan’da Shakti grubuyla başlattım çünkü Hint müzisyen dostlarımın başı büyük dertteydi. Sonra İstanbul’a da birlikte geldiğim grubum The 4th Dimension ile müzisyenlere yardım eden bir Amerikan enstitü aracılığıyla fonlama yaptık ve Carlos Santana ile de bir solo fonlama başlattık. Bunu yaparken müzisyenlere ses kayıtları yapıp, Kaliforniya’ya yollamam gerekiyordu ve internet sayesinde mümkün oldu. Carlos Santana ve Shakti ile yürüttüğüm bu fonlamalar sırasında, ses dosyaları, önden kaydedilmiş şeyl