
LOGARITHMIC GROWTH: MURAT PALTA'NIN ELİNDEN ZAMANE HİKAYELERİ
Röportaj: Ceren Kahveci
Fotoğraf: Can Görkem“Osmanlı dönemindeki bir nakkaş bugün yaşasa, bu dünya içinde gördüğü kabuslardan yola çıkarak neler resmedebilir?” sorusunun cevabını resmetmek amacıyla üretiyor Murat Palta. Art x-ist’te bulunan ve adını birazdan bahsedeceğimiz bir mikrobiyoloji deneyinden alan Logarithmic Growth sergisinde bir bilim insanı misali dünyamıza üçüncü tekil şahıs gözünden bakıyor, yaşadığımız zamanları zamansız bir biçimde tasvir ediyor. Geleneksel minyatür sanatını modern imgelerle birleştirerek günümüze taşıyan sanatçıdan serginin hikayesini ve üretim süreçlerini dinliyoruz.
İlk önce Time Exchange eserini senden dinlemek isterim. Sergiye girdiğimiz gibi çekildiğimiz bir eser oldu, hikayesi nedir?
2015’te Paris’te katıldığım karma bir sergi sırasında rastladığım bir dikilitaşı merak etmemle bu eserin hikayesi başlıyor. Araştırdığımda istem dışı ortaya çıkmış sembolik bir hikaye yakaladım. Luksor Dikilitaşı, Osmanlı’nın son dönemlerinde imparatorluktan kopmaya başladığı zamanlarda Mısır tarafından Fransa’ya hediye ediliyor. Büyük bir gemide götürülüyor, oraya dikiliyor. Aradan bir süre geçtikten sonra Fransa da bunun karşılığında bir tane saat kulesi gönderiyor, fakat bu saat kulesi yolda giderken bozuluyor ve iki yüz sene boyunca çalışmıyor. O tarihten itibaren her tamir girişimleri sonrası tekrar bozuluyor. Burada tesadüfi bir sembolik anlatım var çünkü o dönemlerde arkeoloji bilimi de yeni ortaya çıktığı için Fransa’da Mısır’a karşı, özellikle Napolyon döneminde, bir merak gelişiyor. Beraberinde bir bellek arayışı ortaya çıkıyor. Antik dönemlere dayanan Mısır ise Batı’da gerçekleşen endüstrileşmeye uzak olduğu için karşılıklı bir takas durumu oluyor aslında. Eserdeki iki eksen de o dikilitaş ve saat kulesi. “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nde de çok ilginç bir cümle var, dikkatimi çekmişti. Özellikle cep saatlerinin ilk yaygınlaştığı dönemlerde, muhtemelen namaz saatlerini yakalamak için, en çok müşteri İslam dünyasından bilhassa Türkiye’den çıkıyor. Kitapta bununla ilgili olarak “Türkler saate bakarak Allah’larını buluyorlar,” yazıyor. Hikayeyi destekler nitelikte olduğu için oraya bağladığım bir kurgu aslında. Burada bir kervan, bir yolculuk var ve bu yolculuk boyunca çeşitli görüntüler görüyoruz ama buradaki olaylar belli tarihi olayları anlatmıyor.
Time Exchange
Bu biyolojik deneyle kendi sanatını birleştirme fikrine nereden vardın?
Ortaya çıkan hikaye mikrobiyologların bir deneyiyle başlıyor. Bir kaba mikropları koyuyorlar ve gelişme aşamalarını inceliyorlar. Mikroplar ortaya çıkıyor, çoğalıyor. Daha sonra kaynaklar azalınca rekabet ve ölümler artıyor. Bununla birlikte gazlar da artıyor ve sonucunda hepsi yok oluyor. Mikrobiyologlar deneye bakarak tüm insanlığa uyarlanan bir çizelge oluşturuyor ve bu aşamalara isim veriyorlar. Şu an insanlığın içinde bulunduğu aşama logaritmik büyüme çağı, ki sergi de adını oradan alıyor. Şu an kaynaklarımız var, iyi durumdayız fakat bu şekilde devam edemeyiz çünkü sonumuz aynı olur diye düşünerek önlemler alınmaya çalışılıyor. Birleşmiş Milletler’in bu sonu önlemek için yarattığı on altı maddeden oluşan bir planı vardır; kadın hakları, ifade özgürlüğü derken hepsi bir şekilde birbiriyle iç içe giriyor. Bu hikaye minyatürle de örtüşen bir şey. “Biz neden bu minyatürleri böyle bir açıdan görüyoruz?” sorusuna getirilen bir yorum olan biteni tanrının gözünden tasvir ettiğimiz çünkü İslami inanca göre yaratmak insanın işi değildir. Ben bu yoruma katılmıyorum ama bu şekilde yorumlamanın o deneyle örtüştüğünü düşünerek yola çıktım. Mikrobiyologlar mikroba bakıp tüm insanlığı görebiliyor, biz de buradaki minik insanlara bakıp kendimizi görebiliyoruz.
Eserlerinin hem yoğun bir hikayesi, hem de her köşesinde yeni bir detayla karşılaştığımız bir kompozisyonu var. Bu yoğunluğu üretim sürecinde nasıl dengeliyorsun?
Temelde anlatmak istediğim bir hikaye oluyor, diğer hikayeler destekleyici rol görüyor. Popüler kültürden aldığım karakterlerin orada olma amacı insanları esere çekmek ve arkasında anlatılmak istenen hikayeye doğru çağırmak. Bir nevi clickbait aslında. Hikayede karakterlerin rolleri nedir? İlk başta onu cevaplayarak hareket etmem gerekiyor. Mesela buradaki çalışmalarda Kim [Jong-un’un] kim olduğunu net bir şekilde görebiliyoruz çünkü tüm hikaye bunun üzerinden gerçekleşiyor. Bazı minyatürlerde, bazı kompozisyonlarda ya popüler kültürden karakterler ya da tanınmış tipler destekleyen karakterler oluyor, o küçük hikayeleri destekleyen figürlere dönüşüyor. Başlangıçta kaba taslak neyin nerede olacağı belli oluyor, sonra detaylarda bazı şeyler doğaçlama gelişiyor.
View this post on Instagram
Sunset Blues
Kendi çalışmalarında bu tanrının perspektifinden bakma geleneğini kırmayı hiç düşündün mü?
Ben olabildiğince klasik minyatür görünümüne sadık kalmaya çalışıyorum. Anlattığım hikaye bu anlatımdan başka bir yöne sapmamı gerektirirse bunu deneyebilirim çünkü amaç geleneksel olanın üzerinde deneysel gitmek, bunu da deneme-yanılma ile görebilirim. Mesela minyatürün son dönemlerinde Levni’nin tek bir kadın çizdiği figürleri var. Normalde kadınlar minyatürlerde beraber resmedilir ve gözlerini kaçırır çünkü “iffetli”lerdir ama bu çizimde gözünün içine bakıyorlar ve tek resmediliyorlar. “Demek ki [minyatürde] o olabiliyor” diyorsun bir noktada.
“Ben minyatür yapıyorum demiyorum, bir nakkaş bugün yaşasaydı neler yapardı onu taklit ediyorum aslında.”
Günümüzde geleneksel minyatür ve tezhip sanatıyla karşılaştırdığımızda, karanlık ve kaotik yönlerini bildiğimiz bir döneme bizi rahatlatan, daha samimi gördüğümüz bir format aracılığıyla baktığımızı düşünüyorum. Geleneksel sanat tekniklerinin bu yumuşatma özelliğinden bu tecrübe anlatımı kapsamında yararlanıyor musun? Ya da böyle bir yumuşatma olduğunu düşünüyor musun?
Hem evet hem hayır. Osmanlı dönemleri deyince insanların kafasında oluşan katı bir görünüm var ama minyatürlere baktığımızda insanlar renkli renkli kıyafetler giyiyorlar, ki gerçekten de öyle giyiniliyordu o dönem. Birinin hançerle kafası kesiliyor ama suratı gülüyor. O primitif dil orada varlığını sürdürdüğü için yumuşatılmış gibi görünebiliyor. Öte yandan bugün “ayıp” sayılabilecek konuları dönemin elyazmalarında minyatürleriyle görmekteyiz. Aslında o kadar da yumuşatılmış değil, bazı şeyler düşündüğümüze göre daha yumuşak sadece.
Yaşadığımız gezegenle ilgili bu gördüğümüz çıkarımları yaparken ilham aldığın nesne, kişi ve olaylar var, mesela Dr. Manhattan, Elon Musk, Kim Jong-Un ve Betty Boop. Kullandığın popüler kültür unsurlarını seçmek için bir popüler kültür rejimine girmen gerekiyor mu?
Bu doğal gelişiyor. Batı’da Spiderman, Superman var, bizde de Karagöz var düşüncesini bir inat haline getirip yapmaya çalışmak yapmacık oluyor, kendime de yediremiyorum açıkçası. Hem geleneksel sanatlara ilgi duyduğum hem de popüler kültürün içinde büyüdüğüm için bazı şeyleri kaçınılmaz olarak görüyorum. “Şuraya bir bakayım, oradan bir hikâye çıkarabilir miyim?” gibi bir durum olmuyor, ikisinin de doğrudan içinde olduğu bir şeye dönüşüyor. Bu serginin konseptinin bir parçası da bu: Osmanlı dönemindeki bir nakkaş bugün yaşasa, bu dünya içinde gördüğü kabuslardan yola çıkarak neler resmedebilir? Ben minyatür yapıyorum demiyorum, bir nakkaş bugün yaşasaydı neler yapardı onu taklit ediyorum aslında.
Düyun-u Umumiye
Aynı fikirde misin bilmiyorum ama karşımıza çıkan görsellerde büyük bir alanı ele aldığında, zaman zaman Studio Ghibli-vari heyecan verici, tatlı bir karmaşayla karşılaşıyoruz. Sen kendi hayatını, kendi dünya görüşünü böyle renkli ve canlı olarak tanımlar mıydın?
Aslında tam tersi. İnternette denk geldiğim Miyazaki ve Junji Ito’nun karşılaştırıldığı bir görsel var: Junji Ito’nun çizdikleri çok karanlık, kafaların kesildiğini resmediyor ama gerçekte kendisi mutlu bir şekilde kedilerle poz veriyor. Miyazaki de tam tersi rengarenk, cıvıl cıvıl dünyalar çiziyor ama her çekimde sigara içiyor, yere bakıyor, dertli. Ben de aynı şekildeyim, baksana simsiyah giyinmişim. Canlı çizimlerle kafa kesilmesini anlatmanın tezatlığını seviyorum, minyatür sanatı buna çok uygun bir dünya sağlıyor.
Düyun-u Umumiye eserinde çiniyle çalıştın. Bu üretim sürecindeki değişiklikler ne oldu senin için?
Ağırlıklı olarak minyatür çalışsam da geleneksel sanatın her alanına ilgim var ve farklı teknikler anlatmak istediğimi nasıl destekleyebilir diye düşünüyorum. Mesela sergide minyatürün etrafındaki süslemelere tezhip deniyor. Genelde tezhip doğrudan minyatürün etrafında yer alan bir şey değil, daha çok yazının etrafını süslemek amacıyla kullanılıyor. Anlatmak istediğim hikayeye bir katkısı varsa ya da yeni bir bakış açısı sağlıyorsa farklı teknikleri deniyorum, olabildiğince farklı disiplinlerden yararlanmak istiyorum. Tabii bir noktada malzemeyi tanımak da gerekiyor ve bu zaman isteyen bir şey, farklı dönemlerde farklı sergilerde değişik şeyler yaşıyorum. Buradaki çini bir Monopoly tahtasına benziyor ama aslında anlatılan hikaye Osmanlı’nın Düyun-u Umumiye dönemi. Dış ve iç borçlanmanın arttığı, Osmanlı’nın yıkıma gittiği süreci anlatıyor. En son o dönemlerde Galatalı bankerlerden borç istenmişti, iç borçlanma öyle olmuştu. Dönemimizle paralellik gösteren bir olay.
“Çizilen şey kötü bir şeyse, ‘Bakın ne kadar kötü’ demek değil, gerçekleşeni resmetmek gerekiyor. O yüzden resmettiklerim çok net bir şekilde eleştirel değil, desteklediğim bir şey varsa fanatikliğini yaparak anlattığım şeyler değil. Daha çok gerçekleşen olay neyse onu anlatıyorum.”
Eserlerinde detaylara dikkat etmek gerekiyor, her köşe ardında bizi bir sürpriz bekliyor adeta. Eserlerinle karşı karşıya gelen birinin onu nasıl görmesini istersin, bakma eylemi açısından nasıl bir tecrübe yaşamasını umuyorsun o kişinin?
Bir şey anlatırken çok göze batırarak anlatmak benim için doğru değil. Minyatürün doğasına da aykırı çünkü o dönemlerde ifade özgürlüğünün yer aldığı bir dünya yok. Hem Avrupa hem de Osmanlı minyatürlerinde detaylarda ufak ufak göndermeler olabiliyor ve o anlatım şekli benim hoşuma gidiyor. Benim kompozisyonlarımda insanlar ilk başta popüler kültürden karakterleri görüp esere çekiliyor ama detaylara girdiklerinde sonraki adımları görebiliyorlar. Benim esas anlatmak istediğim de hikayede buzdağının görünmeyen yüzü.
Anlattığın hikayelerde kendi yorumunu, imzanı ne kadar görebiliyoruz?
Biz geleneksel minyatürlere baktığımızda onu üreten nakkaşın yorumunu çok görmeyiz. Minik detaylara imzasını bırakır, daha çok bir sosyal tarih anlatıcılık tarafı vardır. Ben o özelliğin ön plana çıkmasını istiyorum, o yüzden benim yorumumun ikinci, üçüncü planda kalmasını tercih ediyorum. Doğal olarak insanın kaygıları olabiliyor, üzüntüleri olabiliyor ya da anlatmak istediği şeyler oluyor. Bu kişisel duyguları olabildiğince hikaye anlatımının arkasına gömmeye çalışıyorum. Resmedilen durum kötü bir olaysa bunun kötülüğünü parmakla göstermek değil, gerçekleşeni resmetmek gerekiyor. Nakkaş “Bunu ben yaptım” demiyor, takma adlar kullanıyor, onun arkasına saklanıyor çünkü Batı sanatının tam tersine sanatçının ön planda olması ayıp görülüyor. Egonun tam tersi, olabildiğince kendini saklamak daha iyi bir şey. Ben günümüzde bunu yapamam ama esas gerçekleşen olayı ve oradaki hikayeyi ön planda tutabilirim. O yüzden resmettiğim hikayeler çok net bir şekilde eleştirel değil, desteklediğim bir şey varsa fanatikliğini yaparak anlattığım şeyler değil. Daha çok gerçekleşen olay neyse onu aktarıyorum.
Murat Palta’nın ilk defa kendisini de bir karakter olarak dahil ettiği Hello World eseri
Aslında bir bakıma bir arşiv yaratıyorsun.
Benim yapmak istediğim şey o. İki tane Surnâme var, biri III. Murat biri de III. Ahmed döneminde. 1700’lerde şenlikler, kutlamalar oluyor ve bunlar resmediliyor. Biz resmedilenlere baktığımızda o dönem neler yapılmış, neler olmuş az çok görebiliyoruz. Bir de ilk dönem Osmanlı padişahlarının resmedildiği hikayeler var ama resmedenlerin hiçbiri o dönemde yaşamamış ve döneme dair tarihi bilgileri yok. Bu nedenle hikayeyi kendi günlerine göre yorumlamışlar. Bu şekilde dönem yorumlamayı ben de yaptığım işlere dahil ediyorum.
Bu işe ilk girişinde inanılmaz bir alan yakaladın. Mezuniyet projende minyatür sanatıyla ünlü filmlerin afişlerini yorumlamıştın. En başında nasıl gelişti bu minyatür sanatı ve popüler kültürü birleştirme fikri?
Mezuniyet projemle beraber gelişti bu olay. Grafik bölümünde mezuniyet projesi olarak bir problem belirleyip, ona işaret edip çözmemiz gerekiyordu. Birçok kültürde geleneksel sanat bir şekilde evriliyor, bugüne geliyor ve arada bir geçiş oluyor. Bizim tarihimizde ise Osmanlı’nın sonlarında minyatür sanatı bitiyor, Batı tarzı resim yeni odak olarak belirleniyor ama bir geçiş yok. Ortada kayıp bir dönem var. Ben de bunu grafiğe nasıl aktarabiliriz diye düşünüyordum çünkü minyatür de başlı başına illüstrasyon. Fakat bu böyle dallanıp budaklanınca arka planında daha fazla şeylerin döndüğünü gördüm. Böyle toprağı kazarsın da fazlası gelir ya, öyle oldu.
Vaseland detayları
Röportaja başlamadan önce son dakikacı olduğundan bahsettin. Bu sergiyi hazırlama sürecinde sana hiç “aman” dedirten anlar oldu mu?
İnişli çıkışlı bir dönemdi. Uyku düzenim bayağı dağıldı, aldı başını gitti. İşin bir de psikolojik tarafı var, mesela sabahlamışsın artık uyuyayım diyorsun fakat yatarken hala rüyanda çizmeye devam ediyorsun. Son dakikacıyım derken bahsettiğim sona bırakıp yapmak değil. Yapıyorum ama bakıyorum hâlâ bitmiyor. Sonra fark ediyorum ki çok saçma sapan detaylara takılmışım. Uzun süre kapanıp çalışınca bir karakterin kıyafetindeki desenin yaprağının iyi olmamasına takılmışım mesela. İnsan anlatacağı şeyleri resmederken sanki tez sunumuna çıkacakmış gibi oturup bir araştırma yapmak istiyor ki aslında böyle bir durum yok. Kaçınılmaz olarak tüm detaylara bakmak istiyorsun.
Murat Palta’nın “Logarithmic Growth” sergisi 18 Şubat’a kadar Art x-ist’te.

TEMBELLİĞİN DAYANILMAZ YARATICILIĞI
2018’de “para, parra, parrra” sayımızda yer verdiğimiz “Her şeye rağmen hayatta kalanların bir deli portresi” çekimi ve manifestosu, günümüzde kreatif sektörde barınma ve direnme mücadelesi hakkında hissedilenleri, hissettiklerimizi aktarmamız için bir araç olmuştu. O günden bu yana gündemden düşmeyen pandemi ve geçim krizinin etkileriyle beraber kendimizi daha bile deli hissettirecek koşullar içinde üretmeye devam ediyoruz ve bazı sektör pratiklerinin sürdürülebilir olmadığının hiç olmadığı kadar farkına varıyoruz. Pandemi dönemi, birçok kreatif bireyin tükenmiş hissetmesiyle beraber, sektörün ezber bozacak yeniliklere doğru yol alması gerektiği gerçeğiyle yüzleşmemizi sağladı. Geleneksel üretim yöntemlerinin yetersiz kaldığını savunan ve daha iyi bir sektör yaratmak için neler yapmamız gerektiğini analiz eden tonlarca yıl sonu raporu arasından bu sene en çok dikkatimizi çeken It’s Nice That’in “Tembellik Rapor”u oldu.
Yaratıcı birey değerinin yapılan üretimin sıklığı ve miktarıyla değerlendirildiği, pandemi sonrası çalışma saatlerinin sınırının bulanıklaştığı bu günlerde üretkenliğe karşı gelişen takıntının sektörün özüne aykırı olduğunu savunan bu rapor, “tembellik” hakkının benimsenmesiyle yaratıcılığa karşı olumsuz etkilerinin çözüleceği fikrini öne sürüyor. It’s Nice That’in sektör çalışanlarıyla yaptığı anket ve başka raporlardan aldığı istatistiklerle desteklenen bu savunmayı #komünitecalling için bir çeviri derlemesinde topladık. Okurken müziğimizi açıyoruz, belki de bir mum yakıp keyfimize bakıyoruz. Hep de deli hissetmek zorunda değiliz ne de olsa.
The Lazy Report
“Size yaratıcı bir bireyde bulunan ideal özellikleri sorsak, tembellik bu liste içinde nadiren olumlu bir nitelik olarak bulunurdu. Fakat kreatif değer ve buna bağlı olarak kişisel değer, gereğinden fazla uzun bir süredir üretkenliğe bağlanıyor. İnsanlar haksız bir şekilde üretimlerinin sıklığı ve miktarına bağlı olarak değerlendiriliyorlar fakat yaratıcı fikir sahibi olmak aslında sakin kafayla düşünebilmeye bağlı. Taze bir bakışla fikirlerinizi değerlendirmek için ihtiyacınız olan üzerine düşünmek, yeni bir sekme açıp bakınmak, fikir kafanızda harmanlanırken yürüyüşe çıkmak ya da yatmak…
2023’te bize zarar verebilecek bir suçluluk duygusuna kapılmaktansa yaratıcılığımızı beslemek için küçük dozlarda tembellik yapmayı seçiyoruz. It’s Nice That’in yeni “Insight” rapor serisinin ilki “The Lazy Report” bu konuyu çok güzel irdeliyor.
Dinlenme ve tazelenmeyi savunan görüşler geçtiğimiz sene uzun uzadıya tartışıldı. Küresel olaylar işimize olan bakış açımızı göz ardı edilemeyecek derecede değiştirdi ve bu Büyük İstifa ve Sessiz İstifa gibi işyeri akımlarına sebep verdi. Tembellik sanatı ofis dışında kişisel hayatımızın bir parçası oldu; popülerleşen ve “genellikle toplumsal norm ve beklentileri reddeden bir tavırda utanmadan keyfine düşkün, tembel, dağınık ve aç gözlü” anlamına gelen “Goblin Mode” bile 2022 yılında Oxford Dictionary’de gittikçe daha da tembelleşen bir toplum tarafından yılın terimi seçildi
Bu “Tembel Hareket”, bireylerin dokuzdan beşe çalışma geleneğine karşı olan tavırlarının nedenini araştıran raporumuzun temelini oluşturuyor. Birtakım sektör kaynak araştırmaları ve takipçi kitlemizin anketimize verdiği cevapları derlediğimiz bu rapor, işe karşı “tembel” bir yaklaşım gelişiyor olmasının nedenlerini açıklıyor.”
Ideas Report
WeTransfer’in bu sene yayınladığı Fikirler Raporu’ndaysa gazeteci ve tasarım eleştirmeni Anne Quito, kreatif sektörün günümüzdeki durumunu tanımlamak için 16. Yüzyılda İtalyan bir kontun bulduğu terimi kullanıyor: sprezzatura. Emek ve çabanın perdelenmesi anlamına gelen bu terimin anlamını yüzeyde zarif bir şekilde süzülen bir kuğunun aslında su altında delice ayaklarını çırpması gibi düşünebiliriz. Rapor, kreatif sektörle kurulan romantik bağ ve hayalimizdeki kreatif mesleğin gerçek dışı olmasını, sektörde “sevdiğin işi yapmanın” eninde sonunda “mutluluk ve başarı getireceği” efsanesini kırarak ele alıyor. Tembellik Raporu’nun da belirttiği gibi “insanlar bu sektöre bir bakıma bağ kurma amacıyla giriyor. Grafik tasarımcı, illüstratör, web tasarımcısı ya da proje yöneticisi olmaları fark etmiyor, insanlar başkalarıyla iletişime geçme aracı olarak yaratıcılıkla kurdukları bağı kullanıyorlar. Bu bağı kurmayı sağlayacak sektörün seni desteklemek yerine tükenmişliğe itiyor olması gerçeğiyle yüzleşmek ise oldukça zor olabiliyor.”
Sektör eleştirileri etkili değişimleri savunma yönünde ilerlerken yaşamayı ve üretmeyi severek benimseyen bir yayın olarak bu konunun derinliklerine inmeyi öncelik olarak görüyoruz. Önümüzdeki aylarda Türkiye’deki kreatif sektör tecrübelerini duymak istiyor, çalışma koşulları hakkında dürüst ve samimi tartışmalara yer açmayı amaçlıyoruz.

GENÇ İLLÜSTRATÖR SİMAY BAHÇIVAN'IN RENKLİ DÜNYASINA HOŞ GELDİNİZ
Röportaj: Ceren Kahveci
Fotoğraf: Can Görkem
Simay Bahçıvan’la yolumuz #callingmagseries’in Şimdi ve Sonrası sayısında kesişmişti. “Bir insan ‘sesini’ hiç duymadığı bir hayvanın sesini edebiyatla duyurabilir mi?” diye düşündüğümüz bir yazıya çizimleriyle hayat vermişti. Zaman içinde Simay’ın hayvanlarla dolu sürreal çizgi dünyasına çekilirken bulduk kendimizi ve bu yazın başında calling Pop-up x Dane’yi tam hislerimize tercüman olacak haliyle çizmesiyle de serüvenimizi katmanlandırdık. Şimdi ise özel edisyon bir şişe tasarımı için beraberiz, konumuzsa astroloji ve burçlar. Simay’la kısa sohbetimizde renkli çizim dünyasını bir de ondan dinliyor, hep beraber gizemli bir fabl diyarına doğru yelken açıyoruz.
Bize biraz kendinden bahsedebilir misin?
Kendimi tanımlamak zor bir şey ama ne yaptığımdan bahsedebilirim. Marmara Güzel Sanatlar mezunuyum, grafik tasarım okudum. Reklam ajanslarında kısa bir deneyimim oldu ve yapamayacağımı fark ettiğim zaman ilişkimi kestim. Freelancer olarak illüstrasyona başladım ve yaklaşık üç yıldır da sadece illüstrasyon yapıyorum, bundan çok mutluyum çünkü iş yaparken bir yandan da oyun oynuyormuş gibi hissediyorum. Bu alanı yaratabilmek için de zaman içerisinde bir dil oluşturdum ve bununla beraber artık çalışmalarımda iş birliği yaptığım markaların ne istediğinin sınırlaması altında kalmıyorum. Sanki kendime ait bir oyun alanı yaratmışım gibi ve bu beni aslında ayakta tutuyor, yaşam enerjisi veriyor. Global ve lokal markalarla iş birlikleri yapıyorum ve aynı zamanda kendim için de işler üretiyorum zaman zaman. Şu an sürdürdüğüm üretim pratiği haricinde, daha multidisipliner bir yere kaydırmak istiyorum üretimlerimi. Hatta bu yıl belli planlarım var, onları da hayata geçirmeye başlayacağım yavaş yavaş.
Bu planları bizimle paylaşabiliyor musun?
Yaptıklarımı müzikle birleştirmek VJ performansları kurgulamak, mapping çalışmaları yapmak istiyorum. Daha interaktif, görsel dünyamın müzikle birleştiği deneysel üretimler yapmak istiyorum. Müzisyenlerle iş birlikleri olabilir. İnsanların canlı olarak izleyebileceği performanslar üretmek istiyorum kısaca.
İllüstrasyonlarında da zaten hep bir hareketlilik, bir canlılık var. Heyecanlı bir süreç gibi duyuluyor.
Evet, üretimlerimin öyle bir enerjisi var. Müzik etkinliklerinde de bir şekilde kullanılsın, ürettiklerim müzikle birlikte bir performansa dönüşsün istiyorum. Yavaş yavaş mural çalışmaları yapmaya başladım. Multidisipliner derken kastettiğim bu aslında, zaten yaptığım iş kendi çerçevesinde biraz daha dallanıp budaklanacak, heyecanlıyım.
View this post on Instagram
calling Pop-Up x Dane illüstrasyonu
Çalışma sürecin nasıl oluyor? Bir projeye başlarken belirli ritüellerin var mı?
Aslında inanılmaz değişken bir sürecim var. Keşke bir ritüeli olsa, o zaman ben de biraz rahatlardım. Daha içgüdüsel ilerliyorum. Genelde tasarımcıların belli bir süreci olur mesela “yürürken çalışıyorum, yürürken düşünüyorum” ya da “şunu yaparken düşünüyorum, duşta düşünüyorum” diyebiliyorlar ama bende bu süreç spontane gelişiyor. En başında bir nadas süreci oluyor, ardından yürürken, uyurken, tuvaletteyken herhangi bir anda fikir buluyorum. Bir bakıyorum hangisi benim işime yarayacak, hangisi yapmak istediğim fikre daha yakın. Sonra da hayal kurma süreci başlıyor.
Bu süreçte ilham aldığın kişiler ya da yerler oluyor mu genellikle?
Ben yaratmak istediğim dünyaya dair bir anahtar kelime yazıp onun üzerine çalışarak üretiyorum. Başka bir sanatçıdan ilham alma olayı bende pek olmuyor. Bakıyorum başkalarının işlerine tabii ki ama sadece takip ediyorum diyebilirim. Genelde üretirken bir yerde okuduğum bir kelime veya bir cümleyi imgeye dönüştürüyorum ve bu şekilde sürecim başlıyor. Aslında biraz daha kelimelere yoğunlaşarak çalışıyorum.
“Böyle bir fabl dünyası yaratıp kompozisyonlarda o hikâyeyi, duygu durumunu hayvanlar aracılığıyla, mecazi bir anlatımla aktarmayı seviyorum.”
Çizimlerinde kullandığın renkler ve objelerin birleşimi hem eski hem zamansız, hem Doğu hem de Batı esintileri veriyor. Bir yandan da hayvanların hüküm sürdüğü sürreal bir dünyan var.
Genelde insan figürüne dair bir şeyi dahil etme ihtiyacı hissetmiyorum, hayvanlar üzerinden her şey anlatılabiliyor gibi düşünüyorum. Böyle bir fabl dünyası yaratıp kompozisyonlarda o hikâyeyi, duygu durumunu hayvanlar aracılığıyla, mecazi bir anlatımla aktarmayı seviyorum. Bir kelime oyununu görsele dönüştürmeye benziyor. Objeler de çok şey anlatıyor bize, onların da yerini bulup kurgularımda kullanırım çokça.
Günlük hayatında takip ettiğin sanatçılar kimler?
Oldukça değişiyor bu da, birçok kişinin üretimlerine baktığım oluyor. Hieronymus Bosch diyebilirim mesela, yıllardır ara sıra açıp nasıl çalışmış diye incelerim. Remedios Varo’yu da çok severim. Güncel üretim yapanlardan da örnek olarak Davor Gromilovic, Jason Herr ve Murat Palta diyebilirim.
Her defasında farklı ölçeklerde ve farklı yüzeyler ile çalışıyorsun. Beraber gerçekleştirdiğimiz son projede bir viski kutusunu özel edisyon, koleksiyonluk bir sanat eserine dönüştürdün. Nasıl bir tecrübeydi bu senin için?
Bu tecrübeden önce ambalajla çalışma deneyimim olmamıştı ve benim ürettiğim bir şeyin bir ürüne dönüşmesi de beni aşırı heyecanlandırdı. Proje bana sunulduğu zaman çok sevindim ve hemen bu projede çalışmak istediğimi söyledim. Daha sonra brief geldiği zaman da bu astrolojik simalar üzerinde araştırma yaptım. “Acaba ne çıkabilir, nasıl bir şey olacak?” diye düşünüyordum. Ambalaj alanının kanvasım olmasıysa sınırlayıcı olduğu kadar eğlenceliydi de.
Simay’ın astrolojiden ilham alan viski ambalajı illüstrasyonu
Bu proje için yoğun bir şekilde astroloji üzerine çalıştın. Peki senin astroloji ile aran var mı?
Ben Oğlak burcuyum. Astrolojiyle pek ilgilenmiyorum, inanıp inanmamak konusunda biraz ortalardayım açıkçası. Kaderle ilgili, gelecekle ilgili küçücük bir cümle duyunca bile insan heyecanlanıyor ya, hele bir de sana adanmış bir mesaj varsa kendi burcunu daha dikkatli okuyorsun. Mesela bu ambalaj projesi için üzerine çalıştığım okumalar diyordu ki bu sene konfor alanından çıkan bir Oğlak burcu var. Ben de o simgeyi oluştururken atom çekirdeğinden yola çıktım. Oğlak çiziminin arkasında atom dönüyor mesela, öyle bir şey oluşturdum. Yeni yılda seyahatlerim olacak, onun için burcumla iyi bir eşleşme olduğunu düşünüyorum.
İllüstrasyon yaparken en büyük hedefin ne oluyor?
Bu beraber çalıştığım müşteriye göre değişiyor. Eğer bir marka için üretiyorsam, yani bir brief ile çalışıyorsam tabii ki onların yönlendirmesi altında sınırlandırıyorum kendimi ama bazı şeyleri hep ön koşul olarak tutuyorum. Bir projeye başlarken “ben şöyle bir yönlendirme istemiyorum, kompozisyonla ilgili böyle bir kısıtlama istemiyorum” diyorum. Biz endüstriyel bir şey yapmıyoruz, bundan dolayı o alanı her zaman koruyorum bir şekilde.
“Bu üç yıllık süreci çok verimli olarak tanımlayabiliyorum çünkü üç yıl bence böyle bir şeye cesaret edip devam edebilmek için kısa bir süre. Kendi adıma konuşuyorum tabii ki, benim için cesaret isteyen bir şeydi çünkü kurumsal hayatı bırakıp, büyük bir risk alıp tamamen freelance bir hayata geçiş yapmak.”
Üç senedir freelance çalışıyorsun. Şu ana kadarki tecrüben nasıl geçti dersin, hiç seni şaşırtan bir şey çıktı mı karşına?
Açıkçası hep iyi insanlarla çalıştım, umarım bundan sonra da öyle olur. Bu üç yıllık süreci çok verimli olarak tanımlayabiliyorum çünkü üç yıl bence böyle bir şeye cesaret edip devam edebilmek için kısa bir süre. Kendi adıma konuşuyorum tabii ki, benim için cesaret isteyen bir şeydi çünkü kurumsal hayatı bırakıp, büyük bir risk alıp tamamen freelance bir hayata geçiş yapmak. Başlarda oldukça zorlandım ama sonra her şey yoluna girdi kısa bir süre içinde. Üretime hiç durmadan devam ettim, daha sonra da gerçekten beni hem kişisel hem de mesleki anlamda tatmin edecek insanlarla, markalarla çalışmaya başladım.
2023 astroloji dünyasının ardından sosyal medyada Stoya ile gerçekleştirdiğin iş birliği ile başka bir heyecanlı alana da el attın.
Biz Stoya’yla Instagram üzerinden iletişime geçtik. Kendisi New York’ta yaşayan genç fotoğrafçı Shane Reynolds ile çalışıyor, biz üçümüz bir iş birliği yaptık. Shane fotoğrafları çekti, ben de bütün seçkiden on fotoğraflık bir seçim yaptım ve onların üzerinden küçük hikayeler oluşturduk, illüstrasyonlar yaptık. Onlar minik konseptler yaratmışlardı: palyaço kostümlü biri, mutfakta yemek yapan biri gibi. O fotoğraflar üzerinden ben de bir illüstrasyon serisi oluşturdum ve Stoya son halini satışa sundu. Küçük bir Instagram iş birliği yapmış olduk ve oldukça eğlenceli oldu benim için de.
View this post on Instagram
Simay’ın Stoya ile gerçekleştirdiği iş birliği
Bu sektöre girmeye başlarken sosyal medyanın görünürlük açısından büyük bir önemi oluyor. Sosyal medyanın kendi illüstrasyon serüveninde büyük bir etkisi oldu der misin?
Derdim. Ben Instagram’ı pek istemesem de yaptığım iş dolayısıyla yoğun kullanıyorum. Bu aralar her gün bakmak zorundayım, freelancer olarak başlarken de böyle olacağını tahmin ediyordum zaten. Ne kadar böyle devam edecek bilmiyorum ama benim gibi üreten insanlar için sosyal medya önemli bir yer.
Eserlerini Formfunction üzerinden NFT formatında satıyorsun. Bir sanatçı olarak NFT marketini nasıl görüyorsun? Senin tecrüben nasıldı?
Bu markete giriş yaparken amacım üretimlerimi sürdürebileceğim farklı bir alanda varolmak ve oradaki koşullara uyum sağlayıp işlerimi sergilemekti. Yaklaşık bir buçuk yıl önce Foundation aracılığıyla NFT dünyasına giriş yapmıştım, yakın bir zamanda da Formfunction kullanmaya başladım. İkisi de birbirinden çok farklı komünitelere sahip platformlar. NFT olarak işlerini satan bir sanatçının daima aktif olması, koleksiyonerlerle iletişim kurması, görünürlüğünü arttırması ve kendini bir şekilde tanıtması gerekiyor varolduğu platformda. Bu dünyada daha hızlı iletişim kuruluyor, kürasyon işleri daha hızlı ilerliyor. Alıcılara ulaşma kısmında bir emek var, sürekli yapılan bir matematik, takip var. Eğer gerekli süreci takip edip o emeği gösterirseniz gerçekten iyi dönüşler oluyor, sanatçılar için hızlı bir gelir kapısı.
Peki bir illüstratör olarak en büyük hayalin nedir?
En başta bahsettiğim VJ performansları beni aşırı heyecanlandırıyor. Bunları büyük ölçekli bir şekilde gerçekleştirmek isterdim, bahsettiğim mapping performanslarını da kısa bir süre içinde yapmak istiyorum. Bu projelere biraz daha vakit ayırmak istiyorum, şu an uzun vadeli bir hayal kuramıyorum. Daha yakın geleceğe dayanan ve gerçekçi şeyler düşünüyorum. Biri bitince “şimdi sıradaki” diyebiliyorum, genelde öyle işliyor benim sürecim.
Vacilando’da gerçekleştirdiğimiz çekim için kafe ekibine teşekkür ediyoruz.

Cİ DEMİ VE TUHAF BİR "ŞEHİR FİKRİ"
Röportaj: Ceren Kahveci
Fotoğraf: Emirkan Cörüt
Ne zaman şehri çözdüğümüzü düşünsek aslında daha yeni başladığımızı fark ediyoruz İstanbullular olarak. Şehrin kişisel psiko-coğrafyasını işleyen kareleri aracılığıyla şehirle uzlaşmaya çalışan Ci Demi ise, her köşesinde geçmişinden bir hatıra bulunduran İstanbul’u kendi hikayesinin kaotik başlangıç noktası olarak kullanıyor. Melankoli ve bilinmezliğin getirdiği duygu durumuyla şehri irdeleyen Ci, Onagöre’nin Tefrika İstanbul serisinin parçası olarak çıkan Şehir Fikri kitabıyla bize cevaplayamayacağımız bir soru soruyor: Burası neresi?
Birkaç ay önce Unutursan Darılmam sergisi üzerine kendisiyle kısaca sohbet ettiğim Ci’nin şehre olan bakış açısı bende izler bırakmıştı. Bir dönem metin yazarlığı ve foto muhabirlik yapan sanatçının kamerasıyla gözler önüne serdiği İstanbul ilişkisini sözlere dökme şeklini sürükleyici bulmuş, daha fazla soru soramadığım için bir eksiklik bile hissetmiştim. Şehir Fikri üzerine konuşmadan önce Taksim’de çıktığımız yürüyüşte Ci’nin kamera arkasında değilken şehirle nasıl etkileştiğini görme şansı yakalıyorum, bu tuhaf şehir üzerine konuşmaya devam ettikçe de buranın gerçekten neresi olduğunu asla anlayamayacağımı hissediyorum.
Basit bir soruyla başlayalım: Neden fotoğraf?
Ben hayatım boyunca yazar oldum. On bir yıl metin yazarlığı yaptım, birincil mesleğim buydu. Fotoğraf çok esaslı bir kaçış aracı oldu benim için. Sessiz, sakin, kelimesiz. Zaten yirmi sekiz yaşımdayken keşfettim fotoğrafı, şu an otuz altı yaşındayım. Bir şey görüyorsun, çekiyorsun ve onu uzun uzadıya anlatmana gerek yok. Kafamdaki sesleri durdurdu gibi bir şey çünkü hep açıklıyorum, hep anlatıyorum, hep cümleler kuruyorum. Bundan iyi bir kaçış aracı oldu, o yüzden sevdim, tutundum fotoğrafa.
Ben yazarken bir şeyleri anlıyorum, kafamda çok ses olunca onu kâğıda dökerek sakinleşip bir anlam verebildiğimi düşünüyorum. Sen İstanbul’u çektikçe onunla ilişkin nasıl değişiyor? İstanbul’la hikayen olgunlaşıyor mu, sakinleşiyor mu?
İlişki yeni katmanlar kazanıyor herhangi bir sosyal ilişki gibi. Mesela İstanbul’la en iyi arkadaşlık dönemim de vardı, sevgililik dönemim de vardı, boşanma dönemim de. İlişki katmanlanıyor, tabii olgunlaşıyor da doğal olarak. İlk foto muhabirliğe başladığımda amaçladığım şey olanları çekerek kendi yaşantımda olup bitene mesafe koymaktı. Ama şimdi kendime yaklaşmak için çekiyorum, şehrin sahnelerini kendi hikayemi anlatmak için kullanıyorum. Çok başkalaştırıyor şehri, herhangi bir insan gibi bu şehirde yaşamadığımın farkındayım. Bence tuhaf bir bakış açısı. Daha iyi ya da daha kötü değil, sadece tuhaf bir bakış açısı kattı bana şehirde yaşamakla ilgili olarak.
Anladığım kadarıyla fotoğraf çekmek için dışarı çıktığında belli bir planın olmuyor.
Çoğu zaman bir plan olmuyor, gidiyorum. Bir “flaneur”lük hali var. Gidiyorum sadece ama planlı gittiğim de oluyor. Bazen rota planlıyorum, mesela Bakırköy’de lunapark var orayı bir görmem lazım düşüncesiyle gittiğim oluyor. Rastgele dışarı çıkışlarda rastgele karşılaşmalar her zaman daha ödüllendirici oluyor ama benim için, bunu seviyorum.
Daha demin İstiklal’de yürürken bir yerin önünde durup “Burayı kesin çekerdim ama kullanmazdım” dedin. Senin çektiklerinle bizim gördüklerimiz arasındaki ayrım nereden geliyor?
Estetik olarak yeterince bağlam, yeterince hikaye olmadığını düşündüğüm için kullanmazdım. Yeterince materyali olmadığını düşündüğüm için. Gene de çekerdim çünkü aynı zamanda benim İstanbul’la etkileşime geçme yöntemim o fotoğrafı çekmek. “İstanbul” bir kare, “İstanbul” bir detay çekeyim ve hard diskte dursun. Öylesine çektiğim çok fotoğraf var.
“Korku filmleri […] çünkü İstanbul korkunç bir yer. İstanbul’dan korkmamız gerektiğini düşündüğüm için ya da ben İstanbul’dan korktuğum için bunu söylemiyorum ama burası korkunç bir yer.”
Fotoğraflarını hiç görmemiş biri için kullandığın renkler en ayrıştırıcı özellik oluyor. İtalya’nın 70’li yıllara özgü giallo korku filmlerinde kullanılan renklerden ilham aldığını söylüyorsun. Neden korku?
Şahane soru ve hevesle yanıtlayacağım bir soru, çünkü neden korku? Yani onca şey vardı, daha farklı estetikler de denenebilirdi. Ben fotoğraftan çok resme bakmayı seviyorum. İlhamım, kadrajım, renklerim, bütün fotoğrafın bileşenlerinde belirleyici etken resimler oluyor. Tıpkı bunun gibi korku filmleri – korku filmlerini seviyorum, zaten İtalyan dili ve edebiyatı okudum sırf bu yüzden- çünkü İstanbul korkunç bir yer. İstanbul’dan korkmamız gerektiğini düşündüğüm için ya da ben İstanbul’dan korktuğum için bunu söylemiyorum ama burası korkunç bir yer. Bu tansiyonu vermek, bu tansiyonu yaşatmak için ve birazcık da estetik olarak benim diğer İstanbul anlatımlarından farklılaşabilmem için böyle bir şey gerekliydi. Benim fotoğraflarımda renkler bahane veya tesadüf değildir, hepsi hesaplanmış, seçilmiş şeyler. Yani anlatının ayrılmaz bir parçası. Dediğim gibi korku filmi estetiği çünkü beni ben yapan şeylerden biri o estetik zaten. Fotoğrafıma da böyle yansıyor.
Bir tane adamın deniz kenarında oturduğu bir fotoğrafın var. Çok sakin bir fotoğraf, etrafta hiçbir şey olmuyor ama gerçekten bir korku filmi sahnesi gibi. İstanbul uzak ve anlaşılmaz olmasının getirdiği hafif bir korku vardır, ben senin fotoğraflarına bakarken bu hislerle bakıyorum. Senin korku ve sakinlik konseptlerini birleştirme nedenlerini merak ediyorum.
Bir keresinde biri -kimdi hatırlamıyorum- şöyle bir şey dedi: Fotoğrafların sanki bir şey olmadan önce ya da bir şey olduktan sonrasının fotoğraflarıymış gibi. Hep bir şey olurken çekersin, foto muhabirlikte mesela belgesel değerinde bir olay çekersin. Olayı öngörmek veya izini sürmek gibi. Adamın deniz kenarında oturduğu o fotoğrafı çekerken İstanbul’un korkunç bir yer olduğu ön kabulüyle, o filtreyle çekmiştim. Gene de o korkunçluğun ortasında kendimize böyle sakin bir an yaratabiliyoruz ve onun ortasına uzanıp oturtabiliyoruz, bize o nefes aralığını veriyor hâlâ.
Unutursan Darılmam, Il giornale
Bir kıyamet günü düşüncesiyle de hareket ediyorsun fotoğraf çekerken. Foto muhabirlikte toplumsal hikayelere odaklanırken şimdi kişisel hikayelerle ilerliyorsun. Fotoğraflarındaki kıyamet günü hissi, toplumsal yaşanacak bir son üzerine mi yoksa senin kişisel tecrübene odaklı olarak mı ilerliyor?
Her ikisi de. The Smiths bir şarkısında “Will the world end in the daytime / I do not know / Will the world end in the nighttime / I do not know” diyor. O bana çok ilham verir. Ve bu soruya yanıtım da galiba öyle: toplumsal bir sahne mi bilmiyorum, kendimle ilgili mi bilmiyorum. Bu çok spesifik bir takıntıdan kaynaklanıyor: Dünya sona erdiğinde neredeydin? Ben İstanbul’da olacağım büyük ihtimalle, böyle bir fikir yürütmemden ortaya çıkıyor aslında.
Foto muhabirlikten kişisel hikaye anlatımına geçişi de konuşmak isterim.
Beni yazı yazmaya yönelten şey hikâye anlatma hevesi oldu. Fotoğrafa yönelten şey de oydu. Ben hikayeler anlatmak istiyordum ama başkalarının hikayeleriyle yeterince ehil, yeterince anlamlı şeyler anlatamadığını fark ettim. Bir savaş muhabiri, belgesel fotoğrafçı vardır ve işini layıkıyla, bütün gazetecilik ilkelerini takip ederek yapar. Hatta belki bazen şefkatle orada olanları anlatabilen insanlar var. Ben onlardan biri değilmişim, bunu fark ettim. Kendimle ilgili bir şey fark etmeme neden oldu fotoğraf. Ben savaşa bile gittim-
Hangi savaş?
Bunu cevaplamak istemiyorum çünkü cevapladığımda insanlar kafalarından o savaşla ilgili bir hüküm veriyor. “Bu adam gidip geldiğine göre…” diye. Yani bir savaş, herhangi bir savaş, boş ver. Benim çok sevdiğim arkadaşlarımdan savaş muhabirliği yapanlar da var, yapmışlar zamanında. Onlar yapabildi, ben yapamadım. Oradan bana göre anlamlı bir hikaye çıkaramadım. Bu bir başarısızlık mıydı? Bilmiyorum ama kendimi keşfetme neden oldu.
“Sokaklar, insanların yüzleri, yapılar birazcık anonimleşiyor benim fotoğraflarımda çünkü aslında o camiyle, o yapıyla, o insanla ilgili değil tamamıyla benimle ilgili bir hikaye.”
Fotoğraflarınla İstanbul’u anlatıyorsun ama bu şehri bir yabancının gözünde İstanbul yapanları kadraja almıyorsun. İnsanlara, hayvanlara veya tabelalara Ci’nin yarattığı evrende yer yok. Yol gösterecek bu unsurlar olmadığında İstanbul’da nasıl hareket ediyorsun?
Bence ben İstanbul’un fotoğraflarını çekmiyorum da İstanbul’da fotoğraf çekiyorum. İstanbul’un ögelerini, sahnelerini kullanıyorum ki kendimle ilgili bir şey anlatayım. Sokaklar, insanların yüzleri, yapılar birazcık anonimleşiyor benim fotoğraflarımda çünkü aslında o camiyle, o yapıyla, o insanla ilgili değil tamamıyla benimle ilgili bir hikaye. Şehir Fikri’ni hazırlarken benim arşivimi aldık ve bir eleye döktük. Bu seçkide insan yok, hayvan yok, dil yok. Neden bunu yaptık? Fotoğrafı çekerken bilinçaltından gelen bir dürtüyle çekiyorum, anonimleştiriyorum. Bu sefer şehirden bir şey almak istedim. Gerçekten bir hınç ile, bir hırs ile koparmak istedim, şehri niyeti bozmuş bir şekilde azaltmak istedim. Sebebi oydu Şehir Fikri’nde öyle bir şey yapmamızın. Ortaya anonimleşmiş, spesifik öğelerden ayrılmış bir şey çıktı. Kitapta sadece bir-iki fotoğrafta bir şeyi silmek zorunda kaldım ama onun dışında seçtiğimiz fotoğrafların tamamı gerçekten yazı, insan veya hayvan içermiyor.
Bu senin ilk kitabın. Ne oldu da artık fotoğrafları derleyip kitap çıkarmaya hazır olduğun o dönem geldi?
Aslında bu kitabın çok ulvi bir amacı yoktu benim için. Böyle bir sürü çektim ve artık bir taşma noktasına geldi, bunun kitap olması gerekti gibi değil. Orada anlattığım hikâyeyi kitap formatında insanların evlerine, ofislerine koyabilmesini isterim. O hikâyeyi alsınlar, kendi fiziksel dünyalarının bir parçası olsun istedim çünkü öyle bir noktaya gelmiştim. İnsanlar işlerimi Instagram’dan görebiliyorlar, web sayfamdan görebiliyorlar, dergilerde görüyorlar. Şehir Fikri’ni yapmamızdaki amaç o fiziksel dünyaya dahil olmak istememdi. Bir hevesti bu. Heveslendim, yaptım.
Şimdi Pera Müzesi’nde Zamane İstanbulları karma sergi açılıyor, sen de Her Şeyin Kötü Gittiğine Dair Emareler seçkin ile oradasın. Sergilerinle buluştuğumuzda seninle ilgili daha kişisel şeyler söyleyen açıklamalarla karşılaşıyoruz: Unutursan Darılmam, Kıyamet Gündüz Mü Gelecek? vesaire. Şehir Fikri’nde fiziksel bir mekâna göre bir şey kurmuyorsun, ne de olsa insanların evine girecek bir kitap. O bakımdan sergilere kıyasla daha kollarını açan, ucu açık bir başlık gibi.
Kıyamet Gündüz Mü Gelecek? zaten benim ilk hikayem, şehri kullanarak kişisel bir şey anlatmayı keşfettiğim alandı o. Unutursan Darılmam benim şehirle etkileşime geçiş metotlarını gösteren bir toplam, hâlâ devam ediyor zaten. Şehir Fikri ise hepsini kapsayan bir toplama oldu. Ama örneğin Pera’daki Her Şeyin Kötü Gittiğine Dair Emareler daha büyük bir çatı. 2016-2022 arası tüm fotoğraflarımı gönderdim ve on iki fotoğraflık, özet bir şey hayal ediyordum. Nitekim onlar da öyle yaptı. On üç fotoğraf var ve 2010’dan beri her şeyi kapsıyor. Zor bir iş yaptılar, bence aşırı zor bir iş.
Daha kümülatif sanki Şehir Fikri’ndeki İstanbul hisleri.
Kümülatif bir yanı var ama aynı zamanda evin yolunu kaybetmeye benzetiyorum ben Şehir Fikri’ni. Sanki bir yan yola sapmışız, kaybolmuşuz, sonra bununla karşılaşmışız gibi bir yanı var. İnsanların aklına bir şehir fikri koyduktan sonra, onlar kendi şehir fikirlerini düşünürken bir çıkış noktası, bir yan anlatı veya bir ilham olabilir Şehir Fikri. Çünkü kitap başlıyor, bitiyor ve “daha” diyor insan.
Şehir Fikri seçkisinden
“Unutursan darılmam” İstanbul’la birbirinize söylediğiniz bir şey. Bir önceki konuşmamızda gitme planların olduğunu söylemiştin, önümüzdeki aylarda Yeni Zelanda’ya gidiyor olacaksın bir süreliğine. Gerçekten unutabilir misin, buradan öyle bir uzaklaşma mümkün mü sence?
Bu sorunun yanıtını galiba benim maceramın bir sonraki bölümünde göreceğiz çünkü Wellington’a gittiğimde orada da bir hikâye çekmeyi düşünüyorum. Ben on bin fotoğraf çektiysem bunların yüzde doksan dokuzu İstanbul’da çekildi. İstanbul dışında fotoğraf çekmedim gibi bir şey. İlk defa deneyeceğim Wellington’da böyle bir şey yapmayı. Unutursan Darılmam’ın anlamı o zaman şekillenecek birazcık da. Belki ben Wellington’ı çok seveceğim, hatta İstanbul’dan daha çok seveceğim. Senin [bir önceki konuşmamızda] dediğin gibi en uzun ilişkim olan İstanbul ilişkime kıyasla, kısa süreli bir ilişkim olacak olan yerde daha büyük bir anlam bulacağım belki, bilmiyorum. “Unutursan darılmam” o yüzden çok ilginç bir laf. O ismi bulduğum için birazcık da gurur duyuyorum kendimle çünkü gerçekten benim var oluşumu, benim sanatımın var oluşumu özetleyen bir laf oldu. İstanbul’u unutmam imkânsız. Otuz yıldır içime işleyen bir şey, herhangi bir bağımlılıktan farklı değil. Yirmi yıldır sigara içen birinin yirmi günde hiç sigara içmemiş gibi olmasını bekleyemezsiniz. Bir de şimdi aklıma geldi, İstanbul’la törpülenmiş ve bu şehir üzerinde bu denli kafa yormuş bir insan başka bir şehirle nasıl etkileşime geçer? Bunu deneyeceğim.
Ben büyürken üst üste kötü dönemleri olmuştu İstanbul’un: HSBC patlaması, Gezi protestoları, o karamsar 2016 terör dönemi. Sanıyordum ki başka yerlere gidersem burayı tamamen unutacağım ama öyle olmuyor. Başka şehirlerden gelenlerde böyle bir bağ ve içselleştirme gözlemlediğimi hiç hatırlamıyorum açıkçası. Garip geliyor İstanbul’la kurduğumuz o melankolik, inişli çıkışlı ilişki.
İstanbul bir travma. O yüzden anlatmadan duramıyoruz, içimizi dökmemiz gerekiyor. Uluslararası arkadaşlarıma, yabancı arkadaşlarıma açıklayamıyorum. Şöyle bir anım var: kız arkadaşım İstanbul’daydı ve bana bir şey gösterdi. “Neden her yerde bu yazıyor?” dedi. Neymiş diye baktım, gösterdiği şey “İstanbul Büyükşehir Belediyesi” yazısı. Açıkladım, “ama neden?” dedi. Ben de cevap olarak kitap yazmak istemediğimi söyledim, bunun açıklaması öyle gidecek çünkü.
Hiç ilgimi çekmeyen bir detay ama düşününce evet, o hatırlatmayla beraber yaşıyoruz daima.
Sorduğu iki tuhaf sorudan biriydi bu, benim asla dikkat edemeyeceğim bir şey. İkinci soru da şuydu: Bu şehirde neden bütün deniz anaları paramparça? Evet, sahil kenarında bütün deniz anaları paramparça çünkü vapurlar geçiyor. Demiyorum ki yabancıların dikkatini çeken şeyler ne kadar ilginç, derdim o değil. Öyle bir yaraya parmak bastı ki… Ben belgesel fotoğrafçılık yaptıktan sonra politik tansiyondan arındırmaya çalıştım bütün üretimlerimi. Geçen Açık Radyo’da konuşurken de bence fotoğraflarımın politik olmadığını söyledim. Sunucu arkadaşımız “Katılmıyorum, çok politik” dedi. Aslında buralarda nefes almak bile politik olduğu için, evet, belki de öyle.
Şehir Fikri’ni Onagöre websitesinden alabilirsiniz. Zamane İstanbulları karma sergisi ise Nisan 2023’e kadar Pera Müzesi’nde ziyaretçiye açık.

"GOLDEN HOURS": SABO İLE GEÇMİŞTEN GELECEĞE AKAN BİR HAFİFLİK HAYALİ
Röportaj: Ceren Kahveci
Fotoğraf: Emirkan Cörüt
Kışın kendini hissettirmeye başladığı soğuk Aralık günlerinden birinde, Beyoğlu’nun ortasında sıcacık bir sergide buluyorum kendimi. Bastıran yağmur altında yürüdükten sonra Versus Art Project’e girişimle beraber yaz aylarına doğru bir yolculuğa başlıyorum ve nâmevcut mekanlar geziyorum bir bakıma. SABO’nun Elâ Atakan küratörlüğünde gerçekleşen Golden Hours sergisi şefkatli ışık altında tanıdık ama gerçekleşmemiş anlar, güneşin su ile birleştiği kaygısız hatıralar sunuyor ziyaretçiye. Işıkla beraber her seferinde farklı bir anlam bulan eserleri SABO ve Elâ’dan dinliyor, sergiyi gezerken hikayeler aracılığıyla güneşi onlarla doğuruyor ve batırıyoruz.
Seni senden dinlemek isteriz: Kimdir SABO?
SABO: En zorlandığım soru da bu oluyor aslında. Ben Mimar Sinan mezunuyum ve mezun olduktan sonra hızlı bir şekilde İstanbul sanat piyasasında ayakta kalmak için karma sergiler düzenlemeye çalıştım. Kendi işlerimi gösterebilmek için geçtiğim ilk zorlu ve olumlu sonuçlanan aşama bir insiyatif grubu kurmamızdı, Signs of Time ismi. Yakın olduğum sanatçılarla yarattığımız bir gruptu. Beraber yurtiçi ve yurtdışı projeler geliştirme şansımız oldu, bu da benim için bir avantajdı aslında. Ne yapmak istediğimi anlayabilmemi sağlayan ve bu süreci belirleyen bir hareketti diyebilirim. Daha sonrasında solo projeler de gelişmeye başladıkça Paracetamol ortaya çıktı, kendi başıma yaptığım ilk büyük sergiydi. Bu sergi aslında Versus Art Project’te yaptığım üçüncü sergi. İlk önce Paracetamol, daha sonra Time Machine, şimdi de Golden Hours.
Kısaca Versus Art Project’le ilişkinin nasıl geliştiğine de değinebilir miyiz?
SABO: İstanbul piyasasında sanatçılar ve galeri çevresi zaten çok kısıtlı, çok büyük bir ortam yok. Herkes birbirini biliyor ve tanıyor. Sergilere gelip gidiyordum ve diyaloğumuz olduğu için Versus ekibini yaptığım projelere çağırıyordum. Bu mekanın çok güçlü bir duygusu var. Tek başıma anlatmak istediğim şeyleri düşününce konunun mekanla birleşimini sevdiğim için, sergileri zihnimde canlandırırken burasıyla bir bağ kurdum. O süreçte de zaten diyaloğumuz devam ettiği için güzel bir birliktelik oldu.
Is There Someone Else? (Başka Biri Var Mı?)
Geçmişte yaşanıp yaşanmadığından emin olmadığımız anlar ile mutluluğun, umudun resmini çiziyorsun. Resmedilen anlar aile albümlerinden ilham alınarak yaratılıyor. Bu hikayelerdeki gerçek ve kurgu dengesi nasıl kuruluyor?
Elâ: SABO’nun buradaki ilk sergisi Paracetamol’e baktığımızda orada bir felaket hikayesi vardı. Ardından da “yeniden doğma” fikriyle bu sergi oldu, yani geriye dönük de bir çalışma yaptık. Serginin duygusunun, renginin ne olacağını düşünürken bir noktada SABO bana şunu söyledi: Pikenin altına girdiğinde ve ışık üstüne geldiğinde veya ana rahminden dışarı bakarken arada kalan derinin yansıttığı o sarı ışık ve onun sakinliği. Bunun üzerine SABO bir noktada aile albümlerine yeniden bakmaya başladı. Yeni bir kapı açıldı sergiye dair ve biz tam da bunu konuşurken bazı fotoğrafları getirdi bu albümlerden, kendisinin olmadığı ama üstünde ışık olan fotoğraflar. Bu albümler daha çok bir kaynak gibiydi. Resmedilen figürler o fotoğraflarda olan birini temsil etmiyor ama bir yandan da o tanıdık duyguyu veriyor insana, yani bu resmedilen insanlar birbirlerine yakın.
Sergi küratörü Elâ Atakan
SABO: Zaten ışığın duygusu o fotoğraflarda o kadar net bir şekilde kendini hissettiriyor ki benim olup olmamam önemli değil. Orada bir anı yaşanmış ve ışıkla o anı bir araya geliyor, gelişiyor ve çok mutlu ve huzurlu bir ana dönüşüyor. Bizim de aslında düşündüğümüz ve yapmak istediğimiz o zaman dilimini açmaktı. Yani mutlu anıların olduğu ya da plansız, huzurlu, kaygısız anların olduğu o zaman dilimini açmak. Işık aracılığıyla oradaki hissiyatı resmetmek istedik, o yüzden Golden Hours serginin ismi. Sergide resmedilen gün bitmeye başladıkça geç kalınmış gibi hissetmiyorsun. Akşam oluyor, güneş batıyor, eğlence devam ediyor. O yaz duygusuyla buradan çıkacaksın, ıslak ıslak eve gidip yemeğini hazırlayıp yiyeceksin… O plansız, genellikle tatil zamanlarında karşımıza çıkan anıları görüyoruz. Aralığın ortasında sıcaklığa, ışığa dair bir sergi yapmamızın nedeni de oydu.
Peki bu evrende hiç zifiri karanlık var mı?
SABO: Golden Hours‘da gün bir koyda bitiyor, güneşin batma anında. Biraz daha karanlığın ortamı ele geçirdiği, o anın bittiği, birarada olma fikrinden uzaklaştığımız bir yer. Aslında bundan sonrası zifiri karanlık çünkü etrafta bir bina veya insan yok. Bu koyun duygusu benim için çok kuvvetli çünkü inanılmaz bir karanlık oluyordu güneş battıktan sonra, yanındaki arkadaşını göremediğin bir atmosferi vardı. Gitgide herkesten uzaklaşma fikri, mekanın kararması ve gördüğümüz o ışık yansımalarının sonlanması… Serginin kapanış fikri olarak da o karanlıkla uçup gitmesi. İşlerin içerisinde o zifiri karanlık yok. O bahsettiğimiz “golden hours” burada bitiyor.
Zaman kavramı sık sık üzerine çalıştığın bir konu eserlerinde, bir önceki sergin Time Machine de bu konuya odaklanıyordu. Karşımıza çıkan durumlar ve mekanlar ya geçmişte ya da gelecekte, geçmişteki altın çağdan alıp gelecek için umut gösteriyorsun. Zamanla ilişkini nasıl kurmayı tercih ediyorsun?
SABO: Zaman genelde kullandığım bir kavram diyebilirim, çünkü anılarla iç içe olduğu için kendime döndüğümde, baktığımda ve tekrar karşıma koyduğumda onu hissediyorum. Time Machine daha zaman kavramını genellediğim, Paracetamol daha kendime döndüğüm bir durumu anlatıyor. Golden Hours bu ikisinin ortasında gibi duruyor çünkü burada bir zaman dilimini açmaya çalışıyorum. Bütün serginin genelinde aslında birtakım soyut parçalar var, bunları kapılar gibi düşündüm. Bu anlar arasındaki yolculuğa çıkmayı rahatlatacak, sağlamlaştıracak ve kolaylaştıracak bir takım küçük soyut alanlar, soyut parçalar. Renklerin karıştığı, iç içe girdiği bu parçalar aynı kameranın yansımasından çıkan o parlamalar gibi. Küçük damlacıklar arasında bir şekilde içten içe bir zaman yolculuğuna çıkıyoruz ve kendimizde bulduğumuz bir dünyaya geçiş sağlanıyor.
Light Leaks (Işık Sızıntıları)
Elâ: “Işık Sızıntıları” adını verdik biz o damlacıklara. SABO ışığın, kendi hikayesindeki o iyi anların, güzel duyguların peşine düştüğünde bir noktada şunun da farkına varıyoruz: yaz döneminde zaman yavaş akar, daha çok vaktin vardır, daha rahat olabileceğin bir dönemdir. Mesela Is There Someone Else isimli eserin arkasındaki mimari daha sayfiye gibi. Bir yandan da belki de Türkiye’nin bile altın çağı olan 1960’lar mimarisine benziyor. Herkesin rahatça tatil yaptığı, herkesin iyi olduğu, daha mutlu olduğu bir zamana götürüyor. Her zaman aslında figürler var ama bir yandan da mimariyle desteklenen bir zamana bakış söz konusu.
In Your Eyes serisi
Aralık ortasında yaz dönemini resmeden bir sergi olmakla beraber, çalkantılı bir dönemin ortasında umuda dair hikayeler ve anlarla ziyaretçiyi karşılayan bir sergi. Her şeyi tersine çeviren bir kurgu yani.
SABO: Aslında bu mutluluk, umut düşüncesini devam ettirmek gün geçtikçe biraz daha zorlaşıyor. Yani ben bunu sadece yaptığım işte görmüyorum, tüm hayatımda verdiğim kararlarda da geçerli ve bunu bir bahane olarak kullanmak benim için çok büyük zaman kaybına dönüşebilir. Bu yüzden tam tersini yapmak istedim. Madem böyle bir şey içerisindeyiz ve böyle bir zaman diliminde yaşamak durumundayız, bunu yaşayalım, kabullenelim ama bizim yapacağımız şeyler var düşüncesiyle ilerlemek istedim. Bu yapacağımız sergileri, planları geri plana atmadan, onların motivasyonunu kaybetmeden bir şekilde devam ettirme durumu bence en mantıklısı ve beni daha çok motive ediyor. Her geçen gün bir şeyler biraz daha zorlaşmaya başladığında planlardan ve hayallerden vazgeçmek daha kolay oluyor ama zorladıktan ve direttikten sonra çıkan iş bence daha güçlü.
Elâ: Belki de resmedilen bu anlara tam da bu dönemde ihtiyacımız var. Bu gerçekten bir noktada direniş şekli çünkü beslendiğimiz yer kesinlikle sanat. Bir nevi bütün sergi iyileşme üzerine kurulmuş gibi. Geriye bakıp aslında biz iyiydik ve iyi olduğumuz zamanlar vardı diyoruz. Tam da şimdi insanları buraya çağırarak bunu paylaşmak daha değerli gibi geliyor. Bu dönemde üretmek, yaratmak, tutunmak ve o umutsuzluğun seni sarmasına izin vermek değil de, bu anlara bakarak burada bir alan açmak ve bunu paylaşmak…
Sergide su ve güneşin birleşimiyle karşımıza çıkan bir “yeniden doğma” fikri var. Bu birleşim ana rahminde olmayı, başa dönmeyi çağrıştırıyor. Bu temaya bir de bu açıdan bakabiliyoruz aslında.
SABO: Yeniden doğma fikri biraz daha manevi bir şekilde ortaya çıktı. Bütün yaptığım işlerin evrilen, değişen bir durumu var. Bence kendim de bu süreçte onu yaşadım ve bundan dolayı serginin o fikirle uyuşması beni heyecanlandırdı. Bunlar çok daha fazla tarzımın dışına çıkan ve değişen işlerdi. Burada bir performansta olduğu gibi bir değişimden bahsetmiyoruz. Bu daha çok düşünceler ve üretim fikirlerindeki kapıları değiştirmeye, o duyguları anlatmaya odaklanan bir durum. “Yeniden doğma” fikrini dansla işlemek, izleyiciye anlatmak daha kolaydır ama tentür yapan biri için bunu göstermek biraz daha zorlaşır. Bu duyguyu tam olarak yansıtabilmek için serginin kuruluşundan insanların katılımına kadar detayları çok iyi düşünmek gerekiyor.
Savior (Kurtarıcı)
Bu açtığın zaman dilimindeki umudu andaki mutluluğa nasıl taşıyorsun, sergi ziyaretçilerinin nasıl taşımasını istersin?
SABO: Herhangi bir işi yaparken veya üretirken oradaki bütün detayların, bütün konunun, bütün parçaların çok net bir şeyler söylemesi fikri beni çok heyecanlandırmayan bir durum. Bu hayali dünyayı yaratma fikri de orada ortaya çıkıyor. Ele aldığım ya da üretirken yardım aldığım o fotoğraflar, anılar, yazılar ya da görseller ve filmler çok net bir şekilde kendini göstermiyor. Bu dünyanın içerisinde figürlere dönüşerek kendilerini hissettiriyorlar daha çok. Sergiyi gezen kişilerin o duyguyu kendi anılarıyla şekillendirerek, birleştirerek hissetmesi daha hoşuma gider. Burada bir konu etrafında bir sergi sunuyoruz. Bu serginin hissiyatını anlatmak istediğimiz kısımlara kadar anlatıyoruz ve sonrasında tamamı izleyicinin o enerjiyi nasıl sağlayacağına, kendisiyle nasıl birleştireceğine bağlı bir şeye dönüşüyor. Bu düşünceyle sergi kapanmaya yakınken arkadaşlarımla konuştuğumda her birinin hissettiklerini dinlemeyi seviyorum, çok farklı taraflardan geliyor düşünceleri. Özellikle Paracetamol’de bunu çok yaşamıştım çünkü biraz daha benimle ilgili bir sergiydi, oradaki her bir işin hikayesi çok daha farklıydı. Yani benim yaşadığım, anlattığım hikaye ve onları izleyen kişilerin hissettikleri çok farklıydı. Bazıları için mutlu anlar, diğerleri için mutsuz durumlar çağrıştırmış, bu hikayeleri onlardan dinlemek güzel oluyor.
Paracetamol serginde kırmızı, Time Machine‘de prusya mavisi, Golden Hours‘da ise turuncu ve sarı tonlarına odaklanan eserlerle karşımızdasın. Özellikle bir sanatçı olarak renkler sana nasıl konuşuyor?
SABO: Bu açıkçası planlı olarak ilerleyen bir şey değil. İncelediğim, takip ettiğim ya da gezdiğim, gördüğüm, sevdiğim insanların yaptığı işlerden bana yakın olanların renkli olması benim dünyamın renkli olduğunu hissetmeme neden oluyor olabilir. Her serinin mutlaka şu rengi olmalı diye başladığım bir durum da yok. İşler bir araya gelince renkleri kendi kendine hissettirmeye ve onlarla eşleşmeye başlıyor daha çok. Eserlerle birlikte geçirdiğim zamanla beraber ortaya çıkan bir dengeye dönüşüyor ve o denge bence çok önemli. Resmin kompozisyonu kadar o harmoni ve renk dengesi de önemli. Biraz daha içsel gelişen, kendi atölyemde resmetmeye başladığımda ortaya çıkan bir süreç. Eskizi yaparken siyah beyaz yapıyorum aslında, o yüzden renkleri tuvalle başbaşa kalınca, bende bıraktığı etkiye dayanarak ekliyorum.
SABO, Paracetamol sergisinden “Franny and Zooey, Salinger” eserinin önünde
Önceki sergilerine kıyasla, senin için “Golden Hours” sürecini tanımlayacak teknik farklılıklar ne oldu?
SABO: Ben genellikle yağlı boya çalışıyorum, yağlı boya işler yapıyorum ama bu demek değil ki farklı şeyler denemekten çekiniyorum. Özellikle her yaptığım seriyi düşününce, o serinin içerisinde o duyguyu biraz daha rahat bir şekilde anlatabileceğini hissettiğim herhangi bir malzeme varsa o malzemeyi denemek benim sevdiğim ve sonucunu merak ettiğim bir süreç. Time Machine’de seramikle ilgili biraz çalışmıştım, o dönem ilgilendiğim ve sonucunu merak ettiğim bi medyumdu bu. Bu farklı materyalleri yaptığım sergilerde bir araya getirme fikri hoşuma gidiyor aslında. Bu denemeleri sergiye ya da projeye dahil etmeyi seviyorum. O yüzden de o etkisini arttıracak, o sözü arttıracak bir malzemeyle tanışırsam onunla ilerlemek ve detaya değinmeyi tercih ediyorum. Golden Hours’da daha çok özüme döndüm diyebilirim. Tuval, yağlıboya, tamamıyla en temel eğitimini aldığım ve öğrendiğim medyumlar.
Golden Hours sergisini, 28 Ocak 2023’e kadar Versus Art Project’te ziyaret edebilirsiniz.

A GOOD DAY: BEYOĞLU
Fotoğraf: Can Görkem
Hayat güzel anların, insanların ve deneyimlerin toplamından ibaret. Bildiğimiz yerlerin bilinmedik sokaklarında kaybolmak, yeni tanıştığımız biriyle zamanın uçup gittiği sohbetlere dalmak ve attığımız her adımla yeni dünyalara yelken açmak, kendimizden bir parça bulmak. Bazen sandığımızın aksine bunları yapmak için uzaklara gitmek de gerekmiyor aslında, ne de olsa her köşesinde yenilikler saklayan bir şehrin sakinleriyiz. Yüksek tempomuzda bazen ne kadar özel olduğunu unuttuğumuz, besleyici yanlarını görmezden geldiğimiz ve hala burnumuzun dibinde keşfedilmeyi bekleyen sürprizleriyle kalbimizde özel bir yere sahip olan İstanbul’a, her şeye rağmen bizi tekrar heyecanlandıracak bir perspektifle bakmak istedik.
A Good Day isimli serimiz de tam olarak bu hislerden doğdu. Sanat, tasarım, kültür ve gastronomiden ilhamla şehirde farklı rotalar çizdiğimiz ve keşiflere çıktığımız bu deneyim serimizde bildiğimiz muhitlerin bilinmedik yerlerini öğreniyor, şehre tekrardan çocuksu bir merakla bakıyoruz. Güzel bir günün paylaşmadan bir anlamı olmayacağını da bildiğimiz için, her deneyimimiz sonrası rotamızı sizlerle paylaşacağız. Gelin, hep beraber şehirde her anın tadını çıkarmaya bakalım. Serinin ilk durağını Beyoğlu olarak seçtik. Neden mi? Buranın ışığının asla sönmeyeceğini, her zaman bizden bir parça olacağı gerçeğini yaşatmak istiyoruz. Yolu İstanbul’dan geçmiş herkesin kendine has bir ilişki kurduğu bu yeri zaman zaman çok iyi bildiğimizi düşünsek de, A Good Day rotamız bize Beyoğlu’nun saklı kapılarını aralayarak bitmek tükenmeyen sihrini gözler önüne seriyor.
















GRKM6720

DURAK 1: TUNÇ BALIK
Her güzel gün tok bir karınla başlar diyerek rotanın ilk durağını Tunç Balık olarak belirliyoruz. 1959’dan beri Beyoğlu’nun değişmez lezzeti olan bu yer, güler yüzlü ekibiyle bizlere içimizi ısıtan bir misafirperverlik tecrübesi yaşatıyor. Şehrin en çalkantılı, heyecanlı ve hareketli yerinde yılları devirmiş olan Tunç Balık ve ekibi, Beyoğlu’nun eşsiz bir parçası. Serimiz için hazırladıkları özel sandviç tarifinde bulunanlar krem peynir, portakal & zencefil marmelatı ve Tunç Balık’ın meşhur somon fümesi. Yapılması kolay gibi duyuluyor olabilir, ama emin olun usta esnaf eli değmeden aynı tada ulaşmanız bizce çok mümkün değil. A Good Day sandviçini önümüzdeki bir ay boyunca sipariş edebilir ve rotamıza ağız tadıyla bir başlangıç yapabilirsiniz. Biz ekmekleri Galata Urban Bread’den sütlü tereyağlı tost ekmeği olarak tercih ettik, dilerseniz siz de Beyoğlu’nun bu yeni artisan fırınından sandviç ekmeğinizi yanınızda götürebilirsiniz.



















DURAK 2: BAŞIMIZDA SİYAHTAN BİR HÂLE, ARTER
Bir sonraki durağımız Arter. Beyoğlu’nun kültürel ekosisteminin önemli oyuncularından biri olan bu müze, multidisipliner yaklaşımıyla beraber değişimi benimsiyor ve sanata olan dinamik perspektifini her özelliğiyle ziyaretçiye hissettiriyor. İngiliz mimarlık ofisi Grimshaw Architects tarafından tasarlanan yeni binası, Dolapdere’de bulunduğu lokasyonu müzenin içine taşıyor. Her adımınızda camdan dışarı bakabildiğiniz bu mimaride dışarıyla olan bağımızı kesmiyor, yapının akışkan formu sayesinde mekansal bir tecrübe yaşıyoruz. Sanatın kalbinin attığı Beyoğlu’nda rotamızı Arter’e doğru çevirmemizin ise özel bir sebebi var tabii ki, o da tam da ihtiyacımız olan bir sergiyle karşımızda olan sanatçı Ahmet Doğu İpek.
Selen Ansen küratörlüğünde gerçekleşen “Başımızda Siyahtan Bir Hale” sergisi, 2020-2022 arasında sanatçının duygularından, tecrübelerinden ve üretimlerinden doğarak hayat bulmuş. Edip Cansever’in Tragedyalar III şiirinden alıyor ismini sergi. “Çünkü bu kahverengi akşam saatlerinde / Her şeyi en soğuk ölçülere vuruyoruz / Bir uzak han kavramına. Hanların / Rahmindeki bir yolcuya, bir semendere / Ve soğuk bir çağdan geçiyoruz. Çağlardan / Başımızda siyahtan bir hâle.”
Yerin altında bulunan ve gökyüzüne kadar uzanan doğa olayları aracılığıyla insanı ve doğasını sergileyen İpek, bunu yaparken insan bedenini tamamiyle gözden ırak bir yerde bırakıyor. Merkezine aldığı fenomenlerin dehşet verici görkemi karşısında yapılacak tek şeyin görünenin seyrine dalmak olduğunu söylüyor bize. “Çok Uzaktan ve Hep” eserinde açmayan güneşin takvimini resmettiğinden bahsediyor. El yapımı pamuk kağıt kullanarak yarattığı resimler üzerinde doğası gereği hâla hareket eden keten boyası, karanlığın içinden süzülen muhteşem ışık manzaralarına dönüşüyor. İpek sergi alanına girmeden önce bizleri uyarıyor, “zaman kavramı ile açığa çıkan her şeyin negatif temsilleri var içeride” diyor. Ziyaretçiye açıldığı dönem ve lokasyona bakıldığında toplumsal duygularımıza derinden dokunan bu eserlerle kurulacak olan kişisel bağları düşünürken, serginin birleştirici gücünü hissetmeden edemiyoruz. “Başımızda Siyahtan Bir Hale” sergisi 29 Ocak’a kadar Arter’de ziyaret edilebilir.






































DURAK 3: ARİF PAŞA APARTMANI
Öğreniyoruz ki üçüncü durağımız olan Elmadağ’daki bu apartman, serimizin özü olan “beraber yaşamak” isteğinin buralardaki ilk örneğiymiş. 1902 yılında Constantine Pappa tarafından tasarlanan Arif Paşa Apartmanı, konaklardaki aile yaşamından ayrılarak apartman yaşamına geçilmesinin öncü mimarilerinden. Tarih boyunca pek çok sanatçıya ev, üretimhane olmuş ve olmaya devam eden bu bina, aynı zamanda Ahmet Doğu İpek’in de stüdyosunun olduğu yer. Avlusu, ev sahipliği yaptığı sanatçıların atölyelerini barındırmakla beraber gökyüzüne doğru baktığımızda karşılaştığımız etkileyici heybetiyle duvarlarının tanık olduğu sohbetleri merak ettiriyor. Ne de olsa Beyoğlu’na tanımadığımız insanlarla dost, komşu olma konseptini getiren bir yapıyı ziyaret ediyoruz. Bu ziyaret anına dair bir de not düşelim; her gün saat altı civarında avludaki ıhlamur ağacının üstünde kuşlar şakımaya başlıyor, belki ziyaretinizi bu ana denk getirir gününüzü daha da şenlendirirsiniz.
Biz Arif Paşa sakinlerinden Tülin Bozüyük, Aslı Şan Bilgin ve Neslihan Algünerhan’ın atölyelerine misafir olduk ve zanaatlarını onlardan dinledik. Aslı’nın bizi spiritüel bir maceraya çıkardığı Alkimia, Tülin’in fırınında kendi dokunuşlarımızla yarattığımız seramikleriyle hep bir parçasını taşıyacağımız Touline Ceramics ve Neslihan’ın keten kumaşlar üzerine ruhundan kopan zevkli tasarımlarıyla bizi ağırladığı Nauna Linen deneyimiyle birkaç saatliğine bile olsa bu apartmanın sanat dolu tarihinin bir parçası olabilmek bize farklı bir Beyoğlu yaşattı. Arif Paşa’yı ziyaret ettiğinizde şanslıysanız açık olan atölyelere göz atabilir, işinizi şansa bırakmak istemiyorsanız önceden randevu alarak atölyeleri ziyaret edebilirsiniz.



























GKM7419






















DURAK 4: AŞEKA
Ve işte son durak. Beyoğlu’nu uzun uzadıya gezdikten sonra gözler haliyle akşam yemeği için seçtiğimiz yeri arıyor. Biz de günü bitirmeye hazırlanırken Karaköy’e doğru bir yolculuk yapıyoruz ve yolumuzu yüz yıllık bir binaya çeviriyoruz. Aşeka, sarmaşık anlamına geliyor ve restoranın binası da bu ismi yaşatıyor. Aşeka ekibi restorana mekan ararken tesadüfen bu sarmaşıklı binaya denk gelmiş ve Aşeka doğmuş. Sevdiklerimizle bir araya gelip konuşmanın hoşluğu, Michelin yıldızlı Thomas Keller’ın Bouchon lokantasında tecrübe edinmiş Şef Ömer Akosman’ın mevsimsel menüsüyle daha da özel bir hale geliyor bizim için. Başlangıçlar arasında tattığımız efsane patatesi yemeden geçmeyin deriz. Günün balığı olarak masanın yıldızı haline gelen kaya levreğinin enfes tadıysa hala damağımızda, rotanızı sonlandırırken kesinlikle denemenizi öneriyoruz. O güne özel hazırlanan A Good Day kokteyli de yakın zamanda menüye ekleniyor, güzel bir güne tatlı bir kapanış için tercih edebilirsiniz.















































Serimizin ilk rotasında bize eşlik eden Ahmet Doğu İpek, Aslı Şan Bilgin, Aydan Kumpas, Bahar Kader, Berk Kır, Deniz Bulutsuz, Dilara Sakpınar, Ecem Arslanay, Filgezi, Kültigin Kağan Akbulut, Neslihan Algünerhan, Semiha Bezek, Songül Haydarpaşa, Tülin Bozüyük, Ümit Hamidi ve Zeynep Üner’e çok teşekkür ediyoruz.

ZEYNEP ERBAY İLE SEVGİYE IŞIK TUTUYORUZ
Röportaj: Ceren Kahveci
Fotoğraf: Can Görkem
Hayatın içinden akıp giden sevginin insanın özündeki en kaçınılmaz gerçek olduğunu savunmaktan çekinmiyor Zeynep Erbay, her ne kadar bir klişe gibi duyulsa da. 2020’nin bizi hapsettiği kapanma dönemini, insanların kendileri ve etraflarıyla ilişkilerini irdeleyerek geçiren İstanbul merkezli DJ, Soul Clap Records ile çıkardığı “Flashlights on Love” EP’siyle bu yolculuğunu dans pistine taşıyor. Hayatın getirdiği yoğun duyguları kendimizi müziğe vererek anlamlandırmamız için bir el uzatıyor. Biz konuya dalarken bir yandan da Zeynep’le Ankara’daki konservatuvar macerasını, müzikle olan ilişkisini ve sevgiyi konuşuyoruz.
Müzikle olan ilişkin çocukluğuna kadar iniyor. Formatif senelerin, yetişkinliğe geçişin derken bu dönemlerin hepsinde müzik senin hayatında hep önemli bir yer kaplamış. Konservatuvar dönemini biraz anlatır mısın bize?
Aslında benim birazcık değişik ve zorlu oldu o konservatuvar dönemi çünkü erken yaşta çok disiplinli bir eğitim almam gerekti. Kolejden kaçıp “Ben müzik yapacağım, sanatla ilgileneceğim” derken yağmurdan kaçarken doluya yakalanmak gibi bir durum oldu. Ergenlik sürecinde çok sert bir disiplin aldığımız için ileriki safhalarda benim müziğe girişli çıkışlı, böyle bir ara verme ve geri dönme dönemim oldu. Dolayısıyla birazcık zor geçti ama tabii çok enteresan kapılar da açtı benim için, hem düşünce sistemime getirdiği yenilikler bakımından hem de hayata bakış konusunda. Farklı ortamda, farklı insanlarla beraber olup, farklı bir okul sisteminde biraz daha sanatın içinde büyümenin getirdiği rahatlık ama aynı zamanda da gerektirdiği bir öz disiplin vardı.
Klasik piyano eğitiminden funk, electronica ve broken beat gibi müzik türlerine geçiş nasıl oldu? Klasik müzik geçmişin ve bilginden gelen hünerlerini deck başında nasıl hayata geçiriyorsun?
Lise sonuna geldiğimde branşım olan klasik piyanoda gidecek yol solist olmak olduğu için bunu yapmayı tercih etmedim. Çok bireysel ve yalnız kalmamı gerektiren bir şeydi o yol, günde en az on saat sadece bir odada piyano çalışmak o zamanki Zeynep için çok zor geliyordu. Sonraki dönemlerde radyoda çalışırken ya da DJlik yaparken sektörün daha sosyal taraflarını gördüm, o beni daha iyi hissettirmeye başladı. Aslında o geçiş sırasında çok da bir fark olduğunu hissetmedim. Klasik müziğin de matematiği ve alt yapısı birçok şu anda yaptığım şeylere dayandığı için teorik olarak çok da uzak bir şeye geçiş yapmış olmadım. Kulağımın öyle eğitilmiş olmasının getirdiği avantajlar var tabii ki ama dezavantajları da oluyor. Müzik üretirken mesela daha basit düşünebilmek önemli çünkü şu anda daha dans dünyası için bir şeyler yapmaya çalışıyorum. O müziğin gerektirdiği basit düşünüp kolay dinlenen bir şeyler üretmeye çalışma süreci, o klasik eğitimin getirdiği karmaşa ve melodilerle birleşince beni bazen zorlayabiliyor. “Bir dakika, buraya şimdi daha temiz düşünmem lazım” gibi bir noktaya gelebiliyorum. Sektörde de aslında bayağı büyük isimler var, klasik bir eğitimden gelen ve elektronik müzikte de çok ciddi projeler yapan.
Ankara’nın club kültürü – özellikle öğrenciler için – çok iddialı diye duyuyorum, sen oradayken de öyle miydi?
Biz klasik müzik eğitimi alırken bir yandan da deli gibi elektronik müzik dinliyorduk. Mesela bir arkadaş grubum vardı, hep elektronik müzik dinlerlerdi. Çok ciddi caz dinlediğim bir dönem de oldu, yakın arkadaşlarımla farkında olmadan bu konuda birbirimizi çok beslemişiz hep. Underground mekanlar vardı ve biz hafta sonları hep kulübe gidiyorduk, dışarı çıkıyorduk farklı bölümlerden arkadaşlarımla. O dönemlerden itibaren bana biraz işlemiş yani bu müzik türü, onu sonradan fark ediyorum. Bizim orada olduğumuz dönem bayağı iyiydi. Mesela Pulse8 diye bir kulüp vardı, değişik bir yerdi ve inanılmaz isimler geliyordu oraya o zamanlar, inanamıyordum. “Şunu dinlemeye gidiyoruz, bu sanatçı geliyor” diye oraya heyecanla gittiğimi hatırlıyorum ve tabii o zamanlar bunun kıymetini çok anlamıyordum, benim için normal bir şeydi. Sonradan fark ettim ki biz aslında hep dışarı çıkmışız, eğlenmişiz. Enteresandı o yüzden.
“Durmadan beslenen ve devam eden bir yolculuk var orada, ben de ona eşlik ediyorum gibi hissediyorum ve çok düşünüp bu sürecin akışını durdurmamaya çalışıyorum.”
Hem müzisyen hem prodüktör hem de DJ’lik yapıyorsun, yani tam on parmağında on marifet diyeceğimiz bir sanatçısın. Hangi hisler seni üretmeye sürüklüyor? Nasıl bir ruh halinde olduğunda “Tamam, şimdi bunu bir parçaya dökme zamanı” diyebiliyorsun?
Bunu fark ettiğim özel bir zaman olmuyor aslında, başladığım günden itibaren o arka arkaya akıyor. Hep olan bir his o. İlk EP üzerine çalışırken o üretim sürecini anlama dönemindeydim, kendimi teknik olarak geliştiriyorum hâlâ ama o zaman çok daha yeni hissediyordum. Açıkçası uzun süre müziğe ara verdikten sonra, biraz daha çekilmeye başladığımdan sonra de hep bir şeyi bitirdikten sonra yeni bir şeye başladığım bir dönem oldu. O başladığım proje sonrasında başka bir şeye dönüşüyor, derken onun devamı geliyor. Yani aslında kendi kendine yeten bir süreç, şu an için de bu geçerli. Üzerinde çalıştığım bir-iki proje var ve bitirmem lazım, sonrasında aklıma bir fikir geliyor ve sadece şu anda yaptığım şeye odaklanıyorum, bir projeyi bitirmeden başka bir şeye başlamamaya çalışıyorum. Yoksa onun sonu yok, o sayfalar açıldıkça kapanamıyor bence. Durmadan beslenen ve devam eden bir yolculuk var orada, ben de ona eşlik ediyorum gibi hissediyorum ve çok düşünüp bu sürecin akışını durdurmamaya çalışıyorum. Parçaya giriyorum ve “Şimdi ne yapıyorum ve ne yapabilirim? Bunu nasıl geliştirebilirim? Neyim eksik? Biraz bunu çalışayım” derken zaten kendimi parçanın içinde buluyorum. Sonra da tecrübelerim ya da hikayelerimle beraber onu başkalarına sunacağım bir projeye dönüştürüyorum diyebilirim.
O daha pürüzsüz ilerleyen bir süreç mi oluyor, yoksa biri üzerine çalışırken diğeri üzerine yeni şeyler keşfettiğin, daha karmaşık bir prosedüre giriyor musun?
O süreç sonuçta hayattan bir şey, orada ürettiğin şey de senden bir parça. Benim hissettiğim zaten yaşadığımla ürettiklerimin birbiriyle konuşuyor olması. Onlar konuştukları için de ortak bir şey ortaya çıkıyor gibi geliyor. Bir durum yaşıyorsam ve bunun üzerine bir şeyler hissettiysem, o hissettiğim duygu ben projenin başına geçtiğimde devam ediyor. Dolayısıyla duygu üzerinden üretmeye ve onu düşünerek ilerliyorum. Mesela bir parçanın adını düşünürken bir bakıyorum aslında o sırada yaşadığım şeyin içindeyim ve zaten çıkan melodi onu hissettirmiş. “Evet ya Zeynep bunu paylaşabilirsin” diyorum ve tamamlanıyor gibi oluyor.
En son çıkardığın çalışman “Flashlights on Love”, her şeyin sevgi etrafında döndüğünü anlatıyor. “Aşk”ın Zeynep’in hayatındaki yeri nedir, nasıl tanımlıyorsun “aşk”ı?
“Flashlights on Love” dediğimizde, onu Türkçe’ye çevirdiğimizde “aşk” gibi çevriliyor. Ben onu “aşk” değil de daha çok “sevgi” olarak tanımlıyorum çünkü sevginin anlamı benim için daha derin, aşksa daha tutku dolu bir his gibi geliyor. Sevgi denince daha derin ve bağ kurmamızı sağlayan, içine girdiğinde kolay kolay çıkamadığın bir durum geliyor aklıma. Bir romantik ilişki olarak değil de aslında içinde bulunduğumuz dünya bakımından bunu yansıtmak istedim, o şekilde hissetmek istedim. Daha doğrusu sorgulamak istedim diyelim. Bir sonuca varabildin mi dersen varamadım çünkü bu duygunun kendisi biziz bence. Konu biraz klişe gibi algılanabiliyor ama bir gerçekliği de var, o yüzden üzerine kafa yormak hoşuma gitti. O kadar değişken bir dünyadayız ki şu anda, bu dinamiğin içerisinde aslında bazı değerleri kaybedebiliyoruz da. Bu değerlerin en basiti sevgi ve bu sevgi ilk önce kendimize duyduğumuz bir şey, yani o duygunun “biz” olduğu bir durum var. Benim bu konuda gelebileceğim nokta, sevgiyi ayrıştırarak ne olduğunu anlamaktansa aslında bunun bizim içimizden bir parça olduğunu kabullenmek oldu. Bunu korumak ve buna iyi bakmak gerektiğini düşünüyorum. Bu durumu kaybettiğimiz zamanlar oluyor ve öyle bir dünyaya doğru da gidiyoruz, bu da beni biraz korkutuyor açıkçası.
COVID dönemi içinde bulunduğumuz izolasyon döneminde içine dönüp bir şeyleri düşünmüş olan insanların vardığı sonuçlar ve konular hep “sevgi” konsepti etrafında dönmüş aslında. Farklı hikayeler ve konuların hep buraya çıkıyor olması asıl özümüzde sevgi olduğunu göstermiş bize.
Benim de hissettiğim ve paylaşmak istediğim şey buydu. Çok hızlı değişen bir dünyaya doğru gidiyoruz, bu değişimin içerisindeyiz ve zaman kavramı bence çok farklı bir hal almaya başladı. Bu akışın içerisinde kendimizi çok unuttuğumuz zamanlar oluyor, bunu hatırlamanın çeşitli yolları var ve bu duygu da o hatırlatıcı duygulardan bir tanesi. Ben de o yüzden bunu paylaşıp insanlarla o bağı kurmak istedim. Başkalarının da aynı fikirlerde ve hislerde olduklarını söylemesi de çok hoşuma gidiyor.
“Bir yandan da yaptığım iş ve müzikle zamanı unuttuğum için orası bana hep ilaç gibi geliyor, oradan bir şekilde kendimi iyi hissettiğim anları yakalıyorum. Daha çok oralara tutunmaya çalışıyorum.”
LAVA isimli parçanda, hayatın özü olan sevgiyi hissedebilmek için ne gerektiğini irdeliyorsun. Özünden ve sevgiden uzaklaştığını düşündüğün zamanlarda nasıl kendini o yola tekrardan sokuyorsun?
İnsanlarla yaşadığımız zor durumlarda, bir ilişki içerisinde bir durum olduğunda gelen darbelerden kaçış yok hayatta. Hiç beklemediğimiz anda gelen o darbeler hayatın bir parçası. Yaşadığımız sıkıntılar, sorunlar… Dolayısıyla bunları ne kadar yumuşak karşılayabiliyorsak o kadar hafif atlatabileceğimizi düşünüyorum. Orada da aslında kendimize yumuşak davranmamız gerekiyor. Yani bir şey olduğunda, istemediğimiz bir şey yaşadığımızda eğer bunu kendimizi harcayacak, yoracak bir şekilde karşılaşırsak o zaman onun sonuçlarını daha sert yaşıyoruz. Biraz farklı boyutlardan düşünmek gerekiyor. Bir sıkıntı olduğunda onun hiçbir zaman tek bir sebebi olmuyor, farklı bakış açıları barındırabiliyor. İşte bunları geliştirmeye, anlamaya çalışıyorum kendi adıma. Çok kolay kolay yapılabilecek bir şey değil çünkü hayat bu sonuçta, kontrol edebildiğimiz bir şeyden bahsetmiyoruz. Kontrol edemediğimiz şeyleri kabullenmek belki de bazen iyi geliyor. Bunu hayata geçirebilmek için ben de çalışıyorum çünkü zor bir şey olduğunun farkındayım. Bu düşünceleri EP’ye dökmek de bana bir çıkış yolu gibi oldu işte. Bir yandan da yaptığım iş ve müzikle zamanı unuttuğum için orası bana hep ilaç gibi geliyor, oradan bir şekilde kendimi iyi hissettiğim anları yakalıyorum. Daha çok oralara tutunmaya çalışıyorum. Bir de olabildiğince kendimle dürüst olmak istiyorum. Yani kişinin kendisine dürüst olması, açıkça konuşması daha sağlıklı sonuçlar veriyormuş gibi geliyor.
Sevgiyle ilgili en öğretici anın ne oldu hayatında?
Küçükken ağırlıklı olarak babaannemde kaldım okul dönüşlerinde. Her onu düşündüğümde o saf sevgiyi hissediyorum, en çoçuk halimde onunla kurduğum iletişim ve bana yaklaşımı çok gerçek bir şey hissettiriyor. Kendisi emekli ilkokul öğretmeniydi ve çocuklarla iletişim çok iyidi, ayrıca Atatürk’le tanışmış öğretmenlerden! Hayatta ve yaşı da var ama hala sevgi dolu biri ve o güzel hissi en yoğun bir şekilde onunla zaman geçirirken hissediyorum. Birlikte hep çok kaliteli ve sevgi dolu, güzel zamanlar geçirmiş olduğumuzu hatırlıyorum. Bana masallarla bir sürü şey öğretmesi ve ve sabrıyla beni yönetmesi gibi bir çok güzel özellikleri olan birisi. Dönüp baktığımda iyi yürekli ve çok asil bulduğum bu insanın hayatımda küçük yaşımdan beri olmasından dolayı şanslı olduğumu düşünüyorum. Beklemediğim yerlerde zorlandığımda çıkış yolu bulmamı sağlayan kaslarımın temelleri onun sayesinde atılmış diyebilirim.
Uluslararası bir müzik eğitimin ve kariyerin oldu. RedBull Music Academy’yle Melbourne’a gitmek ve Boston merkezli Soul Clap Records’la parçalar çıkarmak gibi. Bu küresel geçmişinle beraber kendi sesin nelere dayanarak gelişti dersin?
Melbourne aslında bayağı eski bir tecrübem, bizim gittiğimiz dönem 2006 akademisiydi. Oradaki akademi sürecinde daha çok disko ve house müzik üzerine iddialı isimlerin olduğu on iki haftalık bir workshop yaşadık. Dolayısıyla Melbourne benim için biraz daha diskoyu anladığım, içine girdiğim ve onu benimsediğim bir dönem oldu. Müziğe ara verdim bir süre ve on küsür senelik bir aradan sonra Boston merkezli Soul Clap aracılığıyla böyle bir çıkış oldu. Soul Clap’le de daha funk, house ve aslında disko esintileri ve seslerinin bir araya geldiği bir EP ve yine o şekilde devam eden çok güzel bir birleşme oldu. Şimdi de devam eden farklı şeyler var, farklı iş birlikleri var, onlar da bambaşka şehirlerden aslında o yüzden konuya çok İstanbul odaklı bakmıyorum. Burada yaşıyor ya da buraya ait gibi hissetmiyorum çok kendimi, yaptığım işin daha global oluyor olması ve oralara kadar uzanabiliyor olması beni hem motive ediyor hem de daha özgür hissettiriyor. Umarım daha uzun vadede o taraflara doğru açılmaya devam ettiğim bir dönem olur.
Buradan sonra farklı bir şehre gitmek, oranın kültürünü ve müzik sektörünü keşfetmek gibi bir planın var mı?
Önümüzdeki seneki planlarımda zaten böyle bir açılma var. Nisan sonunda daha dans ağırlıklı ve Avrupa odaklı bir projem yayınlanacak. 2023 yazında İngiltere-Ibiza merkezli bir plak şirketinden downtempo tek seferlik hazırladığım bir proje çıkarıyor olacağım. Soul Clap ile de projelerimiz devam ediyor, dolayısıyla o kısım aktif ilerliyor diyebilirim. Üretim tarafında zaten olabildiğince küresel bir şekilde ilerliyorum ve o şekilde olması için çalışıyorum. Yaşam olarak hayat koşulları tam olarak ne getirecek bilmiyorum ama tecrübe etmek istiyorum. Yani evet, kendime başka bir alan daha bulabilmek, bir süre bir yerlerde yaşamak ve bu işin en azından herkesin yaptığı, ürettiği ve normal karşılandığı bir alan olduğu bir ülkede olmak beni de motive eder diye düşünüyorum bir yandan.
View this post on Instagram
İstanbul odaklı düşünmediğini söyledin ama fiziksel olarak burada olan bir sanatçısın. Türkiye’de bu işi yapmanın zorluklarını nasıl tecrübe ediyorsun? Bulunduğun diğer şehirlerle karşılaştırdığında, seni kısıtlayan ya da önünün açan farklı faktörler ne oluyor?
Açıkçası burası çok limitli, çok fazla opsiyon yok. Gece hayatı olarak gidilen yerler belli, oralarda da elimden geldiğince olmaya çalışıyorum ama yurt dışında her zaman daha çok opsiyon var çünkü daha fazla çeşit var, bu iş orada daha normal karşılanıyor. Şu anda Türkiye içinde de dediğim gibi olabildiğince olmaya çalışıyorum. Marka etkinlikleri de bu işin bir yanı ama asıl konu olan kulüp kültürünün durumunu herkes biliyor. Ülkenin hali de zaten desteklemiyor maalesef, ki bu sektör bence tamamen destekle alakalı. Çalışma saatlerinden tut, ekonomik kriz dolayısıyla insanların dışarı çıktığında içkiye verdikleri para vesaire derken bu işin kolu giderek daralmaya başladı, eğlenen insan kalitesi de düştü. Müzikten anlayan, iyi müzik dinleyen ve bundan keyif alan insanların ekonomik olarak çok rahat yaşadıklarını düşünmüyorum bu ülkede, bu yüzden erişim daraldı. Yani bunun nasıl bir hale dönüşeceğini zaman gösterecek, öngörmek çok zor ama o yüzden de çok umutla bakamıyorum açıkçası. Gerçi hiç belli olmaz, bir yandan da alternatif bir şey çıkıp bu hikayeyi değiştirebilir.
Bu sene sonu müzik platformlarının çıkardığı listelerde benim hep ilgimi çeken şey, benim dinlediğim sanatçıların zevkleriyle benim zevkimin ne kadar farklı olduğunu görmek aslında. Müziğin ne kadar kişisel olduğunu gösteriyor hep. Sen son zamanlarda en çok kimi dinliyormuşsun?
Ben o kadar fazla şey dinliyorum ki işimden dolayı. Her cuma zaten yeni çıkan parçalar oluyor ve işim gereği o şarkıları oturup dinlemem gerekiyor, oradan çalabileceğim trendleri planlıyorum, plak şirketlerini takip ediyorum. Onun için dinlediğim parçaların işimle alakalı olan bir kısmı var. Ama kişisel hayatımda kafa dağıtmak için dinlediğim ya da sevdiğim müzik dersek mesela Fleetwood Mac dinlemeyi seviyorum, hatta vokalisti Christie McVie vefat etmiş geçen gün. Çok da enteresan bir şey oldu, biz Amsterdam’da bir röportaj yapmıştık ve orada bana çok komik bir soru sormuşlardı “Cenazende ne çalmasını istersin?” diye. Ben de Fleetwood Mac “Dreams” demiştim. Sonra bir baktım solisti vefat etmiş, çok enteresan bir şekilde denk geldi. Valla açık konuşmak gerekirse bu soruyu cevaplamak her zaman bana biraz zor geliyor çünkü çok farklı, değişik şeyler dinliyorum. Mesela klasik müzik dinlemeyi seviyorum çünkü hem kulağımı temizliyor hem de zaman zaman beni motive ediyor. Geçen gün uyandım böyle bir anda Lenny Kravitz açtım, on iki kere arka arkaya falan dinledim. Sonra Daft Punk dinliyordum geçenlerde, “Something About Us” diye bir şarkısı var onu dinledim tüm gün. Oradan onun radyosunu açtım bir anda böyle enteresan yerlere gitti.

CEREN VE MEHMET İLE SON ZAMANLARDA ÇOK KONUŞULAN SİDİKLİ KASABASI'NDAYIZ
Röportaj: Gümrah Şengün
Fotoğraf: Can Görkem
Günümüz sürdürülebilirlik tartışmasını hayali bir sistem kurgusu aracılığıyla sahneye taşıyan Tony ödüllü Broadway müzikali “Sidikli Kasabası” 11 yıl sonra tekrar sahnede ve sezon başından beri Zorlu PSM’de kapalı gişe oynuyor. Kayhan Berkin’in yönetmenliği ve modern uyarlaması, çarpıcı iklim krizi kurgusu, oyuncuların sahneden taşan enerjisi, samimi mizahı ve orkestranın usta müzikleri Sidikli Kasabası’nı eşsiz bir tiyatro tecrübesine dönüştürüyor. Sidikli Kasabası’nın optimist Hope Cladwell’i tiyatrocu ve müzisyen Ceren Gündoğdu ve aykırı karakter Bobby Strong’u oyuncu Mehmet Aykaç, etkileyici bir uyumla oyunun başrollerini paylaşıyor. İkili ile sohbet etmek üzere Bomonti’de lansman öncesi deneyim gecesini tasarladığımız mekanda buluşuyoruz. Ceren ve Mehmet’in gerçek hayattaki dostlukları, oyunculuk felsefeleri ve benzer hayat vizyonları aralarındaki bütün kimyayı açıklıyor. Oyunun hazırlık sürecinden bugüne Sidikli Kasabası maceralarını dinliyoruz.
Sidikli Kasabası Müzikali’nin yeniden sahneye dönüşü yazın başından beri bizim de gündemimizde. Provalarla dolu bir yaz, yoğun bir hazırlık süreci sonrası ortaya çıkardığınız ilk oyunu izlemek gerçekten çok keyifliydi. Müzikal, ülkemizde çok rağbet görmeyen ve pek de hakkıyla yapılmayan bir tür. Sidikli Kasabası odağına aldığı sürdürülebilirlik konusuyla da çok güçlü bir hikaye. Bu rolü kabul ederkenki düşünce ve duygularınızla başlayalım mı?
Mehmet: Oyunu ben daha önce izlememiştim, öyle bir şanssızlığım vardı ama oynandığı ile ilgili bilgiye sahiptim. Biraz araştırdım ve Bobby’nin dünyadaki en iyi yüz karakterden biri olduğunu gördüm. Bu ister istemez insanda aşırı heyecan oluşturuyor, bende oluşturdu. Ben klasik opera kazanmıştım ve okulu tamamlayamamıştım. Müzikal hep bir yerde beklediğim, böyle demlenmesini istediğim bir şeydi ve bu teklif geldiğinde ben koşulsuz, şartsız tamam dedim. Bu bir Broadway müzikali, 2000’li yıllarda orada oynamış ve daha sonra 2011’de Türkiye’ye gelmiş. Doruk’la konuşuyordum, metni okuyordum ve her şey harikaydı, o yüzden hayır demek imkansız oldu.
Ceren: Sidikli Kasabası kişisel hayatımda çok önemli bir yere sahip. Ben üniversite hayatım boyunca okul bitsin de yazdığım şarkıları yayınlamaya başlayayım hayaliyle okudum hep. Mezun olur olmaz, bir sene öncesinde Şehir Tiyatroları’nın Genç Günler Festivali’ne sınıf arkadaşlarımla beraber hazırladığımız Sidikli Kasabası’nın Devlet Tiyatroları’nda sahneleneceği haberini aldık. Benim aslında profesyonel hayatımda ilk sahne tecrübem Sidikli Kasabası’nda oynamak oldu. Belki kendi kişisel projelerimi ertelememe sebep oldu ama aslında ömür boyu yeri doldurulamayacak bir tecrübeye sebebiyet verdi. Hayatımda dönüm noktası olan ilk sahne tecrübemin on bir sene sonra karşıma çıkması; o süreçteki gelişimim, değişimim ve yeniden o karakteri bambaşka bir perspektifle ele almak… Benim için duygusal açıdan çok heyecan verici bir şey. Genelde müzikaller çok suya sabuna dokunmayan konular üzerinden dolaşır. Sidikli Kasabası’nın hem politik göndermeleri olması, iklim krizine selam çakarken işçilik, sosyolojik, bir takım irdelediği mevzular olması, yani hakikaten çok sert bir kapitalizm ve sistem eleştirisi içeren bir oyun olması da bizim için ayrıca özel.
11 yıl önceki metin ile bugünkü modern versiyonu arasında nasıl bir fark var?
Ceren: Tabii yönetmenin sahneye nasıl koymak istediği çok etkili oluyor bu sorunun cevabında. Sidikli Kasabası’nın ilk sahnelenmesinde yer alan Utku Güneş harika bir yönetmendi, onunla çalışmış olmaktan çok mutluyum. İlk tecrübemizi daha karikatürize bir yerden ele almıştı, karakterler daha gerçek dışıydı. Yönetmen Kayhan Berkin ile olan bu çalışmamız biraz daha gerçeğe yakın. Günlük hayatta karşımıza çıkan, kendi içimizdeki duygulara temas eden karakterlerden esinlendik diyebilirim. Hope’un gerçekten sahte olmayan, sevgiye ve her şeyin iyi olacağına dair sağlam bir inancı var. İçinden umuda hakikaten inanıyor. Uzun yıllardır hem sosyal medyada hem de kendi aramızda geyiğini yaptığımız bir şeydir ya sevginin gücüne, sevgiye inanmak. Bence aslında gerçekten güzel bir şey, Hope o konuda haklı. Sadece buna güzel bir eleştiri getiremediği için yani doğru bir muhalefet yapamadığı için o zaman dalga geçtiğim bu karakterin, şimdi otuz dört yaşında bir kadın olarak düşündüğümde aslında inandığı şeylere inanmakta pek çok haklı gerekçesi olduğunu görüyorum. Biz onunla dalga geçiyor olsak da Hope’u hafife almadan oynuyor olmak benim için işin püf noktası. Oyunun yeni uyarlamasında böyle hissediyorum.
Mehmet, ilk defa bir tiyatro oyununda yer alıyorsun. İlk tecrübende böyle kilit bir rolde hem de bir Broadway müzikalinde yer almak nasıl bir his? Diziden tiyatroya geçmenin duygu olarak sende yarattığı bir fark var mı?
Mehmet: Biz Kayhan Hoca’yla ilk buluştuğumuzda benim kafamdaki tek şey benim kamera önü tecrübem ve orada başka bir minimal dengem olmasıydı. “Bu tiyatroda nasıl olur?” diye düşünüyordum. Gerçekten korkuyordum ama ilk deneyimim olmasına rağmen çok güzel reaksiyonlar aldım. O düzenlediğimiz yeni uyarlamanın gerçekçiliği bana aslında çok daha yakındı ve inandığım bir oyunculuk getirdi. O yüzden ben bunu tiyatro, sinema, hatta bağımsız televizyon diye ayırmanın çok doğru olduğunu düşünmüyorum. Bir hikaye vardır ve ben o hikayeyi ne kadar gerçek anlattığım, karşıya ne kadar iyi geçirdiğimle ilgilenirim. Kayhan da yönetmen olarak bunu kesinlikle hayatının merkezinde tutan biri ve ben onunla çalışmaktan aşırı mutlu olacağımı zaten anlamıştım.
Projenin doğru olduğunu hissettiğin o anı hatırlıyor musun?
Mehmet: Genel akışı aldığımız zamanlarda anladım, oyunun çıkışına on beş gün kala gibi. Stresli bir durum ama tatlı bir stresten bahsediyorum. Televizyonda şöyle bir şey var, biz çok alışığız “hadi bir daha”ya. İyi olmaz, unutursun, dilin sürçer bir şey olur ama devam edersin. Tiyatroda böyle bir şey yok ve hem dans edip aynı zamanda şarkı söyleyip oyunculuk yapmak… Dans benim için hiç hayatımda olan bir şey değildi mesela. Şu an üçünün bir arada olması çok güzel bir tecrübe.
Provalara başladığınızdan bu yana oyunun sahnelenmesine kadar uzun bir sürecin içindeydiniz. Tüm bu zaman boyunca duygu durumunuz nasıl değişti?
Ceren: Bu süreci bir tek yaşayan bilir diye tarif edebilirim. Her yaratım süreci gibi çok yoğun duygular hissettiğim bir süreç oluyor. Zaman zaman stresli, zaman zaman kaygılı, çoğu zaman yaratımın bir parçası olduğun için böyle tutkulu, mutlu olduğun ve o duygu geçişlerinin çok sık olduğu bir dönem. O yorgunluğa rağmen de ortaya çıkacak şeyin ne kadar güzel olduğuna inandığın için motivasyonunu kaybetmiyorsun. Tabii ki güçlük yaşadığın anlar da oluyor, işte o noktada ekip arkadaşları çok önemli. Hiç beklemediğim bir anda ekip arkadaşlarımdan, partnerimden, yönetmenimden, çalıştığım kişiden, asistandan gelen güzel enerji düşmüş olan motivasyonumu yukarıya kaldırabiliyor. O yüzden hayata çok paralel buluyorum ve özellikle tiyatroda ekipçe o süreci yaşıyor olmak, sadece kendine odaklanmadan ekiptekilerin de nasıl hissettiğiyle empati kurarak ilerlemek düşsen bile kalkmanı kolaylaştırıyor.
Mehmet: Tiyatro ile ilgili şöyle bir klişe var, “tiyatro başka bir disiplin gerektiriyor.” Bu cümleyi çok onaylamıyorum, o süreçte de bu cümleye yakın bir şey duydum ama bence her işte aynı disiplini ve özeni göstermek gerekiyor. Tiyatroda prova süreci sadece çok daha katı ve hep bir metin üzerinden tekrar etme meselesi var. Alışık olmadığım bir yerdi benim için ama daha çok sevdiğim, daha çok sahiplendiğim bir şey oldu. Ben hem dijitale, hem televizyona, hem de tiyatroya aynı anda koştum bu sürecin içerisinde. Hayatımda ilk defa dört ay hiç ara vermeden çalışarak geçirdim. Çok samimi bir şekilde şunu söyleyebilirim, benim çok düştüğüm an oldu, olduğunda da gerçekten herkes beni topladı. “İşin altından kalkabilir miyim?” kaygısı vardı, ben o konularda yersiz özgüveni yanlış buluyorum. Çok önemli bir metin, çok zor eserler var içerisinde ve orada kolektif olmak çok kıymetli. Ama o zorluk sanki bir anda her şeyi unutturdu ve o üç ay nasıl geçti bilmiyorum. “Oyun geldi ne yapacağız şimdi? Nasıl olacak?” lar başladı ama bence çok güzeldi. Her şey ona değiyor işte, o heyecan başka bir şey.
Sizin için belki de başka bir zorluk, aşık bir çifti canlandırıyor olmanızdı. Aranızdaki sinerjiyi yakalamak için yaptığınız özel bir çalışma oldu mu?
Mehmet: Bizim bir ortak arkadaşımız vardı ve ben Ceren’i onların beraber yaptığı bir iş ile tanıdım aslında. Ceren’in sesi inanılmazdı ve ne yapıyor, neler söylüyor diye bakarken onların düeti çıktığında biz ekleştik Instagram’dan. Ara ara, küçük küçük sohbetlerimiz oluyordu, beraber bir iş yapmalıyız diye konuşuyorduk. Sonra bu iş dönüp dolaştı, partnerliğe kadar geldi. Bir gün Miray aradı beni dedi ki “Ceren var, o Hope’u oynayacak ve Bobby diye bir karakter var. Bunların bir dengesi var ve bir “Sidikli” dünyası var.” Bu olduktan sonra biz hep beraber gidip geldik, evlerimiz de yakındı. Yemeklerimizi, kahvaltılarımızı beraber yaptık, bütün aralarımızı birlikte geçirdik. 10-11 saatin üzerinde prova aldığımız günler oluyordu ve çoğu zaman fazladan vaktimiz olmuyorsa öncesinde ve sonrasında birimizin evinde buluşup yine çalışıyorduk.
CEREN: İkimizde de o konuda inanılmaz bir disiplin vardı. Sahne arkasında da, hayatta da hiçbir şeyin zorlama bir şekilde olabileceğine inanmıyorum. Bazen o elektrik tutar ya da tutmaz. Biz tanıştığımız andan itibaren birbirimizi çok sevdik iki arkadaş olarak ve o birbirimizi seviyor olmanın enerjisi, güzelliği bir şekilde sahnede oynadığımız karakterlere de sirayet etti. Hissedilen şey de o, her oyundan sonra hakikaten o uyumla ilgili hep yorum alıyoruz.
Madem öyle özel bir sorum var. Oyundaki karakterleriniz gibi siz de hayatınızda hiç olmayacak birine aşık oldunuz mu?
Mehmet: Onu sonra anlamışsındır, hayat öyledir bence. Önce aşık olursun, sonra “Ben olmayacak birine aşık olmuşum” dersin. Ben dedim yani mesela böyle birine.
Ceren: Bugün sabah bir yerde okudum, çok hoşuma gitti: Dünyada en yaygın olan ama ona rağmen en kendine özgü olan duygu aşk. O duygular şarkı yazımını, yorumculuğunu, belki oynadığım karakterin hikaye anlatırkenki duygularını çok besleyen şeyler. Yaşarken, kalbin kırılırken öyle bakmıyorsun tabii ki ama bizim gibi insanların bence her türlü duyguyu yaşamış olması, temas etmiş olması onları çok daha farklı ele almasını sağlıyor.
“Şimdi öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, bu kadar beğenilmenin ve onaylanmanın artık arşa çıktığı, her şeyin bunu tetiklediği bir dönemde sevgi bence artık hayatımızda daha çok “sevgi almak” olarak var. Hep alma tarafındayız ama tiyatrodan bahsederken dediğim gibi, o alışveriş çok önemli. Keza sevgiyi sadece almaya değil vermeye de odaklandığımız noktada, belki o zaman hakikaten ‘sevgi kazanacak’ sözünün altını doldurabiliriz diye düşünüyorum.”
Ceren Gündoğdu
Mehmet, senin şarkı yazarlığı yaptığını bilmiyordum.
Mehmet: Şimdi otuz bir yaşındayım, yıllardır yazıyorum ama hep bir şeyi bekledim. O beklediğim şeyin ne olduğunu bilmiyorum, onu da arıyorum hâlâ. Müzik hayatıma bu müzikalle başlamanın çok kıymeti var. Ben bir on yıl beklemeyi tercih ettim ve demlendi orası, dünyam değişti. Hayata bakış açım da değişti, sözlerim de değişti. Belki o yazdığım şarkılar duracak bir köşede ve yeni bir şarkı yazılacak ama dediğim gibi bu bir kıvılcım oldu ve kıvılcımın bu olmasından aşırı mutluyum.
Peki Ceren, Hope Cladwell karakteri hakkındaki düşüncelerin neler? Hope gibi sen de “sevgi”nin her şeyi çözebileceğine inanıyor musun? Aslında daha ilk soru ile beraber sevgiye inancını dile getirmiştin ama tekrar sormak istiyorum.
Ceren: Evet, inanıyorum. Kesinlikle sevginin kazanacağına inanıyorum günün sonunda. Zaten başka ne kazanabilir ki hayatta, başka ne çözüm olabilir ki? Yerine muadil başka bir kelime, başka bir duygu durumu, daha güçlü bir şey koyamıyorum. Ona gerçekten inanıyor olmak, yani suni bir yerden bakmak değil de onu içselleştirmek, onu hakikaten hissedebilmek… Şimdi öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, bu kadar beğenilmenin ve onaylanmanın artık arşa çıktığı, her şeyin bunu tetiklediği bir dönemde sevgi bence artık hayatımızda daha çok “sevgi almak” olarak var. Hep alma tarafındayız ama tiyatrodan bahsederken dediğim gibi, o alışveriş çok önemli. Keza sevgiyi sadece almaya değil vermeye de odaklandığımız noktada, belki o zaman hakikaten “sevgi kazanacak” sözünün altını doldurabiliriz diye düşünüyorum.
View this post on Instagram
Mehmet, karakterden çıkıp Bobby’e uzaktan baktığında, ona karşı ne hissediyorsun? Kendine yakın bulduğun bir karakter mi?
Mehmet: Ben insanın içerisinde bir defa her şeyin olduğuna inanıyorum. Yani bu sadece hayatın veya çevrendeki insanların neyi tetiklediği ya da senin neyi açığa çıkartmak istediğin ile alakalı. Kontrollü bir insan olabilirsin, kontrolsüz olabilirsin. Bunların hepsinin insana özgü olduğunu düşünüyorum, öteki şekilde düşünmenin de kendini kandırmak olduğuna inanıyorum. O yüzden Bobby çok kıymetli, dünyasıyla dokusuyla. Ben kendi hayatımda da biraz öyleyimdir, elimi taşın altına koyarım. Güçlü yürürüm, ayaklarımın daha yere sağlam bastığı anlardan hoşlanırım. Belki de o beni Bobby’e kadar getirdi, çünkü bu bir ruh meselesi. İnanmadığım bir şeyin içerisinde kolay kolay olmam, inanmadığım bir şeyi de oyuncu olarak oynayamam, gerçekten çok zordur. Oyuncu her şeyi oynar evet ama inandığında daha başka olur. O yüzden Bobby hem çok yakın hem çok uzak. Hepsini içinde barındırıyor bence.
“Ben insanın içerisinde bir defa her şeyin olduğuna inanıyorum. Yani bu sadece hayatın veya çevrendeki insanların neyi tetiklediği ya da senin neyi açığa çıkartmak istediğin ile alakalı. Kontrollü bir insan olabilirsin, kontrolsüz olabilirsin. Bunların hepsinin insana özgü olduğunu düşünüyorum, öteki şekilde düşünmenin de kendini kandırmak olduğuna inanıyorum. O yüzden Bobby çok kıymetli, dünyasıyla dokusuyla.”
Mehmet Aykaç
Bobby’nin sana bir şeyler kattığını düşünüyor musun hiç?
Mehmet: Bobby’nin karakterinde olan o dinamik bence insanın hayatında hep olmalı. Yani o kararlılık, pes etmeme, yürüme hali. “Hadi bakalım silkelen, kendine gel” ya da “Bıraktığın şeyleri, ertelediğin şeyleri hayata geçir” diyen bir denge oluşturdu içimde Bobby. Bir arkadaşımın beni tutup “Hadi Mehmet şu arkada bıraktığın, sevdiğin şeyleri yap” ya da “Abi olmasa da olur” dediği anlar vardır bazen. Bobby’nin böyle bir etkisi var bende. O yüzden Bobby ile Mehmet kesinlikle iç içe ama yine de profesyonel hayatta ondan çok da etkilenmiyor olmak gerekiyor. Ben hep söylüyorum bunu; çok güzel bir kostüm giy, onu sahiplen ama gerektiği zaman da çıkarıp yeniden yerine asmayı bilmelisin. Bilmelisin çünkü her zaman bu karakteri oynamıyorsun.
Oyunun kendisi gibi ortaya konuşunda da kontrastlar olduğunu söylemek mümkün; çok genç bir yapımcı ekibi, Settar Tanrıöğen ve Füsun Demirel gibi duayen oyuncular, Kayhan Berkin gibi usta bir yönetmen ve Murat Kodallı yönetiminde orkestra. Bütün bunların yanı sıra iletişiminden ortaya konuşuna yenilikçi bir bakış açısı. Bunun oyunun başarısına olan etkisini nasıl yorumlarsınız?
Ceren: Ekipteki herkesi bir yapboz parçası gibi düşünecek olursak, gerçekten herkes başka bir fonksiyonu yerine getiriyor ve bir parça olmazsa o yapboz tamamlanmaz. Hakikaten herkes görevini en iyi şekilde yerine getirdiği, oyunun iyi çıkması için uğraştığı, o motivasyonla emek harcadığı için iyi bir şey çıkabiliyor. Aksi takdirde zaten iyi bir iş çıkmıyor bence. Çok şanslıyız böyle güzel insanlarla birlikte sahneyi paylaştığımız için, dediğin gibi yönetmenimiz, koreografımız, direktörümüz, yapımcılar… Aslında işin başarısı doğru pozisyonlara doğru kişileri koyma kararının alınmasıyla ortaya çıkıyor. Bir keki yaparken içine koyduğun yağ, şeker, un, yani hammadde iyiyse son ürün de iyi çıkıyor. Ya hakikaten çok güzel bir ekip olduk, nicelerine diyelim.
Mehmet: Kayhan Hoca bütün ekibin bir arada olduğu zamanlarda hep en küçüğü ve en yeni kişiyi sorar. Mesela ekipte en küçüğümüz olan asistan bir arkadaşımız vardı ve son kararların çoğunu ona sorduğumuz anlar oluyordu. Ya da en büyüğe soruluyordu. Öyle bir denge kurduk ki herkesin onayından geçmeden metin bile revize olmadı ve böyle ilerlediğimiz için bence çok samimi bir sonuç çıktı ortaya. Ekipte herkes gerçekten işinde çok iyi zaten, birçok başarılı insan var ama bunların hepsinin enerjisini aynı yerde toplamayı yönetmenin başarısı olarak düşünüyorum. Hiçbir şey yapmadan da çok başarılı bir yönetmen olabilirsin. Bazen sadece kendini iyi düşünen, iyi birey olan, kendisini geliştirmiş insanlara teslim etmek çok kıymetlidir ve birçok insanın başaramadığı şey de bu. Ben o konuda Kayhan’a aşırı saygı duyuyorum ve çok seviyorum.
Müzikalin günümüz küresel kuraklık haberleri ve sürdürülebilirlik pazarlama taktikleri arasında yerini nerede görüyorsunuz? İzleyicilerin bu konular üzerine nasıl bir düşünceyle ayrılmasını istersiniz oyundan?
Mehmet: Ben artık insanların bu konuda aşırı bilinçli olduğunu düşünüyorum. Sadece bazen birinin gelip sana bir kez daha dokunup onu hatırlatması gerekiyor. O tetikleyici unsur eğer bizim oyunsa ben çok mutlu olurum bunun bir parçası olmaktan. Gündemimiz ile ilgili hiçbir şeyin kimsenin gözünden kaçtığını düşünmüyorum ama biz bir kez daha “hadi buna dikkat edelim” diyoruz. Mesela Bobby’nin dengesi de o: “Hadi bir olalım. Hadi birlikte olalım. Yapabiliriz, yapalım.” Oyun bu farkındalık konusunda bir kıvılcım görevi görüyor.
Ceren: Bilmek ve o bilgiyi aksiyona geçirmek arasında çok önemli bir fark var. Yani günümüz dünyasında bilgiye erişim sınırsız derecede kolay. Hele geçirdiğimiz pandemi sürecinin ardından küresel ısınmayla, iklim kriziyle, sürdürülebilirlikle ilgili o kadar fazla bilgi dönüyor ki. Biz on bir sene önce başladığımızda, oyuna ütopik bir senaryo gibi bakılıyordu. Ama şu an ülkenin gündemini, dünyanın küresel duygu durumunu düşündüğünde farkına varıyorsun ki bu senaryo artık o kadar da ütopik değil. Artık lugatımızda “Bir nefes aldığımız için para ödemiyoruz” gibi laflar var, dolayısıyla on bir sene önce daha komik ve uzak gelen şey maalesef ki şu anda daha gerçekçi. Bu eleştirinin umarım sadece izleyenlerin değil, bizim de hayatımızda aksiyonlarımızla ufacık da olsa bir değişime gitmemizde itici bir güç olur.
View this post on Instagram
Türkiye’de son yıllarda tiyatroya artan ilgiyi, seyirciyi, konan oyunları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Mehmet: Ben tabii ki önceden de takip ediyordum, fırsat buldukça tiyatro oyunları izliyordum. Çok müzikal olmadığından da dert yanıyordum hatta. Ben gerçekten de bu kadar fazla izlendiğini ve ülkenin bu kadar müzikal talep ediyor olduğundan haberdar değilmişim. Öncelikle bizim salonumuzun hep dolu olması aşırı kıymetli, çok mutlu ediyor ve gururlandırıyor beni. Ama aynı zamanda Zorlu PSM’den girişimizde ve çıkışımızda o insan sayısını görmek veya gittiğim bütün oyunlarda hep dolu salon görmek beni aşırı mutlu etti. Yani demek ki hâlâ çok salona, çok oyuna, çok müzikale ihtiyacımız var, demek ki biz bunu talep ediyoruz.
İlk oyunun sonunda Kayhan’ın teşekkür konuşması çok güzeldi. “Türkiye’de başka salonlar, başka tiyatrolar da var. Hepsini ziyaret edin.” demişti.
Mehmet: Aynen kesinlikle doğru. Şöyle bir şey söylemişti, konforlu salonlarda oyun izlemek çok güzel ama her yerdeyiz. Mesela biz izliyoruz Ceren’le. Geçenlerde Kayhan’ın bir oyununu başka bir salonda izledik, o da inanılmazdı. Gerçekten ne almak istediğinle, nerede, nasıl hissettiğin ile alakalı, salonun veya koltuğun hiçbir önemi yok. Hep söyleriz ya nerede olduğunun önemi yok, çok sevdiğin dostlarınla birlikteysen orası çok güzeldir. Sanat bunu bir üst seviyeye daha taşıyan bir şey.
Ceren: İnsanların zihninden geçenleri, kalbinden geçenleri aktarabilmesi için daha gerçek bir aracı yok bence tiyatrodan, müzikten, resimden. Her zaman da o gerçek performansa olan ilgi var olacak, çünkü orada bir şey paylaşılıyor. Ben de bir dinleyici olarak, izleyici olarak gerçekten bir oyunu, bir müzikali, bir konseri izlediğim, dinlediğim zaman bambaşka bir şey deneyimlemiş oluyorum. Daha büyük prodüksiyonların, daha çok rol ve müzikalin sahnelenmeye başlanması çok umut verici. Yani Türkiye’de belki çok fazla Broadway müzikali yok, bir şeyleri taşlamak, eleştirmek de çok kolay. Ama biz yapmaya devam ettikçe, belki o zaman Londra’daki gibi aynı anda kırk tane müzikal birden oynamaya başlayacak, o zaman öyle bir kültür gelişecek. O yüzden elini taşın altına koyan bütün yönetmen, yapımcı, oyuncu, herkes çok kıymetli. Küçük sahnelerde sahnelenen oyunları da izlemek, takip etmek çok önemli. Bunun bilincinde olup bütün üreten insanların ismini takdir etmek lazım diye düşünüyorum.
Sidikli Kasabası Müzikali tüm sezon boyunca Zorlu PSM’de oynanmaya devam edecek.

KÜRESEL YARATICI SEKTÖRÜN ÖZÜNE İNİŞ: SERA AKYAZICI VE "TOURIST"
Röportaj: Ceren Kahveci
“Bir şehri özel yapan nedir?” sorusunun cevabını o topraklardan beslenerek çıkan yaratıcı bireylerin özünde buluyor Sera Akyazıcı. Hayatını İstanbul, Amsterdam, Tokyo ve Berlin’de geçirdikten sonra şu an Soho House Berlin’de etkinlik yöneticiliği yapan Sera, biriktirdiği geniş sanatçı çevresine bir küratör perspektifiyle yaklaşarak sektörde “geleceğin dünya”sını kurmayı amaçlıyor. Senelerdir süregelen ince detay çalışmalarının sonucu bizlere sunduğu kapsamlı platform TOURIST, dünyanın dört bir yanından seçilen insanları aynı çatı altında üretmek ve dayanışma yaratmak üzere bir araya getiriyor. Platformun açılışına haftalar kala Sera ile yaratıcı sektörün ihtiyaçlarını ve TOURIST’in püf noktalarını enine boyuna konuşuyoruz.
Öncelikle çok tebrik ediyorum seni Sera, platformun açılışını heyecanla bekliyorum.
Ben de çok heyecanlıyım. İki senedir bunun üzerine çalışıyorum. Çocuksu bir heyecan var içimde.
Eminim ki çok meşgul bir dönemdir, iki sene hazırlıktan sonra son demler. TOURIST’in kuruluşu, bu süreç hakkındaki hislerin nedir? TOURIST fikri ilk nasıl ortaya çıktı?
Uzun hikayeden mi girsem kısa mı bilemedim. TOURIST’in başlangıcı şu an vardığı yer değildi. Ben ilk başta sadece “tourist shop” konseptiyle online-shop planlıyordum. Aslında dedemden gelmişti bu hikaye. Benim dedem işçi olarak Çankırı’dan Almanya’ya gidenlerden, ilk jenerasyon misafir işçi yani. O vefat ettikten sonra bodrumda tuttuğu objeleri toplamaya gittim. 80’lerde Mekke’den aldığı bir eşyasını buldum, üzerinde “tourist shop” yazıyordu. Berlin’de yeni evime taşındığımda ve bu güzel objeyi tekrar bulduğumda, tourist shop konsepti üzerine düşünmeye başladım. 80’lere kıyasla günümüzdeki turist dükkanlarının anlam veya anlamsızlığını düşünmeye başladım. Berlin’i Berlin yapan şey ne mesela? Amsterdam’ı Amsterdam, İstanbul’u İstanbul… Daha sonra aklıma her şehirdeki sanatçıyla birlikte çıkardığım ürünleri koyup, o şehrin sanatçılarını dünyaya tanıtacak “limited edition” bir online-shop açma fikri geldi. Birkaç farklı şehirde yaşadığım için ve karakterimin de getirdiği sosyal kelebeklikten gelen geniş uzantılı bir çevrem var. Çevremdeki güzel kalpli insanlarla birlikte tasarım objeler üretme fikrine vardım. Bu fikrin içinde herkesi şehirlere ayırıp o şehirdeki sanatçıları ön plana çıkaran bir konsept yatıyordu. Bu üç sene önceki tohumdu ve TOURIST’in shop kısmını Şubat, Mart ayı gibi açmayı planlıyorum. Bunları düşünürken bir yandan da şu anki TOURIST fikri evrildi. Ben etkinlik yöneticisi, proje yöneticisi olarak uzun süredir çalışıyorum ve bu işleri yaparken ihtiyacım olan yaratıcı insanları bulmakta zorlanıyorum. Sektörde çevrem geniş ama buna rağmen zorlanıyorum. Böyle bir veritabanını tutacak, bu insanları bir araya getirecek bir platform neden yok diye düşünmeye başladım.
TOURIST gitgide büyüyen, ilk başta tahmin etmediğim yönlere doğru giden ve ileride çok daha fazla kolu olacak, bizim gibi yaratıcı endüstride çalışan insanları bir araya getirecek bir platform. Diyelim ki bir etkinlik yapıyorsun, son dakika fotoğrafçı ihtiyacın var ve bu fotoğrafçıyı Tokyo’da arıyorsun. TOURIST platformuna girdiğinde dünya haritasında o şehri seçiyorsun ve TOURIST’e dahil olan insanlar çat diye önüne çıkıyor. Böylece tüm yaratıcıların bir veritabanı oluyor. Ben bu sistemi kuruyorum ve bunu kurmanın yolu; 30 şehirden “pilot” olarak seçilen, çevresi güçlü ve sektörde bilinen insanlar ve onların getireceği arkadaş çevresiyle organik bir şekilde büyümek, bir topluluk oluşturmak. Bu platforma herkes dahil olamıyor, çünkü olursa Facebook gibi kalabalık bir formata dönüşüyor ve TOURIST kurgusu anlamını yitirebiliyor.
Bu pilotlar nasıl seçiliyor, temsilci olmanın kriterleri nelerdir? Üyelik nasıl işliyor yani TOURIST’te?
Seçtiğim pilotlarin hepsi kendi kreatif sektörlerinde başarılı ve çevreleri geniş kişiler ama TOURIST’e üye olacak insanlarda bu benim için kesinlikle bir kriter değil. Bir başvuru formu var, ona göre üyeler seçiliyor. Instagram’da kaç takipçin varmış, seni kim tanıyormuş… Kesinlikle önemli değil. Ben sokakta çok iyi bir müzisyen gördüğümde, eğer yaptığı iş çok iyiyse ona gidip “Seni de TOURIST’e almak istiyoruz” demek istiyorum. Seneye bir uygulama da kuracağım. Bu uygulamada bir şehirdeki üye sayısı yüz kişiyi geçtiğinde ve yüz birinci kişi bir TOURIST olmak isteyerek başvurduğunda o şehirdeki TOURIST üyelerine bir bildirim gidiyor: “Bu kişi başvurdu, kabul ediyor musun?” diye. O şehirdeki insanlar karar veriyor bu başvuruya, artık ben karar vermeyi bırakıyorum o noktada. Ama o etaba kadar ben ve takımım başvurulara bakıp karar veriyoruz. TOURIST hem geniş sosyal çevresi olan insanlar hem de daha lokal yaratıcıları bir araya getiren bir oluşum. Çünkü ben o egodan sıkıldım artık, önemli olan insanın kendi ve yaptığı işinin özü. Bunun için platform büyümeye başladığında o şehirde güvendiğim insanların, yani o şehrin TOURIST’lerinin karar vermesini istiyorum kimin ekleneceğine. TOURIST’te bir üyelik ücreti yok. TOURIST kendi prodüksiyonlari ve online shop platformu ile maddi olarak beslenecek, çünkü bu gerçekten bizler için oluşacak ücretsiz ve özgür bir veritabanı. Ama ücretsiz diye bu platforma herkesin erişimi olamayacak mesela. Sen üye değilsen TOURIST’in internet sitesine girebiliyorsun ama o şehirde sadece kaç insan olduğunu görebiliyorsun, insanların isimlerini göremiyorsun. Böyle bir formül getirdim. Örnek olarak biri Akra’da kim varmış diye bakmak istiyorsa önce başvuru formunu doldurup üyeliğe kabul edilmesi lazım. Bu süreç de iki ile dört hafta arasında bir zaman dilimi kadar sürebiliyor.
Başvuru formunu nasıl değerlendiriyorsun takımınla, yeni üyeleri nelere dikkat ederek komüniteye dahil ediyorsunuz?
İlk başta tanıdıklarımızın kendi tanıdıklarını platformla tanıştırması şeklinde, organik bir yolla büyüyecek tabii ki. Başvuru formunda dört tane soru soruyorum, bu sorular hem böyle psikolojik hem de eğlenceli sorular. Bir tanesi mesela “Gelecek kuşaklara hangi değerlerini aktarmak isterdin?” Bir diğeri “Hayali bir gezegen olsaydın ne olurdun? Neden?” Tabii ki bu sorulardan almak istediğim kesin bir cevap yok. Görmek, anlamak istediğim şey o insanın kritik düşünme süreci nedir, nasıldır. Bir sonraki kuşağa hangi değerlerini aktarmayı seçtiğin, hayatta değer verdiklerinin ne olduğunu, insanlara nasıl baktığını gösteren bir soru ve cevap. Profil sayfası oluşturuyorsun, kişisel ve iletişim bilgilerinle beraber portfolyonu ekliyorsun, yeteneklerini yazıyorsun.
TOURIST’in en önemli yanı bence üyeleri bir kutuya sığdırmak istememesi, herkese sadece “yaratıcı birey” olarak bakması. Instagram’da insanlar senin profiline bakınca seni tek bir yeteneğe ve işe mensup olarak görüyorlar. Biri hem moda sektöründe çalışıp hem de model olabilir ama insanlar onun profiline bakıp “Sen modelsin” diyor ve yaptığı işin diğer yüzü gözükmüyor. Aslında birçok şey yapıyor o insan ama hiçbir platform bu çok yönlü yaratıcılığı benimsemiyor ya da öne çıkarmıyor.
Baya meşakkatli ama çok ince bir kürasyon prosedürü gibi duyuluyor. Peki bir küratör olarak bu sanatçıları bir araya getirirken dikkat ettiğin detaylar ne oluyor?
Bu arkadaşlarımın bana çok sorduğu bir soru ve hep bunu nasıl en güzel şekilde dile getirebilirim diye düşünüyorum. Yaratıcı endüstriden olan insanlar olması şart. İnsanın yaptığı işte iyi olması… Tabii ki buradaki “iyilik” çok subjektif bir şey. Fakat taşıdığı karakter aslında en önemlisi. İşini seven ve aynı zamanda yaptığı işlerle de hep topluma, çevresine veya etrafına katkıda bulunma isteğiyle yaşayan insanların orada bulunmasını istiyorum. Birbirine yardım eden bir topluluk olsun, yarattığım pilot sisteminde de bu geçerli. İnsanlara bakışı egoyla yoğun olmadan “Ben çevremdeki insanlara nasıl daha fazla destek olabilirim? Bu platform ile maddi ihtiyacı olan yaratıcılara nasıl yardım edebilirim?” düşünceleriyle yaşayan insanları çekmek istediğim bir platform bu. Üyelik ücreti almayacağımı söyledim fakat bir-iki seneye platformdaki şehirler artmaya başlayınca, TOURIST’te bulunan her şehirde bir dernek ile çalışmaya başlayacağım. Her senenin sonunda bütün üyeler 5-1000 € arası bağış odaklı bir ücret ödeyecek ve bu TOURIST’e değil ama o şehrin kâr amacı gütmeyen organizasyonlarına gidecek. Bu bir çevre derneği olabilir, LGBTQ+ veya mültecilere yardım derneği olabilir. Üyeler platforma ücret ödemiyor ama senenin sonunda kesinlikle belli bir miktar bağış yapmaları lazım ki TOURIST her zaman o şehirde oluşan derneklere bir yardımda bulunuyor olsun. Bu dediğim “iyi insan” seçkisinden de gelen, ona paralel bir konsept.
View this post on Instagram
TOURIST’in İstanbul pilotu Kübra Uzun
Sanatçıları bir araya getirmek senin kariyerin boyunca hep tutkuyla yaptığın bir şey aslında. Sen bu tarz bir çalışmayı daha küçük bir ölçekte, Soho House Berlin’in ‘Tiny Art Market’ında da hayata geçiriyorsun. TOURIST tam olarak bu camiaya nasıl yenilikler getirecek, bu konseptte bir platformun sanatçılara verdiği öncelikler ne olacak?
TOURIST’in aslında kendi iletişim ajansı olacak. İşim gereği markalar bana gelip insan soruyor, kiminle çalışmaları gerektiğini merak ediyorlar, tavsiye istiyorlar. Yeni bir şehirde mağaza açacak olan bir marka kimlerle bunu tanıtmaları gerektiğini merak ediyor mesela, o şehirdeki yaratıcı camiaya hakim değiller. Ya da bir marka yeni ürünü için lansman yapacak diyelim, bana bu sefer diyecek ki “Senden şöyle birini istiyoruz.” Ben de onlar için TOURIST’in veritabanına bakıp o şehirdeki üyelerin yeteneklerini ve işlerini markalara sunuyor olacağım. Projede çalışabilecek, markanın ihtiyacı olacak insanları bu platformdan seçip iş bulma süreçlerini TOURIST üzerinden yapacağım. TOURIST üyeleri zaten işlerinde iyi, tutkulu, kendi projeleri üzerine çalışan ve belki de başka projeler arayan insanlar. Burada temsil edilen kişiler markalara da tanıtılacak, markalarla yaratıcı insanlar arasındaki bağlantı sağlanacak. Üyeler için daha fazla görünülebilirlik, erişilebilirlik sağlayacak yani. Biz prodüksiyonu tamamıyla ele alıp markalar için yapabiliriz ya da markalar sadece gelip platformdan doğru insanları bulabilir, böyle olasılıklar olacak platform aracılığıyla. 1 Aralık’tan sonra sitenin ana sayfasında üyelerin çıkardığı yeni işler de yayınlanacak, diğer üyelere haber verilecek. Yani sen dünyanın başka bir yerindeki bir TOURIST’in yaptığı işi göreceksin, aynı zamanda onlar senin yaptığın işi görecek, böylece bir bağ oluşacak. Her şeyi içine dahil ederek sektörde bir kişinin en çok ihtiyacı olan kendini tanıtma, adını duyurma özelliğini sağlayacak diyebiliriz.
İnanılmaz kapsamlı ve yoğun, küçük bir TOURIST dünyası yani. İstanbul’daki sergi ve etkinlikte bizi neler bekliyor peki?
Şu an Berlin’den seksen kişi uçuyor İstanbul’a. Bayağı heyecanlıyım, çok az kaldı. Yakın arkadaşım Defne Cemal ve Zach’in başlattığı Kiralık Depo galerisinde görsel bir enstalasyon yapıyorum. Büyük bir ekranda beş dakikalık bir video üzerine bir ses TOURIST’in ne olduğunu anlatıyor. Robotik bir ses gibi, TOURIST’in verdiği o görsel estetikle uyuşuyor. Hemen yanında MiniMüzikhol’de, İstanbul ve Berlin merkezli sanatçı kolektifi Sirän’la beraber sadece kadın DJ’lerden oluşan bir set planladık. Orada insanlar gelip içkisini içecek. Etkinliğin gerçekleşeceği mekanlar yan yana zaten, onun için o gece o sokakta çok güzel bir akış olacak katılımcılar için.
“TOURIST ile gelecek konseptine girmeye çalışıyorum, bu yüzden fütüristik bir görsel dünyası var. Biz gelecekte olacak bir topluluğuz aslında. Bu konseptle kullandığımız renklerin biraraya gelişi biraz doğa ve insan elementlerini de gösteriyor. Sanki dünyada olmayan bir estetiği elde etmeye çalışıyorum bir şekilde ama bunun içinde hep bir insan, hep bir komünite, hep bir sevgi, hep bir elektrik var.”
Görsel estetikten bahsetmişken, TOURIST’in çok güçlü bir görsel dünyası var. Bunu yaratırken nelerden ilham alındı, hangi fikirler ve mesajlar üzerine bu dünya yaratıldı?
Gelsen Berlin’deki evimi görsen aslında! Evim de öyle, 80’lerin uzay, retro-fütürizm temalarından çok besleniyorum ve bu temada fazla obje ve mobilya topluyorum. Sayfam da fütüristik kesinlikle, çünkü TOURIST aslında geleceğin platformu gibi. Şu an insanlar Instagram’dan sıkılmaya başladı artık. Tamam kullanıyoruz ama tek kullanabileceğiniz platform o olduğundan dolayı aslında. Oradaki yüzeysellik, influencer kültürünün getirdiği kalıplar ve baskı artık insanları sıkıyor. Bence zaten beş-on seneye yeni bir şeyler gelecek. Bu TOURIST olur diye demiyorum ama insanlar aidiyet hissini arıyor, kendi gibi başka insanları bulmak istiyor. Girip kendi gibi başka kim var görmek istiyor fakat bu elimizdeki sosyal medya platformlarıyla mümkün değil artık. Bu İstanbul’daysan sadece İstanbul için geçerli değil. Benim gibi olan, anlaşabileceğim insanlar aslında New York’ta, Toronto’da da var ama bu insanlar nasıl bir araya gelir? Bunu çözmek hep kendim için çok istediğim bir şey oldu. Şu an olmayan ama gelecekte kurmak istediğim ve şu an tohumlarını diktiğim TOURIST’te olan bir şey. “Gelecek” konseptine girmeye çalışıyorum daha doğrusu, bu da aslında fütüristik konsepte geliyor. Biz gelecekte olacak bir topluluğuz aslında. Bu konseptle kullandığımız renklerin bir araya gelişi biraz doğa ve insan elementlerini de gösteriyor. Sanki dünyada olmayan bir estetiği elde etmeye çalışıyorum bir şekilde ama bunun içinde hep bir insan, hep bir komünite, hep bir sevgi, hep bir elektrik var… Şu an etrafına baktığında olmayan, video oyunu kafasında bir estetik ama içine girdiğinde de daha çok girmek istiyorsun çünkü seni çeken belli unsurlar var orada. İnsanlara eski-yeni, insan-insan dışı, gelecek-geçmiş gibi hep böyle zıt kavramları beraber gösterip, onun ortasında üyeleri tutup gitmek istedikleri yeri kendileri seçebileceklerinin altını çizen bir fikir vermek istiyorum bu görsellerle.
Yani her şey aslında bir ama aynı zamanda çok da farklı. Yakın ama uzak konseptine, zıtlıklara yoğunlaşan bir görsel mesaj.
Kesinlikle. Bu bir de biraz “Sen bu meyveyi neden seviyorsun?” diye sormak gibi aslında. Ben hep böyle görsellere ve fikirlere çekildim, o yüzden bu şekilde yapmak istedim.
TOURIST’in ona mensup olan üyelerin kendilerini bir kalıba koymamasını desteklediğini, herkese belli bir sanatı yapan biri olarak değil de yaratıcı bir birey olarak bakılması üzerine kurulduğunu konuştuk. Peki günümüz sektöründe o yaratıcı bireyin ihtiyaçları nedir? Platform bunu nasıl karşılamayı amaçlıyor?
TOURIST’i yapmamın sebebi içinde olan sosyal dinamikler, insanları doğru şekilde bulup bağ kurabilme enerjisini yaşatma isteği. İnsanların şu an ihtiyacı olan şey yeni bir şehre gittiğinde kendisiyle aynı düşüncelere ve isteklere sahip olan insanlarla tanışabilmek, çalışabilmek. Diyelim ki benim kafamda bir proje var, yeni bir şey yapmak istiyorum ama doğru insanları ben nasıl bulacağım? TOURIST dışarıya kapalı bir platform, buraya herkes üye olamıyor. Bunun getirdiği kapalılık da aynı zamanda çok büyük bir açıklık aslında üyeler için, çünkü insanlar oradaki üyelere rahatlıkla erişebiliyor, onlarla konuşabileceğini biliyor. Aynı çatı altındasın ne de olsa, aynı kafada olduğunu biliyorsun. İnsanların aradığı bu kişisel ve duygusal bağ, buna erişebilecekleri bir platform… Projelerde ajanslarla çalışınca bazı şeyleri kaybediyoruz, işin içinde bir sürü farklı faktör giriyor ve yapmak istediğimizin özüne bağlı ve doğru kalmak mümkün olmuyor, kontrolümüzün dışına çıkıyor. Bu ajanslar daha çok pazarlama kafasında gidebiliyor, o yaratıcı bireyin yaratmak istediği şey gölgede kalabiliyor. TOURIST onu kaybetmeden iş birliği yapmak, başka sanatçıları tanımak için bir fırsat.
Derler ya teknoloji ilerledikçe, dünya geliştikçe insanlar eskiye dönmek isteyecek. O insanlarla kurulan bağa, o iletişimin daha samimi olmasına bir özlem olacak. O isteği kısa bir yolla üyelere sağlayacak bir platform gibi.
Aynen! En az iki ayda bir dünyanın farklı yerlerinde TOURIST etkinlikleri yapmak istiyorum ve bu sosyal medya için yapılan etkinlikler gibi olmayacak. İnsanlara bakıp “Bedava içkiye geldi,” veya “Instagram’a içerik üretmeye geldi,” demeyeceksiniz. Etkinliğin olduğu yerde telefon çekmeyecek mesela. Çünkü sen şu an buradasın ve burada sadece elli kişi olabilir. Bu tarz etkinlikler yapıp dünyanın farklı yerlerinde TOURIST markasının kimliğini, görselliğini, komünitesini yaratıp güçlendirmek istiyorum.
Bu dayanışma ve platformdan çıkacak şeylerle ilgili seni en çok heyecanlandıran unsur nedir? TOURIST’in getireceği hangi yenilik için gerekirse birkaç sene daha çalışırdım derdin?
Güzel soru. Bu ileride oluşturmak istediğim TOURIST festivali. Bu yaz altı festivale gittim, hem araştırma hem de müzik ve eğlence amaçlı. Festivallerde ne işliyor, ne işlemiyor onu görmek benim icin cok onemli. Platformun kendisinden çok memnunum zaten ama aynı zamanda benim için en önemlisi dünyanın her yerinden insanların bir araya gelmesi. İstanbul’daki etkinlikte olacak şey de bu zaten. Meksika’dan, Berlin’den, Gana’dan bir sürü insan TOURIST’i tanıma ve tanıtma amacıyla bir araya geliyor ve bu insanların kaynaşması… Aslında en özünde olan his, istek bu. Ben insanları bir araya getirmeyi çok seviyorum, zaten işimin bu olmasının sebebi de bu. Belli bir amaç için insanlar bir araya geldiğinde dünyanın en mutlu insanı oluyorum. Fiziksel ortamda birlikte olabilme şansını kaybediyoruz yavaş yavaş. Dijital ortamlarda bir araya geliniyor ama yüz yüzeyken bu insanlar nasıl daha çok birbirleriyle tanışıp bir şeyler üretebiliyorlar, bu festivalle ve etkinliklerle amacımız bunu görüp desteklemek.
View this post on Instagram
TOURIST’in kurucusu Sera Akyazıcı

BEATS BY GIRLZ TÜRKİYE FESTİVALİ'NDEN TÜM ENERJİSİYLE BİR JAMZ SUPERNOVA GEÇTİ
Röportaj: Ceren Kahveci
Fotoğraf: Emirkan Corut
Benliğiyle özdeşleştirdiği ve büyüdüğü ortamı anlamlı kılan küresel sesleri kendine has dokunuşuyla dinleyiciye sunan DJ Jamz Supernova, sektörün kaderine kendi elleriyle şekil vermekten çekinmiyor. Deck arkasındaki macerasına, hünerlerini müzik tarihinden ruhuna dokunan eserlerlerle harmanlayarak devam eden Jamz, dünün ve bugünün seslerini samimi hikayelerle birleştiriyor ve başka müzisyenler için geleceğin sahnesini kuruyor. Yapı Kredi bomontiada’da gerçekleşen Beats by Girlz Türkiye Festivali’nde sahne alan DJ Jamz Supernova ile ilhamlarını, sektöre girişini ve baş küratörlüğünü yaptığı Future Bounce müzik şirketini konuştuk.
Merhaba Jamz. Burada olduğun için çok heyecanlıyız, umarım her şey çok güzel gidiyordur.
Her şey iyi gidiyor, teşekkür ederim. Senenin son yoğun iş tempolu sürecindeyim, sonrasında gelecek olan bir aylık tatilimi dört gözle bekliyorum.
Güney Londra’da büyümüş, sektörün öncülerinden biri haline gelmiş bir DJ’sin. Dünyanın her yerinden gelen sesleri birleştirerek dinleyiciye kapsamlı bir tecrübe yaşatıyorsun. Büyüdüğün ortamın dünya müziğine olan bakışına olan etkisi ne oldu dersin?
Güney Londra bir sürü kültürün birleşip harmanlandığı bir yer. Orada büyürken farklı dünyalardan gelen insanlarla zaman geçirmiş olduğum için çok şanslıyım, oldukça büyük bir Afro-Karayip toplumuyla beraber kayda değer bir Türk, Güney ve Doğu Asya çevresini de barındıran bir yer. Böyle bir ortamda, farklı kültürlere karşı merak ve açık görüşlerle büyümenin bende yarattığı etkiyi göz ardı edemem. Bu yüzden İstanbul’da sahne alacak olmak beni çok heyecanlandırdı, beraber büyüdüğüm Türk arkadaşlarımın kültürünü temsil eden bir yeri ziyaret ediyor olmak bir onur. Umuyorum ki onları gururlandırmışımdır.
Parçaların müzik tarihinden alınmış unsurların birleşimini barındırıyor, değişken bir doğası var. Geçmişten hangi sanatçı ya da parça şu anki eserlerine ilham oluyor?
Ah, bu çok iyi bir soru. Şu an tekno ve house müziğinin orijinlerini keşfediyorum, bu da beni 80’ler ve 90’lardaki Detroit ve Şikago’ya götürüyor. Frankie Knucles’dan Underground Resistance’a kadar, o zamanın DJ’lerinin sanatından etkileniyorum ve ilham alıyorum.
“Setlerimle her zaman bir hikaye anlatmaya çalışıyorum, kim olduğum ve nereye gideceğim hakkında. İstanbul’daki sahnemde Afrika diasporasından parçalar çalmak benim için çok önemli oldu mesela. Alacağım tepkilerin ne olacağından emin değildim, ama bu benim kimliğimin o kadar büyük bir parçası ki onu burada temsil etmemenin kendime haksızlık olacağını düşündüm.”
Müzikle olan ilişkinin başından beri ilgini çekmiş olan Türk sanatçı veya DJ’ler oldu mu?
“Kimlik” konseptinin getirdiği kesişimleri ve bunun başka bir ülkede yaşarken köklerine inme isteğiyle birleştiğinde ne anlama geldiğini keşfetmekten keyif alıyorum. Birleşik Krallık’ta merkezlenmiş olup müzikle Türk köklerini keşfeden sanatçılar ilgimi çekiyor, mesela Emir Taha, Enver Göyken ve Chloe Bodur. Yarattıkları sesleri çok seviyorum ve Türk perküsyon ve melodileri beni içine çekiyor.
Müziği nasıl “okuyorsun”? Mikslerinde kullandığın parçaları seçmeden, doğru parçayı bulmaya olan yaklaşımın ne oluyor?
Setlerimle her zaman bir hikaye anlatmaya çalışıyorum, kim olduğum ve nereye gideceğim hakkında. İstanbul’daki sahnemde Afrika diasporasından parçalar çalmak benim için çok önemli oldu mesela. Alacağım tepkilerin ne olacağından emin değildim, ama bu benim kimliğimin o kadar büyük bir parçası ki onu burada temsil etmemenin kendime haksızlık olacağını düşündüm. Sahnemde aynı zamanda Birleşik Krallık’tan da seslere yer vermek istiyorum, ancak bunu o sırada beni benimsemiş ve içine almış olan kültüre saygılı bir şekilde yapmaya dikkat ediyorum. DJ’lik yaparken içgüdüme güvenip o sırada doğru hissettireni çalıyorum. Harika bir DJ olan David Rodigan bir kere parçaların bazen sana konuştuğunu, seni çektiğini söylemişti. Ben de bunu aklımda tutuyorum ve dinliyorum.
Şu an BBC 1Xtra’da kendi programın var, fakat kariyerine ilk Reprezent Brixton’da başladın. Sektöre ilk girmeye başladığındaki hislerini nasıl tarif ederdin, özellikle genç bir kadın olarak?
Bu sektöre çok aç ve çok tutkuluydum, hala da öyleyim. Ama o his beni benden alıyordu. Düşünebildiğim tek şey oydu ve beni geri tutan her şeye rağmen bunu başaracaktım. Zorlukları olan bir süreçti, ırkım ve cinsiyetim dolayısıyla odaya adım attığım anda yargılanacağımı biliyordum fakat bunu görmezden gelmeyi seçtim ve başımı dik tuttum. Müzik maceramın yavaş yavaş ilerlemiş olmasından bir bakıma memnunum, dayanıklı olmamı ve kendimi bu sırada daha iyi tanımamı sağladı. Böylece başka kadınlara da sektörde yardım etme şansım oldu ve onların yarattıkları şeyler de bana ilham veriyor.
DJ olmakla beraber aynı zamanda gece kulübü sektörüne odaklanan Future Bounce müzik şirketinin baş küratörüsün. Raporlara göre satış listelerindeki ve radyodaki parçaların %5’inden azı öncelikli olarak kadın ve “non-binary” sanatçı prodüksiyonu ile üretiliyor, yani dans müziği sektörünün oldukça ciddi bir cinsiyet problemi var. Sektörün işletme kısmına da girmiş biri olarak bu konu hakkındaki fikirlerin nedir?
Bunun üzerine daha çok çalışmamız gerekiyor, yapmamız gereken şey bu! Kadınların müzik yapabilmesi için ihtiyaçları olan ortamı ve zamanı yaratmamız ve bunu onlara sağlamamız gerekiyor. Ben şirketimde bunu yapıyorum. Eğer beraber çalışmak istediğim bir kadın müzisyen varsa, o yaratıcılığı beraber ortaya çıkarabilmek için ne yapmam gerektiğini araştırmaya başlıyorum. Zamana mı ihtiyacı var? Ekipman? Öneri? Ben onlar için hep burada olacağım ve kendilerini hazır hissedene kadar da beklerim. Kapsamlı bir ekiple çalışmak kolay değil, araştırmak ve istediğin şeyi bulmak için fazladan mesai harcaman gerekiyor. Bunun farkında olmak ve yaptığın işi neden yaptığını sorgulamak süreci kolaylaştırıyor. Eğer çıkardığım son beş eserin hepsi bir erkek sanatçıyla çıkarılmışsa, kendime bunun neden böyle olduğunu ve başka sanatçıları da ekibimde barındırmak için daha fazla ne yapıyor olmam gerektiğini sormam gerekiyor. Sektörün işletme kısmındaki insanlar bu konudaki sorumluluklarının farkına varıp bunun üzerine çalışmaya başladığında çok daha fazla gelişme kaydedebiliriz.
Peki Jamz deck başında sihirli parmaklarını konuşturup müzik yaratmıyorken neyle uğraşıyor?
Yeni anne oldum, ondan dolayı genelde çok da görkemli olmayan ama inanılmaz tatmin edici olan annelik rolümü oynuyor oluyorum.
View this post on Instagram
Son soru: Bu sektöre girmek isteyenler için bir tavsiyen var mı?
Kendine yaratıcı bir hedef koy ve altı ay bunun üzerine çalış. Bir miks veya parça gibi bir şeyi piyasaya sunmak olabilir veya pratik yapmak, kendini geliştirmek için belli bir saat hedefi koyabilirsin. Seni bir sonraki seviyeye taşıyacak şeyin ne olduğunu düşünüyorsan, emin olabilirsin ki ona istikrarlı bir şekilde yaklaştığın sürece güzel sonuçlar göreceksin.

İSTANBUL'UN CAZ İLE GÖRKEMLİ BİRLEŞİMİ: 32. AKBANK CAZ FESTİVALİ
İstanbul’un yüzyıllar içinde geliştirip harmanladığı heyecanlı şehir dinamiğini ve caz müziğin kendisine has kültürünü her sene birbirinden etkileyici konserlerle birleştiren Akbank Caz Festivali, bu sene 32. etkinliğini gerçekleştirdi. Dinleyiciye geniş bir yelpazede tecrübeler yaşatmayı amaçlayan festivalin bu seneki konser çizelgesi, farklı disiplinlerden müzisyenlerin performanslarıyla doluydu. Hem şehir hem de müziğin durmadan değişen doğasını dinleyen, her yeni etkinlikle pürüzsüz bir şekilde yakalayan ve komünitelerle birleştiren festivalin direktörü Gözde Sivişoğlu ile sohbet ediyoruz, “şehrin caz hali”ne bir de onların gözünden bakma şansını elde ediyoruz.
Gözde Sivişoğlu, Akbank Caz Festivali Direktörü
Akbank Caz Festivali her sene caz dünyasına dair yeni isimler, mekanlar ve deneyimlerle şehri canlandırıyor. Uzun süren mesailer, onca emek sonrası şu an festivalin bitişiyle neler hissediyorsunuz?
32. yılımızda özlediğimiz Akbank Caz Festivali’yle yeniden buluştuk, her yıl birçok farklı yenilik ile izleyicilerini ağırlayan festivalimizin uluslararası programını tekrar hazırlayabilmek bizi çok heyecanlandırdı. Şehrin Caz haline uygun bir içerik ve deneyimlerle şehri donattığımız bir festival sonrası mutluyuz!
Kolektif İstanbul, 32. Akbank Caz Festivali
Festivalin yaratıcı ekibi olarak bu seneyi tek bir cümlede özetleyecek olsanız ne söylerdiniz?
Bu sene İstanbul’un 14 farklı ilçesine/mahallesine yayılarak, 22 mekân ve 32 konser ile şehrin caz halini hissettiğimiz bir yıl oldu.
Bu seneki festivalin sürpriz anı hangisiydi sizin için?
Festival programı bittikten sonra 32.Akbank Caz Festivali’nde 32 konser içeriğinin olduğunu fark etmemiz oldu sanırım. Asla planlı değildi ama çok güzel bir şanstı.
Barış Demirel, 32. Akbank Caz Festivali
Nihal Saruhanlı, 32. Akbank Caz Festivali
Alp Ersönmez, 32. Akbank Caz Festivali
Aga B, 32. Akbank Caz Festivali
Türkiye’de caz müzik dinleyicisi ve ortamı ne yönde gelişiyor? 32 yıldır caz müziği sahiplenen ve sektörü bu konuda canlı tutan bir ekip olarak ne düşünüyorsunuz?
Caz her zaman kendini sürekli yenileyen bir tür. Caz dinleyicileri, müzisyenleri ve çeşitli komuniteler de her zaman bu yenilenme halini merak edip, farklı içerikleri dikkatle inceleyen bir tarafta oluyor. Köklü birçok caz festivali uzun yıllardır sadece caz müziğin önemli ve veya yeni isimlerini değil aynı zamanda kendi janrasında çığır açmış efsane isimleri, gelecek vaat eden sanatçıları ve farklı türleri icra eden birçok müzisyeni ağırlıyor. Yıllar içinde genişleyen müzikal yelpazemiz kapsamında klasik ve modern cazın yanı sıra elektronik müzik ve dünya müziğinin farklı projelerine de yer vermeye özen gösteriyoruz. Festivalin içeriklerinde de farklı müzik janrları ve farklı disiplinlerin iç içe geçmesi bu anlamda bizim için çok önemli. Yeniliklere ve farklı disiplinlerle birlikte çalışmaya da çok gönüllü bir tür, caz müziği ve seyircilerimiz, sanatçılarımız da bu gelişmelere her zaman bizlerle birlikte heyecanlanıyor. Bunun çok değerli ve önemli olduğuna inanıyoruz çünkü böylece paylaşım alanları, farklı içerikler ve farklı komüniteler ile birlikte yaratım süreçleri çok daha anlamlı oluyor.
Çağıl Kaya “Kaygılar Sahnesi”, 32. Akbank Caz Festivali
Ravi Coltrane “Cosmic Music”, 32. Akbank Caz Festivali
Akbank Caz Festivali’nin gelecek planlarına dair sizi en çok heyecanlandıran şey nedir?
Festivalimizin sloganı bildiğiniz üzere “Şehrin caz hali”. Şehir bize ne söylüyor, şehirde neler oluyor, bunlara her zaman dikkat ediyoruz ve bu diyalogu taze tutmak için çalışıyoruz. İstanbul çok dinamik ve aynı zamanda büyülü, gizli hazinelere sahip bir şehir. Bu hazineler gelecek planlarımızda bizi heyecanlandırıyor.
Her sene büyüyen festival ailemizle, farklı mekânlarda buluşarak, yeni komünitelerle üreterek deneyimlerimizin iç içe geçtiği bir buluşma yaratıyoruz. Gelecek planlarımızda bu aileyi büyütmek de bizi çok heyecanlandırıyor.
Önümüzdeki sene olacaklara dair ufak bir ipucu verecek olsanız?
33 konser bizi bekliyor!

NAE İLE GÖKOVA'DAN BURNING MAN'E
Röportaj: Gümrah Şengün
Fotoğraf:Can Görkem ve NAE
Kozmik vizyonlarıyla ürettikleri büyük ölçekli enstalasyonlarıyla tanıdığımız bir ikili, Deni ve Milen Nae. Echoes From Agartha, Big Burn, Klein, Suma Beach gibi eğlence sektörünün hatırı sayılır bir kısmında izlerini sürebileceğiniz sahne tasarımları ve enstalasyonları ile zihninizde yeni kapılar açabiliyorlar. Kendi içlerine dönerek zaman zaman sanata, bazen realistliğe yeltenen özlerini ustalıkla birleştiren ikili, ortaya koydukları eserlerini bir kutuya koymayı reddediyor. NAE Design Studio, yaratıcı kimliklerinin sesini dinleyerek hep değişiyor, derinleşiyor ve öğreniyor. İnsanın göremediğini hissederek ürettikleriyle kurgulayan Milen ve Deni Nae ile tasarım yolculuklarına bakış açılarını konuşurken, bir yandan da Burning Man’e götürdükleri “The Face”in hikayesini dinliyoruz.
Milen ve Deni Nae
Gümrah: Öncelikle şunu sormak istiyorum. Uzun bir yolculuktan çıktınız. Nasıl hissediyorsunuz?
Milen: Dinlenmiş hissediyorum ben, günde 15 saat uyuyorum son iki haftadır. Bitmeyen bir uyku var, ama keyfim yerinde. İyi bir noktadayız şu anda. Her şeyin paketlendiği sonbahar “vibes”.
Deni: Yani ben de, bayağı yorucuydu. Yaşadığımız şehirlerden, köylerden uzakta geçen, biri gerçekten ekstrem iki proje sonucunda geri dönüp böyle güzel bir boşlukta olma hali, nefes alma, dinlenme zamanı. Gerçekten fiziksel olarak yorgunluğun günbegün çıktığı bir dinlenme dönemi geçirebilmek, başka bir şeylere koşturmak zorunda olmamak güzel.
Milen: Bitmek üzere zaten, hemen bu hafta koşturmaya başlayacağız yine. O yüzden dinlendik, hazırız.
Gümrah: Eve döndünüz, her şeyi bitirdiniz ve bu esnada mevsim bile değişti. Çok güzel bir tamamlanma hissiyatı var sanki değil mi?
Deni: Kesinlikle. Sadece biraz yazı kaçırdık.
Milen: Kaçırdık, bayağı kaçırdık yani.
Deni: Ama sağolsun Muğlamız bize Kasım’a kadar yazı yaşatıyor.
Gümrah: NAE ile Klein, Big Burn, Echoes From Agartha gibi eğlence sektörünün hatırı sayılır bir kısmında yarattığınız kozmik enstalasyonlarınızla tanınıyorsunuz. Müzik dünyasından Islandman, Melike Şahin gibi isimler için sahne tasarımları, styling yaparken bir yandan da mimari tasarım projelerinizle karşımıza çıkıyorsunuz. calling’in geçen sene Zülfaris’ta gerçekleşen sinagogun her tarafını kalplerle donattığımız aşk projesinde beraberdik. Bir de üzerine Gökova’nın güzel coğrafyasını paylaştık, yaşadık, dost olduk. Ama şimdi bütün bunları bir kenara bırakıp en başa dönmek ve sizi tanımayanlar için bu soruyu sormak istiyorum. NAE ne yapar, kimlerden oluşur?
Milen: NAE biziz özetle, Deni ve Milen Nae. Soyadımızdan ilham aldık ve söylemesi çok zor bir kelime olarak kendimize bu ismi seçtik.
View this post on Instagram
Gümrah: Ama görüntüsü ve sesiyle tam olarak tasarım dünyasına ait bir kelime. Sanki siz en başından beri bu tasarım işine girmek zorundaymışsınız gibi.
Milen: Biz de tam olarak bu yüzden seçtik, sanki üç harfli olduğu için kaçamadık. NAE biziz ama çok değişken, yaratıcı insanların da içinde bulunduğu, bizimle her projede yeniden şekil alan, eklektik bir ekip algımız var. Hem çok yakın olduğumuz hem de birlikte çalışmayı sevdiğimiz insanlardan oluşan, yeni tanıştıklarımızla sürekli şekil değiştiren ama özetle ikimizin yaratıcı bakış açısından beslenen bir kreatif stüdyo. Ben enstalasyon sanatçısıyım, o yüzden bazen daha mimari, bazen daha sanatsal olmak üzere arada geçişler yapan farklı farklı projeler yapıyoruz.
Deni: Mimariyle enstalasyonun ve sanatın birleştiği bir yer NAE. Hem ayakta durması gereken büyük yapılar, hem de kreatif, estetik olarak hepsinin bir arada olabildiği strüktürler ve ortamlar yaratabilmeye sebep oluyor bu ikili.
Milen: Aslında şöyle bir tarafı var; geçici işler yaparak başladık. Daha ağırlıklı festival alanları gibi, ilk başta yaptığımız yerler daha kısa süreli işlerdi. Şimdi daha çok mimariye ağırlık verdiğimiz bir tarafa doğru yöneldik, ikisini birlikte kullanıyoruz ve gayet güzel gidiyor.
“Şöyle sınırlar var mesela; sanat dediğimiz zaman o deneyim galerilerle veya bir sergi kapsamında ilerliyor, mimari dediğimiz zaman yapılar ve mekânlarla bir yere gidiyor. Biz, ikisini buluşturma peşinde olup ikisini de bir nebze reddediyoruz. Böyle büyük bir reddediş gibi algılanmasın ama o standartların içine girmenin peşinde değiliz, biz yaratıcı olanı beklenmeyen yere getirmenin peşindeyiz.”
Gümrah: İkinizden de ayrı zamanlarda duyduğum bir cümle hatırlıyorum: “Biz aslında birbirimize zıt karakterleriz”. Bu durum nasıl etkiliyor tasarım sürecinizi?
Deni: Milen işin daha sanatsal ruhunu koruyan, gerçekçilikten uzak ama yaratıcılığa özgürce ulaşabilen tarafta duruyor. Bense daha onun ayaklarını yere bastıran ve işi yapılabilir kılan, gerçekçi tarafındayım. Aslında ikimizin kişisel karakterleri de böyle. Birimiz biraz daha hayalperest, diğeri daha gerçekçi gibi. Bu bir sürü farklı şekilde tanımlanabilir ama kreatif süreçte bu ikisinin dengesi, ikisinin de kuvvetli bir şekilde orada olması hem bir şeyleri hayal edebilmemizi hem de yapılabilmesini sağlıyor.
Milen: Yani hem uçuyoruz, hem de ayaklarımız yere basıyor. Çünkü işin gerektirdiği denge biraz o zaten.
Gümrah: Tasarım anlamında nelerden besleniyorsunuz? Şehir haricinde Gökova’da bir hayatınız var mesela. Bu toprakların doğası üretimlerinize nasıl yansıdı, bir şeyler değişti mi?
Milen: Aslında her şeye İstanbul’da başladık ama o sıralar Deni Norveç’teydi. Bir gün “Deni n’olur gel, acil yardım lazım” dedim. Öyle başladı her şey. Çünkü ben boyumdan büyük işlere karışmaya başlamıştım. Deni de zaten dönmeyi düşündüğü bir zamandaydı. O aslında zaten yoldaydı, doğa içinde zaman geçiriyordu ve onu tercih ettiği bir dönemdeydi. Ben buna çok önem veriyorum hayatta, çok uzun süre ben de öyle yollarda ve doğa içinde yaşadım ama İstanbul’da buluştuk ve burada kurduk her şeyi, zaten İstanbulluyuz. O yüzden birçok anlamda, ilk başta motivasyonumuz şehirdi çünkü eventler, festivaller, markalar her şey burada. Böyle bir hareketin içindeydi kurduğumuz şey.
Deni: Başlamak için iyi, ama varmak için iyi bir yer değildi. Yani varmak istediğimiz yer orası değildi. Kesinlikle insanın, şehrin ve kültürün kafamızda hayal ettiğimiz projelerin parçası olması gerek. İnsan faktörü çok kritik tabii ki. Ama bunun doğal alanlarda ya da doğal etkenlerle şekillendiği, o ikisinin bir arada bulunduğu projeler aslında en hayallerimizde olan.
Milen: Bizim işlerimizin çoğu boşlukta kuruluyor. Bir ormanda, Kapadokya’da bir vadide, bir beach’te… Açık alan enstalasyonları özellikle en yoğun yaptığımız ve yapmayı sevdiğimiz iş. Onun sebebi de aslında içinde bulunduğu koşullar; hem çalışma şartları hem de işi oraya koyduğunuzdaki o zıtlık. Şehrin içinde aslında buna çok fazla yer yok. Yani evet şehirde bu projeler çok etkileyici bir formatta da sunulabiliyor. Mesela gece kulüpleri de yaptık, yapıyoruz da hâlâ, bundan da çok keyif alıyoruz. Ya da mekanlar yapıyoruz ama doğadaki o boşluğun yarattığı bir kafa boşluğu da var ya hani, burada üretiyor olmanın öyle bir tarafı var. Daha fazla hayal kurma alanı yaratıyor o kafa boşluğu. O da gerçekten şehirde çok olan bir şey değil.
Deni: Şehirde her şey daha gri, çerçeveleri belli, bazı dolulukların arasındaki boşluklara bir şey tasarladığın bir ortamda iken doğada gerçekten hiçbir şeyin olmadığı, sadece doğal elementlerin olduğu bir yere insan faktörünü getiriyor olmak gibi bir şey var. Benim aslında kendi başıma olan yolculuğumda da öyle. Daha önce, Milen ile çalışmadan önce Norveç’e gitmem, Norveç’te sürdürülebilir mimarlık üzerine master yapmam, sonra bu konuda orada çalışmam… Bütün isteğim, aslında kafamda hep hayal ettiğim şey; o mimariyi veya tasarımı, şehrin sıkıştırdığı ya da belirlediği mekanlarda, alanlarda değil; daha açık alanlarda, daha doğal faktörlere uyumlayarak, o doğal faktörleri öğrenip ona göre tasarım yapmaktı. O tasarım sürecini, doğada ve doğal faktörlerle çalışmayı sevdiğim için yönelmiştim aslında. Şehre dönmem, yani İstanbul’a dönmem, benim için o konuda kafa karıştırıcı oldu ama aslında zaten biliyorduk ki ikimiz de başka bir yere doğru gitmek istiyoruz. Şimdi de ufak ufak, yapmakta olduğumuz iş de bizi aslında o tarafa doğru götürüyor belki de. Milen’in dediği gibi daha açık alanlarda, işte beachler, çöller oldu şimdi, vadiler, dağlar, ormanlar… Oralara gitmek zaten istiyorduk ve NAE’deki yaratıcı beraberliğimiz de aslında bunu mümkün kılıyor gibi.
Gümrah: Genellikle ütopik alanlarda deneyimler kurguluyorsunuz, acaba işleriniz daha kamusal bir alanda herkese sunulabilseydi nasıl olurdu?
Milen: Aslında şehirde kamusal alan, benim de her zaman çok ilgimi çeken bir konuydu. Sosyal konularla da çok ilgileniyordum. Kamusal alanlarda üretebilme ihtimalinden keyif alıyoruz ama Türkiye’de şehirler ne yazık ki çok fazla buna alan açan yerler değil. Oldukça ilgileniyoruz ama gerçekten de dediğin gibi bir şekilde, bu tip deneyimlere daha çok alan açan yerlere, haliyle biraz daha eğlence sektörüne yönelmek durumunda kalıyoruz. Şöyle sınırlar var mesela; sanat dediğimiz zaman o deneyim galerilerle veya bir sergi kapsamında ilerliyor, mimari dediğimiz zaman yapılar ve mekânlarla bir yere gidiyor. Biz, ikisini buluşturma peşinde olup ikisini de bir nebze reddediyoruz. Böyle büyük bir reddediş gibi algılanmasın ama o standartların içine girmenin peşinde değiliz, biz yaratıcı olanı beklenmeyen yere getirmenin peşindeyiz. Yani insanlara beklenmedik deneyimler yaşatmak, kalabalıklara bunu deneyimletmek istiyoruz. Kamusal alan bunun için çok uygun ve şehir ölçeğinde işler yapmak çok isteriz, ama şimdilik daha çok eğlence sektörü bize bu fırsatı verebildi.
The Face Project, Burning Man 2022
Gümrah: Peki esas konumuz The Face projesine gelecek olursak. Her şey nasıl başladı?
Milen: Bu işi ilk defa Suma Beach’te yapmıştım. Aslında üç ölçekte gerçekleştirildi: Suma Beach, Bonjuk Bay ve son olarak da Burning Man. Hiçbiri tam olarak aynı değil ama yüzün öğeleri aynı. Gözler, ağız ve burun sabitken içerdiği öğeler değişti.
Gümrah: Suma’dan Burning Man’e nasıl bir geçiş oldu da buralardan çöllere gitti bu iş?
Milen: İlk başta – ben hiç unutmuyorum – Beşiktaş’ta böyle -1 bir evim vardı. Orada oturup tasarladığım bir işti Face, bayağı tam tersi bir gerçeklikte. Ben çöle koymak istiyordum zaten; bomboş bir alanın içinde olmasını isteyerek, hayal ederek tasarladım. O tasarımın ilk sürecinde de o eklektik şeyin peşindeydim. Sanatta, özellikle her anlamda her türlü yüzün, gözleri olan her şeyin doğrudan insanlarla çok net bir ilişki kurduğunu düşünüyorum. O zaman da buna böyle düşünerek oturdum aslında. İnsanın içine bakan, bir muhataba dönüşen etkinin peşindeydim. Çok sevdiğim arkadaşım Ali’nin gözlerinin fotoğrafını çekmiştik. Kullandığım benim ağzım ve burnum bu arada, böyle bir kompozisyon vardı. Onunla böyle denemeler yapıyordum ve oradan çıktı. İllüstrastonlar Ernst Haeckel’a ait. Ernst Haeckel zamanında Darwin ile beraber çalışmış, ilk kez mikroskobik canlıların resmini yapan bir biyolog ve filozof. İşleri her zaman çok ilgimi çekti, hatta bir dövmem bile var. Haeckel’in çizimlerinden bir deniz anası.
Deni: Ernst Haeckel biyolog ama hayalinden mikroorganizmalar çizmeye başladığı noktada artık orada bilim insanından sanatçıya dönüşüyor. Orası da enteresan. Yani, çok böyle hikayeler yoktur diye düşünüyorum.
Milen: İlkinde, Suma Beach için yaptığımızda, gerçekten eser bir araya geldiğinde hepimiz çok etkilenmiştik. Yani ben de hayal etmiş olmama rağmen o etkisinin ne kadar güçlü olacağını hiç düşünememiştim. Ve ağaçlara asmıştık, bir dans pistinin içinde yüksekteydi. Sonrasında çok fazla insandan onunla yaşadıkları maceraları dinleyince etkisi daha da kalıcı oldu. Ben Suma’da yıllarca bir sürü farklı iş yaptım, hiçbirinin etkisi bu kadar güçlü değildi. Face ile samimi, içten bir ilişkimiz vardı zaten. Sonra, seneler sonra, Bonjuk Bay’deki boş alanın, yani oradaki denizin, dağın etkisini güçlendireceğini düşündüğümüz için Face’i tekrar oraya kurduk. Yeniden tasarladık, ölçeğini değiştirdik, farklı öğeler ekledik ama en baştan beri bir Burning Man hevesiyle aslında tasarlanmış ve çölün boşluğuna göre kurgulanmış bir işti. Sonra kısmet oldu ve gerçekten de Burning Man’e gitti.
Gümrah: Burning Man’de kum fırtınası yüzünden insanlar günlerini sürekli gözlük takarak geçirmek durumda kalıyor. İletişimin en güçlü yollarından biri olan göz temasının bu kadar eksik olduğu bir yerde, sana dimdik bakan bu gözlerle, Face ile karşılaşmak çok etkileyici olmalı. İnsanların tepkilerinin ne olduğunu çok merak ediyorum. Uzaktan durup izlediniz mi ne yapıyorlar, ne oluyor?
Milen: Tabii. Onunla zaman geçirdik çok. Yani evet, insanlar etkileniyorlar. Enstalasyonun ilginç bir durumu var. Fotoğrafta çok iyi anlaşılmıyor çünkü iki boyutlu elementlerden yaratılmış bir iş. Aslında illüzyon deneyiminde çok net anlaşılıyor çünkü her açıdan farklı gözüküyor ve hareket ediyor. Zaten parçalar havada asılı oldukları için rüzgarla etkileşime giriyor. Doğayla etkileşiyor olması bizim için önemli bir kısım çünkü interaktif olmak her zaman dijital bir şey gibi algılanıyor, ama aslında öyle değil. Bir sürü farklı şekilde interaktif şeyler yaratılabiliyor. Yani insanla, doğayla etkileşebilen, suya da tepki verebilir. Farklı bir tasarım… Havayla, rüzgarla ilişkili bir iş aslında ve rüzgarın esintisine göre -ki çok basit bir esinti bile minik minik hareket etmesini sağlıyor- bu da o iki boyutlu baskı olan, el yapımı olmayan o imgeleri bir anda canlı hale getiriyor. O hareketten dolayı, insanın onu yaşıyor gibi algılamasına sebep oluyor. Bir de perspektifle çok şekil değiştiriyor. Yani dümdüz karşısından baktığın zaman bütün resmi algılayabiliyorsunuz gerçekten de ama çaprazdan bakınca ve tüm katmanlarıyla görünce, derinliğiyle bambaşka bir şeye dönüşüyor.
Deni: Bir varlığa dönüşüyor yani. Etrafından dolaşıp farklı açılardan bakmaya başladığın an, iki boyutlu bir imajdan bir varlığa dönüşüyor.
Milen: İçine girdiğin zaman da çok farklı ve o yüzden de insanlar gerçekten ona çok çekildiler. Büyük de bir iş olduğu için çok fazla insanın orada durmadan geçemediği bir etkisi oldu, bu çok hoşuma gitti benim. Burning Man’de her yer sanatla dolu olduğu için hepsine bakamıyorsun, yakınına gidemiyorsun, uzaktan deneyimleyip devam ediyorsun ancak. Ben insanların ona çekildiğini görmekten çok keyif aldım, çünkü her açıdan farklı ve “Ne bu şimdi?” dedirten bir etkisi oldu.
Deni: Bir de şöyle bir detayı var: Burning Man’deki eserler genelde çok büyük bir boşluğun içinde yaratılmış enstalasyonlar olduğu için belli bir mesafeden, çok yakınına gidip dibinden bakmadan da aşağı yukarı anlaşılan ve hissedilen, etkisi uzak bir mesafeden de yaşanılan parçalar oluyor. Ama burada özellikle Face’in üzerinde yer alan Ernest Haeckel’ın illüstrasyonlarının detaylılığı insanda merak uyandırıyor ve kendine çağırıyor, yakından bakma isteği uyandırıyor. “Nasıl bir şey bu?”, “İki boyutlu mu, üç boyutlu mu?”, “Oradaki o ufak renk detayları ne?” diye sorgulatma etkisi bence bayağı farklıydı diğerlerinden.
Milen: Bu yüzden de fotoğraftan çok videoda anlaşılıyor aslında hissi. Fotoğrafta bütün eseri algılamak çok zor. Tek bir imge görüyorsun ve üç boyut algısı iki boyutlu olduğu için hep aynı imgeyi görüyorsun aslında. O yüzden de fotoğraflarla çok da tarif edemediğimiz bir hissiyatı var.
“Karşında heybetli bir yüz var. Muhatap o. Neyin muhatabı olduğunu tanımlamak çok zor tabii ama bir muhatap yani. Kendinle iletişiminde aslında kendi yüzünü göremediğin ama iç sesinle iletişim kurduğun bir muhatap. İç sesle bir olmanın aslında ne kadar değerli olduğunu ortaya koymak istedik.”
Gümrah: Bir de bu esere özel tasarlarnmış bir ses var arkasında değil mi? Gün doğumu ve batımında Rumi’nin sözleriyle seni çağırıyor.
Milen: Aslıhan Kabukçu tasarladı sesi. Sadece çağırması değil, bir yandan da 12 saat boyunca orada olan bir ses tasarladı. Hatta 12 saat bile değil, Aslı onu 24 saatlik tasarladı ve bence inanılır gibi değil böyle bir iş yapmış olması. Çok sihirli bir dokunuştu. Doğadan seslerle ve ritimlerle birleştirdiği bir arkaplan sesi oldu. Face’in yaptığı çağrının yanında bir de sesin tamamının bir etkisi var.
Hiçbir şeyin yaşamadığı bu kuraklığın içinde yüzün içindeki öğeler tamamen doğadan, canlı varlıklar. Bir böcek gördüğümüz zaman hep birbirimize gösteriyorduk çünkü hiçbir şeyin yaşamadığı ve yaşamanın zor olduğu bir yer. Biz bu ses tasarımı ile oraya canlılığı getirmeye niyet ettik. Face’in etkisinin önemli bir kısmı yaşıyor oluşu. Rüzgarın da hareketleriyle o imgelerin hareketlendiği bir esere niyet ettik ve o canlılığı ses çok güzel bir şekilde destekledi. Su, hayvan, böcek ve kuş sesleri gibi dünyanın farklı yerlerinden gelen ve kaydedilmiş birçok sesi oraya getirmek güzel bir histi. Bütün bu hareketi başlatan şey de o çağrıydı. Rumi’nin “Gel, kim olursan ol gel” sözünün “Come whoever you are” tercümesi olan çok güzel bir ses.
Bir besteyi yorumladı Aslı, vokallerini de o yaptı. Gün doğumu ve batımında sesin yükseltilmiş bir şekilde kendine doğru çağıran bir etkisi olmasını istedik. Karşında heybetli bir yüz var. Muhatap o. Neyin muhatabı olduğunu tanımlamak çok zor tabii ama bir muhatap yani. Kendinle iletişiminde aslında kendi yüzünü göremediğin ama iç sesinle iletişim kurduğun bir muhatap. İç sesle bir olmanın aslında ne kadar değerli olduğunu ortaya koymak istedik. Çünkü içimizden kendimizle konuşmamızın çok değerli olduğunu ve en önemli iletişimin orada olduğunu düşünüyorum. Bunun aslında tanrıyla konuşmak gibi bir tarafı var. Ama çok zor ve birbirimizle konuşmak, yüzeysel sohbetler etmek çok daha kolay. Gerçekten ne dediğini anlamak, kendi kendime söylediğim bir sürü şeyi duymak çok zor. Ona bunun için bir tür meditasyonla insanların kendilerini eğiterek duyabildikleri bir yere doğru gidiyor. Ama gerçekten bir muhatap olsa, bir ayna olsa. İşte orada yine kendi yüzümüzü görüyor olduğumuz için bir yabancılaşma başlıyor, çünkü kendine baktığın zaman daha yüzeysel şeyler düşünmeye başlıyorsun. “Ağzım, gözüm nasıl gözüküyor?” gibi düşünceler başlıyor. Ama aslında iç sesin bir naifliği var ve karşında doğadan parçalarla birleşerek oluşmuş, hem paramparça hem bir bütün olan bir yüz olunca konuşmak istiyorsun. Zaten Rumi’nin de yaptığı çağrı o: “Gel, kim olursan ol gel. Ne günah işlediysen hepsiyle beraber gel.” diyor. Yani hislerin ne olursa olsun o suçlulukla, içindeki o yüzleşmedeki bütün takışmaların hepsinin kabul gördüğü bir yer burası. Havada asılı olmasından kaynaklanan, sanki oraya ait değilmiş gibi, bir obje gibi olmayan bir şey -ne olduğu da tam belli değil- ve o hisle bir bütünleşti. Gerçekten de çok güzel bir deneyime dönüştü, sesle çok bütünlendi. O ses olmadan çok eksikti bence, imge tek başına yeterli değildi, sesle birlikte çok müthiş bir şey oldu.
Deni: Bir de bence en çok alınan geri dönüşlerden biri, Burning Man’in sürreal bir deneyim oluşuna uyumlu olmasıydı. Bayağı sürreal bir imaj çünkü karşındaki.
Milen: Bu sene Burning Man’in konsepti “Waking Dreams”. Festivalde yer alacak eserlerin bu konsepte sırtını yaslamasını istiyorlardı. Rüyanın içinde uyanmak aslında kendini fark etmekle ilgili – Waking Life filminde de hatırlarsınız belki – lucid dreaming gibi, kendini fark etmek ve rüyada olmak aynı anda olan bir deneyim. Face de buna çok yakıştı. Tam olarak bundan bahsediyoruz biz de çünkü.
Deni: Çöl için tasarlanmış gibi hissedilmesinin, yani “Doğru, buraya çok uydu bu eser” denmesinin en önemli sebeplerinden biri boşluğu kullanış şekli. Yani doluluğu var, bir sürü parçası var ama aslında genel kompozisyonunun çoğu boşluk. O boşluk da aslında çölün arka planda olduğu ve oradan bir sürü soyut anlam çıkabilecek bir parçası onun. Çünkü yer var, ufuk çizgisi ve gökyüzü var ve dünyadayız ama tamamen bir boşluktayız. Kafanın içi gibi düşünülebilir o. Bir sürü anlamda soyut referansı olan birleştirici bir öğeydi. Sadece çöl, çölün arkada olması, parçaların bir duruşu oluşu değil; bir de boşluğun da o parçalarla birlikte orada olması… Konu Yin Yang’e kadar bir sürü yere gider.
Gümrah: Şu an hem Burning Man’in etkisindesiniz hem de bu işi oraya taşımış olmanın… Durduramıyorum sizi akıyorsunuz anlatırken hikayenizi.
Milen: İşle de böyle bir romantik bir bağımız gerçekten var. Burning Man’e gitmemiş olsa da aslında işin üzerimizdeki etkisi böyleydi hep başından beri. Şu anda yerine oturmuş olmasının bir tatmini var tabii ki.
Gümrah: Bu yolculuğun en büyük zorluğu ve mutluluğunu duymak istiyorum sizden, ikinizden de ayrı ayrı.
Milen: En büyük zorluluğu… hepsi.
Çok ilginç bir şekilde her yeri çok zorlayıcıydı. Biz çok uyumlu ve zorlu durumlara dirençli bir ekibiz. Problem çözmeyi aşırı seviyoruz ikimiz de. Bu arada birbirimizden çok farklı olmamızla beraber çok fazla ortak noktamız da var. Ben o soruda bunları söylemek istiyordum şimdi kısmet oldu. Çok aşırı benzediğimiz bazı alanlar var, tasarımı yaparken de o oluyor. Tasarım dilinde aradığımız şey ortak. Hayattan beklentilerimiz çok benziyor, problem çözmeye yani hayatın bize gelişi ile baş etme şeklimiz de çok benziyor. O aslında bizim mercek altında bununla ilgilenmemize sebep oldu. O kadar çok problemle karşılaştık ki, gerçekten saymakla bitmez. Şaşırtıcı derecede çok fazla. Her adımda olabilecek her sıkıntı çıktı. O yüzden bir tanesini diğerinden ayırmak istemiyorum, hepsini çok seviyorum. (gülüyor)
Bütün sıkıntılarımızdan hepsini bir paket olarak, tek bir şey olarak bahsetmek istiyorum çünkü olacak iş değildi hiçbiri. “Bu diğerinden daha çoktu” desek diğerine ayıp olacak. (daha çok gülüyor)
Deni: Hani bir işi diyeyim, ya da herhangi bir şeyle ilgili bir motivasyonun ararken o işi yapmak veya yapmamak, ya da ona doğru ilerlemek ile ilgili biraz gerçekçi ya da biraz elverişli tarafları olmasını bekler insan. Mesela ilk defa Burning Man’e gidiyorsun, dolayısıyla enstalasyon hiç gitmediğin bir yerde. Hiç gitmediğin, çok zor şartların olduğu bir yerde o enstalasyonu oraya kurma cesaretini gösterme, o yola baş koyma motivasyonunu edinmek için. En azından gideceğin yerle aynı ülkede ya da aynı kıtada olsan belki bir yerden tutunursun; ama o kadar bilmediğimiz bir ortam, hiç bilmediğimiz bir ülke… Orada tutunabilecek tek şey herhalde bu işi daha önce yapmış olmamız ve o tür bir yapıyı kurmayı biliyor olmamızdı -yani sadece biliyor olmamız, kafamızda! Çünkü sonuçta bizim bir ekibimiz var ve o ekiple birlikte bu işi yapıyoruz. Bence kesinlikle en zoru; farklı bir ülkeye gidip orada bir şey üretmek, sonra o ürettiğin şeyin bütün lojistiğini planlamak, hiç bilmediğin şartlarda hiç bilmediğin bir yere onu götürüp kurmaya çalışmaktı. Evet, hepsi ama belki de en zorlayıcı yeri kendi elimizle yapmış olmamız.
Milen: Ölçek, elimizle kurmaya alışık olduğumuz ölçeğin ötesindeydi. İkimiz de el işine zaten çok yatkınız, zaten bunu yapıyoruz ve yıllarca da yaptık ama…
Gümrah: Boyutları neydi tam olarak eserin?
Deni: Yüksekliği 4.5 metre. Genişliği de aşağı yukarı 12’ye 10, 12’ye 9 gibi.
Milen: Ölçek büyük, detayları çok fazla ve ekibimizden bir kişiyi mutlaka götürecektik ama Amerika vizesi mevzusu çıktı. Pandemi sonrasında bir sene sonrasına vize tarihi veriyorlardı ve bizim kendi vizemiz olduğu için biz ikimiz Evrim’le beraber gidebildik. Evrim daha teknik kısımlarla ilgili olduğu için aslında kurulum kısmının %90’ı, belki daha da fazlası, bize kaldı. O da gerçekten sınırlı bir zamanda. 2 ay önceden gidip kurmaya başlasak, zamanımız olsa falan tamam ama biz sınırlı bir zamanda, sınırlı bir bütçeyle -yani gerçekten sınırlı bir bütçeyle- kendi şartlarımızla elimizden geleni yaptık. Tabii ki bu süreçte bize inanılmaz destek olan iki tane çok kilit insan var, onlardan bahsetmek istiyorum. Biri Alper Nakri, diğeri de Blue Nectar Selin Çamlı. Selin de Alper de Los Angeles’ta. Selin çok uzun süre Los Angeles’ta yaşadı, şimdi Akyaka’da zaman zaman beraberiz; Alper de benim yuvadan arkadaşım, o da Los Angeles’ta yaşayan bir sanat yönetmeni, bayağı çocukluk arkadaşım yani. O ikisi olmasa zaten yapamazdık, kesinlikle mümkün olmazdı. Onların bize sağladıkları koşullar, verdikleri rahatlık zaten bizim bu cesareti göstermemizi sağladı. Yoksa “biz bu işi yapamıyoruz” deme noktasına da geldik gitmeden. Yani “Nasıl yapılacak? Gerçekten ekibimizden birilerini götürmeden mümkün değil” dediğimiz bir yere geldik bazen. Çok ciddi anlamda sevdiğimiz insanların desteğiyle aslında yapabildik bu işi, ama eninde sonunda bunu yaparken ikimiz baş başaydık. Yani işin kendisini, ucunu tutarken ikimizdik. Oranın fiziksel olarak sıkıntısı çok büyük. Zaman olsa rahatlayabileceğimiz veya destek olsa rahatlayabilecek bir projeydi ve ikisi de yoktu. Biz gerçekten uykusuz ve sakatlanmış bir halde, ben el-kol sakatlığı, Deni’de bel-sırt sakatlıkları şeklinde geri döndük ama hâlâ bir nebze sağlamız, %90 tek parçayız.
Gümrah: Sadece iki kişilik bir dev kadroydunuz yani…
Milen: Evrim Tüfekçioğlu’nu da özellikle söylemek istiyorum. Üç kişi gittik. kesinlikle Evrim’in gelmesi de inanılmaz önemli bir destekti. Gerçekten bizim hiç anlamadığımız ve anlamaya çalışsak da anlayamayacağımız konuda destekti. Malzemeden biz çok iyi anlıyoruz – yapısal fizik, fizik kuralları bizim en rahat ettiğimiz konular- ama jeneratör, elektrik, ışık, ses… hakim olduğumuz alanlar değil. Evrim de Suma Beach’in, Big Burn’ün yaratıcısı, benim eski patronum ve çok sevdiğim bir insan. Bizi bütün teknik detaylarda o kurtardı. Bize üç kişi daha lazımdı, biz böyle üçümüz bir şekilde altından kalktık.
Gümrah: Söyleseydiniz ben gelirdim.
Milen: Valla önümüzde projeler var Gümrah, bekliyoruz.
Gümrah: Peki The Face’ten başka Türkiye’den gelen bir artwork var mıydı?
Milen: Aslında bu Türkiye’den giden ilk sanat eseri Burning Man tarihinde. Türkiye’den katılan ilk sanatçı – yani Türk – Alper, daha önceden bir proje yaptı Burning Man’de. Los Angeles’ta yaşayan o da honorary almış bir Türk sanatçı. Ama Alper’in yaptığı şey daha çok kurulan bir görsel, enstalasyon değildi, daha deneyimsel bir şeydi. Ama evet, Türkiye’den giden ilk işti. Yani aslında iş zaten kendini Burning Man’e götürmek çok istiyordu. Bir de bir yerden sonra Face’in kendisinin bağımsız biri olduğuna kesin karar verdik. O bizden bağımsız hareket ediyor, biz de ona uyuyoruz; yani Face gitmek istiyor, biz tamam diyoruz, elimizden geleni yapıyoruz. Ya da Face diyor ki “Şu şekilde kurulması lazım”, tamam diyoruz… Öyle bir diyaloğa dönüştü zaten ve iş kendisi çok gitmek istedi. Biz de elimizden geleni yaptık açıkçası.
Gümrah: Şu an bir yerlerde uyuyor The Face herhalde?
Milen: Büyük bir kısmı uyuyor. Eserin büyük parçalarının çoğu aslında bağış yapan insanlara hediye edildi. Parça parça olmasının da öyle bir güzelliği var, çünkü her parçanın kendisi zaten bir eser gibi. Yani tek parça olarak alıp onu duvara astığınız zaman zaten çok etkileyici bir güzelliği var. Projenin başında üretim için bir bağış toplama kampanyası başlattık ve aslında bütçenin büyük bir kısmı bu şekilde sağlandı ve şu anda parçaların çoğu bize destek olan insanlarla beraber.
Bu parça parça olma hali, genelin birliğiyle ilgili de bir tarafı olduğu için hepimizin birbirimizden ayrışık ama bir arada olduğumuza dair bir çağrıyı da beraberinde getiriyor. Biz onu birleştirdik ve sonra parçalarıyla dünyaya, insanlara dağıldı. Çok farklı yerlerde şu anda parçaları. Onun da sembolik bir tamamlanması oluyor iş bittikten sonra. Yani her parçanın biriyle beraber evine gitmiş olması ve dağınık bir şekilde farklı yerlerde de var olmaya devam ediyor olması sanırım en doğru hali – yani onu kurmaktan çok. Çünkü, dediğim gibi, işlerin bir nebze geçici olması bizim işimizin bir parçası. Her zaman olmasa da çoğunlukla. Kaldırıldıktan sonra dağılıp hâlâ bir yerde o etkisine devam ediyor olması bence çok önemli.
Gümrah: The Face’ten kalan zamanda bir Burning Man deneyimi yaşayabildiniz mi?
Milen: Elimizden geleni yaptık, çok yorgun olmanın dışında. Gerçekten koşulları çok zor bir seneydi bu sene. Yani daha önceki senelere göre çok ciddi kum fırtınalarının olduğu -insanların paylaştığı bilgiler bunlar tabii, biz buna çok hakim değiliz ama- çok sıcak hava dalgalarının olduğu bir zamandı. Los Angeles’ta dükkanlar kapatılıyordu sıcaklardan dolayı, biz çöldeydik o sırada. Yani inanılmaz bir sıcak ve üstüne kum fırtınaları ile beraber…
Deni: Bir de üzerine çok fazla fiziksel iş. Ama şu andan bahsetmek belki güzel olur. Biz kurmaya başladık, artık dördüncü gün festival başladı ve akşam oldu. Kafamızı bir kaldırdık…
Milen: Ve devam ediyoruz bu arada. Yetişemedik, yani birçok eser yetişemedi.
Deni: Aynen. Yani festival başladıktan iki gün sonra tam olarak bitmişti aslında ama o festival başladığı gün biz de bayağı bir yol aldığımız bir anda, kafamızı akşamın bir saatinde kaldırdığımızda etrafımızda gördüğümüz o görsel şölen! Yani çok çok etkileyici görselliği olan bir ortam. O kadar çok stimülasyon var ki etrafta, orada herhalde bir tür hayatta kalma savaşı, adrenalin durumu da var. O kadar yorgunluğa ve zorluğa rağmen merak daha ağır bastı diyeyim. Dolayısıyla evet, işimiz bittiği andan itibaren aslında sanki hiç yorulmamış, hiçbir şey yapmamışız gibi en azından beş gün bayağı içine girdik ve yaşadık Burning Man’i.
Milen: Yani zaten Burning Man’in iddiası içimizdeki çocuğa hitap ediyor olması, herkesin o çocuksu halini dışarı çıkarması için bir fırsat yaratması. Çocuklar için bir şehir gibi ama her yaştan insan var. Tabii herkesin kendi hayal dünyasını getirdiği bir yer. Normalde festivaller bir prodüksiyon tasarımı ile kuruluyor – biz de bu işi yapıyoruz – insanların ne deneyimleyeceğini tasarlıyorsunuz. Burada öyle bir durum yok. Burada herkes katılımcı. Yani aslında kamp kuran veya sahne getiren insanlar da Burning Man’e katılan insanlar. O yüzden herkesin getirdiği bir şeyle birlikte bir festivale dönüşüyor ve bu çok etkileyici. Herkesin iç dünyasını izliyorsun ve çok eğlenceli. Yani bisikletlerin üstünde sana heyecan verecek “o şeyi” arayan çocuklarız merak içinde. Çok müthiş bir deneyimdi.
Gümrah: Bu kadar spiritüel bir işten sonra ne yapacaksınız?
Milen: Meditasyon. Ben başka hiçbir şey yapamıyorum şu an.
Gümrah: Ne yapıyorsunuz mesela şu an, üzerine çalıştığınız yeni bir proje var mı?
Deni: Yatış üzerine çok da güzel. (gülüyor)
Milen: Derinleşiyoruz. Böyle mi yatsam? Gerçekten neyin üzerine çalışıyoruz… “Echoes From Agartha” önemli bir proje bizim için ve uzun vadede onunla ilgili kurduğumuz hayaller var. Şu anda onunla ilgili bir şeyler de yapıyoruz bir yandan. Yani onun da adını geçirmek çok isterim çünkü benim için- Deni için de öyle olduğunu düşünüyorum – bizim için hayallerimizi gerçekleştirebileceğimiz çok değerli bir yere evrildi. Orası da müthiş bir oyun alanı. Aşağı kalır yanı yok yani Burning Man deneyiminden.
Gümrah: Peki size şehirden bir köşe ayıracak olsak nereyi ayıralım istersiniz, kamusal bir alan?
Milen: Kamusal alan…
Ya ben Beyoğlu Anadolu Lisesi mezunuyum. Yani on bir yaşında İstiklal’e gidip gelmeye başladım. O yüzden benim için karşı konulmazdır İstiklal ve Taksim Meydanı. Ama tabii ki enerjisi çok değişmiş olmakla beraber ne zaman büyük kamusal alan desem ben Taksim Meydanına koyduğum kocaman bir sanat eseri düşünüyorum, başka hiçbir şey düşünemiyorum.
Deni: Gazhane olur.
Gümrah: Deni düşündü ve plan yaptı şu anda.
Milen: Ayakları yere basan bir insan o.
Gümrah: Çöl benim için çok etkileyici bir coğrafya. Hayatımın bir döneminde üstüste ziyaret edip kafa yormuştum bana neden böyle hissettirdiğine dair. Jean Baudrillard’ın Amerika kitabındaki “Çöl, bedenin iç sessizliğinin doğal bir uzantısıdır.” diye tarif ettiği çöl felsefesi ilham vermiştir hep bana. Sizin bu yolculuğunuzu dinlemek de içimdeki çölü uyandırdı bir kez daha. Teşekkür ederim bu güzel sohbet için. NAE’nin gelecek dönemde bize anlatacağı hikayeleri merakla bekliyorum. Başka eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Milen: Daha çoklarını yaratmak istiyorum ben. Burning Man’e gitmenin ötesinde ‘Burning Man like experiences’ peşinde olmamız gerektiğini düşünüyorum her yerde – burada da ve her yerde! Çünkü aslında bu oyun alanlarına herkesin ruhunun acayip ihtiyacı var. Bu kadar karmaşık ve çelişkili hayatlar yaşarken, özellikle Ortadoğu’da bir yerdeyken ve İstanbul gibi, Türkiye gibi, bu kadar eklektik tarihi, inanılmaz sanatsal derinliği olan bir yerde bizim belli standartlara, belli beklentilere bağlı hayatlarımız olması bence en önemli ilham noktamız olmalı. Burning Man’e gitmek ile ilgili bir şey olmadığını aslında söyleyebilirim gittikten sonra. Zaten hevesimiz de şöyle bir yerdeydi bizim için; dünyanın farklı ve iyi festivallerinin hepsine gitmek istiyoruz, çünkü festival tasarlıyoruz ve bu bizim için önemli. Ama gerçekten esas motivasyon oraya gitmek değil de buralarda, her yerde, sürekli bir şekilde bu çocuksu duyguyu içimizden çıkartacak, bu şaşkınlık, hayranlık ve heyecan hissini yaratacak deneyimler yaratalım, önemli olan o.
Milen ve Deni Nae, Gökova

VAROLUŞUN USTA KURGUCUSU: JENNY HVAL
Röportaj: Ceren Kahveci
Oslo asıllı multidisipliner sanatçı Jenny Hval, sıradanlığa meydan okuyan kompozisyonlar, ütopik görünmekten çekinmeyen görseller ve var olmaya ilişik tartışma konularını ele alan eserleri ile senelerdir dinleyiciyi tutku dolu serüvenlere çıkarıyor. Sanatını sadece bir kutuya hapsetmeden müzik, şiir, yazı ve performans sanatlarıyla kendini sahnede bulan Hval, “sadece kendisi” olmanın tanımını ararken benliğini gözler önünde parçalara bölüyor, hikayelere döküyor. 4-5-6 Kasım’da gerçekleşecek olan Beats by Girlz Türkiye Festivali’nde çevrimiçi söyleşi ile katılımcılarla buluşacak olan sanatçıyla prodüksiyon süreci, sahne kimliği ve bir sanatçının kendini anlama arzusu üzerine konuştuk.
Öncelikle merhaba Jenny, seni burada ağırlamak çok özel. Son zamanlarda hayat nasıl gidiyor?
Hayatım son zamanlarda biraz dramatik, ki normalde hiç böyle değildir! Köpeğim Salı günü çok hastalandı ve uzun bir süredir bunu yenebileceğinden emin değildik… ama şimdi evde ve gayet iyi görünüyor. Bundan dolayı son zamanlarda hiçbir şey yapmaya zamanım kalmadı! Aradığınız cevap büyük bir ihtimalle bu değildi, fakat hayat sürprizlerle dolu.
Sektörde farklı kalıplarda çıkardığı eserleri en pürüzsüz ve keyifli bir şekilde birleştiren multidisipliner sanatçılardan birisin. Bir hikaye, fikir, veya düşünceyi hangi formatta dünyaya aktaracağını nasıl seçiyorsun?
Teşekkür ederim. Çok da pürüzsüz bir duruşum olduğunu düşünmüyorum, ama başkalarının böyle düşünüyor olması hoşuma gidiyor. Bu bir şeyleri başardım, doğru yapıyorum demek. Genellikle bir şeye odaklanmayı planlıyorum, bundan dolayı bu daha çok pratikliğe bağlı bir seçim oluyor. Eğer prodüksiyon aygıtlarımı çıkarmışsam, ses kaydı üzerine çalışırım. Eğer yazmaya odaklandığım bir dönemdeysem, bilgisayarımı çıkarıp yazarım. Ama normalde birkaç proje üzerinde aynı anda çalışıyorum ve bunlar birbirini etkiliyor.
Beats by Girlz festivaline yazılı eserlerin üzerine konuşmak için katılıyorsun. Okuyucunun sesini duymadığı veya seni görmediği, tamamıyla kullandığın kelimelere odaklandığı bir formata olan yaklaşımını nasıl kuruyorsun?
Senelerce “duyan” veya “duyulmayı isteyen” bir ses bulmaya çalıştım. Duyuların farkında olan bir sesti bu sanırım, tıpkı bir kayıt gibi. Ama müzik benim için yapması daha kolay bir şeydi – böyle oldu. Müzik yaptığımda her zaman “zaten oradaydım”, anı yaşıyordum fakat kelimelerle çalışırken kendimi yakalamak için daha uzun ve karmaşık bir yol izlediğimi hissediyordum. Şimdi yazının, vücut bulmanın ve kağıttan dışarı adım atmanın hayalini kuran bir sanat biçimi olduğunu düşünüyorum. Müzik ise vücuttan dışarı çıkıp sayfaya dökülmeyi hayal eden, düşünmek için daha çok zaman harcanan bir sanat biçimi. Fakat belki de kağıt da bir vücuttur diyebilir miyiz?
Eserlerin, cinsiyet konseptinin özüne inen her şeyi çerçeveliyor diyebiliriz: derin sözlerle aktarılmış, cinsellik, aşk, ve ‘sistem’ üzerine düşünceler. Varoluşa bu kadar sıkıca bağlanmış düşünceleri kelimelere dökebilme kabiliyetini nasıl keşfettin?
Sanırım bu benim için çok doğal bir şekilde gelişti. Belki de hayatımın başlarında hep müzikle içli dışlı olduğum için. Babam Annette Peacock ve Diamanda Galás gibi sanatçılardan şarkılar dinletirdi. Sonrasında üniversite hayatımda performans ve tiyatroyla beraber şiir ve yazı okudum ve benim okulumda feminist performans sanatlarına çok yoğun bir ilgi vardı. Galiba sesimin doğal bir şekilde hakikati parçalara bölme, cinsiyet ve cinselliğin keşfi ve kendi yumuşak sesli iç monoloğum arasında bir kesişime dönüştüğünü hissettim.
Çok güçlü bir sanatçısın. Özellikle bir kadın olarak sektöre giriş yolunu nasıl çizdin?
Her ne kadar belki de hiçbir zaman müzik sektörünün eserlere profesyonel miksaj ve düzenleme ile “yüksek kalite ses” standardı getirmesini anlayamayacak olsam da, her zaman sohbet etmekten ve beraber çalışmaktan çok hoşlandım. Benim hayalimdeki dünyada, eseri yaratıyorsun ve daha doğrudan bir şekilde dinleyiciye iletiyorsun. Fakat müzik üzerine çalıştığımda bu olmuyor, bu şekilde bir etkileşimi en başlarda kendi CD-R’larımı yaptığım zamanlardan beri gerçekleştiremedim. Belki de canlı performans olduğunda bu oluyor diyebiliriz.
Çıkardığın her yeni eserlerle dinleyicilerini seninle kişisel bir yolculuğa çıkarıyorsun, bazen senin bile tam olarak cevaplayamadığın sorular soruyorsun. Kendini ve etrafını anlamak için çıktığın bu serüveni başkalarıyla paylaşıyorsun, onlar dokunmadan uzaktan izliyor. Bu da birinin bir şeyleri anlamak için verdiği mücadeleyi ihtişamlı bir gösteriye dönüştürüyor. Sen Jenny Hval’ı nasıl tanımlardın, hem kadın hem de sanatçı olarak?
Aslında eserlerimde dinleyicinin bir katılımı, etkisi olduğunu düşünüyorum. Sanatçı olan Jenny Hval, sahnede olan kişi, umuyorum ki hep beraber oynadığımız bir rol, bir yol kesişimi aslında. Belki onunla beraber ya da ona karşı oynadığımız bir rol. Kişi olarak Jenny Hval ise o sanatçı rolüne bürünen biri. Vücudunu, sesini ve oluşumunu ona adayan biri.
Eserlerin belli şeyler üzerine olan düşüncelerin üzerine dinleyiciye güçlü fikirler veriyor. Kışkırtıcı olmaktan çekinmiyorsun. Son albümün ‘Classic Objects’te fikirlerinin zamanla ve tecrübeyle değişmesinden bahsediyorsun, mesela evlilik üzerine olan düşüncelerinin. Hiç “belki de bundan bahsetmeye daha hazır değildim” dediğin bir zaman oldu mu?
Konuştuğum, bahsettiğim şeylerin her zaman farkında olmuyorum. Yazarken yazdıklarımın alacağı tepkileri ya da eserlerimin beni bir birey olarak nasıl portreleyeceğini düşünmemeliyim, çünkü o zaman duygusal ve entelektüel korumacılığım beni yazmaktan alıkoyuyor. Düşündüğüm şeyler sorumluluğum, başkalarına karşı empatim oluyor, fakat tecrübelerim ve bunların nasıl görüneceği üzerine kafa yormuyorum. Bunları bir kenara koyuyorum. Kurgularken, onu yazarken, kelime ve dokularla eser yaratmanın sana teşhis koymaya çalışan terapistinle, seni anlamaya çalışan arkadaşınla, ya da seni korumaya çalışan günlüğünle konuşmakla benzer olmadığını unutmamak oldukça önemli. Dinleyici dilediği kadar farklı düşünce ve bakış açısı arasında gidip gelebilir. Bağlanmanın, anlaşılmanın milyonlarca yolu var. Sanat, etrafındakiler, yapılar ve dinleyici olmadan tanımlanamayacak bir ses ve vücudun keşfedilme alanı. Evlilikten bahsettiğimiz için de şunu soruyorum… gerçek hayatta bile, kim evliliğin onlar için ne anlama geldiğini kültürel, politik, sosyal yapılanmalardan etkilenmeden tanımlayabilir ki? Veya Tanrı? Ya da cinsellik?
Hval’ın 2022 çıkışlı albümü ‘Classic Objects’ kapağı
Eserlerinle etkileşenlerin senin dünyana kişisel bir kapı açacak olmaları düşüncesiyle rahat olma sürecini nasıl yönetiyorsun? Böyle bir süreç var mı, yoksa bu sana daha doğal mı geliyor?
Sanırım bu hep gelişen bir süreç, ama eserlerimle etkileşenler gerçekten de benim kişisel dünyama giriyor olacaklar mı?
Toplum, dediğin şeylere nasıl tepki veriyor?
Bunu onlara sormalısın, bana değil!
Son soru: Şu an sektörde kendilerine yol açmak isteyen kadın sanatçılara önerin ne olurdu?
Merakınızı kaybetmeyin ve kendinize zaman verin.
View this post on Instagram
Jenny Hval, 4-5-6 Kasım tarihlerinde Yapı Kredi bomontiada’da gerçekleşecek olan Beats by Girlz festivali kapsamında katılımcılarla buluşuyor. Sanatçı, 5 Kasım Cumartesi günü 13.15-14.00 saatleri arasında Umami Kitap’tan Büşra Mutlu ile çevrimiçi söyleşi yapacak. Hval’ın söyleşisine ve festivalin geri kalan etkinliklerine ücretsiz katılabilirsiniz.

"BEN"LİK, ŞEHİR VE TOPLUM: MAMUT ART PROJECT'İN 10. YILINDA, SANATÇILARIN ZİHNİNDE DOLANDIĞIMIZ KISA BİR TURA ÇIKIYORUZ
Röportaj: Ceren Kahveci
Fotoğraf: Emirkan Corut
Ülkedeki bağımsız yetenekleri ince çalışılmış kürasyonu ile her yıl bizlerle buluşturan Mamut Art Project, onuncu edisyonu ile 26-30 Ekim arası Yapı Kredi bomontiada’da sanatseverlerle buluşuyor. Üretimlerinde, kendileri ve içinde bulundukları toplumu anlayabilmek ve anlatabilmeye odaklanan 49 sanatçıyla, aralarında komüniteden tanıdık simalar ve yeni bir sürü isimle bizi bir araya getiriyor. Eserlerin arasında buluştuğumuz sanatçılarla bir yandan sohbet ederken keyifli bir tura çıkıyoruz.
Mamut Art Project’in bu yılki jürisinde, British Council Türkiye sanat direktörü Esra A. Aysun; iş insanı, hukukçu, koleksiyoner Mehmet Ali Bakanay; sanatçı Antonio Cosentino; sanat tarihçisi, küratör ve sanat eleştirmeni Nazlı Pektaş ve Zilberman Galeri’nin kurucusu ve koleksiyoner Moiz Zilberman yer alıyor.
Eserleri aracılığıyla başkasında kendimizi görme, iki boyutlu çalışmalarla bağ kurabilme zevkine ulaştığımız katılımcılardan birkaçıyla, yollarını MAP ile çatıştıran sergileri üzerine sohbet ettik.
Gökhan Çiçek “Belirsizlikler”
Gökhan Çiçek’e soruyoruz:
Estetik algı, bakma ve analiz etme duyusu neye göre gelişiyor sence insanlarda? Bu fiziksel unsurun kendi küçük dünyamızdaki etkisini nasıl fark etmeye başlıyoruz sence?
Gökhan: İnsanda estetik algı, bakma ve analiz etme gibi duyguların gelişimini tek bir faktöre bağlamak yanlış olacaktır. Özellikle fotoğraf gibi günümüzde çok disiplinli olma yolunda ilerleyen sanat dallarında kişi belirli bir estetik kültür ve dil oluşturmak adına bir çok kaynaktan beslenmeli ve kesesini bir çok farklı disiplinle doldurmalıdır. Bu disiplinler sanat olabileceği gibi felsefe, edebiyat ve hatta günümüz teknoloji çağında bilgisayar teknolojileri dahi olabilir.
Bu unsurun kendi dünyamızdaki etkisini farketmemiz bir hayli zor. Kişi, bakma ve analiz etme kabiliyetlerini çok yönlü bir şekilde geliştirirdiği takdirde bu kabiliyetler ile iç dünyasını analiz ederek, bireydeki etkisini pekala gözlemleyebilir. Yine kişi toplumdan gelen verileri de analiz ederek kendi dünyasında olan bitenleri bir başka göz aracılığıyla gözlemleyebilir.
Estetik algı, bakma ve analizin gelişim sürecini kişinin ileriye doğru hareket ederken aynı zamanda kaçacağı bir kaçış rampası olarak görüyorum. Kişi bu gelişim sürecinde varolma düşüncesinden kaçarken aynı zamanda varlığını da kabullenerek bir noktada kendini yok ediyor ve bu yok oluştan kopan parçalar sanatla birleşerek kişinin özgün dilini oluşturuyor.
Kamera ile bakma eylemini manipüle edebiliyor, değiştirebiliyorsun, eserlerinde de buna odaklanıyorsun. Kendi kişisel hayatında, günlük hayatında bu eylemi pozitif bir şekilde kontrol ediyor musun? Yoksa daha sonra üzerine düşünürken temize çekilen bir bakış açısı mı güdüyorsun?
Gökhan: Kameranın gerçekleri manipüle edecek bir yanının olduğu reddedilemeyecek bir gerçek. Fakat benim için, kamera görünen gerçekleri manipule ederken iç dünyamdaki görünmeyen gerçekleri gözler önüne serdiğim bir araç olarak öne çıkıyor.
Fotoğraf, bana kişilerin varoluşlarının temelinde yatan çarpıklıkların gerçek yüzünü ortaya çıkarırken, aynı zamanda acı çeken ve sıkıntı içerisinde olan toplumu anlamlandırmama yardımcı oluyor. Bu anlamlandırma da, beni daha derinlerde bir şeylerin cevaplarını aramaya yönlendiriyor.
Çalışmalarımda da bu manipüle edilmiş gerçekleri plansız ve doğaçlama işlerle anlık olarak ortaya çıkarmaya çalışıyorum. Bu anlık gerçekleri o anda ortaya çıkarmanın gerçekliği anlamlandırmaya en çok yaklaşabileceğim an olduğunu düşünüyorum. Bu plansız ve doğaçlama çalışma tarzını, kişisel hayatıma da yansıtarak manipüle edilmiş gerçekleri asıl anlamlarından kopartmaya çalışıyorum.
Mathilde M. An “POOLBOX #1”
Mathilde M. An’a soruyoruz:
Çalışmalarını kolektif hafıza üzerine yoğunlaştırıyorsun, arşivlerle çalışıyorsun. Kolektif hafızayı nasıl tanımlıyorsun?
Mathilde: Ben bu işlere kendi kişisel hafızamdan yola çıkarak başlamıştım. “Kişisel hafızamı nasıl kolektif hafızaya aktarabilirim, nasıl bir parçası olabilirim?” Bu yüzden arşivlerle çalışmaya başladım. Aslında “imaj”la çalışmaya başladım, fotoğraf, video, enstalasyon… Farklı bir bakış açısı yaratmaya çalışıyorum.
Aydınlığa çıkarmak için seçtiğin hikayelerde neye dikkat ediyorsun?
Mathilde: Arşivleri ben fosilleştirmeye çalışıyorum. Dijital bir dönemde yaşıyoruz, günde binlerce fotoğraf yaratıyoruz fakat zaten yaratılmış fotoğraflar var tarihimizde, onları tekrardan aydınlatmaya çalışıyorum. Bu fotoğraflar 1966 yılında İzmir’de bir havuzun açılışından fotoğraflar. Dansözler ve müzisyenler davet edildi, su altında bir gösteri yaptılar. Bunları metinlerinden ayırıp, arşivleri farklı bir şekilde göstermeye çalışıyorum.
Kolektif hafızanın kişisel hayatımızdaki önemini nasıl açıklardın? Senin olduğun kişiyi nasıl etkiledi mesela etraftan duyduğun, anlatılan hikayeler ve kişiler?
Mathilde: Biz bu dünyanın bir parçasıyız. Her gün kişisel hafızamızı kolektif hafızaya aktarıyoruz. Benim ilk deneyimim kendi kişisel hafızam oldu, ilk çalıştığım arşivler benim arşivimdi. Daha sonra insanlardan toplayarak kolektif bir hafızaya dönüştürüyorum.
Bilge Artuç
Göknur Avcı “Karga”
Maide Aybala “ve seni gördüm, eğninde bir mavi gözlerin vardı”
Gülnihal Yıldız
Ci Demi “Unutursan Darılmam”
Ci Demi’ye soruyoruz:
Eserlerin ve sanatın, İstanbul’da geçmiş olan hayatının bu şehirden nasıl etkilendiğini analiz ediyor. Şehirle kurduğun ilişkiyi gözler önüne seriyorsun, ve şehirle olan ilişki de çoğu insanın hayatındaki en uzun süren ilişkilerden biri diyebiliriz. İstanbul’u bir insan gibi tanımlasan, bu ilişkinizi nasıl yorumlardın?
Ci: İstanbul’u kendime benzetiyorum ve onunla alıp veremediğim her şey bundan kaynaklanıyor. İstanbul, bikontinental; ben de bipolarım. Her ikimiz de kendi içimizde çelişiyoruz bazen — çünkü aynı anda iki farklı hikayeye aitiz ikimiz de. Öte yandan, ben kendimin en iyi arkadaşıyım diye düşünürüm; İstanbul, tanısaydı kendisini bu kadar sever miydi? Bilmiyorum.
Şehri kariyerin boyunca didik didik etmiş bir sanatçısın, buna Unutursan Darılmam‘da da devam ediyorsun. İstanbul’la ilgili hakikati nasıl tanımlarsın? Seni buraları keşfetmeye iten şey tam olarak ne unsuru oluyor bu şehirde?
Ci: “Unutursan Darılmam”, hem şehrin bana söylediği, hem de benim şehre söylediğim bir laf. 2019’da başlayıp 2021’e kadar süren ve beni evden çıkamaz hale getiren depresyonum sırasında icat ettiğim bir “sözleşme”: Bir gün gelecek ve içimizden biri gidecek ama sorun değil bu, çünkü biz aramızda anlaştık. İstanbul, gidilen bir yerdir, yani yola çıkılan o başlangıç noktası; o hep geride bırakılır ve bunun melankolisi, burada kalanların üzerine sinmiştir. İstanbul’u irdelemek benim için çok kendiliğinden olagelen bir eylem diğer yandan; o benim Ataşehir’deki çocukluk anım, Kadife Sokak’taki gençliğim ve Kireçburnu’ndaki yetişkinliğim.
İstanbul’un sana borçlu olduğunu söylüyorsun. İstanbul sana bu borcu geri ödeyebilir mi sence?
Ci: Doğru, İstanbul bana yeni bir yaşam borçlu. İnanır mısınız, sanki şehir bunun farkına varmış ve deniyormuş gibi gelmeye başladı bana, özellikle 2022 itibarıyla. Ama ben gitmeye çoktan karar verdim. Bu da bizim ortak hikayemizin hüzünlü tabiatından kaynaklanıyor.
Aslı Çelikel “PÜR”
Aslı Çelikel’e soruyoruz:
Görmeyi hayal ettiğin dünyadaki güzellik/çirkinlik, iyilik/kötülük dengesini nasıl hayal ediyorsun?
Aslı: Yaklaşık on iki senedir İstanbul’da yaşıyorum ve Antalya gibi küçük bir şehirden geldim. Buraya geldiğimde bu metropolün kalabalık hali ve reklam sektöründe çalışmamdan ötürü boğulduğumu fark ettim. Bu arınma isteğinden dolayı beyaz fotoğraflarla başladım aslında, ve bir süre sonra tek, arınmış, hareket etmeyen nesnelere odaklanmaya başladım. İyilik/kötülük meselesine gelirsek, aslında bundan çok iyi hissetmek ve sabah uyandığımda ne görmek istediğime bağlı olarak gelişti bu proje. “Gözümü açtığımda bu kareyi gördüğüm an bu doğru bir karedir” diye devam etti seri. Bu konuda renklerin de bana çok yardım ettiğini fark ettim. Renklerle bu duyguyu daha iyi ifade edebiliyorum, ve böyle bir seri çıktı. Yan yana koyduğumda [fotoğrafları], masalardayım hep. Masa hepimiz için çok önemli bir şey, etrafında toplandığımız bir şey. O yüzden ev aidiyet, köklerle ilgili yerlere de sürüklüyor bu proje.
İçinde uyanmak istediğin dünyada başkalarının arzularına nasıl yer veriyorsun? Yer vermen gereken bir boyutta bir dünya mıdır bu?
Aslı: Onu şöyle açıklayabilirim aslında: genelde kimseyi düşünmeden çekiyorum. Kendi hislerim doğrultusunda, duygularıma göre hareket etmeye çalışıyorum. Çektikten sonra da o hissiyatımın başkalarına geçip geçmeme kaygısını tabii ki de yaşıyorum. Görselde bir sanatçının bir ağrısı vardır ve buna hizmet edecek bir söz söylemek için onu yapar. Ben sana bir şey söylüyorum, ama bir yandan aslında ben “sen”im. Sen onu ne kadar alıyorsan ben sana o kadar ulaşabilirim. En basitinde direk, dolaylı olmayan mesajı vermek meselesine dönüştü. Ben netleşmek için aslında sanat tüketiyorum, cevaplar aradığım için. Böyle düşünürken de eserlerimde netlik sağlamaya çalışıyorum, arınma psikolojisi üzerine devam ediyorum. Kaygıya gelince, o bende yok. Çekerken asla olmuyor. Çöpte turuncu bir şey gördüğümde o anki heyecanımı keşke görebilseniz, bunu kelimelerle asla ifade edemezdim. Bu yüzden görsel sanatçılık bana çok iyi gelen bir şey, iletişimin en doğru yolu benim için.
İbrahim Özvariş “Beni Neredeyse Unutuyordum”
İbrahim Özvariş’e soruyoruz:
Karmaşık bir dönemde, içsel yolculuğunda girdiğin çıkmaz sokağı anlatan fotoğraf ve video projesi ile sergidesin. O çıkmaz sokağın içinde olmadığında, o sokağa tekrar baktığında ne görüyorsun?
İbrahim: Şimdilik uzaklaşmış olsam da o sokak zaman zaman uğrayabildiğim bir yer. Aynı mahallede ama şimdi farklı bir sokaktan baktığımda o sokağın artık çıkmaz bir sokak olmadığını yeni yollara yeni kapılara açıldığını söyleyebilirim. O çıkmaz sokağın içerisindeyken çaresiz, umutsuz ve sadece tüketen bir sürecin içerisindeyken görüyorum kendimi. “Beni neredeyse unutuyordum.” serisiyle bu çıkmazdan kurtulmak adına fotoğrafla tekrar buluştum. Fotoğraf ve bu seri beni arayışların ortasında yeni sokaklara, yollara ulaştırdı.
Çiçeklerle süslenmiş bir dönem değil o karmaşık içsel yolculuk. Büyüyerek, değişerek içinden çıktığın bu süreci eserlerinle ölümsüzleştirmek seni nasıl hissettirdi?
İbrahim: Kendimi ve dertlerimi, kelimeler yerine fotoğrafla daha iyi ifade ettiğimi düşünüyorum. ‘’Beni neredeyse unutuyordum.” serisi, bana iyi gelen bir şeyi uzun zamandır yapamamanın, uzaklaşmanın ve bunun yarattığı acıdan yola çıkarak kendime kendimi hatırlatmayı, bunu yeniden görerek, düşünerek, durarak var olma çabasıyla ortaya çıktı. Fotoğraf bakmak ve çekmek süreci bana her zaman iyi hissetiriyor. Sanırım bu iyilik halinin nedeni dış dünyayla iletişim kurabildiğim en iyi aracın fotoğraf olmasından. Bu serinin oluşmasına neden olan süreçte de, kendimi en iyi ifade ettiğim ve yapmayı bildiğim şeye sarıldım fotoğraf çekmeye. Süreci fotoğraflarla ölümsüzleştirmek kendimi ifade edebilmiş ve derdimi anlatabilmiş gibi hissettiriyor. Bu yüzden bana iyi geliyor. Kendimi hatırladığım ve aynı zamanda kendimi iyi anlamda kaybettiğim fotoğraf çekmeyi daha çok yapmam gerektiğini düşünüyorum. Dönüp fotoğraflara baktığımda benim için bir kırılma süreci içerisindeymişim gibi hissediyorum. Bu kırılma ve dönüşüm sürecini fotoğrafla ölümsüzleştirmek iyi geçen bir terapi seansı sonrası gibi iyi hissettirdi.
Can Dağlı “In Vivo In Ovo”
Fuat Değirmenci “Monolith”
Fuat Değirmenci’ye soruyoruz:
“Monolith” toplumda kendini ifade etme çabası sürecinde ezme ve ezilme üzerine bir sistem eleştirisi. Bir toplu hareket olarak “ezme” algısını ve isteğini nasıl yorumluyorsun?
Fuat: Aslında ben burada belli bir kesime hitap etmek istememiştim, herkesinden kendinden bir şey görebilmesi için böyle yapmıştım. Herkes bu eserden kendine göre bir şey buldu, ve bu benim hoşuma da gidiyor. Sırf benim kendi düşüncem değil, burada insanların kendinden de bir şey bulabilmesi önemli bir şeydi. Negatif bir çalışmaydı aslında, ama insanlar burada ne anlatmak istediğime dair kendine göre bir fikir ediniyor ve bu da hoşuma gidiyor tabii ki.
Bu algının ve hareketin farkına varmak, bunun üzerine anlatım yapmanın senin üzerindeki etkisi nasıl oldu?
Fuat: Bu soruya şöyle cevap verebilirim aslında, benim aldığım ilham genellikle toplumsal veya doğa olaylarından oluyor. Genellikle geçtiğimiz senelerde, pandemi gibi mesela, aslında toplumsal olaylara evrilen bir dönem oldu. Herkesin aynı ağızdan aynı şeyleri bağırması biraz beni tetikleyen bir durum olmuştu, ki o zaman da insan bedenleriyle çalışmaya başlamıştım. İnsanı en kolay anlatabildiğim şeyin insan bedeni olduğunu düşünüyorum, çünkü kompleks bir yapıyız ve bu kompleks yapıyı her şeye çevirip yorabiliriz, yorumlayabiliriz. O yüzden en kompleks şeyi en minimal şekilde anlatıp, insanların kendisine bakabilmesi için genellikle insan bedenlerini kullanıyorum. Bunu yaparken de aslında, bir yandan da toplumsal olaylar beni tetikleyen olaylar oluyor. Gözlemlemeyi seviyorum, her kültürden ve her türden insanın düşüncelerini takip etmeye çalışıyorum, bu durumlar tabii ki beni tetikleyici şeyler oluyor. Sonucunda da böyle şeyler ifade etmeye çalışıyorum.
Dilşad Demir “Peki Bu Kadın Kim?”
Dilşad Demir’e soruyoruz:
“Peki bu kadın kim?” sorusunu cevaplarken hangi açılardan o insanı ele alıyorsun, tanımadığın bir kadını anlamakta nasıl bir yaklaşımın oluyor?
Dilşad: “Peki Bu Kadın Kim?” sorusu, sorması kadar cevaplaması da oldukça güç bir soru aslında. Tanımadığım o kadına; yüzeyden uzak, öğretilmiş cevaplardan tatmin olmayan çocukça bir ısrar ile yaklaşıyorum. Rüzgarı durduruyorum, gündelik işlerini izliyorum, bir buğday tarlasında peşine takılıyorum. Soruyorum, soruyorum… Sordukça anlıyorum Nazlı’yı ve sorabilmenin güzelliğini. Belki bu soruya hiçbir zaman tam bir cevap bulamıyorum fakat soruyu sormaya kalkışma cesaretini seviyorum.
İnsanlar sana bakıp bu soruyu sorduklarında, bir sanatçı olarak seni nasıl ele alıyorlar? Dışardan bakan bir gözün farkında olmak seni nasıl hareket etmeye itiyor?
Dilşad: İnsanlar bana “Peki Bu Kadın Kim?” diye soruyorlar. Gerçekten bilmiyorum! Üretirken kendi derdim olduğundan emin olduğum bu soruyu ortak derdimiz haline getirmek, parçalayarak küçültüyor kaygılarımı sergide. Bu soru, tek başımayken üstüme yığılıyor ama hep beraber sorgulayıp düşününce yükü paylaşıp hafifliyoruz sanki. Bu motivasyonla dışarıdan bakan gözleri sessizce izliyor, kendi kendilerine sorabilmeleri için hiç sesimi çıkarmıyorum.
MRE “Tesadüfen Oradaydım”
MRE’ye soruyoruz:
Olayları tekrar kendine anlatmak, belki de daha iyi görebilmek için yarattığın bir seri bu. Renkler senin bu kabiliyetini nasıl etkiliyor, seni nasıl güçlendiriyor?
MRE: Bazı olaylar ile yüzleşmek pek kolay değil, hatta zaman zaman yıpratıcı olabiliyor. Sevdiğim renkleri ve formları kullanarak bu yüzleşme sürecinden en az hasarla çıkmaya çalışıyorum. Bu süreç şimdiye kadar iyi gidiyor.
Hikayeleri tekrar anlatmak, aslında çok büyük sorumluluk gerektiren bir durum. Dürüst, doğru, ve adil bir şekilde aktarmak çok önemli oluyor. Sen kendine, veya başkasına, bir durumu tekrar anlatırken nelere dikkat etmen gerektiğini düşünüyorsun? Bunu eserlerine nasıl taşıyorsun?
MRE: Hafıza aslında her şeyi değiştiriyor, hatırladığım şey resmin sonlarına doğru başka hikayelerle birleşebiliyor. Bu süreçte kendime karşı olabildiğince dürüst olmaya çalışıyorum ama değişkenliklere kapalı değilim. Bazen yan hikayeler ana hikayelerin önüne geçebiliyor, ben de müdahale etmiyorum.
Kendi karakterlerini yaratıyorsun. Bu karakterleri yaratmak için nereden ilham alıyorsun?
MRE: Öncelikle sahiplendiğim ağız formuna çizdiğim her birimde, her formda yer vermeye çalışıyorum. Daha sonra elimde, kafamda, üstümde ne varsa ondan bir şekilde ilham almaya çalışıyorum. Bazen ben kazanıyorum, bazen onlar.

BOŞ İSKEMLELER VE İMGENİN ARDINDAKİ HİKAYELER
Röportaj: Mina Aslan
Türkçede İsviçre çakısı dediğimiz türden bir sanatçı, tasarımcı, koleksiyoner, yayıncı, küratör ve akademisyen Erik Kessels. Bu yıl 212 Photography Istanbul’da jüri olmakla birlikte eserleri de program kapsamında sergilenen sanatçıyla kariyerinin başından bugüne bir yolculuğa çıktık. Kâh güldük, kâh hüzünlendik, yaratıcı sektörde dirsek çürütmüş büyüğümüzden tavsiye almadan da etmedik. Sizlere de bir boş iskemle ayırdık tabii, buyrun sohbete…
Bugün sizi tıpkı Useful Photography mecmuanızın son sayısında işlediğiniz tür bir “zoom köşesi”nden selamlıyorum. İstanbul’daki sergileri bizzat ziyaret etme fırsatınız oldu mu, gelecek misiniz?
İstanbul’a daha evvel birkaç kez geldim fakat ne yazık ki bu yıl 212’deki etkinliklere katılamadım, Eylül ve Ekim ayları hep böyle yoğun oluyor. Sergi ve yarışmayı uzaktan yönetmem gerekti.
Ödüllerin sahipleri açıklandığına göre sormamda sakınca olmadığını düşünüyorum; aklınızda kalan, sizi diğerlerinden daha derinden etkileyen isimler var mıydı bu yıl?
Bu tip yarışmalarda bir ön eleme ve finalistler oluyor ve muhakkak favorileriniz oluyor ama 4-5 farklı kişiyi bir araya getirip seçmeye çalıştığınızda herkesin farklı görüşleri oluyor doğal olarak. O yüzden kazanan-kaybeden ayrımlarını çok da anlamlı bulmuyorum. Bir kalifikasyondan ziyade jürinin o günkü modunu yansıtıyor bence. Çok büyük bir gruptan o 10-11 adayı seçip çıkartmak değerli, 5 kişilik bir jüri söz konusu olduğunda hepsinin kazanma şansı oluyor. Benim de kesinlikle favorim olan bir kişi vardı mesela, ama kazanmadı. Demokratik bir süreç.
Biraz sizden bahsedelim, yaratıcı dilinizi oluşturma süreciniz nasıldı? Çocukken mağaza vitrini tasarlama hayaliniz olduğundan ve vitrin tasarlamak için Politeknik eğitim aldığınızı okumuştum. Peki sonrası?
Gençken sürekli bir şeyler çizer, tasarlardım. Bir yandan da kendimi dışa vurmak için buna mecburdum çünkü 11 yaşındayken kız kardeşimi bir araba kazasında kaybettim. Biri kırmızı ışıkta karşıdan karşıya geçerken ona çarptı, 9 yaşındaydı. Ergenliğim bu bağlamda zorluydu, yasta olan ebeveynlerle büyüdüm ve evdeki tek çocuk bendim. Çoğu zaman evde kalır; kafamı dağıtmak için bir şeyler yaratır, yazar çizerdim. 17-18 yaşlarına gelince bunu yapmaya devam etmek istemediğimi fark ettim. Yalnız ve izole edici bir iş çünkü. Sonrasında tasarım ve iletişim ajanslarıyla çalışma kararı verdim çünkü ana disiplinim grafik tasarım, o konuda daha eğitimliyim. Ajansta çalıştığım dönem sanat okuluna gitmeye başladım, ikisini birlikte ilerlettim. Bu da daha iş için daha ana akım ve reklam niteliğinde işler yaparken bir yandan da kendi otonom işlerimi üretmem için bana alan açtı. Reklam ve tasarım işlerinde başarılıydım ve 1996’da Johan’la tüm hobilerimizi değerlendirebileceğimiz kreatif ajansımız KesselsKramer’ı Amsterdam’da açtık. Reklam ve sanatın hiç ortak noktası yok değil tabii ki; fakat sanat kafa karışıklığı yaratmak için var, reklam ve tasarımın amacı ise iletişim sağlayarak kafa karışıklığını gidermek. Bir müşteri için çalışırken elbette bazı çizgiler çekip o limitlerin içinde çalışıyorsunuz, sanatta ise limitsiz olmak gerekiyor. Bu iki ayrı şeye saygı duyabiliyor, ikisi arasında bir denge yakalayabiliyorum. Elbette fikirlerimden taviz vermekten nefret ediyorum ve şirketi kurduğumuz 25 yıldan beri bir tasarımcı ve reklamcı olarak vizyonumdan hiç taviz vermedim, ki bu bizim sektörümüzde nadirdir çünkü tabiri caizse çok fırsatçı bir sektörde çalışıyoruz. Bir yandan da bir sanatçı olarak reklam ve tasarım sektöründeki hikaye anlatıcılığı yetisinden de besleniyorum, reklamdan bağımsız yaptığım işlerde de kullanabiliyorum bunu. Reklamcılığın da sanat dünyasındaki özgür düşünceden çok faydalanabileceğini düşünüyorum. Benim için ikisi de birbirini besleyen pratikler oldu, ama günün sonunda birbirleriyle epey alakasızlar.
Bir gün işe tavuk kostümü ve Birdie Song çalan bir kasetçalarla gittiğiniz için işten atıldıktan sonra KesselsKramer’ı kurduğunuz doğru mu peki? Kimin fikriydi bu?
Pek de planlı bir şey değildi açıkçası. Belki tuhaf ama ben hiç plan yapmam. Bir gelecek planım da yok, hiç olmadı. İçimizden geldi. İş arkadaşım Johan Kramer’la Londra’da çalıştığımız şirketin biraz sıkıcı bir havası vardı. Bir ofise tıkışmış somurta somurta çalışan 40 kişi… Biz de sokağın karşısındaki kostüm dükkanının vitrininde duran tavuk kostümlerini kiralamaya karar verdik. O tavuk kostümü de epeydir gözümüze takılıyordu, hoşumuza gitmişti yani. Maksadımız insanları provoke etmek kadar keyif almaya da teşvik etmekti sanırım. “Madem hepimiz burdayız, niye kötü vakit geçirelim ki” gibi…
“Düşünce sürecindeki hatalardan bahsediyorum, ‘madem herkes böyle düşünüyor, ben de böyle düşüneyim’ diye kendinizi bir ‘doğruluk’ kervanında buluyorsunuz. Aynı fikirler için sıraya girenlerin trafiğinden sıyrılmak; hata yapmaktan ve dağınıklığı kucaklamaktan geçiyor.”
Sitenizdeki 12 kurallık inanç listenizde 10. sırada şu geliyor: “Kusurlar, kazalar, hatalar ve arada sırada ortaya çıkıveren “hay aksi”ler hayatı (ve işi) enteresan kılar.” Hatayı yaratıcılık için bir fırsat olarak konumlandırıyorsunuz. Saf veya rahat olmayan bir yaratıcı sürecin bahsi ve hatta kabulü, heves sahibi olsa da kendi ifadesini oluşturmakta güçlük çekenler için iç açıcı bir yaklaşım. Hata, başından beri yaratıcı sürecin doğal bir parçası olarak tanıdığınız bir şey miydi; yoksa bu sektörde yıllar boyu bu tarz şeylerin endişesini yaşadıktan sonra vardığınız bir tür aydınlanma mı bu?
Bu güzel bir soru. İlk defa “işte şimdi gerçekten heyecan verici ve anlamlı bir şey yarattım” dediğimde sanırım 28 yaşındaydım. Bu bana enteresan gelen bir mevzu çünkü çoğu zaman işin zanaatine, güzel görünmesine vesaire takılıyoruz ama artık sanatı icra etmek için gereken teknolojiyi öğrenmek 1, taş çatlasa 2 yıl sürüyor. Bu, süreci çok hızlandırıyor ve 18-19 yaşında medyumunda ustalaşmış insanlarla tanışabiliyorsunuz. Aynı madalyonun öbür yüzünde ise sadece 24-25 yaşında çeyrek hayat krizine girenler var çünkü çağımızda her şey çok çabuk akümüle oluyor. Erişim sahibi oldukları bilgi ve olasılıkların sonsuzluğu insanları boğmaya başlıyor. Bununla başa çıkabilmek için hata yapmak lazım. Özel hayattaki hatalardan bahsetmiyorum, onları hepimiz yapıyoruz. Düşünce sürecindeki hatalardan bahsediyorum, “madem herkes böyle düşünüyor, ben de böyle düşüneyim” diye kendinizi bir “doğruluk” kervanında buluyorsunuz. Aynı fikirler için sıraya girenlerin trafiğinden sıyrılmak; hata yapmaktan ve dağınıklığı kucaklamaktan geçiyor. Navigasyonun “yanlış döndün, geri dön” komutlarına kulak asmadığınızda kendinizi enteresan bir yerde bulabildiğiniz gibi. Bence insan böyle düşünmeli. Yanlış anlaşılmasın, ben de en az herkes kadar amatörüm. Yeni bir fikir ararken sık sık kendimden utanıyorum. Çünkü yıllardır bunu yapmama rağmen hala aklıma klişe fikirler geliyor. Belki de henüz kimsenin uğramadığı açık ve ferah bir alana varana kadar hepsini itip kakmam, kafamdan atmam gerekiyor. Bu açık alana varmak için düşünce sürecinizde “hatalar” yapmanız, bu hataları yapmak için de cesaret gerekiyor. Ben bunu hep bir evin ön bahçesi ve arkasındaki verandaya benzetiyorum. Evin önü galeri vitrininde sergilenen bitmiş işlerinizi sergilediğiniz yer, portfolyonuz. Ve orada her şey kusursuz. Günümüzde birçok genç sanatçı, yaratıcı, fotoğrafçı sadece ön bahçede takılıyor. Arka bahçe ise kimselerin görmediği, çimlerin biçilmediği, dağınıklığın içinde çok daha özgür olduğunuz stüdyonuz. Orada yeni formüller denemeye ve hata yapmaya alanınız var. Ben bu metafordaki arka bahçeyi yaratıcı olarak çok daha tatmin edici buluyorum.
Sık sık buluntu materyallerle çalışıyor, kürasyonlarınızı yayınlıyorsunuz. Daha önce fotoğrafını yayınladığınız iddiasıyla size ulaşan oldu mu hiç? Olduysa tepkileri nasıldı?
Hiç başıma gelmedi. Sık sık ailemden, dost ve yakınlarımdan fotoğraf topladığım oluyor. Bazen insanlar kendileri getirip veriyorlar. Bazen de bit pazarlarından buluyorum, ama çoğu zaman bu insanların kim olduğunu bilmiyorum. Bulmaya çalıştığım da oldu ama çoğu zaman sahibini bulamadığım fotoğraflarla çalışıyorum. Amacım da bu koleksiyonları ve gördüğümüz hayatları kutlamak oluyor. Mesela bir kitabımda bir adamın eşini 12 yıl boyunca çıktıkları tatillerde fotoğrafladığı bir koleksiyonu yayınlamıştım. Epey aramama rağmen kim olduklarını bulamadım ve en nihayetinde ikisinin de öldüğünü öğrendim, çocukları da yoktu. Ama 12 yıl boyunca öyle canlı bir koleksiyon oluşturmuşlar ki, yayınlanmasından çok gurur duyacaklarını düşünüyorum. Fotoğrafları sağduyulu bir şekilde kullanma sorumluluğu tabii ki üzerinizde oluyor. Daha az kişisel işlerim de oldu, mesela bu sene 212 aracılığıyla İstanbul’da da sergilenen boş iskemle temalı bir yayınım var. Bu koleksiyon için insanların fotoğraflarında arkada veya köşede atıl duran boş iskemlelere odaklanmıştım ve karede görünen insanlar projenin odağında dışındaydı. Fotoğrafları bu şekilde başka bir anlam yükleyerek her şeyi yapabilirsiniz ama söylediğim gibi etik sorumluluklarınız da var.
“Bir bağlamda editörlere dönüştük aslında. Yeni şeylere yer açmak için neyi sileceğimizi düşünüyoruz. Zamanımızın çoğu bir şeyler yapmaktansa silmekle geçiyor. Her gün neyi dinleyip neyi dinlemeyeceğimizi, hangi reklama tıklayıp hangisine tıklamayacağımızı, hangi “cookie”leri kabul edip hangilerini etmeyeceğimizi seçmek durumunda kalıyoruz. Sürekli atlamamız veya silmemiz gereken şeylerle muhattap oluyoruz ve bu bize bir şeyler yapıyor. Odağımız önümüzdekileri elemeye, silmeye kayıyor. Editör oluyoruz. ”
Bu bağlamda benim en enteresan bulduğum işiniz Fotoğraflarla 24 Saat* enstelasyonunuz olabilir. Sadece bir günde tufanına tutulduğumuz görselleri bir öbeğe yığılmış şekilde görmek işin fiziksel boyutunu da göz önüne çıkartıyor. Fakat bu maruz kaldığımız tufanın fotoğrafçılar için de bir tehdit oluşturduğunu düşünüyorum, bu kalabalığın ortasında bir değersizlik veya anlamsızlık hissine kapılmak kaçınılmaz gibi. Enstelasyon görsellerini topladığınız sosyal medya platformları genç yaratıcılara görünürlük sunuyor, ama bu da kendi bedeliyle geliyor. Sizin ne düşündüğünüzü merak ediyorum.
Bu platformlarla ilgili çelişkili hislerim var. Bir yandan Instagram ve benzeri birçok platform yaratıcılık açısından bir klişe kataloğu gibi. Birçok insan da yeni ve orijinal bir şey yapıyormuş gibi birbirini kopyalıyor. Bir tür uzaylı popülasyonu gibi farklı bir iletişim dili geliştiriyoruz. Aynı zamanda bu online davranış motiflerini de epey ilgi çekici de buluyorum. Benim için bir tür açık bir kaynak, bit pazarındaki gibi etkileşime girebileceğim enteresan şeyler topluyorum oradan. Bir çok genç insan yeni bir fikir aradıklarında Pinterest’e, Tumblr’a, Instagram’a giriyor ama buralarda iyi fikir bulunmaz. Başkalarının fikirlerini bulursunuz, kendinizinkini değil. Yeni bir fikir için dışarı çıkmanız lazım. Kendinizi tuvalete kapatmanız, ya da her neyse. Ama aradığınızı o platformlarda bulamazsınız. Fotoğraflarla 24 Saat 2012’de yaptığım bir işti, ve o dönem sadece bir günde dahi karşılaştığım görsellerin fazlalığından yorulduğumu hatırlıyorum. İşi yaparken üzerinden yola çıktığım hissiyat buydu. Bunu elle tutulur, gözle görülür bir şekilde ortaya koymak istedim ve bir gün içinde Flickr’a yüklenen bütün görselleri bastırdım. Aslında eseri yapalı epey zaman geçti fakat hala öğle yemeğinden önce bir 18. yüzyıl insanın bütün hayatında göreceğinden daha fazla görsel gördüğümüz zamanlarda yaşıyoruz. Bir bağlamda editörlere dönüştük aslında. Yeni şeylere yer açmak için neyi sileceğimizi düşünüyoruz. Zamanımızın çoğu bir şeyler yapmaktansa silmekle geçiyor. Her gün neyi dinleyip neyi dinlemeyeceğimizi, hangi reklama tıklayıp hangisine tıklamayacağımızı, hangi “cookie”leri kabul edip hangilerini etmeyeceğimizi seçmek durumunda kalıyoruz. Sürekli atlamamız veya silmemiz gereken şeylerle muhattap oluyoruz ve bu bize bir şeyler yapıyor. Odağımız önümüzdekileri elemeye, silmeye kayıyor. Editör oluyoruz.
Evet, artık üretilen -bu kelimeyi de pek sevmesem de- “içerik” tek başımıza düzenleyip kategorize edebileceğimizden çok çok daha fazla, dolayısıyla bu görevleri gerçekleştirecek algoritmalar eğitiyoruz. TikTok ve algoritmalar üzerine okuduğum bir makalede verdiğiniz bu 18. yüzyıl insanı örneğinin benzeri bir görüşle karşılaşmıştım: Algoritmalar insanları uygulamalarda daha uzun kalmaya teşvik edip daha çok etkileşim yaratmak için belli bir güzellik standardına uyan, belli geometrik oranlara sahip yüzleri yukarı taşıyor. Bunun sonucu olarak da gerçeklik algımızı bozacak kadar fazla “güzel yüz” ile karşılaşıyoruz. Gördüğümüz çoğu yüz konvansiyonel bir güzellik standardına uyduğundaysa, bu dismorfi gibi bozukluklar doğurmaya başlıyor. Algoritmalar hayatımıza girdiğinden beri gözlemlediğimiz estetik prosedürlerdeki sıçrama da bunun kanıtı niteliğinde görülebilir.
Bu çok moral bozucu. Kadınlar ve erkekler çok tuhaf beklentiler altında büyüyorlar ve bu onları depresyona sevk ediyor. 16-17 yaşında bir kız, tüm gün benzemesi gereken suratların bombardımanına maruz kalıyor, ve bu büyük bir problem. Dudak dolguları ve yüz enjeksiyonları çok erken yaşlarda bile norm haline gelmiş durumda, ve bunu algoritmalara borçluyuz. Bedensel algı bozuklukları bir virüs gibi yayılıyor.
Size vernaküler fotoğrafa olan özel ilginizin sebebini de sormak istiyorum. Ben de şahsen tasarlanmamış, spontane; monotonu ve daha çiğ şeyleri öne çıkaran fotoğrafçılıktan daha çok etkileniyorum. Sizi bu alanda etkileyen nedir?
Söylediğin gibi plansız olması sanırım. Çünkü mesela ben de fotoğraf çekebilirim, kariyerim boyunca birçok profesyonel fotoğrafçıyla çalıştım. Onları iyi tanıyorum ve estetiği çok iyi biliyorum. Bunu ben de yapabilirim. Resim ve tasarım yaparken de çok sık yapmacık olduğu hissine kapılıyordum. Bir şey yapmadan evvel muhakkak onu planlıyorsun, bir fotoğraf çekmiyorsun, bir fotoğraf yaratıyorsun. Adım adım inşa ediyorsun. Bu yüzden filmle pek ilgilenmiyorum, benim için çok planlı ve tertipli geliyor. Dolayısıyla bir amaç veya plan gütmeden çekilen fotoğraflarla karşılaştığımda çok içgüdüsel bir şekilde büyüleniyorum. Tabii ki hepsinin bir “amacı” oluyor, bulduğun 10 fotoğraftan 9’u aile gezilerinden veya tatil seyahatlerinden zaten. Bir sürü dağ fotoğrafı çekmiş olmaları çok sıkıcı ve kesinlikle bir amacı var. Ama burada çok insani bir davranış da görüyorum. Bir koca eşini yıllarca fotoğrafladıkça, aralarındaki mesafe artıyor ve kadının karede kapladığı yer küçülüyor. Bu tür hikayeler beni etkiliyor. Bir yandan da bir noktada bütün fotoğrafların çekildiğini düşünüyorum. Bunu Instagram’da da görebilirsin, o kadar çok var ki tamamen yeni bir fotoğraf çekmek neredeyse imkansız. Hepsi çoktan çekilmiş. Ama hala bir köşede atıl duran, hikayesi anlatılmamış fotoğraflar var. Bit pazarından bir albüm almanın heyecan verici yanı da bu bence. O kadar çok görsel görüyoruz ve o kadar çok görselle çalışıyoruz ki artık onları sindirmiyoruz. Sindirmek bir yana yutmuyoruz bile. O yüzden bir fotoğrafı çıkartıp hikayesini aramak bana enteresan geliyor ama sadece vernaküler veya vintage fotoğraf ile kısıtlı da değilim. Umrumda olan hikaye, nereden bulup çıkarttığımınsa pek bir önemi yok. Bir USB bellekte veya diskette de gelebilir. Benim için görselin kalitesinden veya nereden geldiğinden daha önemli olan orada bir hikaye olması. Söylediğim gibi, reklamda uzun yıllar çalıştım ve orada önemli olan da kusursuz bir görsel yaratmak. Benim için değil ama birçok insan için öyle, ve ben kusursuz görsellerden nefret ediyorum. Diğer yandan da… Sana kız kardeşimden bahsetmiştim. Ben gençken onu kaybettik ve ailem onun en son fotoğrafını aramaya koyuldu. Bulunca da onu fotoğrafın içinden keserek çıkartıp, siyah-beyaz yapıp iyice büyüttüler. Aslında baya erken bir yeniden anlamlandırma örneğiydi. Görselin kendisiyse pek de iyi değil. Odak dışı ve bulanık, kompozisyon kötü. Ama şu koca dünyada 3-4 kişi için inanılmaz kıymetli. Geriye kalanlar için ise hiç bir şey ifade etmiyor. Bu benim çok enteresan bulduğum bir şey.
Bu soruyu yerli müzisyen ve akademisyen Nilipek.’e de sormuştum, size de sormak istiyorum çünkü epey üretkensiniz ve her işinizin altında irdelenen bir soru veya insani bir his veya tema oluyor. Yaratıcı bağlamda tükenmişlik hissiyle karşılaştığınız oluyor mu? Veya bu zihni kuraklık geldiğinde bununla nasıl başa çıkıyorsunuz?
Üretmek için bir baskı veya bir acele hissetmiyorum ama bir yandan da bir şeyler üretmek için çok fit olmak gerekiyor. Fiziksel olarak değil, mentalite olarak. Mesela ilham bana eşimle sabah kavga ettiysem uğramıyor, çünkü bütün gün kafamın içinde bunu nasıl düzelteceğimle dolu oluyor. Fikirler ise gelmek için tamamen boş ve meşgalesiz bir zihin istiyor. Hani kimileri der ya, bütün iyi fikirlerim tuvaletteyken geliyor diye. Bunun bir sebebi var. Tuvalete belli bir -veya iki- iş görmeye gidiyorsun, daha fazlasını değil. Kafanın içine dönmek için vaktin oluyor. Uçaklar için de aynısını söyleyebiliriz, çünkü biraz izole kalabilmek önemli. Yeni fikirler bulmak için güzel bir vakit bulduğumda hep biraz da buhranda hissediyorum. Kafamda hiç bir şey yerli yerinde değil gibi, daha da itip zorluyorum ve fikrin doğuş anı da böyle gelişiyor. Ama bir şey üretmek için dışarıdan gelen bir baskı hissetmiyorum. Bir şeyi bitirdiğimse ise büyük bir rahatlama hissi alıyor beni, planlamaya koyulmuyorum. İlhamla bir sonraki rastlaşmamı bekliyorum. Sonra en baştan bir şeyle karşılaşıyorum, tuhaf bir takıntı geliştiriyorum ve başa sarıyoruz. Bir sabah uyanıp “bugün bir şey yapacağım” dememle olmuyor hiçbir şey. Belki de işin güzelliği buradadır, çünkü komisyonlu bir işte ne zamana bitmesi gerektiği belli sınırlarla limitleniyor. Ama kendi işinizde ne zaman son çizgiyi çekeceğinizi söyleyen biri yok.
Kariyerinizin başında vizyonunuzu etkileyen, sizi akıntının tersine yüzmeye teşvik eden; reklam, fotoğraf ve mizaha yaklaşımınızı etkileyen sanatçılar, yönetmenler, illüstratör veya fotoğrafçılar oldu mu?
Evet, tabii ki. Baya hem de. İsimlerini kafamda toparlamaya çalışıyorum da şimdi, epey var. Reklamcılık dünyasından bir George Lois geçti mesela, eskilerden bir isim ama çok radikal bir vizyonu vardı. Tasarım için Tibor Kalman, Bruno Munari… Sanatçı olarak Christian Boltanski, Hans Peter-Feldmann… Hep seveceğim, ufkumu açacak şeylerin arayışındayım. Ailem çok negatif olduğumu düşünür mesela. Çünkü bir müzeye girerim başlarım söylenmeye: “Bu çok kötü, bunu da hiç sevmedim, bu da şöyleymiş…” Ama en nihayetinde gerçekten çok hoşuma giden 1-2 şey bulurum ve onları bir daha da kafamdan atamam. Yaratıcılık için de biraz siyah-beyaz olabilmek gerekiyor diye düşünüyorum. Fikirlerinle cüretli ve siyah-beyaz olman lazım. Müzeye gitmiş biriyle sohbet ediyorsam mesela, ve ona sorsam; “sahi sergi nasıldı?” ve karşımdaki de “fena değil ya, iyiydi” dese… Bu benim adıma gerçek bir kabus olurdu. Müze ya da sergi adına küçük düşürücü bir durum. Ya hayranlık, ya da nefret uyandıracak kadar radikal olmalı. “Geçen yıl hayatını kaybeden sanatçı Lawrence Weiner’ın bir sözünü duymuştum: Bir müzede bir sergim varsa ve sen öğleden sonranı sergimi gezmek için ayırmışsan, gününü mahvetmek ne haddime. Ben bu dünyaya hayatını kaydırmaya geldim.” Provokatif bir çıkış ama duygularda ve tepkilerde ekstremlere kaymanın önemli olduğunu düşünüyorum.
Vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederim, sizinle konuşmak bir zevkti.
Ben teşekkür ederim, görüşmek üzere.
*24HRS in Photos

DİRENEN SAÇLAR VE BEDENLER: FATOŞ İRWEN
Röportaj: Ecem Arslanay
Fatoş İrwen ile çalkantılı, kimlikli ve ızdıraplı bir mücadele alanı olan kadın saçını, kendi sanatsal pratiği üzerinden, yaratıcı bir direniş biçimi olarak konuştuk. Çocukluğundan bugüne farklı tutsaklık tecrübelerini dinledik, uysal bedenler yaratmaya yönelik zapt etme politikalarına karşı geliştirdiği cevaplardan ilham aldık. Masha Amini’nin başörtüsünü takmadığı gerekçesiyle katledilmesinin ardından yükselen sesleri, molla rejimine biat etmeyen İran kadınlarını ve İran halkını konuştuk, dünya çapında etkili bir dayanışma için anlamlı eylemlilik alanları yaratmanın olasılıklarını düşündük.
İnsanlık tarihi boyunca saç, farklı ideolojilerce sürekli zapt edildi. Usturalar, makaslar, saç maşaları, taraklar, fırçalar, tokalar, saç boyaları, şampuanlar, bakım kremleri, asker tıraşları, okul tıraşları, bit kontrolleri ve çeşitli örtünme biçimleri… Çeşit çeşit disiplin aracı var. Nedir dertleri bu üst deri ürünü ipliksi uzantı ile? Hayvanlığımızı hatırlatıyor diye mi bitimsizce terbiye ediliyor? Gözlemlediğim kadarıyla sen gümrah saçlarını en müdahalesiz hâliyle kullanıyorsun. Bunu yaparak içten içte (ya da bilerek ve doğrudan) bir şeylere direndiğini düşünüyor musun?
Kendimi bildim bileli düşünüyorum “nedir bu bitmez dert” diye. Özgürlüğü çağrıştırdığı, ifade ettiği için olduğunu düşünüyorum. Özgürlüğü ifade eden ve çağrıştıran her şeyden öldüresiye nefret ediyorlar. Çünkü özgürlük zapt edilmesi, baskılanması zor olanı çağrıştırır ve iktidarlar, patriyarka için bunlar daima tehdit olarak kabul edilir.
Ben saçları yabani bitkiler gibi hayal ederdim hep. Hani zapt edilmesi o kadar imkânsız ki bu yabani bitkiler sürekli bahçelerden temizlenir ya da yerine göre üzerine beton dökerek yayılması engellenir. Saçla ilgili meseleyi de bu duruma benzetirim.
Muhafazakâr öğretilerin, anlatıların içinde büyüdüğüm için sorduğun sorunun cevabı o çocukluktan başlıyor. Kesmenin yasak olduğu upuzun saçlarım oldu hep. Tüm mahalleli, hatta babamın amcası bile bir tas içine koyduğu çaya tarağı daldırarak ıslatır, tarardı saçlarımı. Bu hem rahatlatıcı hem düşündürücü bir ritüeldi. Annemden aldığım bir hediyeydi saçlarım. Fakat annemden aldığım bu hediye, lanetli bir miras gibi yükü ağır bir dünyada olduğumu öğretiyordu her seferinde. Büyümekle ilgili, kadın olmakla ilgili tabii… Bir bebeğin doğar doğmaz her an büyümesine tanık olmak gibi anbean hissedip deneyimlediğim detaylarla yüklü bu saça dair her şey. Şeytani, şehvani olan her anlamın yüklendiği bir alan… Ergenlik dönemlerimde saçlarımı savurarak gezdiğimde babam çok kızardı mesela. Ben 4-5 yaşlarımdayken saçı yüzünden kafası kırılan bir kadın yakınım bende derin yaradır hâlâ. Erillik ve ataerkillikle, din ile anlamı çeşitli boyutlar kazanan ve benim için de daima bunların ağırlığıyla yaşayıp yüz yüze kalmak zorunda olduğum, bazen çok sevdiğim bazen de nefret ettiğim parçam… O yüzden bırakın kesmeyi dökülen tellerini bile toplardım, atmazdım. Zira hâlâ öyle. Aslında saçlarımı o zamandan beri toplarken o olup bitenleri, tüm o yaraları topladım yıllarca. Kişisel hikâyemle ilgiliydi bu; kökleri derin, toplumsal bir meseleydi. Yıllardır topladıklarım, sanat üretimimin parçası olması, direnmenin bir yolu olarak sahip olduğum ve paylaştığım bir alana dönüştü. Eskiden kurtulmak istediğim bir parçam olan o şey, şimdi işimin bir parçası. Bu da direniş yöntemlerini, yaşamı dönüştürmek ve çoğaltmak ile ilgili. Ve çok etkili, özgürleştirici bir güç oldu benim için. O nedenle çok oynamaya bile ihtiyaç duymuyorum. Kesilince kanadı alınmış kuş gibi, hareket yetim azalıyor gibi hissediyorum.
Bu, yıllar içinde yaşamımdaki, coğrafyamdaki toplumsal meseleleri karşılama faaliyetine dönüştü. Bazen bir resmin yüzeyinde yerini alıyor, bazen çıplak teşhir edilen bir bedenin zırhında; bazense o hastalıklı toplumsallığın hastalıklı hafızasınının taşıyıcısı oluyor. Yıllardır topladığım saçları yiyip kustuğum videoda olduğu gibi.Bazen açlık grevi eylemlerinde cezaevinden dışarıya fırlatılan bir gülleye, bazen anıtsal bir anlatıya dönüşüyor. Bazen de tüm bu iktidar aygıtlarını simgeleyen ritüellere ve seslere sadece saçlarımı tarayarak, kendi bedensel ritüelimle, en yalın halimle karşılık veriyor, meydan okuyorum. “Ritüel” (2016) adlı video performansımda bu bahsettiğim unsurları izlemek, duymak mümkün. Bedenin parçası olan her şey bedendir ve her biri özgürlüğe dair ifadeleri kendinde doğal olarak taşıdığı için beden savaş alanıdır, bir direniş alanıdır.
“Bedenin parçası olan her şey bedendir ve her biri özgürlüğe dair ifadeleri kendinde doğal olarak taşıdığı için beden savaş alanıdır, bir direniş alanıdır.”
Fatoş İrwen, Şiryan (2012-2015)
Direniş gündelik pratiğine de sanatsal pratiğine de çok içkin- ki anladığım kadarıyla cezaevinde tüm bunların birbirine girdiği bir süreç yaşadın. Orada gündelik yaşantın şiirsel bir direnişten ibaretti. Diyarbakır E Tipi Hapishanesi’nin OHAL koşullarında senin sanatsal malzemelerin böcekler, saçlar, duvar katmanları ve bitkilerdi. Ve sonra bu topladığın tüm bu nesnelerin kriminal incelemeye tabi tutulması, senin “oyun”larının ne derece “ciddi” eylemler olduğunun bir göstergesi. Deleuze ve Guattari’nin kavramlarıyla, yargılayan ve yasa koyan “majör” yapılara karşı, yaratan ve icat eden “minör” eylemlilik alanları kuruyorsun. Aslında bu sende cezaevi öncesinde de var olan bir eğilim… 2012’de, parmak izlerini deforme ederek bedenini iktidar aygıtlarınca okunaksız kıldığın “Şiryan” (2012-2015) isimli bir performansın var. Bu süreçlerini biraz paylaşabilir misin?
Dedim ya, tüm soruların beni çocukluğuma taşıyor yeniden. Çünkü işlerimin kökleri çocuklukta ve bir bütün olarak birer otoportre niteliği taşıyor aslında. Kendi bedensel yapısı içinde sürekli bir eylemsellik halinde. Hep bir hareket, bir çocuksuluk da var esasında. İzlenmesi çok zor olan bu işlerde bile… “Şiryan” temelde çocukluktan beri iğne iplikle elimin dokusunda yarattığım bir deformasyon sayesinde TEM’deki parmak izini kayda geçirmekle görevli olan kişilerin görevlerine engel olmadan görevlerini başaramamalarına neden olmuştum. Görevine engel olsanız ayrı bir ceza gerekçesi sayılabilecek bir veri sunmuş olursunuz, fakat ellerinde olmama rağmen beni okuyamama başarısızlıkları, bir iktidarı devirmekten daha güçlü bir şeye dönüşmüştü o an. Çünkü koşullar eşit değildi. Onun silahı, beni koyduğu hücresi, ellerimi bağladığı kelepçesi ve orada bu vaziyette tutacak keyfi kanunu vardı ama ben karşısında hiçbir şeye sahip değildim bedenimden başka. Bu kadar büyük, dolaysız bir güç birdenbire buharlaşmıştı. Gülümseyerek bakıyordum artık. Çocukluk, bir deneyimler patlamasını korkusuzca yaşadığımız kıymetli dönemimizdir. Korkunun da cahil cesaretinin de had safhasını yaşadığımız dönem… Kollarımızı kanat sanıp uçmaya kalkabiliriz… Sanırım bir yanım o çağımı hep diri tutmaya çalışıyor. Yetişkinliğin o her şeyi bildiğinden emin kibiriyle dalga geçme hâlini seviyorum. Bunu kaybetmek istemiyorum. Çünkü bunu kaybettiğiniz zaman hayal gücünüzü de iradenizi de yok sayıyorsunuz. Bu çok tehlikeli. Etrafımız bu insanlarla dolu zaten. Dünyanın en cahil insanları gözünüze bakarak, her şeyi o kadar bilerek konuşuyor ki… Ya da dünyanın en sahtekâr insanları toplumu dramlarıyla ağlatabiliyor veya en kötüler bile en iyilerin sözlerini, fikirlerini paylaşıyor mesela. Her biri birer iktidar alanı kurmakla ilgili derde sahip. Bu dertle alay ediyor, küçümsüyorum; bu yüzden de bu iktidar alanlarıyla oynamak, yarıklar açmak, şaşırtmak, dalga geçmek politik bir tavır olarak çok kıymetli. Yani elinin derisini diken bir çocuk sonrasında bedenin kodlarını bozan bir eylemsellik içindeki yetişkin bir bedene dönüşüyor. Bu beden hedef olabildiği gibi başlı başına bir silah aslında. Her şeyi ağzına götüren bir çocuk bütün zamanlara, olaylara, olgulara tanıklık eden saçlarını ağzına tıkıyor, kusuyor, eyliyor… Cezaevinde ise çok daha yakınsın kötülüğe çünkü fiziki ve psikolojik olarak artık son noktada olduğunu hissettiğin yerdesin. Ya bunu kabullenip dramını katlayarak cezanı doldururken içini bomboş hale getirirsin ya da zihinsel ve bedensel olarak yeni bir oyun kurma performatifliği içinde ilerlersin. Hep aynı gün döngüsünü dönüştürdüğünü hissedersin. Yani mapus yata yata bitmiyor deyip yeni sorular ve yeni nedenler yaratırsın. Tüm bunlar anlamaya ve özgürleşmeye, yani nefret ettikleri özgürlükle daha da yakınlaştıran eylemlilikler olarak yeniliyor insanı. Hep tetikte olmakla ve anlama çabasıyla geçiyor. Bu çabayla zamanını geçirirken bir öncekinden daha diri, daha zeki ve daha yaratıcı olabilir insan. Ciddi bir üretim sürecimin zaten var olması, oyun kafasında olma hâlim ve işin içine oyuna dair unsurları katmam, bu oyun meselesini daha fazla ciddiye alarak ilerlememi kolaylaştırdı. Oyun ciddi bir iştir yani.
Gülle (2017-2020/ Diyarbakır Cezaevi)
Kadınlar icin Güvenlik Ağı ve Gülleler, 5. Mardin Bienali 2022
İran’da Masha Amini’nin katledilmesinin ardından gerçekleşen eylemleri nasıl değerlendiriyorsun? Bunu feminist bir devrim olarak okuyabilir miyiz? Bu süreci nasıl destekleyebilir, nasıl etkili bir dayanışma sağlayabiliriz? Bir de ilginç bir şekilde, İranlı kadınlar başörtüsü takmama hakları için kanlı bir mücadele verirken, Hindistan’da bazı Müslüman kadın öğrenciler de başörtüsü takma hakları için çalışıyor. İki grubun de istediği şey aynı: seçme hakkı. Barbara Kruger’ın dediği gibi, bedenlerimiz hep bir “mücadele alanı” ve senin mücadele yöntemlerin çok ilham verici. Bu yüzden çok merak ediyoruz görüşlerini…
Feminist bir eylem tarzı olarak tüm dünya kadınlarının çıkardığı ses müthiş heyecan verici, anlamlı ama devrim demek erken. Ancak, bir zamanların İslami Devrim’le gelen rejimleri ve baskıcı tüm rejimler sallantıda. Kadınlara yönelik saldırılar bu nedenle sertleşiyor, daha da sertleşebilir. Buna karşı tek yol sorgusuzca tüm bu baskılar karşısında tek beden olabilme iradesini göstermektir. Başka yolu yok. Hiçbir devlet, yasa bunlara engel olmayacak; bunun bilinciyle birlikte hareket etmek çok önemli. İranlı kadınların da Hindistan’daki kadınların da istediği şeydeki ortaklık şu: iki taraf da kendilerini engelleyen şeye karşı mücadele ediyor. Kadınların bedenlerine dair, yaşam tarzına dair tüm yaptırımlar eril düzenin yaratımıdır. Tüm mesele başkalarına bir yaşam tarzını dayatan zihniyete karşı birlikte hareket etme iradesini ve enerjisini göstermek olmalıdır. Yoksa dinin de bir erilliğin yaratımı konusuna girersek ve başörtüsünü özgürlük karşıtı bir yere koyarsak ve takmamayı gerekli görüp bu konuda zorbalık edersek tavuk-yumurta meselesinden öteye gidemeyiz. Zira, yıllardır Türkiye’de yapılan buydu. Modernlik travmaları yaşatıldı bazı insanlara. Yıllarca başörtüsü nedeniyle küçük düşürülen insan artık makbul, parlak dönemini yaşıyor. O dönemin birikmiş öfkesine sahip olanlarla yeni ve kindar nesil, başörtüsünü kazanılmış bir hak olarak görerek iktidarın kötülüğüne razı olabiliyor, pek çok haksızlığı ve hukuksuzluğu görmezden gelebiliyor. Kazandığı bu hakkı kaybetmemek için bu imkânı kendisine bahşeden iktidara sımsıkı sarılıyor, politikalarının yanlış olduğunu düşünse bile ve hatta eleştirse bile onu savunabiliyor. O nedenle mesele kişisel olarak başörtüsünden hoşlanıp hoşlanmama refleksleriyle değil, haklar ve iradeye saygı bilinciyle ele alınmalı. Yaşam tarzı dayatan kişi, kurum ve bunun üzerine inşa ettikleri baskı, mobing, doğrudan ve dolaylı şiddet unsurlarından ve mekanizmalarından oluşan sisteme karşı birlikte olmanın hayatiliğine odaklanılmalı. “Radikal demokrasi” dediğimiz şey bu. O zaman örtüyü isteyen ile takmak istemeyenin yan yanalığını mümkün kılan politik tavırla, örtüyü dayatana ve yasaklayana karşı çok daha güçlü durabiliriz. Zira kadın hareketine baktığımızda bu yan yanalığı görmemiz mümkün.
Eylem tarzı olarak saç kesme meselesi bana uzak geliyor bu durum karşısında. Bu tamamen kişisel bir yerden tabii; yoksa, yapılan eylemi boşa çıkarmak gibi anlaşılmamalı. Çünkü kesersem kendimi cezalandırdığımı hissedeceğimi biliyorum. Genelde kesmek bir yas halinde gerçekleşir ya da sizi cezalandırmak isteyenin hedefinde olmuştur hep ve cezalandırmak için saç kesilir ya da kazıtılır. Hep bir cezai yaptırımı imler. Yukarıda bahsettiğim gibi; özgürlüğün, yaşamın sembolü olarak gördüğüm şeyi kesmeyi kendine dönük dramatik bir eylem olarak düşünüyorum. Daha çok dalgalanmasını istediğim şey çünkü. Ama bu da konuşuluyor: “O saç yüzünden biri katledildi, saç yoksa günah yok katliam da yok.” gibi argümanlarla hareket ediliyor. Unutulmamalı ki o günah unsurları hiç bitmeyecek; o nedenle kesmek yerine dalgalandırmayı tercih ediyorum. Kişisel olarak farklı bağlamlarda ele alıyor ve işime o minvalde yansıtıyorum. Çünkü bir eylem alanından bahsediyoruz. Bu alanı boş bırakmamayı tercih ediyorum.
“Kesilince kanadı alınmış kuş gibi, hareket yetim azalıyor gibi hissediyorum.”
Dalgalandırmak demişken, Edith Dekyndt’ın 2014 yılında ürettiği Ombre Indigène Part. 2 (Ile de la Martinique) [Yerli Gölge Bölüm 2 (Martinik Adası)] başlıklı eserinden bir kare, bu direnişin müşterek imgesi oldu. Sanatçı bu imge için Martinik kökenli bir Fransız yazar ve filozof olan Édouard Glissant’ın Martinik Karayipleri’nin kültürel ve dilsel kimliğindeki heterojenliğe vurgu yapan créolité fikrinden esinlenmiş. Eserdeki bu postkolonyal bağlamın İran’daki feminist hareketle ilişkisini nasıl değerlendiriyorsun? Sence sanatçı bu konuda nasıl hissediyordur? Sen bir sanatçı olarak aynı durumda ne hissederdin? Ayrıca bu imge senin için ne ifade ediyor? Onunla karşılaşma anını hatırlıyor musun?
Özgürlüğe, sömürgeciliğe karşı pek çok imgeyi feminist hareketle ilişki içinde okuyorum. Çünkü her biri arasında dolaylı ya da dolaysız bağlar var. Bir zincirin halkaları olarak görmek gerek tüm bunları. Yaşanan haksızlıklar ve özgürlüklerin gasp edilmesiyle, beden sömürüsüyle; kültürel, bedensel, ekonomik sömürü ve kıyımların tarihsel birikiminin sonucu olarak kendini yeniden üretiyor ve her seferinde benzer ve farklı formlarda bu sorunlarla karşılaştığımız için aralarındaki bağı görmekte zaman zaman zorlanabiliyoruz. Oysa her bir mesele bir bedenin parçaları gibidir; ama aynı beden nihayetinde. Bu bakış dünyanın herhangi bir yerindeki bir hak meselesine, faşist bir uygulamaya, kadın, hayvan, doğa ya da bir sömürge meselesine, dünya meselelerine yabancılaşmamamızı sağlar. Birbirimizin yükünü paylaşmak, farkında olmak, anlamak için bu bakışa ihtiyaç var. “Yerli Gölge” işinde insanları ortaklaştıran şey bu bakıştı bence. Sanatçısına sormak gerek nasıl hissettiğini. Bir sanatçı olarak keşke bu sorunlar olmasaydı ve hiç bunları yapmaya ihtiyaç duymasaydık diyorum. Öyle derdim o işin sahibi ben olsaydım da. Çünkü kişisel olarak zorlandığımı hissediyorum bazen. Tüm olup bitenler insanın yaşadıklarıyla birleşince fazla geliyor. Çünkü pat diye “Aklıma şöyle bir şey geldi, hadi bu kez bunu yapayım.” diye çıkmıyor benden. Her bir iş uzun soluklu, yoğun gerçekliği üzerinden çıkıyor.
“Yerli Gölge” işi ile sanırım cezaevinden çıktıktan sonra sosyal medyada karşılaşmıştım ve bambaşka bir coğrafyayla kurulan ortak duyguyu hissetmiştim. Kendime yakın bulmuştum. Tüm iktidar yapılarının kanla, yok ettikleri hayatlarla kurdukları ve gururla dikip dalgalandırdıkları işgal bayrakları yerine benim için özgürlüğü hissettiren saçlar dalgalanıyordu. Bu işle ilk karşılaştığımda bunu hissetmiştim. Dediğim gibi mesele, özgürlükten korkma meselesi. Easy Rider filminde iki kişi arasında müthiş bir diyalog vardı hatırlarsanız;
“
– Korktular.
+ Onlar senden korkmadı, ifade ettiğin şeyden korktu.
– Onlara ifade ettiğimiz şey saç tıraşı olmamız gerektiği.
+ Hayır, onlara ifade ettiğin şey… Özgürlük.
”
Fatoş İrwen’in işlerini 12 Şubat 2023 tarihine kadar Meşher’de toplam 44 sanatçının yer aldığı “Ben Kimse. Sen de mi Kimsesin?” sergisinde ziyaret edebilirsiniz.

KALIPLARA SIĞAMAYAN BİR GRUP: AGAR AGAR
Röportaj: İdil Meşe
Fotoğraf: Emirkan CorutFransa’nın sevilen elektro-pop ikilisi Agar Agar ile IKSV Salon konserleri öncesi kuliste buluştuk. Solist Clara Cappagli bulunduğu her ortamın ötesine taşan karizması ile karşımızdaydı. Agar Agar’ın diğer yarısı Armand Bultheel ve Clara, Türkiye’deki hayran kitlesi karşısında şaşkın ama keyifliler. İkili ile yakında yayınlanacak albümlerinden, bu albüm için tasarladıkları video oyunundan, oyunu seyircileriyle paylaştıkları Play Test turnesinden ve gelecek projelerinden bahsettik.
İlk gününüz nasıl geçti. Türkiye’deki dinleyicileriniz sizin için deliriyor, belki farketmişsinizdir.
Armand: Evet farkettik. Böylesine coşkulu ve güzel bir kitleyi görmek çok sevindirici. Burada olduğumuz için çok mutluyuz ve onur duyuyoruz.
Clara: Normalde konserlerimizde şarkılarımızın sözlerine eşlik eden pek olmaz. Burada inanamıyorum, herkes söylüyor. Bu çok, nasıl desem…
Armand: Dokunaklı! Ve İstanbul’da tanıştığımız insanları da çok seviyoruz. Burada müziğimize ne kadar talep olduğunu görmek doğrusu hep bir sürpriz oluyor ve buna bayılıyoruz.
Clara: Bu sahiden bizim için tam bir gizem; bu kadar çok sevilmemiz. Tam olarak sebebini anlamış değiliz ama çok mutluyuz.
Play Test turu fikriniz nasıl ortaya çıktı? Bir albüme dair kapsamlı bir bilgisayar oyunu yapmak ve bunu bir tura dönüştürmek, sıra dışı bir yaklaşım.
Armand: Aslında ana fikrimiz, müziğimizin etrafında etkileşimli bir görsel içerik üretmekti. Jonathan ile seneler önce sanat okulunda tanıştığımızda, müziğimize bağlı bir video oyunu yapma fikrimiz vardı. Aslında bu birliktelik seneler önce başladı ve Jonathan seneler içinde kendi kendine bir bilgisayar oyunu yaptı. Bu çılgınca bir şey.
Vay canına. Kaç sene önce tasarlamaya başladın Jonathan?
Jonathan: Beş sene önce başladım.
O zaman bu albümden çok daha önce?
Armand: Evet.
Clara: Oyunda karakterler var ve her karakterin bir şarkısı var.
Bu inanılmaz. Görselleriniz müziğiniz kadar dikkat çekici. Müziğiniz için görsel fikirleri nasıl buluyorsunuz ve birlikte çalışacağınız insanları neye göre seçiyorsunuz?
Armand: Sanırım bu birlikte çalıştığımız insanlara bağlı çünkü onlara çalıştığı şeyler üzerinde daha fazla özgürlük vermek istiyoruz. Yani aslında sanatsal bir bağ kurabildiğimiz insanlarla birlikte çalışmak ve onların kendini ifade etmesi bizim için daha önemli.
Clara: Evet, başından sonuna her şeyi seçiyoruz ve görsel olarak bize hitap eden bir şey bulmak çok önemli. Bu projenin başından beri her zaman birlikte çalışmayı seveceğimiz insanlar bulmaya gayret ettik. Birine gidip şunu yap, bunu yap demek istemiyoruz çünkü bizim için yaratıcı bir iş birliği daha önemli.
Armand: Tabii, bizim de kattığımız fikirler oluyor ya da projeye uygun görmediğimiz şeyleri ifade ediyoruz. Detayları ve ana konsepti konuşuyoruz ve sonrasında özgür bırakmayı tercih ediyoruz.
View this post on Instagram
Konserinizde oyununuzu göstermek zor olmuyor mu? Bu tur nasıl işliyor?
Armand: Çok yorgun bir haldeyiz.
Nasıl mekanları seçiyorsunuz? İki ayrı sahnesi ya da bölmesi olan yerler mi?
Armand: Aslında hayır. Mekanlara yapmak istediğimiz şeyi anlatmak çok ama çok zor çünkü yapmaya alışık oldukları bir şey değil. Hatta belki de hiç yapmadıkları bir şey. Onun için hep farklı oluyor ve adapte etmemiz gerekiyor.
Clara: Ama bir yandan tipik bir konser olmaması da güzel. Çünkü mekanlar hep aynı geleneksel şeyleri ellerindeki sistemle yapıyorlar. Biraz bu dogmayı yıkan bir şey oluyor, farklı bir bakış açısı.
Armand: Ama çok yorucu.
Clara: Epey yorucu.
Armand: Evet, sahiden. Ama genelde her şey profesyonelce yürüyor. Tabii, Jonathan’a teşekkür etmek lazım. Birçok şeyi hallediyor. Bilgisayarları getiriyor, kuruyor…
Bilgisayarlarla mı seyahat ediyorsunuz?
Clara: Bu sefer değil.
Armand: Evet Salon’da gerek olmadı çünkü her şey varmış. Jonathan oyunları yüklüyor.
Konserlerin geleceği hakkında öngörüleriniz nedir? Tahmin edebileceğiniz ve içinde bulunmayı isteyeceğiniz en çılgın konser ne olurdu?
Armand: Sanırım bir konser ile tiyatro arası bir şov tasarlamak isterdik. Belki tam tiyatro değil ama…
Clara: Belki etkileşimli…
Armand: Evet, etkileşimli bir gösteri çok iyi olurdu. Yenilikçi bir kurgu düşünüyoruz ama bunun hakkında konuşmak için çok erken.
Clara: Genel olarak çok güçlü bir atmosfer oluşturmayı istiyoruz sahne tasarımları ile. Herkesi sahnenin içine çekebilmeyi istiyoruz.
Armand: Hikayeyi sadece anlatmak değil, göstermek de istiyoruz. Sadece müziği taşıyan bir şey değil, ilham verici ve yenilikçi bir bakı açısı.
Henüz konser vermediğiniz ama verseydiniz sizi çok heyecanlandıracak bir ülke var mı?
Clara: Japonya! Bu hayalimiz. Tanıdığımız kimse yok ne yazık ki, bağlantımız olacak. Ama tabii bu tip konserleri yapmanın zorluğu var. Mesela iki yıl önce Amerika’da çaldık ve inanılmaz bir deneyimdi ama çok pahalıydı tabii. Gerçekten elinizde sadece yaşadığınız deneyim kalıyor. Stratejik olmak gerekiyor. Çünkü bunu yapsak mı dediğimizde para kaybediyoruz, hem de çok.
Armand: Ama bazen de tamamen buna değiyor.
Clara: Haklısın.
Türkiye’den sevdiğiniz gruplar var mı?
Clara: Çok hakim değilim.
Armand: Türkiye’de yaşamıyorlar ama Altın Gün var. Avrupa’da çok popülerler. Daha çok grup tanımayı isteriz.
Yakın gelecek de Agar Agar hayranlarını neler bekliyor?
Armand: Evet, birçok şey var. Oyun var. Ama albüme kadar yayınlanmayacak.
Clara: Evet çok uzun bir süreç.
Armand: Albümden sonra yayınlanacak ama müthiş bir şey olacak. Uzun bir iş ama tam hayranlarımızı heyecanlandıracak bir şey. Enerjisi çok büyük olacak bu işin.
Clara: Yani evet, bir de tur var ve baya delilik. Albüm çıkınca çok uzunca bir süre turda olacağız ve büyük şovlar çalacağız. Sahnede de etkileşimli birçok öğe olacak.
Armand: Bu işi düzgün halledebilirsek.
Clara: Evet, iyi çalışırsak.
Her şarkının bir videosu olacak mı?
Armand: Sadece video olmayacak, çok daha fazlası.
Clara: Tam bir kreşendo olacak. Ve çok interaktif.
Armand: Dekorun da etkileyici olacağını düşünüyoruz.
Sahiden çok heyecan verici. Bizimle paylaştığınız için çok teşekkürler.
Clara: Biz teşekkür ederiz.

YILLARIN DOSTLAR BİRLİĞİ, TANIDIK BİR KADRO: HEND. VE YENİ TEKLİLERİ CHARDONNAY
Röportaj: İdil Meşe
Fotoğraf: Emirkan CörütSon Feci Bisiklet ve Öfkeli Kalabalık gruplarından tanıdığımız Erkin Sağsen’in vokali, gitarı ve klavyesi, The Flabbies’den tanıyıp sevdiğimiz Tarık Can Sürmen’in elektronik ve akustik davul sentezi ve ses tasarımcısı Ozan Hatipoğlu’nun klavyesi ve prodüksiyonunu bir araya getiren Hend, geçmişi çok eskiye dayanan ancak 2019’da bir araya gelen bir dostlar birliği ve müzik grubu. İlk bakışta dikkatleri çeken kapağını Beril Ateş’in tasarladığı, farklı müzik türleri arasında geçişler yapan yepyeni teklileri “Chardonnay”, yakın zamanda dinleyicileriyle buluştu. Hend ile callinghouse’da müziği ve hayalleri üzerine sohbet ettik.
Kişisel bir soruyla başlıyorum. Şarkıyı dinlerken şarkının ismi sanki ‘Kaçarım Kendimden’ olabilirmiş gibi geldi ama “Chardonnay”.
Erkin Sağsen: Çok tartıştık bu konuda.
İşte bunu öğrenmek istiyorum. Şarkının ismini nasıl seçtiniz?
Erkin Sağsen: Fransız şeylere taktım bu ara; daha önceki şarkılarda da böyle üçe kadar sayıyordum. Fransızca da bilmiyorum aslında. Chardonnay isminin dışındakilerin şey olacağını düşündük, biraz, nasıl desem…
Tarık Can Sürmen: Biraz oldschool geldi bana ‘kaçarım kendimden, derbeder’ falan.
Erkin Sağsen: Biraz daha downer, hafif de bir aşk şarkısı falan ya, onu böyle çok arabesk tınlatmak da çok istemedik; hiç yok içinde çünkü.
Hend’in özgün sound’u nasıl oluştu? “Chardonnay” ile bana Hend tınısı iyice pekişmiş gibi geldi.
Erkin: Aslında tam bir sound oturtmaya çalışmıyoruz, zaten her şarkıda yeni bir şey deniyoruz ve yeni bir yere doğru gitmeye çalışıyoruz. Ama kullandığımız, belli cihazlarımız var evde; kullandığımız klavyeler, belli başlı programlar ve plug-inler kullanıyoruz, onun etkisidir. Valla nasıl oluşturuyoruz bilmiyorum. Ben çünkü şarkıyı da nasıl yaptığımızı bilmiyorum. Bir anda bir şey çıkıyor ortaya. Can ile ikimiz aranje yapıp Ozan’a atıyoruz, Ozan üzerinde biraz çalışıyor, Ozan’a gidiyoruz ve işte orada biraz sound üzerine, biraz aranje üzerine çalışıp böyle bir şey çıkarıyoruz. Biraz kolektif bir iş aslında.
Harika. Ama sözler senden çıkıyor.
Erkin: Evet, bir tek sözleri sadece ben yazıyorum.
Besteyi de birlikte çalışıyorsunuz.
Erkin: Tabii. Yani şey diyemeyeceğim, hani, “ben yapıyorum” diyemeyeceğim.
Ozan Hatipoğlu: Aslında Erkin daha çok yapıyor. Onun singer-songwriter yönü var, biraz da böyle düzenlemesini de fikir atıyor ortaya, daha sonra bizde üzerine koyuyoruz ve son haline getiriyoruz.
Can: Sorduğun soruyla ilgili bir şey eklemek istiyorum. Aslında soundun değişik bir noktaya gelmesi şöyle: Erkin başta daha kendi başına yaptığı bir müzik üstüne gidiyordu, biraz daha Hip Hop, RnB üstüne giden bir tarzı vardı. Sonra Ozan ile benim biraz daha dahil olmamızla aslında dediğin yolculuk, hani bugüne gelen, çünkü son üç şarkımıza da o değişim hissediliyor diye tahmin ediyorum, Chardonnay’e gelen yolculuk biraz o şekilde oldu. Sound’umuz hakikaten değişiyor ve dediğin gibi bence de bir noktaya geliyor gibi hissediyorum.
Mesela vazgeçilmez bir öğe nedir Hend’in müziğinde?
Erkin: Fiziksel olarak Nord klavyem benim bir tane var, orada ben çok uğraşıyorum üzerine ses falan yapıyorum. Manevi olarak da bu ikisi: Tarık ve Ozan.
Can: Erkin’in sözleri bence. Yani birazcık farklıdır, farklı bir tarzı var. O kendi kesinlikle bunu söyleyemeyeceği için benim söylemem gerekiyor. Farkında da değil bence. Çünkü bence iyi yansıtıyor yani sözlerden.
Erkin: Teşekkür ederim.
Gruptaki herkes farklı bir gruptan, altyapıdan geliyor. Nasıl böyle birleştiniz ve grup oldunuz?
Can: Çünkü işin en başı aslında üçümüz yani.
Erkin: Şöyle aslında; biz evet hep üçümüz daha çok çocukken falan beste yapardık, hep üçümüz yani.
Can: Zaten liseden arkadaşız. Benim hayattaki en eski arkadaşım, 7 yaşından beri arkadaşım.
Erkin: Yani çok çok eskiye dayanıyor bizim. Zaten müzik yolculuğumuz da şöyle: Beraber zaten grubumuz vardı, sonra işte başka bir grupta biraz yürüdük; Ozan bu sırada başka müziğin başka bir tarafını keşfetti, kendi başarılı olduğu başka bir alanı, ses tasarımını keşfetti oraya doğru ilerledi.
İlk grubunuz…
Erkin: Motto diye bir grubumuz vardı. Çok taş devri çok. Ankara’dayken.
Kaç yaşındaydınız Motto’dayken?
Erkin: Yirmili yaşların başında. Üniversitedeydik.
Siz yani şimdi çocukluk arkadaşısınız, birlikte aynı üniversiteye de mi gittiniz aynı zamanda?
Erkin: Biz ikimiz gittik. Ben Tarık’la (Tarık Can Sürmen) askere gittim.
Ozan: Evlerimiz de yan yana.
Nelerden ilham alıyorsunuz?
Erkin: Söz anlamında şey oluyor; ben böyle distopik dünyaları falan çok severdim, düşünmeyi de, izlemeyi de ve okumayı da. Birazcık o mutsuzluk üzerine yoğunlaşmıştım. Sonra vazgeçtim. Çünkü kimse benim o dünyamla bağlantı kuramıyor, yani doğal olarak çünkü kimse o dünyada değil. Ben de biraz daha insani duygulara yönelmeye karar verdim ve duygulardan ilham alıyorum. Yazım süreci biraz sürüyor, o hissiyatları hatırlıyorsun, işte bunun üzerine gidiyorsun, kelimeler dökülüyor ağzından. Bazen piyanonun başında bir melodi buluyorum, sonra küçük böyle on altı bar bir beat yazıyorum altına, düşünürken bir anda bir melodi geliyor aklıma ve o melodiyle beraber bir söz de geliyor. Ev stüdyom var. Hiç telefona bulaşmadan gerçek bir condenser’da kayıt yapıyorum.
Grup arkadaşlarına dinlettiğinde nasıl yaklaşıyorlar?
Erkin: Can’a dinletiyorum mesela, bir kelime söylemeden iki kere dinliyor şarkıyı. Hani bir olmuş ya da olmamış bir şey söyle, değil mi?
Saygılı bir birey.
Erkin: Hayır, ben bunu saygısız buluyorum (Gülüyor). Söyle, öleceğim! Sevdin mi sevmedin mi, ne diyorsun ya? Ben zaten otuz kere dinleyip yapmışım orada böyle bakıyorum. Mesela 10 dakika geçiyor, çok iyi olmuş falan yapıyor, ben orada anlıyorum. Ozan’da da genelde yollayınca, biraz bekliyorsa cevap atmayıp olmamıştır o şarkı. Ama “Çok iyi şarkı, direkt basalım” falan diyorsa olmuştur.
Müzik dışında grubu bir araya getiren meraklarınız, aktiviteleriniz nedir?
Ozan: Biz Erkin’le Star Wars’a düştük.
Erkin: Çok fena düştük.
Ozan: Baştan sona, bütün kronolojik sırayla izliyoruz yani.
Oradan da distopik ya da ütopik şarkılar ve belki peri masalları ile ilgili şarkılar gelmesin?
Erkin: Bir sonraki şarkımız Işın Kılıcın (Gülüyor). Can çok yemeğe düşkün bir insandır. O sağolsun güzel restoranlara gidip yiyip içmeyi de çok seviyoruz. Onun dışında zaten takılıyoruz.
Sen mi buluyorsun restoranları Can?
Can: Aslında şöyle spesifik bir şey yok. Biz zaten arkadaşız, onun yanında grubuz da. Büyük bir artı oluyor bu açıdan.
Erkin: Grup sonradan geldi yani.
Can: Zaten sosyalleşirken beraber sosyalleşiyoruz, o yüzden herhangi bir şeyi de beraber yapıyoruz. Atıyorum konsere de beraber gidiyoruz, o da bizi besliyor, mesela yemeği de beraber yapıyoruz. İşte çıkıp beraber sapıtıp sarhoş oluyoruz, düşüp geberiyoruz o da… Hepsi besliyor kısacası.
Mesela öyle bir akşamın bir şarkısı var mı grupta?
Erkin: Ya şöyle bir akşam yaşadık. Beraber benim evde bayağı bir içtik, çok da eğlendik. Ya bir İllüzyon şarkısı var bizim eski, hani onu çıkaracaktık bir dinleyelim bir daha dedik. Şarkı bize bir yavaş geldi, moralimiz falan bozuldu. Hani kafamız o kadar iyiymiş ki. Yani böyle hızlandırıyoruz, düşürüyoruz… Tarık en son “Bir kere daha dinlersem müziği bırakacağım” dedi. Öyle bir gecemiz oldu.
Can: Yani Erkin şarkıları bizim olmadığımız gecelerde çıkarmayı seviyor. Bizle eğlenip, şarkıları başka gecede…
Peki böyle grup imajınız üzerine hiç düşünüyor musunuz? Yoksa böyle tek tek hani kendi imajınız hakkında mı düşünüyorsunuz?
Erkin: Ortak bir paydada daha buluşamadık. Herkes fena giyinmeyen insanlar, böyle at hırsızı gibi dolaşmıyoruz. Şimdilik onunla idare ediyoruz. Ama mesela Alex Turner’ın dönüşümü gibi, Arctic Monkeys’de hani o kıyafetlerin, tavırların falan bile bunun üzerine düşünülmesi lazım ve bunu profesyonel birinin yapması lazım bu konu üzerinde.
Grubun geleceği hakkında en çılgın hayaliniz ne olurdu?
Erkin: Yurt dışında müzik yapabilmek olurdu bence.
Çılgın bir hayal… Yaparsınız yurt dışında müzik zaten.
Erkin: Çılgın bir hayal ne olabilirdi? Yani şöyle bir şey olurdu: Metallica gibi her kıtada çalmış olabilmek isterdim. Mesela Antartika’da her yerde çalabilmek.
Peki sizlerde var mı böyle fantastik bir hayal?
Can: Yani valla yok sanırım biliyor musun? Adım adım gitmeye çalışıyorum kafamda, hayatın da yoğunluğu yüzünden. Şu an sen söyleyince biraz hayal kurmadığımı fark ettim bu konularda. Aslında hayal kurmam lazım çünkü hayal kurunca gerçekleşiyor. Bunun üzerine düşüneceğim o yüzden.
Erkin: Ben biraz daha kısa vadeli düşünebildiğim bir dönemdeyim. Yani böyle Hend ile müzik yaparken de bu anı, o şarkıyı ve nasıl olacağını düşünüyorum.
Ozan: Şeyi isterdim mesela bazı mekanlar gerçekten çok güzel, ben mimari de çok severim; çok güzel mimarisi olan bir yerde böyle özel bir konser veya yani böyle bir çekim yapmak isterdim. Parcels’in bir tane videosu vardı. Onların live yaptığı bir çok güzel sera gibi bir yer vardı. Tamamen camdan kocaman bir yer, kırmızı, botanik üzerine harika bir yerdi mesela. Böyle bir şey olsun isterdim.
Klip çekecek misiniz?
Erkin: Beril Ateş o kadar güzel bir artwork yaptı ki aslında çok sıcak bakmıyordum klip yapmaya o yüzden. Artwork’ü önce bir göstermek istedim insanlara, yani onu çok sevdim. Gerek duymadık, zaten çok güçlü bir resim. Belki bir sergi olmasını isteyebiliriz.
Önünüzdeki projeler, konserler ve hedefleriniz nelerdir?
Erkin: Üretmeyi seviyoruz beraber, üreteceğiz de. Single yaparız, EP yaparız, şu tarihte şunu çıkarırız veya şurada konserimiz olacak diyemiyorum ama yani mümkün olduğunca konser verip, insanlara ulaşıp, şarkılar yapıp paylaşmayı istiyoruz. Seviyoruz çünkü, güzel enerjilerle şarkılar yapıyoruz.
Can: Bir şarkı daha çıkacak önümüzdeki bir buçuk ay içinde. Blakhol diye müzisyen dostlarımız var Ankara’da, onlarla ortak yaptığımız bir şarkı var, o da çıkacak. Sonrasına bakacağız. Ama Erkin’in dediğine katılıyorum ben. Uzun süredir hepimiz sektörün içindeyiz, çok rahat hissettiğim bir ekip bu. Belki de arkadaşlıktan da dolayı her şeyi çok şeffaf birbirimize söyleyebiliyoruz, işi yaparken çok keyif alıyoruz. O yüzden bol bol şarkı ve konser yapacağız.

İNSANA VE ÖTESİNE DAİR: MÜSTAKBEL SUÇLAR
Yazı: Mina Aslan
Cronenberg’in yeni filminden yola çıkarak 79 yaşındaki veteran yönetmenin uzun metraj body horror filmlerini tek tek ziyaret ettiğimiz daha uzun soluklu bir yazı yazma niyetiyle başladım bu makaleye. Yazmaya başladıktan sonra hayatımda meydana gelen bazı iğrenç gelişmelerin de etkisiyle yazı aldı başını biraz başka yerlere gitti. Ben de bu temaya ucundan kenarından bağlanan dağınıklığı kucaklamaya karar verdim, bence Cronenberg beni içine zerk ettiği bilinç akışını severdi. Umarım siz de seversiniz.
Kendisini A History of Violence, Eastern Promises gibi mafya filmleri ve Scanners, Videodrome, eXistenZ, The Fly ve Crash gibi body horror, bilim kurgu ve psikolojik gerilim üçgenindeki filmleriyle tanıdığımız David Cronenberg, bu yıl Crimes of the Future adlı uzun metrajıyla sahalara dönerek kendisini meşhur eden unsurları tekrar ziyaret etmiş. Viggo Mortensen, Lea Seydoux ve Kristen Stewart’ı içeren kadrosuyla Crimes of the Future, Türkçe adıyla Müstakbel Suçlar yönetmenin 8 yıllık aradan sonra çektiği ilk uzun metraj olmakla birlikte bu janrdaki diğer klasikleri gibi posthümanizm, transhümanizm ve postyapısalcılık temaları ekseninde dönüyor. 1970’te çektiği bir kısa filmle aynı ismi paylaşan Müstakbel Suçlar’ın kısa film ile ismi dışında pek bir ilgisi yok, senaryosu ise 20 yıl evvel Painkillers başlığı altında yazıp prodüksiyon evresinde bıraktığı bambaşka bir hikaye. Yönetmen 20 yıl sonra projeyi yapımcısının da ısrarlarıyla raftan indirdiğinde bu isimle çok fazla film ve kitap çıktığını fark ediyor, ve halihazırda başka bir kısa filminde kullandığı bir ismi kullanmakta kanaat kılıyor.








Cronenbergian diyebileceğimiz pek çok öğeyi bir araya getiren film, bir bakıma da yönetmenin kendi külliyatına ve bu külliyatın yarattığı felsefi tartışmalara retrospektif bir geri bakış ve aleni bir düzen eleştirisi niteliğinde; İnsanoğlu, sıfırı tükettiği distopik bir gelecekte ürettiği plastiği yemeye doğru evrimsel adaptasyon gerçekleştirmeye başlıyor. Tüketim kültürü ile birlikte arka plana itilip önemini yitiren işlevsellik, yeni ve değişik olana yer açmak için ıskartaya çıkartılıyor; vücutlarımızda işlev sahibi olmayan yeni organlar tümör gibi büyüyüp bizi içeriden boğuyor. Acı hissetme yetisi ortadan kalkmaya başlayınca mütilasyon yeni bir fetiş haline geliyor. Bu distopik dünyada içinde yeni organlar büyüyen performans sanatçısı Saul, eski travma cerrahı partneri Caprice ile birlikte bu organları aldırdığı canlı performanslar sergiliyor. Aslında kulağa ne kadar kaçık gelse de Cronenberg’in zihninden çıkma bir fantezi değil bu, filmin ilham kaynağı gerçek bir performans sanatçısı. Posthümanist tartışmalarda ismi çokça anılan Fransız performans sanatçısı ORLAN’dan ilhamla yazılan filmde, Carnal Art kavramı merkezde konuşlanıyor. Etsel ve şehvetle ilintili anlamına gelen ve ORLAN tarafından başlatılan Carnal Art akımı, vücudu modifiye etmeye dayanan, acı ve katarsisi merkezine alan Body Art akımından anestezi ile ayrılıyor. ORLAN, 90’ların başında lokal anestezi altında bir seri estetik ameliyatla, yüzünü şekilden şekile sokuyor. Plastik cerrahiyi güzelleşme veya medikal ihtiyaçlar dışında kullanan ilk sanatçı olan ORLAN, Mona Lisa’ya benzemek için şakaklarına elmacık implantları yerleştirtiyor, ağzını François Boucher’in Europa’sına, çenesini Botticelli’nin Venüs’üne benzetmek için bıçak altına yatıyor. Performansın bir parçası olarak uydu bağlantısıyla bu anları yayınlıyor ve ameliyathaneyi bir stüdyoya çeviriyor. ORLAN, yönetmenin filmlerinde efektlerle yarattığı grotesk ve abject gösteriyi, canlı yayında kendi bedeni üzerinde gerçekleştiriyor. Şuuru açıkken yüzünü canlı yayında adeta yüzdürüp geri taktıran sanatçı hâliyle Cronenberg’in dikkatini çekiyor. 2002’de çıkarttığı filmi Spider’ın ardından Cronenberg, ORLAN’ın biyografisi olacak bir film yazmak için kolları sıvıyor. Başrol için Nicholas Cage ile anlaşıyor. ORLAN’ın da rol alacağı film, yönetmenin projeye dair tereddütleriyle rafa kalkıyor. Günümüzde bu hikayenin çok daha mânidar olacağını düşünen Robert Lantos, Cronenberg’i senaryoyu tekrar değerlendirmeye ikna ediyor ve ortaya karşımızdaki film çıkıyor. Cronenberg’in, günümüzde daha da gerçekçi gelen bu yakın gelecek tasvirine 20 yıl önce imza atmış olması ise etkileyici.
‘‘Kafamızdaki düzeni çevremize empoze etme ihtiyacımızdan olsa gerek, kendimizi nisbeten sebatlı ve sağlam biliriz. Ama ben bir insana baktığım zaman organik, kimyasal ve elektronik bir kaos girdabı, geçicilik ve dengesizlik, parıltılı bir değişme ve dönüşme potansiyeli görüyorum.’’
Cronenberg başından beri cüretkarlığa meyilli bir yönetmen. J.G. Ballard’ın aynı isimli romanından uyarladığı Crash, hâlâ toplumsal infiale sebep olan filmler ele alınırken konuşulan bir vaka. Film, araba kazası geçirdikten sonra araba kazalarına yönelik fetiş geliştiren bir çiftin bir tür yeraltı fetiş kültüne girişini ve orada yaşadıkları erotik maceraları konu ediniyor. Marazi ve grotesk görülenin bir fetiş, arzu nesnesi haline geldiği filmin Cannes gösteriminde jüri üyesi Francis Ford Coppola’nın filmin içeriğini görünce isyan etmesiyle başlayan curcuna, Evening Standard ve Daily Mail editörlerinin Crash’e karşı bir yıl süren bir medya savaşı başlatmasıyla arşa çıkıyor. Film hakkında sadece İngiltere’de 400 basın açıklaması yapılıyor, sansürün yüzü sayılan muhafazakar aktivist Mary Whitehouse dahi tartışmalara dahil oluyor. Film Sınırlandırma Kurulu üyeleri üzerinde filme sansür kararı çıkartmalarına yönelik baskı oluşturmak için muhafazakar gazeteler özel hayatlarını gazetelere döküyor. Bir noktada filmin insanları suça sevk edip etmeyeceğine dair otomobil kulüplerinden dahi uzman görüşü alınıyor. Büyük Sony boykotları ve yarattığı ayaklanmaya rağmen Crash bir şekilde yayında kalmayı başarıyor, bu da sinemada özgür ifade adına bir zafer olarak anılıyor. Saul ve Caprice’in performanslardan ve mütilasyondan aldıkları cinsel zevk, bize Crash’teki James ve Helen’ı anımsatıyor. Ameliyatları yapmak için kullandıkları ‘sark ünitesi’, Saul’un içinde uyuduğu ‘orkide yatak’ ve yemek yerken sancılarını dindirmesi için oturduğu ‘kahvaltı sandalyesi’ ise iç kaldırıcı seviyede antropomorfik formlarıyla akla eXistenZ’deki game pod’ları getiriyor.
Body horror dediğimiz janrın estetiğinin inşasında büyük katkısı bulunan Cronenberg sinemasının temasal altyapısında “abject” denen kavram yatıyor. Bulgar filozof Julia Kristeva’nın Georges Bataille’ın formsuz kavramından yola çıkarak öne attığı, sadece bedenimizin değil ontolojimizin de sınırlarını bulandıran bu abject; türkçeye anlam kaybı yaşamadan çevirmesi zorlu bir kavram. Aslında kabaca “iğrenç, iğrenti uyandıran” anlamını taşısa da burada bahsettiğimiz kavram olan abject, yani büyük harfle İğrenç, insanın kendine ve gerçekliğine dair algısını bozguna uğratan, insana kendi faniliğini, ve daha da kötüsü acizliğini anımsatan; özne-nesne, içerideki-dışarıdaki, özlük-öteki arasındaki sınırı bulandıran anlamını taşıyor. Abject’e sunabileceğimiz birincil örnek ceset, çünkü ceset bize kendi ölümlülüğümüzü anımsatıyor. Açık bir yara, irin, dışkı, lağım, mükemmelliğini ve bütünlüğünü yitirmiş bir beden; bunların hepsi gözümüzü kaçırdığımız gerçekliğin dehşetini beraberinde getiren şeyler, çünkü insan olmaya dair kanıksanmış varsayımları, doğanın zapturapta alındığı sanrısını ve gerçekliğin tahayyül edilebilir olduğuna dair kartezyen varsayımları yırtıp atıyorlar. İçimize, yani beden dediğimiz bütüne ait şeyler dışarı atıldıkları an İğrenç oluyorlar. Vücut salgıları, kafamızdan kopup banyo giderinde yumaklaşan saçlar İğrenç. Kestiğimiz tırnaklarımız, vücudumuzdan ayrıldıkları an İğrençleşiyorlar. Bizi hayatta tutan bedensel fonksiyonları gayet tabii yadsıyabiliriz, ama dışarı çıkıp görünür hale geldikleri zaman, bu İğrençtir. İğrenç olan şey bizi, dil ve kültür üzerine kurulu olguları anlamlandırdığımız yerden çekip, düzen ve içkin bir anlamın olmadığı gerçekliğe sürükler. Tıp okuyan bir arkadaşım bir gün bana “her şeyin bir şekilde yolunda gideceğini varsayıyoruz ama en ufak patojenlerden, bir haşerenin ısırığından veya bozuk bir besinden kapılabilecek ölümcül hastalıkları göz önünde bulundurursak bana işlerin yolunda gitmeme olasılığını çok daha büyük gibi geliyor” mealinde bir şeyler demişti. Sonraki üç gün yastığımda yürüyen, gözüme bile görünmeyen maytları, cildimde gezindiklerini, porlarıma girdiklerini düşünmüştüm. Abject biraz da bu işte…
Cronenberg’e geldiğimizde ise Brecken denen çocuğun -annesinin hitabıyla yaratığın- ağzından dökülen yoğun beyaz salya, The Fly’da yavaş yavaş sineğe evrilen bilim adamının cildini delerek çıkan uzuvlar, Scanners’da yavaş çekimde karpuz gibi patlayan kafalar, Crash’te araba kazası fetişi geliştiren ve engelli kalan bedenlerin cinselliği, eXistenZ’de dedektörden geçebilmesi için kemik, diş ve diğer organik materyallerden yapılan silah, kıkırdak dokuyu ve benzeri organik formları andıran teknolojik kumandalar ve Crimes of the Future’daki antropomorfik mobilyalar… Hepsi, kelimenin tam anlamıyla İğrenç. Çünkü bedenimizin içiyle dışı arasındaki sınırları bulandırıyorlar, ya da bize gözümüzü kaçırdığımız kırılgan gerçekliğimizi hatırlatıyorlar.
















VÜCUT, HAKİKATTİR.
Filmde Saul ve Caprice provokatif performanslarını sergilerken arkalarındaki ekranlarda bu motto yazıyor. ”Vücut, hakikattir”: tabiatı gereği sınırlayıcıdır, bu da bertaraf edilmesi arzusunun temelini oluşturur. Bilinci sibernetik bir organizmaya yükleyip insan vücudunun sınırlarını aşmak, bilim kurgunun -ve transhümanist düşüncenin- kalbinde yatar. Bu filmi çektiği noktada, Cronenberg de kendini biyonik bir canlı olarak tanımlıyor, çünkü kulağında işitme cihazı denen minik bilgisayarlar, gözlerinde de plastik lensler var. Katarakt ameliyatının ve işitme cihazının yaşadığı gerçekliği ne denli değiştirdiğini deneyimleyen yönetmen, dünyaya artık 50 yıldır film çevirdiği gözlerle değil, başka gözlerle baktığını söylüyor. Bir şeyler kesinlikle değişmiş gibi duruyor; şimdiye dek çektiği body horror filmlerinin neredeyse tümünde insanların kibir ve hırslarından doğan başkalaşma veya bedenin sınırlarını aşma girişimleri ibretlik sonlarla cezalandırılırdı. Müstakbel Suçlar’da ise dünyanın geldiği, ya da bizim elimizle getirildiği vaziyette yaşama devam edeceksek başkalaşıma müsade eğmenin tek çaremiz olabileceği ihtimali vurgulanıyor. Buradaki başkalaşım tabiata meydan okumanın değil, karşısında boyun eğmenin başkalaşımı olarak önceki filmlerinden ayrılıyor, ve bir bağlamda mazur görülüyor. Yönetmen önceki filmlerini andıran estetik ve tematik devamlılıklar sunsa da, nihayetinde farklı bir perspektif getiriyor. Cronenberg’in iğrenç filmi Müstakbel Suçları’ı MUBI‘de izleyebilirsiniz.

BLACK COUNTRY, NEW ROAD İLE KISA KISA
Röportaj: İdil Meşe
Son yılların hızlı yükseliş gösteren İngiliz alternatif rock gruplarından Black Country New Road, 21 Ağustos’ta, IKSV’nin 50. yıl kutlama konserleri kapsamında, Nick Cave and the Bad Seeds’in ön grubu olarak Parkorman’da sahne alacak. Performansları öncesinde, grubun bateristi Charlie Wayne sorularımızı cevapladı.
Grup olarak yaşadığınız en büyük zorluk neydi ve nasıl üstesinden geldiniz?
Cambridge’deyken, biraz daha genç olduğumuz zamanlarda, Cambridge Üniversitesi öğrencileri tarafından, şehirde hiçbir üniversiteye gitmeyen kişilere karşı düzenlenen bir yarışma vardı. Karakter ve zeka testi gibi bir şeydi. Yarış, özünde (üniversite öğrencilerinden oluşan bir takıma karşı) kimin yapboz oyununu daha hızlı tamamlayacağını görmek üzerineydi. 1000 parçalı, Jurassic Park temalı bir puzzle’dı. Takım olarak çalıştık ve kişisel yeteneklerimizi olabildiğince hızlı bir şekilde ortak çabaya dönüştürdük. Dört saatlik zorlu ve beyin yakıcı çalışmanın sonunda öğrencileri yendik. Bu, hayatımızın en gurur verici anlarından birisiydi.
Müzik yapmadığınız zamanlarda grup olarak neler yapıyorsunuz?
Çoğunlukla takılıyoruz ve rahatlıyoruz. Bazen birbirimizle oyunlar oynuyor ya da pub’a gittiğimiz ve komik, ilginç şeyler gördüğümüz zamanlardan birbirimize hikayeler anlatıyoruz.
Radarınızda size ilham veren yeni nesilden sanatçılar var mı? Belki de Türkiye’den sevdiğiniz gruplar?
Hepimizin, ayrı ayrı dinlediği çok fazla ilgi çekici ve eğlenceli yeni müzikler var. Bu yılın özellikle ortak beğendiklerimizden öne çıkan Horsegirl grubunun çıkış albümü oldu. Yakında umarım onlarla da birkaç şovda beraber çalacağız, ki bunun çok eğlenceli olacağını düşünüyorum. Yeni bir grup değil ancak son çıkan albümleri Soul Glo’yu gerçekten beğendim. Sahiden deli işi ve heyecan verici bir müzik. Türk müziği içinse, korkarım ki utanç verici bir şekilde az bilgiye sahibim. Ancak Duman’ı beğeniyorum. Geldiğimizde dinleyebileceğim bolca öneri toplamayı umuyorum!
Black Country New Road tarafında yakın gelecekte olacaklardan ipucu verebilir misiniz?
Bizim için çok yoğun bir yaz oluyor, ki bunun için minnettarız, bu sebeple gelecekte neler olacağına dair çok düşünme fırsatımız olmadı. Yine de kısa bir dinlenmeden sonra ellerimizi başımızın arasına alıp gelecek sene için yeni parçalar yazmaya başlayacağımızı düşünüyorum.
Türkiye’deki konserinizden beklentiniz nedir ve Türkiye’deki hayranlarınıza mesajınız var mı?
Türkiye’ye gelmek hem grup hem de bireysel olarak hepimiz için inanılmaz uzun süredir hayalini kurduğumuz bir olaydı. Buraya gelme ve burada çalma fırsatımız olduğu için inanılmaz şanslıyız. Türkiye’deki dinleyicilerimize destekleri için teşekkür etmek isteriz. Olabildiğince çok dinleyicimizle tanışmayı dört gözle bekliyoruz ve yakında, Türkiye’de kendi bağımsız konserimizi de vermeyi umuyoruz.

PAZAR, SHUK, ŞAKŞUKA: İSTANBUL'DAN TEL AVİV'E BİR PAZAR HİKAYESİ
Röportaj: Mina Aslan
Kültürel antropolog Kornelia Binicewicz ve belgesel fotoğrafçısı Italo Rondinella, pazarlara olan aşklarını bir kitapta derlemişler. Kornelia’nın yazdığı metine eşlik eden röportajlar, Tel Aviv ve İstanbul pazarlarından fotoğraflar ve iki kültürden de tariflerle birlikte ortaya epey enteresan bir eser çıkmış. Italo ve Kornelia ile yeni çıkan kitapları “Pazar//Shuk” hakkında sohbet ettik.
Selam, sizleri görmek çok güzel. Oldukça enteresan bir konsept ve format olmuş. Pazarlar çoğumuzun varlığını kanıksadığı ve üzerine çok da kafa yormadığı yerler. Bu tema nasıl ortaya çıktı?
Kornelia: Epey uzun zamandır İstanbul’da yaşıyorum, Italo da öyle ve burada geçirdiğimiz yıllar boyunca ikimiz de pazara gitmekten büyük keyif aldık. Pazarlar hem iyi vakit geçirmek hem de kültürü tanımak için ideal yerler. İlk çıkmaya başladığımızda pazarlarda buluşurduk ve bu mekanlara derin bir ilgimiz vardı. Ve shuk… Çünkü İstanbul’a taşınmadan önce Tel Aviv’de çok zaman geçirdim. Dünyada en sevdiğim yerlerden biriydi ve kültürüne de çok yakın hissediyordum. Yemek kültürü ve çeşitliliğine… Dolayısıyla shuk‘lar benim için oldukça ilgi çekiciydi. Ardından Italo’yla birlikte burada yaşamaya başladığımızda İsrail Konsolosluğundan Elazar’la konuştuk. Ona insanları bir araya getirmek için ortak bir amacımız varsa haydi marketleri anlatalım dedik. Çünkü söylediğin gibi; bu marketler varlar, fakat o kadar kanıksanmışlar ki gözden kaçıyorlar. Bu pazar alanlarındaki değişimin, market yapısındaki dinamiğin hikayesini anlatmak istedik. Elazar, “Evet, evet. Bu çok iyi bir fikir” dedi. Hikayenin kalanını Italo’ya sormalısın çünkü ben kültür antropoloğu, araştırmacı ve bir hikaye anlatıcısıyım. Fakat Italo’nun fotoğrafçılığı olmasa, bu kitap ortaya çıkmazdı.
Kesinlikle, kitabın epey tutarlı bir fotografik tonu var. İkinci sorum da biraz bununla ilgiliydi aslında. Hikayeye eşlik eden fotoğraflar için önceden belirlenmiş bir ton veya vizyon var mıydı yoksa her şey spontane mi gelişti? Tutarlı oldukları gibi oldukça sade ve içten duruyorlar. Aynı şekilde bu görsel tutarlılık kitabı karıştırdıkça iki şehrin birbirine geçmesine de vesile oluyor. Tel Aviv’deki markette laffa yapan teyze mesela, İstanbul’da karşılaşabileceğimiz bir gözlemeci teyzeye benziyor.
Italo: Kornelia’nın söylediklerine bir iki şey ekleyip soruna döneceğim. Aslında olay marketlere entellektüel bir ilgi beslemeye başlamamızdan önce başladı. Çünkü pazara gitmek bizim rutinimizin bir parçasıydı. Pazarları hala hayatımın çok önemli bir parçası olarak görüyorum. Hatta Tarlabaşı’ndaki pazarın sokağında oturuyorum. Fotoğraflara gelecek olursak; işin İstanbul ayağı daha kolaydı çünkü Kornelia’nın da dediği gibi uzun zamandır burada yaşıyorum ve yakalamak istediğim şeye dair görsel bir fikrim vardı. Tel Aviv kadar zorlayıcı değildi, fakat diğer yandan çok yakından tanıdığın bir şeyi fotoğraflamanın da kendi zorlukları var. Tekrara düşmek istemedim, çünkü pazarlarda bulacağın atmosfer aşağı yukarı aynıdır. Bu kadar sürekli ve aynı bir ortama bir hikaye anlatıcılığı öğesi katmak da zor olabiliyor. Fakat İstanbul’a gelince yapabileceğimin en iyisini yaptığımı düşünüyorum. Tel Aviv hikayesi biraz farklı, Kornelia İsrail’e aşina olsa da ben hiç değildim. Bu benim ilk ziyaretimdi ve proje aşağı yukarı 10 gün sürdü. Ne bekleyebileceğim ve yaratabileceğime dair bir fikrim yoktu doğrusu, ülkeye bile çok yabancıydım. Bu noktada yapımcımız Elazar’ın insanlarla tanışmamızda çok yardımı oldu. Şimdiye kadar yaptığım işlerden farklıydı ve İstanbul’a dair bilgi birikimim Tel Aviv’le denkleşmediği için ve Tel Aviv’de epey kısa vaktimiz olduğu için içimde iki bölümün uyuşmayacağına dair bir endişe de vardı tabii. Post prodüksiyonda da elimdeki fotoğrafları oldukça homojenize etmeye çalıştım. Ve sonuç elindeki kitap oldu.
Kitapta gastronomlarla sohbetler edip birkaç tarif de derlemişsiniz. Bu tarifler arasında rutininize kattığınız, kendinizi sık sık yaparken bulduğunuz bir tarif var mı?
Kornelia: Tarifler aslında yemek yapmayı seven insanları teşvik etmek için oradalar. Bu kitap bir tarif kitabından ziyade yemek kültürüne, tarihe, şehirlere ilgi duyan insanlara bir davetiye olarak tasarlandı. Tarifler, okurlara pazarların onlar yemek yapsın diye kurulduğunu hatırlatmak için orada. Dolayısıyla sadece birkaç tane seçtik ve hepsi birbirlerinden oldukça farklılar. Mesela ilk tarif ıspıt otu içeriyor ve bu pek bilinmeyen bir sebze, ya da kök. Çoğunluğun tanımadığı, tüketmediği bir şey. Ancak kitapta görüyorsunuz ki belli başlı bölgelerin pazarlarına giderseniz daha endemik ve nadir meyve sebzelerle karşılaşabiliyorsunuz. Musa Dağdeviren, Türk mutfağı konusunda bir dâhi ve onları çok güzel bir şekilde pişiriyor. Bu bağlamda bize çok iyi bir rehber oldu. Fakat bu istesek dahi günlük favori yemeğimiz olamaz, çünkü ıspıt sadece şubat sonundan nisana kadar yetişiyor. Bazı tarifler var ki hazırlaması çok kolay, mesela menemen ve şakşuka. Birlikte sunulmaları da tesadüf değil. Bakıp, “Vay be! Aslında aynı yemek.” diyebilin diye oradalar. Bu kitabın bir amacı da insanları bir araya getiren tarifleri ortaya koyup yemeğe “sahip” olmadığımızı anlatmak. Aslında yemek sana, senin ona sahip olduğundan daha sahip. Menemen, yani domatesli sosta pişen yumurta, insanları bir araya getiren bir şey. Bir topluluk buna “menemen” öbürü “şakşuka” diyor. Aralarında pişirme biçimi veya kullanılan baharatlara dair farklar var tabii, ama ruh aynı. İsrail’de Şakşuka ustası Dr. Shakshuka’dan alıp kitaba koyduğumuz tarif çok basit. Birçok kez beraber test ettik, başka insanlara denettik ve gerçekten her seferinde iyi sonuç verdiğini gördük. Dolayısyla günlük rutine üye bir tarif arıyorsak bunu aday gösterebilirim, Türkler için. İsraillilere de menemen önerirdim. Menemen tarifimiz Menemenci Hamido’dan ve Dr. Shakshuka’ya kıyasla oldukça utangaç, gözlerden uzak bir insan. Dr. Shakshuka bir televizyon yıldızı, Hamido ise çok küçük şatafatsız bir dükkan işletiyor. Kimse bilmiyor ama şehirdeki en iyi menemeni Hamido yapıyor.
Evet, menemen Türk kahvaltılarının demirbaşı sayılır. Aynı malzemelerin farklı yorumlanışı da aklıma konuştuğunuz gastronomlar ve şefler diğer ülkenin pazarından malzemeleri nasıl değerlendirirdi sorusunu getirdi. Musa Dağdeviren mesela, kendini tamamiyle mesleğine adamış biri. Çok kısa süreliğine pazara çıkan, mevsimlik, çoğumuzun tanımadığı malzemelerle çalışıyor. İsrail’de yetişen ve ülkemize egzotik kaçacak ürünlerle neler yapabilirdi acaba. Çünkü elde aynı malzemeler varken bile insanların damak lezzetinden gelen farklı eğilimleri var. Şakşukaya bakıp, “Aaa menemeni böyle pişirmeyi düşünmezdim” diyebiliyorsunuz. Derler ya “Same same, but different.” değişik ama aynı.
Kornelia: “Same same but different” bu kitap için çok yerinde bir deyiş oldu. Bu kitap farklı ülkelerde yaşadıkları için kendilerini ötekinden oldukça farklı algılayan iki topluluğu anlatıyor. Fakat yakından baktığımızda insanları bir araya getirecek çok fazla benzerlik var. Bu kitap benzerlikleri ortaya çıkartmak ve aynı zamanda farklılıklara da saygı göstermekle ilgili. Herkesin ve her şeyin benzer olduğu dümdüz bir gerçeklik istemiyoruz. İnsanlar arasındaki farklılıkları kutlamak, benliklerine saygı göstermektir. Kendi ötekilikleri ve sıra dışılıklarıyla. Fotoğraflarda da, laffa satan kadın ve gözlemeci kadın aynı ailedenlermiş gibi duruyorlar, farklılıklarıyla. Buna saygı duymalıyız. Her pazarcının kendi hikayesi var, ve bize bir şey sunuyorlar. Italo, biraz senin buna değinmeni isterim. Çünkü benim kitabı yazarken oluşturduğum bir anlatı var, okurlarımın benim fikirlerime katılmasını istiyorum. Fakat Italo karşılaştığımız insanların hikayelerini ve arkaplanlarını yakalamaya çalışıyordu.
Italo: Ben belgesel fotoğrafçılığı arkaplanından geliyorum. Normalde toplumsal problemler üzerine foto muhabirlik yapıyorum. Burada yapmaya çalıştığım şey, fotoğraflamaya çalıştığım öznelerin toplumsal gerçekliğini anlamaktı. İstanbul, söylediğim gibi, bu bakımdan daha kolaydı. Mesela bahsettiğiniz laffa satan kadını çekmek veya o gerçekliğe girmek için fazla vaktim olmadı. Bu kısıtlar dahilinde daha derin bir şeyler gösterebilmek bir mucize olurdu. İşimin en enteresan kısmını fotoğrafın ardında olan biteni anlamak, toplumsal gerçeklikleri, ortaklıkları ve farkları göz önüne çıkartmak.
Sanırım favorilerimden biri pazar muşambasının yelkeni andıran fotoğrafına eşlik eden “modern kentin yelkencileri” analojisiydi…
Kornelia: Bugün bize bunu söyleyen ikinci kişisin! Instagram’dan biri de bugün bana “Bu şahane bir fikir!” diye mesaj attı.
Italo: Aslında en başında tüm projeyi bu “kent yelkencileri” konsepti etrafına kuracaktık. İlerledikçe evrildi ve başkalarının da katkılarıyla değişti.
Italo, bir fotoğrafçı olarak bu hissi biliyorsundur diye düşünüyorum; pazarda telefondan izlenen maç fotoğrafını görünce “keşke bu kareye denk gelmiş olsaydım da çekseydim” dedim. Tipik bir pazar karesi, ve fotoğrafçılıktaki tesadüf etmenini de öne çıkartıyor. Çünkü yaptığınız belgeselvari fotoğrafçılıkta set tasarımı ve kurguya yer yok. Gerçekliğe denk gelip onu yakalamak için elinizde kamerayla o alanlarda hazır bulunmak gerekiyor. Bu da bir titizlik ve anda oluşla mümkün. Sizi bunun için tebrik etmek isterim. Kitabın bir kopyasını Gümrah’tan ödünç aldım ve fotoğraflara tekrar tekrar göz attım.
Kornelia: Sana da kendi kopyanı hediye edeceğiz!
Kitapta “pazar” da olsa “shuk” da olsa, market yerinin ekonomik, sosyal, demografik ve politik statüko için bir barometre işlevi gördüğünü söylüyorsunuz. Bir İstanbullu olarak, en azından bizim pazarlarımız için durumun böyle olduğunu söyleyebilirim. Çocukken pazarları romantik, karnavalımsı bir yer olarak algılardım, bir performans ve hikaye anlatıcılığı elementi vardı. Pazarcı tezgaha çıkıp müşteri çekmek için esprili bir tekerleme söylerdi belki, öbürü sütyenleri kafasına geçirmiş karşı tezgahtan bağırırdı. Rengarenk tekstiller, gözleme…
Italo: Nerelisin, İstanbul mu?
Ankara’da doğup büyüdüm fakat ben daha ilkokuldayken İstanbul’a taşındık. Ankara’nın da çılgın pazarları vardı ama…
Italo: Bu bahsettiğin anı neredeydi, İstanbul’daki bir pazarı mı tasvir ediyorsun Ankara mı?
Bilmiyorum. Küçüktüm, kalabalıktan korktuğum için annemin elini tuttuğumu hatırlıyorum. Pazara gidildi mi hepimizin gözü dönerdi çünkü. Bir iki kez pazarda unutulmuşluğum var. Annemler olan bitene ve alışveriş listesine yetişmeye çalışırken beni bırakıp bir iki kilometre teptikten sonra geri gelmişler. Ben muşambalı pazar tezgahının üstünde ağlıyorum, bir pazarcı amca bağırıyor “Bu çocuk kimin?”. Ama ne yazık ki hangi pazar hatırlamıyorum. Ankara veya İstanbul olabilir. Balıkesir olabilir, yazları oraya giderdik. Dediğim gibi, pazar neşeli bir deneyim olarak kalmış kafamda. Liranın günbegün düşen alım gücü ve yükselişteki fiyatlar karşısında aynısını söylemek pek mümkün değil artık. Eve ekmek götürme endişesi pazarcının da müşterinin de üzerinde bir kara bulut gibi geziyor. Böyle zamanlarda enflasyon veya anksiyete gibi soyut konseptler insanların suratında somutlaşıyor adeta. Bir İsrail shuk’unda somutlaşan şey nedir?
Kornelia: Ekonomi pazarların ve shuk’ların gerçekliğinde çok önemli bir yer kaplıyor. Konuştuğumuz romantik ve kültürel boyutu ve buluşma yerleri olarak önemleri bir kenara, pazar özünde temel ihtiyaçlarımızı temin etmek için gittiğimiz bir yer. Dolayısıyla ekonominin durumu ve para biriminin performansının öne çıktığı bir yer. Şu sıralar pazara gittiğimizde kulağımıza çalınan tek şey “Pahalı, pahalı, çok pahalı!”. Herkes fiyatlara kilitlenmiş durumda, pazardaki atmosferi de etkiliyor tabii. Demin Heybeliada pazarından döndüm. Bahsettiğimiz neşeli ortam ne yazık ki artık eskisi gibi değil. Her şeye rağmen hala büyülü mekanlar. Tüm pazarlar ekonominin bir temsili. İsrail’de shuklar… Öncelikle İsrail toplumu çok daha varlıklı. Ekonomi çok daha iyi durumda, ve bunun yansımasını shuk’un insanlara ifade ettiği şeyde görebiliyoruz. İnsanlar alım güçlerine göre farklı marketlere gidiyorlar. Mesela üst sınıf Aşkenazi, Batı Avrupa kökenli bir yahudiyseniz HaNamal isimli yeni bir shuk’a gidiyorsunuz. Her şey en üst kalite, en en iyisi. Ve her şey inanılmaz pahalı. Bir yandan da özgürlüğün, boş vakte sahip olmanın kutlandığını görüyorsunuz. Sherry Ansky ile bu konuda sohbet ettik. Kendisi kitapta da geçen bir karakter. İsrail’de çok tanınan bir gazeteci yazar, aynı zamanda bu şık marketlerden birinde ringa balığı standını işletiyor. Marketlere bayıldığını, onun için pazardayken zamanın durduğunu söylüyor. Bu, “Şu salatalık kaç liradır ki?” diye düşünmek zorunda olmayan birinin söyleyebileceği bir şey. Pazarlar gerçekten maddi gerçekliğimizi yansıtıyor. İsrail’deki shuk’ların çoğu orta sınıf vatandaşlara hitap edecek şekilde tasarlanmış. Daha yoksul vatandaşlara hitap eden sadece bir shuk var, kitapta da geçiyor: HaTikva Market. Diğer pazarların neredeyse hepsi çok daha fazla kazanan ve harcayan insanlar için. Ve bu marketlerde epey neşeli bir atmosfer oluyor.
Italo: Bir diğer istisna da Filipinler marketi. Yine daha yoksul denebilecek bir bölgede kuruluyor. Dünyanın dört bir yanından gelen göçmenlerin yaşadığı bir mahalle. Doğu Avrupalılar, Afrikalılar, Çinliler…
Ve Tarlabaşı ve Sulukule’deki gibi, “soylulaştırma” adı altında gerçekleşen kentsel dönüşümden en çok etkilenen ve en savunmasız topluluklar da bu gruplar. Ülkelerinden finansal güçlük çeken ailelerine para yollayabilmek için gelen birçok göçmen olduğundan bahsediyorsunuz. Kitaba eşlik eden bir alt anlatı da şehirlerin neoliberal politikalar altındaki değişimi ve dönüşümü sanki. Politik görüşlerimden olsa gerek, okurken hem pazarcının hem tüketicinin nasıl harcandığını düşünmeden edemedim. Türkiye’deki pazarcının günümüzdeki açmazına bakalım mesela, kendi soğuk zincir sevkiyat sistemlerine sahip büyük süpermarket zincirleriyle yarışmak durumundalar. Fakat pazarcı hasatı tazeyken pazara ulaştırmak için yolun her durağında başka bir aracıya ödeme yapmak zorunda. Bu da onlar için fiyatları uygun ve ulaşılabilir tutmayı imkansız kılıyor. Aynı şekilde bahsettiğiniz şık, orta sınıf pazarların gelip daha eski usül pazarları yerinden etmesi de söz konusu. Tüm bu tartışmalar da dönüşümsel bir süreçte olunduğunu ve pazarların geleceğinin belirsizliğini de gözler önüne seriyor.
Kornelia: Çok iyi bir gözlem, kesinlikle katılıyorum. Marketler insanların değişimini gösteriyor. Soylulaştırma ve kentsel dönüşüm ise bir bakıma kaçınılmaz. Bir bakıma da çok önemliler çünkü bir ucundan tutulmazsa o mekanlar ihmalden dökülüp gidecekler. Problem başka bir yerde başlıyor aslında. İki muhtemel yol gösteriyoruz. İstanbul hala tamamen olmasa da geleneksel kalabilmiş bir pazar kültürüne sahip, İsrail ise bunu değiştirip büyük para ve büyük keyfi hedefliyor. Biz ise bunun bir orta yolunun bulunabileceğini savunuyoruz. Bu orta yol, kökenlerini ve mahallede yaşayanları yansıtan bir yol olmalı. Orada yaşayanlara özen göstermek istiyorsak Tarlabaşı’nı onlar için geliştirmek zorundayız. Çünkü muhit kötü durumda, yatırıma ihtiyaç duyuyor. Ama alıp da şık şıkırdım bir yere dönüştürülmemeli. Çünkü bunlar oraya ait insanları elimine eden süreçler. Benim mesajım bu. Arada bir yol var, buradan bir ders çıkaralım ve insanlar, mekanlar ve bağlam üzerine düşünelim. Cevap incelediğimiz bölgenin sosyal, politik, ekonomik ve demografik unsurlarında yatıyor. Söylediklerine katılmakla birlikte üçüncü bir yolun olduğuna inanıyorum.
Katılıyorum. Çözüm, araçları ve yatırımı oradaki insanlara hizmet etmek için kullanmak.
Kornelia: Kapitalizmden ziyade hayatımızda daha fazla sosyalizme ihtiyacımız var.
Italo: Diğer yandan Tarlabaşı’nda yaşadığım için eklemek isterim. Bu “soylulaştırma” projesinin bu mücadeleyi kazanabileceğini düşünmüyorum, Tarlabaşı’nda da Balat’ta da. Daha küçük yerleri dönüştürebilirler ama bu alanlarda popülasyon çok yüksek. Buradaki yerleşim daha kuvvetli. Tarlabaşı’nın ön cephesine Taksim 360 projesini yaptılar. Proje bariz bir başarısızlık örneği. Kimse orayı kiralamıyor, orada yaşamıyor. Ve pazarımız hala burada. Bu tabii ki bu yapılan yıkımı geri almıyor… Her şeye rağmen Kornelia’nın bahsettiği üçüncü yola dair umutluyum.
Kornelia: O zamana kadar -çünkü benimki zaman alacak bir yaklaşım- iyiye doğru değişimin yolu bu süreçlere katılım göstermekten geçiyor. O pazarlara gidin ve yerel ekonomilerini destekleyin, orada yaşayan insanlarla tanışın. Kasımpaşa’ya gidin. Samatya Fatih’te ve çoğu insan bunu dahi bilmiyor. Oraya gidiyorsunuz ve çok misafirperver, açık görüşlü insanlarla karşılaşıyorsunuz. Oraya aşık olmuştuk mesela, değil mi Italo?
Italo: Kesinlikle. Türkiye’de yaşayanları pazarlar kültürünün zenginliği tanımaya davet ediyorum. Ülkem İtalya’daki pazarlara dair de anılarım var mesela, fakat oradaki pazar kültürü tamamen kayboldu. İstanbul’dakiler ise hala tamamen otantik. Bu kaybedilmemesi gereken bir hazine. Tel Aviv iyi bir kıyas çünkü oradaki tamamen farklı bir gerçeklik. Pazarları Türkiye’dekilerden ziyade Avrupa’daki pazarlara benziyor. Çok iyi kalitedeler fakat alt sınıflara hitap etmiyorlar. Lüks mekanlar. Samatya bu bağlamda bir hazine, Tarlabaşı da öyle. İstanbul pazarlarının çok özgün bir varoluş şekli var. Sadece alışveriş değil ama buluşma yeri ve gerçekliğe açılan bir lens olarak.
Kapanışa yaklaşırken son bir şey eklemek istiyorum, konuya yaklaşımınızı kolonyalizme karşı olarak tanımlıyorsunuz ve az önce bahsettiğimiz gibi kentsel dönüşüm, bunun yarattığı yersizleştirme mevzularına kitapta epey yer veriyorsunuz. Fakat İsrail bağlamında yersizleştirme kentsel dönüşümü aşıyor. Aynı zamanda yerinden edilen ve geri dönme hakları İsrail tarafından tanınmayan Filistinliler var. Kitabınızın teşvikiyle kültür ve yemek etrafında birleşmiş bir dünyadan bahsedeceksek eğer, o bölgenin yerlilerinin de kültürleriyle beraber orada varlıklarını sürdürebilmeleri gerekiyor.
Kornelia: Ve katılım gösterebilmeleri.
Evet, bir kapanış fikri olarak bunu paylaşmak istedim. Oldukça enteresan bir kitaptı, katıldığınız için ikinize de teşekkür ederim. Bir şey eklemek ister misiniz?
Kornelia: Bunu eklemiş olman çok güzel. Eğer bir bölgenin kültürüne dalmak istiyorsak tarihin ve şimdinin bağlamını tanımak zorundayız. Bu sürekli bir devridaim halinde. Şu an gördüğümüz şey tarihte olan şeylerin izdüşümü. Filistinliler-İsrailliler mevzusunu politik olarak inceleyebiliriz, aynı şekilde Türkiye’deki Yunanlar ve Ermeniler hakkında konuşabiliriz. Tarihin ve gerçekliğimizin çok katmanlılığını tanımak zorundayız. Yerlerinden edilmiş insanlara kulak vermezsek duyulmazlar. Bu hikayeleri dile getirecek insanlara, bu insanları dinlemeye ihtiyacımız var.
Vaktinizi ayırıp sorularımı yanıtladığınız ve kitabı tanıttığınız için tekrar teşekkürler. Daha evvel söylediğim gibi, karıştırması epey keyifli bir kitaptı.
Kornelia: Bu arada, proje sadece bir kitaptan ibaret değil, aynı zamanda bir web sitemiz var. Fotoğraflar, sesler ve hikayelerden oluşuyor. Pazarların seslerini de kaydedip bir soundscape oluşturduk, ses ve görüntü bir araya gelince daha derin bir deneyim oluyor. Gidemeyenler için ses aracılığıyla pazarın akustik deneyimini sunuyoruz. Projenin bu uzantısını da ilgililer için eklemek istedim.
Bahsetmeyi unuttum, evet! Geçen gece uyumadan önce ben de dinledim ses haritasını. Merak edenler siteye https://www.pazarshuk.com adresinden ulaşabilirler. Görüşmek üzere!
Kornelia & Italo: Görüşürüz!

GİTARIN DERVİŞİ JOHN MCLAUGHLIN İLE MUTLULUK ÜZERİNE BİR SOHBET
Röportaj: İdil Meşe
Caz müziğin efsanevi sanatçısı John McLaughlin ile İstanbul Caz Festivali öncesinde, Pandemi sırasında çıkan albümü “Liberation Time”, ilham kaynakları, gündelik rutinleri ve gelecek projeleri hakkında sohbet ettik. Müzik kariyerindeki deneyimlerini paylaşan McLaughlin’den genç müzisyenler için altın değerinde tavsiyeler aldık. 29. İstanbul Caz Festivali kapsamında 29 Haziran’da Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu’nda, the 4th Dimension ile sahne alacak ve Türkiye’deki dinleyicileriyle tekrar buluşmak için heyecan duyduğunu belirten John McLaughlin’den, kalbinin Türkiye’ye uzun seneler önce bağlandığını öğrendik. Sebebinin Sufizm olması bizim için de sürpriz oldu.
Sizi pek yakında Türkiye’de dinleyeceğimiz için çok heyecanlıyız.
Ben de seneler sonra İstanbul’a döneceğim için çok mutluyum. Daha önce birkaç kere ziyaret etmiştim. Harika bir şehir. Orada olmaktan çok hoşlanıyorum. Ayrıca dünyaca meşhur festivalleriniz var. Herkes İstanbul’u biliyor.
O zaman sohbetimize Türk müziği hakkında bir soruyla başlayayım. Türk müziğine bakış açınız nedir?
Dört beş yıl önce sizin meşhur klarnetçilerinizden Hüsnü Şenlendirici ile Birleşmiş Milletler Caz Günü’nde Berlin’de çalmıştık. Müthiş bir müzisyen. Biraz cazımsı ama otantik Türk müziği. Ayrıca bildiğiniz üzere İstanbul dünyanın Sufi merkezi. Sufilere yakın hissediyorum, neyi ve udu çok seviyorum. Ayrıca bu enstrümanları çalan harika müzisyenleriniz var. Sufizmi 1968’te New York’tayken keşfettim. Oradaki Sufi merkezine Hazrat Inayat Khan’ın oğlu Pir Vilayat Khan’ı görmeye gidiyordum. En iyilerden… Sufi felsefesine, müziğe verdikleri önem ve duydukları sevgiden dolayı çok bağlandım. Ve tabii ki 13. yüzyılın en iyi şairlerinden Rumi’ye… Pek de çağdaş caz müziği sayılmaz, değil mi? (Gülüyor.)
Evet, pek sayılmaz. Ancak Sufi müziği ve felsefesinin sizi bu denli etkilediğini duymak hoşuma gitti. Albümünüz “Liberation Time” pandeminin göbeğinde çıktı. Ben de bir müzisyenim ve gerçekten zor zamanlardı.
Çok ama çok zordu.
Böylesine umutsuzluk dolu bir zamanın ortasında çıktı “Liberation Time” ve bu çok ilham vericiydi.
Teşekkür ederim.
Bir albüm yapma ve bir şekilde bir araya getirme fikri nasıl doğdu? Çünkü stüdyolar çoğunlukla kapalıydı. Uzun süren karantinalar vardı. Bunun ortasında böylesine zengin bir albüm… Size ilham veren neydi ve teknik olarak albümünüzü tamamlamayı nasıl başardınız?
Karantina Avrupa’da 17 Şubat’ta, Saint Patrick gününde başladı. İnanabiliyor musun? Bir karantinanın başlama günü olarak Saint Patrick günü… Korkunç. Gerçi hiçbir gün iyi değil ama neyse. Nisan başı müzisyenler için kitle fonlamasına başladık çünkü biliyorduk ne olacağını. Doğu’da, Batı’da, Avrupa’da müzisyen arkadaşlarımız hiçbir devlet yardımı olmadığından berbat durumdaydı. O yüzden kendi kendime başlattım bunu. Sonra Hindistan’da Shakti grubuyla başlattım çünkü Hint müzisyen dostlarımın başı büyük dertteydi. Sonra İstanbul’a da birlikte geldiğim grubum The 4th Dimension ile müzisyenlere yardım eden bir Amerikan enstitü aracılığıyla fonlama yaptık ve Carlos Santana ile de bir solo fonlama başlattık. Bunu yaparken müzisyenlere ses kayıtları yapıp, Kaliforniya’ya yollamam gerekiyordu ve internet sayesinde mümkün oldu. Carlos Santana ve Shakti ile yürüttüğüm bu fonlamalar sırasında, ses dosyaları, önden kaydedilmiş şeyler ile çalışmayı öğrendim. Mesela, bası, davulu ve klavyeleriyle şarkının alt yapısını oluşturup, kendi kısmımı çalıp başka kişilere yolluyordum. Bu sayede bu işleri öğrendim.
2020’nin Eylül’ünde artık delirmek üzereydim, çünkü evde kapalıyım. Ajansım ve menajerimden üst üste tur iptalleri haberleri geliyor. Tam çözüyoruz her şeyi, turu yapacağız, yine iptal oluyor. Sahiden çıldıracak gibiydim ve dedim “Ben burada ne yapabilirim?” Dosya kaydedip yollama deneyimim var ama bir yandan müzik de yazmalıyım. Ve başladım.
Bu albümdeki şarkılar, iki tane piyano parçası dışında, çok hızlı ortaya çıktı. Dünyanın farklı yerlerinden arkadaşlarımla da kayıt yapma şansım oldu. Mesela Los Angeles’ta Vinnie Colaiuta, ne baterist ama… Birlikte Chick Corea ile the Five Piece Band’de çalışmıştık. Paris’te, İngiltere’de basçılar, Kahire’den bir piyanist… Yani dünyanın birçok yerine dağılmıştık. O yüzden ben yaptığım kayıtları müzisyenlere yolladım, onlar da kendi kısımlarını çalıp yolladılar. Bazen müzik çok değişti gelen kısımlarla- ki bu harikaydı. Kendi kısımlarımı tekrar yazıp kaydetmem gerekti çünkü zaten yolladığım demo’ydu; insanlarla değil makinelerle çalıyordum. Ama müzik hakkındaki harika şey de bu İdil. Dosyalar geldiğinde ve evimde gözlerimi kapatıp dinlediğimde, önden kaydedilmiş olsa da, kafanın içinde, sanki odanda müzisyen dostların ve bu yüzden de kalbindeler. Müthiş bir duygu. Bu sadece müzikle ya da konuşurken olabilir. Görsel olarak bu hissin olması imkansız. Ve çalışırken kendime dedim ki, “İnsanlar beğenebilir veya beğenmeyebilir. Umrumda bile değil.” Bu yüzden ismini “Liberation Time” koydum. Çünkü beni özgürleştirdi, delirmekten kurtardı. Çok şanslıyım ki şahane müzisyenlerle çalıştım ve gerçekten iyi bir dinleyiciye ulaştı. Aynen senin dinlemekten hoşlandığın gibi… Benim için önemli olan bu. Evet, stüdyoda değildik hep birlikte ama gene de müzik canlıydı. Çünkü onlar çalıyor, doğaçlıyorsun, onları dinliyorsun. anlık hareket ediyorsun. Yüzde 50 canlı diyebiliriz.
Evet, normal kayıt deneyiminizden çok farklı olmalı.
Sahiden çok farklı, bu doğru. Ancak son iki buçuk senedir bu daha normal olmaya başladı. Çünkü hareket edemeyince, Amerika’ya, Kahire’ye gidemeyince, hatta yaşadığım kasabadan bile çıkmama izin olmayınca normalleşti. 2014’te Shakti ile bir albüm kaydedecektik. 20 yıldır belki stüdyo albümümü yapmamıştık. “Liberation Time” çıktıktan 3-4 ay sonra bir gün “Yeni bir albüm yapmalıyız” dedim. Çünkü 2014’te tüm planları yapmıştık ama genç mandolincimiz Uppalapu Srinivas, 45 yaşında öldü, onu kaybettik. Çok ama çok üzüldük. Her şey iptal oldu. Bu acıyla başa çıkamadık. Şimdi tekrar kayıt yapmaya başladık. Ekim’den beri kaydediyoruz, henüz bitmiş değil. Ama bu sene bitecek. Bildiğin gibi, tekrar her şey açılmaya başladığı için, bir perküsyonistimiz Şanghay’da, şarkıcı Mumbai’da, kemanistler Oregon Portland’da, bir enstrümantalist Kaliforniya’da, ben buradayım. Kısacası biraz delilik ama iyi gidiyor, benzer bir kayıt tekniğiyle çalışıyoruz. Çünkü bir sonraki Shakti buluşmamız gelecek sene Ocak’tan önce değil. O yüzden bu kayıtları bitiriyor olmamız çok mutluluk verici. Çok mutlu olacağım çıktığında. Ama The 4th Dimension ile geldiğim için çok mutluyum, harika bir grup gerçekten.
Doğrusu çok merak ettiğim bir konu var. Gitar çalma tekniğinizde seneler geçse de hiçbir gerileme olmuyor, hep daha da iyileşiyor. Günde kaç saat gitar çalışıyorsunuz ve formunuzu nasıl koruyorsunuz?
Her gün ama her gün gitar çalıyorum. Öbür türlü kafayı yerim. Çalmak zorundayım. Bir bakıma çalışmak, prova etmek de diyebiliriz ama asıl sebebi, ben gitarı çok seviyorum, müziği seviyorum. Çünkü müzik yaparken zihnim çok huzurlu ve ben çok mutluyum. Çünkü öbür türlü dünyanın derdi çekilir gibi değil, tam bir delilik. Amerika’daki ve İngiltere’deki politik kutuplaşma, politik ayrımlar çok ama çok zor. Bu akıl almaz savaş, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, beni çok ama çok üzüyor. Ve dünya değişti, biz de değiştik. Eskiden normal olan ne varsa artık normal değil. Yakın zamanda hava yoluyla seyahat ettin mi bilmiyorum ama Batı’da artık uçak kalkmadan iki saat önce orada olmak yeterli değil, üç saat, hatta üç buçuk saat önce orada olmalısın. Çünkü check-in bir buçuk saat, güvenliği geçmek de bir buçuk. Tam bir delilik. Ve müzisyenlerin kazandığı paralar hariç her şeyin fiyatı artıyor. Korkunç. Ne yapmalı? Benim kazanmamı bırak, benim artık umrumda değil, diğer müzisyenler çok daha az ücretlere çalmaya mecbur.
“Müziksel olarak kendimi hiç bu kadar iyi hissetmemiştim.”
Yani akıl ve beden sağlığınızı korumak adına da gitar çalışıyorsunuz.
Aynen öyle. Doğrusu çok sağlıklı bir yaşam stilim var. Çünkü ben uzun yıllardan beri vejetaryenim. Her gün yoga ve meditasyon yapıyorum çünkü benim için yemek yemek gibi bir şey. Ayrıca sabahları güne başlamadan belli bir zihin dinginliğine sahip olmalıyım. Önce Tanrı’ya şükrederim ve gezegene teşekkürlerimi iletirim ve kutsal ruha ve sonra kendimi iyi hissederim. Ayrıca dağ tırmanışı yapmayı çok seviyorum. Zihin ve beden için çok faydalı. Hem doğa içinde olmak, hem de sınırları zorlamak. Bazen metrelerce çok yükseğe çıkıyoruz ve sıkı çalışmak gerekiyor. Bu önemli çünkü ben sadece 40 yaşındayım (Gülüyor.) Bu Ocak’ta 80 yaşına girdim ama artık 80 yaşında olmak ne demek anlamıyorum bile. Bana hiçbir anlam ifade etmiyor çünkü müziksel olarak kendimi hiç bu kadar iyi hissetmemiştim. Müzisyenlerle birlikte çalışmak asıl mutluluğum. Bu hayattaki en güzel duygu, bilirsin İdil, sen de müzisyensin. Bunu sadece müzisyenler anlayabilir. Bu yüzden insanlar bizim tuhaf olduğumuzu düşünüyor.
Instagram’da gördüm ki bir köpek sahiplenmişsiniz pandemi sırasında.
Evet, bir köpek sahiplendim. O öylesine güzel ki… Bizimle dağlara geliyor bu güzellik, ismi ‘Chico’.
Çok tatlı.
Tam olarak öyle. Aşırı sevecen ve biraz da çılgın ama ben de biraz çılgınım, o yüzden anlaşıyoruz.
“Sahnede özgürleşme yaşamak, diğer müzisyenlerin buna dahil olması ve kolektif bir özgürleşme yaşamak… Zaten seyirci de bu anlara tanık olmak için oradadır ve sadece bunu bekliyordur. Çünkü müzisyenler özgürleştiğinde, müzik de seyirciyi özgürleştirir. Bu inanılamaz bir duygudur.”
Yılların müzik kariyeri deneyimine sahip biri olarak, genç müzisyenlere aynen sizin gibi uzun ve sürdürebilir bir müzik yaşamına sahip olmaları için önerileriniz olur mu? Değişen koşullar içinde nasıl kariyerlerinde yükselebilirler?
Güzel bir gelişme var ki, son 10-15 senedir büyük pop yıldızları tüm ülkelerden çıkıyor, Amerika, İngiltere, Fransa, Almanya… Bu yıldızlar en iyi müzisyenlerle çalışmak istiyor ve iyi paralar ödemeye de razılar. Ancak en iyi müzisyenlerin en en iyileri her stil müziği çalabilen ama en önemlisi de enstrümanına ustalıkla hakim olanlar. Bir enstrümanda ustalaşmak derken, bunun hep süren bir yolculuk olduğunu unutmamak gerek tabii. Ben gitarda ustalaştım diyemem. İnan bana 70 yıldır bu enstrümanı çalışıyorum ve her gün yeni bir şey keşfediyorum. Bu şaka değil, inan bana, her gün yeni bir şey öğreniyorum. Bu yüzden gitar çalmaya bayılıyorum çünkü çaldığımda özgür olabilirim, beynim beni nereye götürmek istiyorsa oraya gidebilirim. Ancak bunu sadece enstrümanımda ustalaşırken yapabilirim müzikal olarak. Bu bir disiplin meselesi. Yani her şeyden önce enstrümanına ve müziğe sadık ve hakim olmalısın. “Yarın çalışırım ya. Belki de birkaç güne” diyemezsin. Şimdi çalışmazsan yarın fark edersin. Üç gün çalışmazsan diğer müzisyenler fark eder. Bir hafta çalışmazsan bunu herkes fark eder!
Her gitar öğretmeninin sizden alıntıladığı bu sözü sizden duymak şahane bir duygu.
Ama bu doğru. Diğer müzisyenler olmadan prova yaparken bu eksikliğe karşı savaşmalısın çünkü “Sana ne oldu böyle” derler; kendini müziğe vermelisin. Eğer enstrümanına hakim bir müzisyensen, insanlar bunu fark eder ve seninle çalışmak ister. Ciddi olmalısın ama mizah duygunu da kaybetmemelisin. Bu ilk önemli şeydir. Ve bir diğer önemli şey de müzik okuyabiliyor olmaktır. Çünkü bir gün müzik yaptığında, bunu diğer müzisyenlere gösterebilmen için yazman gereklidir. Bir başka yönse, röportajın başında sana bahsettiğim gibi İdil, dünyada birçok güzel müzik kültürü var, Batı müziği de bunlardan biri. Mesela Batı klasik müziği. Ben çok şanslıyım ki bu sayede müziğe başladım. Annem bir amatör kemanistti. Bana keman öğretmeyi denedi ama korkunç bir ses çıkarıyordum. Dayanamadım ve anneme piyano çalmam konusunda yalvardım. “Tamam” dedi ve 8 yaşına kadar piyano çalmama izin verdi. Gitar, hayatıma ben 11 yaşındayken girdi ve o günden beri birçok farklı türde müzikle karşılaştım. Ama asıl alt yapım klasik müzikten geliyor.
11 yaşında gitara başladım çünkü ağabeylerim beni Blues ile tanıştırdı, Mississippi Blues ile. Yani sadece R&B değil, gerçek, derinlikli Amerikan Blues’u, siyah Amerikalılar’ın müziği. Bu benim için bir dönüm noktasıydı çünkü öncesinde sadece Mozart ile Beethoven’ı biliyordum. Sonra iki sene sonra beni flamenko müzikle tanıştırdılar. Daha Blues hakkında kafayı yerken, bir de flamenko hakkında kafayı yemeye başladım. Bir sene geçti, Django Reinhardt’la tanıştırdılar. 60’larda Hint müziğini keşfetmem de benim için bir dönüm noktası oldu. Çünkü harika doğaçlamacılar… Caz ve Hint müziği, doğaçlamanın müziğin kalbi ve ruhu olduğu iki okuldur. Gerçi flamenkoda da falsetto’lar vardır, bunlar doğaçlanabilir. Bunu Paco ile çalışmalarımdan biliyorum. Paco de Lucia… Shakti seneye 50 yaşında olacak. İnanabiliyor musun, 50 yaşında? Müthiş doğaçlamacılardır. Demek istediğim, Doğu’dan bir ustayla, Batı’dan bir ustayla ama caz değil klasik müzik ustasıyla çalıştım. Eğer bir öğrenci öğrenmek istiyorsa, biraz dinlemeye ve farklı yapılardaki müzikleri öğrenmeye vakit ayırmalıdır.
Mesela Hint müziğinde ‘raga’ vardır. Bu bir gamdır. Bu yüzden “Haydi jam yapıp takılalım, ben re notasından bir Dorian gamı çalayım”, diyemezsin. Bunu yapamazsın. Bu saygılı bir davranış olmaz. Eğer ustalarla çalmak istiyorsan, öğrenmeli ve çalışmalısındır. Ritmik yapıyı da bilmelisindir. Çünkü raga’larda sadece melodi değil ritim de önemlidir. Armoni yoktur ama duyabileceğin en güzel ritimler vardır. Flamenkoda da keza böyle; ritimler çok güzeldir, onları çalma konusunda ustalaşman gerekir. Son şeyse, kusura bakma biraz devam ediyorum çünkü bana çok önemli bir soru sordun. Eğer bir doğaçlamacıysan, caz ya da başka doğaçlanabilen bir müzik, ritim çalışmaya mecbursun. Çünkü grupta bir davulcu vardır ve onun ne yaptığı konusunda bir fikrin yoksa çoktan kaybolmuşsun demektir. Başlamadan kaybetmişsindir. Çünkü belki 1-2-3-4 çalmıyor, 2-3-4-5-6-7, belki 1-2-3-4-5 çalıyor. Ayak uydurabilir misin? Ve doğaçlamaya başladığında, ritmi anlıyor olman çok önemli. Yöntemler vardır bunun için. Mesela Hint konnakol sisteminde, ritmi sesinle söylersin bir şarkı söyler gibi. Sonra da enstrümanına uygulamaya çalışırsın. Eğer şarkı olarak söyleyebiliyorsan, enstrümanında da çalabilirsin ve davulcunun ne yaptığını anlayabilirsin. Çünkü birliktesindir. Müzik yapmanın tüm olayı birlikte olabilmektir. Entelektüel olarak da birlikte olabilmelisindir, duygusal olarak birlikte olduğun kadar çünkü bu ikisi bütündür. Ritmik olarak beraber olmak fiziksel olarak da beraber olmak demektir. Hislilik caz müzikte, aynen Hint müziğinde de olduğu gibi önemlidir. Rock’n’roll’da hislilik yerine cinsellik ön plandadır. Caz daha hisli ve rafinedir. Ama müziğin fiziksel yönü de önemlidir çünkü müzik entelektüel, duygusal ve fiziksel olanın birleşimidir. Bunu yapabildiğinde ruhsal olur ki bu dünyadaki en güzel şeydir. Sahnede özgürleşme yaşamak, diğer müzisyenlerin buna dahil olması ve kolektif bir özgürleşme yaşamak… Zaten seyirci de bu anlara tanık olmak için oradadır ve sadece bunu bekliyordur. Çünkü müzisyenler özgürleştiğinde, müzik de seyirciyi özgürleştirir. Bu inanılamaz bir duygudur. Müziğin gücünü açıklamaya çalışmak benim için imkansız.
Genç müzisyenlere müzik dışında yapmalarını önerdiğiniz bir tavsiyeniz var mı?
Bence sadece müzisyen olmak sağlıklı olmalarına yetecektir. Çünkü müzik çalmak için müzisyen oluyorsan, asıl amacın buysa, zaten sağlıklı bir yaşamın vardır. Kesinlikle bir muhasebeciden daha sağlıklısındır. Sadece gerçekten sevgi odağındaysa müzik yapabilirsin. Mesela öfkeli olup müzik yapamazsın, yapabilir misin? Bu mümkün değil. Çalmaya başlarsın, 30 saniye sonra neye sinirli olduğunu unutursun. Çünkü müzik sevgiyle, kendini kabullenişinle ve insanları kabullenişinle alakalıdır. Müzik renkleri sever, bunu asla unutmam çünkü bunu bana yıllar önce Miles Davis söylemişti, “En iyi gruplar karışık gruplardır.” Karışık derken, siyah, beyaz, kahverengi, sarı, pembe, yeşil… Tüm ırklar… Çok ama çok bilge bir adamdı. Ben inanıyorum ki bu tavsiyelerime uyanlar uzun bir müzik kariyeri sürdürebilirler. Disiplinli olmalısın, bu fedakarlık demek. Arkadaşlarınla sinemaya gitmek yerine, evde oturup enstrümanını çalışman gerekir. Ancak prova sevgiden gelmeli. Bazı günler acı çekeriz çünkü ilham gelmez. Çünkü biz müzisyenler ilhama muhtacız. Ama ilham sadece canı istediği zaman gelir. Asıl büyük soru şudur, “İlham geldiğinde hazır mısın?” Çünkü ilham hemen uçup gitmek ister. Sen hala enstrümanınla savaşıyorsan ilham geldiğinde, yazık olur çünkü kaybedersin. O yüzden hazır olmalısın. O yüzden tüm müzisyenler o an hazır olabilmek için sürekli çalışırlar. Müziğe tüm tekniğimi, kalbimi, zihnimi veriyorum ki istediğimi çalabileyim, sizin duyduklarınızı çalabileyim. Özellikle farklı kültürlerin müziklerini çalışan müzisyenlerin bakış açısının çok daha geniş olacağını düşünüyorum. Onlar herkesle çalabilirler, bir senfoniyle, hatta belki bir Türk müziği grubuyla bile. Bunu yapabilir miyim bilmiyorum ama belki İstanbul’da keşfedebilirim, çok da isterim. Şu röportaj dışında bahsettiğin mikrotonal gitarı da merak ediyorum.
Son olarak, gelecekte bizi bekleyen projelerinizi merak ediyorum. Bize ipucu verebilir misiniz?
Gelecekteki projelerim, hmm, sanırım geçmişte yaptığım projelerin sayısına göre önümde daha az proje var. Ama bir tanesi bu sene bitireceğimiz yeni Shakti albümü. Bu bir mihenk taşı olacak. Ayrıca Montreux Festivali’ndeki, 1970’lerden 2016’ya kadar olan konserlerimin canlı kayıtlarından bir toplama albümü çıkıyor. “Friday Night in San Francisco”yu duymuşsundur. Bir de bunun Saturday Night in San Francisco’su var ve gelecek ay çıkacak. Bunu büyük heyecanla bekliyorum çünkü Paco’yu özlüyorum, hem de çok özlüyorum. Sekiz seneyi geçti ayrılalı ama onu hala özlüyorum. Bir gelecekteki proje 31 Temmuz’da. Madrid’de Kübalı bir piyanist arkadaşımızla buluşacağım..Paco için birlikte kaydederiz diye yazdığım iki parçayı onunla çalacağız ve Paco’nun anısına bir konser yapılacak. Paco ile seneler içinde çalmış tüm müzisyenler orada olacak. Onun için sevinçliyim. Son olarak, bu senenin sonunda New York’ta çıkacak bir film için film müziği besteledim. Tamamen caz. Ama biliyorsun beni işte, benim olaylar Jazz Rock, Jazz Rhythm ve Blues Jazz…
“Sufizm yaşamımı derinden etkiledi.”
Konseriniz öncesinde Türkiye’deki dinleyicileriniz için bir mesajınız var mı?
Türkiye’ye tekrar geleceğim için çok mutluyum. Çok sevgili bir arkadaşım var, Burak. O oralı, Bodrum’a yakın bir köyde Kaplankaya’da yaşıyor. Orası çok güzel, birkaç kere ziyaret ettim. Ama bir yandan da, muhteşem Sufi kültürüne duyduğum sevgiden dolayı çok heyecanlıyım. Bazı İslam kültürlerinin bu konuda bana katılmadığını biliyorum. Onların kimler olduğunu biliyoruz. Ama bence Sufizm müthiş bir inanış ve kültür. Benim yaşamımı derinden etkiledi. İslamın mistik yüzü bana daha iyi bir insan olmam için yol gösterdi. Sufizmin kalbinde de müzik, armoni ve güzellik var. Umarım vaktim olursa ney flütü dinlemeyi isterim. Çok teşekkürler bu keyifli sohbet için İdil. Seni konserde görecek miyim?
Ben teşekkür ederim. Tabii ki. Hepimiz orada olacağız.

ELECTROPOP'UN ÖZGÜN İKİLİSİ ALACA İLE "DELİ İŞİ MÜZİK" ÜZERİNE
Röportaj: İdil Meşe
Fotoğraf: Can GörkemYeni nesil pop müziğin kural bozan ikilisi Alaca’nın single’ı “BYE” Universal Music etiketiyle yayınlandı. Alaca ile uzun dostlukları, müziklerini keşif yolculukları, üretim süreçleri, beslendikleri kaynaklar, sıra dışı ses ve görsel vizyonları ve gelecek planlarına dair sohbet ettik.
Hikâyenin en başına gitmek istiyorum. Nasıl tanıştınız, müzik yapmaya başladınız ve beraber üretmeye karar verdiniz?
Mehmet Mutlu: İkimiz de gitar çalıyorduk daha öncesinde. 5-6 sene önce Bilal Karaman var, gitarist, ikimiz de onun öğrencisiyiz aslında, o bizi tanıştırdı ilk başta. “Siz takılın, müzik yapın” gibisinden… Caz gitar çalıyorduk ikimiz de karşılıklı, sonrasında Ata’nın fikriyle “biraz beste yapalım.” fikri gelişti.
Ata Bornova: Evet, “Beste mi yapsak ya?” diye, ufaktan ufaktan…
Mehmet: Ata’nın vardı zaten kendi besteleri daha öncesinden. O songwriter gibi takılıyordu aslında.
Ata: Aynen, daha singer-songwriter gibi… Hatta böyle ufak ufak kayıtlar da almıştım ama hiç öyle profesyonel bazda değildi. Bayağı birlikte öğrendik aslında. Ondan sonra bir band kurmak istedik, ona çalıştık. Bir sürü farklı ‘band’ler kurduk. Ama o zamanlar yaptığımız tarz Swing’e yakın bir müzikti; Türkçe sözlü Swing müziği gibi bir şeydi.
Ata: Ondan sonra, tam o dönem Elektro Swing keşfettik. O grubun adı neydi?
Mehmet: Caravan Palace.
Ata: Caravan Palace’ı duyduk bir yerden ve aklımız çıktı. Hem Swing yapıyorlar hem de çok modern. Bizim her zaman dert yakındığımız şey; Swing müzik güçlü bir müzik, çok eğlenceli müzik ama geçişi güçlü değil.
Mehmet: Çalarken çok güçlü gibi hissediyorsun ama aslında…
Ata: Karşı tarafa geçmiyor, çünkü akustik enstrümanlar o enerjiye o kadar izin vermiyor. Küçük salonlar için daha güçlü olabilecek bir müzik. Elektro Swing’i duyunca, hatta konserlerini açıp izleyince aklımız çıktı yani “Bu nasıl olabilir?” dedik. Öyle bir şeyler denedik.
Mehmet: Bir parça.
Ata: Hatta bir albümü çöpe attık bu arada. Swing albümü hazırlamıştık, hiç yayınlanmadık. Kaldı yani biraz. Öğrenmemizi sağladı aslında. Beste yapmayı öğrendik o sayede.
Mehmet: Ama bestelerden hiçbir şey kalmadı gerçekten şu an, değil mi?
Ata: Evet, hepsini attık.
Ama sizde de olmuyor mu bazen; eski besteleriniz biriyle bir proje çalışırken çat diye birden aklınıza gelebiliyor, bir ortaklık bulabiliyor.
Ata: Biz onları aslında böyle parça parça kullanmış olduk. Sonradan adapte ettik farklı şeylere.
Mehmet: Evet, güzel fikirleri şimdiki müziğimize koymuşuzdur bence illaki.
Ata: Sonra “Kendrick Lamar” denilen bir şey var, ondan sonra zaten işler raydan çıktı. Yani bir “Alright” duyduk. Cahildir diye düşündüğümüz adamın böyle bir müzik yapması bizi çok etkiledi. O zamanlar çok üstten bakan bir tavrımız vardı böyle her şeye.
Mehmet: Aynen, biraz cazcılığın verdiği bir durum galiba.
Ata: Genel olarak caz müziğin içinden çıkmanın verdiği, her şeye böyle bir tepeden bakmaya çalışma mevzusu vardı.
Mehmet: Ama sonra bayıldık yani.
Ata: Evet. Sonra yapmanın ne kadar zor olduğunu görünce…
Mehmet: Evet, Tiny Desk performansları bayağı güzeldi, R&B’ye ilgimiz o zaman başladı.
Ata: 10Gün albümümüz de zaten tam o döneme denk geliyor. İşte, tam o tip parçaların iyice içine girmişiz. Böyle, iki bin, kaç oluyor?
Mehmet: 2017-18.
Ata: O civarlar. 10Gün albümü o zamanlar filizlendi. Böyle daha da güçlü prodüksiyonlar yapmalıyız dedikçe buraya kadar geldik.
Mehmet: Evet, evet.
O sırada birçok başka sanatçı için de altyapılar, besteler çalıştınız değil mi?
Ata: Evet.
Mehmet: Bizim aslında başka sanatçılara prodüksiyon yapma serüvenimiz Melis Karaduman ile başladı değil mi? Melis Karaduman’a yaptık ilk başta.
Ata: Aslında Ege Çubukçu’ya bir…
Mehmet: Ege Çubukçu’nun ‘Sorun yok’ parçasına bir remix yaptık.
Ata: Biz kendi zevkimize uygun bir remix yaptık. Aslında bir Instagram postu olarak yapalım diye düşündüğümüz bir şeydi. Çok seviyoruz Ege Çubukçu’yu, ona ulaşmak istedik. Ondan sonra bir şekilde de çok tuttu enerjimiz, onu remix olarak çıkarttık. Başkasının parçasını düzenleme bağlamında ilk yaptığımız şey oydu.
Ata: Ondan sonra Melis Karaduman’a yaptık.
Mehmet: Mabel’e yaptık. O da bizim 10Gün albümümüzü sevmiş. “Kavşaklar” parçasının prodüksiyonunu yaptık.
Ata: Güliz Ayla’nın ‘Al Yorgun Kalbimi’ parçasını yaptık.
View this post on Instagram
Şarkınız “BYE”daki prodüksiyona nasıl geldiniz? Bu başlı başına bir yolculuğun sanki başlangıç işareti gibi bir müzik, klip ve proje. Nasıl bir süreçti bu şarkıyı bir araya getirmek ve çıkartmak ?
Ata: Aslında biz BYE’a gelene kadar bir 30-40 tane parça yaptık bu bir buçuk yıl içerisinde ama hiçbiri tam olarak bizi tatmin etmedi. Aynı parçanın bazen dört versiyonunu yaptık.
Mehmet: Bizim tatmin olmadığımız genelde sound konusuydu. Aslında şarkılar bence yine güzeldi ama yaptığımız soundlar böyle bir türlü içimize sinmiyordu.
Ata: Evet, farklı bir yerde durmak istiyoruz bir taraftan, sanatı bir taraftan onun için yapmak istiyoruz. Ayrı bir yerde olabilmek… ‘Farklı bir karakteri olsun yaptığınız işin’ gibi bir kaygımız var. Bir türlü tam olarak kendimiz gibi hissedemedik hiçbirinde. Aslında her zaman da kafamızda böyle dinlediğimiz sevdiğimiz şeylerde, daha böyle ‘yeni jenerasyon bir pop’ diyebileceğimiz bi şey vardı. O tip müzikler de dinliyorduk zaten.
Mesela?
Ata: Mesela, Billie Eillish ile başlayan ve sonra çok fazla genç çocuğun yaptığı, ortalama 18-25 yaş arası çok fazla insanın da yaptığı prodüksiyonlar…
Mehmet: Müzik zevkimiz daha çok o müzikler oldu son zamanlarda.
Sözler ve prodüksiyon nasıl bir araya geldi? Özellikle sözleri çok enteresan. Bir yandan çok dilli, Hitoko’nun Japonca geri vokalleri var. Orada mesela ne diyor, nasıl bir araya geldi sözler ve konsept?
Ata: En başından başlıyorum, biraz deli işi bir şey denemek istiyoruz. Müzikte de sözlerde de ‘bu garip olsun ama itici olmasın’ istedik.
Mehmet: Aynen, en korktuğumuz şey itici olmaktı.
Ata: “Global bir şey yapacağız” değildi amaç ama oraya evrildi.
Mehmet: Bir dönem düzenli olarak Instagram videoları çekiyorduk. O zamanlarda böyle tek günde bir dakikalık şarkılar yapıyorduk. Aslında BYE’da o zaman çıkmıştı, hatta böyle yarım saatte yazdığın bir şeydi.
Ata: İşte yarım saatte yazdığım bir parçaydı ama sonra öyle kaldı, yayınlamadık.
Ne ilham vermişti bu sözleri, BYE’ı yazarken hatırlıyor musunuz?
Mehmet: Böyle bir diss gibi miydi ya?
Ata: Evet, aslında ben onu birilerine söylemiştim. Beni sinirlendiren birisi ya da birileri vardı, aslında o duruma söylediğim bir şeydi.
BYE’ın itici gücü öfkeydi diyorsun.
Ata: Evet, evet. İtici gücü itici olmamasıydı. Hitoko konusu da aslında, Tokyo Drift’in müziği vardır ya “How they live in Tokyo” falan, öyle bir şey istiyoruz. Nakarat bölümü geldiği zaman sonra Mehmet “Benim Japon bir arkadaşım var.” dedi, ondan sonra, “Abi kim?”, “Hitoko”.
Ata: O da o sırada Türkiye’de değilmiş.
Mehmet: Nerdeydi?
Ata: Japonya’nın bir vilayetinde, şimdi aklımıza gelmedi. Oraya bağlandık. Ona da derdimizi anlatmamız lazım, “Ya şimdi biz senden Tokyo Drift’in nakaratı gibi bir şey istiyoruz. Yani, bunu istemek ırkçı mı onu bilmiyorum ya da işte senle dalga geçmek gibi niyetimiz yok. Sadece çok cool olacak bunun peşindeyiz; Japon birinin bunu söylemesi lazım”. Bunu ona nasıl anlatacağımızı da çok bilemedik. Ama “Ben anladım mevzuyu” dedi sanki daha önce beş defa daha bu teklif edilmiş gibi “Onu yaparız” demiş oldu. Bütün diyaloglar Türkçe konuşuluyor bu arada. Ondan sonra Japonya’da kayıt aldı. Osaka! Hatırladım.
Mehmet: Aynen, Osaka.
Ata: Osaka’da ablasının düğünü varmış onun için alakasız…
Ne dediniz Hitoko’ya? Türkçesi’ni söyleyip “Bunun Japonca’sı ne?” mi dediniz yoksa kendin mi yaz dediniz?
Mehmet: Girişteki müziği, onun bir videosundan kendisinden izin isteyerek kullanmak istedik. O bir Japon halk türküsü gibi bir şey aslında. Bayağı uzundu, biz onu kestik ve kullandık.
Anlamı nedir, biliyor musunuz?
Ata: Sözleri, ‘erkek egemenliğine artık boyun eğmeyeceğiz içerikli’, böyle kadınların kendi aralarında toplandığı zaman söylediği bir türküymüş. Tam olarak bilmiyorum ama “Artık o dikenli patlıcanlarınızı bizden uzak tutun” gibi bir söz.
Hadi ya, mükemmelmiş.
Mehmet: Sonrasında da ben kendisine bir ses kaydı attım, “Şu şekilde söyleyebilirsin” diye.
Nakarattaki sözlerdeki ritim ve melodinin içine uyumu gerçekten çok dikkat çekici, şarkıyı ön plana çıkaran özelliklerden bence bir tanesi. Bu uyumu yakalamaya çalışırken nasıl bir yöntem izlediniz? Çünkü uyak da olması lazım ama bir yandan ritmik olarak da uyması lazım; bir yandan da müzikle alakayı koruması lazım gibi… Üstüne çok düşündünüz mü, yoksa yaptınız ve birden oldu mu?
Ata: Biraz akışta oldu aslında, öyle çok matematik olarak ilerlediğimiz bir aşama değil de…
Mehmet: Her dilde güle güle diyelim…
Ata: Evet, aynen. Her dilde ‘BYE’ diyelim gibi bayağı cheesy bir şeydi aslında. Oturma olarak da bizim de sonra çok içimize sindi aslında. Hepsi böyle grid’e oturuyor.
Şarkının klibi de bir farklı gerçekten şarkının kendisi kadar. Klibin fikri, konsepti nasıl aklınıza geldi? Bu klibi nasıl bir araya getirdiniz?
Ata: Şarkı gibi olsun istiyorduk. Bir şeyler anlatsın ama ne anlattığı da… böyle sarhoş birinin konuşması gibi. Bir klip çekiminde mekanın hikayeyi nasıl etkileyeceğini öngörerek hareket ettik. Bizim aslında kafamızda apayrı bir şey vardı, kendi kendimize bir moodboard belirlemiştik. Hiç böyle işte cool atmayacağız, ondan sonra kullanacağımız kamera tekniğinin ne olduğunun farkındayız, şu tip karakterlerle hareket edeceğiz ona da okeyiz; ama konu bunun etrafında ne olursa olabilir fark etmez, bunların zaten bir şekilde hikayeyi garipleştirebileceğini biliyorduk. Sonradan bir şekilde bir fabrikayı ayarladık.
Mehmet: İlk başta tabii Ümit ve Samet ile tanıştık. Bu da aslında onların fikriyle başladı, “Fabrikada olsa aslında” gibisinden onlar yokladı bizi. Sonra biz de aşırı yükseldik fabrika fikrine. Sonra bizim kreatif direktörümüz…
Ata: Ada Gönden, fabrikaya gittiğimiz zaman apayrı bir yerden bir giriş yaptı. “Ya burası bir hit fabrikası mı olsa?” gibisinden ortaya bir fikir atıldı. Fabrikayı gezerken böyle aslında klibin konusunun yarısı belli oldu. İşte Ümit oradan bir şey söyledi, Samet bir şey ekledi, biz oradan espri yaptık kabul edildi, ‘bu da olsun’ gibi…
Kabul edilen espiri neydi?
Ata: Bulgar Techno’su mesela. Hani şey olur ya böyle, imece usulü çalışan bir fabrikaya amatör bir çekim ekibi gelir de ona böyle düz ceketli bir abi konuşma yapar çok içten bir şekilde, ‘Bu fabrika 87 yılından beri çalışmaktadır’ gibi bir giriş yapar; onun gibi fabrikanın girişindeki o açılış sahnesi de aslında böyle esprilerden çıktı. O da orada gelişi güzel espriydi diye hatırlıyorum.
“Kendimizi buluyoruz bu süreçte.”
Bu klibi ve şarkıyı takiben Alaca dinleyicilerini ve yeni fanlarınızı neler bekliyor? Bir devamı olacak mı bir seri gibi ya da başka şarkılar, albümler, konserler?
Mehmet: Şu an bir tane single’ımızı hazırlıyoruz aslında. Onu da çok yakın bir zamanda çıkartmayı planlıyoruz. Sonrasında yine “BYE” garipliğinde şarkılar olacak. Biraz kendimizi de buluyoruz bu süreçte. Nelerden hoşlandığımızı, neleri sevdiğimizi şu an tespit edebiliyoruz. Yaptığımız, elimizde tabii ki bir sürü parça var ama işte kendimizi sürekli zorluyoruz daha yaratıcı olmaya. Onun için sıkı çalışıyoruz. Yakın zamanda konserlerimiz var ama birinci gündemimiz daha çok şarkı çıkartmak.
Ata: Yine başka görseller de sunmak istiyoruz, yani şu an yaptığımız şeyden çok memnun kaldık. “İyi bir görsel vermeyeceksek hani hiçbir şey vermeyelim daha iyi” gibi kendi aramızda her zaman söylediğimiz bir şey vardı. Şu an en son çıkan işten, her türlü aşamasından ilk defa çok memnunuz ve bu görsel dünya işini çok sevdik. Bizim için çok farklı, yepyeni bir deneyim. Uzaktan bakınca çok korktuğumuz bir şeydi ama içine girince çok eğlendik ve çok keyifli bir şeymiş. ‘Biz çekerken çok eğlendik’ hikayesini hakikaten anladık. O yüzden başka da yapmak istiyoruz. Aklımıza farklı farklı fikirler geliyor sürekli.
Bir yandan da Alaca’nın görsel imajı ve konusu da oturuyor böyle, değil mi?
Ata: Evet, öyle hissediyoruz. Çünkü gerçekten bir sanatçının ya da bir grubun, imajını kazanması da uzun bir süreç. Böyle hem müzik videolarıyla hem konserlerle oluşan bir süreç gibi.
Klibinizdeki stil de bayağı fiyakalı. Renkler çok parlak, heyecan verici.
Mehmet: Evet, kreatif direktörümüzün özellikle istediği bir şeydi.
Ata: Renklerimiz de olayın başından belliydi, font seçimlerimizin neler olabileceğine kadar kendi aramızda tartışmıştık. Aslında o yüzden çıkan sonuç, belki de bu yüzden bu kadar tatmin etti. Her aşamasına kadar didiklemek güzel bir şeymiş.
“Babalardan Duman’ı dinliyoruz.”
Türkiye’den size ilham veren sanatçılar var mı? Bu projenizde size bir ışık yakan ya da dinlerken çok hoşlandığınız, belki de ortaklık yapmak istediğiniz?
Ata: Duman’ı çok seviyoruz. Bizi bağlayan noktalardan bir tanesi Duman’dır. Çocukluğumuzdan beri büyük takipçisiyiz, dinleyicisiyiz.
Mehmet: Bu proje üzerinde şu an bir isim söylemek çok zor olabilir bizim için. Ama hakiki bir Duman fanıyız aslında.
Ata: Bütün Duman röportajlarında ortak bir cevap vardır ya; Duman’a ‘Kimleri dinliyorsunuz?’ diye sorulduğu zaman ‘Babaları dinliyoruz’ gibisinden böyle hep aynı cevabı verirler yıllarca; Beatles olsun, Pink Floyd olsun falan… Bizde de benzer muhabbet; “Babalardan Duman olsun.”
Gençlerden beğendiğiniz birileri var mı?
Ata: Ezhel, Baneva…
Mehmet: Kum.
Ata: Kum, evet, çok beğeniyoruz. Çok fazla var. Güneş güzel, Ege Çubukçu yıllardır sevdiğimiz ağabeylerimizden.
Mehmet: Çok fazla güzel müzisyen var bence bu arada.
Bence de çok heyecan verici bir zamandayız Türkiye’deki müzik çeşitliliği ve renkliliği açısından. Gelen yeni sanatçılar ve sesler beni çok heyecanlandırıyor. Lansmanınız harika geçsin.
Ata, Mehmet: Teşekkürler!

HAZ: İSVEÇ’TEN PORNONUN KALBİNE YOLCULUK
Röportaj: Mina Aslan
İlk uzun metrajı Cannes ve Sundance gibi festivallerde gösterilen ve çokça övgü toplayan Ninja Thyberg ile filmi “Haz” hakkında konuştuk. Kutuplaştırıcı konusuyla ve porno endüstrisinden gerçek isimler içeren kadrosuyla dikkatleri üzerine çeken film bugün itibariyle MUBI’nin seçkisinde izleyicileri bekliyor. Yönetmen, film için yaptığı uzun ve meşakkatli araştırma, porno sektörü üzerinde değişen görüşleri, film müziğinin üretim süreci ve kadın bakışı hakkındaki görüşlerini bizimle paylaştı.
Mina: Merhaba, ben callingmag’den Mina ve öncelikle sorularımı yanıtlamaya vakit ayırdığınız için teşekkür ederek ve filminiz “Haz”ın başarısını tebrik ederek başlamak istiyorum. Bu sizin ilk uzun metraj filminiz ve daha evvel yazıp yönettiğiniz aynı isme ve temaya sahip kısa filmin yeniden yorumlanması niteliğinde bir çalışma. Porno endüstrisi teması aklınızı epey uzun süre meşgul etmiş gibi görünüyor, bu hikaye sizi nasıl buldu?
Ninja: Neredeyse bütün yetişkin hayatım boyunca kafamı kurcalayan bir konuydu bu. On altı yaşındayken çok öfkeli bir porno karşıtı aktivisti olarak bu yola çıktım ve feminist pornografi kavramını irdelemeye başladım, porno hakkında yazılar yazdım. Fikrimi birçok kez değiştirdim, konuyu birçok farklı perspektiften ele aldım ve kendimi tam anlamıyla kaptırdım. Bana kalırsa bu kültürümüzün büyük bir parçası ve hepimizi bir şekilde etkiliyor, fakat aynı zamanda kimsenin üzerine konuşmak istemediği bir şey olduğu için hiçbir zaman aleni olarak ele alamıyoruz. Artık porno izlediğini itiraf etmek nispeten daha kolay fakat kimse kalkıp da “En son şu pornoyu izledim.” demiyor. Genelde arkadaşlarımızla konuştuğumuz veya toplumsal olarak başa çıkabildiğimiz bir tema da değil, hala çok tabu. Sanırım hep içimde buna dair konuşma isteği vardı diyebilirim. Konuyu işlemek istediğimi biliyordum. İsveç’te kitaplar okuyup belgeseller izleyerek yaptığım araştırmaya dayanarak kısa filmi yazdım. Çünkü porno stereotipinin ardındaki gerçek insanları göstermek istiyordum. Röportajlarda da bunları söylüyordum, fakat bir süre sonra burada bir ikiyüzlülük olduğu hissine kapıldım çünkü bu hikayeyi anlatırken hala endüstriden gerçek bir insanla tanışmamıştım. Ana fikri kendi varsayımlarım üzerine inşa ettim ve savımı doğrulayan şeyleri seçmece yaparak bir araya getirdiğim bir hikaye ortaya çıktı. Yeterince dürüst bir temsil yaratamadığımı düşündüm ve başından beri uzun metraj film çekmek istiyordum. Kısa filmim Cannes’da ödül alıp Sundance’e gidince bu bana uzun metrajı yaratacak fırsatı sundu. Bu sefer hakkını vererek, içime sinecek şekilde yapmak istiyordum. Porno endüstrisinin adresi Los Angeles’a gidip sektörü içinden tanımaya karar verdim ve bu birkaç yılımı aldı. Beş yıl araştırma yaptım ve senaryoyu geliştirdim. Bildiğim tek şey hikayenin bir kadının bakış açısından anlatılacağıydı. Çünkü eril bakışın* özünü yaratan bu erkek egemen sektörü ele almayı kayda değer kılacak tek şey onu bir kadının bakış açısından anlatmak, kamerayı ve dolayısıyla bakışı erkeklere geri çevirmekti. Hikayenin bana gelmesine müsade etmek istedim. Dediğim gibi, kadın perspektifi ve İsveçli bir başrol istiyordum çünkü ben İsveçliyim ve filmin benim için önemli bir diğer kısmıysa Amerikan kültürüyle tanışmak. Çünkü gelince benim yaşadığım şey de buydu. Hikayenin tanıdığım biri, ya da bir alter egom tarafından anlatıldığını hissetmek istiyordum. Amerikan ve İsveç kültürü, mentalitesi ve ideolojisi arasında çok büyük farklar var ve bu sektördeki insanlara bakış da bir o kadar farklı. Orada geçirdiğim süreçte araştırmamın da yardımıyla hikaye bana doğal bir şekilde geldi. Bir bakıma kendi hikayemi anlatmak gibiydi; İsveç’ten Los Angeles’a gelip adım adım bu dünyayı keşfeden birinin hikayesi. İzleyiciyi de karakterle bir yolculuğa çıkartmak için güzel bir yol oldu.
Mina: Bu kadar yoğun bir araştırma yaptığınızı duyunca aklımda oluşan bir diğer soru da buydu aslında, yola çıktığınızda kafanızda bir çerçeve olup olmadığı. Fakat araştırma filmi doğurmuş gibi görünüyor…
Ninja: Film kesinlikle süreçseldi. Nihai kararı filmin son kesimine kadar vermedim. Sürekli eşeleyip, bulduğum yeni cevaplarla filme ince ayar yaptığım, izleyiciyle etkileşimini gözlemleyip olması gerektiği gibi olana kadar yeniden formüle ettiğim bir süreçti.
Mina: Bu bağlamda film bana Andrea Arnold’ın filmi American Honey’i anımsattı. Yapılan yoğun araştırma kendini çarpıcı biçimde doğal ve hayattan kesit niteliğinde diyaloglarla öne çıkarıyor. Bu çok hoşuma gitti. Dikkatimden kaçmayan bir diğer güzel detay ise filmdeki müzik seçimleri oldu. Bu süreç nasıl ilerledi?
Ninja: Besteci Karl Frid ile çalıştım. İlk kez beraber çalışmamıza rağmen şahane bir işbirliğiydi, vizyonumu ve beklentimi anında anladı. Stüdyoda beraber çok vakit geçirdik. Daha evvel birlikte çalıştığı opera sanatçısı Caroline Gentele’yi getirdi, kendisi filmden çok etkilenmişti ve sesiyle çalışmaya başladık, doğaçlamalar yaptı. Başrol oyuncusu Sofia’nın da sesini kullandık. Seslerin çoğu, elektronik beatler dahil Sofia’nın sesinden üretildi. Müzikte de bu cennet-cehennem, fahişe-kutsal bakire gibi güçlü kavramsal çatışmaları çağrıştırmayı amaçladık, filme kontrast ve derinlik kattı. Müziğin çok epik olmasını, hayattaki büyük sorularla yüzleşen bir insan olmanın hissiyatını çağrıştırmasını istedim. Dolayısıyla her şeyi kendimiz yaptık. Ardından da ünlü İsveçli müzisyen ve rapçi Mapei ile çalıştık. Müziğin genel olarak filme çok şey kattığını düşünüyorum.
Mina: Kilise korosunu andıran org ve vokaller önümüzdeki sahneyle etkileşme girdiğinde benim de aklımda aynı ikilem uyandı: fahişe ve kutsal bakire. Film okuyan biri olarak karantina sürecinde çokça film noir izledim; anaç ve naif kadın tablosunun karşısına dikilen düşkün kadın kontrastı hala kısa bellek hafızamı işgal ediyor. Sizin filminizde Bella, ikisini tek bedende somutlaştırıyor gibi. Müziğin güncel ve sert trap ritimlerinden kilise müziğine yumuşak geçişleri de bunun altını çiziyor sanki. Sıradaki sorum yaratıcı kontrol ile ilgili. İlk uzun metraj film gibi büyük bir girişimde vizyonunuzdan ödün vermeniz gereken yerler oldu mu? Stüdyo ile uzlaşı bulmak gibi.
Ninja: Hayır, hayır. Stüdyo ile çalışmadık, platformumuz Ruben Östlund’un İsveç’teki şirketiydi. Epey küçük bir şirket ve tamamen yönetmenin sanatsal vizyonunu gerçekleştirmeye adalı. Üretimimde yüzde yüz özgürlüğe sahiptim. Onlarla çalışmayı seçmemin sebebi de buydu. Özellikle böyle bir film yaparken filmi dilediğim gibi yönetme hakkımdan ödün veremezdim. Bu bağlamda İsveç’li olmak büyük bir ayrıcalık. Devlet projemizi fonladı ve her şey sanatçıyı destekleme üzerine kuruluydu. Ana Serner İsveç Film Enstitüsü’nün CEO’su olarak kadın yönetmenlere alan açmak için büyük çaba gösteren biri. Dolayısıyla o bağlamda çok büyük destek gördüm.
Mina: Bunu duymak çok güzel, darısı tüm yönetmenlerin başına. Filmde gerçekten porno endüstrisinde yer alan insanlar da kendilerini canlandırıyor, örneğin endüstri devi Mark Spiegler. Oyunculuk yer yer o kadar doğal ki replikleri belli miydi yoksa doğaçlamalarına müsade var mıydı sorusunu aklıma getirdi. Onlarla çalışmak nasıldı?
Ninja: Doğaçlamalarına oldukça müsade etmeye çalıştık. Sahneye göre değişiyor tabii ki, bazı diyaloglar veya replikler çok kritikti. Örneğin Spiegler ile çok fazla vakit geçirdik ve kendisini gerçekten bir dostum olarak görüyorum. Repliklerini tam olarak konuştuğu şekilde yazdım. Bazı ana replikleri olduğu gibi söylemesi önemliydi ve yazdığım şekilde oynadı, fakat söylediğim gibi yazdığım replikler zaten onun söylediği şeylere dayalıydı. Yani doğaçlamaya yer vardı. Kendilerini gerçek isimleri ile canlandıran oyunculara da içinde bulundukları sahneleri izlettim ve filmde yarattıkları izlenimle bir problemleri olmadığından emin oldum. Kendilerini temsil etmediklerini düşündükleri şeyleri onlara yaptıramam. Bir diğer yanda da gerçekten itici, anlayışsız karakterler var. Bu rolleri en yakından tanıdığım ve güvendiğim kişilere verdim. Bir bakıma kötüleri iyilere oynattım. Bu sahnelerin tamamı oyunculuktu ve sanırım karakterlerini kime dayandırdığımı ve kime referans verdiğimizi anlamışlardı.
Mina: Daha evvel bana bu filmi yazıp çekme sürecinin sizin için dönüşümsel bir yolculuk olduğunu, porno karşıtı feminist aktivizm ile çıktığınız yolda araştırmalarınız ve ziyaretleriniz ile fikirlerinizin değiştiğini söylediniz? Peki kısa film tamamen başka bir perspektife mi sahip?
Ninja: Kısa filmi 2011’de yazdım, bu noktada çoktan porno hakkındaki görüşüm değişmişti. Sürekli değişmeye ve yeni perspektifler kazanmaya devam ediyorum. Fakat asıl fark kısa filmde o dünyaya dair gerçek bir deneyimin bulunmaması. Film beni bir çok açıdan çok değiştirdi ve bana insancıl bir bakış açısı kazandırdı. Hakkında öfke duyduğumuz tüm bu şeyler, pornonun içeriği vesaire, bunlar için porno sektöründe çalışan insanları suçlayamayız ve tekil şahısları sorumlu tutamayız. Onlar için de bu tarz içerikleri talep ederek sapık olan, seksist ve ırkçı olan bizleriz. Onlar vücutlarını kendilerinden bekleleneni, yani başkalarının fantezilerini gerçekleştirmek için kullanıyorlar. Fahişe ve kutsal bakire ikileminin temelinde yatan unsur da bu. İnsanları yaftalayıp kendi arzuların için duyulan utancı ve suçluluğu onlara yüklemek. Tüm bu problemler bizden ve kültürümüzden geliyor, sorumlusu biziz ve bununla başa çıkmakla yükümlü olan da bizleriz. Bunu tüketicilere istediklerini sunan işçilere yansıtamayız. Porno endüstrisindeki insanlar zengin değil, çoğu işçi sınıfı çok yoğun çalışıyorlar. Çok sınırlı sayıda bir azınlık dışında kimse o lüks yaşantıyı sürmüyor. Ve işleri oldukça ağır bir iş.
Mina: Sanırım burası kendimin de önceden dahil olduğunuz porno karşıtı feminist duruşa sahip olduğumu belli ettiğim yer. Fakat olaya ahlakçı veya muhafazakar reflekslerle yaklaşmıyorum. Benim endişelerim daha ziyade kadınlar üzerinde yarattığı zarar, gerçekçilikten uzak beklenti ve dinamikler üzerine. Pornoya karşı olmam beni porno sektöründe çalışan kadınları düşmanlaştırmaya itmiyor tabii, zira bunun suçlusunun onlar olmadığı konusunda katılıyorum. En nihayetinde filme dair en beğendiğim bir şey de buydu sanırım, porno sektörünü yüceltme veya kötüleme maksadı gütmeden sektöre giren bir kadının deneyimini didaktiklikten uzak şekilde anlatması. Bu kadar kutuplaştırıcı bir konuda izleyiciyi görüşü ne olursa olsun içine çeken ise kuvvetli hikaye anlatıcılığı. Filmin başından sonuna Bella’ylaydım, yer yer merak yer yer endişe ve öfke içinde. Benim de, pornoyu destekleyen birinin de izleyip kendi çıkarımına varabileceği bir filmdi diye düşünüyorum. Aslında aklımda binlerce soru var ama son bir soruyla kapatma vakti: Özellikle porno sektörü için eril bir bakışa karşı koyabilecek alternatif bir kadın bakışından sıkça bahsediliyor. Sizce kadın bakışını yaratan ve eril bakıştan farklı kılan şey nedir? Çünkü içselleştirilmiş mizojini gibi eril bakış, yani kadınları vücut parçaları ve itaatkar arzu objeleri olarak sergileyen sinema pratiği de kadınlar tarafından uygulanabilir. Eğer bir kadın yönetmenin filminde kadın bedeni hala objeleştiriliyorsa veya şiddete ve acıya maruz bırakılıyorsa, buna kadın bakışı diyebilir miyiz? Filmde gördüğümüz kadın porno yönetmeni Aiden Starr, oyuncularına ve Bella’ya saygı ve rızaya dayalı bir çalışma ortamı sunuyor. Bu Starr’ın filmini eril bakıştan azade kılar mı?
Ninja: Hayır, o da eril bakış ile çalışıyor. Erkek meslektaşları kadar eril olmasa da. Bir erkek fantezisini erkek bir seyirciye satıyor, çünkü porno endüstrisinde parayı verenler erkekler. Dolayısıyla onların arzularını tatmin ediyor. Bence kadın bakışı, kadın deneyimiyle ilişkilenen bir bakış. Hayali penisimde bir ereksiyon hissetmeyi öğrendim çünkü tüm pornolar bir penisin bir vajinaya veya bir ağıza girmesinin yarattığı his etrafında dönüyor ve gördüğüm kadınların vücutları, ya da vücut parçaları bana bir “erkek” olarak keyif veriyor. Yani benim için kadın bakışı, bir kadın bedenine sahip olma deneyimiyle örtüşen görüntüler üretmekten geçiyor. Örneğin “Klitorisimi şuna sürtmek istiyorum” gibi, ya da bu deneyime dair herhangi diğer arzu.
Mina: Katılıyorum. Bahsettiğiniz hayali penis zaten eril bakış kavramını ortaya atan Laura Mulvey’nin bize anlattıklarıyla örtüşüyor. Kadın, erkeğin zevki için üretilen anlatıda erkeğin bakış açısını devralıp kendini onun yerine koymayı öğreniyor. Bu porno dışındaki sinema için de geçerli.
Benim için çok keyifli bir sohbetti, teşekkürler. Bir sonraki filminiz için çalışmaya başladığınızı duydum, şimdiden bol şans!
Ninja: Teşekkürler!
*(male gaze)
Filmi MUBI üzerinden izleyebilirsiniz.

YERYÜZÜNÜN YARALARININ YEŞİL BİR ÖRTÜYLE SARILMA İHTİMALİ*: 5.MARDİN BİENALİ
Fotoğraf: Ateş Alpar
Yazı: Deniz Tuncer
Bu bir sanat eleştirisi yazısı değil, tesadüfi bağlar ve diyaloglar üzerinden bir araya getirilmiş izlenimlerden subjektif bir yorumla 5.Mardin Bienali’ne kısa bir yolculuk.
* Küratör Adwait Singh’in bir röportajından alıntıdır.
Çimenin Vaadi, topraktan bir deniz gibi önümüzde uçsuz bucaksız uzanan Mezopotamya’nın geniş göğsüne yaslanıp içimizi döktüğümüz, paydaşı olduğumuz tüm dertlerimizin bir araya gelmesi gibi… Dertli bir varoluşsal kördüğüm değil, iç döküşten sonra gelen o ferahlama gibi bir his yaratıyor. Bir açmaz değil, bu açmazdan yeni bir düzen yaratma konusunda bir keşif yolculuğuna çıkarıyor. Dertler orada ve varlar ama paylaşmanın getirdiği bir huzur var, paydaşı olduğumuz kırılganlıklar üzerinden birleştiren bir huzur. Pek çok kültürün doğal olarak bir arada olduğu medeniyetler beşiği Mardin’de tüm bunlar da hiç zorlanmadan, harmoni içinde bir araya geliyor.
Dünyanın farklı yerlerinden gelen sanatçıların işlerinin hissettirdiği aşinalık, dertlerimizin ortaklığını ve çözümün birleşmekten geçtiğini hatırlatıyor ve her defasında “Yeni bir düzen ihtimali olabilir mi?” diye sorguluyor. Öte yandan bu birlik olma halinin yalnızca insan ırkının bir araya gelmesi değil bir parçası olduğu ekosistemdeki diğer sistemlerle hemhal olmakla olacağını nazikçe gösteriyor. Kendini üstün gören insanoğluna doğadaki diğer formlardan öğrenecek çok şeyi olduğunu işaret ederken farklı formlar bir arada sorunsuzca yaşayabilirken aynısını yapamayan insanoğluna gözünün önünde duranı gösterip öğrenmeye davet ediyor. Manifestosu okunduğunda biraz karmaşık gibi duran “Çimenin Vaadi” başlığı, deneyimlendikten sonra anlatmak istediği konusunda hiç soru işareti bırakmıyor. Ekoloji, göç, savaş, tarım politikaları (ve diğer politik ikiyüzlülükler), Feminizm gibi her biri yutulması zor lokmaları Çimenin Vaadi teması altında izleyiciye lezzetli bir yemek gibi sunuyor.
Küratör Adwait Singh’in olağanüstü bir sanatçı ve eser seçimi var. Birbirinden farklı coğrafyaların sanatçıları arasında oluşan harmoni, eserler arasında kurulan tesadüfi bağlar ile temayı müthiş bir şekilde her alana yaymayı başarmış. Yirmi birinci yüzyılın pek çok derdini düşündüren bu başlık izleyiciyi bu bağlar ve harmoni sayesinde hiç yormuyor, ele alınan farklı konuları akılda birleştiriyor.
Gerek eser yerleşimlerinde gerekse de yerli sanatçılardaki cesur seçimleriyle hissedilen ‘buraya ait bir şey yaratma’ çabasını takdir etmemek mümkün değil. ‘Küresel mülksüzleşme’ kavramını odağına alan bir bienalde ‘Buralılık ne demek?’, ‘Buralı olmak coğrafi ya da kültürel bağların ötesinde gönül bağından geçiyor olabilir mi?’ diye düşünmeden edemiyorum. Bu bağlamda Adwait’in buralı olduğu şüphe götürmez.
Sizi, “Invited” ile birlikte toplamda dokuz farklı mekana yayılan sergiyi, mekanlar üzerinden aktarmak yerine birbiriyle alakası olmayan eserler arasında kurduğum tesadüfi bağlar ve diyaloglar üzerinden bir araya getirmeyi tercih ederek son derece subjektif bir yorumla Mardin Bienali’ne kısa bir yolculuğa çıkarmak isterim;
Romantik politik kalp köprüleri
5. Mardin Bienali’nin benim için en etkileyici işi Kathyayini Dash’ın “Pehram Des Visaal” eseri ve eser etrafında kurgulanan müzik performansıydı. İki mutasavvıf şair Yunus Emre ve Kabir Sahev arasında hayali bir karşılaşmayı görselleştiren sanatçı, zaman ve mekan olarak birbirinden ayrılan bu iki şairin şiirlerindeki benzer motif ve metaforlar üzerinden bir köprü kuruyor. Günümüzün savaş zamanın parçalanmışlığına başkaldırarak kelimelerin kabuğuna kodlanmış ortak anlamlar üzerinden romantik göründüğü kadar politik bir bağ kuruyor. Kumların üzerine sandallardan sarkan parşömen kağıtlarından oluşan yerleştirme, Develi Han’daki mekanında nişlere yerleştirilmiş minik figürlerdeki tütsüler yandığında ve Tarabya Kültür Akademisi desteğiyle gerçekleşen müzik performansıyla birleştiğinde kelimenin tam anlamıyla şairane bir deneyime dönüşüyor.
View this post on Instagram
Aralarında üç yüzyıl olan iki şairin hayali karşılaşmasının ardından aynı topraklarda doğmuş ve karşılaşma ihtimalleri pek de güç olmayan iki sanatçının işlerini bu kez saç teli üzerinden bağlamakta beis görmüyorum. Yakın zamanda kaybettiğimiz Selma Gürbüz’ün “Maske”leri ile Fatoş İrwen’in “Kadınlar için Güvenlik Ağı” hem Feminist bir sembol olarak hem de malzeme olarak saç tellerinden bir köprü oluşturuyor. Maskenin verdiği anonimlik armağanının ve bazıları için gerçek benliklerine girmenin tek yolu oluşunun özgürleştiriciliğini ele aldığı bu “Maske” serisinde de görüldüğü üzere saç, Selma Gürbüz’ün her zaman ilgi odağında olan bir unsur. Her ne kadar sanatçı maskeleri feminist cephaneliğin bir unsuru olarak görmüş olsa da bu noktada kendisini Fatoş İrwen’le hayali bir karşılaşmaya götürürken ben saç tellerinden yapılma bir köprüde yürümeyi tercih ediyorum. Mardin sokaklarında bir gece upuzun saçlarıyla karşıma çıkan Fatoş İrwen’in Diyarbakır cezaevinde kaldığı üç yıl boyunca kendi ve kadın arkadaşlarının saç tellerinden toplayarak yaptığı “Kadınlar için Güvenlik Ağı” işine bakarken fiziksel dayanıklılığıyla bilinen bir malzeme olan saçın kadınlara armağan ettiği manevi bir dayanıklık aracı olup olmadığını merak etmeden duramıyorum.
Kadınların hem fiziksel hem de manevi dayanıklılıklarından dem vurmuşken, Server Demirtaş’ın animatronik heykelinin attığı içgüdüsel çığlığın acıdaki mistik ve Sosyalist potansiyellerin keşfine çıkışına kulak veriyorum. Bir başka hayali karşılaşma misali Demirtaş’ın Ursula K. Le Guin’in kendini reprodüktif ve toplumsal zorunluluklardan kurtarmış acuze figürünü anımsatan bu heykeline bakarken kendimi, bilgeliğini temsil eden derin kırışıklıkları ve deforme olmuş bedeninin kadınlara dayatılan toplumsal güzellik algısıyla ilişkisini düşünürken buluyorum. Hiçbir alakası olmamasına karşın pandemi döneminde 65 yaş üstü kişilerin yalnızlıklarıyla bağdaştırılan bu heykelin aslında ana çıkış noktası Server Demirtaş’ın babasının hastalık dönemindeki hisleri olduğunu bilmeme karşın kadın bir izleyici olarak bende bıraktığı iz, ister istemez bu oluyor. Sanatçının kişisel acısı izleyicinin toplumsal acısıyla buluşuyor. ‘Kişisel olan politiktir.’ düsturuyla bir sonraki aşamada toplumsal olayların acısıyla şekillenmiş işlere geçiyorum.
Hakları elinden alınmış insanlar
Nejbir Erkol’un çim eskizlerine bakıldığında önce yalnızca beyaz kağıt üzerinde zarif bitki desenleri gibi görünüyor hikayesini okuyunca ve şanslı olup performasına da tanık olunca bu bitkinin kökleri izleyiciyi çok daha derine götürüyor. Bu çim eskizleri aslında Nusaybin’deki evinin yalnızca 97 adım ötesine düşen roketin, bir önceki gün yağmurdan ıslanan bu çimler sayesinde tesadüfen patlamayışından yola çıkan bu iş, roketin ardında bıraktığı geniş çukurun içinde ters yüz olarak yerlerinden edilmiş çimlere itibarını iade ediyor. ‘Kanyaş’ denen, nerede çıkarsa çıksın sökülen, istenmeyen bu ayrık otu çimler ailesinin hayatını kurtarırken, Nejbir’in yaşadığı her yerde karşısına bir çukur çıkıyor, o da tüm bu çukurlardan edindiklerini hem gerçek hem de kurgusal hikayelerle performatif olarak izleyiciye aktarıyor. Kendi kişisel travmasını, eskizleri kadar zarif bir biçimde aktarırken gördüğümüz ve görmediğimiz toplumsal çukurlarımızı hatırlatıyor.
Nejbir’in zerafetle aktardıklarını sindirmek için Mardin’in her köşesinde karşınıza çıkan Süryani çöreklerinden yerseniz bu çöreklerin arasından çıkan hurma sizi doğruca Michael Rakowitz’in işine götürüyor. Bienal’de kamusal mekan sınıfında sayılabilecek nadir işlerden biri Mardin’de bir “Topraktan Tabağa” isimli tarımsal kooperatif dükkanında sergileniyor. İçinde yer aldığı dünyayla da son derece uyumlu olan bu eserde Michael, büyük babasının izinden giderek bir dükkan açma işine soyunuyor ve o esnada Irak’a barış götürmekle meşgul Amerika’daki bu dükkana bir türlü çok sevgili Irak hurmasını ithal edemiyor. Bu esnada ülkeden çıkmak için çırpınan insanlar gibi hurmalar da bürokratik engellerden nasibini alıyor ve izlerken bile insanın ruhunu daraltan bu süreçlerde politik iki yüzlülüğü en yalın haliyle izleyicinin suratına çarpıyor. Ama başta da bahsettiğimiz gibi bizi açmazda bırakmak yerine sorular ve yeni dünya düzenleri ihtimalini araştıran bu temaya da paralel olarak hurmalar nihayet dükkana ulaşıyor ve ürünler ulaştığında bir yolculuk hikayesi sorgulama noktası haline gelen dükkan, ülkelerinden yıllardır uzakta yaşayan Iraklıların hikayelerini paylaşma ve yeni bağlantılar kurma noktasına dönüşmüş oluyor. Bu işi Mardin merkezde sahiden de ticaret yapılan bir mekanda izlemek hali hazırda çok etkileyici olan bu hikayeye ekstra bir katman sağlıyor. Rakowitz’in hurma için kullandığı “Soru soran bir meyve ve inanılmaz lezzetliydi’.” cümlesi bu eser için hislerimi özetliyor.
View this post on Instagram
Buna benzer olarak Mardin’in kahvaltı noktalarından ‘Marangozlar Kahvehanesi’nde sergilenen Thukral&Tagra’nın işi “Ekmek, Sirkler ve Ben” neolibarelleşen Hindistan tarım politikaları eleştirisini ekmeği paylaşmak metaforunu bir oyun haline getirerek sunuyor. Bu sunumun en çarpıcı yanını da oyun kurallarının yazdığı kağıtların üzerinde gerçekten de birlikte kahvaltı eden insanları seyrediyor olmak oluşturuyor. Kendi coğrafyamızda da son derece aşina olduğumuz gibi yönetimlerin varlığını güvence altına almak için vatandaşlarına ücretsiz ihtiyaç sağlaması stratejilerini son derece eğlenceli ve bir o kadar direkt bir şekilde eleştiren bu iş dünyanın çeşitli coğrafyalarında toplumların ortak dertlerini düşünmeye ve paylaştığımız ekmeğin coğrafi sınırları olmaksızın evrensel bir derdin parçası olduğuna işaret ediyor.
Yükselmekte olan deniz seviyesi
Elbette evrensel derdimiz yalnızca hükümetler tarafından uygulanan politikalardan öte hangi coğrafi ve sosyal sınıfta olduğumuzdan bağımsız olarak eşiğinde durduğumuz iklimsel felaket. Bu bölümde, gözümüzün önünde olan ama görmeyi mümkün mertebe reddettiğimiz bu gerçeklik son derece çıplak ama bir o kadar da estetik olarak izleyicinin karşısına konuyor.
Almagul Menlibayeva, “Maveraünnehir Rüyaları” işinde yerlisi olduğu Kazakistan’ın Aral Gölü’nün 60 yıllık Sovyet işgali sırasında uygulanan sulama politikaları nedeniyle yerli halkın Aralkum Çölü’nde yaşamaya itilişini mitolojik bir hikaye ile birleştirerek aktarıyor. Bu son derece sert gerçeklik en yalın haliyle aktarılırken peşine düştüğümüz mitolojik hikayede daha umut dolu ve neredeyse moda filmlerini andıran bir estetikle sarmalanarak kendimizi yabancısı olmadığımız bir görsellikte buluyoruz. Tüm bu hikayeyi bu ekolojik felaket bölgesinde yaşayan küçük bir kızın hayali üzerinden izliyoruz.
Menlibayeva’nın eserinde gerçekleşmiş bir çevre felaketinin mitolojik aktarımına tanık olurken İpek Hamzaoğlu’nun “Despina” filminde ise gerçeklik ile gelecek arasında geçen bir rüyaya dalıyoruz. Nükleer bir felaketten sağ kurtulan bir genç kızın gözünden ve rüyalarından tanık olduğumuz bu eser, tartışmalı nükleer santralin kurulmasının planlandığı sanatçının memleketi Sinop’ta geçiyor. ‘Düşünce suçu’ nedeniyle düzinelerce düşünür, şair ve yazarın hapsedildiği tarihi kale hapishanesinin bulunduğu Sinop’ta gerçekleştirilen sanatsal araştırma projesinin bir parçası olarak üretilen bu filmde genç kızın hafıza-rüyaları sayesinde bölge tarihini yeniden yazarak yeni umutlar yeşertmesine tanık oluyoruz.
Başta da belirttiğim üzere bienal temasının en güzel yanlarından biri gündelik küresel dertlerimize ışık tutmasının yanı sıra bu açmazdan çıkabilmek adına bir takım düşünsel pratiklere de yer vererek yeni bir düzen ihtimaline de kapı aralıyor olması. Bu bağlamda küresel ölçekte kendi içimizde (kendi türümüzde) tartışageldiğimiz konuların alanını genişleterek cevabın tam da önümüzde ama bakmadığımız yerde olma olasılığını sorgulayan işlere de yer veriyor.
İnsanlardan ötesi
Jonas Staal, “94 milyon Yıllık Kolektivizm” işinde 635 ila 541 milyon yıl önce karmaşık organizmaların aralarında herhangi bir yırtıcı ilişki olmadan yaşamalarını konu ediniyor. Kapitalist sistemin bize dayattığı güçlü olan kazanır anlayışına zıt olaran paylaşımın esas alındığı kollektivist ihtimalleri sorguluyor.
Deniz Üster ve Burcu Yağcıoğlu ise bu jeolojik dönem araştırmasını daha mikroskobik ölçeğe indirerek “Homo-Scylla” işinde bakteriler arasındaki davranış, sosyal koordinasyon ve iş birliğini inceleyerek hayali bir ihtimal anlatısı sunuyor. İnsanların ve bakterilerin birbirlerinin tabiatlarına karıştığı yeni bir simbiyogenez yoluyla Homo-Scylla’ya dönüştüğü olası bir evrimle insanlığı kendini üstün görme yanılgısından kurtulup diğer tür ve formlarla işbirliğine davet ediyor.
Rakhi Peswani ise “Ayrılıklar ve Yeniden Birliktelikler” işi ile bizi medeniyetin en başına döndürüyor. İnsanlığı diğer türlerden ayrıştırdığına ‘‘üstünleştirdiğine’’ inandığımız kırılma noktasına; dile dönüyoruz. ‘Bizi üstün kıldığına inandığımız bu iletişim biçimimizin de yeni formları olabilir mi?’ sorusunu Rakhi Peswani, “Ayrılıklar ve Yeniden Birliktelikler” eserinde son derece anıtsal bir biçimde önümüze seriyor. Birbiriyle alakası olmayacağını düşüneceğimiz form ve imgeler o kadar uyumlu ve bir o kadar büyüleyici bir biçimde sergileniyor ki izleyici incelerken bu yeni iletişim biçiminin ne kadar da olası ve aşina olduğunu hissediyor. Ve bu noktada izleyici, bu çarpıcı işin tam ortasındayken yeni ihtimallerin varlığını rasyonel olarak anlamaktan öte ezoterik bir biçimde hissediyor.
5. Mardin Bienali, Çimenin Vaadi başlığıyla ele aldığı tüm konularda içine düştüğümüz bu açmazdan kolektif bir biçimde çıkabileceğimiz umudunu ‘‘yeryüzünün yaralarını yeşil bir örtüyle sarılma ihtimaline dair büyük bir metafor’’ ile yeşertiyor. Tanık olan herkesi düşsel bir önermenin ihtimaline inandırıyor ve yeni bir dünya düzenini yaratmaya davet ediyor. Çokça ihtiyaç duyduğumuz bu umudu içi boş bir pembe çerçeveyle sunmak yerine her zaman her konuda olduğu gibi önce gerçeklikle yüzleştirerek önümüze sunuyor. Kişisel ölçekten küresel ölçeğe tüm dertlerimizle yüzleşmeye davet ediyor.
Siz de yeni bir düzen ihtimalinin peşine düşmek isterseniz bu daveti kaçırmayın, Bienal 20 Haziran’a kadar devam ediyor.
Dipnot: Gönül isterdi ki bu sergi daha fazla kamusal alana yayılarak kapsamını genişletebilse, içinde olduğu şehrin insanına daha fazla dokunabilseydi. Yine de bienalin şehirdeki varlığı pek çok yerel sanatçıya da ilham oluyor, bienal boyunca şehrin çeşitli yerlerinde paralel sergiler yer alıyor. Böylelikle daha fazla izleyici ile buluşma fırsatı yakalayan yerel sanatçıların sergilerini de ziyaret etme fırsatını kaçırmamanızı, sergilerin yanı sıra şehir içindeki ve dışındaki arkeolojik, kültürel, ticari yapıları da ziyaret ederek doya doya büyülenmenizi öneririm.
Yeni bir dünya düzeni ihtimalinde buluşmak dileğimle,
Deniz
Bu büyüleyici deneyimi yaşamamızı sağlayan tüm Mardin Bienali ekibine teşekkürler.

YENİ BİR AŞIK: BİRKAN NASUHOĞLU'NA DAİR
Fotoğraf: Can Görkem
Röportaj: İdil Meşe
Güçlü kalemi ve dikkat çekici gitar düzenlemeleriyle öne çıkan, jenerasyonunun sevilen şarkı yazarlarından Birkan Nasuhoğlu’yla yakın zamanda yayınlanan “ne çok şey birikti içimde” albümü ve Salon İKSV’de gerçekleşen lansman konseri hakkında iki müzisyen sohbet ettik. Müziğe bakış açısı, şarkı yazarlığı, ilham kaynakları ve müzisyen yaşamı hakkındaki deneyimlerini paylaşan sanatçı, gelecek projeleri hakkında ipuçları verirken genç müzisyenler için de altın değerinde tavsiyeler paylaştı.
Albüm çıkalı çok kısa süre geçmesine rağmen lansman konserinde istisnasız herkes şarkıları söylüyordu. Hatta üçüncü, beşinci sesinden koro gibi söylüyordu dinleyicilerin. Konser öncesinde nasıl hissediyordun, bir beklentin var mıydı? Sonrasında nasıl hissettin?
Bu lansman konserim, benim şimdiye kadar en çok ve en uzun süredir hazırlandığım konserim oldu. Görsel tarafıyla aslında çok uğraştık, orada çok kafa patlattık.
Sahiden çok fiyakalıydı.
İşte evet, bir şeyler değişti. Arkaya dekorlar yaptık önce; sonra onları kaldırdık sil baştan. Çünkü albümü olabildiğince minimal kaydetmeye çalıştım ben. Tüm konserleri, lansmanı, görsel dünyasını, lyric videoları da öyle olabildiğince yalın tutmaya çalıştık. Lansmanda da biraz böyle bir şey tasarladık ama önüne geçti gibi oldu, sonra elimizdeki fikirleri birazcık kırptık. Ben normalde bilet sayılarını falan önceden hiç öğrenmiyorum. Sormuyorum, söylemesini de istemiyorum kimsenin. Ona göre kendimi konumlandırmak istemiyorum. O yüzden bir beklentim yoktu ama sosyal medyadan insanlardan konseri beklediklerini anlattığı mesajlar bir şeyleri yansıtıyordu aslında. Çok heyecanlıydım. Sahneye çıktığımda zaten ikinci şarkıda falan gözlerim doldu. “Böyle mi geçecek yani konser?” dedim. Çok iyi bir dinleyici vardı. Solo projemde tek başıma akustik gitarla sahneye çıkıp 20-22 şarkı çalıyorum. Böyle sessiz olması lazım insanların, bir bar performansı yapmak için zor aslında. “Tek başıma orada sahnede acaba neler yaşayacağım?” diye çok düşünüyordum.
Oldukça kırılgan bir pozisyon.
Evet; her yerde ses sistemi istediğimiz gibi olamayabiliyor, bizim kontrolümüz dahilinde olamayabiliyor. Mekanın akustiğinden kaynaklı aslında, hani ekipman iyi olsa bile en arkadakine bazen kendini iyi ifade edemiyorsun. Aslında ilk günden beri, Salon’u biz bilinçli seçtik, orada yapmak istiyorduk, kendimize ait hissettik; o yüzden bunu başardık her şeyden önce. Seyirci de üçüncü, dördüncü şarkıdan sonra beni baya şaşırttı. Sonrasında ben aktım gittim. Bir de konser sonu içeri gittim, bir daha geri gelmemi, 1-2 şarkı daha söylememi istediler. Bunlar tabii ki müzisyeni motive eden durumlar. Gayet memnunum geceden. Sana da geldiğin için teşekkür ederim.
Çok keyifli bir konserdi. Dinleyicinin seninle etkileşimi çok hoştu. Şakalar, soğuk espiriler de yapıldı.
Evet, 1-2 tane yaptım içim rahatladı orada.
Tatlı anlardı. Baya havalı görünüyordun sahnede, kıyafet falan…
Valla gömlek diktirdim hayatımda ilk defa. Ben normalde bu tip şeylerden kaçıyorum, biraz fazla süslü gelince böyle hani kendimi ait hissetmiyorum giydiğim şeyin içinde.
Rahat ettin mi?
Evet evet; kumaşına, rengine ekiple birlikte karar verdik çünkü; gömleğin modeline de birlikte karar verdik. “Civan” markasıyla yaptık gömleğin modelini de, onlara tekrar teşekkür ederim buradan. O yüzden rahattım, kendimi iyi hissettim. İyi de duydum, teknik anlamda da baya keyfimiz yerindeydi.
Sahnedeki ses çok etkileyiciydi. Kilisede söylüyormuşsun hissi vardı.
Mert Kasap ile hem Yedinci Ev hem de Birkan Nasuhoğlu şarkılarının son dönemdeki, birlikte kaydediyoruz. Hatta benim kilisedeki “Tanrı Türkü Dinliyor” üçlemesini de Mert ile kaydettik. Mert ile hem stüdyoda birlikteyiz, hem itlik serserilik yapmadığımız boş zamanlarımızda genelde sound üzerine konuşuyoruz. O yüzden bunu biz konuşarak hayal ettik; bir de oradaki teknik imkan da bunu yapmamız için bizi teşvik etti aslında. O yüzden aklımızdakini uyguladık.
Yalın bir performans yapılan projelerde gerçekten bu tip detaylar öne çıkıyor. Sahnede yapılan seste, teknikte ya da görselde yapılan ufak hamleler gerçekten o performansı başka bir boyuta taşıyor. Bu açıdan gıptayla izledim.
Ne güzel, ne mutlu. Tüm konseri kaydettik. Hem video hem ses kayıtları alındı. YouTube’a kesin gelecek. O yüzden biraz daha ince eleyip sık dokuduk ses tarafını. Herkes şovunu yaptı.
“Pandemide, Divan Edebiyatı’na daldım.”
Bu albümdeki şarkılar ne kadar sürede, nasıl bir araya geldi? Nasıl bir üretim süreciydi bu?
Aslında “Her Yanım”, “Aşığım Ben” albümdeki en eski şarkılar. “Burada Yaşamak Çok Zor” en yeni şarkı. “Bir Masaldık Sadece”nin gitar riff’i vardı çok uzun süredir, hiç söz yazmayı düşünmemiştim o şarkıya. Onun partisyonlarını biraz değiştirdim, söz yazdım. “Her Yanım” 2014’ten beri var. O yüzden yelpaze çok geniş. Zaten böyle sırasını bekleyen şarkıları yan yana koyunca “Bunlar birlikte çok güzel tınlıyor” dedim. İlk tek tek, single olarak çıkartma niyetim vardı, öyle yola çıkmıştım ama sonra “Albüm mü yapsak?” dedik. O yüzden uzun süredir yerini bekleyen şarkılar da bu albümde kendine yer edinmiş oldu.
Çok bütünlüklü duyuluyor bir yandan. Nasıl oldu bu iş? Farklı zaman dilimlerinden gelen şarkılar aslında. Bazısı yeni diyorsun bazısı eski. Bu bütünlüğü nasıl sağlayabildin?
Şöyle oldu aslında. Ben 2019 başında solo olarak bir şeyler yayınlamaya başladım. Yedinci Ev’i “Yapmayalım bir şeyler bir süre, hatta belki de hiç yapmayacağız.” diye durdurmuştuk. Ben orada tabii daha elektrikli bir band ile çalıyordum. Beş kişiydik sahnede, kayıtları da bir grup aranjesinde kaydedip öyle yayınlıyorduk, hiç sade akustik yoktu kafamda. Biraz da aslında Yedinci Ev tarafıyla da ayrılması için ben olabildiğince akustik tutmaya karar verdim bu tarafı. Şimdi önümüzde kaydedeceğimiz şarkılarda yine minik dokunuşlar yapacağım, ekstra böyle bir şeyler ekleyeceğim ama band havasında olmayacak hiçbir zaman. Aslında o yüzden, “Her Yanım” hiçbir şekilde bir yere giremedi şu ana kadar çünkü akustik dışında tınlamıyor bu şarkı. Bir band girdiği zaman onu- yani muhakkak yapılır tabii bir şey ama hakkını vermiyordu hiçbir zaman. O yüzden o duruyordu. “Aşığım Ben” de vals, çok düz oluyor yaptığımızda. Ama şimdi burada tek gitarla o vals tadını vermek daha farklı oluyor. “Bir Masaldık Sadece” zaten finger style tavrı var; onu zaten yediremezsin, sadece bir kick girer belki, farklı enstrümanlarla, yine olmaz. Daha çok akustik versiyonunda çok iyi tınlayan şarkılar oldukları için bir araya geldiler aslında.
View this post on Instagram
Bir diğer fark ettiğim şey bu albümde aşık Birkan görüyoruz, yani aşık geleneğinden alınan bir ilham var sanki. Senin bu albümdeki beslenme kaynakların neydi?
Aslında çok uzun süredir, özellikle pandemide, Divan Edebiyatı’na daldım. Zaten çok uzak değildim, şu an aşırı da hakim değilim ama bir sürü kitap sipariş ettim eve. İşte onlar geldi: Fuzuliler, böyle onların divanları… Birçok şey okudum, kafam da çok karıştı hatta. Aslında “Gül” şarkısının sözlerini yazmak için biraz girmiştim o kanala. Çünkü orada Gül-Bülbül-Diken üçlemesi her yerde olduğu gibi, birazcık onu anlamak için birçok şey okumam gerekti. Sonra yancı olarak da “Başka neler oluyormuş bu dünyada?” diye onlara baktım. Türkülere olan ilgimi de güncel tutmak istiyorum. Bir ara hatta böyle beni takip eden insanlara, genç arkadaşlara böyle bir göstermeliyim; bu değerlerimizi bilmesi lazım herkesin, uzak kalmasınlar gibi kendimde bir sorumluluk da hissetmiştim. Sonra dedim ki “Tamam, çık bu kafadan.” Çünkü gitarla çok da kolay olmuyor aslında türkü yorumlamak. Çok sırıtıyor, her türküyü yapamıyorsun. “Tamam, bir dakika, birazcık hem kendimce yorumlayabileceğim türküleri alayım repertuarıma” diyordum. O sırada zaten Aşık Veysel, Aşık Mahzuni Şerif oralara zaten girdim. Karacaoğlanlar da öyle… O dünya hakkında, olabildiğince okuyarak bilgi edinmeye çalıştım ve onların tavırlarını, hayattaki duruşlarını kendime çok yakın buldum. Tabii ki şehir hayatı yaşayarak çok anlamlandıramıyoruz tam olarak onu, o hayatı yaşamak falan çok kolay değil ülkemizde. Belki benim de büyüdüğüm bir köy olsaydı, şu an “Hadi ben köyüme gidiyorum” deseydim gitarımı alıp, daha farklı düşünebilirdim oraları ama öyle bir alanım da yok.
Aslında Birkan, biz de aslında şehir içinde kendi köylerimizde yaşıyoruz bir açıdan.
Kadıköy…
Kadıköy’de ya da kendi yarattığın alanlarda, komünitelerde aslında, topluluklarda yaşıyoruz. Bu açıdan “Yeni Aşıklar” geleneğinden Birkan Nasuhoğlu şeklinde…
Ya aslında işte evet. Singer-Songwriter tanımı bence zaten bizde aşıklık biraz. Çok var bizim, sen de öylesin, bizim örneklerimiz fazlaca. Aşık tarafında lanse edilmek daha çok hoşuma gider tabii benim, ama bunu konumlandırabileceğimiz bir dijital platform listesi bile yok yani ülkemizde. Hani işte Folk deyince bambaşka şeyler görüyoruz, işte Country falan…
Benim aklıma hep “özgün müzik” demek geliyor. Sonra bakıyorum “özgün müzik” kategorisi altındaki şeyler alakasız.
Evet, Yaşar Kurt’u biliyorsun. Şimdi birazcık Bülent Ortaçgil, Yaşar Kurt benzetmeleri falan yapılıyor bende. Doğru da. Hem çok dinledim onları lise hayatımda, hem de söylemleri de benim böyle ilgimi çekmişti ama devir değişti. Çünkü o zaman gerçekten Düş Sokağı Sakinleri’ne bile gider. Orada bambaşka söylemler var; tavır böyle üç aşağı beş yukarı aynı aslında. Şimdi daha çok insanız, olanaklarımız daha güçlü ve ülkede olup bitenler biraz daha farklı -dünyada daha doğrusu- teknolojiyle birlikte ilham aldığımız değerler biraz daha değişiyor. O yüzden o geleneğin yanında seyretmek beni mutlu eder. Hoşuma gittiği için herhalde böyle devam eder bu iş.
“Bir sıkışıklık hissettiğimde bırakıyorum, o takılsın kendi kendine. Ritmini bulduğu zaman geri geliyor bana.”
Seni tanıdığım kadarıyla, müzik hakkında çok okuyan, araştıran, kendini besleyen bir insansın müzik ve yazım konusunda. Buna rağmen, hiç ilham tıkanıklığı yaşadığın oluyor mu? Oluyorsa nasıl üstesinden geliyorsun?
Bunu sorduğunda aklıma ilk bu hissiyatı yaşadığım an geldi direkt olarak. Tahmini olarak 2013-2014’teydi. Gerçekten çok uzun süre hiçbir şey yapamadım. Ne yeni bir gitar riff’i bulabildim, ne de bir söz yazabildim. Zaten ben sözleri önceden yazan, yazarak çalışan bir müzisyen de değilim. Sonradan yazıyorum sözleri. Yani aklıma bazen 1-2 cümle geliyor, karalıyorum, ama onların üzerine yapmıyorum müzikleri. Ama gitarda da hiçbir şey bulamadım. Kafayı yiyorum ama. Herhalde “Bitti.” dedim yani, “Bitti.”. Bir de müzikal tarafta çok hareketli bir tarafım da yoktu o zaman, konserlerin olduğu falan… “Sürekli konserdeyim, vaktim yok” durumu da değil. Hiçbir şey yapmıyorum yani. Kafayı yedim, dedim ki: Buraya kadarmış. Bir sabah kalkıyorum, bakıyorum gitara, “Abi,” diyorum “zaten altı tane tel var işte yirmi iki tane perde var falan. Her şeyi bulmuşlar işte, ben şimdi ne bulacağım” diyorum böyle, tamam mı? Sonra diğer gün kalkıyorum “Abi,” diyorum “altı tane tel var, yirmi iki perde var. Ben buradan neler neler yaparım?” falan. Kafayı yedim işte.
Dışarı çıkıyorum, insanların hayatını dinlemeye çalışıyorum; hayatta dışarıda giymeyeceğim kıyafetleri giyip ekmek almaya gidiyorum. İşte ne bileyim, Süperman pijamamla falan. Böyle bir yerlerim gelişsin, ilham gelsin diye çok uğraştım. Sonra o dönem bir kitap okuyordum. Kitabın adını hatırlamamam felaket şu an ama hikaye şu: Kelebeklerden çok hoşlanan birisi var ve bir gün avucunun içine kelebek konuyor. Kelebeğin orada durması ona o kadar haz veriyor ki, orada kalması için elini hareket ettirirse kelebek uçup gidecek, hareket ettirmezse de oradan gideceği korkusu var. Kelebek ne zaman isterse oradan ayrılabilir ama konmuş olması, avucunun içinde duruyor olması aslında onun için en büyük kaynak ve aslında ona en büyük tatmini yaşatan şey. Birazcık duruyor ve kelebek gidiyor, elini de kırpmıyor. Orada böyle bir şeyi çözümledim ben de kendimde ve bunun üzerine gitmedim uzun bir süre. Bir süre sonra böyle yavaş yavaş bir şeyler çıkmaya başladı, daha önce üzerine çalıştığım şeyleri şekillendirmeye başladığımı fark ettim. Yani böyle üstüne gitmeyince, rahat bırakınca o kendi kendine zaten akıyor. Aktığını fark ettim. Bir de mecburiyetim de hiç olmadı böyle, işte sözleşme imzalayıp “Üç şarkı daha yapmam lazım, üç ay kaldı” gibi şeyler yaşamadığım için o üretme baskısını hissetmedim üstümde. Hep de bir şeyler oldu elimin altında. Onu böyle hem merak ediyorum biraz, o tıkanıklığı, bir kere yaşadım bunu, sonra çok kez karşıma çıktı. Sadece baş etmeyi öğrendiğim için daha hafif halledebildim.
Ne yapıyorsun mesela tıkanıklık başlayınca?
Bırakıyorum hemen. Hemen bırakıyorum ilgilenmeyi. Üstüne düşmeyi hemen bırakıyorum. Kafamı dinliyorum, spor yapıyorum, yürüyorum… Aşırı yürüyorum ben mesela. Çok yürürüm. Hem kafam çok çalışıyor yürürken.
Hakikaten. Çok ilham verici bir şey benim için de.
Aynen öyle. Hem bir şey buluyorsun, bir söz, bir şey mırıldanıyorsun telefona, etrafı izliyorsun falan filan… Çok okumaya çalışıyorum. Bir şey izlemek değil de daha çok okumak böyle geliştiriyor beni. Bırakıyorum sonra ya da başka bir şeyle uğraşıyorum. Diyorum ya sana, “Her Yanım” yıllardır üstüne çalıştığım bir şey. Bırakmıştım, öylece duruyordu yani. “Bir Masaldık Sadece”nin gitarları vardı, hiç aklımda söz bile yoktu. Bu albümde hatta birazcık şey baskısını hissettim: Bizde tarihler var ya işte, şarkının yayınlanması için dört hafta önce yüklemen gerekiyor, o zamana kadar kapak fotoğrafının da hazır olması lazım falan filan. Bunlar böyle ufak sıkıştırmaya başlamıştı beni. Çünkü bazı şarkıların sözleri yok falan. “Bir Masaldık Sadece” eksikti, “Aşığım Ben’in” ikinci verse’ü eksikti. Onları böyle oturup, “Gül’ü” yazmaya çalışıyorum; şimdi “Diken’e” cevap olduğu için “Diken’i” anlatmalı. Akorları da aynı zaten hemen hemen, farklı da tınlamalı falan. Çok yordu da beni aslında. Ama oturup, çalışıp bir şeyler yazmak üzdü de biraz beni mesela. Çünkü ben biraz daha organikçiyim yani. Oturayım, işte çıksın sonra çok kurcalamayayım da onu.
Bu da insanın kendi hakkında keşfettiği farklı bir yön oluyor. Bazen o kadar organik giderken bir oturup bakmak gerekiyor, yani farklı bir yönünü görüyorsun bunu yaptığında. Ben bunu Amerika’da çok hissettim. Amerika’da “collab” çalışmalar çok oluyor; böyle Country müzisyenleriyle Rap müzisyenlerini mesela bir araya getiriyorlar, birlikte bir şeyler yazıyorlar ve yazmak için bir ya da iki saatleri var. Çok kısa sürede bir şey üretiyorlar. Böyle bir yönü de var şarkı yazarlığının. Gelişebileceği, müziğe farklı bir şekilde de bakacağı bir yönü çıkabiliyor insanın. Her albümde ya da şarkıda farklı bir şey keşfediyorsun kendin hakkında.
Evet ya, söylediğin şey doğru. Aslında olgunlaştığımı fark ettim ben de. Çünkü baştan yazmak da başka bir durum ama bir yerler eksikse onu elindeki diğer donelere göre şekillendiriyorsun ya. Hani o konuda da böyle biraz daha geliştiğini fark etmek de motivasyon veriyor insana bir sonraki işler için. Ama dediğim gibi sıkışık hissettiğimde bırakıyorum hemen, üstüne gitmiyorum. Genelde hayatta böyle yapmaya çalışıyorum aslında. Bir sıkışıklık hissettiğimde bırakıyorum, birazcık böyle o takılsın kendi kendine. O bir ritmini bulduğu zaman geri geliyor bana.
Dinleyicilerden aldığın yorumlar üretim sürecini etkiliyor mu? Dikkate alıyor musun?
Olabildiğince almamaya çalışıyorum. Ama bazen, bazı geceler manyak gibi her şeye de açıp bakıyorum. Oradaki YouTube yorumlarına da bakıyorum, Ekşi Sözlük’e de bakıyorum. Ama bunu çok da sık yapmıyorum. En son ne zaman yaptığımı hatırlamıyorum. Çünkü çok hakim değil de dinleyiciler bizim yaptığımız şeye. Yani ben belki on sene önceki hissimi yazıyorum şu an ya da bir arkadaşımın yaşadığı bir şeyi yazıyorum ama dinleyicilere göre her şeyi biz yaşıyormuşuz, söylüyormuşuz gibi aslında; biz de bu kontrolde olmak zorunda değiliz. Yine de tabii bir tavrı korumaya çalışıyorum. Ama bu da “En çok dinlenen şarkım neymiş bakayım, ona yakın bir şeyler üretmeye çalışayım” değil. İçimden ne geliyorsa yapıyorum. Sadece böyle lansman konserinde de şaşırdığım gibi mesela, insanların konserdeki kadar ilgisini hissetmedim mesela ben sosyal medyada ya da bilmiyorum çok analiz etme gücüm yok belki. Lansmanda anladım yani; geçmiş bir şeyler insanlara, albüm anlaşılmış. Bir de ben konser adamıyım yani daha çok. Böyle çıkayım sahnede, etkileşimle anlarım, işte gözlerinin içine bakarak anlıyorum.
Şarkı yazdığında hemen birine çalmak, dinletmek istiyor musun?
Onu bir ara yakın arkadaşlarıma çok yapıyordum. Sonra böyle istediğim reaksiyonları alamayınca… Ne bileyim, sen heyecanlanıyorsun, gönderiyorsun işte üç gün sonra yorum yapıyorlar falan.
Mesela gitarınla hemen yakında birine çaldığın oluyor mu?
Oluyor tabii canım. İşte üstünde çalıştığım iki şarkı var, hemen Yazın’a (Yazın Kaçan) onları çaldım mesela: “Şöyle yapıyorum. Sözleri şöyle oluyor.” diye. Ama o etapta çok paylaşımı çok tercih etmiyorum. Yani bir yere kadar getirdikten sonra paylaşıyorum.
Mesela senden çıkıyor ve “Hemen birine çalayım, birine dinleteyim.” gibi bir şey geliyor mu içinden? “Bitirdim galiba” gibi…
“Bitirdim.” diyorsam dinletiyorum, ama yorumlar birazcık etkiliyor. O yüzden hani mesela Mert’e gönderdim 1-2 şarkı mesela, “Ya abi hani, emin olamadım.” falan dedi. Şu an çok iyi gidiyor şarkıların dinlenmesi.
Ben de anneme babama hemen dinletiyorum. Hemen gidiyorum çalıyorum böyle.
Ya annem babam hiç tarafsız olamıyorlar. Yakın arkadaşlarım tarafsız olamadıkları için göndermiyorum onlara. Çünkü hani senden geldiği için “Bilmiyorum, güzel ya” falan oluyor. “Burası böyle olsa, şurası şöyle olsa” yorumları da bazen canımı sıkıyor benim. O yüzden bugünlere sizin sayenizde gelmedim ben yakın arkadaşlarım. (Gülüyor) Ama Yedinci Ev tarafından Hazar ile Turgay’a gönderiyorum. Böyle 1-2 dokunuş yapılacaksa beraber yapıyoruz. Bazen hakikaten benim farkında olmadığım ya da tıkandığım yerlerde… Çünkü gerçekten insan ürettiği bir şeye, büyük enerjiyle gelip paylaştığı bir şeye birisinin gelip kafa göz dalarak yorum yapmasını kaldırmak çok kolay bir şey değil. Böyle benim enerjimin düştüğü oluyor.
Benim YouTube yorumları okurken oluyor bazen böyle.
Yani işte öyle olursa hiçbir şey yapamıyorsun, anladın mı? O zaman mesela kime göre yapacaksın? Mesela müzik zevkine çok güvendiğin bir arkadaşın vardır, ama senin hedef kitlen değil yani o. Şunu öğrendim biraz da: istediğimi alıyorum yorumlardan. Bir yer var mesela, özellikle “Burası nasıl olmuş?” demiyorum. Genel dinletiyorum, orayla ilgili bir şey söylüyorsa onu alıyorum dikkate…
“Genç nesillere deneyimlerimi aktarmak istiyorum”
Önündeki planını yaptığın yeni şarkılar var mı, konserler var mı; yoksa tatil, dinlenme kafası mı? Senden bir ipucu alalım.
Bu sene içerisinde iki şarkı daha yayınlamak istiyorum solo tarafta. Yedinci Ev’e de albüm hazırlıyoruz, orada sekiz şarkı var üzerine çalıştığımız şu an. O ama herhalde önümüzdeki seneye kalacak. Valla tatil… Yani muhakkak yaparım. Ben Mersin’de büyüdüğüm için her yaz kesin bir deniz görmem gerekiyor, bir Ege’ye Akdeniz’e bir yere gidiyorum. Ama tatilde sürekli tatil yapıyormuş hissiyatı da rahatsız ediyor beni. Biraz konserler var, Mayıs sonunda biraz yoğun. Muhakkak bir ara giderim. Ama yeni şarkıları da böyle çok da geç bir tarihe kalmadan… Eylül diğeri de işte Kasım gibi sanki. Öyle bir şeyler düşünüyoruz. Sonra yeni yıl başında da büyük ihtimalle Şubat’ta falan herhalde Yedinci Ev albümü çıkar.
Gerçekleşmesini istediğin bir hayalin var mı? Buna doğru çalıştığın -ya da çalışmadığın- ama hakikaten “Şu olsun ya hayatımda” dediğin bir hayalin…
Bizim nesilde böyle birbiriyle yardımlaşma daha fazlalaştı, bizden önce pek yoktu. Biraz “Kim ne yapıyor?” durumu vardı. Ben hep söylüyorum mesela: Rock star nasıl olunur bilmiyoruz, tamam mı? Rock starlarımız çünkü çok demeç vermeyen, çok röportaj yapmayan, çok böyle yakınına dibine girmezsen o hayatın nasıl olduğunu bilmediğin; bir de zaten bir elin parmağını geçmeyen sayıda, hani sektörel olarak. O yüzden ben biraz daha deneyimlerimi aktarmak istiyorum, hani ne yaşadıysam. O yüzden böyle konserlerde, özellikle enstrüman çalan, gitar çalan arkadaşlar gelip bir şeyler soruyor ya da işte kendini anlatıyorlar. Biraz daha konserlerde özellikle sıcağı sıcağına -sosyal medya soru-cevap değil de- daha alandayken konuşmayı, sohbet etmeyi, deneyimlerimi aktarmayı istiyorum. İleride sağlığım el verdiği kadar bu işi yapacağım çünkü, en iyi anladığım iş bu hayattaki. O zaman da sürekli böyle birilerine bir şey anlatıyor durumda olmak istiyorum kendimi.
Meet-and-greet gibi mi yani?
O da olabilir. Ama workshop tadında da değil bahsettiğim şey. Daha böyle hayatın içerisindeki deneyimler. Onun dışında tabii ki bolca konser. Çünkü ben konser insanıyım yani bu artık aşırı net. O yüzden olabildiğince güzel, sıcak sahneler. İşte yenilikçi olmaya çalışıyoruz sürekli. Ben kendi tarafımda da, grup tarafında da “Bu konserde yeni ne verelim?”, “Ne yapalım kendimizi geliştirmek için?” diye uğraşıyoruz, düşünüyoruz. Olabildiğince oyunun içinde kalmak aslında en büyük hedefim.

EMİR TAHA İLE KÖKLERE YOLCULUK
Röportaj: İdil Meşe
Fotoğraf: Hasan Kuyucu Stilist: Dilara Kırşanlı
Londra’da yaşayıp üretimde bulunan ve yakın zamanda Universal Music Group ile yolları birleştirmiş, neslinin yenilikçi şarkı yazarlarından Emir Taha ile iki müzisyen sohbet ettik. Emir’le yeni teklisi Kalp Çare Arar’ı konuşurken, müzikal dünyasının yanı sıra, gündelik hayatında nasıl biri olduğuna dair ipuçları da keşfettik.
İdil Meşe: Kalp Çare Arar’ı dinlemek çok keyifliydi. Türk müziğini biraz lo-fi, biraz da çağdaş trip hop alt yapısıyla harmanlayıp çok kültürlü ve çok katmanlı bir prodüksiyon ortaya koydun. Sound günümüz müziğine göre oldukça organik duyuluyor. Hatta verse’lerde Hint müziği tınıları bile duydum. Şaşırtıcıydı. Şarkı yazım sürecinde Pablo Bowman ve Sia, Diplo, Labrinth gibi isimlerle de çalışan Detonate ile çalışmışsın. Şarkının son haline geliş yolculuğunu ve stüdyo sürecini, birlikte çalışma deneyiminizi merak ediyorum. Şarkılar nasıl bir ortamda ortaya çıktı?
Emir Taha: Hint etkisini kimse belirtmemişti, ben de o kulakla dinleyeceğim şimdi (güler). Parça şu şekilde çıktı. Pablo, ben ve Detonate üçümüz yazdık bu şarkıyı. Ben şu an Brixton’da yaşıyorum ve buradaki evimizde üçümüz beraber yaşıyoruz. Ben Pablo, Jay Moon ve Danny, dört müzisyen bir evde yaşıyoruz. Üst katta da, çatı katı, küçük bir ev stüdyomuz var. Geçen Temmuz bir gün bir session’ımız oldu, Detonate geldi. Daha önce de çalışmıştık onunla, Part 1’deki Cold parçasını beraber yapmıştık. O sırada da, şu an bakıyorum hatta, odamda bir bağlama vardı. Aslında Kuzey Londra’da bir bağlama atölyesi buldum. Orda Aydın abi ile tanışıp bayram seyran zamanlarında ona gider oldum, ailesiyle de tanıştım bu zamanlarda özellikle, çok iyi geldi. Beraber bağlama yapıyoruz, aynı zamanda çalmayı da öğretirken, ordan gelişen bir ilgi oldu. Odamda duran bağlamayı da o ödünç vermişti. Session günü bağlamayı görünce yukarıya çıkarayım belki şarkılardan birine girer diye düşündüm. Pablo gitarı eline aldı, ben bağlamayla o riff’i çalmaya başladım, bütün şarkı riff’in etrafında oluştu diyebilirim. Detonate Labrinth’le sıklıkla çalışıyor, ikisi bana şunu anlatırdı. Londra’da Türk komünitesi oldukça büyük olduğu için, ikisi de küçükken Kuzey Londra’da yaşıyorlarmış ve beraber büyümüşler, ve Türk müziğini çok dinlemişler bu süreçte. O yüzden Detonate’in de öyle bir bağı var. Anadolu rock ve Anadolu psych’ın çok seviyor, büyük fanı. Öyle olunca ben ona bazı şarkılar dinletiyordum, bir tane loop pack buldu, Anatolian groove’la, o onu yükledi arkaya ve synthesizer’a geçti, ben bağlamada, Pablo gitarda, şarkı melodisi yavaş yavaş oluşmaya başladı.
İdil: O halde öncelikle şarkının alt yapısı ortaya çıkmaya başladı, sonra sen üstüne söz yazdın. Bir grup sinerjisi oluştu.
Emir: Kesinlikle. Ben genel olarak yalnız olduğumda fikirleri yazarım, sonra stüdyoya götürürüm. Ama genel olarak o fikirleri hep B planı, yani beni düştüğümde kurtaracak bir net olarak görüyorum. Fikirlerimi hem telefona, hem deftere not alıyorum.
“Klipte, baskı ve kaybolma hissini vermek istedik”
İdil: Peki kalbin en çok neyin çaresini arıyor? Şarkının hikayesini yazarken neyden ilham aldın, hangi duygularda gezindin?
Emir: Yazdığım zaman, vize başvurusu zamanlarında, artık his olarak zaten buraya artık zincirlenmiş olma hissi vardı üstümde. Belki pasaportum olsa o an kafam hemen gitmezdi Türkiye’ye ama yine de o his, sanki burada kaldım hissi, o zaman dinlediğim şeyler, tabi gurbet türküleri falan dinliyorum ama belki o acının onda birini bile çekmiyorum, o gurbet yarasına bakınca, onların ne kadar derin şeyler olduğunu, ben de yeni yeni anladım bu süreçten sonra. Evimi, arkadaşlarımı, ailemi çok çok özlediğim bir dönemdi, biraz duygularımda kaybolmuş hissediyordum. Burada çok anlaşılmıyor hissediyordum. Burada sonuçta yaşadığım arkadaşlarımla ana dilimi konuşmuyorum. Öyle olunca tam anlatamıyorum ve tam anlaşılamıyorum, artık enerjimin bittiği zamanda tutunma çabasından ilham aldım diyeyim. Hani yüzüne bir gülüş koyup aslında hayata devam etme, bi şekilde ilerleme.
İdil: Bu gerçekten böyle, ben de mesela New York’ta yaşarken böyle hissetmiştim. Daha önce Almanya’da yaşıyordum ve bir zamanlar da Kuzey İrlanda’da ama o zamanlar böyle çok eğleniyordum, keyifliydim. Ne zaman ki insan zorluğa düşüyor, uzun süre kalması gerekiyor, o dönüşüm sürecinde hakikaten birçok duygu ortaya çıkıyor ve gerçekten anlattıklarınla çok bağlantı kurdum. New York’a gidene kadar hep İngilizce sözlü şarkılar yazıyordum, New York’tan sonra full Türkçe şarkılar yazmaya başladım.
Emir: O kadar ilginç ki mesela bunu söylemen! Ben de geçen bunu söyledim burada. Kalp Çare Arar aslında çok trajikomik bir olay çünkü ben buraya geldim ve Universal ile imzaladım işte ve herkes benden artık Avrupa-centric şeyler bekliyor, ben ise yüzde sekseni Türkçe, bağlamalı bi parçayı Single yapıyorum.
İdil: Stratejik olarak mı yapıyorsun bilmiyorum ama YouTube kanalında çoğunlukla ses kayıtlarını paylaşıyorsun, audio dosyaları var genelde ve son şarkında oldukça dikkat çekici görsel bir dile sahip bir kliple dinleyicilerinle buluştun. Kalp Çare Arar’ın klip sürecinden bahsedebilir misin?
Emir: Ben genel olarak görsel dünyamda, her şeyde biraz kontrol sahibi olmak istiyorum. Özellikle burada çalıştığım, Türkiye’de değilim şu an, Londra’da çalıştığım insanlarla da genel olarak kültürümü içine eklediğim videolar yapıyorum. Kalp Çare Arar’da böyle değildi, o yüzden daha rahat hissettim ama diğer videolarda kültürü masaya getiren kişi tek ben olduğum için, orada çok daha tedbirli olmam gerekiyor. Özellikle sevdiğim yerlerini getirmem gerekiyor, bunun sorumluluğu full bende oluyor, orda kesinlikle zorlanıyorum çünkü bensiz de olmasını istemiyorum projenin. Bu klipte biraz daha rahattım çünkü aslında vermek istediğim duygu belliydi. Duygularımda karmaşık olma durumu, video’da aynı literal meaning olarak değil de, biraz daha aslında ben kulüpteyim, bir yerden bir yere gidiyorum ve belki anxiety’lerim, insecurity’lerim durmadan beni avlamaya çalışıyor. O baskı, kaybolma hissini vermek istedik. O şekilde oluştu. Freddie Wright adlı bir yönetmendi çalıştığımız.
İdil: Daha klipler yapacak mısın yoksa daha böyle audio release gibi mi gidecek? Başka görsel projelerin var mı?
Emir: Kesinlikle, kesinlikle var. Covid zamanından dolayı elimden geldiğince bir şeyler yapmaya çalıştım, belki görmüşsündür. Kendine Gel’i falan, hatta karantinada evimde Instagram’dan bir video yapmıştık, elimden geldikçe yapıyorum fırsatım oldukça. Seviyorum çünkü müziğin etrafında bir şeyler üretmeyi. Belki daha çok visual olarak enteresan şeylerle dolu, storyline’sız videolar olabilir, estetik olarak daha ilgi çekici olan. Ama kesinlikle daha fazla videolar gelecek.
İdil: İngiltere’de yaşayıp müzik üretmek nasıl bi yolculuk? Zorlandığın zamanlar oluyor mu diyeceğim ama oluyormuş, ama iyi ki dediğin anlar da oluyordur heralde. Oradaki deneyiminden bahsedebilir misin?
Emir: Tabii, gerçekten dünya insanı gibi hissettiğim nadir yerlerden biri burası. Zaten binlerce kültürün olduğu yer, zaten yaşadığım yer Brixton, 60’larda Karayipler’den gelinmiş, inanılmaz bir kültür oluşmuş, her tarafta kültür olan bir yer. Mesela ben Amerika’da da yaşadım iki sene, kendim için değil, başkalarına şarkı yazdığım bir dönem oldu. Londra’da evde gibi hissettiğim kadar hiç hissetmedim Amerika’da. Çünkü burada dediğim gibi bağlama atölyesine gidebiliyorum, burada bir komünite var, evimde gibi hissedebileceğim. Biraz Berlin’e benziyor bir bakıma, o yüzden Londra’yı çok seviyorum, müzik yaptığım, 18 yaşından beri stüdyoya girdiğim arkadaşlarımla şimdi beraber yaşıyorum. O yüzden burası ev gibi oldu diyebilirim bir bakıma.
“Korkmamalı insanlar denemekten. Çünkü bu musluk gibi bir şey. Açtığınızda ilk çamurlu su geliyor akıyor akıyor, sonra berraklaşıyor ama herkesin çamurlu suyu bir çıkarması gerekiyor. O yüzden yazmaya devam.”
İdil: 20’li yaşlarının başında müziğinden bahsettirmeyi başardın, devam da ediyorsun. Kendi şarkılarını yazıp söylemeye başlamış, yayınlamaya karar vermiş ve müziğini global sahneye taşımak isteyen sanatçılara kendi deneyiminden yola çıkarak neler önerebilirsin?
Emir: Şöyle, benim için mesela gözümün açıldığı bir an vardı, o an da Kendine Gel’i yazdığımız gündü. Kendine Gel gününde ben şöyle dememiştim, ya hadi Türkçe de, İngilizce de koyalım böyle olsun, bugünkü session gibi bir karar alarak girmemiştik işe, aslında ben sanki yıllardır Türkçe söyleyeceğim yerlerde kendime geçişi bloke edip İngilizce söylüyordum ya da bu şarkı tamamen Türkçe olmalı diyip kendime kurallar koymuştum. Kendilerine geçişlere izin vermelerini tavsiye edebilirim. Hiçbir şeyden korkmamayı… Mesela şu an atıyorum, nazar boncuğu diyelim. 10 sene önce aslında ne kadar babaanne, dantel bir unsur gibi görülüyorken, şu an aslında popüler kültürün çok büyük bir parçası oldu “evil eye”. O yüzden aslında bazı şeylerden, üzerindeki algıdan yola çıkmayıp, kendin ne düşünüyorsun bununla ilgili, bunu sorgula. Sana garip gelen şeyleri de yap, her köşeyi dene ve bir yerde o doğru hissin geldiği zaman, onu daha çok yap diyebilirim yani tavsiye olarak. Ama korkmamalı insanlar denemekten. Çünkü bu musluk gibi bir şey. Açtığınızda ilk çamurlu su geliyor akıyor akıyor, sonra berraklaşıyor ama herkesin çamurlu suyu bir çıkarması gerekiyor. O yüzden yazmaya devam.
İdil: Seni daha yakından tanımak isteyen bir insanla bir gün geçirecek olsan, nerelere götürürdün, ne yapardınız birlikte?
Emir: Neler yapardık ya açıkçası bu aralar hayatım o kadar sıkıcı ki birilerine ne gösterirdim bilmiyorum, tek yaptığım şey müzik şu an. Dışarı falan da çıktığım yok. Stüdyoya davet eder, güzel bir yer ayarlardım ona. Büyük ihtimalle büyük zamanı stüdyoda geçirirdik. Burada bir bilardo pub bulduk, her akşam gittiğimiz, oraya giderdik, güzel bir bilardo oynardık. Londra’da olsak Gordon’s Wine Bar diye bi yer var gittiğim, oraya giderdik belki bir şarap içerdik. Yemeğe de Green Lanes’e gidip Antepliler restoranında güzel bir yemek yerdik.
İdil: Harikaymış. Turkish London experience!
Emir: Aynen öyle! O kadar ilginç ki ben olsam buraya hiç geldiniz mi bilmiyorum ama burada Green Lanes’de Türkiye’de hiç görülmemiş şeyler de var. Antepliler restoranında mesela bir tarafta kebap, bi taraf sırf döner ve bi taraf sadece künefe odaklı, orda sadece künefe yiyorsun.
View this post on Instagram
İdil: Şarkılarının yanı sıra imajın da aslında dinleyicilerinin çok beğenisini topluyor, hem sokak stiline hakim bi imajın var, etnik detaylarla tamamlıyorsun. Gardrobunda olmazsa olmazın nedir?
Emir: Söyleyeyim, Go to outfit’im tamamen şu. Kanada’da ikinci el bir kayak giyim mağazasında bulduğum bol bir siyah eşofman altım var, onu çok seviyorum çok rahat. Benim aslında “go to outfit’im” bu Kalp Çare Arar’ın kapağında olan şeyler. Siyah bucket hat’imi alırım, adidas sarı siyah ceketimi giyerim, işte tamam. O ben olurum yani.
İdil: Son zamanlarda kendi jenerasyonundan seni müzikal olarak heyecanlandıran sanatçılar var mı, kimlerdir bu kişiler?
Emir: Türkiye’den Ezhel’i çok seviyorum, umarım Berlin’e gittiğimde de görüşürüz onla ya da o gelirse buraya. Lin Pesto’yu seviyorum, başka yenilerden mesela Seda Erciyes’i seviyorum, o iyi. Rap’ten Baneva’yı ve Şam’ı seviyorum. Baby Keem’in bence yeni albümü çok iyi, Brockhampton’ı çok seviyorum, hatta bu akşam bir konserleri var ve bu akşam son konserleri, grup olarak ayrılacaklar, son konserlerini yapıyorlar. Belki gidebilirim, bakacağım.
Başka kim var… Bir tane yeni birini buldum, onu söyleyeceğim, telefondan bakıyorum ismine, sizler de hatta bakın artist playlist’i çok ilginç. İlginç bir ismi vardı. Yeule! Yeule diye birisi, 3 boyutlu dijital bir artist gibi ama aynı zamanda gerçek birisi. Yani sound dizaynı falan da çok iyi albümün, son albümünü dinleyin.
İdil: Prodüktör olarak beğendiğin kimler var?
Emir: Tainy diye birisi var LA’da, Rosalia ve The Weeknd’in yeni şarkısını produce eden.
İdil: Ne şarkı ya hakikaten.
Emir: Harika değil mi?
İdil: Ateş ediyor.
Emir: İnanılmaz. The Weeknd’in melodisi de ilginç yani o girişi falan, altyapısı da çok iyi. Hatta o yüzden Tainy’e Kalp Çare Arar’ı gönderdik çıkmadan iki ay önce falan, çok sevmişti. LA’ye gittiğimizde belki birlikte gireriz stüdyoya. Al Shux diye birisi var, çok seviyorum ama benim favori prodüktörüm Jay Moon ve hemen aşağı katımda.
İdil: Dünyada herhangi bir müzisyenle bir proje, işbirliği yapma şansın olsaydı bu kim olurdu?
Emir: Kendrick diyorum.
“Barış Manço bana çok ilham ve heyecan veriyor”
İdil: Müzik yolculuğunu en çok etkileyen, daha çok üretmeye teşvik eden bir anını paylaşabilir misin? Geçmişini düşündüğünde, böyle “bu beni etkiledi” dediğin bir müzikal bir olay?
Emir: İlk başta beni müziğe yönlendiren, bunu rahatlıkla söyleyebilirim, Barış Manço. Gerçekten benim dinleyerek büyüdüğüm insan. Aynı zamanda bence Türkiye’den nadir sanatçılardan birisi çünkü onun sırf müziği, değil aslında düşüncesi… Müziğe, düşüncelerini aktarabildiği bi kanal olarak bakmış her zaman ve etrafında bir dünya kurmuş. Giyimiyle kuşamıyla olsun, şarkılarıyla, mesela şarkıları var ya kol düğmeleri, domates biber patlıcan, kendi kriterine kurduğu anlamlarla bir dünya sunuyor. Bana çok ilham ve heyecan veriyor, onları dinledikçe mesela şu an bile albümlerini dinledikçe yaa diyorum. Mesela 2023 albümünde “2023 yılında kaya gibi biri gelecek” diyo acaba diyorum o ben miyim… (gülüyor) Ben mi acaba ayak izinden yürüyorum onun falan filan. O bana çok ilham veriyor diyebilirim. Her dinlediğimde küçüklüğümden beri çok heyecanlandırıyor ve müzik yapmaya teşvik ediyor beni.
İdil: Emir Taha dinleyicilerini yakın gelecekte ne bekliyor?
Emir: Yakın gelecekte yeni müzik bekliyor. Bu arada vizemin çıktığı haberi geldi, elime ulaşacak kartım, o yüzden ay sonu Türkiye’ye geliyorum. Şey istiyorum, formatını henüz bulamadım, nasıl yaparım bilmiyorum ama sadece ben ve gitar, insanlarla buluşup küçük show’lar yapmak ama show demek istemiyorum ismine. Sadece beraber olabileceğimiz böyle yerler diyeyim. Şimdiye kadar olan her şeyi ben bir ekran üzerinden gördüm. Şarkılar çıktığından beri bir kere bile duymadım, şarkının adını veya birilerinin nasıl işte bağlandığını ona. Bir çiğ köftecide duydum İstiklal’de. O an bir mutlu oldum ama tek isteğim şu an en yakın zamanda insanlarla buluşabilmek, bağlanabilmek, küçük show’lar. Haziran’da belki yavaş yavaş festivaller… Bu yaza doğru Türkiye’de büyük bir show da yaparız diye tahmin ediyorum.

ATLAS
Fotoğraf: Burçin Ergunt
Röportaj: Gümrah Şengün
Ruhumuzu besleyen sanatçılar, insanlar ve dostlar komünitesinde en etkileyici ve yaratıcı isimlerden biri Ekin Bernay. Ekin Performistanbul sanatçısı, dans ve hareket psikoterapisti. Geçtiğimiz hafta Londra’nın en prestijli müzelerinden biri Victoria ve Albert Müzesi’nde “Friday Late” programı kapsamında uzun zamandır üzerinde çalıştığı 33 dakikalık “Atlas” performansını sergiledi. Müzenin içerisinde yer alan Raphael’in binlerce yıllık halı karikatürlerinin sergilendiği alanda gerçekleştirdiği performansın haberini aldığımız günden beri Ekin’in ne üreteceğini merakla bekliyorduk ve sonunda Atlas’ın hayata geçiş hikayesini Ekin’den dinliyoruz. Tabii performans öncesi buluştuğumuz Ekin tüm bunları anlatırken, “Atlas” henüz V&A Müzesi’nin Raphael Court alanında, Sistine Şapeli’nin neredeyse birebir replikası duvarları arasında hayat bulmamıştı. Ama Ekin bugüne kadarki en özel performanslarından biri olacağı konusunda oldukça emindi, biz de öyle…
Günün nasıl geçiyor? Bu şu an önemli bir soru çünkü çok yakında “Atlas” performansını gerçekleştireceksin. Öncesinde zamanını nasıl geçiriyorsun merak ediyorum. Böyle bir performansa hazırlık sürecinde neler oluyor?
Evet biraz kaotik diyebilirim şu an her şey. Sabah önce float terapisine gittim. Çünkü hakikaten omurgayla ilgili olduğu için bu performans, bu terapi için iyi bir zamanlama diye düşünüyorum yani ağırlığını hissetmemek vücudunun. Gerçekten 1 saat boyunca suyun içerisinde kalıyorsun ve sonunda çıktığında bütün ağırlığını tekrar hissediyorsun, hatırlıyorsun. O yüzden doğru bir zamanlama oldu. Biraz performans hazırlığı gibiydi. Oradan sonra eve geldim ve işte bir kasa ile bu Atlas’ın içerisine oturduğu mermerler geldi. Sonra gittim çekiç aldım. Çünkü kasayı açmam gerekiyordu. Bir yandan Burçin’le fotoğrafları konuştuk. Bir yandan Florence ve Abi ile görüşüyorum iki farklı yerde kıyafetler yapılıyor. Son detayları belirliyoruz. Sonra akşam da koro provasına gittim. Koro üyelerim ile birlikteydim böyle doğu Londra’da bir yerde. Stüdyoya girdim bir reggea şarkısı kaydediliyor falan…
Herkes seni performans öncesi bir ritüelde zannediyor olabilir ama öyle bir şey yok galiba sen çok yoğun bir tempodasın.
Evet keşke öyle olsa. Aslında olması gereken şu an benim baya böyle kapanıp bambaşka bir halde olmam. Ama her şeyi bir araya getirmeye çalışıyoruz. Çok imkansızlıklar içerisinde hazırlandığı için her şey ve V&A ne kadar büyük bir enstitü olursa olsun ben sürekli çıtayı ve beklentileri yükseltmeye çalışıyorum. Kendimle ilgili bir problem aslında. Daha minimal ve farklı performans da olabilirdi. Ama böyle olması gerekti. Yani bu sefer böyle olması gerekti. Çok geleneksel olarak yapılan bir şey değil aslında performansta bu kadar her objenin, alandaki her şeyin bu kadar detaylı bir şekilde önceden çalışılması. Bir sürü heykel diyebileceğin obje var mesela içerde, o çok klasik olan bir şey değil.
Bütün bu detaylara geçmeden önce şunu sormak istiyorum. V&A ile nasıl bir araya geldiniz?
Aslında iki sene önce konuşmaya başladık. Tate performansından önceydi. O zaman saçla ilgili bir şey sunmuştum onlara ama müzenin obje korunmasıyla ilgili kurallarından dolayı teknik sebeplerden o performansı orada yapamadık. Sonra iletişimde olalım demiştik. Sonra Tate’in hemen arkasından tekrar konuşup, yapabiliriz hadi hazırız gibi bir noktaya geldi. Belki hepsi bir taş, o onu o onu besliyor. İnsan böyle yaptıkça da bence daha çok alanlar açılıyor. Belki önceki film olmasa V&A yine olabilirdi ama belki Raphael Court içerisinde olmazdı. Oradaki en istediğim alana sahip oldum.
Peki “Atlas” fikri nasıl ortaya çıktı? Bu performans için ne kadar çok araştırma yaptığını biliyorum. Nasıl bi fikirle yola çıktın ve nereye evrildi bu fikirler de işler bu noktaya geldi?
Şubat ayında ben ilk bu performans üzerinde çalışmaya başladığımda aslında bir film olacaktı. Omurgaya bakıyordum. Omurga beni çekti. Her şey bütün bilgi oradan akıyor. Acaba bunun içerisindeki bu sinyaller bu kodlar ne? Nereden geliyor? Simülasyon muyuz? Gerçek miyiz? Ama biliyoruz ki orada bir sinyal var. Kafatasını taşıyan ve kafatası ile vücudun diğer taraflarını bağlayan, komutlar veren. Sanki bir elektrik sistemi gibi bir şey hayal ediyorum onun içerisinde. Özellikle bu hayatın daha simülasyon olduğunu düşündüğüm zamanlarda. Ama ben omurgayı araştırırken en son Eylül ayında buraya geldiğimde karantinada daha detaylı bakmaya başladım. Bu arada aylarca araştırdım farklı farklı yerlerden. Ama karantinada böyle beden, kemikler tek tek incelerken annemle konuşuyordum “vücuttaki en güzel kemik nedir?” diye. Annem ve babam doktor oldukları için onları biraz eşeledim bu süreçte. Annem atlasla axis kemiğinin omurganın ilk iki kemiği olduğunu ve tıp okurken masasında bu ikisinin durduğunu anlattı. Bütün omurgada özel isim sadece bu iki kemiğe verilmiş. Bunun bu romantik tarafı da beni çok çekti ve atlas fikrini oradan çekip çıkardım.















Omurgaya bu kadar odaklanmanın sebebi neydi?
Sezgisel. Bedeni düşünüyorum. Hep böyle bir şeyi merak ediyorsun. Ben neredeyim, ne hissediyorum? Belki dans geçmişimden ötürü sürekli bedenle çalıştığım için. Sezgisel oldu diyebilirim. Ben ilk başlarda bu performansın ormanların içerisine girip oralarda kaybolacağını düşünüyordum ama beden hep kendine çekti beni. Şimdi fark ediyorum ki aslında pandemi sonrası bu süreçte benim kendi ölümümle yüzleşmemle ilgili bu performans. O içimdeki kemikleri görmek, dışına çıkarmaya çalışmak. Bu performansta bir çok an var. Doğum ve ölüm yolculuğum ve belki sonra neye dönüştüğüm var. Bir cenazeyi andıran bir bölümü var. Biraz hani ben de gideceğim ve bu da geçici hissi. İçimdeki şeyler dışıma çıkacak. Şimdiden içimdeki kemikleri bir parçam olarak sahipleneceğim. Herkes belki farklı yerlerde ve sıralarla hissedecek bu hisleri, bilemiyorum.
Orman bilgeliği ve tasavvuftan ödünç aldım dediğin fikirler bunlar mıydı?
Şöyle, ormandaki ağa bakıyordum. Dış kabuk fikrini düşünüyordum. Ağaçlara baktım. Karşı bahçede bir ağacı kestiler, ben kütüğü eve taşıdım falan. Sonra kendi röntgenimle onu kıyasladığımda ne kadar benzer olduğumuzu fark ettim. Ağaçlara ne kadar benzeriz? Ormana ne kadar benzeriz? Orman kendi içerisinde o kadar güzel çalışan bir sistem ki. Oralara ilerleyeceğimi düşünüyordum ama sonra insana bakmaya başladım. Bir ağacın bilgeliği ve bir insanın ilkelliği arasındaki ayrımı düşünürken yazın orman yangınları oldu. Sonra onlar öyle yanınca bunu ne kadar bedenimde hissettiğimi fark ettim. Şu an bunu direkt orman yangınlarıyla ilgili yapmayacağım çünkü bu çok taze bir yara. Ama biraz daha nasıl birbirimize bağlanabiliriz? Nasıl orman gibi çalışabiliriz? O zaman neyi fark etmeliyiz? Ben ve öteki çok da farklı değil. O kadar bölünmeye kodlandık ki, bu sistem o kadar öyle çalışıyor ki. Ben bunu biraz kırmak istedim. Özümüze bakarsak, içimizde bir kemik var ve bunlar dışarıya çıkacak. O yüzden sanırım ormandan çok insanlara odaklanmam bu şekilde geldi ve insanlardan tekrar bu atlas fikrine geçiş yaptım. Ama tasavvufla ilgili de hep konuştuğum arkadaşlarım var, fikir aldığım insanlar var. Onlar da bana işte aslında bunun içerisindeki bazı örgülerin ne kadar tasavvufla paralel olduğunu anlattılar. Onların söylediği güzel kelimelerle anlatamayacağım için anlatmaya çalışmak istemiyorum öyle ama yaptığım birkaç konuşmam içerisinde aslında öz, mana ve hakikatle ilgili bazı şeylerin olduğunu gördüklerini söylüyorlar. Ben de öyle inanıyorum.
Senin de yazdığın bir dize var değil mi?
Evet var. Galiba orada da biraz saklı. Geçiciliğimle ve arayış içerisinde olmakla ilgili. Yani kabul etmeye çalışıyorum, geçecek bu. Maalesef.
“Aynaya bakıyorum ve geçicilikle yüzleşiyorum.
Verebileceğim tek şey dürüstlüğümdeki hayatım.
Yaşamak yalnız ama yine de sevgi dolu.
Bu benim, devam ediyor, arıyorum.”
Performansta kullandığın şarkı, en eski müzik kompozisyonlarından biri olan bilinen Seikilos Yazıtı’ndan geliyor. Bu fikire nasıl bağlandın?
İşte tamamen kazırken, o kazıma içerisinde, aslında direkt müzik arıyorum gibi bir arayışla çıkmadı. O da böyle yine bir keşif anıydı. Bazen ben böyle bir şeyi araştırırken çok başka şeylerin içerisinde kayboluyorum. Oradan da karşıma yine bambaşka bir şey çıkıyor. Merak ettim yani dünyanın en eski melodisi ne? Çünkü belki kendi geçiciliğime de bu paralel bir şey. Yani hepimizin. Dünyanın en eski melodisi Aydın’da bir mermere kazılı bir şekilde bulunmuş ve kimse bu melodiyi bilmiyor. Melodi ve sözleri olan o full kompozisyon, o beste bizim topraklarımızda bulunmuş bir şey ve bir ara böyle bir saksının altında falan duruyormuş. Gidip onu kurtarmışlar oradan. Bu melodi o notasyonlarıyla orada ve sanki herkes bunu bilmeli diye düşündüm ve biraz da o yüzden bu hikayeye onu da taşımak istedim. Hepimiz onu mırıldanabilmeliyiz gibi geliyor, eğer en eski melodi buysa orada da önemli bir bilgi var yani müzik bence çok önemli bir sanat formu ve ciddi bir kodlama, çok güzel bir kodlama. Her şey bedenimizde, böyle frekanslarımızı değiştirebilecek bir şey. O yüzden onu kendime bir mesaj olarak aldım ve bir mezar taşının üzerine yerleştirmek istedim. Bu melodi aslında Seiklos’un yazmış ve hediye etmiş olduğu bir şey. Başında başka bir bölüm daha var benim daha kullanmadığım ama bu Seikilos taşı ben bir imgeyim diyor. Geçici aslında bu değil. O yüzden sanırım bir yandan ileriye bakarken bir yandan da olduğumuz ana bakabildiğim bir şeyleri çekip çıkarıp performansa dahil etmek istedim.
“Yaşarken parla
Hiç korkma
Hayat sadece kısa bir süre için var
Ve zaman, hakkını talep ediyor”
Seikilos Epitaph
Ama sen bu melodiyi yeniden düzenliyorsun değil mi?
Evet. Anna Lann benim daha önce çalışmış olduğum sanatçı bir arkadaşım, bunun için orijinal bir beste yaptı. Ama içerisinde Seikilos melodisi de var, melodi zaten çok kısa. Onu olduğu gibi duyuyoruz. Ama daha sonra performans anında canlı bir koro ile farklı insan seslerinin yorumlarını da duyuyoruz. Başka bedenlerden bunun çıkış anına şahit oluyoruz.
Bence bu da onu daha böyle gerçek yapan bir şey. Çünkü mermere kazılı hali zaten var. Seikilos yapıtından ilhamla bu mermerin aynısını “Atlas” performansı için yeniden ürettirdik. Design Elements Co. müthiş bir destekle bize Denizli’de bunları üretip, ne istersek sanki çok kolaymış gibi gerçekleştirip evime kadar yolladılar. O kadar güzeller ki. Ve ben onun üzerinde yatacağım. Böyle mermer bir yatak var. O yatakta olduğu haliyle bu yapıtı onore edeceğiz. Yani Seikilos’un bıraktığı haliyle. Ama bir yandan da bu melodiyi, şu anda yaşayan bedenlerle binlerce yıl sonra nasıl söylerdik, nasıl paylaşırdık diye düşünerek, kendimizden bir şeyler katarak tekrar söyleyeceğiz.
V&A’e tüm bu malzemeleri getirebilmek konusunda hiç zorluk yaşadınız mı?
V&A’in belirli kuralları var. Her şeyi çok ciddi bir şekilde inceliyorlar. Tabii ki, doğal olarak, yani orası belki de dünyanın en önemli koleksiyonlarından bir tanesine sahip olan bir müze ve Rafael Court’unun kendisi de öyle. Yani benim olduğum oda, Raphael’in 16. yüzyıl’dan kalan yedi büyük duvar halısı karikatürünün yer aldığı bir bölüm. Yani, o yüzden oraya koyduğumuz en ufak bir şeyi onaylatmamız gerekiyor. Bakteriler olur mu, bu alana yayılırlar mı, eserlere bir zararı olur mu gibi bir sürü detay düşünülüyor. Mesela şu an, her mermer parçası 12 kilo ve totalde 60 kilo ama ilk planımızda her biri 60 kilo böyle 300 kilo falan gibi bir şey olacaktı. O zorluyordu, o yüzden hafiflettik. Ya da belirli şeyler yaparken, mesela organik malzemelerin müzeye girmesiyle ilgili kurallar var. Yine güvenlikle ilgili bir sürü kurallar var. Kullanmak istediğimiz maskelerle iligili güvenlikle konuşmamız gerekti. Her şey böyle çok ileri geri ciddi bir çalışmayla ilerledi. Aslında Şubat ayından beri olsa da çok yoğun olan çalışma Eylül’den beri devam ediyor çünkü proje bir fiziksel performansa o zaman dönüştü. O yüzden oradan sonra tamamen form değiştirdi ve bütün kurallar değişti ve tekrar düşünmemiz gerekti.































Peki V&A “Friday Late” kapsamındaki diğer performanslarda da bu kadar detaylı prodüksiyonlar hazırlanıyor mu?
Benim gördüğüm kadarıyla pek böyle olmuyor. Biraz daha anlık, “happening”ler şeklinde. Mesela bazı müzik performansları, workshoplar ya da daha dansa yakın bulduğum şeyler de gördüm orada. Ama biz bu alanı zor elde ettik. Yani böyle yerlere girmek, Türkiye’den gelip burada zor. O yüzden hiçbir zaman böyle hafif bakmadık konuya. Öyle olunca da bu alan bize eğer hayatta bir kere verilecekse, nasıl en iyi şekilde değerlendirebiliriz fikriyle ilerledik, yani benim için önemli olan oydu. Yani bu alanı işgal etmek. İşgal etmek için de çok daha kolay olacak olan şey belki bir ışık altında çok daha sade bir fikirle ilerlemekti ama en derin etkiyle nasıl yapabiliriz diye düşününce böyle bir şey çıktı ortaya bu sefer. Böyle olunca da biraz ciddi bir prodüksiyon gerekti. İşte bazen böyle çıkan iş bizim niyetlerimizin önünde ilerliyor, sonra biz onun peşinden koşuyoruz. Biz dediğim tabii ki ben ve projede benimle birlikte olan herkes. Bu eserde bana inanarak benimle birlikte çalışan çok insan oldu. O yüzden herkese çok minnettarım. Ama sonuçta böyle bir vizyon oluyor ve o da böyle bir ordu gerektiriyor. Şu durumda ordu gerektirdi. Bu yüzden biz de bir ordu olduk.
Bu kadar güzel ve yetenekli insan nasıl bir araya geldi bu proje için?
Ekip şöyle bir araya geldi, hepsi benim birebir bu yolda beraber olduğum insanlar, farklı sebeplerle. Bazısı daha yeni hayatıma giren bazısı daha sonra hayatıma giren ama aynı şeye inanıp, uyumlandığım insanlar ve hepsi gerçekten işlerinde çok çok iyiler. İşte bazen böyle taşların yerine oturması gerektiğinde oturuyor. Yani çok duygusal. Güzel bir ekip. Sesten o enstelasyona, üzerime giyeceğim farklı farklı şeylere kadar. Yani şu an Whatsapp’ta on tane falan grup var sadece bunun için. Teke tek yazışmalar, gruplar, subgruplar falan böyle bir delilik. Kendi ufak ormanımız gibi olduk. Herkes kendisinden çok fazla vererek çalışıyor. Sanırım hepimiz için önemli. Bir de başka bir güzel tarafı herkes dünyanın farklı yerlerinden. Yani farklı ülkelerden olup böyle bir şeyi doğurmak böyle bir alanda, o da bence çok güzel bir şey. Performistanbul ile bunu gerçekleştirmek benim için gerçekten çok önemli. Aynı zamanda Faruk Sade’nin ismini oraya taşıyacak olmaktan da gurur duyuyorum.









Performansın sonlarına doğru giydiğin 3D omurga kıyafetin yeni bir bedene mi çağrışım yapıyor yoksa şu anda içinde bulunduğun forma son bir övgü mü?
Şimdi çok güzel bir soru çünkü ben de tam olarak bilmiyorum. Belki de hepsi. Aslında bu belki zamanı biraz daha lineer olmaktan çıkarmak o an içerisinde. Çünkü çok aslında fütüristik bir görüntü bir yandan da hani böyle sanki eski kabilelerde insanların üzerilerine taktıkları emekler gibi de bir yandan. Sanırım içini dışına çıkarırken, hem biraz önce ve şu anda olanlar ve biraz da sonra olacaklarla ilgili. Üzerime taktığım 3D kemiğin üzerine bir şey kazıdık. ”An axis of this simulation” yazıyor. O da aslında performans esnasında görülemeyecek bir detay. Kimsenin göremeyeceği ama bizim yine de kendimize koyduğumuz küçük notlardan. Çok geçmiş ya da gelecek diyemem çünkü hepsi. O yüzden aslında ikisini de yakalamışsın. Hepsi olduğunu yakalamışsın. Çünkü bu çıkacak daha sonra dışarı. Ben gidince bu çıkacak dışarı. Ama şu anda da var ve o olan şey benim bütün bunları yapmamı sağlıyor. Benim o dikelmemle birlikte oluyor aslında. Fiziksel olarak bu bazı insanlar için mümkün değil ama bu demek değil ki herkes için geçerli çünkü içimizde o yapı yine de var. Fiziksel olarak herkes bedenini benim gibi hareket ettirmeyecek ama işte yapı taşlarımız aynı. O mikro dünya da beni çok ilgilendiriyor. En başında Atlas ile başlarken her şey küçük bir toz parçasıydı. Hepimiz öyleydik. Ve ona geri dönüyoruz. En küçük nokta da çok büyülü. Böyle çok içine girip çok dışına çıkan arada bir yerdeyiz. Varmış gibi.
Kostümlerini kimlerle beraber tasarladın? Nasıl bir fikirle ortaya çıktılar?
Kostüm üzerine iki kişiyle çalıştım. Biri giyilebilir teknoloji dediğim kısmı yani üzerine giyeceğim o kemikleri üreten Abi Sheng. Saçlarıma takacağım kemikleri üretebilmek için birisini arıyordum ve bir arkadaşım Abi’yi önerdi. Baktım ki Abi de meğer son birkaç senedir omurga üzerine araştırmalar yapıyormuş. O yüzden Abi ile biz hemen aynı şeyleri düşünmeye başladık. Eksoskeleton. İşte bedenin özü. Çok hızlı bir şekilde sanki böyle çok eskiden tanıdığım bir insanla çalışıyormuşum gibi üretmeye başladık. Ama aslında birkaç aydır hayatımda olan birisi. Çok yetenekli.
Florence King de mezar taşına doğru yürüdüğüm sahnedeki yedi metrelik kuyruğu olan elbisemi yapıyor. Daha önceki performansım için de birlikte çalışmıştık ve çok yakın bir arkadaşım. Buradaki kıyafetimin önüme doğru uzayan bir kuyruğu var. Bütün bedenimi tekrar uzatan, alana yayan ama bir yandan da iz bırakan bir tasarım. Ben geri geri yürürken önüme doğru uzayan o kuyruk, arkada bıraktığımız hayata ve yaşadıklarımıza bir referans yapıyor. İki yol ayrımı var orada, o yola bakarak geri geri yürüyüşümü biraz da olsa üç boyuta döken bir şey. Biraz da gelinliğe benziyor yalan söyleyemeyeceğim. Sanırım kendimle de biraz evleniyorum ölmeden önce.
Peki başındaki kemiklerin sembolize ettiği bir şey var mı?
Başımdaki kemikler aslında atlas, aksis ve diğerlerine bir teşekkür gibi. Şimdi yedi kemik var burada. Boynumuzdaki cervical spine aslında o boyun ve kafanın kaldırılması ve yine biraz daha insan olmakla ilgili. Ve yine Atlas’a referansla dünyanın bütün ağırlığını taşıyan şey o boyun ya. Dünyanın ağırlığı derken kafamızın içindeki dünyanın ağırlığı, aklımızın içindeki dünyadan bahsediyorum. O yüzden boynumuza bir teşekkür gibi. Biraz daha içgüdüsel.
Bir diğer taraftan ben yıllardır saçımı bu şekilde çubuklarla topluyorum ve saçım da varoluşumun büyük bir parçası diyebilirim. Onlar benim uzantılarım oldu. Uzun saçlılar anlayacaktır nasıl hissettirdiğini. Bu yüzden bu çubuk meselesini de reforme etmek istiyordum. Bu performans için araştırmalarım devam ederken Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne gitmiştim ve orada da gördüm ki aslında Anadolu’da da böyle bir toplama şekli var, Mısır’da da var. Tabii ki Çin’de de var. Bir sürü yerde zaten saç çubukları kullanılmış. O yüzden bunu geri getirmek, geçmiş kültürlere sorular sormak istedim. V&A dünyadaki en önemli tasarım koleksiyonlarına sahip müzelerden bir tanesi olduğu için bu soruyu burada sorabilmek de önemliydi aslında. “Güzellik adına ne diyoruz?” gibi…
Her şey çok fazla planlı, sen aslında bütün performanslarında içinden geldiği gibi, doğaçlama hareket eden birisin. Orada bütün bu planın dışında gerçekleştireceğin bir şey olur mu?
Yani aslında şöyle, habitat çok belirli ve aklımda bir fikir var. Başında az çok nasıl bir başlangıç, nasıl bir orta yapacağımı biliyorum, sonuna doğru da bir hayalim var ama öncesinde hiç bir prova alınmıyor. Sonuçta ben bu performansı ilk defa cuma günü orada yapacağım. O yüzden her şey ben o odaya girdiğimde ve iki yüz kişi bana yüzünde maskelerle bakıyorken yaşanacak. Ne olacağı tabii ki belli olmaz ama ne kadar dışına çıkarım? Mutlaka çıkarım biraz dışına diye düşünüyorum. Bu konuyu sonrasında tekrar konuşalım.
Geçenlerde çok da bir şey değişmedi notuyla çocukluğundaki bir performans videosunu paylaştın, hareketlerindeki benzerliği görmek mümkün, sence doğduğundan beri ifade etmeye çalıştığın bir şey var mı?
Yani bilmiyorum belki var ama belki de bunu bilmiyorum. Çok da ne yaptığımı bilmiyorum. O kadar sezgilerimle ve duygularımla hareket ediyorum ki sonradan entellektüel bir şekilde konuya baktığımda özünde aslında sanatın iyileştirici olduğuna inanıyorum ve üretmenin de hayatımızdaki bütün diğer o korkunç şeyleri dengelediğini düşünüyorum. O yüzden benim hayata karşı sorumluluğum olabildiğince özgün bir şekilde, bir şeylere benzemeye çalışmadan olabilmek. Birincisi olabildiğince özgün olmak, kendime olabildiğince yakın olmak ikincisi ise bunu insanlara gösterebilmek ki ben bu metotla iyileşiyorum bakın bunu beraber yapabiliriz diyebilmek. Çok da yapılamayacak bir şey değil. Sadece benim yöntemim bu, bana yakın olan bu ama hepimizin içinde var olan bir şey. Yani hepimiz için daha özgür, daha sevgi dolu bir yaşam hayal ediyorum herhalde bu da benim için bir oyunun içerisinde oluyor. O bana göre çok iyi olan her şeyi bilerek yaşadığım ciddi bir oyun.
Mesela şimdi o video ile bugün arasında ne fark var? Yine orada da bembeyaz böyle altında siyah bir şey var bugün burda da bütün vücudumu saran çok benzer bir kıyafet giyiyorum. Neredeyse yirmi beş sene önce falan yani on yaşlarındayım. Ne fark var? Ciddiyetim çok aynı ve o tuhaf geliyor bana. Bu ciddiyeti nasıl hissetmişim orada, önemini anlamışım… Bu bir kanala bağlanmak gibi heralde. Hepimizin içinde bu kanal var, bana özel bir şey değil. Bu akışta olan sporcunun da, müzisyenin de, halı dokuyan bir insanın da girebileceği bir kanal. İşte oraya daha çok insanı çağırmak ve paylaşmak o alanı herhalde.
Peki çok klişe bir soru soracağım ama bu performans senin için ne ifade ediyor?
Atlas özelinde yaşadığım, varolmam. V&A’in o alanına kendimi oradaki bir heykel ya da bir resim gibi koyabilmek. Biraz o sanırım. Belki fotoğraflarında, videolarında kalacak belki koleksiyonlarına girecek bir gün bilmiyorum ne kadarıyla oraya ait kalacak. Ama uzunca bir süre “yaşamış olduğum” korunmuş olacak belki. Böyle bencil bir his. Bir yandan da V&A gibi özel bir mekanda bunu böyle yapabiliyor olmak, yani geldiğim yerden Türkiye’den gelip yapabilmiş biri olmak. Hem kendim hem başkaları için. Mümkün olan şeyler uçsuz aslında. Benim için çok önemli olan bir şey bu. Hayalini kurduğum ve önceden hayranlıkla baktığım bir şeyi alıp kendi istediğim hale getirip yapabiliyorum. Herhalde geçen sene Tate olup bu sene V&A olması da kendi adıma, kendi alanında ilerliyorsun, devam et, bak oluyor gibi güzel duygular uyandırdı. Mutluyum. Bir yandan çok doğal geliyor bir yandan çok sürreal.
Performans sonrası Ekin’e söyleyeceğin bir şey var mı?
Mutlaka en iyisi olmuştur, diyeyim. Olabileceğinin en iyisi olmuştur.
View this post on Instagram
Atlas, Ekin Bernay, 2021
Performans | Performance
33 dak. | min.
Seans | Session 1: 19.30
Seans | Session 2: 21.00
Performistanbul işbirliğiyle | In collaboration with Performistanbul
V&A Friday Late Kapsamında | As Part of V&A Friday Late: 18:30 – 22:00
Giyilebilir Teknoloji ve Görsel Efektler | Wearable technology and Visual Effects: Abi Sheng
Elbise | Gown by: Florence King
Ses Tasarımı | Original Composition: Anna Lann
Mermer Üretimi | Marble Production: Sirmersan & Design Elements Co
Enstalasyon Tasarımı | Installation Design: Joseph Bond Studio
3D Saç Tokası Tasarımı | Hair Pins 3D Design: Ultra Mega Omega Ltd
Fotoğraf Dokümantasyonu | Photography Documentation: Burçin Ergunt
Film: Jerome Monnot, Sibling Studios
Faruk Sade Sanat Fonu 2021 tarafından desteklenmektedir. | Supported by Faruk Sade Art Fund 2021.
Sponsorlar | Sponsors:
Hitay Foundation, Sirmersan & Design Elements Co., Ömer Burhanoğlu, İrem Erim
Özel Teşekkür | With special thanks to:
Naz Balkaya, Melike Bayik, Ayda Bayram, Ferit Bernay, Simge Burhanoglu, Omer Burhanoglu, Banu Carmikli, Burcin Ergunt, Irem Erim, Burcu Ezer, Emin Hitay, Azra Ismen, Yamina Iyara, Dimitris Karagiannakis, Aylin Rana Kip, Goze Kocalmis, Ji Linfang, LEONN Meade, Jerome Monnot, Georgia Palmer, Joel Palmer, Fulya Sade, Sera Sade, Seikilos, Ali Sirkeci, Agah Ugur, Li Wejing, Simin Zhao.

SELİM SÜME VE EZGİ BAKÇAY'IN ALELADE DİYALOĞU
Fotoğraf: Can Görkem
Röportaj: Ezgi Bakçay
Sanatçı Selim Süme ve küratör, yazar ve akademisyen Ezgi Bakçay, Süme’nin Versus Art Project’te açılan “Transit” sergisi vesilesiyle sohbet etti. Seçkideki çalışmaların gündelik, sıradan ve samimi hâli ikilinin sohbetine de yansıdı.
S.S: Bekle, Ne?
E.B: Her gün üzerinde çalıştığım bir şey ama bütün duyularımla çalıştığım bir şey Karşı Sanat. Sanırım ben bu yüzden bununla mutlu oluyorum. Yani belki de neredeyse bir sanatçının kendi enstrümanını bulmuş olmasının verdiği gibi bir tatmin.
S.S: Son derece dürtüsel ve gündelik değil mi peki bu?
E.B: Karşı Sanat’ta geçen başarılı bir gün yani daha çok güldüğümüz, daha çok birbirimizi dinlediğimiz, daha çok anlaştığımız ya da tartıştığımız bir gün bana “iyi bir işmiş” gibi geliyor. O kadar gündeliğin içine batmış bir yerde ki tüm anlamını Leyla Abla’nın pişirdiği çorbada bulabiliyor.
S.S: Ya da ekipten biri geliyor ve etrafı ne kadar dağıtmışsınız diyor. Kaos!
E.B: Evet evet! Hiçbir yerde yani ne evde ne de bir galeride ya da herhangi başka bir gündelik yaşam alanında olmayan bir tür duygusal ilişkimiz var. Çalışıyoruz birlikte ama bu çalışmaya benzemiyor, hatta bazen çalışmak için işe gitmiyorum. Karşı Sanat’ta sıradan bir gün onlarca misafirle sohbet etmekle geçiyor. O yüzden de tam da böyle. Ben de senin işlerinin bu hâle gelişini anlarken biraz kendi tecrübemi geri çağırarak düşündüm. Gündeliğin içinde parlayan mucizevi bir şey ama çok sıradan. Tonla işin ve ciddi tartışmanın arasında, en sevdiğimiz yemeğin kokusunun mutfaktan gelmesi kadar basit bir şey.
S.S: Bu çok kuvvetli. Anlaması hiç kolay değil ama bir yandan tanıdık geliyor aslında. Büyük ekstazi!
E.B: Bu görüntü denen şey ne? İmgeler boş zamanlarında ne yaparlar? Çalışmadıkları zaman işlevlerini görmedikleri zaman, tatile çıktıklarında, emekli olduklarında mesela. Hani böyle temel bir görevleri var ya, bir şeyi göstermek. Peki bu işlerinden azat edildikleri zaman aylaklık ettikleri zaman, özgür oldukları zaman nasıl bir şeyler yaparlar?
S.S: Yani yokluk, belki anlamsızlık… Hiçlik. Ne o bilmiyorum sanırım. Bir dönem bu sorulara uzun cevaplar vermeye çalıştım. Yüksek lisans tezim, yazdığım makaleler ve açmaya çalıştığım tartışmalar ile bu soruları defalarca kendime sordum. Şimdi sanatta yeterlik tezimde de kurcaladığım konular bunlar. Fotoğraf ve onun anlamlandırılması ilişki ağı. Temsil mekanizmaları. Ancak şu an da üzerinde çalıştığım ve sergilediğim iş bunların dışında daha dürtüsel bir yeri kaşıyor. Anı fotoğrafı. Balık çorbası gibi.
E.B: O kadar her şeyin bir manası varmış gibi ki, alelade şeyler görmek istiyorum mesela. Ahmet Güntan’dan bahsetmiştin geçenlerde. Onun işte o hamlık dediği şey, belki de birdenbire sizi buluşturmuş. Çünkü, hani…
S.S: İki şey var aslında. Bir tanesi Ahmet Güntan’ın kendine yazdığı manifesto diğeri de Anders Petersen’in röportajında söylediği bir cümle. Aslında bunlardan da öte onların şiirleri ve fotoğrafları. Anders ile bizi Halil Koyutürk tanıştırdı. Onların Stockholm’de kurdukları dünyaları çok aşırı ve etkileyiciydi. Eğlenceliydi. Dürtülere işaret ediyordu. Hamdı. Kışkırtıcıydı. Ahmet Güntan’ın şiirleri de aynı etkiyi yarattı bende. Tüm fotoğraf veya şiirler böyle olmalıdır değil bak. Bunu belirtmekte fayda var sanırım. Ayrıca 2013-2019 arası benim de fotoğrafın “oluşma ve temsil” şekillerini araştırdığım bir dönem oldu.
E.B: Yani ben sana bir şey söyleyeyim mi? O dönem olmasaydı bunlar bu şekilde çıkmazdı. Yani bu hamlığa ulaşabilmek için oradan geçmen gerekiyordu belki de. Yoksa şimdi hâlâ burada başka kompozisyonlar yapıyor falan olabilirdin.
S.S: Bunu ben de düşünüyorum. Gerçek bir şey sanırım. Ben de bütün fotoğraflar böyle olmalıdır demiyorum. Desem çok saçma olurdu zaten. Ama ben şu anda o basitlikten, hamlıktan, alelade olandan daha çok heyecan duyuyorum. Fotoğraf bir sürü alanda kullanılıyor, yazı gibi. Vesikalık da oluyor savaş fotoğrafı da, selfie de. Bir sürü yerde karşımıza çıkıyor ama en temelde bana en yakın ve sıradan gelen anı fotoğrafları oluyor. Düzensizliğin rastlantının içinde bir estetik arayış. Ham olmaya çalışan bir görsel dil, yeni bir medya kurmaya çalışıyorum. Hani basit görüntü falan diyorum ama sen geçenlerde bana bir tane şey yolladın. Bir Instagram hesabı. Necla diye bir teyzenin. Ne kadar gerçek bir hesap bilemem ve ilgilenmiyorum aslında. Aşırı rafine.
View this post on Instagram
E.B: Kadın aşmış durumda. Kelimeleri de işin içine dahil ediyor bu arada. İşte “detercan aldım” yazıyor ve domestosun fotoğrafını çekiyor mutfağın köşesinde ve gerçekten böyle sen buz kesiyorsun. Yani hiçbir şeyin olmadığı bir evrende ilk defa domestosla karşılaşmanın verdiği hazla korku karışık duygu. Necla Teyze rap yapıyormuş gibi…
S.S: Ben o anlamda kışkırtıcılığını çok sevdim. Kendi işimin içinde o kadar hamlığa daha ulaşmış değilim. Necla Teyze idolüm. Bak bu arada Ahmet Güntan’ın alt yazılar ve filmlerden sahneleri kurguladığı kısa video işlerini gördüm geçenlerde. Çok etkileyiciydi. Onlara bir bak Youtube’dan.
E.B: Yani evet, istediğim şey tam bu konuşmalardan sonra sergiye gidip bir fotoğraflarına baksam belki de konuştuğumuz şeyden farklı bir şey göreceğim gibi geliyor. Anı fotoğrafı diyorsun ama hani hiç kimse aslında işte teyzesini böyle hatırlamak istemez. Yani aslında tam olarak anı derken kastettiğin şeyi anlıyorum ama anı fotoğrafı dilinde de değiller. Hâlâ çağdaş sanatın dilini konuşuyorlar.
S.S: Neden biliyor musun? Şöyle yaptım çünkü, bunun bir sebebi var. Şimdi birkaç sene önce oğlum Kerem 4-5 yaşında falandı ve sonuçta ben fotoğraf makinesini elime aldığımda sürekli o da istiyordu makinayı. Bir oyuncak gibi küçük bir makina bu. Eğlenceli bir şey zaten fotoğraf çekmek. O makinayı aldığında neyi nasıl çektiğini gözlemledim uzun uzun. Çok basit ve kuralsız bakıyordu. Çok da düşünmüyordu. Ben de onun bakışını taklit etmeye çalıştım. Böyle söyleyince tabii kavramsallaşıyor ya iş, onu pek istemiyorum aslında. Onun baktığı gibi bakmaya çalıştım temelde. Çünkü onun dünyasında bir şeylerin güzel olması gerekmiyordu o zaman. Şeylerle kurduğu ilişkideki kurallar da tam oturmamıştı. Yani böyle bir dert yok. Mesela yukarıdan aşağı çekebiliyor böyle. Anladın mı? Bir şeyin dibine giriyor veya yere yatıyor oyuncağının fotoğrafını çekmek için. Senin güzel çıkmanla uğraşmadığı için. Bir şey çıksın yeter.
E.B: Ah, Evet! Bu arada şeyi konuşmamız lazım, Ahmet Güntan’ın sana cevabını.
S.S: Referansı açık açık vermek bana çok iyi geldi Ezgi.
E.B: Senin sanatçı özne olmaktan rahatsız olmana da cevap veriyor…
S.S: Evet, sanırım cevap veriyor. Bu sergi sırasında en gerçek tatmini sanırım Ahmet Güntan’ın bana yazdığı elektronik postada aldım.
E.B: İletişimine ulaşmış, ondan sonra sana cevap yazmış.
S.S: Evet, çok gerçek bir yaklaşım. Yaşadığımı hissettirdi. Bundan 17 yıl önce yazdığı bir şeyin birine bugün böyle bir kapı açması. Bundan dolayı iyi hissettiğini yazmış. Ne kadar samimi bir duygu yani bunu söyleyebilmek.
E.B: Ama hâlâ birine ilham verdiğini gördüğünde şaşırmış aynı zamanda da… Bir de hani onun o lafı da var ayrıca. “Dinleyin bir zahmet” diyor. Duymakla ilgili de kaygısı olan bir yerde.
S.S: Ben de “bakın bir zahmet” diyorum o zaman.

EVET CANLI, HAYIR DEĞİL.
Röportaj: Gümrah Şengün
Fotoğraf: Can Görkem Erhan Tarlığ
“Canlı ve cansız ayrımının bulanık olduğunu ve canlılığın cansızlıktan meydana geldiğini söylemek mümkün mü?” Merve Morkoç’un 5. kişisel sergisi “Evet canlı, Hayır değil.” bu sisin içinde öğrenilmiş ve ezberlenmiş kavramları form ve madde ilişkisi içerisinde sorguluyor. Küçük Mustafa Paşa Hamamı’nda Up Art Project‘in ilk projesi olarak devam eden sergide, Merve’nin pop-sürrealist çizgilerinin kişisel hikayelerinden ve yaşam perspektifinden ilhamla dönüştüğü çok disiplinli üretimleri yer alıyor.
Seni uzun zamandır takip eden biri olarak serginin yer aldığı Küçük Mustafa Paşa Hamamı’na girdiğim andan beri “Evet Canlı, Hayır Değil.”in çıkış noktasının duygusal bir yerden geldiğini hissediyorum. Bu sergiye dair her şey nasıl başladı diye sorsam, biraz anlatmak ister misin?
Aslında ben bu sergiye, sergiye hazırlanmak için hazırlanmadım. Ben hali hazırda günlük çalışma rutinim içinde üretiyordum. Sonra Gözde ile bir pop-up sergi fikrine yükseldik. O pop-up sergi araya corona salgını yasaklar vs ile ötelendi ve sonunda bir ayı aşkın bir süreye yayılmış büyük bir sergiye evrildi.
Jacques Monod’un bir alıntısını kullanıyorsun: “Evrende var olan her şey rastlantı ve zorunluluk ürünüdür.” Peki senin çalışmalarında sürece ve rastlantıya ne kadar yer var?
Monod, kitabında her fırsatta insanı bir Yaratıcı’nın kaçınılmaz bir niyeti olarak yerleştiren her dini doktrinin esasen karşıtı olan bir fikir olan, insan varlığında şansın rolünü vurguluyor. Ben bu yaklaşımı hayatın her detayında gözlemliyorum. Yaşamdan ölüme, bir çiçek tohumun bir kültüre dönüşmesine oradan fikire ve oradan tekrar maddeye dönüşmesine kadar budaklanmış ve öngörülemez bu akış benim atölyede çalışma disiplinime de yoğun bir şekilde sirayet etti. Akışın ritmine ve yoldaki sürprizlere açık olarak üretiyorum artık. Neredeyse yolu yürümeyi bıraktım, beni bir yerden bir yere götürmesine teslim oldum. Bu anlamda “rastlantı ve zorunluluk” benim için sadece sergideki işleri değil, serginin üretim sürecinden, kişisel yaşantıma kadar her şeyin özeti diyebilirim.
Heykellerinin hepsi ileri dönüştürülebilir malzemelerden üretilmiş. Bir de sergide kendi yetiştirdiğin kristallerin yer aldığı bir oda var. Sürdürülebilir ve biyo-esaslı malzemelerle çalışmaya ne zaman başladın? Bu konuda seni en çok heyecanlandıran şey nedir?
Sergideki işlerin sadece bir kısmı bio ve ileri dönüştürülmüş malzemelerden ürettim. Bunların çoğunluğunu heykeller oluşturuyor. Birkaç sene önce kişisel yaşantımla sanatsal pratiğimi, kritik prensiplere konu gelince birbirinden ayırdığımı farkettim bu da beni oldukça düşündürdü. Hayatının her noktasında “zarar verme” ilkesiyle yaşayan biri olarak konu sanat olunca oldukça vurdumduymaz ve kelimenin tam anlamıyla toksik adımlar atıyor olmam, biraz kendimden uzaklaşıp gözlemlediğimde bende büyük bir rahatsızlık yarattı. Bu da devamında bir seri soruyu ve malzeme deneyini beraberinde getirdi. Sanatsal pratikte sürdürülebilirlikten bahsedebilir miyiz? Sanat malzemelerinde toksik olmayan alternatiflere geçebilir miyiz? Bir heykeli yapmak yerine bir heykeli yetiştirmem mümkün mü? Milyarlarca yıldır bu dünyada yaşayan canlıların ortam adaptasyonu ve teknik ustalık ve dayanıklılarından kendime pratik nasıl çözümler çıkarabilirim? Bu sorular oldukça uzun apayrı bir röportajın konusu fakat sergide tüm bu kafa karışıklığından meydana gelmiş yeni malzeme ve bu malzemelerle üretilmiş çalışmalarımı görebilirsiniz.
İşlerinin çoğunda at figürü öne çıkıyor. Heykel, resim, hatta çok öncelerde yaptığın AR filtreden de hatırlıyorum. Sergide de en arka odada bizi bekleyen bir at heykeli var, Lolipop. Bunun özel bir hikayesi var mı?
At sorusu bana çok geliyor, bu tabii oldukça normal. Bunun kontrolsüz bir durum olduğu söyleyerek açıklamaya başlamalıyım sanırım. Diğer bir yandan atlar konu olunca ben “düz dünyacılar” gibiyim. Atların doğada kendiliğinden var olan milyarlarca canlı türünden biri olmaları fikri bana çok garip geliyor. Mitolojik bir hikayeden fırlamış gibiler. Çok zeki, güçlü ve empatik bu hayvanların binlerce yıldır insan sömürüsü altında yaşamaları bana hep çok acı geliyor. İnsanların cehaletinin ve acımasızlığının nefes alan anıtları gibiler.
“Lolipop” heykeli de biraz bu yüzden lolipop ismini taşıyor. 1930’larda bir yarış atı olan Lolly Pop sahipleri gıda sektöründe ve bildiğimiz bu şeker türüne yarış atının ismini veriyorlar. Bu hikaye beni çok etkilemişti, eğlence için sömürülen bu hayvanın sonra çocuklara ucuz ve zararlı bir eğlence için tekrar pazarlanması baştan sona insan pisliği kokuyor.
Nadas, Köklenmeye dair, Durmaya dair heykellerinin hepsinin bir gecede ortaya çıktığından bahsetmiştin. Burada bir fikir mi yoksa malzeme miydi seni harekete geçiren?
O seri bir gecede çıktı evet. Fakat bir Picasso yapıştırması gibi özetlenebilir, aslında onlarca yılın sonucunda bir gecede çıkıyor. Yoksa hiç bir iş yoktan yere bir gecede patlak veremez. Beni harekete geçiren çok şey var aslında. Bunu; malzeme, ilham, fikir vs gibi bir çatıda toplayamam. Hepsi, her şey, her hangi bir anda bir araya geliyor, gezegenler hizalanıyor karnım da çok aç değilse ortaya böyle şeyler çıkabiliyor.
Önümüzdeki günlerde bir de canlı performans sergileyeceksin. “Evet Canlı, Hayır Değil.”e bu performansı dahil etme fikri nereden çıktı?
Bu performans bir sürpriz değil aslında. Aynı seriden video performanslarım ve fotoğraflarım var sergide. Bunu sonunda canlı bir performansa dönüştürmek için daha iyi bir ortam olamazdı sanırım.
İşlerinle yaymak istediğin hisler, düşünceler neler?
Aslında bir amacım, öyle ulvi bir hedefim yok. Ben de yaparak yaşıyorum, anlıyorum, öğreniyorum… Sanatçıları insanlar rasyonel olarak bir tanımlamaya oturtmak istiyor ama bu bir refleks bunu unutmamak lazım. Tüm canlı yavrularının oynayarak dünyayı anlaması, dünyaya hazırlanması gibi içgüdüsel bir eylem. Bunu çoğu canlı belli bir yaşa geldiğinde bırakıyor, sanatçılar bırakmıyor.
View this post on Instagram
Instagram hesabında kendi kendine “Sanat pratiğinde sürdürülebilirlikten bahsedebilir miyiz?” diye sorduğunu hatırlıyorum. Hatta şöyle devam ediyorsun: “Yoksa sanat, ekolojik ve sosyal adaletin üzerinde mi?” Bu sergi ile sorularına cevap bulabildin mi?
Bu sadece sanat pratiğimde değil, günlük yaşamımda da bir büyük soru işareti. Ben bunun üzerine oldukça düşünüyorum okuyorum e tabi tüm bunlar atölyeye de yansıyor üzerine bir de üretiyorum. Fakat bu bir yerde sizi bekleyen bir cevabı olan sorulardan değil.
Tüm bu üretim süreci boyunca durdurmayı istediğin kötü bir yaratıcı alışkanlığın oldu mu?
Ummmm tansiyonum düşüp fena olmadan önce acıktığımı anlarsam süper olacak. Çalışırken çok heyecanlı oluyorum, çişimi tutuyorum falan çocuk gibi bunlar sayılır mı?
Peki şu anda hayatında neler olup bitiyor?
Şu an önümde bir kaç karma sergi var. Performans gününe kadar ona odaklıyım ama sonrasında kolları sıvamam gerekiyor diğer sergiler için.
“Evet canlı, Hayır değil.” UP Art Project’in ilk sergi projesi olarak geçmişi 15. yüzyıla uzanan Küçük Mustafa Paşa Hamamı’nda yer alıyor. Sergi 15 Ocak tarihine kadar, Salı-Cumartesi günleri, 11:00-18:30 arasında ziyaret edilebilir.
View this post on Instagram

SIRADAN VE BÜYÜLÜ DÜNYA
Röportaj: Ezgi Bakçay Fotoğraflar: Thomas Albdorf
Metalar dünyasının büyücüsü Thomas Albdorf sanatında plastiğin, plastisite (plasticity) değerini araştırıyor. Artık geri dönüşü olmayan bir deformasyonun birbirinden kopuk anları arasında güzelliği yakalıyor. Balenciaga’dan Louis Vuitton’a modern sonrası mitolojileri yazan markalarla çalışıyor. Lüks ve sefaletin iç içe geçtiği, topuklu ayakkabıları üzerinde uçurum kenarında duran toz pembe bir dünyanın atıkları içinde zarafeti buluyor. Thomas Albdorf 212 Photography İstanbul‘da ilk kez İstanbul’un çağdaş sanat ortamına selam verirken, mikrofunu ona uzattık ve bütünüyle yapay olan fotoğrafik gerçeklik üzerine söyleştik.
Öncelikle söyleşi davetimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. 1-11 Ekim 2021 tarihleri arasında İstanbul’da 7 farklı noktada gerçekleştirilen uluslararası fotoğraf festivali 212 Photography İstanbul’da sizin de çalışmalarınızı izleme şansı bulduk. 212 Photography Istanbul, sergiler, atölyeler, film gösterimleri, konferanslar, paneller, portfolyo incelemeleri ve daha fazlasını içeren ve her yıl düzenlenen bir kültür ve eğitim buluşması. Bu festival vesileyle sizi daha yakından tanıma fırsatı bulduğumuz için çok mutluyuz. Biraz kişisel bir soruyla başlamak istiyoruz. Fotoğrafçılık yolculuğunuz nasıl başladı? Sizi ne etkiledi ya da teşvik etti? Röportajlarınızdan birinde, fotoğrafçılığın “hayatınızın belli bir noktasında başınıza gelen bir şey” olduğunu söylemişsiniz. Bugünden geriye dönüp baktığınızda hikayenizi nasıl inşa ediyorsunuz ya da anlatıyorsunuz”?
Sanat okumaya başladığımda, belirli bir alana özel bir ilgim yoktu – o zamanlar sadece heykel, video yerleştirme, yazılımla oluşturulmuş sanat vb. ile ilgili çalışmalar yapıyordum. Temelde iki nedenden dolayı fotoğrafla tanıştım: Birincisi, kendi çalışmalarımı internette kolayca oluşturup geniş bir kitleyle paylaşabildiğim gibi aynı anda birçok farklı sanatçının çalışmalarıyla da karşılaşabiliyordum (2009, 2010 yıllarında Flickr ve Tumblr gibi platformlar üzerinden). Fotoğraf hızlıydı, fotoğraf paylaşılabilirdi, erişilebilir ve uygun fiyatlıydı. İkinci sebep -o zamanlar bunun farkında değildim- fotoğraf ve videonun daha sonra sosyal medya üzerinden herkesin kendini göstermesi için en önemli ortam haline gelmesiydi. Bunun önemli olduğunu ve bu konuyla ilgilenmem gerektiğini hissettim.
Fotoğrafçılık ana alanınız olmasına rağmen, fotoğrafa yeni olasılıklar getiren ve imge üzerine tartışmalar açmanıza imkan veren diğer sanat türlerini, özellikle heykel ve mimariyi çalışmalarınızda kullanıyorsunuz. Sizce çağımızda bir imge yaratmak ne anlama geliyor?
Benim için çoğunlukla uzun bir imge üretim süreci söz konusu; Nadiren belirli bir anda çekilmiş tek bir fotoğraftan oluşan bir görüntü üretirim. Araştırma, stüdyo dışında çekimler, stüdyo aşaması ve bir de post prodüksiyon süreci var. Bu aslında her görüntü üreticisi için geçerli bir durum. Telefonunuzla fotoğraf çekseniz bile, imgenin içinde o andan çok daha fazlası var. Daha önce gördüğünüz ve bilinçaltınızda yeniden oluşturmaya çalıştığınız görüntüler var. Telefonunuz yazılım işlemlerini yapıyor, siz filtreler uyguluyorsunuz, sonra görüntü sosyal medyada dolaşıyor … artık önemli olan an değil. Bugünlerde bir görüntü oluşturmak hızlı da olsa uzun bir işlemdir ve sensöre ışık kaydetmek bunun sadece küçük bir kısmıdır.
Fransız yönetmen Jean-Luc Godard, “Fotoğraf gerçektir. Sinema saniyede 24 kez gerçektir” demişti. Siz de işlerinizde yapaylık ve gerçeklik kavramları ile oynuyor ve gerçekliğin olasılığını sorguluyorsunuz. Üretim sürecinizde gerçeklikle olan ilişkinizi nasıl tanımlarsınız?
Godard’ın bu düşünceye nereden geldiğini bir şekilde anlıyorum, ama şimdi 2021’deyiz ve fotoğrafçılık – ya da fotoğrafik görüntüler üretimi olarak tanımladığımız şey – belirli bir noktada fiziksel bir merceğin önünde olan şeye çok daha az bağlı. Bu yüzden ben fotoğrafçılık ile gerçeklik arasındaki doğrudan bağa karşı mücadele ediyorum. Bu iş dijital manipülasyon ve resimsel 3D’lerden önce de hileliydi ve her geçen gün daha da hileli hale geliyor. Bu nedenle, sürekli olarak bunu tartışan – izleyiciyi belirli bir şekilde kandıran ve umarım her gün fotoğrafla ilgilenmelerini ve sorgulamalarını sağlayan görüntüler yaratmaya çalışıyorum.
İşlerinizde dikkat çeken bir “aralık” duygusu var. “İçeride” veya “dışarıda” olmak size ne ifade ediyor? İlk çalışmalarınızdan başlayarak doğal olarak kabul edilenle yapay olan; dış ile iç arasındaki ayrımları flu hale getiriyor gibisiniz? Bu doğallaştırma veya gerçekleştirme süreci sizin için nasıl işliyor ve bunun fotoğrafa yansımaları neler?
Bu günlerde projelerime genellikle stüdyo dışında çekim yaparak başlasam da, fotoğraflarımı çoğunlukla stüdyo içinde – genellikle dışarıda çektiğim fotoğrafları kullanarak – bitiriyorum. Ve bazen tam tersi de olabiliyor. Kişisel olarak, benim için görüntünün nerede yaratıldığı önemli değil; önemli olan bir akış halinde olması ve çalışmalarıma bakıldığında anlamın yerinin kolayca belirlenememesi.
Fotoğraflarınızda neredeyse hiç insan olmamasına rağmen, pandemiden sadece birkaç ay önce New York’ta oluşturduğunuz “Five Days” seriniz pandemi sonrasında başka bir anlam kazanmış gibi görünüyor. Pandemi sırasında dünyanın en büyük ve en kalabalık şehirlerinin boş meydan ve sokaklarının fotoğraflarını gördük. Farklı bir “gerçeklik” bizi etkiledi ve dünyayı hiç görmediğimiz şekillerde görmemizi sağladı. Siz pandemi sırasında zamanınızı nasıl geçirdiniz? Sizce bu deneyimin sanat ve hayat ilişkisi üzerinde nasıl etkileri olacak?
Pandeminin ilk yarısında gündüzleri çoğunlukla çocuklarımla vakit geçirdim ve akşamları stüdyoda çalışmalar yaptım. Projeleri erteledim ve mümkün olduğunca üretmeye ve öğrenmeye çalıştım. Bence genel olarak karantinalar, evden çalışma, seyahat kısıtlamaları yaşam-iş-deneyimimizin sanallaştırılmasını hızlandırdı. Bunun, fotoğrafın nasıl geliştiğine dair daha önce bahsettiğim yönlerle yakından ilişkili olduğunu hissediyorum.
Sanatın teknolojideki gelişmelerle birlikte izleyeceği yol hakkında ne düşünüyorsunuz? Yazılımlar olağanüstü bir hız kazanmış görüntü üretiminin büyük bir parçası oldu, NFT’ler küresel bir piyasa içinde değer kazanıyor. Bu teknolojileri görüntü üretiminde de kullanan bir sanatçı olarak, bugün ve gelecekte teknoloji ve sanat ilişkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Teknoloji ve sanat hiçbir zaman birbirinden ayrılamaz – temel bir ideolojiye sahip olmayan hiçbir kod veya medya bulunmamaktadır; 20. yüzyılın ortalarında renkli film yapımı bile ırksal olarak önyargılıydı. Ancak günümüzde bu ilişkiler giderek daha da karmaşıklaşmakta ve kullandığımız medyanın yüzeyinde daha görünür hale gelmektedir. Sanatın nasıl tüketildiği, nasıl dolaştığı ve dağıtıldığını dikkate almayan, dijitalin fiziksel olanla ilişki üzerine düşünmeyen ve üretim ve algılamaya bilinçli olarak hitap etmeyen sanat, başarısız olmaya mahkumdur.
Sanatsal solo projelerinizin ve işlerinizin yanı sıra ticari amaçlarla da dünyaca ünlü markalarla işbirliği yapıyorsunuz. Bu ortaklıklar, gerçekliği görme, düşünme veya inşa etme şeklinizi besliyor mu yoksa bunları sadece iş olarak mı görüyorsunuz? Sanat ve sermaye arasındaki ilişki ya da daha incelikli bir şekilde, bu ilişkinin sanatsal pratiklere yansımaları ve etkileri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Kişisel olarak ticari alanda çalışmayı seviyorum. Böylece işlerimi satarak hayatımı finanse etmek zorunda olmadığım için sanatsal pratiğim için bağımsız bir alan yaratabiliyorum. Komisyonlarda normalde açıkça belirlenmiş bir hedef vardır. Herkes riskleri ve ne yapılması gerektiğini bilir. Yine de, çoğu zaman sınırları zorlamak ve yeni yaklaşımlar yaratmak için deneyler yapma olanağına sahibim, ki bu inanılmaz. Çoğu durumda, genellikle deneysel yaklaşımımın geleneksel fotoğrafçılık çevrelerinden ziyade komisyonlarda daha çok kabul gördüğünü hissediyorum. Bu elbette her durum için doğru değil ancak fotoğraf sergilerini düşününce, daha riskli ve daha zorlu çalışmaları satmak, potansiyel bir alıcıya güven veren ticari amaçla üretilmiş görüntülerden daha zor olabiliyor.

KARDELEN
Fotoğraf: Can Görkem
Kardelen, müzik sahnesine ilk şarkısı “Ceketin Bende Kaldı” ile geçtiğimiz aylarda, Universal Music ile hızlı bir giriş yaptı. Aslında o uzun süreden beri buralarda ama biz sesini yeni duymaya başlıyoruz. Komünitenin en genç müzisyenlerinden kendisi ve söyleyecek çok şeyi var. Biz daha Mert Demir ile beraber bir gecede yazıp ürettikleri “Ceketin Bende Kaldı” şarkısına doyamamışken Kardelen Nisan’da çıkacak yeni şarkısına hazırlanıyor.
Kardelen’i tanımak isteyenler için bize biraz kendinden bahseder misin?
Müzisyen bir aileden geliyorum. Hayatımın bu yönde ilerlemesinin temel sebebi bu diyebilirim. Beş yaşında İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda piyano bölümünü kazanarak müzik eğitim sürecim başlamış oldu. Şu an ise opera bölümündeyim. Klasik müzik eğitiminden şu an yaptığım müziğe geçiş son bir kaç senede gerçekleşti. Öyle bir eğitim sürecinde kendi müziğimi yapma fikri pek aklıma gelmemişti. Şimdi ikisini de aynı anda ilerletebilmek hem zor hem keyifli.
İş birliği yaptığın Mert Demir, Emir Ural, Cahit Kaya Demir gibi isimlerle yolun nasıl kesişti, hikayeniz nerede ve nasıl başlıyor?
Son birkaç senede hayatıma mesleğinde başarılı insanlar girmiş oldu. Klipten şarkı yapımına onların işlerinde tecrübeleri ve verdiği öğütler ile sağlıklı bir süreç geçirdim.
Seni üretmeye iten birinci faktör neydi, bu şarkıyı besleyen fikir nasıl ortaya çıktı biraz anlatır mısın?
Aslında uzun zamandır aklımda olan fakat kendimi beklettiğim bi fikirdi üretmek. Ne kadar eğitimli bir müzisyen olsam da yaptığım müziğe alaylı sayılırdım. Bu süreç bir eğitim kampı gibiydi. Hala öyle.
Ceketi