LORİN MERHART: “GECE GÜNDÜZ OYUNCULUK DÜŞÜNÜYORUM”

Röportaj: Heja Bozyel

Fotoğraf: Can Görkem

 

Geçtiğimiz karanlık ve soğuk hafta sonunda siz de çoğu kişi gibi yeni yapımları izlemek için battaniye altında kıvrıldıysanız muhakkak Prime Video’nun yeni yapımı Bihter’i izlemişsinizdir. Gerçi film o kadar çok konuşuluyor ki hava nasıl olursa olsun bir merak edip izleyesi geliyor insanın. Filmle ilgili yorumlarda hangi tarafta olursanız olun, Bihter’deki gizli cevher sizin de dikkatinizi çekmiş olmalı: Sessiz sedasız Beşir’i canlandıran Lorin Merhart’tan bahsediyorum.

 

Daha önce farklı yapımlarda yer almış olsa da ilk kez bu kadar çok dikkat çekti. Hem de filmin en sessiz, en silik (ya da öyle görünen) karakterini canlandırdığı halde. Üstelik, Beşir karakterini canlandırmak için 10 kg vermiş ve vücudunu deformasyona uğratması gerekmiş. Bu yüzden Lorin’i daha iyi tanımak gerektiğine karar verdik. 

Bali’de başlayan yolculuğu, Berlin’de İsviçreli bir baba ve Türkiyeli balerin bir annenin ilk çocuğu olarak hayata gelişi, Londra’da oyunculuk eğitimi aldıktan sonra İstanbul’a dönüşü ve hayalleri. Bu ilginç karakterin kendi hayatı bile başlı başına bir film olabilir aslında! 

 

Nerelerden geldin, Beşir olmadan önce kimdin?

28 Ocak 1997 doğumluyum. Berlin’de doğumluyum. Baba tarafı İsviçreli Alman, anne tarafı Türk. Baba tarafı biraz karışık. Babam Afrika’da doğmuş falan filan. Ben de Berlin’de doğdum.  Sonra Bali’ye taşınıyoruz. 3 sene orada yaşıyorum. Film gibi hikayeler var. Ben birazcık Balice konuşmaya başlayıp annemler beni anlamamaya başladığı zaman Türkiye’ye geliyoruz. Sonra burada büyüdüm. 8. sınıfa kadar Eyüboğlu Koleji, sonra Doğa Koleji’ne gittim. Ondan sonrasında eğitim için yurt dışına gittim, Londra’ya. Üniversiteyi orada okudum, konservatuar. Drama Studio London’da, 4 senelik bir konservatuar eğitimim var.

 

 

Oyunculuk merakın nasıl başladı?

11 yaşında İsmet Ergin’in bir kısa filmiyle başladım bütün bu olaylara. Hatta audition aldığı zamanı hatırlıyorum. Bir tane kamerası vardı elinde. Bir restorandaydık. “Oyuncu olmak ister misin? Filmde olmak ister misin?” diye sordu… Böyle başladı. O film ödül alınca falan ben de anneme “Acaba hani profesyonel olarak yapılıyor mu bu oyunculuk” diye sordum. O da “İstersen bu senin kariyerin olabilir” dedi. Dedim ki “Okey, ben bunu seçiyorum”. 11 yaşında seçtim yani aslında. Ondan sonrasında Zil Çalınca dizisinde oynadım…  Diziler ve filmlerle devamı geldi. Muhteşem Yüzyıl sonrasında eğitime gittim. Google’a “en iyi oyunculuk okulu nerede” yazdım. O da ya Londra ya Amerika diyordu. Ben de Londra yakın dedim. Annem de çok uzağa yollamak istemedi beni. Ondan sonra Londra olsun dedi. Bir hazırlık kursuna kabul edildim önce. Lise bitiyordu. Yani herkes günde 500 tane soru çözerken ben arkada Hamlet okuyordum. Gerçekten böyle gizli gizli monolog ezberliyordum. İngilizce… Kendi başıma bu arada monologları deneye deneye anneme gösteriyordum. Babama gösteriyordum. Onlar da birazcık inanıyorsa devam ediyordum.

 

Ailende sanatçı çok fazla, annenin de oyunculuk, senaristlik deneyimleri var. Bunun getirdiği bir özgürlükle mi başladın oyunculuğa yoksa her halukarda oyuncu olur muydun?

Evet. Ailemde sanatçı çok fazla. Bence sanat camiasında büyümüş olmak epey bir katkı sağladı bana. Çünkü sonuçta anneannem Tülin Onat’ın sergilerine gidiyorduk sürekli. Ben sürekli böyle bir ressamlar, sanatçılar arasında büyüdüm yani. Açılış oluyor sonrasında yemeğe gidiliyor. Ben de yemeklerde uykum gelince uyuyordum yanında. Öyle hep yanlarında taşıdıkları bir çocuktum aslında. Sanat camiasının içinde. Annem de Berlin’de oyunculuk eğitimi adı. Aynı zamanda çok iyi bir balerindi. Babamla da orada tanışıyorlar zaten. Yani bence işte annemin, anneannemin böyle sanatçı ruhlu olması beni çok körükledi. Çünkü başka bir şey düşünemiyordum yani. Ama babam da hiçbir zaman finans oku falan demedi. “Ne istiyorsan onu yap” dedi. İsmet Ergün’ün filminden sonra da çok sevdim set ortamını, bayıldım yani. O yüzden onu kovaladım.

 

“Beşir’e benzemek için yemek yemeği bıraktım, 10 kilo verdim.”

 

Peki herkesin sorduğu soruyu sorayım, bu kadar imkanın varken, yurt dışında okumuşken neden Türkiye’ye döndün? 

Evet bu soru çok soruluyor. Bu soruyu yanıt olarak şöyle söylemek istiyorum. Çünkü annemler burada, yani anneannem, annemin çok fazla çevresi olduğu için stratejik olarak, bir hamle olarak düşündüm bunu. Yurt dışından ayrılırken o kapıyı hiç bir zaman kapamadım bu arada. Orada bir ajansım var hala. Herhangi bir tiyatro, iyi bir film veya dizi teklifi gelirse onun üstünden bir şeyler düşünebiliriz diye konuştuk. Çünkü o ajans Game of Thrones’a falan cast yapıyor. Ama ben şu an yolumdan çok memnunum. 

 

Peki Beşir ile nasıl tanıştın? 

Valla Beşir ile tanışmamız çok ilginç oldu. Çok hızlı oldu bu arada. Yani yönetmen görüşmem 5 dakika sürdü. Hocalarla ısındık bir anda. Direkt kitabı aldım, 3-4 defa okudum. Volkan Yosun hocam çok destek oldu. Onunla beraber Beşir karakterini her türlü açısından ele almaya çalıştık. Beşir, fiziksel olarak çok narin, elleri çok naif, kendisi çok saf… Normalde ben bir sporcuyum ve boks yaptığım için çok vücudum sert bir kalıptaydı. Ben de yemek yemeği bıraktım. 75 kilodan 65 kiloya düştüm. 

 

Of!

Aynen… O dönem yani bunu da sorguladım bu arada, yapmam gerekiyor mu diye. Ama ekranda kendimi birkaç açıda gördükten sonra dedim ki iyi ki yapmışım. Çünkü fark yarattığını düşünüyorum. Yani kendimi  bir karakter oyuncusu olarak tanımlıyorum. Her karaktere farklı bir ruh, farklı bir fiziksel özellik, farklı bir bakış katmaya çalışıyorum. O yüzden öyle yani çok güzel bir süreçti.

 

Beşir’den kendine dair neler öğrendin?

Kendime dair… Küçüklüğümden beri yani 18 yaşımda Londra’ya gittiğimden beri her gün spor yapıyordum. Haftanın 7 günü yani, dinlenme günleri dahil. Şimdi bu rol için ilk defa spor yapmayı bırakıp yemek yemeyi bırakmam gerekiyordu. Farklı bir fiziğe geçtiğim zaman havam değişti, dış görünüşüm değişti, konuşma biçimim biraz daha böyle naifleşti diyebilirim. Daha farklı bir benliğe büründüm aslında. Ama işte o sırada da bütün fokusum Beşir olduğu için aslında birazcık Beşir’e bürünmeye başladım gibi hissettim. Böyle her şeyi duyuyorum, her şeyi görüyorum ama çok konuşmuyorum, içime atıyorum falan, değişik bir psikolojiye büründüm. Ama bu deneyim sayesinde artık her türlü şeyin altından kalkarım gibi düşünüyorum. Çünkü aynı zamanda aksan ekledik üstüne. Kitapta Beşir, Türkiye’den değil, tam olarak geçmişini bilmiyoruz ama farklı bir geçmişe sahip olduğu için hocalar da birazcık Türkçe aksanını kırmak amaçlı bir şeyler rica etti. Onu da ekledik. Ve güzel bir şey çıktı ortaya. Üst üste bir sürü şey koyabildiğimi gördüm. 

 

“Gece gündüzümü oyunculuğa veriyorum. Başka hiçbir şey düşünmüyorum.”

 

Peki bu kadar fazla insana hitap eden ve bence bu sene en çok konuşulacak filmde oynayınca daha fazla insan tanıyacak seni, sosyal medyanın acımasızlığı ile karşılaşacaksın. Hazır mısın bunlara?

Tabii ki de. Çünkü tabii ki karşılaştırma yapılacak. Buna insan çok fazla hazırlanamaz gibi düşünüyorum. Sadece seni etkileyip etkilemeyeceğine dair bir karar verebilirsin. Yani ben bunun beni etkilememesi tarafındayım. Çünkü insanlar her zaman, görüyorum yani, yorumlar her türlü, her şeye yapılıyor. Her türlü yorumlar geliyor. Bunlar kaçınılmaz. Şahsen seyirci olsaydım ilk baştan her şeyi silip kafamda sıfırdan hiçbir beklenti olmadan, bunu ayrı bir film olarak görüp öyle izlerdim. Gelecek acımasız yorumlara da aldırmayacağız. Yapacak tek şey bu. Oyunun bir parçası bu. 

 

Hedefin ve kendini oyuncu olarak koyduğun nokta ne? 

Hedeflerim çok yüksek açıkçası ama genelde kendime saklıyorum. Çünkü insanlara söylediğin zaman birazcık fazla uçup gelebiliyor ama ben kaybetmeyi korkmadan hayal kurmayı seviyorum. Başarısız olacağımı düşünmüyorum çünkü pes ettiğin zaman başarısızsın. Devam ettiğin sürece her zaman başarılı olabilirsin. Benim amacım naçizane, global bir başarı yakalamak. Bunun için de çok çalışıyorum zaten, o yüzden bunu gururla da söyleyebilirim. Hiçbir çekincem yok bu konuda. Gece gündüzümü oyunculuğa veriyorum. Başka hiçbir şey düşünmüyorum. Ve gelecek olan her türlü karaktere de içtenlikle bağlanacağıma, en iyisini çıkaracağına da inanıyorum.

 

Karşına bir zorluk çıkınca bununla nasıl baş ediyorsun?

Öncelikle bunun bir yalan olduğunu kendime ikna ederim. Çünkü aslında aklımıza koyduğumuz her şeyi başarabiliriz. Sadece içsel inançlarımız bunlara engel olur. Durumu sorgulayıp neyin beni bu kadar korkuttuğunu, durdurduğunu analiz ederim ve sonrasında kendimi bu işin altından kalkabileceğime inandırırım. İnanmıyorsam bile inanmış gibi yaparım. Bu durumda yapmam gereken eylemi zaten yapmaya başlamış olduğumdan, harekete geçtikten sonra beni durduran düşüncenin aslında  mental bir illüzyon olduğunu görürüm. Ayrıca bir şeyin yapılamayacak olması veya başarılamaz denmesi bende ters bir etki yaratır. İnadım tutar ve etraftaki herkesi haksız çıkarmak için daha da sıkı çalışırım. Kısacası zihnimizi kontrol edebilirsek, bence başaramayacağımız şey yoktur.

 

     

 

Lorin ne demek?

Lorin Türkçe’de aydınlık ve zafer kazanan demek. Bizim ailenin Kürtlükle bir bağlantısı yok ama ismim aynı zamanda Kürtçe ninni demekmiş. Sınavlarda, bazen kurumsal işlemlerde ismimle ilgili karışıklıklar oluyor ama en komiği bence kiralık scooterları kullanamam, kabul etmiyorlar ismimi.

 

Kaç dil biliyorsun?

3.5 dil. İspanyolcam az, buçuk olan o. Almanca, Türkçe, İngilizce. Çift dilli büyüdüm, İngilizce ve İspanyolca sonradan ama İngilizce de anadilim gibi şu an.

 

İstanbul’da huzur bulduğun yerler?

İstanbul’da Beykoz Riva tarafındaki evimde çok iyi hissediyorum. Ormanın içinde, yeşilliklerin arasında gerçek huzurun tadına varabiliyorum. Ara sıra şehrin kaos ve gürültüsünden kaçabiliceğim bir yerimin olması müthiş bir durum. Onun dışında Fenerbahçe Kalamış taraflarını huzurlu ve sakin buluyorum.

 

En sevdiğin şehirler?

Herhangi bir sıralama olmadan Londra, Bali ve Los Angeles derdim. İstanbulu saymıyorum çünkü çok uzun yıllardır burada yaşıyorum zaten, çok da seviyorum. Ama farklı 3 şehir deseydim bu üçünü seçerdim. Londra dememin sebebi bütün konservatuar arkadaşlarımın hala orada olması ve zamanında birlikte inanılmaz bir vakit geçirmiş olmamız. Bali dememin sebebi çocukluğumun bir kısmının orada geçmiş olması ve ikinci gidişimde hissettiğim huzurdu. LA dememin sebebi de şuanda kardeşlerimin orada hayallerini kovalıyor olması ve 3-5 seneye muhtemelen benim de onlara katılacak olmam.

 

 

yazıyı oku

calling'den haberdar ol

BU BİR GAL GADOT ÖVME YAZISIDIR

Röportaj: Heja Bozyel

Dünyada sanki son iki film kalmış gibi Oppenheimer ve Barbie filmleri konuşulurken ve Barbie aniden feminizmin pembe simgesi haline gelmişken, tüm insanlık Barbie pembesi tüketimine zorlanırken streaming dünyasında gerçek bir “güçlü kadın” karakter hikâyesi gösterime giriyor: Heart of Stone.

11 Ağustos’ta Netflix’te gösterime girecek olan Heart of Stone filmini herkesten önce izleme ve oyuncuları ile online olarak sohbet etme şansım oldu. Bu şansı elde edince filmi öveceğimi ya da Jamie Dornan aşkımı itiraf edeceğimi sanıyorsanız çok yanılıyorsunuz. Çünkü Gal Gadot övgüsü yapmak için buradayım. Ama aynı zamanda röportaj öncesi tuvalette ağlayan Jamie Dornan’dan da bahsedeceğim.

 

*Açıklama: Bu röportajlar haziran ayında, Hollywood’daki yazar grevi başlamadan önce gerçekleştirilmiştir. 

Filmi bir kadın hikâyesi kılan sadece konusu ve kadın ajanın gözüpekliği değil, perde arkası. Ama oraya geçmeden önce size kısaca bu aksiyon filminin konusunu anlatayım: Gal Gadot’nun canlandırdığı Rachel Stone karakteri sırlarla dolu bir örgütün içinde kendi sırlarını taşımaktadır. Bu küresel örgütün amacı dünya barışını korumaktır ve Rachel Stone örgütün, aynı zamanda dünyanın en tehlikeli silahının bir hacker tarafından çalınmasını önlemekle görevlidir. 

Sıradan, içine kapanık bir bilgisayar uzmanı gibi görünen Stone, bir ajan filminde başrolden beklediğiniz şekilde aşırı şık, topuklu ayakkabılarla kaçanı kovalayan kadın ajanlardan değil. Aksine. Oldukça sıradan ve sade. Neredeyse “Wonder Woman” olduğunu unutturacak kadar sıradan ve sade. Onun yerine Jamie Dornan tüm karizması ile ortama yeterli seksapeli sunuyor. Hatta bir sahnede Dornan’ın üstünü değiştiğine ve kadın ajanın göz ucuyla ve istekle onu izlediğine şahit oluyoruz. Oysa bu film 90’larda çekilse ya da sıradan bir ajan filmi olsaydı bu sahnede karakterler tamamen ters olur, kadın soyunurken erkek bakardı. 

Bu ve buna benzer onlarca anekdot ile bu filmin izlediğimiz en feminist filmlerden biri olduğunu savunabilirim ama başta dediğim gibi, filmin başarısı da feministliği de perde arkasında saklı. Gal Gadot, bu filmin sadece başrol oyuncu değil, aynı zamanda yapımcısı. İsrailli oyuncu, Wonder Woman filminin gişe başarısından sonra kadın başrollü aksiyon filmleri yapmaya karar vermiş; “Erkekler de sinemaya gidiyor ve bu da kadın başrol oyuncuları avantajlı kılıyor” diye düşünmüş. “Bond, Mission Impossible, Die Hard gibi aksiyon filmlerini izleyerek büyüdüm. Hepsinin büyük fanıyım.” DC yapımı Wonder Woman sonrası yine Netflix’te izleyebileceğiniz Red Notice ile aksiyon filmlerindeki yerini sağlamlaştıran Gadot, tüm bu tecrübeleri ile aksiyon-macera türünde filmler yapmak için yapımcı olmaya karar vermiş -kadın bakış açısı ile yapılacak aksiyon filmleri olacağının altını çiziyor. “Aksiyonu, hikâyedeki çıkmazları, dönüşleri, şaşırtmacaları seviyorum. İnsanlar filmin başına oturduğunda onları 2 saatlik bir yolculuğa çıkartalım, hem dünyayı gezsinler hem de duygudan duyguya atlasınlar istiyorum” diyen Gadot bu amacını gerçekleştirmeye iyi bir yerden, Heart of Stone’dan başlamış. 

Filmin hem başrol oyuncusu hem de yapımcısı olarak ve her mecrada görülmek istenecek güzellikte bir kadın olarak Gadot, bütün dergilerin kapağını tek başına süsleyebilecekken benimle olan sohbet dahil tüm röportaj ve çekimlere filmdeki rol arkadaşı Alia Bhatt ile katılıyor. Bir kadının diğer kadına destek vermesi, el vermesi bu değil de nedir? Bollywood’da 10 yıllık bir oyunculuk kariyeri olan Alia Bhatt’ın ilk Amerika denemesi böyle bir “el verme” ile başlamış. Hintli oyuncu ilk başta aksanından kokrtuğunu söylese de Gadot ve filmin yönetmeni Tom Harper onu rahatlatmış bu konuda: “Dünya barışı için çalışan ajanlardan bahsediyoruz, elbette herkesin anadili İngilizce olmayacak, elbette aksan olacak”. Yalnız burada bir detay daha var: Alia Bhatt çekimler sırasında hamileymiş. “Alia çok mütevazı, sormazsanız anlatmaz ama onu izlemek olağanüstüydü. Karnında bebek, bizimle birlikte dünyayı dolaştı. Sabah çok erken saatte, gecenin köründe işler uzadığında hiç sorun çıkarmadı…” Gadot rol arkadaşından hayranlıkla bahsetse de Alia, gazetecilerin hamilelikle ilgili sorularından çok rahatsız; “Bana ‘kariyerinin zirvesinde hamile kalmakla ilgili tereddüt yaşadın mı’ diye soruyorlar. Ben de aynı soruya kocama soruyor musunuz diyorum. O da oyuncu, o da kariyerinin zirvesinde. Cevap veremiyorlar. Bunu yaşayan ilk kadın ben değiim ama nedense kadınlara aynı soru defalarca soruluyor. Örnek olmamız ve bu sorularla artık karşılaşmamamız gerekli. Film için de geçerli bu. Önemli olan hikâye, başrolün cinsiyeti ikinci konu. Hikâye iyi değilse kimin oynadığının önemi de kalmıyor zaten.”

Heart of Stone – Jamie Dornan as Parker in Heart Of Stone. Cr. Robert Viglasky/Netflix © 2023.

Bu tartışmaya açık bakış açısından sonra çocuk konusundan devam edip mikrofonu bir babaya yani Jamie Dornan’a uzatayım. Çünkü röportajı Babalar Günü’nde gerçekleştirdik ve Jamie röportaja Brezilya’dan bağlandı. Gal ve Alia ile sohbetimiz öncesinde bağlandığım Jamie’nin fena halde güzel İrlanda aksanı ile çocuklarını ne kadar özlediğinden bahsetmesi birçok anlamda iç acıtıcıydı:

-Babalar Günün kutlu olsun Jamie!

– Ah, teşekkür ederim. Tam da bu bağlantıdan hemen önce çocuklarım yaptıkları videoyu gönderdi, onu izledim ve tuvalette gözyaşına boğuldum. 

Bunu söylerken de gözleri hafif doldu, başka tarafa baktı. Düşünsenize karşınızda dünyanın en seksi erkeklerinden biri var ve gözleri dolu, az önce tuvalette ağladığını söylüyor. Feminizm mi? Bir dakika beklesin, ben birazdan geri döneceğim…

Aslında Jamie’nin sözleri, ideal bir dünyada ideal bir erkeğin sözleri olarak Alia’nın açısını fazlasıyla doğruluyor: “Şu an Brezilya’da, ailemden uzakta çalışıyorum. Her hafta sonu Londra’ya, eve gidiyorum. Onlar da geldiler buraya ziyarete. En fazla 2 hafta aralıksız çalışma kuralım var ve bu kuralı 10 yıllık babalık kariyerimde sadece 2 defa kırdım. Yine de bu büyük bir çaba. Heart of Stone çekimlerinde Portekiz’e, yanıma geldiler. 2 yıl önce Avustralya’da çekim yapıyorduk ve 5 ay boyunca benimleydiler, okula orada devam ettiler. Onlar için de benim için de kolay değil, normal değil ama bizim hayatımızın normali bu. Bir de çalışmadığım zaman gerçekten çalışmıyorum. Mesela bu senenin ilk 3 ayı çalışmıyordum ve onları her gün okula ben götürdüm, okuldan ben aldım.”

Jamie için ajan rolünü canlandırmak bir ilk. Daha önce onu “sert” rollerde görmüştük, biliyorsunuz yıldızı 50 Shades of Grey serisi ile parlamıştı. “Aşina olmadığım bir tarzda Heart of Stone ama Gal bu tarzda o kadar rahat o kadar kendinden emin ki beni de güvende hissettirdi, rahatlattı. Aynı zamanda çok eğlenceli biri. Hem kendisi hem de yapımcı ortağı olan eşi Jaron, her sahnede oradaydı” şeklinde anlattı. 

Jamie Dornan’la çalışmak nasıl sorusunun Gal Gadot’dan gelen cevabı ise şöyle oldu: “Jamie’nin işinin hayranıyım. Belfast bu sene izlediğim en iyi filmlerden. Her zaman sete vaktinde gelir, her repliğini ezberlemiş olarak. Çalışması şahane biri. Hepsinden öte muhteşem bir adam. Çok şakacı. Çocuklarımız, aile yaşamlarımız, aile-iş dengemiz de birbirine çok benzediği için iyi anlaştık.”

Gal Gadot, hayatındaki en önemli kadının annesi olduğunu ve şu an olduğu yani bu övdüğümüz kişiye annesi sayesinde ulaştığını anlattı; “Annem bana ve kızkardeşime hep istediğimiz her şeyi yapmamızı ve ne olursa olsun arkamızda olacağını söyledi. İstediğimiz her şeyi olabileceğimizi ondan öğrendik.” Annesi ve kızkardeşi bir yana, Gadot kız arkadaşlarına da çok düşkün; “İlkokuldan beri devam eden arkadaşlıklarım var. Bence kızarkadaşlık bağı bambaşka bir şey” diyor. 

Gadot’nun Heart of Stone filminde desteklediği tek kadın rol arkadaşı Alia değil. Kendi gibi İsrailli olan fazla yetenekli müzisyen Noga Erez (İstanbul’da da konser vermişti), filmin müziklerinde imzası olan kişi. Gadot gibi o da eşi ile çalışıyor ve iki çift yakın arkadaşlar. 

Heart of Stone – BTS – (L to R) Director Tom Harper, Gal Gadot as Rachel Stone and Jamie Dornan as Parker on the set of Heart Of Stone. Cr. Robert Viglasky/Netflix © 2023.

Sinemada normalde erkeklerin canlandırdığı tarzda karakterleri kadın olarak canlandırmasının önemini ise şöyle anlattı Gadot: “Ben de 3 kız çocuğunun annesiyim ve doğal olarak doğru olanı yapmaya, iyiyi yaygınlaştırmaya çalışıyorum. Kızlarımın örnek almak isteyeceği kişi olmaya çalışıyorum, bu rolleri de bu yüzden seviyorum.” 

Canlandırdığı karakterin sıradan ajan filmlerindeki kadınlardan giyimi ile farklı olması noktasına değindiğimde ise kostüm tasarımcısı Julian Day’in muhteşem olduğunu ve kostümlere birlikte karar verdiklerini söylüyor ama şunu da ekliyor: “Şahsen kadınların ne isterlerse onu giymelerinden yanayım. İster açık giyinsinler ister mutaasıp. Vücutlarını kutlamak mı istiyorlar? Hiç durmasınlar. Ama bu film özelinde hikayeyi ve karakteri doğru anlatacak seçimler gerekliydi, hazırlığı da çok eğlenceli oldu.” 

11 Ağustos’ta izleyebileceğiniz filmi ben henüz tüm bilgisayar efektleri tamamlanmadan, renkler düzenlenmeden ve müzik tam yerleşmeden önce izledim. Hatta filmin başında Gal Gadot anlatımı ile bu konuda bir açıklama vardı. Gazetecilerin izlediği versiyonun aslında iş bitince nasıl olacağını çok tatlı bir şekilde anlatıyordu. Yani her şeyin yanı sıra böyle bir detayda bile kendisi direkt iletişim kurmayı seçmişti. Aslında bu bile bu yazının Gal Gadot övgüsü olmasına yeter bence… 

yazıyı oku

TAŞRA ÜÇLEMESİ CAZ PROJESİ ile SİNEMA ve MÜZİK ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ:

Röportaj: Burak Diken

 

Taşra Üçlemesi Caz Projesi, Altın Palmiye ödüllü yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın Taşra Üçlemesi olarak da bilinen ilk üç filmi Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak filmlerine doğaçlama caz besteleyen bir konser projesi. “Yürüyen Merdiven” grubundan tanıdığımız piyanist Yiğit Özatalay projenin besteciliğini üstlenirken, sanatçıya saksafonda Barış Ertürk, davulda  Mustafa Kemal Emirel eşlik ediyor. Kubilay Devrim Dikkaya’nın yapımcısı olduğu proje, Taşra Üçlemesi’nden seçilen 11 sahne üzerine caz parçaları besteliyor. Dünya prömiyeri 3. İzmir Uluslararası Film ve Müzik Festivali’nde tarihinde yapılan ve ikinci gösterimi Bodrum Caz Festivali’nde gerçekleşen Taşra Üçlemesi Caz Projesi, 30. İstanbul Caz Festivali kapsamında 13 Temmuz’da Kadıköy Sineması’nda sahne alacak. 

Projenin yapımcısı Kubilay Devrim Dikkaya ve grubun bestecisi piyanist Yiğit Özatalay ile projenin doğuşunu ve geleceğini konuştuk.

 

Hoşgeldiniz! Nasılsınız? Nasıl gidiyor?

Devrim: Selamlar, teşekkürler iyiyiz. 2 konser verdik şu zamana kadar bu projeyle ilgili çok güzel geçti. O yüzden çok keyifliyiz.

 

Bu geçirdiğiniz iki konseri de özellikle birisi prömiyer olduğu için tepkiler açısından merak ediyorum ama öncelikle biraz projenin doğuşuyla alakalı birkaç şey duymak isterim. Nasıl başladı? Nasıl böyle bir şeye atıldınız? 

Devrim: Şimdi ben bir Nuri Bilge Ceylan hayranıyım öncelikle. Yani bu proje öncesinde de Nuri Bilge Ceylan ile ilgili birtakım çalışmalar yaptım. Onunla ilgili birtakım sunumlar hazırladım ve güzel sanatlar fakülteleri gibi, sinema bölümü gibi yerlerde bunları sundum. Onun sinemasına ve fotoğrafçılığına dair her şeyi topluyorum. Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinde kullanılan metinler vardır, özellikle Anton Çehov’dan; bu metinlere sahibim, senaryolarına sahibim. Yani onunla ilgili her şeyi topluyorum, bir koleksiyoncuyum. Bir taraftan da böyle sanatsal düzeyi çok yüksek auteur yönetmenlerin hayranıyım zaten sinema dünyasında. İşte Andrey Tarkovski gibi, Federico Fellini gibi, Ingmar Bergman gibi… Nuri Bilge Ceylan da bunların ülkemizden en önemli temsilcisi. Andrey Tarkovski ile ilgili bir caz projesi var, Tarkovski Quartet diye bir topluluk. Tarkovski’den ilham alarak birtakım besteler üretirler ve onun sinemasından birtakım sahneleri de konserlerinde kullanırlar. Bu proje biraz bize ilham verdi ama biz bunu taklit etmedik, çok farklı bir şey yaptık. Biz özellikle Nuri Bilge Ceylan’ın ilk 3 filmine odaklandık. Bunlar “Taşra Üçlemesi” olarak kabul edilen Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak filmleri. Bu filmlerde ve daha sonrası diğer bütün filmlerinde Nuri Bilge Ceylan sadece çok değerli bestecilerin klasik müzik eserlerini kullanmıştır. Herhangi bir parça bestelenmemiştir. Biz şu soruyu sorduk: “Acaba caz kullansaydı bu filmlerde, yani bu üçlemede nasıl bir şey ortaya çıkardı?” Bu filmlerden birtakım sahneler seçtik. Toplamda 11 sahne ve bu sahneler üzerine de caz besteleri ürettik ve bunları da bu ürettiğimiz parçalardan da bir konser formatı ortaya çıkardık.

 

Geçtiğimiz Uluslararası İzmir Film ve Müzik Festivali’nde dünya prömiyeriniz gerçekleşti. Ardından da Bodrum Caz Festivali’nde sahne aldınız. Nasıl geçtiler? İzleyiciden, seyirciden nasıl tepkiler aldınız?

Devrim: İzmir’deki sahnemiz dünya prömiyeri olarak tanıtıldı. Biz böyle bir şey istememiştik ama bu da bizi çok mutlu etti tabii. Aslında Almanya’ya da gideceğimiz için de bir yandan doğru oldu.

Yiğit: Aldığımız ilk tepkiler çok olumluydu, iyi eleştiriler aldık. Projenin beğeni gördüğünü anladık. Çok değerli isimler de vardı, özellikle İzmir Film ve Müzik Festivali’nin açılışında. Elbette kendi aramızda ‘’daha iyi nasıl olabilir’’ diye hâlâ konuşuyoruz ama bulunduğumuz noktayı da oldukça pozitif buluyoruz.

Devrim: Özellikle İzmir’deki açılışa çok değerli sinema eleştirmenleri geldi. Zaten İzmir Film ve Müzik Festivali’ni Türkiye’nin en önde gelen film eleştirmeni Vecdi Sayar düzenliyor İzmir Büyükşehir Belediyesi’yle beraber. Kendisi Nuri Bilge Ceylan’ı yıllar önce, 1996’da Koza kısa filmiyle bizlere tanıtan bir sinema kişiliğidir. Sayar bir takım festivaller düzenliyor. Öncelikle kendisi bizim projemizi beğenip programa aldı ve bu bizim için zaten çok büyük bir aşamaydı. Festival jürisinde de Selin Okyay, Mehmet Açar, Pelin Batu, Vedat Sakman, Murat Meriç gibi hem müzik dünyasından hem de sinema dünyasından çok değerli isimler vardı. Hem sinema hem de müzik eleştirmenleri, müzisyenler bu açılışa geldi. Bizim için de büyük bir fırsat oldu onların bu konsere gelmesi. Bu sayede program sonrası onlardan birebir dönüş alma şansımız oldu. Kısacası eleştirmenlerden güzel değerlendirmeler aldık ve bu bizi çok mutlu etti. 

Bodrum’da da açık havadaydı sahnemiz. Çok rahattı, müzisyenler de çok rahat çaldılar. Kendilerini iyi hissettiklerini düşünüyorum açıkçası. Bodrum’da görsel sanatlar ve sinema dünyasından çok değerli sanatseverler vardı. Onlar da beğendiklerini ifade ettiler.

 

‘’O dönemin ilkel kurgu ve çekim imkanlarıyla yapılmasına rağmen ilk üç film hem bir amatörlük ve hem de bir büyük bir duygusal mücadeleyi de barındırıyordu. Bu anlamda cazla da çok örtüşük bir şeydi.’’

 

Nuri Bilge Ceylan’ın tüm filmografisi içinde Taşra Üçlemesi sizin için nasıl öne çıktı? Aslında düşününce bu proje diğer filmleriyle alakalı da yapılmayacak bir iş değildi. Diğer filmleri için düşündüğünüz oldu mu? Yoksa direkt Taşra Üçlemesi özelinde başlayıp ilerlediğiniz bir proje mi oldu bu başından beri?

Devrim: Ya çok güzel bir soru, ilk defa sorulan bir soru. Ben de şimdi 4 yıl önceyi hayal ediyorum gerçekten bu filmleri nasıl seçtik diye. O aşamada benim katkım biraz daha fazla oldu. Zaten bu üçlemenin ikinci filmi olan Mayıs Sıkıntısı hep aklımda vardı. Bir de İklimler’i düşünmüştüm, dördüncü uzun metraj filmi ve ilginçtir, muhteşem bir aşk hikâyesidir. Bu arada okuyucularımıza da öneririm İklimler’i izlemelerini. Aslında bahsettiğin gibi, bütün filmleri görsel açıdan ve imgesel açıdan çok yüksek. O yüzden herhangi birini alıp kullanabilirdik. Ama Nuri Bilge Ceylan, özellikle auteur yönetmenlerin özelliği budur, belli bir üslup yaratırlar bir edebiyatçı gibi ve bunun üzerinden yukarıya doğru bir ivme alarak giderler. Bu anlamda bu ilk 3 filmi de zaten her zaman için çok değerlidir bizler için. Bir taraftan hem o filmleri yeniden hatırlatmak istedik. Bu filmlerin görsel yanları da çok güçlüydü. O dönemin ilkel kurgu ve çekim imkanlarıyla yapılmasına rağmen hem bir amatörlük ve hem de bir büyük bir duygusal mücadeleyi de barındırıyordu. Bu anlamda cazla da çok örtüşük bir şeydi yani. Bizim tarafımızda da sonuçta tabii ki özellikle müzisyenlerimiz çok profesyonel insanlar. Ama bir taraftan da cazda her zaman için bir amatörlük, bireysel eforla bir şeyler yapma gibi bir çaba da vardır. Biz de bu 3 filmindeki bu çabayı kendimizle kendi içinde bulunduğumuz müzikteki yerimizle örtüştürdük. Ben profesyonel bir yapımcı değilim, öğretmenim açıkçası ama hem müzik yazarlığı yapıyorum hem de bu tür organizasyonlarla, yapım ve projelerle ilgileniyorum. O anlamda biz bu filmlerle biz çok örtüştük, her açıdan. O yüzden de bu bizim için iyi bir seçim oldu.

 

Bir dördüncü film ekleyecek olsanız peki? “Bu filme de müzik yapabilirdik” diyebileceğiniz filmi hangisi?

Devrim: İklimler filmi. Özellikle filmin giriş sahnesi ki ben bu sahneyi özellikle hayal etmiştim, İklimler’in pek çok sahnesi müthişti. 

Yiğit: Ben de bu arada çok seviyorum İklimler’i. Nuri Bilge Ceylan’ın en sevdiğim filmlerinden biri.

Devrim: Film için şöyle bir şey söyleyeyim, belki bu filmi de yaparız, ileride vesile olur. Cannes Film Festivali, 20 ya da 25. yıldönümü için Coen kardeşler’den Cannes ve sinema sevgisini anlatan bir kısa film siparişi etti. Coen kardeşler de İklimler’i bu kısa film içinde kullandı. Yönetmenlerin çok sevdiği bir filmdir yani. Yine bu kısa film Youtube’da vardır, öneririm.

 

‘’Nuri Bilge Ceylan filmlerini çekerken hiçbir zaman müziği düşünerek bu işi yapmıyor ama filmlerdeki o sahnelerinin imgesel dünyası ve doğaçlamayı da içeriyor.‘’

 

Tarkovski Quartet’tan bahsettiniz. Sizi sinema caz birlikteliğinde bu şekilde etkilemiş olan başka işler var mı?

Yiğit: Sinema ve caz birlikteliği konusunda uzman değilim ve bu konuda bildiklerim çok sınırlı. Sadece şundan bahsedebilirim, biz Yürüyen Merdiven olarak, yani davul piyano ikilisi olarak, sessiz filmlere cazla eşlik ederek müzik yaptığımız oldu. Bu tabii kendi deneyimimizden yola çıktığımız bir durumdu. Tarihte var olan, önceden yapılmış deneyimler olsa dahi bunu biz Yürüyen Merdiven’in karakterini koyarak üretmeye çalıştık. Beykoz Kundura’nın önayak olduğu 2 çalışma vardı bu tarzda: Son Adam ve Pandora’nın Kutusu filmleri. 1920’lerin sinema ürünleri oldukları için, cazın o şaşaalı dönemlerinin tarzını da çok taşıyan, onlarla örtüşebilecek filmlerdi. Ancak tabii caz ve sinema ilişkisi hani eminim ki çok daha eskiye gidiyor. Yani sadece biz değil, birçok müzisyen bununla ilgilenmiştir. Bir de sinema ve caz ilişkisiyle ilgili Miles Davis’in müziklerini yaptığı ve Türkiye’de de İdam Sehpası olarak gösterilen bir film var,  Jeannee Moreou’nun oynadığı. Onu da anmak lazım, çok güzel bir film. Miles Davis de o filmin müziğiyle bu konudaki en verimli işlerden birini üretmiştir.

Devrim: Aslında özellikle bu auteur yönetmenlerin sinemasıyla caz aslında çok uyumlu. Birbirlerine çok yakışıyorlar bence. O yüzden biz aslında çeşitli yerlerden ilham almadık. Çok örnek yok önümüzde. Ama zaten bu kendiliğinden de oluştu. Nuri Bilge Ceylan filmlerini çekerken hiçbir zaman müziği düşünerek bu işi yapmıyor ama filmlerindeki o sahnelerinin imgesel dünyası, doğaçlamayı da içeriyor. Nuri Bilge Ceylan, çekimler sırasında doğaçlamaya da önem verir. Yani ağaçtan düşen bir dal olsun, bir rüzgar olsun, bir kar sahnesinde kar kütlesinin aşağı inmesi gibi birtakım rastlantılar birbirine çok yakışıyor. Cazda da böyle bir şey var tabii ki. Anlık doğaçlama, sahnede o anda ortaya çıkan birtakım şeyler. Bunlar birbiriyle örtüştüğü için zaten çok kolay bir şekilde hız aldık. Kolay derken işimiz de çok kolay geçmedi tabii, 4 yıllık bir çabanın ürünü oldu. Kendimizi içinde hissettiğimiz bir proje.

 

‘’Taşra Üçlemesi’ndeki en düşsel, en imgesel, müzikle en uyumlu olabilecek sekansları seçtik.’’ 

 

Taşra Üçlemesi’nden 11 sahne üzerine müzik yaparken sahneleri de gösteriyorsunuz bir yandan. Bu sahneleri nasıl seçtiniz?

Yiğit: Bu konuda da Devrim konuşmalı. Zaten seçimleri o yaptı.

Devrim: Bu filmlerdeki en düşsel, en imgesel, müzikle en uyumlu olabilecek sekansları seçtik. Burada bir şeye çok dikkat ettik: diyaloglar çok uzun ve müzik oradayken karakterlerin ağızlarının hareket etmesi gibi uyumu bozan bir şeyi istemedik. Aslına bakarsanız, filmlerden sahneler kullandık ama o yüzden kendimiz de kurgu yapmış olduk. Kasaba’nın bir sahnesi ormanda başlayan iki kardeşin yolculuğunun hikâyesini anlatıyordu. Araya başka sahneler, başka sekanslar giriyordu. İşte Saffet’in olduğu ya da işte annenin babanın olduğu gibi. Biz o sahneleri çıkardık ve ya da çocukların birbirleriyle konuşmalarını attık. Diğer yandan, bu projede sahnede kullanılan sesleri de kullanıyoruz. Rüzgarın sesi, hayvanların seslerini, insanların seslerini kullanıyoruz. Bunlar müzikle bir arada. Müziğin bir parçası. Bu da zaten Yiğit’in bestelerinde, onun seçimleriyle oldu. Yani ben ben kendi adıma işte bu cümleler olsun demedim. Burada müzisyenleri özgür bıraktık. Bu anlamda evet sahneler sadece sözsüz değil; sözlerin olduğu sahneler de, bu konuşmaların olduğu sahneler de kısmen var. Ama bunlar çok minimal. Bir başka seçimimiz de size bahsettiğim gibi orada konuşmalar varken biz önünde çalmıyoruz hiçbir zaman. İzleyiciler oradaki konuşmayı merak edebilirler ve bir huzursuzluk olabilir diye. Bütün bu tercihlerimizden dolayı 11 saniye ortaya çıktı ortaya çıktı. Kasaba filminden 4, Mayıs Sıkıntısı’ndan 4 ve Uzak filminden de 3 sahne seçtik. Kendimizi 11 tane diye sınırlamadık. Uzak filmi, izleyen hatırlarlar, ilk iki filme göre daha fazla diyaloğun olduğu, düşsel sahnelerin daha az olduğu bir filmi barındırdığı için 3 tane bizim için yeterli oldu.

 

Bu projeyi benzer başka bir yönetmen için yapmak ister miydiniz? Hangi sinemacılar aklınıza geliyor? 

Devrim: Béla Tarr olabilir diye düşünüyorum. O da müthiş bir yönetmendir. Nuri Bilge Ceylan için filmlerinin uzunluğu hakkında eleştiri yapılır. “Çok uzun filmleri, 2 buçuk 3 saat.” denir ama Béla Tarr 7 buçuk, 8 saatlik filmleriyle en uzun filmleri barındırıyor filmografisinde. Açıkçası Türkiye’den pek aklıma gelmiyor kendi duruma ama Béla Tarr bence çok güzel olurdu.

 

‘’İstanbul Caz Festivali’nde yer almak bizim için bir eşikti.’’

 

İstanbul Caz Festivali için heyecanlı mısınız? Seyirciyi neler bekliyor, önceki sahnelerinize göre farklı bir şey görecekler mi?

Devrim: Kendi adıma İstanbul Caz Festivali’nde yer almak bizim için bir eşikti, o yüzden aşırı derecede mutluyuz. İKSV’ye ve Harun İzer’e çok teşekkür ediyoruz. İstanbul’da gerçekten bu projeyi bekleyen, Medyadan, cazseverlerden, sanatseverlerden, Nuri Bilge Ceylan hayranlarından pek çok kişi olduğunu da biliyoruz. Gerçekten güzel bir kitle heyecanla bu projeyi bekliyorlar. O yüzden aşırı derecede heyecanlıyız.

Yiğit: Devrim’e katılıyorum. Biz projenin üç müzisyeni olarak zaten İstanbul’da yaşıyoruz ve aslına bakarsanız tüm çevremiz de hemen hemen burada. Bu nedenle buradaki gösterimi çok önemsiyoruz. Devrim’in dediği gibi, zaten Harun İzer’le eski bir ilişkimiz var. Genç Caz zamanlarından müziğimizi tanıyor Yürüyen Merdiven olarak. Bu nedenle buradaki sanat çevresinin söyleyecekleri, onların izlenimleri bizim için çok değerli olacak. Elbette söylediğim gibi, İzmir ve Bodrum gösterimlerinden küçük farklar içerecektir kesinlikle. Çünkü bu bir performans, her seferinde farklı çıkacak. Ama şöyle de bir avantajımız var, ilk iki gösterimi atlattık ve şu anda çok daha deneyim sahibiyiz. Yani bu açıdan da aslında İstanbul performansı kendimizi daha rahat hissedeceğimiz bir performans olacak. 

 

‘’İstediğimiz şeylerden biri de, Taşra Üçlemesi Caz Projesi’ni taşrayla buluşturabilmek.’’

 

İstanbul Caz sonrası neler bekliyor sizi? 

Yiğit: Şu anda biz Yürüyen Merdiven olarak üçüncü stüdyo albümümüzü hazırlama aşamasındayız aslında. Albümün kayıtları iki sene önce yapıldı, ancak albümün yayınlanması için tanıtım ve prodüksiyon detayının hazırlığı içindeyiz aslında ve Ekim gibi, en azından bu yıl bitmeden Yürümek isimli üçüncü stüdyo albümünü yayınlamayı düşünüyoruz. Albüm dışında yine devrimin Devrim Dikkaya’nın koordinatörü olduğu başka bir projemiz de çok yakın zamanda başladı: Nâzım’a Caz Şarkıları. Şu an için bir konser projesi. Bunu çeşitli yerlerde sunduk, başta Cemal Reşit Rey ve Baba Sahne’de olmak üzere. Bu projenin konserleri de bir yandan devam ediyor. Ağustos’ta İzmir Bostanlı Açıkhava ve İstanbul Kalamış Yaz Festivali’nde olacağız. 

İstediğimiz şeylerden biri de, Taşra Üçlemesi Caz Projesi’ni taşrayla buluşturabilmek. Hatta Devrim’in çok güzel bir fikri vardı, bu filmlerin -özellikle ilk ikisinin- çekildiği kentte, Çanakkale’de bunun bir temsilini yapabilmek, o amatör oyunculara ulaşabilmek ya da onların olduğu çevrede, atmosferde bunu sunabilmek. Tabii ki sadece orası değil diğer yandan, birçok taşra kentine gidilse bence daha da anlamlı olacak. Çünkü zaten estetik açıdan filmlerde anlatılan o doğallık, o atmosfer. Anadolu… Bu projenin değeri bence biraz burada; yani taşra ve cazı da buluşturabilmek diye düşünüyorum. Elbette ne kadar insana ulaşabilirsek o kadar güzel olur. Yurt içinde ve yurt dışına.

Devrim: Açıkçası hâlâ düşünce aşamasında olan projeler var ve birtakım görüşmeler devam ediyor. Diğer yandan Ekim ayında projemiz Almanya’da sahne alacak Ama bizim için bir eşik de Fransa’da, Cannes’da olmak. Nuri Bilge Ceylan sinemasında Cannes’ın çok büyük bir önemi değeri var. Kendisinin de en önemsediği festivalin bu olduğunu düşünüyoruz. Zaten kısa filmlerinden beri tüm filmlerinin prömiyerini orada gerçekleştirmeye özen gösteriyor kendisi. Yurtdışındaki Nuri Bilge Ceylan takipçilerinin de bu projeye ilgi duyacağını ve merak edeceklerini düşünüyoruz açıkçası. Türkiye’deki sinema festivallerinde de yer almak istiyoruz. Birtakım görüşmelerimiz var bununla alakalı. Mutlaka olacaktır.

Taşra Üçlemesi Caz Projesi’nin 30. İstanbul Caz Festivali kapsamında 13 Temmuz 2023 Perşembe günü gerçekleşecek gösteriminin biletlerine bu linkten ulaşabilirsiniz. 

yazıyı oku

CITADEL

Yazı: Heja Bozyel

 

Ülkenin en gergin, en bilinmezlikle dolu olduğu zamanlarda çoğumuz gibi ben de hiçbir şeye odaklanamıyor, hiçbir şey izleyemiyor, okuyamıyordum. Sadece “iyi hissettiren” dizilere ve filmlere kısa süreliğine odaklanıp sonra iç sıkıntısı ile Twitter’ı açıyordum ki; Prime Video imzalı Citadel dizisinin oyuncuları, yönetmenleri ve senaristleri ile röportaj yapma imkanı doğdu. Diziden elbette haberdardım. En büyük bütçeli dizilerden biri olduğunu, Priyanka’yı yeniden buğulu sesi ile dövüş sahnelerinde izlemeyi vadettiğini de biliyordum. Dev billboard reklamlarını da görmüştüm. Ancak bu dönem böyle bir yapımı izleyebilecek durumda olmadığımdan, biraz da Priyanka’yı antipatik bulduğumdan sonraya bırakmıştım. 

 

İyi ki de bırakmışım ve o hiçbir şeye odaklanamadığım bir dönemde, röportaj için zorunlu olarak izlemem gerekmiş! Bu sayede gündemden uzak saatler geçirebildim çünkü temposu bir saniye bile düşmeyen diziden gözlerini almak oldukça zor. Dizi daha iyi olabilir miydi, bu kadar büyük bütçeli bir yapımdan daha fazla beklenti olması normal mi derseniz, kesinlikle “Evet” derim. Öte yandan dizinin arkasındaki isimlerin Russo Brothers (Joe Russo ve Anthony Russo) olması yani aslında süper bütçeli süper kahraman filmleri yapan ikilinin olması da beklentiyi artıran bir unsur. Citadel dizi değil de film olsaymış sanırım IMDB puanı daha yüksek olurmuş. Çünkü altı bölümlük ilk sezondaki büyük finale yani altıncı bölüme gelene kadar tansiyon o kadar çok yükseliyor ki en sonda tatmin olmak zorlaşıyor. Yine de aksiyon seviyorsanız kesinlikle şans verdiğinizde pişman olmayacağınız bir yapım. 

 

Konusu ise şöyle; görevi tüm insanların emniyetini ve güvenliğini sağlamak olan bağımsız küresel casus teşkilatı, dünyayı gölgelerden manipüle eden güçlü bir sendika olan Manticore’un görevlileri tarafından 8 yıl önce yok edildi. Citadel’in düşmesiyle seçkin ajanlar Mason Kane (Richard Madden) ve Nadia Sinh (Priyanka Chopra Jonas) hayatlarını kıl payı kurtarırken hafızaları silindi. O zamandan beri, geçmişlerinden habersiz, yeni kimlikler altında yeni hayatlar inşa ederek gizli kaldılar. Ta ki bir gece, Manticore’un yeni bir dünya düzeni kurmasını engellemek için çaresizce yardımına ihtiyacı olan eski meslektaşı Bernard Orlick (Stanley Tucci) Mason’un peşine düşene kadar… Mason eski partneri Nadia’yı bulduktan sonra, sırlar, yalanlar ve tehlikeli ama ölümsüz bir aşk üzerine kurulu ilişkileriyle uğraşırken, bir yandan da Manticore’u durdurmak için, onları Dünya’nın dört bir yanına çağıran görevlerine hazırlanırlar ve hikâye gelişir…

 

Böyle büyük bir işin ekibi ile röportaj yapma fırsatı olanlar, muhtemelen en çok Priyanka Chopra Jonas ve Richard Madden için heyecanlanacaktır. Evet, tabii ki onlar da heyecan verici. Bilhassa Priyanka’nın başka bir filmin setinde, makyajı yapılırken röportaja katılması beklemediğim bir kibarlıktı. Ancak içinizde benimki gibi küçük bir nerd yatıyorsa dizinin yapımcıları ve senaristi Joe ve Anthony Russo ile sohbeti hepsinden daha fazla merak edebilirsiniz. 

 

Bu yüzden Priyanka ve tüm yakışıklılığına rağmen Richard’ı kenara çekip sizinle Russo kardeşler ile sohbetimi aktaracağım. Russo kardeşler bir süre önce AGBO isimli bir yapım şirketi kurdular. Bu tam anlamı ile bir aile şirketi çünkü sadece iki kardeş değil; Russo soyisimli başka kişiler de kreatif ekipte yer alıyor. Citadel’in yapım ekibine baktığınızda da hem senarist hem de yapımcı koltuğunda Angela Russo-Ostot var. Russo kardeşlerin küçük kızkardeşi. Kendisi aynı zamanda AGBO’nun “Chief Creative Officer” pozisyonunda. Oyunculuk da yapan Angela, AGBO’nun Marvel yapımı işlerinde de yer almıştı. Bu röportaja o da telefonla bağlandı. 

 

Söze başlarken bu dizinin yeni dönemin James Bond’u olup olamayacağını merak ediyordum; Joe yanıtladı “Hayatımız boyunca çok büyük Bond fanları olduk. Citadel’in Bond’dan etkilendiği noktalar da vardır muhakkak ama biz genel olarak ajan ve aksiyon yapımlarını seviyoruz. O yüzden de Citadel’le masaya yenilikçi ve daha önce yapılmamış şeyler koymaya çalıştık.”

 

Peki en başta bu iş ortaya nasıl çıktı? Amazon Studios mu teklif etti yoksa onların fikri miydi? “Amazon Studios dünya çapında yaratıcılarla ortak çalışılacak, büyük bir yapım istediklerini söyleyerek bizimle iletişimle geçti. Anthony, “bu tür bir formata değer bir hikâye bulmak bizim görevimizdi” diye anlattı. Citadel, Joe’ya göre sinema kalitesinde aksiyonla ve seyirciyi yakalayan anlatımla hikâyeyi sarmalayarak ilerliyor. Dizi altı bölümlük birinci sezonunda izleyicilere hikâyeyi tanıtırken, İtalya, Meksika ve Hindistan’da geçecek devam sezonlarıyla birlikte dünya genelinde etkileşime geçecek.

 

Josh Appelbaum, Bryan Oh ve David Well tarafından yaratılan hikâyede başrollerin nasıl seçildiği konusu da aslında James Bond’a bağlanan bir konu çünkü dizinin baş rolünde, daha önce Bodyguard dizisinde rol alarak ilgi çeken Richard Madden yeni James Bond olarak gösteriliyor. Henüz netleşen bir şey olmasa da Russo kardeşler de Madden ile Bodyguard sonrası tanışmış ve ondan başkasını düşünememişler. “Bond olmayı boşver, biz sana yepyeni bir hikâye sunuyoruz” demişler. Priyanka Chopra Jonas ise bir arkadaşlarının önerisi olmuş ve böyle bir yapımda yoğun fiziksel güç kullanımı, esneklik gerektiği için en doğru kararı verdiklerini düşünüyorlar.

 

Priyanka Chopra Jonas, hayatında ilk defa bir yapımda erkek baş rol ile aynı miktarda ücret aldığını ve bunun çok önemli olduğunu vurguladı hem bizimle sohbetinde hem de başka yerlerde. Evet, bu Hollywood yapımlarında “şeffaf ücret” politikası talebi ile daha çok konuşulan haklı bir kadın oyuncu serzenişi. Hollywood trendlerden beslenerek “kadın filmleri” yapıyor ve bundan milyarlarca dolar elde ediyor ama öte yandan kadın ve erkek oyunculara ödenen ücretlerdeki fark dikkat çekiyor. Russo kardeşlerin Marvel yapımlarına kattığı en önemli özelliklerden biri, “kapsayıcılık ve kadın gücü farkındalığı”. Gişe filmleri için kaçınılmaz bir detay gibi görünse de alabildiğine Amerikan patriotizmi barındıran Marvel yapımlarında her türlü çeşitlilik görmek tüm dünyayı etkileyen bir durum. Sonuçta en pahalı ve en çok izlenen filmlerde eşitlik ilkesinin olması hem seyirciyi hem de sektörü eğitiyor. Şu an “streaming” sektörünün en pahalı dizilerinden birini yapan kardeşlerin işin bu tarafına bu değerleri nasıl taşıdıklarını sordum ve cevap beklediğim şekilde Angela’dan geldi: “AGBO olarak bulunduğumuz her yapımda bu değerleri gözetmek birinci şartımız. Ama burada elimiz daha da güçlü çünkü bizden böyle bir yapımı isteyen kişi Jen Salke, Amazon Studios’un başındaki kişi. Bir kadın olarak böyle bir stüdyonun başında olması bile oyunun kurallarının değişmesi için yeterli bir itici güç. Bize aklındaki fikirle geldiğinde şunu söyledi ‘İngilizce konuşulan bir şov istiyorum ama öyle bir hikâyesi olmalı ki spin off’larında başka ülkelerde çekimler yapılabilsin ve her biri lokal dilde olsun, yerel sanatçılar tarafından yaratılsın.’ Bu şahane bir fikirdi. Hikâyeler bizi dünyada birbirimize bağlayan yegâne şey. Ayrıca Jen eşitlik ve kapsayıcılık konusunda bu sektörde en içten şekilde çalışan kişilerden biri. Yani bu dizi sadece fiziksel görüntü açısından çeşitlilik taşıyan insanlardan ibaret değil; kültürel çeşitliliği daha hikâyesi doğmadan içinde barındırıyor.”

 

Citadel ajanları süper kahraman değiller, ancak Captain America ve diğerlerine benzer şekilde konumlandırılıyorlar: sürekli olarak hem süper kötülüklere hem de birbirlerine karşı savaşıyorlar.

 

Süper güçleri yok. Sadece iyi eğitimliler. Bu da ortaya sağlam dövüş sahneleri çıkartıyor. Peki Russo kardeşler yeniden süper kahraman dünyasına dönecek mi? “Marvel’daki herkes bizim iyi arkadaşımız ve doğru zaman ve doğru hikâye olunca her zaman onlarla birlikte çalışmak isteriz. Kendimizi şaşırtacak, zorlayacak işler yapmak istiyoruz. Şu an odağımızda orijinal hikâyeler, şirketimiz AGBO’nun yapımları, Citadel’in yeni sezonları  ve Chris Pratt ile Millie Bobby Brown’ın başrollerinde olduğu The Electric State var.”

 

Prime Video şimdilik dizinin sadece 2 devam hikâyesini duyurdu. Ancak yaklaşık 300 milyon dolar ayrılan dizinin daha fazla sezonla karşımıza çıkması hiç şaşırtıcı olmayacaktır. 

 

Citadel, Prime Video’da yayında. 

yazıyı oku

SELİM EVCİ İLE AKBANK KISA FİLM FESTİVALİ ÜZERİNE SÖYLEŞİ: KISA FİLM BAĞIMSIZLIK DEMEKTİR

Röportaj: Eda Solmaz

Fotoğraf: Emirkan Cörüt

 

Akbank Kısa Film Festivali, farklı bakış açılarına sahip programı ve söyleşileriyle bu yıl 19’uncu kez sinemaseverlerle buluşuyor. İzleyicisine yeni bir perspektif kazandırmayı amaçlayan festivalin direktörlüğünü yönetmen Selim Evci üstleniyor. Kısa filmleri özgürlükçü bir alan olarak ifade eden Evci ile kısa film konseptini ve festivali konuştuk.

 

2-12 Mayıs arasındaki festival bu yıl 19’uncu yılını kutluyor. Bu kadar uzun soluklu olmasındaki önemli etkenlerin neler olduğunu düşünüyorsunuz? 

Bizi hep dinamik tutup daha da ileriye götüren şey, seyircinin kısa filmlere olan ilgisi. Dünyadan ve Türkiye’den her sene daha çok sayıda insanın ilgilendiği bir noktaya gelmek de Akbank Kısa Film Festivali’ni daha kapsayıcı bir hale getiriyor. Festivalin daha da gelişeceği alanlar açmak; yeni ve farklı bölümler eklemek gibi daha yapmak istediğimiz çok şey var. 

 

Kısa filmlerde neyi daha çok ya da daha az görmek istersiniz?

Festivalde süre ya da konu olarak sınırlama getirmiyoruz. Filmleri yapan yaratıcı insanların hiçbir şekilde sınırlandırılmasını istemiyor; aksine serbest bırakmayı önemsiyoruz. Her şey kısa filmcinin kendi inisiyatifinde. Bizim yaptığımız, üretilmiş filmlerden bir seçki hazırlamak.

 

Yeni yönetmenlere kapılar açan kısa film festivallerinin daha demokratik bir festival ortamı ve film sunuş alanı sunduğunu düşünüyor musunuz? 

Kısa film zaten özgürlük, bağımsızlık ve konu zenginliği demek. Kısa filmler yapımcı ya da herhangi bir dayatma olmadan, kişinin direkt kendini ifade ettiği işler oluyor. Bunlar da kısa filmlerde zenginlik yaratıyor. Kısa filmler aslında bir ifade etme ve dışa vurma biçimidir. Çoğu zaman, yönetmenlerin sıkıştığını hissedip üzerine düşündüğü alanlarla ilgili işler ürettiğini görüyoruz. Bu noktada da bu tür çalışmalara bir alan açmış oluyor festivaller.

 

Bu yıl festivale başvuran 2 bin filmde hangi temalar ön plana çıkıyordu?

Kısa filmler elbette bir yansıma içeriyor. Son dönemde tüm dünyada yaşananlar; pandemi, savaş ve ekonomik kriz gibi durumların etkileri kısa filmlerde de çıkıyor karşımıza. Tabii insanın temel varoluşsal meseleleri yine çokça işleniyor. 

 

“Kısa film biraz da deneme alanı gibi.”

 

Kısa film festivallerinin yönetmene, oyuncuya ve izleyiciye kattığı değeri nasıl açıklarsınız?

Festivaller kısa film yönetmeninin kendini sınadığı, yaptığı işi insanlara sunduğu ve karşılığında da geri bildirim aldığı bir alan. Aynı durum kısa film oyuncuları için de geçerli. İzleyiciler bu yaratıcı çalışmalarla besleniyor ve dolayısıyla festivallerde çok güzel bir etkileşim ortaya çıkıyor. 

 

Festival Direktörlüğü görevi sizin sinema dilinize nasıl bir katkı sağlıyor?

Kısa film izlemeyi çok seviyorum. Seçkiyi oluştururken 19. Akbank Kısa Film Festivali’ne başvuran 2 binin üzerindeki filmi izledim. Yine bu süreçte dünyanın çeşitli coğrafyalarından festivallere katılıp film taraması yaptım. Dünyanın farklı bölgelerinden farklı hikâyeler, anlatım ve arayışları görmek çok kıymetli. Kısa film biraz da deneme alanı, laboratuvar gibi. Bütün bunlara tanık olmak çok özel ve benim üzerimde de olumlu etkisi olduğunu düşünüyorum.

 

FESTİVALİN KAÇIRILMAMASI GEREKEN BÖLÜMLERİ

Festivaldeki söyleşilerin hepsi çok değerli ama festival bitmeden mutlaka kaçırılmaması gerekenler hangileri? 

Tüm filmler çok değerli ve güzel çalışmalar. Her yıl festivalde yer alan Kısadan Uzuna bölümünün bu seneki konuğu Umut Aral. Yönetmenin ilk çalışmalarını yıllar önce Akbank Kısa Film Festivali’nde göstermiştik. Ödüllü kısa filmleri ve ilk uzun metraj filmi İyi Oyun program kapsamında seyirciyle buluşacak. Bu noktada bir yönetmenin kısa film yolculuğundan başlayarak uzun metrajını da görmek çok değerli. Bu bölümü özellikle tavsiye edebilirim. 

 

Deneyimler bölümünde ise Norveçli yönetmen Jonas Matzow Gulbrandsen’in kariyerinin ilk yıllarında yaptığı kısa filmleri Darek ve Everything Will Be OK ve uzun metraj filmi Valley of Shadows programda yer alıyor. Yarışmalı bölümlerimiz Dünyadan Kısalar ve Festival Kısaları en öne çıkan bölümlerimiz. Bir başka ilgi çekici bölüm ise Perspektif. Belgesel Sinema bölümü kapsamında Mahmut Fazıl Coşkun’un Türkiye’nin ilk çağdaş sanat belgeseli olan Crossroads gösterilecek. 

19. Akbank Kısa Film Festivali’ne dair detaylı bilgiye ve gösterim takvimine Akbank Sanat’ın internet sitesi üzerinden ulaşmak mümkün.

akbanksanat.com

yazıyı oku

HAZ: İSVEÇ’TEN PORNONUN KALBİNE YOLCULUK

Röportaj: Mina Aslan

 

İlk uzun metrajı Cannes ve Sundance gibi festivallerde gösterilen ve çokça övgü toplayan Ninja Thyberg ile filmi “Haz” hakkında konuştuk. Kutuplaştırıcı konusuyla ve porno endüstrisinden gerçek isimler içeren kadrosuyla dikkatleri üzerine çeken film bugün itibariyle MUBI’nin seçkisinde izleyicileri bekliyor. Yönetmen, film için yaptığı uzun ve meşakkatli araştırma, porno sektörü üzerinde değişen görüşleri, film müziğinin üretim süreci ve kadın bakışı hakkındaki görüşlerini bizimle paylaştı.

 

Mina: Merhaba, ben callingmag’den Mina ve öncelikle sorularımı yanıtlamaya vakit ayırdığınız için teşekkür ederek ve filminiz “Haz”ın başarısını tebrik ederek başlamak istiyorum. Bu sizin ilk uzun metraj filminiz ve daha evvel yazıp yönettiğiniz aynı isme ve temaya sahip kısa filmin yeniden yorumlanması niteliğinde bir çalışma. Porno endüstrisi teması aklınızı epey uzun süre meşgul etmiş gibi görünüyor, bu hikaye sizi nasıl buldu?

Ninja: Neredeyse bütün yetişkin hayatım boyunca kafamı kurcalayan bir konuydu bu. On altı yaşındayken çok öfkeli bir porno karşıtı aktivisti olarak bu yola çıktım ve feminist pornografi kavramını irdelemeye başladım, porno hakkında yazılar yazdım. Fikrimi birçok kez değiştirdim, konuyu birçok farklı perspektiften ele aldım ve kendimi tam anlamıyla kaptırdım. Bana kalırsa bu kültürümüzün büyük bir parçası ve hepimizi bir şekilde etkiliyor, fakat aynı zamanda kimsenin üzerine konuşmak istemediği bir şey olduğu için hiçbir zaman aleni olarak ele alamıyoruz. Artık porno izlediğini itiraf etmek nispeten daha kolay fakat kimse kalkıp da “En son şu pornoyu izledim.” demiyor. Genelde arkadaşlarımızla konuştuğumuz veya toplumsal olarak başa çıkabildiğimiz bir tema da değil, hala çok tabu. Sanırım hep içimde buna dair konuşma isteği vardı diyebilirim. Konuyu işlemek istediğimi biliyordum. İsveç’te kitaplar okuyup belgeseller izleyerek yaptığım araştırmaya dayanarak kısa filmi yazdım. Çünkü porno stereotipinin ardındaki gerçek insanları göstermek istiyordum. Röportajlarda da bunları söylüyordum, fakat bir süre sonra burada bir ikiyüzlülük olduğu hissine kapıldım çünkü bu hikayeyi anlatırken hala endüstriden gerçek bir insanla tanışmamıştım. Ana fikri kendi varsayımlarım üzerine inşa ettim ve savımı doğrulayan şeyleri seçmece yaparak bir araya getirdiğim bir hikaye ortaya çıktı. Yeterince dürüst bir temsil yaratamadığımı düşündüm ve başından beri uzun metraj film çekmek istiyordum. Kısa filmim Cannes’da ödül alıp Sundance’e gidince bu bana uzun metrajı yaratacak fırsatı sundu. Bu sefer hakkını vererek, içime sinecek şekilde yapmak istiyordum. Porno endüstrisinin adresi Los Angeles’a gidip sektörü içinden tanımaya karar verdim ve bu birkaç yılımı aldı. Beş yıl araştırma yaptım ve senaryoyu geliştirdim. Bildiğim tek şey hikayenin bir kadının bakış açısından anlatılacağıydı. Çünkü eril bakışın* özünü yaratan bu erkek egemen sektörü ele almayı kayda değer kılacak tek şey onu bir kadının bakış açısından anlatmak, kamerayı ve dolayısıyla bakışı erkeklere geri çevirmekti. Hikayenin bana gelmesine müsade etmek istedim. Dediğim gibi, kadın perspektifi ve İsveçli bir başrol istiyordum çünkü ben İsveçliyim ve filmin benim için önemli bir diğer kısmıysa Amerikan kültürüyle tanışmak. Çünkü gelince benim yaşadığım şey de buydu. Hikayenin tanıdığım biri, ya da bir alter egom tarafından anlatıldığını hissetmek istiyordum. Amerikan ve İsveç kültürü, mentalitesi ve ideolojisi arasında çok büyük farklar var ve bu sektördeki insanlara bakış da bir o kadar farklı. Orada geçirdiğim süreçte araştırmamın da yardımıyla hikaye bana doğal bir şekilde geldi. Bir bakıma kendi hikayemi anlatmak gibiydi; İsveç’ten Los Angeles’a gelip adım adım bu dünyayı keşfeden birinin hikayesi. İzleyiciyi de karakterle bir yolculuğa çıkartmak için güzel bir yol oldu.

Mina: Bu kadar yoğun bir araştırma yaptığınızı duyunca aklımda oluşan bir diğer soru da buydu aslında, yola çıktığınızda kafanızda bir çerçeve olup olmadığı. Fakat araştırma filmi doğurmuş gibi görünüyor…

Ninja: Film kesinlikle süreçseldi. Nihai kararı filmin son kesimine kadar vermedim. Sürekli eşeleyip, bulduğum yeni cevaplarla filme ince ayar yaptığım, izleyiciyle etkileşimini gözlemleyip olması gerektiği gibi olana kadar yeniden formüle ettiğim bir süreçti.

 

Mina: Bu bağlamda film bana Andrea Arnold’ın filmi American Honey’i anımsattı. Yapılan yoğun araştırma kendini çarpıcı biçimde doğal ve hayattan kesit niteliğinde diyaloglarla öne çıkarıyor. Bu çok hoşuma gitti. Dikkatimden kaçmayan bir diğer güzel detay ise filmdeki müzik seçimleri oldu. Bu süreç nasıl ilerledi?

Ninja: Besteci Karl Frid ile çalıştım. İlk kez beraber çalışmamıza rağmen şahane bir işbirliğiydi, vizyonumu ve beklentimi anında anladı. Stüdyoda beraber çok vakit geçirdik. Daha evvel birlikte çalıştığı opera sanatçısı Caroline Gentele’yi getirdi, kendisi filmden çok etkilenmişti ve sesiyle çalışmaya başladık, doğaçlamalar yaptı. Başrol oyuncusu Sofia’nın da sesini kullandık. Seslerin çoğu, elektronik beatler dahil Sofia’nın sesinden üretildi. Müzikte de bu cennet-cehennem, fahişe-kutsal bakire gibi güçlü kavramsal çatışmaları çağrıştırmayı amaçladık, filme kontrast ve derinlik kattı. Müziğin çok epik olmasını, hayattaki büyük sorularla yüzleşen bir insan olmanın hissiyatını çağrıştırmasını istedim. Dolayısıyla her şeyi kendimiz yaptık. Ardından da ünlü İsveçli müzisyen ve rapçi Mapei ile çalıştık. Müziğin genel olarak filme çok şey kattığını düşünüyorum.

Mina: Kilise korosunu andıran org ve vokaller önümüzdeki sahneyle etkileşme girdiğinde benim de aklımda aynı ikilem uyandı: fahişe ve kutsal bakire. Film okuyan biri olarak karantina sürecinde çokça film noir izledim; anaç ve naif kadın tablosunun karşısına dikilen düşkün kadın kontrastı hala kısa bellek hafızamı işgal ediyor. Sizin filminizde Bella, ikisini tek bedende somutlaştırıyor gibi. Müziğin güncel ve sert trap ritimlerinden kilise müziğine yumuşak geçişleri de bunun altını çiziyor sanki. Sıradaki sorum yaratıcı kontrol ile ilgili. İlk uzun metraj film gibi büyük bir girişimde vizyonunuzdan ödün vermeniz gereken yerler oldu mu? Stüdyo ile uzlaşı bulmak gibi.

Ninja: Hayır, hayır. Stüdyo ile çalışmadık, platformumuz Ruben Östlund’un İsveç’teki şirketiydi. Epey küçük bir şirket ve tamamen yönetmenin sanatsal vizyonunu gerçekleştirmeye adalı. Üretimimde yüzde yüz özgürlüğe sahiptim. Onlarla çalışmayı seçmemin sebebi de buydu. Özellikle böyle bir film yaparken filmi dilediğim gibi yönetme hakkımdan ödün veremezdim. Bu bağlamda İsveç’li olmak büyük bir ayrıcalık. Devlet projemizi fonladı ve her şey sanatçıyı destekleme üzerine kuruluydu. Ana Serner İsveç Film Enstitüsü’nün CEO’su olarak kadın yönetmenlere alan açmak için büyük çaba gösteren biri. Dolayısıyla o bağlamda çok büyük destek gördüm.

Mina: Bunu duymak çok güzel, darısı tüm yönetmenlerin başına. Filmde gerçekten porno endüstrisinde yer alan insanlar da kendilerini canlandırıyor, örneğin endüstri devi Mark Spiegler. Oyunculuk yer yer o kadar doğal ki replikleri belli miydi yoksa doğaçlamalarına müsade var mıydı sorusunu aklıma getirdi. Onlarla çalışmak nasıldı?

Ninja: Doğaçlamalarına oldukça müsade etmeye çalıştık. Sahneye göre değişiyor tabii ki, bazı diyaloglar veya replikler çok kritikti. Örneğin Spiegler ile çok fazla vakit geçirdik ve kendisini gerçekten bir dostum olarak görüyorum. Repliklerini tam olarak konuştuğu şekilde yazdım. Bazı ana replikleri olduğu gibi söylemesi önemliydi ve yazdığım şekilde oynadı, fakat söylediğim gibi yazdığım replikler zaten onun söylediği şeylere dayalıydı. Yani doğaçlamaya yer vardı. Kendilerini gerçek isimleri ile canlandıran oyunculara da içinde bulundukları sahneleri izlettim ve filmde yarattıkları izlenimle bir problemleri olmadığından emin oldum. Kendilerini temsil etmediklerini düşündükleri şeyleri onlara yaptıramam. Bir diğer yanda da gerçekten itici, anlayışsız karakterler var. Bu rolleri en yakından tanıdığım ve güvendiğim kişilere verdim. Bir bakıma kötüleri iyilere oynattım. Bu sahnelerin tamamı oyunculuktu ve sanırım karakterlerini kime dayandırdığımı ve kime referans verdiğimizi anlamışlardı.

Mina: Daha evvel bana bu filmi yazıp çekme sürecinin sizin için dönüşümsel bir yolculuk olduğunu, porno karşıtı feminist aktivizm ile çıktığınız yolda araştırmalarınız ve ziyaretleriniz ile fikirlerinizin değiştiğini söylediniz? Peki kısa film tamamen başka bir perspektife mi sahip?

Ninja: Kısa filmi 2011’de yazdım, bu noktada çoktan porno hakkındaki görüşüm değişmişti. Sürekli değişmeye ve yeni perspektifler kazanmaya devam ediyorum. Fakat asıl fark kısa filmde o dünyaya dair gerçek bir deneyimin bulunmaması. Film beni bir çok açıdan çok değiştirdi ve bana insancıl bir bakış açısı kazandırdı. Hakkında öfke duyduğumuz tüm bu şeyler, pornonun içeriği vesaire, bunlar için porno sektöründe çalışan insanları suçlayamayız ve tekil şahısları sorumlu tutamayız. Onlar için de bu tarz içerikleri talep ederek sapık olan, seksist ve ırkçı olan bizleriz. Onlar vücutlarını kendilerinden bekleleneni, yani başkalarının fantezilerini gerçekleştirmek için kullanıyorlar. Fahişe ve kutsal bakire ikileminin temelinde yatan unsur da bu. İnsanları yaftalayıp kendi arzuların için duyulan utancı ve suçluluğu onlara yüklemek. Tüm bu problemler bizden ve kültürümüzden geliyor, sorumlusu biziz ve bununla başa çıkmakla yükümlü olan da bizleriz. Bunu tüketicilere istediklerini sunan işçilere yansıtamayız. Porno endüstrisindeki insanlar zengin değil, çoğu işçi sınıfı çok yoğun çalışıyorlar. Çok sınırlı sayıda bir azınlık dışında kimse o lüks yaşantıyı sürmüyor. Ve işleri oldukça ağır bir iş.

Mina: Sanırım burası kendimin de önceden dahil olduğunuz porno karşıtı feminist duruşa sahip olduğumu belli ettiğim yer. Fakat olaya ahlakçı veya muhafazakar reflekslerle yaklaşmıyorum. Benim endişelerim daha ziyade kadınlar üzerinde yarattığı zarar, gerçekçilikten uzak beklenti ve dinamikler üzerine. Pornoya karşı olmam beni porno sektöründe çalışan kadınları düşmanlaştırmaya itmiyor tabii, zira bunun suçlusunun onlar olmadığı konusunda katılıyorum. En nihayetinde filme dair en beğendiğim bir şey de buydu sanırım, porno sektörünü yüceltme veya kötüleme maksadı gütmeden sektöre giren bir kadının deneyimini didaktiklikten uzak şekilde anlatması. Bu kadar kutuplaştırıcı bir konuda izleyiciyi görüşü ne olursa olsun içine çeken ise kuvvetli hikaye anlatıcılığı. Filmin başından sonuna Bella’ylaydım, yer yer merak yer yer endişe ve öfke içinde. Benim de, pornoyu destekleyen birinin de izleyip kendi çıkarımına varabileceği bir filmdi diye düşünüyorum. Aslında aklımda binlerce soru var ama son bir soruyla kapatma vakti: Özellikle porno sektörü için eril bir bakışa karşı koyabilecek alternatif bir kadın bakışından sıkça bahsediliyor. Sizce kadın bakışını yaratan ve eril bakıştan farklı kılan şey nedir? Çünkü içselleştirilmiş mizojini gibi eril bakış, yani kadınları vücut parçaları ve itaatkar arzu objeleri olarak sergileyen sinema pratiği de kadınlar tarafından uygulanabilir. Eğer bir kadın yönetmenin filminde kadın bedeni hala objeleştiriliyorsa veya şiddete ve acıya maruz bırakılıyorsa, buna kadın bakışı diyebilir miyiz? Filmde gördüğümüz kadın porno yönetmeni Aiden Starr, oyuncularına ve Bella’ya saygı ve rızaya dayalı bir çalışma ortamı sunuyor. Bu Starr’ın filmini eril bakıştan azade kılar mı?

Ninja: Hayır, o da eril bakış ile çalışıyor. Erkek meslektaşları kadar eril olmasa da. Bir erkek fantezisini erkek bir seyirciye satıyor, çünkü porno endüstrisinde parayı verenler erkekler. Dolayısıyla onların arzularını tatmin ediyor. Bence kadın bakışı, kadın deneyimiyle ilişkilenen bir bakış. Hayali penisimde bir ereksiyon hissetmeyi öğrendim çünkü tüm pornolar bir penisin bir vajinaya veya bir ağıza girmesinin yarattığı his etrafında dönüyor ve gördüğüm kadınların vücutları, ya da vücut parçaları bana bir “erkek” olarak keyif veriyor. Yani benim için kadın bakışı, bir kadın bedenine sahip olma deneyimiyle örtüşen görüntüler üretmekten geçiyor. Örneğin “Klitorisimi şuna sürtmek istiyorum” gibi, ya da bu deneyime dair herhangi diğer arzu.

Mina: Katılıyorum. Bahsettiğiniz hayali penis zaten eril bakış kavramını ortaya atan Laura Mulvey’nin bize anlattıklarıyla örtüşüyor. Kadın, erkeğin zevki için üretilen anlatıda erkeğin bakış açısını devralıp kendini onun yerine koymayı öğreniyor. Bu porno dışındaki sinema için de geçerli.

Benim için çok keyifli bir sohbetti, teşekkürler. Bir sonraki filminiz için çalışmaya başladığınızı duydum, şimdiden bol şans!

Ninja: Teşekkürler!

*(male gaze)

Filmi MUBI üzerinden izleyebilirsiniz.

yazıyı oku

İNSANA VE ÖTESİNE DAİR: MÜSTAKBEL SUÇLAR

Yazı: Mina Aslan

Cronenberg’in yeni filminden yola çıkarak 79 yaşındaki veteran yönetmenin uzun metraj body horror filmlerini tek tek ziyaret ettiğimiz daha uzun soluklu bir yazı yazma niyetiyle başladım bu makaleye. Yazmaya başladıktan sonra hayatımda meydana gelen bazı iğrenç gelişmelerin de etkisiyle yazı aldı başını biraz başka yerlere gitti. Ben de bu temaya ucundan kenarından bağlanan dağınıklığı kucaklamaya karar verdim, bence Cronenberg beni içine zerk ettiği bilinç akışını severdi. Umarım siz de seversiniz.

 

Kendisini A History of Violence, Eastern Promises gibi mafya filmleri ve Scanners, Videodrome, eXistenZ, The Fly ve Crash gibi body horror, bilim kurgu ve psikolojik gerilim üçgenindeki filmleriyle tanıdığımız David Cronenberg, bu yıl Crimes of the Future adlı uzun metrajıyla sahalara dönerek kendisini meşhur eden unsurları tekrar ziyaret etmiş. Viggo Mortensen, Lea Seydoux ve Kristen Stewart’ı içeren kadrosuyla Crimes of the Future, Türkçe adıyla Müstakbel Suçlar yönetmenin 8 yıllık aradan sonra çektiği ilk uzun metraj olmakla birlikte bu janrdaki diğer klasikleri gibi posthümanizm, transhümanizm ve postyapısalcılık temaları ekseninde dönüyor. 1970’te çektiği bir kısa filmle aynı ismi paylaşan Müstakbel Suçlar’ın kısa film ile ismi dışında pek bir ilgisi yok, senaryosu ise 20 yıl evvel Painkillers başlığı altında yazıp prodüksiyon evresinde bıraktığı bambaşka bir hikaye. Yönetmen 20 yıl sonra projeyi yapımcısının da ısrarlarıyla raftan indirdiğinde bu isimle çok fazla film ve kitap çıktığını fark ediyor, ve halihazırda başka bir kısa filminde kullandığı bir ismi kullanmakta kanaat kılıyor.

 

 

Cronenbergian diyebileceğimiz pek çok öğeyi bir araya getiren film, bir bakıma da yönetmenin kendi külliyatına ve bu külliyatın yarattığı felsefi tartışmalara retrospektif bir geri bakış ve aleni bir düzen eleştirisi niteliğinde; İnsanoğlu, sıfırı tükettiği distopik bir gelecekte ürettiği plastiği yemeye doğru evrimsel adaptasyon gerçekleştirmeye başlıyor. Tüketim kültürü ile birlikte arka plana itilip önemini yitiren işlevsellik, yeni ve değişik olana yer açmak için ıskartaya çıkartılıyor; vücutlarımızda işlev sahibi olmayan yeni organlar tümör gibi büyüyüp bizi içeriden boğuyor. Acı hissetme yetisi ortadan kalkmaya başlayınca mütilasyon yeni bir fetiş haline geliyor. Bu distopik dünyada içinde yeni organlar büyüyen performans sanatçısı Saul, eski travma cerrahı partneri Caprice ile birlikte bu organları aldırdığı canlı performanslar sergiliyor. Aslında kulağa ne kadar kaçık gelse de Cronenberg’in zihninden çıkma bir fantezi değil bu, filmin ilham kaynağı gerçek bir performans sanatçısı. Posthümanist tartışmalarda ismi çokça anılan Fransız performans sanatçısı ORLAN’dan ilhamla yazılan filmde, Carnal Art kavramı merkezde konuşlanıyor. Etsel ve şehvetle ilintili anlamına gelen ve ORLAN tarafından başlatılan Carnal Art akımı, vücudu modifiye etmeye dayanan, acı ve katarsisi merkezine alan Body Art akımından anestezi ile ayrılıyor. ORLAN, 90’ların başında lokal anestezi altında bir seri estetik ameliyatla, yüzünü şekilden şekile sokuyor. Plastik cerrahiyi güzelleşme veya medikal ihtiyaçlar dışında kullanan ilk sanatçı olan ORLAN, Mona Lisa’ya benzemek için şakaklarına elmacık implantları yerleştirtiyor, ağzını François Boucher’in Europa’sına, çenesini Botticelli’nin Venüs’üne benzetmek için bıçak altına yatıyor. Performansın bir parçası olarak uydu bağlantısıyla bu anları yayınlıyor ve ameliyathaneyi bir stüdyoya çeviriyor. ORLAN, yönetmenin filmlerinde efektlerle yarattığı grotesk ve abject gösteriyi, canlı yayında kendi bedeni üzerinde gerçekleştiriyor. Şuuru açıkken yüzünü canlı yayında adeta yüzdürüp geri taktıran sanatçı hâliyle Cronenberg’in dikkatini çekiyor. 2002’de çıkarttığı filmi Spider’ın ardından Cronenberg, ORLAN’ın biyografisi olacak bir film yazmak için kolları sıvıyor. Başrol için Nicholas Cage ile anlaşıyor. ORLAN’ın da rol alacağı film, yönetmenin projeye dair tereddütleriyle rafa kalkıyor. Günümüzde bu hikayenin çok daha mânidar olacağını düşünen Robert Lantos, Cronenberg’i senaryoyu tekrar değerlendirmeye ikna ediyor ve ortaya karşımızdaki film çıkıyor. Cronenberg’in, günümüzde daha da gerçekçi gelen bu yakın gelecek tasvirine 20 yıl önce imza atmış olması ise etkileyici.

 

 

‘‘Kafamızdaki düzeni çevremize empoze etme ihtiyacımızdan olsa gerek, kendimizi nisbeten sebatlı ve sağlam biliriz. Ama ben bir insana baktığım zaman organik, kimyasal ve elektronik bir kaos girdabı, geçicilik ve dengesizlik, parıltılı bir değişme ve dönüşme potansiyeli görüyorum.’’

 

Cronenberg başından beri cüretkarlığa meyilli bir yönetmen. J.G. Ballard’ın aynı isimli romanından uyarladığı Crash, hâlâ toplumsal infiale sebep olan filmler ele alınırken konuşulan bir vaka. Film, araba kazası geçirdikten sonra araba kazalarına yönelik fetiş geliştiren bir çiftin bir tür yeraltı fetiş kültüne girişini ve orada yaşadıkları erotik maceraları konu ediniyor. Marazi ve grotesk görülenin bir fetiş, arzu nesnesi haline geldiği filmin Cannes gösteriminde jüri üyesi Francis Ford Coppola’nın filmin içeriğini görünce isyan etmesiyle başlayan curcuna, Evening Standard ve Daily Mail editörlerinin Crash’e karşı bir yıl süren bir medya savaşı başlatmasıyla arşa çıkıyor. Film hakkında sadece İngiltere’de 400 basın açıklaması yapılıyor, sansürün yüzü sayılan muhafazakar aktivist Mary Whitehouse dahi tartışmalara dahil oluyor. Film Sınırlandırma Kurulu üyeleri üzerinde filme sansür kararı çıkartmalarına yönelik baskı oluşturmak için muhafazakar gazeteler özel hayatlarını gazetelere döküyor. Bir noktada filmin insanları suça sevk edip etmeyeceğine dair otomobil kulüplerinden dahi uzman görüşü alınıyor. Büyük Sony boykotları ve yarattığı ayaklanmaya rağmen Crash bir şekilde yayında kalmayı başarıyor, bu da sinemada özgür ifade adına bir zafer olarak anılıyor. Saul ve Caprice’in performanslardan ve mütilasyondan aldıkları cinsel zevk, bize Crash’teki James ve Helen’ı anımsatıyor. Ameliyatları yapmak için kullandıkları ‘sark ünitesi’, Saul’un içinde uyuduğu ‘orkide yatak’ ve yemek yerken sancılarını dindirmesi  için oturduğu ‘kahvaltı sandalyesi’ ise iç kaldırıcı seviyede antropomorfik formlarıyla akla eXistenZ’deki game pod’ları getiriyor.

 

Body horror dediğimiz janrın estetiğinin inşasında büyük katkısı bulunan Cronenberg sinemasının temasal altyapısında “abject” denen kavram yatıyor. Bulgar filozof Julia Kristeva’nın Georges Bataille’ın formsuz kavramından yola çıkarak öne attığı, sadece bedenimizin değil ontolojimizin de sınırlarını bulandıran bu abject; türkçeye anlam kaybı yaşamadan çevirmesi zorlu bir kavram. Aslında kabaca “iğrenç, iğrenti uyandıran” anlamını taşısa da burada bahsettiğimiz kavram olan abject, yani büyük harfle İğrenç, insanın kendine ve gerçekliğine dair algısını bozguna uğratan, insana kendi faniliğini, ve daha da kötüsü acizliğini anımsatan; özne-nesne, içerideki-dışarıdaki, özlük-öteki arasındaki sınırı bulandıran anlamını taşıyor. Abject’e sunabileceğimiz birincil örnek ceset, çünkü ceset bize kendi ölümlülüğümüzü anımsatıyor. Açık bir yara, irin, dışkı, lağım, mükemmelliğini ve bütünlüğünü yitirmiş bir beden; bunların hepsi gözümüzü kaçırdığımız gerçekliğin dehşetini beraberinde getiren şeyler, çünkü insan olmaya dair kanıksanmış varsayımları, doğanın zapturapta alındığı sanrısını ve gerçekliğin tahayyül edilebilir olduğuna dair kartezyen varsayımları yırtıp atıyorlar. İçimize, yani beden dediğimiz bütüne ait şeyler dışarı atıldıkları an İğrenç oluyorlar. Vücut salgıları, kafamızdan kopup banyo giderinde yumaklaşan saçlar İğrenç. Kestiğimiz tırnaklarımız, vücudumuzdan ayrıldıkları an İğrençleşiyorlar. Bizi hayatta tutan bedensel fonksiyonları gayet tabii yadsıyabiliriz, ama dışarı çıkıp görünür hale geldikleri zaman, bu İğrençtir. İğrenç olan şey bizi, dil ve kültür üzerine kurulu olguları anlamlandırdığımız yerden çekip, düzen ve içkin bir anlamın olmadığı gerçekliğe sürükler. Tıp okuyan bir arkadaşım bir gün bana “her şeyin bir şekilde yolunda gideceğini varsayıyoruz ama en ufak patojenlerden, bir haşerenin ısırığından veya bozuk bir besinden kapılabilecek ölümcül hastalıkları göz önünde bulundurursak bana işlerin yolunda gitmeme olasılığını çok daha büyük gibi geliyor” mealinde bir şeyler demişti. Sonraki üç gün yastığımda yürüyen, gözüme bile görünmeyen maytları, cildimde gezindiklerini, porlarıma girdiklerini düşünmüştüm. Abject biraz da bu işte…

 

 

Cronenberg’e geldiğimizde ise Brecken denen çocuğun -annesinin hitabıyla yaratığın- ağzından dökülen yoğun beyaz salya, The Fly’da yavaş yavaş sineğe evrilen bilim adamının cildini delerek çıkan uzuvlar, Scanners’da yavaş çekimde karpuz gibi patlayan kafalar, Crash’te araba kazası fetişi geliştiren ve engelli kalan bedenlerin cinselliği, eXistenZ’de dedektörden geçebilmesi için kemik, diş ve diğer organik materyallerden yapılan silah, kıkırdak dokuyu ve benzeri organik formları andıran teknolojik kumandalar ve Crimes of the Future’daki antropomorfik mobilyalar… Hepsi, kelimenin tam anlamıyla İğrenç. Çünkü bedenimizin içiyle dışı arasındaki sınırları bulandırıyorlar, ya da bize gözümüzü kaçırdığımız kırılgan gerçekliğimizi hatırlatıyorlar.

 

 

VÜCUT, HAKİKATTİR.

 

Filmde Saul ve Caprice provokatif performanslarını sergilerken arkalarındaki ekranlarda bu motto yazıyor. ”Vücut, hakikattir”: tabiatı gereği sınırlayıcıdır, bu da bertaraf edilmesi arzusunun temelini oluşturur. Bilinci sibernetik bir organizmaya yükleyip insan vücudunun sınırlarını aşmak, bilim kurgunun -ve transhümanist düşüncenin- kalbinde yatar. Bu filmi çektiği noktada, Cronenberg de kendini biyonik bir canlı olarak tanımlıyor, çünkü kulağında işitme cihazı denen minik bilgisayarlar, gözlerinde de plastik lensler var. Katarakt ameliyatının ve işitme cihazının yaşadığı gerçekliği ne denli değiştirdiğini deneyimleyen yönetmen, dünyaya artık 50 yıldır film çevirdiği gözlerle değil, başka gözlerle baktığını söylüyor. Bir şeyler kesinlikle değişmiş gibi duruyor; şimdiye dek çektiği body horror filmlerinin neredeyse tümünde insanların kibir ve hırslarından doğan başkalaşma veya bedenin sınırlarını aşma girişimleri ibretlik sonlarla cezalandırılırdı. Müstakbel Suçlar’da ise dünyanın geldiği, ya da bizim elimizle getirildiği vaziyette yaşama devam edeceksek başkalaşıma müsade eğmenin tek çaremiz olabileceği ihtimali vurgulanıyor. Buradaki başkalaşım tabiata meydan okumanın değil, karşısında boyun eğmenin başkalaşımı olarak önceki filmlerinden ayrılıyor, ve bir bağlamda mazur görülüyor. Yönetmen önceki filmlerini andıran estetik ve tematik devamlılıklar sunsa da, nihayetinde farklı bir perspektif getiriyor. Cronenberg’in iğrenç filmi Müstakbel Suçları’ı MUBI‘de izleyebilirsiniz. 

yazıyı oku