LORİN MERHART: “GECE GÜNDÜZ OYUNCULUK DÜŞÜNÜYORUM”
Röportaj: Heja Bozyel
Fotoğraf: Can Görkem
Geçtiğimiz karanlık ve soğuk hafta sonunda siz de çoğu kişi gibi yeni yapımları izlemek için battaniye altında kıvrıldıysanız muhakkak Prime Video’nun yeni yapımı Bihter’i izlemişsinizdir. Gerçi film o kadar çok konuşuluyor ki hava nasıl olursa olsun bir merak edip izleyesi geliyor insanın. Filmle ilgili yorumlarda hangi tarafta olursanız olun, Bihter’deki gizli cevher sizin de dikkatinizi çekmiş olmalı: Sessiz sedasız Beşir’i canlandıran Lorin Merhart’tan bahsediyorum.
Daha önce farklı yapımlarda yer almış olsa da ilk kez bu kadar çok dikkat çekti. Hem de filmin en sessiz, en silik (ya da öyle görünen) karakterini canlandırdığı halde. Üstelik, Beşir karakterini canlandırmak için 10 kg vermiş ve vücudunu deformasyona uğratması gerekmiş. Bu yüzden Lorin’i daha iyi tanımak gerektiğine karar verdik.
Bali’de başlayan yolculuğu, Berlin’de İsviçreli bir baba ve Türkiyeli balerin bir annenin ilk çocuğu olarak hayata gelişi, Londra’da oyunculuk eğitimi aldıktan sonra İstanbul’a dönüşü ve hayalleri. Bu ilginç karakterin kendi hayatı bile başlı başına bir film olabilir aslında!
Nerelerden geldin, Beşir olmadan önce kimdin?
28 Ocak 1997 doğumluyum. Berlin’de doğumluyum. Baba tarafı İsviçreli Alman, anne tarafı Türk. Baba tarafı biraz karışık. Babam Afrika’da doğmuş falan filan. Ben de Berlin’de doğdum. Sonra Bali’ye taşınıyoruz. 3 sene orada yaşıyorum. Film gibi hikayeler var. Ben birazcık Balice konuşmaya başlayıp annemler beni anlamamaya başladığı zaman Türkiye’ye geliyoruz. Sonra burada büyüdüm. 8. sınıfa kadar Eyüboğlu Koleji, sonra Doğa Koleji’ne gittim. Ondan sonrasında eğitim için yurt dışına gittim, Londra’ya. Üniversiteyi orada okudum, konservatuar. Drama Studio London’da, 4 senelik bir konservatuar eğitimim var.
Oyunculuk merakın nasıl başladı?
11 yaşında İsmet Ergin’in bir kısa filmiyle başladım bütün bu olaylara. Hatta audition aldığı zamanı hatırlıyorum. Bir tane kamerası vardı elinde. Bir restorandaydık. “Oyuncu olmak ister misin? Filmde olmak ister misin?” diye sordu… Böyle başladı. O film ödül alınca falan ben de anneme “Acaba hani profesyonel olarak yapılıyor mu bu oyunculuk” diye sordum. O da “İstersen bu senin kariyerin olabilir” dedi. Dedim ki “Okey, ben bunu seçiyorum”. 11 yaşında seçtim yani aslında. Ondan sonrasında Zil Çalınca dizisinde oynadım… Diziler ve filmlerle devamı geldi. Muhteşem Yüzyıl sonrasında eğitime gittim. Google’a “en iyi oyunculuk okulu nerede” yazdım. O da ya Londra ya Amerika diyordu. Ben de Londra yakın dedim. Annem de çok uzağa yollamak istemedi beni. Ondan sonra Londra olsun dedi. Bir hazırlık kursuna kabul edildim önce. Lise bitiyordu. Yani herkes günde 500 tane soru çözerken ben arkada Hamlet okuyordum. Gerçekten böyle gizli gizli monolog ezberliyordum. İngilizce… Kendi başıma bu arada monologları deneye deneye anneme gösteriyordum. Babama gösteriyordum. Onlar da birazcık inanıyorsa devam ediyordum.
Ailende sanatçı çok fazla, annenin de oyunculuk, senaristlik deneyimleri var. Bunun getirdiği bir özgürlükle mi başladın oyunculuğa yoksa her halukarda oyuncu olur muydun?
Evet. Ailemde sanatçı çok fazla. Bence sanat camiasında büyümüş olmak epey bir katkı sağladı bana. Çünkü sonuçta anneannem Tülin Onat’ın sergilerine gidiyorduk sürekli. Ben sürekli böyle bir ressamlar, sanatçılar arasında büyüdüm yani. Açılış oluyor sonrasında yemeğe gidiliyor. Ben de yemeklerde uykum gelince uyuyordum yanında. Öyle hep yanlarında taşıdıkları bir çocuktum aslında. Sanat camiasının içinde. Annem de Berlin’de oyunculuk eğitimi adı. Aynı zamanda çok iyi bir balerindi. Babamla da orada tanışıyorlar zaten. Yani bence işte annemin, anneannemin böyle sanatçı ruhlu olması beni çok körükledi. Çünkü başka bir şey düşünemiyordum yani. Ama babam da hiçbir zaman finans oku falan demedi. “Ne istiyorsan onu yap” dedi. İsmet Ergün’ün filminden sonra da çok sevdim set ortamını, bayıldım yani. O yüzden onu kovaladım.
“Beşir’e benzemek için yemek yemeği bıraktım, 10 kilo verdim.”
Peki herkesin sorduğu soruyu sorayım, bu kadar imkanın varken, yurt dışında okumuşken neden Türkiye’ye döndün?
Evet bu soru çok soruluyor. Bu soruyu yanıt olarak şöyle söylemek istiyorum. Çünkü annemler burada, yani anneannem, annemin çok fazla çevresi olduğu için stratejik olarak, bir hamle olarak düşündüm bunu. Yurt dışından ayrılırken o kapıyı hiç bir zaman kapamadım bu arada. Orada bir ajansım var hala. Herhangi bir tiyatro, iyi bir film veya dizi teklifi gelirse onun üstünden bir şeyler düşünebiliriz diye konuştuk. Çünkü o ajans Game of Thrones’a falan cast yapıyor. Ama ben şu an yolumdan çok memnunum.
Peki Beşir ile nasıl tanıştın?
Valla Beşir ile tanışmamız çok ilginç oldu. Çok hızlı oldu bu arada. Yani yönetmen görüşmem 5 dakika sürdü. Hocalarla ısındık bir anda. Direkt kitabı aldım, 3-4 defa okudum. Volkan Yosun hocam çok destek oldu. Onunla beraber Beşir karakterini her türlü açısından ele almaya çalıştık. Beşir, fiziksel olarak çok narin, elleri çok naif, kendisi çok saf… Normalde ben bir sporcuyum ve boks yaptığım için çok vücudum sert bir kalıptaydı. Ben de yemek yemeği bıraktım. 75 kilodan 65 kiloya düştüm.
Of!
Aynen… O dönem yani bunu da sorguladım bu arada, yapmam gerekiyor mu diye. Ama ekranda kendimi birkaç açıda gördükten sonra dedim ki iyi ki yapmışım. Çünkü fark yarattığını düşünüyorum. Yani kendimi bir karakter oyuncusu olarak tanımlıyorum. Her karaktere farklı bir ruh, farklı bir fiziksel özellik, farklı bir bakış katmaya çalışıyorum. O yüzden öyle yani çok güzel bir süreçti.
Beşir’den kendine dair neler öğrendin?
Kendime dair… Küçüklüğümden beri yani 18 yaşımda Londra’ya gittiğimden beri her gün spor yapıyordum. Haftanın 7 günü yani, dinlenme günleri dahil. Şimdi bu rol için ilk defa spor yapmayı bırakıp yemek yemeyi bırakmam gerekiyordu. Farklı bir fiziğe geçtiğim zaman havam değişti, dış görünüşüm değişti, konuşma biçimim biraz daha böyle naifleşti diyebilirim. Daha farklı bir benliğe büründüm aslında. Ama işte o sırada da bütün fokusum Beşir olduğu için aslında birazcık Beşir’e bürünmeye başladım gibi hissettim. Böyle her şeyi duyuyorum, her şeyi görüyorum ama çok konuşmuyorum, içime atıyorum falan, değişik bir psikolojiye büründüm. Ama bu deneyim sayesinde artık her türlü şeyin altından kalkarım gibi düşünüyorum. Çünkü aynı zamanda aksan ekledik üstüne. Kitapta Beşir, Türkiye’den değil, tam olarak geçmişini bilmiyoruz ama farklı bir geçmişe sahip olduğu için hocalar da birazcık Türkçe aksanını kırmak amaçlı bir şeyler rica etti. Onu da ekledik. Ve güzel bir şey çıktı ortaya. Üst üste bir sürü şey koyabildiğimi gördüm.
“Gece gündüzümü oyunculuğa veriyorum. Başka hiçbir şey düşünmüyorum.”
Peki bu kadar fazla insana hitap eden ve bence bu sene en çok konuşulacak filmde oynayınca daha fazla insan tanıyacak seni, sosyal medyanın acımasızlığı ile karşılaşacaksın. Hazır mısın bunlara?
Tabii ki de. Çünkü tabii ki karşılaştırma yapılacak. Buna insan çok fazla hazırlanamaz gibi düşünüyorum. Sadece seni etkileyip etkilemeyeceğine dair bir karar verebilirsin. Yani ben bunun beni etkilememesi tarafındayım. Çünkü insanlar her zaman, görüyorum yani, yorumlar her türlü, her şeye yapılıyor. Her türlü yorumlar geliyor. Bunlar kaçınılmaz. Şahsen seyirci olsaydım ilk baştan her şeyi silip kafamda sıfırdan hiçbir beklenti olmadan, bunu ayrı bir film olarak görüp öyle izlerdim. Gelecek acımasız yorumlara da aldırmayacağız. Yapacak tek şey bu. Oyunun bir parçası bu.
Hedefin ve kendini oyuncu olarak koyduğun nokta ne?
Hedeflerim çok yüksek açıkçası ama genelde kendime saklıyorum. Çünkü insanlara söylediğin zaman birazcık fazla uçup gelebiliyor ama ben kaybetmeyi korkmadan hayal kurmayı seviyorum. Başarısız olacağımı düşünmüyorum çünkü pes ettiğin zaman başarısızsın. Devam ettiğin sürece her zaman başarılı olabilirsin. Benim amacım naçizane, global bir başarı yakalamak. Bunun için de çok çalışıyorum zaten, o yüzden bunu gururla da söyleyebilirim. Hiçbir çekincem yok bu konuda. Gece gündüzümü oyunculuğa veriyorum. Başka hiçbir şey düşünmüyorum. Ve gelecek olan her türlü karaktere de içtenlikle bağlanacağıma, en iyisini çıkaracağına da inanıyorum.
Karşına bir zorluk çıkınca bununla nasıl baş ediyorsun?
Öncelikle bunun bir yalan olduğunu kendime ikna ederim. Çünkü aslında aklımıza koyduğumuz her şeyi başarabiliriz. Sadece içsel inançlarımız bunlara engel olur. Durumu sorgulayıp neyin beni bu kadar korkuttuğunu, durdurduğunu analiz ederim ve sonrasında kendimi bu işin altından kalkabileceğime inandırırım. İnanmıyorsam bile inanmış gibi yaparım. Bu durumda yapmam gereken eylemi zaten yapmaya başlamış olduğumdan, harekete geçtikten sonra beni durduran düşüncenin aslında mental bir illüzyon olduğunu görürüm. Ayrıca bir şeyin yapılamayacak olması veya başarılamaz denmesi bende ters bir etki yaratır. İnadım tutar ve etraftaki herkesi haksız çıkarmak için daha da sıkı çalışırım. Kısacası zihnimizi kontrol edebilirsek, bence başaramayacağımız şey yoktur.
Lorin ne demek?
Lorin Türkçe’de aydınlık ve zafer kazanan demek. Bizim ailenin Kürtlükle bir bağlantısı yok ama ismim aynı zamanda Kürtçe ninni demekmiş. Sınavlarda, bazen kurumsal işlemlerde ismimle ilgili karışıklıklar oluyor ama en komiği bence kiralık scooterları kullanamam, kabul etmiyorlar ismimi.
Kaç dil biliyorsun?
3.5 dil. İspanyolcam az, buçuk olan o. Almanca, Türkçe, İngilizce. Çift dilli büyüdüm, İngilizce ve İspanyolca sonradan ama İngilizce de anadilim gibi şu an.
İstanbul’da huzur bulduğun yerler?
İstanbul’da Beykoz Riva tarafındaki evimde çok iyi hissediyorum. Ormanın içinde, yeşilliklerin arasında gerçek huzurun tadına varabiliyorum. Ara sıra şehrin kaos ve gürültüsünden kaçabiliceğim bir yerimin olması müthiş bir durum. Onun dışında Fenerbahçe Kalamış taraflarını huzurlu ve sakin buluyorum.
En sevdiğin şehirler?
Herhangi bir sıralama olmadan Londra, Bali ve Los Angeles derdim. İstanbulu saymıyorum çünkü çok uzun yıllardır burada yaşıyorum zaten, çok da seviyorum. Ama farklı 3 şehir deseydim bu üçünü seçerdim. Londra dememin sebebi bütün konservatuar arkadaşlarımın hala orada olması ve zamanında birlikte inanılmaz bir vakit geçirmiş olmamız. Bali dememin sebebi çocukluğumun bir kısmının orada geçmiş olması ve ikinci gidişimde hissettiğim huzurdu. LA dememin sebebi de şuanda kardeşlerimin orada hayallerini kovalıyor olması ve 3-5 seneye muhtemelen benim de onlara katılacak olmam.
RÖYSKOPP İLE PROFOUND MYSTERIES VE MÜZİĞİN DERİN DÜNYASI: DJ SETİNDEN ALBÜME YOLCULUK
Röportaj: Hikmet Demirkol
Artwork: Carilla Karahan
Geçtiğimiz haftalarda Zorlu PSM’de gerçekleşen MIX Festival’de DJ setinde yer alan Röyskopp ile röportajımız, son ana kadar net olmadığı için haftalarca bu ihtimalin heyecanıyla bekledim desem yalan olmaz. Norveçli ikili ilegeride bıraktıkları 20 seneyi ve müziklerindeki değişimi konuştuk. Hem sohbet sırasındaki samimiyetleri hem de konser sonrası unutmayıp bir araya geldiğimizde gösterdikleri inceliği de hafızama kazıdım.
2014’te yayımladığınız ‘The Inevitable End’ albümünüzden sonra yaptığınız röportajlarda bunun son albümünüz olduğuna dair yorumlar yer alıyordu. Oradan alıp başlayalım istiyorum, ne dersiniz?
Torbjørn Brundtland: Korkarım ki ‘The Inevitable End’i yayınlarken muhtemelen son geleneksel albümümüz olacağını söylediğimiz için söylediklerimizden bazıları çeviride kayboldu. Ve aslında geleneksel kelimesi, her ne sebeple olursa olsun düştü. Şimdi yakın zaman önce yayımladığımız yeni albümümüz ‘Profound Mysteries’ ile bu sözümüzü yerine getirdiğimizi hissettik, çünkü üçlü bir albüm olduğu için bu anlamda geleneksel bir albüm olmadığını düşünüyoruz. Ayrıca albümü yayınlama şeklimizin de alışılmışın dışında olduğunu düşündük. Ama tabi yine de her bireyin kendi kararı ve anlama şekline kalmış. Albüm formatında söyleyecek daha çok şeyimiz olduğunu hissettiğimizi söyleyebilirim. Bu yüzden ‘Profound Mysteries’ ile yeniden karşınızdayız.
O zaman ‘Profound Mysteries’e gelelim. Üç albümü bu kadar kısa sürede yayımlama fikri nasıl ortaya çıktı. Bu dev albüm projesinin üretim sürecini biraz açalım isterim.
T.B: Profound Mysteries’i yapmadan önce albümün iskeleti için çalıştık, ne yapmak istediğimizi belirledik. Üç bölümden oluşmasını istedik. Tüm bu parçaların her birinde 10 parça olmasını istedik, yani bir çeşit simetri. Ve öyle olmasını istedik ki, “Filler Tracks” diye adlandırdığımız parçalar olmasını asla istemedik. Yani her bir parçanın kendisinden sonra gelen parçayı bir şekilde vurgulamasını ya da yükseltmesini istedik. Böylece, her parçanın kendi amacı ve yeri olduğunu söyleyecek, boşluk hissetmeyecek dinleyici. Bu bahsettiğim günümüzdeki albümlerde çok yaygın olan bir durum, kimi yayımlanan işlerde sadece üç ana şarkı var albümün geri kalanı sadece dolgu malzemesi gibi duruyor. Bu duruma düşmek istemedik.
Svein Berge: Daha sonra bunu inşa etmeye başladığımızda, üç bölüm boyunca devam eden çok güçlü bir anlatımımız oluştu. Birbiriyle çok uyumlu da olsa sıkıcı olmamasını sağlamak zordu. Ama bunu başardık. Albümü yaparken biraz değiştirdik ve biraz daha parçalı ve muhtemelen biraz daha zorlayıcı hale getirdik. Albümün başlığına da uyum sağladı derin gizem, gizem kelimesine yeteri kadar vurgu yaptık (gülüyor).
Profound Mysteries’in üç bölümü için kısa kısa neler söylemek istersiniz?
T.B: Bizim için birinci bölümün bir tür geri dönüş olması gerekiyordu. ‘The Inevitable End’ ile bir dereceye kadar uzaklaştığımız için birinci bölümün yavaş bir geri dönüşü temsil etmesini istedik. Bir çeşit yeniden başlangıç, azıcık gizli ve saklı bir his barındırsın istedik. İkinci bölüm daha hilalli ve belirgin ve bir dereceye kadar açık sözlü bir anlatımla ilerlemesini kurguladık. Ve üçüncü bölüm ise bir tür durma ve kaybolma, belki de sona doğru ilerlerken biraz daha derine iniyor. Birlikte çalıştığımız vokalistler de bu anlattığım üç bölümü dinleyicimize doğru aktarmamızda, ruh hallerini ve duyguları vurgulamada yardımcı oldular.
Her albümünüzde birçok önemli isimle birlikte çalıştınız. Bu ilişkiyi nasıl kurduğunuzu merak ediyorum, şarkılardaki vokalleri nasıl seçiyordunuz, doğru kişiyi bulmak da zor olsa gerek. Yanılıyor muyum?
T.B: Vokaller şarkıların esas ruh halini aktaran kişiler. Örneğin Susanna çalışmayı çok sevdiğimiz bir arkadaşımız. Eğer bir umutsuzluk ve kalp kırıklığı duygusu aktarmak istiyorsak direkt onun kapısını çalıyoruz. Duygu ve o duyguyu yansıtacak kişiyle ilgili bir uyum bu aslında. Aynı şekilde Jamie İrrepressible’I daha gizemli şarkılar için kullanmayı istedik. Sesinde farklı bir teatral kalite var. Aslında vocal seçimi tıpkı bir melodiyi çalarken daha iyi bir tat bırakmak için seçeceğiniz enstrümanı kullanmak gibi bir durum diyebilirim. Doğru şarkı doğru vocal uyumu her zaman bizim için de çok önemli bir konudur.
“Eser ne anlama geliyor? Neyden yapılmış? Sıcak mı? Soğuk mu? Hayvansal mı? Robotik mi? Eski mi? Yeni bir şey mi? Uzaydan mı geldi? Dünya’dan mı? Bunların hepsi izleyiciye bağlı.”
‘Profound Mysteries’ üç bölümünden hangi bölüm sizin favorinizdi?
T.B: Hepsini seviyorum. Bu soru bana favori filmini seç demek gibi bir şey. Bazı bilim kurgu filmlerini severim ama bazı korku filmlerini de severim. Ama tek bir favorim yok, ama her disiplinde favorilerim var. Aynı mantıkla bence bu üç bölüm kafamda farklı disiplinleri temsil ediyor. Ama ben en çok sanırım nedense en çok üçüncü bölümü dinliyorum. Ama bu favorim bu olduğu anlamına gelmiyor o yüzden açıklamak istedim, ama kafamda en çok dinlediğimin bu olduğuna inanıyorum. Nedenini bilmiyorum (gülüyor).
S.B: Ben de hepsi diyeceğim. Birini seçince sanki diğerleri kötü mü gibi bir his geliyor (gülüyor). Eğer tarz açısından bakacak olursak, ben birinci bölümü tercih ederim. Ama en çok, en ilginç ve çok yönlü olarak seçmek istesem o zaman ikinci bölümü tercih ederim. Çünkü ikinci albüm gerçeklerin en çok farklılık gösterdiği bölümdür. Kendi ruh halim için birini seçecek olsam üçüncü bölümü seçerdim. Mutluluk önemli, beni sadece gülümsetiyor son albüm.
Röyksopp’un ne zaman bir şarkısını duysam gözümün önünde imgeler beliriyor, şarkılarınız hep görsellikle kafamda kendisine yer açıyor. Bu açıdan benim için eşsiz bir yeriniz var. Bunca yıl ürettiğiniz şarkılar ve onların görsel dünyanıza dair neler söylemek istersiniz? En çok da son üçleme albümünüzün görsel dünyasına dair neler anlatacağınızı merak ediyorum!
T.B: Profound Mysteries’e, bi̇r single seçi̇p tüm vaki̇ti̇mi̇zi̇ o single i̇çi̇n bi̇r vi̇deo hazırlamaya harcamak ve di̇ğer parçalar i̇çi̇n hiçbir şey yapmamak yeri̇ne, vi̇deolar ve görselleşti̇ri̇ci̇ler söz konusu olduğunda her parçaya ayni oranda emek harcanan bi̇r proje olarak yaklaşmak i̇stedi̇k. Her bir parçanın bütüncül ve her bir parçanın en az diğeri kadar önemli olduğu bir şey yaptığımızı dünyaya göstermek istedik. Bunu da Jonathan Zawada ile birlikte her bir parça için görselleştiriciler yaparak kanıtladık. Ayrıca yapım şirketi Bacon ile her parça için bir kısa film üzerinde çalıştık.
S.B: Şunu da ekleyebilirim, projenin başlığından da anlaşılacağı üzere gizem kısmını seviyoruz Mm-Hmm. Bu biraz da sizin söylediğinizle ilgili, müziği dinlerken yaşayabileceğiniz öznel deneyimle ilgili. Biz de bunu bir şekilde görsel olarak aktarmak istedik. Bu yüzden Jonathan Zawada’ya sanat eserlerini ve bu görselleştiricileri yapması ve bir şekilde bir sanat eserinden edinebileceğiniz öznel deneyimi temsil edebilecek bir şey yaratması için başvurduk. İşte bu şekilde elimizdeki bu eserleri ortaya çıkardık. Her parçanın kendi küçük eserleri var ve bunlar öznel yorumlara çok açık. Eser ne anlama geliyor? Neyden yapılmış? Sıcak mı? Soğuk mu? Hayvansal mı? Robotik mi? Eski mi? Yeni bir şey mi? Uzaydan mı geldi? Dünya’dan mı? Bunların hepsi izleyiciye bağlı. Ve biz bu duyguyu seviyoruz ve müziğimizle de çok güzel bir şekilde bağdaşıyor, ki bizce müziğimizi mutlu, hüzünlü, melankolik, neşelendirici olarak deneyimleyip deneyimlemediğiniz de son derece öznel. Bir kişi ve birey olarak müziğimizi hangi yöne doğru yönlendirmek istediğiniz gerçekten size bağlı. Biz bunu seviyoruz.
T.B: Bunu kutlamak istiyoruz. Bence bu bir dil, insanoğlunun içsel alanı için gerçekten bir dilimiz yok. Ve müzik, kendi iç dünyanızı geliştirmek için harika bir kaynak olabilir. Bu da kutlamak istediğimiz bir şey. Ve biz, özellikle de ‘Profound Mysteries’ için insanlara görselleştirilmiş bir imaj dayatmak istemedik. İşte bu yüzden Johnson Sawada ile çalışmanın ve Svein’ın az önce tarif ettiği bu şeyin projemiz için mükemmel olduğunu gördük.
İlk albümünüzün yayımlanmasının üzerinden 22 sene geçmiş, büyük bir zaman. Bunca zaman sonra yeni müzik üretme konusunda üzerinizde bir baskı hissediyor musunuz?
S.B: Biz yaptığımız işten zevk alıyoruz. Bence Torbjørn ve benim aramızdaki anlaşma, eğlenceli olduğunu düşündüğümüz sürece müzik yapmaya devam edeceğimiz üzerine kurulu. Lütfen beni yanlış anlamayın, asla ukala bir yerden söylemiyorum ama bazı müzik üretimlerinin zaten var olmadığını düşünüyoruz. Bizim ürettiğimiz müziğin dinleyicisi açısından kendimizi bir rakamla ölçmüyoruz. Küçük ama niş bir boşluğu doldurabildiğimiz sürece bu işi yapmaya devam edeceğiz. Baskı demem üretme sürecine ama belki yaratmak için bir aciliyet hissediyoruz diyebilirim.
Melody A.M günlerinden biraz daha bahsetmek istiyorum. Söz konusu albüm yayımlandığında o dönem chill out, downtempo müzikler popüler olmuştu diye hatırlıyorum. Bence bu akımda sizin de payınız çok büyük. O günler ile bugünü kıyaslarsanız neler söylemek istersiniz?
S.B: Her ne kadar ilk albümümüz Melody A.M bir ölçüde ana akıma girmiş olsa da, niyetimiz asla bu değildi. Ana akım açıkçası bizim tarafımızdan, bu anlamda, gerçekten yaratılmadı. Biz bu açıdan karar verici bir noktada değiliz. Açıkçası ana akım da artık çok değişti. 2000’li yılların başındaki elektronik müzik ile şimdiki elektronik müziğin durumunu karşılaştırmak çok zor, 2000’li yılların başlarında elektronik müzik hala bir yenilikti, ana akımda rock, rock ve r&b vardı ve hip hop muhtemelen ana baskın güçtü. Dolayısıyla, iki Norveçlinin çoğunlukla enstrümantal, ilginç, elektronik deneysel müzik yapması oldukça beklenmedik bir şeydi. Bugünlerde ana akım pop müziğin çoğu elektronik müzik.
T.B: Ana akım ifadesi bence artık aynı anlama gelmiyor. Yani tüm paradigma değişti. Bence asıl önemli olan da bu. Açıkçası artık daha az sanatçı var. Ana akım pazarı işgal eden sadece 10 farklı sanatçı var. Bunlar Taylor Swift, The Weekend, Billie Eilish ve benzerleri. Oysa 20 yıl önce daha fazla sanatçı olurdu, müzik tarzları açısından da daha çeşitli olurdu. Böyle düşününce biraz da durum üzücü diyebilirim. Bu arada ismini söylediğim hiçbir sanatçıyı eleştirmiyorum lütfen yanlış anlaşılmasın.
“Doğadan da keyif alıyorum, bu da hala Norveç’te yaşamamın nedenlerinden biri ve aynı zamanda şehrin biraz dışında yaşıyorum. Böylece denize ve dağlara erişebiliyorum. “
Biraz kişisel bir soruya geçiyorum. Sizlerin gündelik hayatlarınızı çok merak ediyorum. Herhangi bir hobiniz var mı, ya da gündelik rutinleriniz nasıl geçiyor?
S.B: Şahsen benim sıradan bir şekilde yaptığım belirlenmiş bir hobim yok. Film izlerim ve kitap okurum, ama hobi olarak değil, daha çok eğlence amaçlı bir şey. Doğadan da keyif alıyorum, bu da hala Norveç’te yaşamamın nedenlerinden biri ve aynı zamanda şehrin biraz dışında yaşıyorum. Böylece denize ve dağlara erişebiliyorum.
T.B: Benim de herhangi bir şekilde sıra dışı olan bir hobim yok. Doğa, ailemle olmadığım ya da müzik yapmadığım zamanlarda yapılacak en büyük şey. Doğada olmak benim en sevdiğim şey.
Bu soru sizle röportaj yapacağımı söylediğimde bazı hayranlarınızdan aldığım ortak bir soruydu o yüzden mesajı iletmek istedim. Röyksopp ile vokali özdeşleşen Robyn, Karin Dreijer gibi isimlerle tekrar çalışmamanızın özel bir sebebi var mı?
T.B: Vokal seçimimiz her zaman şarkıyla alakalı. Bir de yaratıcı olarak hem bizim için hem de dinleyicimiz için ortaya çıkarttığımız müziği ilginç kılmak istiyoruz. Ayrıca kendimizi de tekrar etmek istemiyoruz.
S.B: Ben de kendimizi tekrar etmememizin altını çizmek isterim. Bir diğer konu da sanatçı ve notanın birbiriyle uyumu. Şarkı bir vokal ile uysa bile zamanlama, planlama bazen uymayabiliyor. Denklemde birden çok değişken var. Yıllarca bizimle işbirliği yapan herkese minnettarız ve müteşekkiriz. Onlar olmasaydı bu şarkılar bu noktaya gelemezdi.
En başta bu işe girdiğinizde bir hedefiniz var mıydı? Varsa eğer böyle bir hedefiniz zaman içinde onda nasıl değişiklikler yaşadınız? Son olarak da ilerisi için nedir hayalleriniz?
T.B: Zor bir soru. Bilmiyoruz ama yaratma konusunda bahsettiğimiz aciliyete geri dönecek olursak, bence bir şekilde her zaman bir şeyler yaratacağız. Bunun dünyayla paylaşacağımız bir şey olup olmayacağına gelecek karar verecek. Ama devam edeceğiz.
DJ setlerinizden de bahsedelim. Çalarken nasıl bir plan var aklınızda ya da spontane mi ilerliyorsunuz DJ set performanslarınızda.
S.B: DJ set ile çıktığımızda biz son derece spontaneyiz. Bence DJ’liğin bizim için en büyük avantajlarından biri de bu, bir planımızın olmaması. Biz plansız çalıyoruz (gülüyor). Bu da stüdyoda yaptıklarımızdan çok farklı.
T.B: evet DJ’lik olayında tamamen özgürüz. Yani son derece doğaçlama. Nasıl çaldığımıza gelince, nerede çaldığımıza, ne zaman DJ’lik yaptığımıza bağlı olarak biraz değişiyor ama artık plak kullanmıyoruz. Eğer öyleyse de durum, o zaman evdeki ya da stüdyodaki plaklarımızı kopyalayıp dijital hale getiriyoruz çünkü plak çalar üzerinde çalma stresine ihtiyacım yok (gülüyor).
Türkiye’deki hayranlarınıza neler söylemek istersiniz?
T.B: MIX Festival’e DJ set ile geldik ama aklımızdan full ekip gelip canlı konser vermekten geçiyor onu da belirtmem gerek. DJ set performansımız çok enerjik tam bir kulüp havasında konsere dönüşüyor ama ikisinin yeri ayrı.
HAYATTA KALAN İNSANLIK
Röportaj: Zeynep Erekli
Fotoğraf: Dilan Bozyel
Çiler İlhan, son romanı Hayattayız Madem’de, hem ruhsal hem de fiziksel olarak yurtsuz olan insanların dünyalarına dalıyor. Yazar, 1940’larda Nazi kamplarından sağ çıkmış ve önce Amsterdam ardından İstanbul’da hayat kurmuş bir aile ile 2018’de Suriye savaşından kaçıp sınırdan Türkiye’ye giriş yapmış ve mülteci olmuş bir kadını buluşturuyor. Ve biz okur olarak 300 sayfa içinde duygudan duyguya sürükleniyoruz. Son dönemin dikkate değer romanlarından Hayattayız Madem’in yazarıyla romanın yolculuğunu ve yazarı gezindirdiği yeni haritaları konuştuk.
“Kurgu mu, gerçek mi?”
İzlediğimiz filmlerde, dizilerde; okuduğumuz romanlarda, öykülerde, bu soruyu sık sık sorarız. Merak ederiz. Bunlar yaşandı mı, yoksa yazarın hayalgücü mü? Çünkü eğer yaşandıysa, belki içimiz daha çok cız edecek. Ya da daha fazla bağ kuracağız olanlarla. Anlamaya çalışacağız, bunlar nasıl olabildi?
Çiler İlhan’ın son romanı Hayattayız Madem (Everest Yayınları), yaşanmış, hatta insanlık tarihine utançla, yılgınlıkla yazılmış büyük yıkımları temel alıyor. Bu yıkımlar üzerine kurgusal bir hikaye örüyor. Yazılması yedi koca seneye yayılan romanın ele aldığı konuların başında savaştan kaçan, ve kendine yeni bir yurt arayan insanlık var. Birkaç karakterin izinde anlatılması güç acılardan geçip hayatta kalan ve nefes alıp verdikçe ümide tutunan insanın gerçeğini görüyoruz. Daha da buruk olan, bu romanın piyasaya çıktığı hafta yaşananlar. “2023 Hamas – İsrail Savaşı” olarak adlandırılan ve hala devam eden cinnet, romanı okurken bir an bile aklınızdan çıkmayacak.
Göçü bizzat yaşamış, İstanbul’dan Gouda’ya taşınmış Çiler İlhan, şimdiye kadar yayınlanan tüm kitaplarında ezilen azınlıkların, çatışmaların, sürülmenin, kendi kaderini ellerinde tutamamanın sularında yüzdü; bu kez en zoruna kalkışmış ve altından kalkmış. 2000’lerin başından beri tanıdığım; beraber dergilerde çalıştığım, edebiyat üzerine sohbet ettiğim, bugüne kadar çıkan tüm kitaplarını hevesle okuyup gurur duyduğum; yer yer hararetli tartışmalara girdiğim arkadaşımla, bu ilk “büyük roman”ını konuşuyorum…
Hayattayız Madem’in tohumları içine ne zaman, nerede düştü?
2015 yılıydı… Nişantaşı, Galata, Taksim, nereye gitsem öbek öbek, kaldırımda oturan ailelerle karşılaşıyordum. Suriye’den göçlerin hızlandığı zamanlardı. Müthiş üzülüyordum. O zamanlar düştü içime bir fikir.
Peki Hollandalı-Türkiyeli aile, toplama kampı geçmişi… Bunlar nasıl girdi romana?
Çıkış noktam Suriyeli mülteciler olmasına rağmen, romanın elle tutulur ilk karakteri Cos oldu. Geldi kuruldu resmen… Kurgu zaman içinde değişti. Epey evrim geçirdi kitap.
Bu romanı ne kadar sürede, nerelerde yazdın?
İlk fikirden son taslağa, yedi yıl sürdü diyebilirim. İstanbul’da başladım. Çoğunu, şu an ailemle yaşadığım kent, Gouda’da yazdım. Kütüphane, kafeler, çalışma odam… Birkaç kez yakınlarda, Krimpen aan den IJssel’da bir airbnb’ye kapandım. Bir ara Amsterdam’da bir workspace’e gidip geldim çalışmak için. İsveç’in Gotland adasındaki Baltic Center for Writers and Translators’da toparladım romanı ve Gouda’da bitirdim.
Duyduğum anda hayran olduğum, etrafımdaki herkesin çok beğendiği bir ismi var romanın. Bu ismi nasıl buldun?
Teşekkür ederim… Bunu duyduğuma çok sevindim çünkü romanın yazılma süreci gibi isminin doğumu da sancılı oldu. Artık her şey hazır, son pdf kontrol ediyoruz, hâlâ hepimizin içine sinen bir isim yok…
Gökten mi indi?
Gerçekten de öyle oldu Zep! Gün içinde çok yorulunca yirmi dakikalık-yarım saatlik yarı meditatif bir uykuya yatarım. O gün de hayattan azıcık bezmiş, uzandım yatağa ve dedim ki; hadi artık, güzel bir isimle uyanayım. O yarı uyku-yarı uyanıklık halinde birden bu isim düştü aklıma. Yataktan fırlayıp hemen editörüm Devrim Çakır’a yazdım. İlk defa, “güzel bu” dedi ki Devrim’e bir şey beğendirmek zordur!
Suriye’deki iç savaş, IŞİD ve sınırdan kaçış; Auschwitz’te yaşananlar, sonrasında bir Yahudi ailenin kaderini belirleyen yol ayrımları… Bunları detaylı bir şekilde resmediyorsun romanda. Nasıl hazırlandın, nasıl araştırmalar yaptın?
Başak burcu titizliğiyle, obsesifçe… İki alanda da çok okuma yaptım bir kere. Film, belgesel, video, ne bulduysam izledim. Sorularımla Yahudi arkadaşlarımı bıktırdım. Hollanda’daki müzeye çevrilmiş eski toplama kamplarına ve Auschwitz-Birkenau’ya gittim. Sonra… Suriye’den Hollanda’ya göçen mültecilerle görüştüm…
Onlarla nasıl temas kurdun?
Çoğuna sivil toplum kuruluşları aracılığıyla ulaştım. Yüz yüze, onlarca görüşme yaptım. Paranoyalar içinde yazdım, tutarlı mı, doğru bilgiler üstünden mi ilerliyorum… Biraz deli cesareti olmuş böyle iki zor konuyu aynı kitapta toplamak.
“Hayatta kalmak çok güçlü bir güdü, kadın veya erkek. Fakat şunu şahsi tecrübeyle söyleyebilirim: Bir çocuğu içinden doğurunca anne olarak şöyle oluyorsun; “Peki. Ben artık ölemem.””
Romanda çok güçlü karakterler var, ama şüphesiz en güçlüsü Meryem. Katlanması zor acılardan, travmalardan geçiyor, örgütten kaçıyor, “bunu da atlatamaz” dediğimiz noktada kendini Türkiye’ye atıyor, bir süre sonra da insani sıcaklıklar ve yardımlarla küllerinden doğup kendine yeni bir hayat inşa edecek dirayeti buluyor. Sence bir insanın bu kadar güçlü olabilmesi mümkün mü? Bunun kadın olmakla, taşımak, doğurmak, büyütmekle bir ilgisi var mı?
Meryem gibi kadınlar tanıyorum. Ayrıca araştırmam sırasında savaşlarda, savaş benzeri kaotik ortamlarda “sıradan” insanların nelere katlanıp nelere rağmen yaşama tutunduğunu okudum. Dinledim… Hayatta kalmak çok güçlü bir güdü, kadın veya erkek. Fakat şunu şahsi tecrübeyle söyleyebilirim: Bir çocuğu içinden doğurunca anne olarak şöyle oluyorsun; “Peki. Ben artık ölemem.”
O halde, Meryem karakterini yazarken, dirayet konusunda kendi içindeki dişil güce de yaslandın…
Evet sanırım… Elbette mesela baktığında, Meryem ile benzer yaşantılarımız yok. Ahuva ve Batya’nın kökleri, aile yapısı da farklı… Fakat büyürken neredeyse herkes gibi kendi çapımda, özellikle duygusal zorluklar yaşadım. Bu karakterlerle özdeşleşebildiğim duygu durumları var. Hele ki kızım doğduktan sonra kadın olmanın, bir anlamda direnmek olduğunu kavradım. Annelik, ev kadınlığı, eşlik, sevgililik, iş insanlığı gibi, bir arada yürütmek durumunda kaldığımız, hepsi kendi içinde kocaman pek çok rolle nasıl başa çıkabileceğimi öğrendim.
Yine romanın temel taşlarından Ahuva karakteri, eşine rastlamanın güç olacağı bir iyi kalplilikte. Çağımızda, Nişantaşı’nın göbeğinde, çok korunaklı bir çevrede, ananaslı ve chia tohumlu smoothie içerek hayatını sürdürüyor, ama birden mülteci bir kadın ve bebeğine, maddi manevi tüm kapılarını, açabileceği kadar geniş açıyor. Etrafındaki herkesin sürekli olarak iyiliğini istiyor. Evet, belki aile geçmişinden yaralı, Gezi’de etkin olamamaktan üzgün, kendini eleştiriyor. Ama yine de dikkat çekici, insanı düşündüren bir iyilik. Ahuva karakterinin kesintisiz iyiliği nereden geliyor?
Ahuva bazen iyilik yapma niyetinde olmadan iyilik yapıyor. Bunu, o kötü biri diye söylemiyorum fakat bazı davranışlarının sebebi kendini bu kadar geriye atması, isteklerine, arzularına kulaklarını böyle kuvvetle tıkaması… İyiliğin kaynağı insanın özünde nereye denk gelir bunu bilmiyorum ama mesela kızım Eva’ya ben işteyken bakıcılık yapan Saniye, hayatımda gördüğüm en iyi kalpli insandır. Var öyle insanlar….
Ve görünen o ki sende iz bırakıyorlar… İyilik senin için şaşırtıcı bir şey mi?
Aslında pek de değil galiba… Bugünlerde, dünyada bunca bölgesel savaş, bunca zulüm varken bile iyiliğin varlığına inanıyorum. Eva (Kızı) doğunca bende bir dönüşüm oldu. Şöyle hissettim: Ben bir insanı böyle koşulsuzca ve bu kadar çok sevebildiğime göre, yaradılış dediğimiz ne ise, onun kaynağı sevgi olmalı. Sevgi ve iyilik, kötülükten büyük olmalı. Bunu bütün hücrelerimde hissettim.
Romanın bana göre bir diğer özelliği de, ‘karanlık taraf’ta olmayan hemen herkesle empati yapabiliyor olmak. Sonradan katı kalpli diye anlatılacak olan Cos, “Bir yabancıyı evimize mi alalım?” dediğinde onla aynı fikirde olabiliyoruz. Gezi’de kimseye yardım edemediğinden dolayı şimdi bir şeyler yapmak isteyen Ahuva’yla, yer yer saçmalasa bile empati kuruyoruz. Empati sadece okurda değil, romanda da dile geliyor, Ahuva ofiste toplantıda ona “horozlanmaya” çalışan iş arkadaşını “anlamaya çalışıyor” ve diğer iş arkadaşına karşı savunuyor. Empati sence gerçekten de kurtuluşun altın anahtarı mı?
Kurtuluş farkındalık ise, evet.
Farkındalık senin için ne demek?
Her duyduğuna, okuduğuna prim vermeden konuyu özünden kavramaya çalışmak… Atıp tutmamak, bilmeden ahkam kesmemek… Tarafsız olmaya çalışmak. Başına neyin neden geldiğini anlamaya çalışmak. Neyi neden hissettiğini, o duygular hangi yaralarına, hangi korkularına, hangi yaşanmamışlıklarına denk geliyor da öyle tepki veriyorsun, onu kavramaya çalışmak… Karşına çıkan kişi veya durumları suçlamak yerine aynayı kendine çevirip “ben bunu neden yaşıyorum, bundan ne alabilirim, ne öğrenebilirim?” diye sormak… Hayat diye adlandırdığımız gizemli görünen ama belki açık bir şuurla matematiği çözülebilecek sürece daha geniş, daha sevgi dolu bir gözle bakmaya çalışmak… Çok mu mistik oldu?
Çok olmadı. Senin böyle ruhsal bir tarafın var zaten. Daha İstanbul’da yoganın y’si moda değilken yoga ve meditasyon yapardın sen…
Evet haklısın… Yogayla 1994’te tanıştım. Hayatıma giren en güzel şeylerden biri.
Bir önceki romanın Nişan Evi, ondan önceki öykü kitabın Sürgün; her ikisi de ezilen azınlıkların, çatışmaların, sürülmenin, kendi kaderini ellerinde tutamamanın sularında geziniyordu. Hayattayız Madem de aynı konu üzerine inşa oluyor. Bu konular senin için ezelden beri hassas konular, öyle anlaşılıyor. Kendini tüm bunlardan apayrı, bambaşka konularda yazarken hayal edebiliyor musun?
Türkiye’de büyüdüm. Malum, çocukluğumdan bu yana gündemi, günlük hayatı dolayısıyla aklımı, kalbimi meşgul eden konular bunlar. Belli ki benim de özellikle içsel anlamda kendimi iyileştirmeye, oldurmaya, bütünleştirmeye çabaladığım alanlara paralel… Ve fakat kendimi bambaşka konularda yazarken tabii ki hayal ediyorum. Seninle izlemiştik hatta, Ae Fond Kiss… Ve demiştik ki “Ken Loach âşık olmuş!” Kaygısız bir aşk değildi, yine toplumsal meselelerle sıkıca örülmüş bir Loach filmiydi ama baskın duygu, aşktı. Baskın duyguları farklı başka kitaplar yazacağımı biliyorum.
Çiler İlhan’ın kitapları arasında Hayattayız Madem nasıl bir yerde duruyor senin için?
Zor sordun yine! Şimdi… Bir kere, ilk uzun romanım. O açıdan özel, hani ilk öpücük, ilk aşk gibi, kalbimde hep ayrı bir yeri olacak filan… Sürgün de biraz böyleydi. O kitabın yazım sürecinde, içim büyümüştü. Hayattayız Madem de hem içsel hem dünyevi anlamda olgunlaşmama katkı sağladı diyebilirim.
Bir yazar olarak yetmiyor yetmiyor yetmiyor…
Konu kimlik olduğunda belki de en önemli konulardan biri “dil”. Romanda Meryem’in Türkçe öğrenmeye gönüllü olması, çaba sarf etmesi kimsenin gözünden kaçmıyor. Senin dille ilişkin nasıl? Dil ve kimlik arasındaki ilişkiyi biraz açabilir misin?
Ben de Meryem gibiyim! Geldiğimden beri Hollandaca öğrenmeye çalışıyorum. Bir yazar olarak yetmiyor yetmiyor yetmiyor… Romanda Batya “dil vatanmış meğer!” diyor ya, sadece sınırlardan değil içsel bir vatandan bahsediyor tabii ki çünkü bu gezegende kendimizi ifade etmek diye bir derdimiz var. O da günlük hayatta, kelimelerle. Kelimelerin yoksa, o 50 yaş aklınla çocuk gibi kalıyorsun.
Günlük hayat dediğin, nasıl bir şey? Hollanda’da nasıl geçiyor günlük hayat?
Hem hızlı hem sakin… Bu ülkenin kendine has bir ritmi var. Yaşadığımız kent 70 bin nüfuslu, küçük bir yer. Gün içinde pek çok şeye yetişebiliyorum. Zaman daha yavaş akıyor gibi, bu anlamda. Ama tabii ki hep meşgulüm ben. Kendimi meşgul etme uzmanıyım.
Nasıl meşgul ediyorsun kendini?
Hafta içleri genelde altı buçuk-yedide uyanıyorum. Çigong veya Tai Chi yapıyorum, on beş dakika filan, çok değil… Kızım Eva ile kahvaltı, o okula, ben masama. Artık neyle meşgulsem… Çalışıyorum, yemek, ev işleri arada… Spor salonu, fitness da hayatımın bir parçası. Akşamları yine ailece yaptığımız şeyler dışında okuma, yazma, film… Amsterdam’a, Den Haag’a, izlemek olsun katılmak olsun festivallere, sergilere, konserlere gitmediğim, arkadaşlarımla buluşmadığım zamanlar dışında günlük rutin bu.
Geçtiğimiz haftalarda, 40. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’na katıldın ve kitabını imzaladın? Nasıl geçti? Beklentine göre nasıldı?
Şu anlamda çok güzel geçti: Everest Yayınları ekibiyle harika vakit geçirdik. Sevdiğim yazar, yayıncı, editör arkadaşlarımı gördüm. Yenileriyle tanışıp anlaştık. Oralar çok güzeldi. Yoksa ben fuarları sevmiyorum pek. Çok kalabalık oluyor.
Peki sıradaki kitap nasıl bir şey?
Aslında Hollandaca yazmak istediğim bir kitap var… Yaklaşık bir buçuk yıldır bekliyor tepemde.
Hollandacan o kadar iyi mi?
Değil! Yani Türkçe yazdığım gibi yazamam, öyle bir beklentim yok. Olduğu kadarıyla… Başlamaya çekiniyorum, ya hiç çıkmazsa diye. Öte yandan içimden kopmaya çalışan bir novella ve roman da var. Bilmiyorum kısacası.
Kitaplarını birkaç defa okuduğun yazarlar var mı?
Üniversitede dönüp dönüp Borges okurdum. Çok severdim. Küçük yaşta okuyup da hiçbir şey anlamadığımı sonradan anladığım klasikleri tekrar okuduğum da oldu. Dostoyevski, Orwell, Conrad mesela… Ama okumak istediğim o kadar çok kitap var ki!
Kitap okurken cümlelerin altını çizenlerden misin yoksa sayfaların tertemiz mi kalır?
Bir arkadaşım, beni kitap okurken görüp “senden kitap ödünç alınmaz” demişti.
Fena çizersin…
Hem de nasıl! Bir de yıllardır kitap yazısı yazıyorum, oradan da bir alışkanlık kaldı. Kitap yazılarım genelde tek bir kitap üstüne olmuyor. Birbiriyle etkileşim içinde olduğunu düşündüğüm kitaplarla filmleri harmanlayıp yazıyorum. Altlarını çizmek çok işe yarıyor o yüzden.
Demin bahsettiğin şu çalışma masanın üzerinde neler var?
Condé Nast Traveller’da çalıştığım zamanlarda Paris’ten aldığım metal kutu; içinde post-it, bant, zımba gibi şeyler var. Kalemlerin olduğu kocaman bir kahve fincanı. Minik bir Berlin haritası. Ucuz bir çerçeve içinde İstanbul kabartması; Boğaziçi köprüsü ve dev, çirkin bir cruise gemisi görünüyor. Aşırı turistik bir şey, son dakika havalimanından almıştım. Sevimli bir ganesha biblosu, Yeni Delhi’den. Bergman’ın adası Fårö’den getirdiğim ortası boş, muhteşem taş.
Kitap saymadın…
Ne üstünde çalışıyorsam onun için lazım olan kitaplar gün veya gece sonunda, odamdaki özel raflarına kaldırılırlar. Fakat günlük, haftalık, aylık programlar yapıp hedefler koyduğum, notlar aldığım, üstünde kafamı derleyip topladığım defterim hep sol köşede.
TAKİP EDİLMESİ GEREKEN BİR MÜZİK GRUBU: ENGİN
Röportaj: Heja Bozyel
Fotoğraf: İKSV izniyle
Muhtemelen Instagram’da “keşfet”te önünüze düşmüştür ENGIN videoları. Ya da sizinle aynı müzik zevkine sahip bir arkadaşınız gönderdi. Yola Almanya’da Almanca müzik yaparak çıkan Engin, Jonas ve David, Instagram sayesinde bir anda Türkiye’de meşhur oldu. Hatta öyle ki; Salon İKSV’de tek gece olarak açıklanan konserleri önce 2 geceye sonra 3 geceye çıkartıldı!
Gruba adını veren Engin Devekıran yarı İstanbullu yarı Alman. Anadolu rock müzikle tanışması Cem Karaca ile olmuş. Kendi deyimleri ile “Alman Alman” (Jonas ve David) ve “Türk-Alman” (Engin) müzisyenleri yakalamışken konu müzikten Almanya’daki yeni ve eski nesil Türkiyeli göçmenlere uzadı. İyisi mi siz grubun ilk albümünü (Nacht) dinleyerek başlayın bu sohbeti okumaya. Sonra zaten fanlarından biri olacaksınız.
*Konser sonrası gelen edit: Sahnede beklediğimizden bile iyi 3 müzisyen vardı ve seyirci ile iletişimleri de mükemmeldi. Bir şarkıda baslar ne kadar iyi (David) derken sonraki şarkıda bateriyi (Jonas) delice alkışladık. Gitarda ve vokalde Engin, sahnede olmak için doğmuş gibiydi. Üçü de çocuk gibi eğlenerek, mutlulukları okunarak çalıyorlardı ki sanırım sırları da bu, tüm iyi müzik gruplarında olduğu gibi. Engin’i çok kez izleyeceğimiz, adını çok sık duyacağımız kesin! Yani kaçırdıysanız üzülmeyin, çok yakında eminim ki festivallerde de headliner isimlerden olmaya başlayacaklar.
İstanbul’a ilk gelişiniz mi? Engin, senin değil tabii…
David: Evet, ilk gelişimiz.
Jonas: İlk gelişimiz ve sindirmesi zor bir deneyim. Çok fazla insan, çok fazla otomobil var. Gerçi Engin bize şu ara İstanbul’un en sakin zamanlarından biri olduğunu, turist mevsiminde daha hareketli olduğunu söyledi… Ama yani yine de aşırı kalabalık! Buraya otomobil ile geldik, Pazartesi günüydü. Sınırdan geçtiğimizde sokaklarda neredeyse hiç kimse yoktu. Sonra İstanbul’a girdik ve bir anda her şey değişti.
Nasıl yani, Almanya’dan buraya arabayla mı geldiniz? Gerçek bir “Almancı” deneyimi mi yaşamak istediniz?
Engin: Biraz öyle oldu, evet. Tam bir Almancı deneyimi yaşadık!
Nasıldı peki?
Jonas: İyiydi, yani her Türkiye konserine arabayla gelmeyiz tabii ama ilk Türkiye konserimiz için iyi bir deneyim ve maceraydı. Trafik yoktu, sınırlarda sorun yaşamadık…
Aslında tek konser olarak açıklanmıştı program ama sonra yoğun talep nedeniyle ikinci konser eklendi. Türkiyeli müzikseverlerin ilgisini nasıl buluyorsunuz? Beklediğiniz bir şey miydi?
Engin: Hayır, pek beklemiyorduk. Yani kendi adıma söylüyorum ama biz müzik yapmaya başladığımızda aklımızda Türk dinleyiciye ulaşmak yoktu. Almanya’da Türkiye kökenli çok fazla insan var ve bu yüzden de Alman müziğinin Türk elementleri taşıması gerektiğini düşünüyorduk. Sonuçta 70 yıldır birlikte yaşayan bir toplum ve doğal olarak kültürel yansımalar oluyor. Aslında Alman hip-hop müzikte Türk müziğinin etkileri görülüyor fazlasıyla ama rock veya indie pop dünyasında buna rastlamak pek mümkün değil. Bu yüzden “Almanya’da Almanca müzik yapacağız ve içinde Türkiye ezgilerinin olması da çok normal” dedik. Bunun üstüne sosyal medyada kayıtlarımızı paylaşmaya ve her hafta bir şarkı paylaşabilmek için eski Türkçe şarkıları araştırmaya başladık. Yine aklımızda hep Alman dinleyici olduğu için Almanca çeviri yapıyorduk. Araştırırken gördük ki çok fazla çok iyi Türkçe şarkı var ve hepsi de öyle egzotik, bize uzak şarkılar değil. Hatta aksine, bize oldukça yakın yeni Türkçe şarkılar var. Bu arada Instagram algoritması devreye girdi ve içeriğimizi Türkiye’deki kullanıcılara göstermeye başladı. Bu da bizi bugüne yani İstanbul’daki ilk konserimize getirdi. Hem de ilk albümümüzün yayınlanmasından çok kısa bir süre sonra.
“Şarkılarla tarihi olan insanlar var ve bu da bir ‘Alman Alman’ olarak benim ilk kez deneyimlediğim bir şey. ”
Doğrusu ben bu ilgiyi bekliyordum. Sizi yaklaşık 4 ay önce keşfette izlemiş ve seveceğini bildiğim herkesle paylaşmıştım. Ama doğrusu talep nedeniyle konser sayınızın ikiye çıkacağını yani bu kadar tanındığınızı bilmiyordum… Peki Almanya’da, Almanlar’dan beklediğiniz ilgiyi görebildiniz mi?
Engin: Konserlerimizde çok iyi bir karışım olduğunu söyleyebilirim. Yani izleyicinin yarısının Türkiye kökenli yarısının Alman olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Konserlerde bu kadar çeşitli izleyicinin olması çok özel bence. Başka yerde kolaylıkla görülemiyecek bir şey. Bu genelde bizim gibi küçük, yeni grupların başına gelen bir durum da değil. Çünkü Almanya’da Türkçe müzik yapan gruplar genelde tipik düğün müziği yapıyorlar. Genelde de sadece Türk dinleyicileri var. Biz böyle karışık bir dinleyici kitlesine sahip olduğumuz, bu insnaları bir araya getirdiğimiz için çok mutluyuz. Bu konuda herkes çok pozitif. Bizim tarzımızı dinlediklerinde, bizim yaptığımız şarkıları dinlediklerinde, insanlar genellikle alışık olmadıkları bir şeyler olduğunu hissediyorlar, ancak heyecan verici olduğunu da düşünüyorlar. Ayrıca, eski şarkılara yeniden yorum kattığımızda ve kendi versiyonlarımızı çaldığımızda, onları repertuvarımıza dahil ettiğimizde “Vay canına, Türkiyeliler bu şarkıyla eşlik ediyor, duygulanıyor, neden şarkı bu kadar önemli ve nereden dinleyebilirim?” diye soruyorlar. Ve ilgilenmeye başlıyorlar. Bu, insanlar arasında bağlantı kurma süreci ve bu deneyimin gerçekten güzel olduğunu düşünüyorum. Elbette, biraz yavaş ilerliyor
Jonas: Aynı zamanda çok güzel duygusal bir içgörü elde ediyoruz izleyicilerin tepkilerini görünce.
Müzisyen olarak mı bir Alman olarak mı?
Jonas: İkisi de. Muhtemelen David için de aynısı geçerli. Mesela Özdemir Erdoğan’ın Gurbet şarkısını çaldığımızda ya da dinlediğimizde bizim için sadece müzikal anlamda çok iyi bir şarkı var ortada. Ama şarkının duygusal yanını bilmiyoruz. Şarkıları canlı çaldığımızda insanları ağlarken gördüm, yaşlı insanlar da dahil olmak üzere… Şarkıyla tarihi olan insanlar var ve bu da bir “Alman Alman” olarak benim ilk kez deneyimlediğim bir şey. Sahnenin üzerindeki rastgele bir adam olarak, bir Alman olarak o müziğin ne anlama geldiğini anladım… O şarkılar Almanya’ya uzun zaman önce gelen insanlar için ne anlama geliyor? Beraberlerinde hangi tür kültürü getirebildiler? Türkler geleneklerini çocuklarına aktardıkları için çocuklarının da bu kültürle, şarkılarıyla bağları oluştu. Şimdi Alman izleyiciler de o duygulara şahit oluyor, deneyimliyor ve bu sayede Almanların aklındaki stereotipler değişiyor, siliniyor. Benim için en şaşırtıcı şey bunu görmek oldu.
Almanya’da yaşayan Türkler Türkiyelilerden daha çok “Türk” ve bahsettiğiniz stereotipler bu nedenle oluştu. Önyargılar oluştu. Ama görüyorum ki siz müziğin kültürleri birleştiren ve birbirimizi anlamamızı sağlayan bir araç olabileceğini düşünüyorsunuz…
Engin: Elbette. Yani, her şey müzikte saklı, çünkü insanlar geldiklerinde hemen müzik yapmaya başladılar ve yeni ülkede yaşadıkları duyguları ve deneyimleri müziğe yansıttılar. Bu yüzden Cem Kaya’nın Aşk, Mark ve Ölüm adlı harika bir belgeseli var. İnsanların gurbetle nasıl başa çıktıklarını ve hangi tür acılar yaşadıklarını, nasıl yönettiklerini anlattıkları harika bir belgesel. Bu kadar zengin bir kültürel miras… Filmin giderek daha fazla ilgi görmesi gerçekten harika çünkü insanların durumlarına empati getiriyor.
Senin ailenin hikâyesi nedir?
Engin: Annem Alman. Babam İstanbul’dan çocukken Almanya’ya geldi ve ben Türk kökenli olarak yetiştirilmedim. Kültürel etkiler vardı ve dil öğretildi, ama evimizde düzenli olarak konuşulmuyordu, bu yüzden biraz asimile olmuşum tabii ki, ama bu benim için kişisel bir yolculuk. Tamam, kültürel köklerim var ama bunları yeterince değerlendiremediğimi görüyorum çünkü uzun bir süre kimliğimin o kısmını gizledim. Bu benim için kötü bir durum değildi, sadece odağım orada değildi. Eski şarkılara odaklanmaya başladığımda çok duygusal hissettim. Sonra bu güçlü duyguları hissettiğimde, bunun daha fazlası var ve bunu keşfetmeliyim dedim. Ayrıca, stereotipik değilim, “adım Engin” dediğimde insanlar “Ne tür bir isim bu” diyorlar, Türk olduğumu düşünmüyorlar. Türkiye kökenli insanların nasıl görünmesi gerektiği, nasıl davranması gerektiği, hangi tür müzik dinlemesi gerektiği ve ne yapması gerektiği hakkında insanların stereotipik bir görüşü olması tüm hayatımı etkiledi. Biz bu müziği yapıyorsak, birçok stereotipi ortadan kaldırıyoruz. Olması gereken de bu. İnsanları stereotipleştirmek artık demode değil mi? Toplum olarak bundan daha iyisi olmalıyız. Ve evet, müziğin gerçekten bu konuda yardımcı olduğunu düşünüyorum.
Anadolu rock ya da Anadolu saykedelik rock müzikle tanışmanız nasıl oldu?
Engin: Babam Türk müziği dinlerdi, ama daha çok Türk sanat müziğiydi dinlediği. Bu yüzden çocukken Türkçe müziği sindirmem gerçekten zordu çünkü çok dramatik ve üzücü bir müzikti. “Baba, bu ne tür bir müzik?” diye sorardım. Neden her zaman bu kadar depresif? Bu nedenle d ebir bağ kuramamıştım. Ama birkaç yıl önce müzik okumaya karar verdiğimde, bir arkadaşımın Türk eşi bana “Gaye Su Akyol’u dinlemelisin. Harika Türk müziği yapıyor” dedi. Onu dinlemeye başladım ve “Tamam, bu yeni ve heyecan verici” dedim ve o noktadan geriye giderek önce Cem Karaca’yı keşfettim. Resimdeki Gözyaşları’nı ilk kez dinlediğimde inanamadım. Aradığım buydu. “Sadece gitarla söyleyeceğim ve sonra nasıl ses çıkaracağıma bakacağım diye düşündüm”. Bir süredir Türkçe konuşmuyordum, o yüzden tereddütlüydüm söyleme konusunda. Türkçe ile yeniden bağ kurmaya başladım. Güzel sonuç çıktı, içinden geçip deneyimlemem gereken bir şeydi. Sonra, Cem Karaca’dan Erkin Koray’a geçtim, oradan Anadolu Rock gruplarına doğru hareket etmeye başladım. Ve sonra ilk EP’mizi yaptığımız dönemde bu şarkılara David’e gösterdim.
David: Ben o sayede tanıştım ve çok sevdim.
Jonas: Kızkardeşim evde dinliyordu Türkçe şarkılar, bana da dinletti. Gurbet şarkısını (Özdemir Erdoğan) dinlettiğinde aklım uçtu. Dinler dinlemez sevdim ve çok şaşırdım ama kızkardeşim aynı şarkıyı durmadan yüzlerce kez dinliyordu, sevmek zorundaydım!
Kızkardeşin nasıl tanışmış Anadolu Rock müzikle?
Jonas: Kardeşim dünyayı gezdiği bir iş yapıyor. Bir NGO’da çalışıyor. 2011’de de Türkiye’de öğrenci olarak bir dönem geçirmişti. Ama 2020’ye kadar bu şarkıları dinlediğini duymamıştım. 2020’de aynı evde yaşıyorduk, evden çıkamıyorduk pandemi nedneiyle ve dinlemeye mecbur kaldım! Kaçmam mümkün değildi. Ama şikayetçi değilim. Bence yapılmış en iyi şarkılardan biri Gurbet.
“Biz Alman müziği yapıyoruz” desek de müzik ne kadar Alman olabilir ki? Sözler Almanca olabilir en fazla… ”
Genelde arabesk, hip-hop ve hatta Cartel sayesinde Türkçe müzikle tanışıyor Almanya’da insanlar…
Engin: Cartel’i duyduk ama şarkılarını bilmiyoruz.
Jonas: Hiç bilmiyorum.
Engin: Hip-hop kültürü gerçekten bizden çok uzak, ama ona önem vermediğimiz anlamına gelmiyor, sadece onunla büyümedik. Mannheim çok küçük bir yer. Üçümüz de Almanya’daki küçük köylerden geliyoruz. Bu bölgelerde şöyle bir şey var: Ya rockçı çocuk olursun ya da hip-hop etkisiyle büyürsün. Bu yüzden Anadolu rock’u köklerimiz olarak keşfettiğimiz için bize gerçekten uzak değil. Çünkü 60’ların ve 70’lerin ABD ve Büyük Britanya’da yapılan rock müzik ve de tüm o gruplar bizim üzerimizde büyük etkiye sahip. O dönemin Türk grupları üzerinde de etkisi olmuş belli ki. Bu yüzden bu bizim için gerçekten güçlü bir bağlantı var arada.
Jonas: Örneğin, Erkin Koray’ın ilk albümü adını taşıyan albüm, Erkin Koray’ı çok dinliyorum. Aynı zamanda Led Zeppelin’i dinleyerek büyüdüm. Tabii Pink Floyd da öyle. Erkin Koray’ın tarzı da bunlarla aynı. Türk Anadolu rock müziğine adım attığım ilk albümdü ve müzikal anlamda hiç yabancılık çekmedim.
Anadolu rock demek aynı zamanda çok duygusal bir tarih demek aslında. Sizin de söylediğiniz gibi insanları ağlatan duygular, gurbet, acı, emekçilik, işçilik, yoğun aşk gibi konular var şarkıların sözlerinde. Oysa bugün şarkı sözlerindeki temalar çok farklı. Siz bu müziğin yeni temsilcileri olarak bambaşka temaları getirmekle ilgili ne düşünüyorsunuz?
Engin: Bu büyük bir müzik mirasını taşıdığımız için onur duyuyoruz tabii ki. Olağanüstü bir müzik tarihi bu. Ama biz sadece çalmak istiyoruz, çocuklar gibi, sadece müzik yapmak istiyoruz ve yani biraz safça, hiçbir şey düşünmeden, iyi bir müzik olduğunu bilerek. Anadolu Rock müziğin muhteşem bir titreşimi var. Duygusallaştırıyor bizi. İyi hissettiriyor, dans ettiriyor ama içinde aynı zamanda bir tür sertlik barındırıyor. Yani sevdiğimiz her şey var içinde. Ham ve gerçekçi. Plastik, elektronik seslerle üretilmiş müzik sevmiyoruz. Kötü demiyoruz ama biz analog müziğe ve gerçek enstrümanlara ilgi duyuyoruz ve bunu da Anadolu Rock döneminde buluyoruz. Ama tabii ki o dönemle bugünün yaşam koşulları tamamen farklı. Müzik her zaman değişiyor. Şu anda müzik hiç olmadığı kadar çeşitli diyebilirim. Afrika müziği ezgilerini pop müzikte daha çok duyuyoruz mesela. Her yerde popüler olan Afro-pop var, Latin Amerika müziği de hip-hop’a doğru güçlü bir şekilde ilerliyor ve dinleme alışkanlıkları değiştiriyor. Bu yüzden çeşitlilik çağında olduğumuzu söyleyebilirim. İlham her yerden alınabilir bu da kullanılan sesi, yapılan müziği daha global hale getiriyor. Yani “Biz Alman müziği yapıyoruz” desek de müzik ne kadar Alman olabilir ki? Sözler Almanca olabilir en fazla… İlham ve haliyle müzik küresel. Sınırlar azalıyor. Bu çok heyecan verici ve böyle bir dönemde yaşamak harika!
Bugünün müzik sahnesinden dinlediğiniz Türkiyeli müzisyenler kimler?
Engin: Gaye Su Akyol’un çok büyük bir etkisi var. Adamlar’ı çok seviyorum. Taze bir rock soundları var. Tabii ki Duman… İnnaılmazlar. İnanılmaz şarkılar yapmışlar. Geçen sene Harbiye Açıkhava’da izledim, deliceydi. Punk tavrıları, saf rock şarkıları… İstanbul’da hala çok fazla insanın rock müzik dinlemesi çok hoşuma gidiyor. Kadıköy’de yürürken insanların rock gruplarının tişörtlerini giydiğini görünce sevindik. Evde gibi hissettik, aynı kültüre ve zevke sahip insanlar arasında.
Jonas: Almanya’da bu müziği dinleyenler azalıyor gibi geliyor bazen. Hip-hop ve trap müzik öne geçti. Rock çok niş kalıyor.
Peki şarkı sözlerinizle ilgili hiç olumsuz tepki aldınız mı? Mesela en sevdiğim iki şarkınızdan biri Dönermann ve onun sözleri çok eğlenceli olsa da tepki çekebilirdi…
Engin: Şarkı sözleri hakkında hiç tepki almadığımızı söyleyebilirim. Yani bunu söylerken şaşırdığımı da belirtmem gerekli çünkü Internet çok vahşi bir yer olabiliyor. Konserlerde de her şey çok pozitif, çok hoşnutuz bu duurmdan. Şarkı sözleriyle ilgili terslik yok ama cover şarkılar için bazen olumsuz şeyler söylenebiliyor; “Bu adam Türk mü, Türkçe mi konuşuyor, bu nasıl Türkçe” deniyor. Ama bu da yorumların %1’i denebilir. Yani, ben yarı Alman yarı Türk biri olarak, evde Türkçe konuşulmadığı için bazen zorlanabiliyorum. Yarı Türk olduğum için “Almancı” komünitesinin içinde değildim. Türk arkadaşlarım elbette var ama Türkçe’yle çok fazla bir bağım yoktu. Ama sonunda dedim ki “Türkçem mükemmel ya da değil ama ben elimden geleni yapıyorum.” Bunu güzel karşılayanlar da var, kendi dillerinde kendi kültürlerinde “hoşgeldin” diyor insanlar. Türkiye’de çok fazla insan aksanını önemsemiyor. Almanya’da düzgün Almanca konuşmazsan farklı davranırlar sana, burada öyle değil. O yüzden neden bunca zaman strese sokmuşum ki kendimi anlamıyorum… Bu bir yolculuk dediğim noktada rahatladım.
Bence aksanın çok tatlı ve çok yumuşak bir Türkçen var!
Engin: Babam İstanbul Türkçesi konuştuğu için doğru şekilde öğrendim. Bir de dediğim gibi yıllarca aslında evde en temiz Türkçe ile sanat müziği vardı. Kulaklarım bunu kapmıştır. Türkçe çok melodik bir dil. Almanya’daki insanlar bizim Türkçe şarkılarımızı duyunca “Türkçe bu kadar melodik ve güzel miydi” diye soruyorlar. Yani kahretsin ki evet, Türkçe bile yanlış biliniyor, yanlış konuşuluyor ama bu da bir nevi streotipleştipleştirme.
“Birisi ağladığında, çığlık attığında ya da dans ettiğinde o kişinin aslında hangi dili konuştuğunun bir önemi kalmıyor.”
Stereotiplerden ve Almanya’ya işçi olarak gelen Türkler ile ailelerinden bahsediyoruz ve çok doğal oluşan bir tektipleştirme var… Mesela bana “Hiç Türk’e benzemiyorsun” dendiğinde bu bir iltifat mı hakaret mi karar veremiyorum… Öte yandan son senelerde yeni nesil eğitimli, yaratıcı sektörlerden göç yaşandı Türkiye’den Avrupa’ya. Bu “yeni Türkler” sizce önyargıları değiştiriyor mu?
Engin: Çok iyi anlıyorum bunu. Kendi adıma yeni gelen Türkiyelilerle daha fazla anlaşabiliyorum. Genelde büyük şehirlerden geldikleri için farklı bir kafa yapıları var. Mesela albüm kapağı tasarımımızı yapan Gizem Erdem de 2010’ların ortasında İstanbul’dan Köln’e taşınan bir Türkiyeli. Aslen Ankaralı. Dev bir mural yapmıştı, o sayede tanıdım ve Instagram’da takip etmeye başladım. Hatta mural yaparken o binanın tepesindeyken aşağıdan seslenmiştim “Heyy, senin işlerine bayılıyorum, bizimle çalışır mısın, albüm artworkümüzü yapar mısın”… O zamandan beri birlikte çalışıyoruz, bütün tasarımlarımızı o yapıyor. Çok yetenekli insnalar geliyor Almanya’ya.
Jonas: Heidelberg’de bir konser vermiştik, İstanbul’dan gelen tıp öğrencileri vardı. Neredeyse 20-30 kişi. Hiç az bir rakam değil! “Türkiye’yi özlüyoruz ve şarkılarınız bize evde hissettiriyor” dediler. Birbirimizden öğreneceğimiz çok şey var. Herkes yeni bir perspektif getiriyor. Alman toplumu için çok önemli bir katkı bu bence. Geçmişi değiştiremeyiz ama mütevazı olup bundan sonrası için empati ile yaklaşabiliriz. Karşılıklı empati… Sonuçta Almanlar yeni bir savaştan çıkmıştı, zor zamanlardı. Türkiyeli işçiler yuvalarını bırakıp bu ülkeye gelmişti. Kimse için kolay değildi. Tabii ki kötü şeyler de yaşandı ama bundan sonrasının sevgi ile anlayışla, önyargısız olması gerekli.
Engin: Müzik bu noktada devreye giriyor. Hippie düşüncesi gibi gelebilir amamüziğin insanları birleştirme gücünü unutmamak gerekli. Konserde dinleyicilerin çeşitliliğine bakınca görüyorsun bunu. Gençler ebeveynleriyle geliyor konserlerimize mesela. Yaşlılar ağlıyor, takdir ediyor, bu bizi çok duygulandırıyor. Bu sayede çok fazla insana ulaşıyoruz. Müzik sayesinde umut, neşe, anlayış ve iletişim sağlanıyor. Küçük topluluklar belki ama bu da önemli.
Jonas: Birisi ağladığında, çığlık attığında ya da dans ettiğinde o kişinin aslında hangi dili konuştuğunun bir önemi kalmıyor. O noktada tek önemli olan müzik.
Evet aslında müzisyenler politikacılar kadar güçlü olabiliyor. Konserlerinizi kaydediyor musunuz? Bir gün güzel bir belgesel olabilir!
Engin: Hayır ama İstanbul konserlerimizi kaydedeceğiz, bu bizim için büyük bri dönüm noktası çünkü. Ama Almanya’daki konserlerde sadece sesimizi kaydediyoruz. O da kendimizi cezalandırmak ve geliştirmek için! Konser çıkışı eve giderken dinliyoruz, nereler iyi, nereleri geliştirebiliriz bakıyoruz. Bir rutin oldu bu. Spor kulüplerinin yaptığı gibi.
Bana Kiosk Yüksel şarkınızın hikâyesini anlatabilir misiniz? Klibi de çok güzel! Gerçek bir kiosk mu bu?
Engin: Evet! Mannheim’da yaşadığımız bölgede olan bir kiosk. Son zamanlarda daha popüler olan bir mahalle bu. 20 sene kadar önce fakir bir bölgeydi. Şimdi barlarla, restoranlarla dolu. Değişim güzel ama bu kiosk orada oldukça oranın hala evimiz olduğunu bileceğiz. Yüksel Abi de çok orijinal bir karakter. Çok tatlı ve kapısı herkese açık. Yanında mutlu oluyor herkes. Düşündük ki bu kadar sevdiğimiz bir yer, yıllardır müşteriyiz ve bir şarkısı olmalı. Şu an İstanbul’da olduğumuz için o da bizim gibi heyecanlı. Aylar önce bize İstanbul’da bile çalabileceğğimizi söylemişti. O yüzden çok gerçek bir şarkı Kiosk Yüksel!
E o zaman baklava götürürsünüz Yüksel Abi’ye buradan…
Engin: Mannheim’da yoğun bir Türk komünitesi var. Küçük İstanbul deniyor hatta. O yüzden çok fazla Türk pastanesi, restoranı var. Baklava bulmamız kolay yani. Gerçi İstanbul baklavası kadar iyi olmayabilir ama baklavayla etkileyemeyiz Yüksel abi’yi.
Sona geldik ama sohbet o kadar güzel ki nasıl tanıştığınızı, grubu nasıl kurduğunuzu sormadım!
Engin: Jonas ve ben 20 yıldır arkadaşız. Aynı okula gittik, ilk kez Jonasların evinin deposunda müzik yapmaya başladık. Farklı müzik gruplarımız oldu. Üniversitede yollarımız ayrıldı. Ben psikoloji okumaya başladım. Ama fark ettim ki psikoloji bana göre değil. Bu aland açalışmak istemiyorum. Müzik yapmak istediğimi anladım, yoksa bu şansı sonsuza kadar kaybedebilirdim. Mannheim’a dönüp üniversitede müzik okumaya başladım. Okulda David ile tanıştım. Başka iyi müzisyenlerle tanışmaya başladık. Birbirimizi bulduğumuz için çok şanslıyız. Evin oturma odasında demo kayıtlarıyla başladık işe. Stüdyoya geçince gerçek bir müzik grubu gibi hissetmeye başladık. O noktadan sınrada aile gibi olduk. Sürekli didişen, birbirine sataşan ve birlikte harika zaman geçiren bir aile.
HAYALİ HARİTALAR, TAŞ SURETLER, TUTULMUŞ GÜNEŞLER VE SOĞUK ÇAĞLAR ÜZERİNE: AHMET DOĞU İPEK
Röportaj: Ecem Arslanay
Fotoğraf: Can Görkem
Ahmet Doğu İpek ile “Başımızda Siyahtan Bir Hale” sergisinin üzerinde dönen olaylar, gezegenler, suretler, sarsıntılar, koordinatlar, karanlıklar, ağırlıklar, kayıtlar, hatıralar, sözler ve elbette hisler üzerine konuştuk. Tarihi bir Beyoğlu apartmanının tepesinde konumlanan nevi şahsına münhasır ev-atölyesinde içsel takvimlerine, zaman birimi gibi davranan malzemelerine, mesken tuttuğu haritalara, incelikli teknolojilerine ve hikâyeli nadirelerine daldık. Serginin kendisi gibi, röportajın üzerinden de nice doğa olayı geçti. Atlattığı badirelerin ardından, güneşin etrafında bir tur tamamlamaya yaklaşmışken, sanatçının ön yazısı ile birlikte, artık sizlerle…
2022 baharında Arter’de açılan “Başımızda Siyahtan Bir Hale” başlıklı sergimin son haftasında, sergiyi ve serginin etrafındaki meseleleri merkeze alana bir söyleşi yapmak üzere Deniz’le sözleştik. Ardından Ecem ve Gümrah’ın katılımıyla atölyemde buluşup aşağıda okuyacağımız söyleşiyi gerçekleştirdik. Ülkenin ve dünyanın ağır sosyopolitik iklimi altında, büyük bir pandeminin devamında ortaya çıkan bu sergideki her şey bozulmaya, dağılmaya, çözülmeye meylediyordu. Sergideki işlerde ağırlıklı olarak dünyanın kabuğunda, atmosferinde, ya da atmosferin dışında gerçekleşen, genellikle “felaket” diye tanımladığımız, devasa ölçekli olayları işliyordum: Patlayan volkanlar, bitmez tükenmez güneş tutulmaları, kum fırtınaları, düşen taşlar… Ve tüm bunların bedenimizde uyandırdığı dehşetle karışık büyülenme duygusu… Belki yakın geçmişte maruz kaldığımızdan olsa gerek, tüm bu fenomenler üzerine çalışırken depremi pas geçmiştim. Serginin son haftasının ilk gününün sabahında, 6 Şubat’ta, acı telefon mesajlarıyla o malum sabaha uyandık. Ailemin deprem bölgesinde yaşıyor olması, yıkımın büyüklüğü, kriz yönetiminin berbatlığı gibi durumların yarattığı büyük kalp kırıklığı eşliğinde sessiz sedasız, birbirimizin neredeyse yüzene bakamadan sergiyi topladık. Depremden birkaç gün önce yapılan bu söyleşinin yanı sıra birçok şey uzun bir süre dokunulmamak üzere rafa kalktı. Bunları tamamlamaya elim gitmedi desem daha doğru olur, zira hayat, ya da gerçeklik, bazen her şeyin üzerini ıslak bir battaniye gibi örtüyor ve her şey anlamını yitiriyor. Bu söyleşiyi gerçekleştiren Ecem başta olmak üzere, Gümrah’a, Deniz’e ve tüm calling Mag ekibine bu konuşmayı elden geçirmeme olanak sağlayan sonsuz sabırları için çok teşekkür ederim.
Ahmet Doğu İpek
Atölye duvarındaki kadın portresinin annenin gençliği olduğunu öğrenmemiz üzerine otobiyografik bir soru ile başlamak istiyorum. Son sergindeki haritaların etkisiyle aklıma gelmiş olmalı: Sana verilen ismin koordinatları var gibi… Ahmet bir dine, Doğu bir yöne, İpek de bir coğrafyaya/yola işaret ediyor. İsmin seni nasıl etkiledi/etkiliyor?
İlkokul ve ortokulda bana uzun süre ismimle hitap edilmedi, İpek denildi. Ben de bunu benimsemiş, kabullenmiş olmalıyım ki yumuşak huylu, kısık sesli bir çocuktum; ayrıca, evde üç kadınla (anne, anneanne, abla) birlikte büyümüş olmam da bunda etkili olmuş olabilir. Doğduğum coğrafyanınsa, tabii ki, hem bilinçaltımda hem de benim ben olmamda ismimden daha büyük bir etkisi var. Geriye dönüp baktığımda bu yer ve coğrafya meselesinin yapıp ettiğim birçok şeyin çatısını oluşturduğunu görüyorum. Yaş ve yaşanmışlıkla birlikte bu geriye dönüp bakmaların sayısı da artıyor.
Sergideki birçok şey; ama özellikle de harita, tamamen kurgusaldı. Fakat içten içe haritadaki adanın doğup büyüdüğüm yerle topografik bir benzerliği olduğunu düşünerek oradaki yer isimlerini doğup büyüdüğüm coğrafyadaki isimlerden devşirdim. Bunu hiç dillendirmedim ama aslında haritadaki her bir detay son derece otobiyografik ve sadece benim anlayabileceğim bir dille oraya nakşedildi. Taşlara olan düşkünlüğümün ve sergideki örtük politik söylemin de yine doğrudan coğrafyayla ilişkisi var.
Ben de buraya gelmek istiyordum, sergi kitabında Gökçen Erkılıç, memleketindeki köylere referans verdiğini açıklayarak “Hayali haritaları memleket edinmek böyle bir şey olmalı,” yazıyor. Haritalarla ilişkini merak ediyorum. Seninkiler üçüncü boyutun ikinci boyutta kusursuzlukla temsil edilebildiği bir epistemeye işaret ediyor ki bu episteme, denizaşırı sömürgecilik faaliyetleriyle çok ilişkili. Birkaç yüzyıl matematiksel bir titizlikle üretilen çoğu harita işgal, tahakküm ve mülkiyet bildiriyor; uzak topraklardaki kaynakların ve halkların talanına hizmet ediyor. Ben bu sergide ve hatta senin ev-atölyende —sanırım nadire kabinesi benzeri oluşumları baz alarak— Aydınlanmacı akla bariz bir hayranlık seziyorum. Öte yandan da bu aklın hafriyatçı failliğine karşı da daha örtük bir kızgınlık var… Hatta Güneşler’deki tutulma, bana tam da bu aydınlık aklın tutulmasına işaret ediyor gibi hissettirdi.
Evet ben de sanırım birçoğumuz gibi Aydınlanmacı akılla bir tür aşk-nefret ilişkisi yaşıyorum. Bu bir sebep sonuç ilişkisi ve bugünden o döneme bakıp net bir çıkarsamada bulunmak ne kadar doğru bilemiyorum. Zira keşiflerin, icatların yapıldığı, yeni düşüncelerin üretildiği ve bunların hayata geçirildiği, neredeyse bilinen dünyanın yıkılıp yeni bir dünyanın kurulduğu ve modernizmin temellerinin atıldığı bir dönemden bahsediyoruz. Bu o kadar katmanlı bir konu ki iyiyi de kötüyü de bereberinde getiriyor ve gerçek anlamda insan iktidarının adı konmuş oluyor. Devamında gelen yıkıcı savaşlar, faşist yönetimler ve sert kapitalist ekonomik sistemlerle de bu tam olarak doğrulanmış ve pekişmiş oluyor. Gerisi bildiğimiz ve çoğumuzun tanık olduğu o hikâye…
Birçok şeyin ilk defa icat edildiği ve yeniden keşfedildiği yeni bir dünyanın temsil biçimlerini uzun bir süredir inceliyorum. Bunu daha önce yaptığım farkı bir seride işlemiştim. Şimdi ise haritalarda ve biraz da güneşlerde deniyorum. Bir şeyin hem evrak hem resim olabilme özelliği ya da bilimsel olanın aynı zamanda sanata meylediyor olması ilgimi çekiyor. Eski mimari çizimleri de bunlara ekleyebiliriz.
Bu işlerin henüz makinelere devredilmediği, hatasıyla sevabıyla insanlar tarafından üretildiği evre o şeyi benim gözümde evrak olmaktan çıkarıp sanat nesnesi yapıyor. Benzer bir şeyi bugün tekrar üreterek bu katmanlılığı daha da bulanıklaştırmış olabilirim ama bu ‘yok yer’in hikâye anlatımıyla, edebiyatla kurduğu bir ilişki var, o çok cezbediyor beni.
Şimdilik sadece iki harita üzerinden okumaya çalıştığımz bu ‘albino’ yerin çok katmanlı ve çok parçalı hikâyesini zihnimde/defterlerde tamamlamaya çalışıyorum. Hikâyeyi toparlayıp, devamını üretmek için kendimi zorlayacağım.
Evet, Suretler’de taşları Batılı portre geleneği içerisinde ele alıyorsun. Tarihsel olarak zengin ve güçlü insanları konu edinen bir gelenekte, taşların eyleme gücünü vurguluyorsun. Yeni materyalist düşünce ile aran nasıl? 1990’ların sonuna doğru tartışılan ve son zamanlarda sergilerin kavramsal çerçevelerinde sıklıkla rastlanan bir felsefe oldu bu.
Bu benzetmeyi son zamanlarda sıklıkla duydum ama bilerek yaptığım bir şey değil. Daha doğrusu, tabii ki yaptığım şeyin farkındayım ama yeni materyalist bir iş yapmak adına yapmıyorum. Onun üzerinden okunuyorsa bu hoşuma gider; sadece benim yaklaşımım, çıkış noktam daha sezgisel. Bu çakışma ya da paralellik belki zamanın ruhu dediğimiz şeyle açıklanabilir. Diğer taraftan bu felsefenin yeniden hatırlanması normal çünkü nesneler ve onları meydana getiren malzemeler zaman içinde epey değişti. Dolayısıyla nesnelerle ilişkimizi yeniden gözden geçirdiğimizden bu hatırlamayı kaçınılmaz ve anlamlı buluyorum.
Güneşler’deki her bir güneş için bir haiku yazmışsın sanırım… Onları ne yaptın ya da onlarla ne yapacaksın?
Her biri için değil, daha çok ikinci defa yağ ile kadrajladığım yaklaşık 20-30 tanesi için yazılmış haikular var. Niyetim hepsine yazmaktı ama haiku “Hadi yazayım!” deyip de yazabileceğin bir şey değil. Aslında haiku yerine hepsinin bir cümlesi var demek daha doğru. Açıkçası onları göstermek konusunda zorlandım, utanmakla birlikte gelen bir duygu baskın geldi ve yapamadım…
Fazla mı kişisel geldi peki onlar? Serginin anlatısının da büyük olduğunu düşünürsek…
Yok, çok örtük bir anlatım söz konusu aslında. Yani sadece benim anlayacağım iç sayıklamalar gibi. Tüm bu sayıklamalar üçüncü bir kişi için ne ifade eder bilmiyorum. Bir yandan da resmin içine yazıyı, şiiri dahil etmeye çekindim.
Sergi de adını bir şiirden (Tragedyalar III) alıyor, merak ettim şiirle ilişkini. Bu alandaki üretimini daha görünür kılmak gibi bir planın var mı?
Evet, serginin ismini şair Edip Cansever’den ödünç aldım. İsmini ondan alan bir serginin içerisinde şiir yazmaya da utandım aslında. İyi bildiğim bir alan değil yazmak, duyguları yazılı dile tercüme etmek konusunda çok yetkin değilim. Tutulmalar serisinde seriyi yaparken referans aldığım, yüzyıl başında üretilmiş bilimsel diyebileceğimiz fotogravürler var, onun yüzyıl başında nasıl kaydedildiği bilgisi var, yüzyıl sonra yeniden yorumlanışı var… Yani seri hâlihazırda zaten katmanlıyken bir de üzerine şiir gelseydi fazla yorucu olurdu. Duru kalmasını istedim.
Peki o haikularla başka bir şey yapar mısın, belki daha sonra?
Aslında bu cümleleri sergi kataloğunun içine serpmek gibi bir fikri tartıştık; ancak nihayetinde ondan da emin olamadık. Belki bir gün bu seriyle ilgili bir yayın olursa bunları kullanma fikri tekrar yeşerebilir. Şimdilik defterlerde uyuyorlar.
Güneşler ile şu anda yine Arter’deki karma bir sergide (Locus Solus) sergilenen Yıldızlar işin arasında da sanki günlerin kaydını tutma bakımından bir paralellik var… Sanırım sergi turunda, bu işteki delikleri bir mahkumun duvara attığı çiziklere benzettiğini söylemiştin…
Beni Yıldızlar’a getiren bir iş daha vardı: Günler. Aslında o daha ziyade bir takvim gibiydi, her gün yapılıyordu. Bu sergideki Güneşler de onun devamı niteliğinde. Dönemin bir tür gayri resmî ya da kişisel kaydını almak, alternatif bir zaman ölçüsü yaratmak. Bu, evet; keyfi ya da şahsi bir eylem. Ama bu gerçekliği olmayacağı anlamına gelmiyor. Güneşler (Çok Uzaktan ve Hep adlı seri) ise 2019 ile 2022 arasında üretildi. Tam da pandemiye denk geldi. Kapalı mekânlarda geçen, ışıksız, tek başımıza ve genellikle içe dönük olduğumuz, garip, karanlık bir dönemi kapsayan bir zaman diliminde üretildi hepsi. Bu yüzden iki seri de, yapıldıkları dönemin duygusunu taşıyor..
İnsanlık çağlarca zamanı ölçmek için uzak ama müşterek nesneleri, ayı ve güneşi baz aldı. Kapitalist zaman atom altındaki nesneleri baz alıyor… Bir fotonun hızı mesela (Planck zamanı)… Sen kişisel takviminde nasıl titreşimleri baz aldın?
Atom altını ve orada olup bitenleri bilmeyi çok isterdim. Ama duygular şimdilik en iyi bildiğim şey. Kuantum dünyasını ve kuarkları ancak hobi düzeyinde izliyorum okuyup anlamaya çalışıyorum.
Peki tik-tak yapabilen bir frekans, bir osilatör yok mu? Duygular değişken şeyler ya, hiç yerleşik ritimler var mı gündelik hayatından? Mesela nasıl uyanıyorsun?
Genellikle geç uyanıyorum, çünkü geç uyuyorum, gün içinde tekrarlarım, rutinlerim var.. Ama yoğun çalışma süreçlerinde üzerinde çalıştığım şey, o şeyin kimyası, malzemesi dönemin tik-tak’ı oluyor. Benim ölçüm aslında malzemenin kendisi. Kâğıt, kalem, boya gibi şeyler ve onların dayattıkları, kâğıdın yağı emme süresi gibi zaman birimleri… Ortaya çıkan her iki serinin de takvim-resim aralığında, muğlak bir yerde durması hoşuma gidiyor. Çünkü işleri kişisel olmaktan çıkarıp başka insanların da hikâyeye dahil olmasına kapı açıyor.
Deniz (Tuncer) mürekkepten ve tekrardan ötürü kesinlikle içgüdüsel olarak bir kayıt tutma hissi verdiğini düşünüyor… Ben bu sergideki işlerin kendi içindeki zamansallığını da merak ediyorum. Önce hangisi çıktı? İlk çıkan şey bir doğa olayına referans verdi diye diğerleri de öyle olmalı gibi mi düşündün? Yoksa “hepsi doğa olaylarına referans versin” gibi bir kurgu var mıydı?
Harita fikri önceden vardı ama olgunlaşmamıştı. Teknik olarak ilk Güneşler ortaya çıktı ve bir yandan hep devam etti. Sonra haritalar, süngerler, taşlar ve videolar arka arkaya geldi. Güneşler lokomotif olmakla birlikte bir eş zamanlılık da söz konusuydu. Sergiyi kurmaya yakın bir zamanda ancak dönüp bunlar “ne” diye bakabildim… Yolda şekillenen bir sergi olduğu için “Dur şu doğa olaylarını resmedeyim,” demedim. O hissettiğimiz şeyin, duyguların karşılıklarını bulmaya çalıştığımda mecburen o alana girdim. Buradaki genel kurgu, çok uzun bir zaman dilimine yayılmış olan üretim süresince kendiliğinden oluşmuş bir kurgu.
İşlerindeki prodüksiyon matematiği de çok etkileyici. Malzeme ve malzemenin geçirdiği süreç de anlattığın soyut şeye sadık kalıyor… Ben Caecus Volcano ve Albino Island işini gördüğümde dijital bir iş sanmıştım ama sen orada o büyük doğa hareketini manyetizma ile çok küçük ölçekte yaratmış ve kameraya kaydetmişsin. Güneşler’de de karanlıktan dışarı sızan ışığın altında yağ var, bir malzeme tercihi…
Bu biraz benim “şey”lere olan merakımla ilgili. Şeyler nasıl oluşuyor, şeyleri nasıl yan yana getirip ikinci bir şey yaratıyoruz? Bunu nasıl zaman içinde standardize ettik? Etmeseydik ne olurdu? Ya da bunu bir kalıba sokmadan kendi haline bırakalım ve izleyelim, acaba kendi başına bir cümle kuruyor mu? “Demir neden paslanıyor? Kâğıt neden buruşuyor?” gibi fiziğe ve hayata dair sorular var aslında kafamda. Bence ilk resimler de öyle yapıldı. Çocuk merakıyla… “Yeni Materyalizm” denilen şeyin temelinde de o var belki. Malzemeyi kurcalayınca bağlam da anlam da, her şey oradan çıkabiliyor. Ya da ben bu yolculuğa çıktığımda bana iyi bir eşlikçi olabiliyor.
Sonuçta ortaya çıkan nesne, arayüz tabii ki önemli ama ben süreci de önemli buluyor ve konuya dahil ediyorum. Israrla iki buçuk-üç yıl içinde üretilmiş sergi diyorum, ısrarla zaman diyorum, entropi diyorum ve o olma halinin, sürecin kıymetine inanıyorum. Konu sadece taş değil; konu taşın zamanı, taşın oluş şekli, parçalanması. Bir iş üzerinde çalışırken daha önce öğrendiklerimi unutmaya, malzemeyle yeniden tanışmaya, malzemeyi yeniden temel bir konu olarak önüme koymaya, kurcalamaya çalışıyorum.
Basit ve zor bir sorum var. Taşı polimer süngere taşıtan Maruz: 75 kPa yerleştirmenden yola çıkarak soruyorum: Doğa nedir ve doğa olmayan nedir? Mesela taş doğa ise, ölen canlı organizmaların oksijensiz ortamda milyonlarca yıl boyunca çözülmesiyle ortaya çıkan petrolden üretilen polimer sünger niçin doğa değil? Bu ayrımı nasıl kuruyoruz?
Bunu yanıtlamak gerçekten zor. Ama kısaca ben şöyle ayırıyorum: Tasarlanmış olan ve olmayan. Birinde insan devrede, diğerinde insan devrede değil. Yoksa ikisi de doğa tabii ki…
Bu insan merkezli bir düşünme biçimi, değil mi? Hayvanların da “tasarladıkları” şeyler var ama bu üretimler “tasarım” değil de “doğa” oluyor. Ontolojik bir hiyerarşi var sanki?
Çok yakın zamanda bir mimar arkadaşımla bu konuyu kendiliğindenlik üzerinden konuşuyorduk. Bence karıncanın mimarisine “Mimari değil,” diyemeyiz; o da bir tasarım.. Düşününce, dünyanın birçok yerindeki sivil mimari örneklerini de bir hayvan yapmış olabilirdi mesela… Doğal malzemeden, nesilden nesile aktarılan bir eyleme biçimiyle. Konu derin ve doğanın, doğal olanın ne olduğu sorusu bugün felsefenin en sıcak konularından biri ama benim gözümde ayrım (insanlar ya da hayvanlar tarafından) tasarlanmış olanla rastlantısal olarak oluşan arasında.
Sıklıkla mimari temsil biçimlerini kullanıyorsun ve mimarlarla sürekli iletişim halindesin. Onlar mı seni buluyor, yoksa sen mi onları?
Birbirimizi buluyoruz demek daha doğru olur, ortak bir merak etrafında bir araya geliyoruz, konuşuyoruz ve bir dostluk başlıyor. Mimarların çalışma ve üretme biçimlerini yakından izliyorum: Bir şeyin envanterini çıkarma, temsilini üretme, metodunu bulma, onu denkleme dönüştürme ve o arayüz üretme şekilleri hayranlık verici. Hakikaten isterdim mimarlık okumak ve yapmak. Bunu yapamamış olmanın ukdesi var içimde. Belki bu yüzden de onlarla çok vakit geçiriyorum. Bir de sanırım gerçek bir şey yapma arzum var. Ne olursa olsun, sonuçta sanatçının ürettiği şey bir Aspirin değil, gerçek bir karşılığı her zaman olmuyor hayatta. Çok dolaylı olarak bir şeyi etkileyebiliyor, dönüştürebiliyor. Genellikle de dönüştürmüyor. Dönüştürdüğü şey genellikle sadece fikirler ve duygular oluyor. Tasarım ve mimarlıkta öyle değil. Hayatla kurduğu doğrudan ilişki yüzünden daha tatmin edici geliyor bana.
Yine Deniz (Tuncer) ile birlikte mimarlık öğrencilerine jürilerinde neler dediğini çok merak ediyoruz…
Öğrencilerin yaşına ve sınıfa bağlı olarak değişiyor. İlk sınıflara daha motive edici yaklaşıyorum ve temel sanat-mimarlık ilişkisi ya da çizimin tasarımın üzerindeki etkisi gibi temel konulardan bahsediyorum. Bazen çizim atölyeleri de kurduğumuz oluyor. Daha üst sınıflara karşı tutumum ise daha farklı. Çıktılar ve formlar üzerinden birlikte konuşuyor, eleştiriyoruz. Sanat ve mimarlığın birbirinden ayrıştığı nokta keyfilik ve nedensellik. Bu da ortaya çıkan formun sanat mı tasarım mı olduğunu belirliyor. Bu tür tartışmaların jürilerde, okullarda yapılıyor olmasını önemli buluyorum. Öğrencilerin de bu konuşmalardan keyif aldığını düşünüyorum.
Atölyen de aslında bir mimar atölyesine çok benziyor. Fazlasıyla hijyenik ve nizamlı. Sanatçıların dağınıklık sevdiklerine dair bir mit vardır ya… Francis Bacon’ın tozlu ve kaotik atölyesi meşhur bu anlamda. Kurt Schwitters’in bir sanat eseri addettiği yaşam alanı ve atölyesi —ki kimi sanat tarihçileri bunu yerleştirme sanatının başlangıcı sayıyor— Merzbau’su ise en uç örnek herhalde. Kendi idrarını kavanozlayıp çeşitli ışık düzeneklerinde oyunlar kuruyor… Seninki de bir ev atölye. Domestik yaşantınla çalışma yaşantın iç içe geçmiş halde mi? Nasıl bir yaşamsallık var burada? Ne derece mahrem ve ne derece kamusal?
Ev-atölye birlikteliği başta gerçekten imkansızlıktan doğdu. Öğrenciliğimden beri bir evin bir odasında çalışıyorum ve bu zaman içerisinde bir alışkanlığa dönüştü. Sonradan da bir tercih oldu. Dışarıda bir yere ihtiyaç duyuyorum bazen ama tutmamak için de elimden geleni yapıyorum. Yaptığım işle hayatımı çok ayırmıyorum. Bu haliyle de epey mahrem bir alan aslında. Atölyenin mimar stüdyolarına benziyor olmasının sebebi ise kullandığım malzemelerden kaynaklanıyor: Kâğıt, kalem ve boya gibi çok basit malzemelerle çalışıyorum. Yoğun, sentetik boyalar kullanmıyorum. O yüzden etrafı pek kirletemiyorum.
Bence işlerin de çok el emeği isteyen, titiz, teferruatlı, temiz ve düzenli işler. Bu atölyeden çıktıkları belli oluyor.
Atölyenin dönem dönem kontrolden çıktığı oluyor tabii ki ama genelde beyaz kağıtlarla çalıştığım için etrafın kirlenmemesi gerekiyor. Yine malzemeye getiriyorum konuyu ama bu epey belirleyici bir faktör oluyor.
Bir koleksiyoner tarafın olduğunu da gözlemliyoruz bu ev atölyede biriktirdiklerinden. Neler topluyorsun?
Evde bir miktar sanat eseri var. Bunların bazıları sanatçı arkadaşlarımla yaptığım değiş tokuşlardan, bazıları para verip aldıklarım; arada hediye edilmişler de var. Ama bunlar büyük resimler değil; küçük, mütevazı işler. Bir de bildiğimiz anlamda sanatçı olmayan insanların yaptığı şeylere merakım var. Karşıma çıktıkça onları topluyorum. Çoğu yine küçük şeyler. Son dönemde toplama fikrinden epey uzaklaştım gerçi. Etrafımda çok fazla şey var gibi hissediyorum. Buraya taşındığımda temiz parkeler, beyaz duvarlar, bir masa ve dolayısıyla çok minimal, Japon bir mekan hayal ediyordum; fakat giderek eşyaların sayısı arttı. Bu yüzden o duygumu zaman içerisinde tıraşladım, artık “almazsam olmaz” dediğim küçük şeyleri alıyorum, o kadar.
Peki sergideki bu zebellah gibi taşı nereden, nasıl getirdiniz?
Onu İstanbul’da Kemerburgaz civarında bir yerden aldık. Oraya da Kütahya’daki bir ocaktan getirilmiş. Sarılı turuncu, oksit sarısı bir rengi var. Muhtemelen demir yataklarının olduğu bir yerden çıkmış. Renginden ötürü “kınalı taş” diyorlar. Ben de tamamen rengine ve formuna bakıp seçtim. Sergi mekânına gittiğimde onu orada yatıyor görmek garip. İnsanları hafif geri çekilerek kendine baktırıyor olması çok hoşuma gidiyor.
Serginin son halini nasıl buldun? Entropi nasıl işledi?
Çok işledi… İnsanların paylaştığı fotoğraflarda sapsarı bir sergi var, benim aklımda hiç böyle bir sergi yoktu. Kendiliğinden oluyor gibi. Yani aslında ben bu zemini yaratıyorum tabii, bu serginin biraz sarı olacağını da biliyordum ama bu kadarını beklemiyordum. Gerçekten de sergi, sembolik anlamda, tahmin ettiğim yönde çalıştı. Bu yüzden memnunum son halinden. Çok siyah beyaz çalışan biri olarak sarı rengi de artık kabul ettim gibi…
Sarı aslında 1960’larda geleceği müjdeleyen albenili bir malzeme olan plastiğin de zaman içinde ortaya çıkan, hüsranlı rengi… Peki sen işlerinde niçin bu kadar az renk kullanıyorsun?
Bu sergide var aslında… Ateş ve ışıkla ilişkili olan şeyler renkli, geri kalanlar siyah beyaz. O da serginin ışık ve ışıksızlıkla olan ilişkisinden ötürü. Renk çok kafa karıştırıcı. O pür ya da basit olanı fazla manipüle ediyor, başka başka anlamlar yüklüyor. Ben de eskiden daha çok kullanıyordum ama artık zorlanıyorum. Renkten uzaklaştıkça daha iyi ifade edebildiğimi fark ettim. Aslında sadece rengi değil, bir sürü şeyi eksilttim; figürler, sentetik boyalar, tuval… Geriye kâğıt kalem kaldı; siyah ve beyaz. Bunların sembolik çağrışımlarını da önemsiyorum: artı ve eksi, iyi ve kötü, var yok gibi. Genellikle kâğıdın beyazını ışık, ona sürdüğüm siyahı da gölge gibi kullanıyorum. Aslında fotoğrafın ilk üretildiği zamanlara benziyor bu ışığın kaydedilme hali. Bir kâğıda solüsyon sürülüyor, ışık kaydediliyor veya kaydedilmiyor. Buna çok benziyor: Işık var, ışık yok. Bunu ilk yaptığım bina serilerinde kullandım. Orada da çizgiye kadar indim. Yatay çizgi, dikey çizgi… Başka hiçbir şey yok. Yani bir şeyi sıfır noktasına, tek birime indirmek ve o birimden tekrar çoğaltmak gibi…
Küratör Selen Ansen’le sergi sürecinizi anlatırken sık sık “yoldaşlık” kelimesini kullanıyorsun. Bunu biraz açabilir misin? Öncesinde de bir arkadaşlığınız vardı sanırım?
Aslında işler üzerinden gelişmiş bir arkadaşlıktı bu. Birlikte düşünmek, birlikte bakmak üzerine kurulu bir arkadaşlık. Benim 2017’de yaptığım Günler serisini biz tanışmıyorken görmüş ve onunla ilgili çok güzel bir şiir yazmıştı. Biz öyle tanıştık. Sonra o şiiri o serinin kitabında kullandık. Bu vesileyle duygudaşlığımızı fark ettik. Sonradan benim Arter’de sergi yapacak olmam ve Selen’in Arter’in küratörü olması gerçeği eşleşti. Aslında birbirimize hem çok benziyoruz hem hiç benzemiyoruz. Birbirimize benzemekten ziyade benzemediğimiz için yoldaşlık ettik. Umarım ben de onun hayatına bir şeyler katmışımdır. O bana çok şey kattı. Çok kitap bırakıp gitti buraya. “Yeter oraya bakma, biraz da şuraya bak” dedi. “Biraz daha düş” ya da “Biraz daha kal” dedi. İyi kontrol etti süreci. Kontrolü burada kötü anlamda kullanmıyorum çünkü uğraştığım konular, duygusal olarak zor konulardı. Depresyonun ucundan döne döne yapılmış bir sergi bu. Yoldaşlığı o yüzden çok önemsiyorum. Arada bir karşılıklı oturmak, terapideymiş gibi konuşmak…
Aslında genellikle sergilerde, özellikle kurumlarda yapılan sergilerde küratör-sanatçı ilişkisi pek de böyle değildir. Biz alternatif bir şey denemiş olduk. Pandemiye denk gelmiş olması da etkiledi çünkü serginin açılışı iki defa ertelendi. Düşünmek, yaptıklarımı bozmak, baştan kurmak, sergiyi değiştirmek için fırsatım oldu. Arada oturup gerçekten dertleşmek, konuşmak ve yoldaşlık etmek için fazladan zamanınız vardı. Yoksa Arter bu sergiyi talep ettiğinde ben işleri bitmiş halde Selen’in beğenisine sunardım, o da “Evet, hayır; şunu şöyle yapalım” derdi. Neyse ki öyle olmadı. Kıymetli buluyorum bunu. Selen’e dönersek, onun da meseleleri kaşımak, ters yüz etmek, yeni anlamlar üretmek üzere bir motivasyonu var. Ben doğudan, o batıdan…
Serginin senin için sağaltıcı bir deneyim olduğunu söyleyebilir miyiz?
Kesinlikle.
Peki sence alımlayanlar için de öyle mi? Serginin uyandırdığı hisler, sana gelen tepkiler nasıl? Yani o depresyon hali hissediliyor mu?
İki türlü bir evet. Şöyle mesajlar alıyorum, “Ne güzel sanat görmeye gelmiştim, günümün canına okudun.” Başka bir tanesi ise, “Bir şey gördüm, tam tarif edemiyorum ama çok iyi geldi bana. Eline sağlık.” Ya da uzun uzun anlatanlar var ne hissettiklerini.
Sadece entelektüel bir yerden ilişki kurup oradaki fikri çok beğenenler de oluyordur herhalde?
Onlar daha çok sanatçılar, tasarımcılar… Genel izleyiciye baktığımızda çok iyi hissedenler çoğunlukta ama serginin pek iç açıcı olmayan meselesi ve hatırlattıklarından ötürü kimilerinde bir göğüs sıkışması yarattığı da oluyor. Gelen mesajlardan ve birebir konuşmalardan duyuyorum. İkisi de hoşuma gidiyor. Burada olup biten bazı şeylerin sembollerle anlatımı var, kötü bir şey hissettiysen, bir bakıma bu iyi. Bir de tabii kendine benzer bir duygudaş bulmaktan ötürü iyi, onaylanmış hissetmek var. Bilmiyorum, bana iyi geldi.
Genel olarak benden çıkıp kendi zamanını yaşamış olması ve çok yakında bitecek olmasına seviniyorum. Gerçekten içimden yoğun bir şey çıktı, şu an rüzgârdaki bir çuval gibiyim… Bir süre bu boşluk duygusuyla birlikte yaşayacağım, sonrasını bilmiyorum.
Sergi sürecinde senin Doğulu Selen Ansen’in ise Batılı olması meselesinden bahsetmiştin. Bunun nasıl tezahür ettiğini biraz açabilir misin?
Bu ayrımı kalın bir çizgiyle çizmek çok doğru olmayabilir ama belki şöyle anlatabilirim: Selen’in hem ailede hem okulda Batılı bir tedrisattan geçmiş olması, uzun süre yurtdışında yaşaması; benimse burada, bu coğrafyada büyümüş, eğitim görmüş olmam aramızda çeşitli yaklaşım farklılıklarına yol açtı. Örneğin güneşleri mekânda dizerken ben son derece modernist biçimde yuvarlak olanları bir tarafa, kadrajlanmış olanları diğer tarafa dizdim. O ise o düzeni bozdu ve hepsini karıştırdı. Ya da ben süngerleri mümkünse iki kardeş gibi yan yana koymak istiyordum, o onları karşı karşıya getirmek istedi. Yani detaylarda hissedilebilecek, çapraz bir iç içe geçmiş karşıtlık oldu. Ve tabii hep Selen kazandı (gülüyor).
THE CREATIVE DRIVE: STORIES OF RS - RENGARENK BİR EVRENDEN GELEN YETENEK: EDA BIRTHING
Yaratıcılık tutkusu ile ayakta kalanların, hayat bulanların hikayesini ve varoluşunu kutladığımız “The Creative Drive: Stories of RS people by calling” serisinde ikinci konuğumuz, herkesin kendini istediği gibi ifade edebildiği bir dünya hayal eden calling komünitesinden Eda Birthing ve yaratıkları. Her şeyin rengarenk ve sevgi dolu olduğu bir evrenden merhaba. Bu evren Eda Birthing (Eda Yorulmazoğlu) tarafından yaratıldı ve burada yargılara yer yok, bolca dans, özgürlük, renk ve neşe var! İçindeki tüm renkleri yansıttığı tasarımlarına bayıldığımız Eda Birthing ile stüdyosunda ve hızımızı alamayıp İstanbul sokaklarda eğlenceli bir çekim yaptık, biraz da sohbet ettik.
“The Creative Drive: Stories of RS people by calling”
Prodüksiyon: calling
Kreatif Direktör: Gümrah Şengün
Fotoğraf: Can Görkem
Styling: Yaşar Eyyubi
Röportaj: Heja Bozyel
Art direktör: Derya Kın
Makyaj: Deniz Dilara Sarılar
Prodüksiyon Asistanı: Cem Onan
Yaratım sürecinden bahsedebilir misin biraz? Tüm bu muhteşem yaratıklar nasıl doğuyor?
Tasarım sürecim ne yaptığım, kim için yaptığıma bağlı olarak farklılıklar gösteriyor genelde. Bir kişi için tasarım yapıyorsam; kim olduğuna, o kişide hangi renkleri gördüğüme yani ruhuna odaklanırım. Karşımdaki kişiler bazen istediklerini çok net şekilde söyler, ama çoğu zaman yapmamı istedikleri bir renk veya hikaye belirtir veya sadece “Eda, istediğini yapabilirsin” derler.
Hangisi daha kolay senin için?
Eğer tanıdığım biriyse istediğim gibi yapmak benim için çok kolay çünkü kim olduklarını, vücutlarını nasıl kullandıklarını, hareketlerini bilirim. Ama tanımıyorsam ve daha önce hiç görmediysem, bana bir şeyler anlatmaları işimi kolaylaştırır. Yoksa Instagram’a bakmam ve kim olduklarını anlamaya çalışmam gerekiyor. Bir gösteri için ve bir konseptle yaratıyorsam, genellikle ilgimi çeken bir şey veya rüyamda gördüğüm veya hayatımda yaşadığım ve yeniden yaratmak istediğim bir an ilham oluyor. Veya bazen, hayatımda kötü, travmatik olay olduysa, o karanlığı ışığa dönüştürmeyi severim. Yani, süreç için birçok farklı yol var.
Tasarımlarını ilk gördüğüm andan itibaren rüyalarını merak ediyorum! Yaratımların gibi rengarenk, canlı, bilim-kurgu filmi tarzı rüyalar mı görüyorsun yoksa hiç rüya görmeyenlerden misin?
Her sabah yorgun bir şekilde uyanıyorum.
Hiç şaşırmadım!
Rüyalarım filmler gibi, adım adım ilerliyor ve bir şekilde hepsi birbirine bağlanıyor. Bazen kafam karışıyor. Bazen bir şeyi rüyamda gördüğümde, anlayamıyorum, gerçekten mi yaşadım? Hala gerçek mi bazen? Kendimi sorgulamam gerekiyor, gerçek miydi rüya mı? Ya da bazen gerçekten stresli olduğumda ve dikiş dikme ya da model oluşturmayla ilgili bir şey kafama takılırsa, rüyamda bunu nasıl çözeceğimi buluyorum. Rüyamda model yapıyorum ve sonra uyanıyorum. “İşte şunu yapmalıyım, tabii ki böyle yapmalıyım” diyorum.
O zaman bir şey için bir çözüm bulamadığında uykun gelir mi? Cevap bulmak için uyur musun?
Genellikle cevabı bulamadığımda, kendimi zorlamaya eğilimliyim. “Bitirmem gerekiyor, bitirmem gerekiyor, çözmeliyim” diye zorlarım. Ama sonra evet, hiçbir şey yapamazsam uyumam gerekiyor. O zaman her şeyi çözüyorum. Yani cevap aslında her zaman orada. Ama stresli olduğumda zaten uyuyamıyorum. Ve sonunda uyusam bile, cevabı bulunca uyanıyorum, kısır döngü!
Çocukken en sevdiğin çizgi film neydi?
Cartoon Network’ü çok izlerdim, aslında biraz ürkütücü çizgi filmleri var. Mesela CatDog gibi. CatDog favorimdi. Dexter’ın Laboratuvarı veya The Powerpuff Girls gibi çizgi filmleri de severdim. Beetlejuice beni korkuturdu, ama yine de izlerdim. Courage the Cowardly Dog vardı, çok seviyordum. Korkutucuydu, ama seviyordum. Sadece böyle çizgi filmler. Aslında çocuklar için mi yapılmışlardı, bilmiyorum, çünkü o kadar korkutucular ki! Ama yine de izlerdim.
Çalışmalarında bu çizgi filmlerin yansımalarını görüyor musun hiç?
Evet, eminim yansımaları vardır. Yani bilinçli olarak değil, ama çocukken onları çok izlediğim için eminim yansımaları vardır. Bazı çalışmalarım belki bu yüzden ürkütücü olabilir.
Ürkütücü ama hiçbiri kötü yaratıklar değiller, değil mi?
Hayır, asla! Onlar canlarım, melek gibiler.
Peki senin dünyanda ne var olamaz, yaşayamaz?
Yargı. Yargı olamaz. Aslında benim yapmak istediğim şey, bu yaratıkların yargısız bir dünyada yaşamasını sağlamak. Nasıl yaşamak istiyorlarsa öyle yaşayabilmeliler. Hatta, mesela moda gösterilerinde, tasarımları genellikle yaratıklar üzerinde gösteriyorum, çünkü daha çok bir performans ve gösteri gibi oluyor ve insanlar yargıyı bir kenara bırakıp yaratıkları, yaratıkların giydiklerini görüyorlar.
Çok mantıklıymış. İnsana karşı yargılı olmak, eleştirmek ne kadar kolaysa, ne olduğunu bilmediğimiz ve sempati ile yaklaştığımız hayali bir yaratığa karşı bir o kadar yargısız olabiliriz. Peki, çalışırken en verimli olduğun yer neresi?
Genellikle odam, çünkü benim güvenli bölgem. Orası benim. Etrafımda eşyalarım var, kendimi en güvende hissettiğim yer ve çoğu fikrim orada oluştu. Uyuduğum oda. Ama aynı zamanda doğanın olduğu herhangi bir yer de diyebilirim. Yaratımlarım organik olduğu için doğa bana her haliyle ilham veriyor. Bir bitkinin büyümesi, renkleri hatta çürümesi bile.
Sanırım dans etmeyi seviyorsun. Dans ederken Eda nasıl biri oluyor, neler doğuruyor?
Özgürlük. Dansın bana getirdiği şey özgürlük ve tekrar çocuk gibi hissetmek. Çünkü dans ederken, umursamamayı seviyorum. İnsanların nasıl dans ettiğim hakkında ne düşündüğünü ne olursa olsun umursamıyorum. Hatta yerlerde sürünebilirim, eğer istiyorsam. Çünkü o şekilde özgür hissediyorum. Beni tekrar bir çocuk gibi hissettiriyor. Bu aynı zamanda tasarımlarımın da konsepti: Çocukluğu bulmak, neyin özgür hissettirdiğini, neyin rahatlık verdiğini ve aynı zamanda mutlu olduğum vücut hareketlerini bulmak. Dans ettiğimde gerçekten mutlu oluyorum. Bu yüzden bunu yaratıklarıma da uygulamaya çalışıyorum, onları düşündüğümde, sanki sallanıyorlar, hareket ediyorlar gibi hissediyorum.
Dans ederkenki mutluluğun hissediliyor. O yüzden bu soruyu sormuştum, doğruymuş. Peki, çocukken en sevdiğin oyuncak neydi?
Oyuncak… Emin değilim… Bebeklerim vardı, ama erkek kardeşim hepsinin başlarını koparırdı. Yani hatırlaması biraz üzücü. Şeyi çok severdim, hani gözlerine yaklaştırıp küçük filmleri izlediğin bir alet vardı. Kamera gibi. (ViewMaster’dan bahsediyor) Çok severdim!
Ah, evet! Çok güzeldi onlar! Yalnız Türkiye’de genelde onlar bize Hac’ce giden büyükler tarafından getirilirdi ve filmlerde Mekke, dua eden insanlar gibi görüntüler olurdu. Bir bit pazarında dünyadan farklı yerleri gösteren filmler ve çizgi film gösterenleri bulunca delirmiştim!
Benimkilerde çizgi film vardı. Bir de slinky oyuncakları çok severdim, hareketlerine bayılıyordum.
Slinky oyuncakların yansıması tasarımlarında rahatlıkla görülüyor. Yaratıcılar için dünya genelinde bir kural koyabilseydin, ne olurdu?
Herkesin kendi mutluluğunu sağlayan şeyleri yapması olurdu. Çünkü para kazanmamız gerekiyor ama yine de mutlu olduğumuz bir yol bulunabilir. İnançlarımıza uygun olmayan bir şeyi yapmamalıyız. Eğer inançlarımıza aykırıysa, muhtemelen yapmamamız gerekiyor. Benim de kendime koyduğum kurallar arasında sadece beni mutlu eden şeyleri yapmak yer alıyor. Ve bunun herkes için önemli olduğunu düşünüyorum.
Chicago’da büyüdün, tasarımlarını yapmaya orada başladın. Peki neden İstanbul’dasın?
Aslında bunu planlamamıştım. Hayatımın büyük bir kısmını Chicago’da geçirdim ve pandemi öncesinde buraya gelmiştim. Başlangıçta sadece bir ay kalmayı düşünüyordum. O dönemde işlerimi yapmak için burada küçük bir üretim evi kuracaktım. Ama sonra Corona salgını ortaya çıktı ve geri dönemedim, İstanbul’da planladığımdan daha uzun süre kalmak zorunda kaldım. Ancak bu süre boyunca şehre aşık oldum. İstanbul canlı ve kültürel açıdan zengin bir yer. Tarih ile modernlik harika bir şekilde bir araya geliyor ve mimari, renkler ve çeşitli toplulukların bu şehirde varlığı bana ilham veriyor. Ayrıca burada sanatla ilgilenen harika insanlarla tanıştım. İstanbul’da sanat sahnesi çok canlı. İşbirliği yapma ve çalışmalarımı sergileme fırsatı buluyorum. Yaratıcı topluluğa ait olma hissi ve bağlantı hissettim, bu da burada kalmak istememe sebep oldu. Sonuç olarak, İstanbul’un benim için özel bir yere sahip olduğuna karar verdim ve bu şehirde yaşamak beni mutlu ediyor.
Her şeye rağmen?
Evet her şeye rağmen. Bir de burada ilk kez boş kalabildim.
Nasıl yani?
İlk kez 26-27 yaşında, burada tatil yapabildim. Çalışmadan vakit geçirebildim ve bunun bir süreliğine bana iyi geldiğini gördüm.
Peki yaşadığın yerin dinamikleri işlerine nasıl yansıyor?
Burada gece hayatı daha az olduğu için ve ben drag queenlerle yakın çalıştığım için sahnede kostümlerimi daha az görüyorum. Chicago’da kostümlerimi sürekli sahnede görüyordum. O yüzden etkinlikler düzenliyorum ve hepsi çok güzel geçti. Bir de burada sokakta kendimi pek güvende hissetmiyorum. Chicago’da kostümlerimi sokakta giyebilir ve hiçbir şeyi umursamazdım. Ama burada her zaman ne olacağını biraz daha düşünmek zorunda kalıyorum. Birkaç kez denedim, hiçbir şey olmadı, ama yine de dikkatli olmak zorundayım, daha fazla cesaret istiyor.
Kostümlerinle olduğunda köpeğin nasıl tepki veriyor?
Beni her zaman aynı şekilde karşılıyor. Kostümlerime veya dış görünüşüme aldırış etmiyor. Onun için önemli olan, benim yanında olduğum ve sevildiği gerçeği. Köpeğim benim için gerçek bir destek ve sevgi kaynağı. Onunla birlikte olduğumda kendimi daha güvende hissediyorum.
Türkiye’de ve dünyada yaşanan olaylar, elimizde olmayan durumlar ruh halini ve yaratıcılığını nasıl etkiliyor?
Türkiye’de yaşanan olaylar, beni bazen endişelendiriyor ve üzüyor. Ancak genel olarak, yaratıcılığımı etkilemiyor. Elbette dünyadaki olumsuz durumlar insanın ruh halini etkileyebilir, ancak yaratıcılık benim için bir çıkış yolu ve bu tür olaylardan sıyrılabileceğim bir alan. Sanat ve drag performansları, kendimi ifade etmek ve başkalarına ilham vermek için kullanabileceğim bir araç. Dolayısıyla, olumsuzluklara rağmen yaratıcılığımı devam ettiriyorum.
Drag şovlarında izleyicilerin ne yaşamasını istiyorsun?
İnsanların öncelikle eğlenmelerini ve gerçekten kendilerini ifade edebilmelerini istiyorum. Benim için drag, cinsiyet normlarına ve toplumun beklentilerine meydan okuma anlamına geliyor. İnsanların drag şovlarda kendi benliklerini keşfetmelerini ve ifade etmelerini istiyorum. Ayrıca drag, birlikte eğlenmek, desteklemek ve topluluk ruhunu hissetmek için bir fırsattır. İnsanların drag şovlarından kendilerine güven ve cesaret bulmalarını, farklılıkları kutlamayı öğrenmelerini ve dışlanmış gruplara destek vermeyi öğrenmelerini istiyorum.
Yeni projelerin var mı? Yakında senden nasıl haberler alacağız?
Amerika’ya gidiyorum Haziran ayı için. Bir müzik festivalinde performans sergilemek için işe alındım. Bir grup topladım, tüm kostümleri hazırladım ve dört gün boyunca orada olacağız. Her gün performans sergileyeceğiz. Gidişimin ana nedeni bu. Ayrıca, Chicago’dayken planladığım diğer performanslarım da var. Ve yaz sonrasında burada daha fazla gösteri planlamak istiyorum.
THE CREATIVE DRIVE: STORIES OF RS - ÜSTLERİ BAŞLARI ANİMASYONLU:VİCOTÜCO
calling komünitesinden yeni yaratıcılar Reflect Studio’nun optimist fütürist dünyasında buluşuyor. Her şeye rağmen yaratıcılık tutkusu ile ayakta kalanların, hayat bulanların hikayesini ve var oluşunu kutladığımız “The Creative Drive: Stories of RS people by calling” serisinin ilk konuğu kendi dilini ve rengini yaratabilenlerden Vicotüco. Karşınızda Sinan Kutluay, Ali Mert Değirmencioğlu ve Mert Avcı. Nam-ı diğer Vicotüco. Yani Vicdan Tüccarları. Hani Instagram’da arkadaşlarınıza gönderdiğiniz animasyonları yapan ekip. Rahat, iyi dinamikler oturtmuş ve işleri ile ilgili ne istediklerini bilen bir ekip Vicotüco. Aslında henüz yolun başındalar. Yakın zamanda streaming servislerinde çizgi film serilerini görmemiz, her reklamda seslerini duymamız kaçınılmaz olabilir. Hatta Temmuz ayında 4 şarkılık bir EP’leri çıkacak ve bu şarkılardan birinde konukları Nova Norda! O yüzden -hala daha- biraz alternatif bir yerde sayılırlarken onlarla tanışmak ve birlikte gülmek isteyebilirsiniz.
“The Creative Drive: Stories of RS people by calling”
Prodüksiyon: calling
Kreatif Direktör: Gümrah Şengün
Fotoğraf: Can Görkem
Styling: Yaşar Eyyubi
Röportaj: Heja Bozyel
Art direktör: Derya Kın
Makyaj: Deniz Dilara Sarılar
Prodüksiyon Asistanı: Cem Onan
Nasıl tanıştınız? Nasıl bir araya geldiniz? Oradan başlayalım mı?
M.A.: Biz Sinan’la ortaokuldan arkadaşız. Mert’le de herhalde üniversite zamanı yine böyle aynı ortamlardan tanışarak arkadaş olduk. Önceleri bir müzik grubumuz vardı. Aslında müzik yaparak başladık. Biraz öyle tanışmış gibi olduk. Bugüne kadar geldi. Detay çok fazla şey var. Bu özeti.
Ama başta iki kişi başlamıştınız değil mi?
S.K.: Evet, evet, yani Mert’i tanıyorduk aslında. Yani biz şunu yapmaya başlamıştık ama Mert’le de böyle fikir konuşuyorduk hep. Hani birlikte bir şeyler yapmak istiyorduk hep. Daha sonrasında bir animasyon kısa film yapma durumu oldu, Kuru Kabus diye. Hatta şu an izlenebiliyor, reklamını da yapalım. O sırada Mert’le birlikte çalıştık. Hem senaryoyu hem animasyonda falan çalışınca devamı da geldi.
A.M.D.: Biz bu arada Sinan’la aynı üniversitedeydik. O grafikte ben heykeldeydim.
Hangi okul?
A.M.D.: Marmara Ünivetsitesi, Güzel Sanatlar.
S.K.: Birlikte çok güzel bir dinamik olduğunu fark ettik üçümüzün arasında.
M.A.: O yüzden 2020’den beri üç kişi olarak devam ediyoruz.
Peki isme gelebilir miyiz? O nereden çıktı? Biz ofiste nasıl okunuyor “Vikotuko mu Vicotüco mu” diye tartıştık ama bir sonuca varamadık.
M.A.: İkisini de söyleyen var ama aslında şöyle; biz Sinan’la ne yapacağımızı bilmiyorduk. Bir şekilde bir içerikler, ses kayıtları yapıyorduk. Böyle aptal aptal. Animasyon bile yoktu. Yani sadece bir şeyler kaydediyoruz, bir şeyler çiziyoruz falan… Bir araya toplayıp bunları paylaşmaya başlayalım dedik. Sinan bir Instagram hesabı aç dedi bana, adı ne olsun derken Vicdan Tüccarları diye salladı. Çok iyiydi ama çok uzun diye Vicotüco yaptım. Öyle devam ettik.
Hangi noktada bu kadar çok insana ulaşmaya başladınız?
S.K.: Aslında ilk çıktığında kendi çevremizden başlayan hızlı bir yayılma olmuştu. Keşfeden insanlar çok seviyordu, sürekli içerik istiyorlardı. Sonra 2020’de, pandeminin başında bir artış oldu ama en son “Ölüm Burger” diye bir seri yaptık. Orada iyice arttı. O şekilde bir ilerledi. Yani yavaş yavaş ama hep ilerledi aslında.
Arabada neden 2 kişisiniz?
M.A.: Bu fikre başladığımızda Mert’le yazmamıştık. Bu, Sinan’la yazdığımız bir şeydi. Sonrasında Mert de var. İlk bölümde yoktu ama ikinci bölümde arabada aynada sallanan “o şey” Mert mesela. Öyle bir dinamik kurduk.
S.K.: Mert’in karakteri her bölümde başka bir yerde. Hep enteresan bir şekilde sokalım diye düşündük.
A.M.D.: Evet, joker gibi bir şey.
M.A.: Bir de Mert şiir yazıyor, 2 kişinin sohbetinin arasında şiirlerini okuyan delice bir karakter olarak sokmak istedik. O yüzden de bazen cansız bir nesne, bazen bir insan olabilir.
Peki o arabada gittiğiniz yol nereye gidiyor?
S.K.: Onu da Mert cevaplasın.
A.M.D.: Hiçbir yere gitmiyor ya…. Belli gidiş yok gibi orada aslında o tamamen iki kişinin kurduğu bir diyalog gibi geliyor. Her yerde olabilecek bir şey. Nerede olsun? Arabada da olur, ortada da olur gibi…
Aslında metaforik anlamda sormuştum…
M.A.: Ölüm Burger nezdinde düşününce biraz farklı bir içerik yaptık orada. O yüzden de yani ikisinin de gidişatı bilmediğimiz bir yol gibi. Biz de bilmiyoruz, nereye gidiyor?
A.M.D.: Evet, evet, biz nereye gidiyoruz?
M.A.: Ben daha felsefik giriyorum.
A.M.D.: Aslında, film yapmak çok heyecanlandırdı bizi. “Kuru Kabus”, böyle üçlü dinamik kurduğumuz bir şey oldu. İlerleyen vakitte yine öyle bir şey yapmayı çok istiyoruz. Film yapmak çok zevkli bir şey. Tamamen kendimizi koyabileceğimiz bir şey. Hatta böyle bir çizgi film serisi gibi bir şey planlıyoruz. Senaryosunu yazmaya başladık, yarıladık gibi hatta. Biraz para kazanmaya odaklandık bu süreçte, son birkaç aydır. Birazcık daha böyle depolayıp sonra full çizgi filme kanalize olmak gibi bir gidişat var.
S.K.: Türkiye’nin siyasi standartlarına göre çok büyük hayallerimiz var tabii.
Hepimizin galiba… O değişmeyen bir durum. Peki çocukken hangi çizgi filmleri izliyordunuz?
M.A.: Nickelodeon, Fox Kids.
S.K.: Ben mesela “Andy’nin Nesi Var”ı çok seviyordum. En sevdiğim çizgi film oydu. Çılgın Korsan Jack vardı. Fox Kids tarafında işte Spiderman’lar, Nickelodeon’da Hey Arnorld vardı.
M.A.: Real Monsters falan.
S.K.: Hepsini deli gibi izledik. Hani böyle daha kızlar için olan, prenses çizgi filmi falan onları da izledik.
M.A.: Hepsi farklı, bir Macar prensi gibi bir şey vardı, onu da izlerdim.
A.M.D.: Onu ben hiç sevmedim, izlemiyordum.
S.K.: Şimdi bakınca şeyi hatırlıyorum mesela. O zaman da ben izlerken o animasyonun nasıl yapıldığını düşünüyordum aslında. Hani bunları tek tek çiziyorlar. Mesela öyle bir duvar kırılacağı zaman o duvarın kırılacak kısmı daha farklı bir renkte olurdu. Onu düşünürdüm; “böyle o zaman onu böyle ayrı çiziyorlar”, tamam. Sonradan düşününce aslında demek ki merak ettiğim bir konseptmiş bu genel olarak.
A.M.D.: Biz zaten animasyon eğitimi almadık. Animasyoncu değiliz aslında. Grafik tasarım okuduk hepimiz. Heykel okudum ben. Farklı yerler ama animasyona girip animasyon araştırdıktan sonra fark ettik ki, 90’lardaki bu çizgi filmler bize inanılmaz etki etmiş, teknik anlamda da fikir anlamında da tarz ve mood olarak da. Biz bayağı beslenmişiz ondan geleceğe dair bir çizgi film yapma adına.
M.A.: Evet, bir de şansımıza gerçekten üçümüzün de çocukluğu çok benzer geçmiş.
A.M.D.: Yani ben daha sonra tanıştım onlarla ama aynı şablonu yaşadığımız için etkilendiğimiz şeyler çok ortak. O yüzden estetik anlamında çok böyle birlik sağlandı hemen bir anda.
Mert Değirmencioğlu
Aslında sizden bir önceki kuşakla da direkt bağlantı kurabiliyor çünkü MTV renkleri ve duygusu var.
S.K.: Evet, aslında benzer zaten, yani jenerasyonlar olarak o dönemin televizyonları öyleydi. Çok eğlenceli, renkli, rahat.
Sinan Kutluay
Peki şimdi neler izliyorsunuz?
S.K.: Yani şimdi açıkçası çizgi film anlamında çok fazla şey yok. Onu konuşuyorduk geçende… Nasıl bu kadar iyi şeyler üretilmiş biz çocukken ve şu an bu nasıl azalmış… Daha iyi olması gerekirken… Tabii ki yine çok iyi şeyler var ama sayı olarak o kadar fazla içerik yok gibi. Bu tarz bir çizgi film anlayışı olarak.
M.A.: Bazen işte Miyazaki falan izleyince moralimiz çok bozuluyor. Nasıl yapıyorlar bunları? Geçen işte Akira’yı izledik ve kafamızı bulandırdı yani tabi.
S.K.: Böyle bir şey yapmaya çalıştık, hüsranla sonuçlandı. 3 kişi ile yapılabilecek bir iş değilmiş.
M.A.: Onun dışında Smiling Friends diye bir şey var. Ufak bir seri, o da çok tatlı. Rick and Morty zaten artık o herkes tarafından biliniyor. Şu an bir mizah anlayışı olarak herkesi etkiledi. Özellikle çizgi film tekniği olarak değil de mizah anlayışı ve işleyişi olarak çok yeni bir şey yapmış oldu. O yüzden bizi de etkiledi.
S.K.: Daha çok film izliyoruz. Öyle hayallerimiz de var. Yani gerçekten live action bir şey yapmak belki… Film değil de belki dizi olabilir ama işin o tarafını da denemek istiyoruz.
İşin bütün kurgusunu da senaryosunu da siz yaparak mı devam etmek istiyorsunuz, yoksa birisi size bir senaryoyla gelse birlikte çalışmaya da açık mısınız?
M.A.: İşin yazma-yaratma tarafı ilgimizi çekiyor… Yani tabii ki olmaz değil ama…
A.M.D.: Mesela teknik anlamda birileriyle çalışmak gerekli olabiliyor. Eğer film yapacaksak bir görüntü yönetmeni gibi ama genelde işin kreatif kısmını kimseye bırakmak istemeyiz herhalde. Bizi en çok heyecanlandıran kısım o çünkü.
M.A.: Evet, özendiğimiz şeyler onlar.
Mert Avcı
Anlıyorum. Peki, başarılı olmak ne demek sizin için?
S.K.: Sadece sevdiğim bir şeyi yaparak hayatını devam ettirebilmek bence başarı. İşinden nefret etmeden hayatından para kazanabilmek, yaşayabilmek. Yani o kadar büyük büyük bir para değil ama en azından uğraştığın şey, kıymet verdiğim şeyler olsun.
M.A.: Karşılığını maddi manevi alabildiğin bir hayat yaşadığında bir şekilde başar. Belki yaş ilerledikçe bu başarı kriterini şekli değişiyordur. Çocukken çok daha farklı geliyordu mesela. Şu an bir de ülkenin şartları da biraz tabi onu şekillendirdi.
Başarı algısını küçültüyor mu ülkenin şartları?
M.A.: Yani küçültmüyor ama standardı düşüyor.
S.K.: Bir işten para kazanırsak onu diğer bir işe hemen yatırıyoruz. Zaten iş bizim oyun alanımız olduğu için gidip araba alalım gibi bir hayalimiz olmuyor.
M.A.: Türkiye’de olmamız ve Türkiye’de bunu yapmamız, bir yerde bir delilik gibi. Ama başarı kriteri de buradan geçiyor. Yani burada olmayan, burada yapılmamış bir şeyi yapmak da motive edici bir şey. Biz de biraz onu yaşamak istiyoruz. Yani Türkiye’de bu işi yapmakla, yurt dışında bir yerde yapmak arasında çok farklı motivasyon farkı var.
Kesinlikle. Peki yaratamadığınız zaman ne yapıyorsunuz?
S.K.: Orada da işte 3 kişi olmanın büyük bir avantajı var bence. Çünkü bazen biri tıkanıyor, “Benden yok abi, siz bir şey bulun şu an” diyor. Ama bazen üçümüzün de tıkandığı zamanlar oluyor.
M.A.: Üçümüz de tıkandığında galiba yeni bir soluk gelmesi gerekiyor. Yani bir anda yeni bir kafa geliyor. Yeni bir içerik tipi ya da yeni bir anlayışla bir şeye yükseliyoruz. O zaman geri çıkıyoruz.
Peki bir şeyin iyi olup olmadığına karar verirken nasıl bir süreç işliyor? İki kişinin oyu yeterli mi?
S.K.: Bir kişinin bile oyu yeterli.
A.M.D.: Aynen tohum bir kere ekildi mi diğerlerine de güç verebiliyor.
S.K.: Bazen bir şey çiziyorum. “Çok kötü” diyorum, onlar “Çok iyi” falan diyorlar. “O zaman iyidir” diyorum. Onu hiç sorgulamıyorum ya da tam tersi oluyor.
M.A.: O dinamiği bir şekilde oturttuk. Yani biri gerçekten “Bu inanılmaz iyi” deyip diğerleri “Berbat” asla demedi.
Her gün aynı saatte burada mı buluşuyorsunuz, çalışma düzeniniz nasıl?
A.M.D.: Evet, o sisteme girmek bize çok iyi geldi. Yani böyle belli geldiğimiz ve çıktığımız bir saat var. Sabah ilk, bir saat falan konuşuyoruz. Sadece gündem, muhabbet vesaire, oradan da bir şeyler çıktığı oluyor. Ama onun dışında böyle bir herkesin yavaş yavaş çalışmaya başladığı bir evre oluyor. O öyle başlıyor, işte akşama kadar gidiyor. Arada bir tıkanırsak eğer yürüyüş yapıyoruz.
S.K.: Beyaz yakalı gibiyiz. Sabah 9 akşam 5’e kadar böyle çalışıyoruz.
A.M.D.: Evet, evet, çok askeri bir düzendeyiz yani aslında.
Bir şey üretirken bunu yakalayabilmek aşırı zor.
S.K.: Özellikle birkaç kişi olduğunuz zaman o disiplin olmadan çok zor. Çünkü biri gelmeyecek, diğeri gelmeyecek. Ben geleceğim, o gidecek falan bir şey olacak. O yüzden hiçbir şey yapmayacak olsak bile geliyoruz.
M.A.: Çünkü her zaman yapacak bir şey var gibi.
S.K.: Yok, en kötü durumda, dosyaları, bilgisayarımızı toparlıyoruz. Dosyalara ikonlar çiziyoruz.
Birlikte uzun zaman geçiren kişiler birbirine benzer derler. Siz birbirinizde kendi yansımalarınızı görüyor musunuz?
S.K.: Zaten fark etmişsinizdir.
Peki bu bir noktada birbirinizi beslemenin ötesine geçip dezavantaja dönüşüyor mu bu?
M.A.: Çok oluyor. Ama işimizle alakalı değil. İşimize negatif yansımıyor bu her zaman işe pozitif yansıyor ama sanki hayata ve sosyal hayata karışmayı zorlaştırıyor. Kendi dilimiz, kendi mizah anlayışımız o kadar oturuyor ki dışardan biri anlamıyor. Small talk bile yapamaz hale geliyoruz.
S.K.: “Üstümüz başımız animasyonlu” dediğimiz bir hal…
A.M.D.: Evet öyle bir deyim çıktı. Mesela biri bir yere çağırıyor, işte “Abi yok üstümüz başımız çok animasyonlu gelemeyiz”. Çünkü karşıdakini algılayamıyorum öyle olduğu zaman.
Peki müziğe geçelim, orada nasıl gidiyor işler, neler yapıyorsunuz var mı yeni şarkılar?
S.K.: Biz ikimiz (Mert Avcı) aslında müzik yapıyoruz. Mert ile de görsel dünyasında yine birlikte çalışıyoruz. Klip yapacağız, fotoğraf çekeceğiz.
S.K.: Zafer var bir de işte bizim şu an prodüksiyonlarımızı yapan o tarafta. Yeni bir EP yapıyoruz yakında.
M.A.: 4 şarkılık bir EP. Nova Norda konuk oldu, onunla da bir şarkımız var.
Zaman planlaması var mı şu an?
S.K.: Bir tanesi Temmuz’un başında çıkacak gibi gözüküyor Nova Norda ile olan şarkı. Ondan sonra ayda bir diğerleri çıkacak. Zaten bir albümlük materyalimiz daha var.
Peki birbirinize renkler yansıtsanız nasıl bir ortam oluşur?
M.A.: Sinan’a sarı renklerinde bir şey söylerim. Sen de (Mert) turuncu ya… Böyle bir sıcak 2 renk gibi çok da kopuk göremiyorum yani bilmiyorum benzer bir hal.
S.K.: Ben kendimi yeşil olarak tanımlıyorum.
A.M.D.: Ben kendimi mavi tanımlarım
M.A.: Ben de mavi tanımlarım.
A.M.D.: Ben sana da mavi derdim (Mert’i gösteriyor) sana sarı derdim. (Sinan’ı gösteriyor)
S.K.: Sarı mı, sarı mı? Sarı kötü bir şey değil mi ya?
Yani deliliktir sarı birazcık…
S.K.: Beni deli buluyorlar.
Şu an “Spider-Man: No Way Home”da birbirini gösteren üç Spider-Man meme’i gibisiniz. Kullandığınız pastel tonlar sarkazm efekti mi Instagram gerekliliği mi?
M.A.: Belki söylediğimiz şey ile bir tezatlık oluşturmak için olabilir ya da çok çekici gözüktüğü için. Emin değiliz…
C: Giyimdeki seçimleriniz neyi yansıtıyor?
S.K.: Onlar çok iyi giyiniyor. Genelde ben çok kötü giyiniyorum. Kız arkadaşımın kıyafetlerini giyiyorum.
M.A.: Ya kötü giyinen insanlar değiliz bence asla ama çok da öyle giyime manyak önem verdiğimizi de düşünmüyorum. Belki Mert bu konuda biraz daha dikkatli.
S.K.: Mert’le biz pantolonun alınabildiğini yeni fark ettik. “Pantolon vardır önemsizdir ama tişörttür olay” diye düşünüyorduk. Sonra “Aa pantolon her şeyin rengini değiştirebilen bir şeymiş” dedik.
M.A.: Birazcık kız arkadaşlarımızın etkisi olabiliyor bu konuda. Yani ben hiç önemsemiyordum. Ama şöyle düşünüyorum, her şey artık bir giyimde her parça güzel olabilir. Hani şu ayakkabı kötü, bu ayakkabı iyi şu pantolon kötü diyemiyorum ama çok iyi kombinasyonlar yapan insanlar var. Ben de o yok mesela. O bir cesaret gibi. Biraz ilgi gerekiyor. O kısım gelmedi bana hâlâ. Bir şekilde kotumu giyiyorum çıkıyorum.
O öyle sonra yüklenen bir şey değil yalnız.
M.A.: Haklısın, muhtemelen gelmeyecek o. Biraz böyle seçeneklerin dünyasında çok geriliyorum. Çok fazla seçenek varsa yani. 2 tane olsun, daha kolay seçiliyor. O yüzden de kombinasyon yapmak zor geliyori.
Telefonlarınızın wallpaper’ı nasıl?
A.M.D.: Benimki dümdüz mor.
S.K.: Benim dünya.
M.A.: Bende bir şey yok.
Daha yaratıcı şeyler bekliyordum.
M.A.: Yani teknolojik aletlerde dümdüzüz biz.
S.K.: Şöyle bir şey oldu galiba, biz çok fazla ekrana bakıyoruz yani normal bir insana göre. 9 saat bilgisayar ekranı, tablet işte telefon… Zaten Twitter’da ne oluyor, Türkiye ölüyor mu derken hep ekran başındayız. O yüzden telefonun arkası rahat olsun bari.
A.M.D.: En son hatta bir renk klasörü yaptık. Sadece renkler var. Saat başı değişiyor. Hepimizin masaüstü aynı ama farklı renkler oluyor.
M.A.: Evet bir çizim olmasından daha özel.
S.K.: Ben çok denedim, kendim çizim yaptım. Orası tam, yok yok, saatin üstüne geliyor. Biraz aşağı indim, uğraştım falan sonra midem bulandı.
SUH.EYL İLE DEPREM, YAS, MÜZİK VE MACERA ÜZERİNE BİR DERTLEŞME
Röportaj: Eren Eryol
Fotoğraf: Erdem Varol
Suh.eyl, ‘Macera’ isimli yeni teklisini paylaşınca biz de bu fırsatı değerlendirip onunla bir sohbet gerçekleştirdik. Fakat sohbetin kapsamı müzikle sınırlı kalmadı. Biraz daha uzağa, içli coğrafyalara doğru genişlettik. Depremde ailesini kaybetmiş bir sanatçı olmasına ve bölgedeki atmosferin içinden üretimini sürdürüyor olmasına rağmen Suh.eyl’in sergilediği varoluş kudretine tanıklık aslında bu sohbet. Görüntülü arama ile yaptığımız ve zorlu anlar barındıran, hassas ve zorlu mevzularla örülü bu sohbeti mümkün kıldığı için tekrar teşekkürler.
Merhaba Suh.eyl! Asabını bozan bir soru var mı?
“Oralar nasıl Suh.eyl?”
Coğrafya yasını yaşabiliyor mu?
Hayır. Toplumun yas yaşamasıyla ilgili belli alışkanlıklarımız yerleşmiş. Bu yerleşen alışkanlıkları yas döneminde ele alış biçimimiz de toplumda, politikada, sanatta yine bir kinetizmle gerçekleşiyor gibi geliyor bana. Tabii her bünyede farklı etkisi mutlaka vardır bunun, herkes bunu kinetik yaşayacak diye bir şey yok, potansiyel enerjisinde de bu yoğunluğu bulabilen arayabilen, bazen kendini soyutlamayı başarabilmiş ya da onu arayan insanlar olabilir. Herkesin yas dönemi farklı ama toplumsal bir yerden baktığımızda toplumsal yolculuğa yön veren politik kaosun bizlere yas yaşatmadığını düşünüyorum. Biz toplumsal olarak çok üzüldük ama yön vericilerin emellerine çözüldük. Ama toplumsal olarak yazın gelmesini çok da istedik bence bir yandan da…
“Biz toplumsal olarak çok üzüldük ama yön vericilerin emellerine çözüldük”
Toplum, yasını tutmuyor değil tutamıyor. Bu zamana kadar yardım etmek isteyen, yardımlaşmak isteyen Türkiye’nin her yerinden insanların hakkını ödeyemeyiz. Ama maalesef yasını yaşayamayan bir toplumun aynı zamanda kolektif bilinci de oluşmuyor, kolektif bilinçle beraber yas yoğrulmuyor ve dönüşmüyor, toplumun kodlarında çöküş yaşanıyor gibime geliyor. Böyle okudum, böyle hissettim. Özellikle yaz aylarında, evet insanlar çok yardım ettiler, buraya yazın gelmesini istediler ama bir an olsun deprem konuşmama ihtiyacı da hissettik. Dayanışmaktan mı bıktık acaba? Bizim sürekli kendimizi dayanışır pozisyonda bulmamızdan dolayı bir sıkıldık mı? Küçük bir kitleden bahsediyorum. Aynı cemiyet, yakın cemiyetlerde yaşadığımız insanları da kastediyorum ki asıl momentumu yaratan da bu kitle bence. Bu konuda biraz karışığım çünkü aklıma Hatay’daki, İskenderun’daki gençler geldi, onlar nasıl yaşıyorlar yaslarını? Ya da depremin içinde olmayan insanlar nasıl yaşıyor diye düşündüm. Kafam karıştı biraz…
Yasın olduğu yerde müzik olur mu?
Bireysel bir yerden baktığımda, yaşadığım kültürde müziğin kederi ifade etmek için açtığı bir alan olduğunu görüyorum. Bu alan, babamın en sevdiği şarkıyı, rakı içerken söylediği şarkıyı söylemek gibi bir açıklıksa, ben bu açıklığı kendi hayatımda ailemle ağlaya ağlaya yaşadım… Kişisel olarak ailemle bunu yaşayabileceğim ortamım vardı. İskenderun’daki bazı kültürlerde rakı içmek keder ifadesidir. Kederle beraber insanların çok stresli olduğu zaman rakı içmek normal sayılır. Ama ben annemle babamın evinde, cenaze sonrası içki içirmedim. İçiremezdim. İnsanların kuruyemiş yediği, viski içtiği bir muhabbet haline dönüştüğünü fark ettiğim anda kaldırttım her şeyi evden. Ama yan evlerde bunu yaşayan, bu kederi benimle yaşadığını bildiğim insanlarla rakı içip babamın şarkılarını söyledim ağlayarak. Annemin şarkılarını söyledim ağlayarak. Burada benim yaşadığım yasın müzikle harmanlandığını görmeye başladım. Daha yeni başladım bunu yaşamaya. Hem onların bana aynaladıkları şarkılarla hem de ardından benim yazdığım dört tane şarkıyla başladım o sürece. Bu alana sadece prodüktörleri davet ediyorum ve bu alandan müzik fışkırıyorum şu anda. Eve misafir dahi kabul etmiyorum annemle babamın kokusu gitmesin diye… Yası müzikle yaşamak adına bunu tercih ediyorum şu an…
“Eve misafir dahi kabul etmiyorum annemle babamın kokusu gitmesin diye… Yası müzikle yaşamak adına bunu tercih ediyorum şu an…”
Toplumsal düzlemde değerlendirdiğinde peki?
Türkiyenin ilk deprem dönemine baktığımız zaman buraya ne yapacağını bilemeden gelen müzisyenler oldu yemek yapmaya, buraya ne yapacağını bilemediğinden gelmeyenler oldu, buraya “şu an zamanı değil, altı ay sonra gideriz, üç ay sonra gideriz” şekliyle yaklaşan müzisyenler oldu ama yası yaşadığımız dönemle normal hayatı yaşadığımız dönem politik çizgilerle o kadar sayfa çevirir gibi ilerledi ki yasın sanatla beraber iyileştirici bir etkisini yaşamasına toplumun vakit bulduğunu düşünmüyorum. Burada saksafonu alıp depremzedelerin ortasına geçip müzik yapan insana kim ne diyebilir? Bir buçuk ay sonra bir hafta sonu atlayıp buraya gelip depremzede kuyruğunda saksafon çalıp geri dönse ne olur? Çok fazla insan gelmek istedi, çok fazla insan bir şeyler yapmak istedi ama hayat öyle hızlı değişiyor ki; bir anda gelen bir seçimle beraber, ardından para kazanma kaygısıyla beraber, insanların bir yerden ayrılamama ve çalışma içgüdüsüyle beraber bir tık da yazın gelmesiyle harmanlanınca ben yasın müzikle beraber giderildiğine inanmıyorum. Çünkü, bizim İstanbul’da yaptığımız etkinlikler, yardım etkinliklerinin yeterli olması nasıl mümkün ki?
“Yası yaşadığımız dönemle normal hayatı yaşadığımız dönem politik çizgilerle o kadar sayfa çevirir gibi ilerledi ki yasın sanatla beraber iyileştirici bir etkisini yaşamasına toplumun vakit bulduğunu düşünmüyorum”
Hüznü dışlamayan dans mümkün mü?
Elbette. Zaten hareket etmemizin sebebi bir duyguyu yaşamak/yansıtmak olduğu için hiçbir duyguya “hayır” demiyoruz. Özelikle dansın koreografi kısmından sonra… Yani dans ettiğin zaman bir şarkıda, şarkı bittikten sonra durmazsın. Ya da şarkının koreografi kısmı bittikten sonra durmak istemeyebilirsin. Amacımız da hareket ederek, hissettiğimiz duyguyu ifade ederek büyütmek. Çünkü bir yerden sonra bu seni kendi duygunla baş başa bırakan bir yere geliyor. En azından bende öyle. Yedi sekiz yıldır şarkının başlangıcından sonuna kadar bir hareket çizgisi kurmaya çalışan, sadece şarkıyı dinleyip ona göre, o stilde dans eden, buna göre eğitimler alan, temelleri oluşturan, temellerle iletişim oluşturup Kadıköy Moda sahilde herhangi bir müzikle bunu dansa yoğunlaştırıp, mükemmelize edip şarkılarda da bunu devam ettiren bir vücut dilini uygulamaya çalıştım ben. Bu kendi yolum, herkeste farklı çalışıyor tabi… Türkiye’nin en iyi koreografları da kim bilir nasıl çalışıyordur ama kimsenin umurunda değil. Çünkü, bu ülkede dans dediğimiz şey sadece bir sos…
Travmalarla yüklü bir coğrafyada neşeyi dışlamamak mümkün mü?
Bende bir şeyleri mümkün kılma içgüdüsü var. Mümkün kıldırıyorum. Ama bir şeyleri mümkün kıldırdığımızda kendimizden yediği şeyleri de düşünmek gerek. Mümkün kıldığımız şeyleri kendimize zarar vermeyeceği bir eksende tutarak mümkün… Başka çaresi de olmayan bir ülkede yaşıyoruz. Çünkü hepimiz o kadar çok yok oluyoruz ki herkes her şeyini versin istiyoruz. Ama depremden bir gün sonra çimento hisseleri ülke tarihinin en yüksek seviyesine çıkıyor. Dolayısıyla, evet mümkün ama kendimizi koruyarak mümkün. Ve kendimizi koruyarak mümkün dediğim alan da maalesef hayatta kalmayla da ilgili bir mümkünatı temsil ediyor, çünkü bu ülkede müzisyenlerin intihar ettiğini biliyoruz pandemide… Yani mümkün olmak zorunda, hayatta mı kalmayacağız! Böyle bir psikoza girmek fuzuli bir lüksü temsil ediyor…
“Coğrafya kaderdir” sözüyle karşılaştığım zamanlar (‘Macera’ şarkısında da geçiyor) sadece olumsuz bir zorunluluk anlamı belirmiyor bende. Diğer bir yönünü, coğrafyanın dayattığı koşullardan yaratıcı kaçış yolları inşa etmenin de yine bu kadere dahil olduğunu düşündürtüyor. Sence müzik yaratıcı yollarla örülü bir kaderi çizmek için yeterli bir alan mı?
Bilmiyorum… Ben, beni kendi iç dünyama götürdüm ve seçtiğim mesleğin bu ülkedeki yerine gittim. Gitmemem gereken bir yerine gittim. O yüzden “bilmiyorum” cevabını çok kişisel bir yerden verdim. Genel olarak verilen cevapların hepsinin “evet” olduğunu biliyoruz zaten, ikimiz de biliyoruz. Coğrafyadaki politikanın, bir günde değişen politikanın bu ülkenin her şeyine yön verdiğini, müziğinde herkesin kendi usturuplu seviyesine gelmesi zorunluluğunun, bazı şeyleri bazı kapılar ardında yapma zorunluluğunun hepimiz farkındayız zaten. Alıştığım, gördüğüm hadiseleri anlatan Twitter cevaplarından ziyade başka bir sessizliğe gidiyorum kendi içimde. Ve oradan konuşmaya çalışıyorum. Şey gibi bir yerde, bu ülkede doğduk ve burada bir şekilde basitin, huzurun ya da huzursuzluğun sahibi olanlar var, sahibi olamayanlar var. Bu insanın kendi içinde olan bir şey ve “o halde erişilmez gibi görünen bir bilginin parçasını taşıyayım” diyenler var. O yüzden müzik yapıyorum. Yani “ben ülkedeki basitin, huzurun sahibi olamadım, o halde erişilmez gibi görünen bir bilginin bir parçasını taşıyayım” diyen arkadaşım Vardal Caniş’in sözünden alıntı yaparak bir cevap vermek istiyorum. Ve bunun için de müzik aracı oluyor. Dile o dökülüyor. O yüzden bazen müzik kariyerimin kurgusunun hataya çok müsait bir alan olduğunu anlıyorum. O sınırda da eğleniyorum!
Şarkılarımda da Alevi deyişleri, eskiden gelen, sanki kırk bin yıl önce söylenmiş bir sözü tekrar söylemek benim için bir gayret meselesi haline geliyor. ‘Macera’ şarkısının bridge kısmı bir alevi deyişidir mesela, benim değildir. “Erlik midir eri yormak/Haber getir, cennetten on sekiz ırmak/Coşkun akan sel bizdedir/Hakk’a duacı cümlemiz”, bu benim cümlem değil. Ama insanların erişilmez gibi görünen bir bilginin parçası olmasıyla ilgileniyorum. Bunu aktarmayla ilgili bir yerdeyim.
“Alıştığım, gördüğüm hadiseleri anlatan Twitter cevaplarından ziyade başka bir sessizliğe gidiyorum kendi içimde.”
Ana-akımı oluşturan janrlar ve tutumlarla dirsek temasında bulunduğun ve tersine ayrıştığın noktaları nasıl açıklarız? Bu bağlamda müziğini nasıl tanımlarsın? Yine buradan hareketle popüler olana, gündemde olana ne enjekte etmek isterdin?
Her şeyi özene bezene yarattığınız alışılageldiğimiz pop dünyasının derdo bebe’si; çok eziyet çektiğimiz, çok eziyet gördüğümüz sokaklarda kendi özel hayatımızdaki dramamızı da yaşayan; sokak kültürünü de melodikleştiren biri olmak istiyorum. Herhangi bir janra girmemeye çalışıyorum. Bununla da ilgili kendime çok eziyet ettim biliyor musun, “ben Hip-Hopçı mıyım popçu muyum” diye… “Ben bedroom popçu muyum, rnb’ci miyim, ben neyim?”
Dansta yoğunlaştığın stiller belirgin mi peki?
İki tane aşkım var dansla ilgili, birisi New School Hip-Hop bir de Popping. Oldukça da mesai harcadım. Ben daha çok birinin sahne şovuna değil de sahne şovunun backgroundunda o dersi kimden aldığını öğrenmeye çalışıyorum. Michael Jackson’u değil de Pop N Taco’yu öğrenmek istedim; Beyonce’u değil Los Angeles bazlı kuir bir siyahi sanatçı onun koreografı, onun peşine düştüm; New School Hip-Hop’ta Justin Timberlake’in ders aldığı Popin’ Pete’in peşine düştüm, Street Jazz’da Justin Timberlake’in ders aldığı Tony Bellissimo’yu hedefime aldım. Sürekli takip ettim ki bu insanlar çok güncel. Her gün bir video yayınlıyorlar ve Justin Timberlake de bunun farkında gidip ders alıyor. Ben de yedi sekiz yıldır “Türkiye’de ben ne yapmak istiyorum ve buna uygun dansçılar kim” diye düşünerek peşlerine düştüm. Hiçbir derslerini kaçırmadım. Ki Coğrafya Manifestosu klibini biz öyle çekebildik.
Farklı performans disiplinlerinden gelmiş olmanın ürettiğin işlere bir katkısı olduğunu düşünüyor musun?
Coğrafya Manifestosu’nun kredilerini ödemeye yeni başladım. Coğrafya Manifestosu’nun kredilerini ödüyorum şu anda. Yani işime şöyle bir katkısı oldu: kredi nasıl ödenir onu öğrendim.
Sınırı aşmak mı, geri durmak mı? Henüz yayınlanmamış bir şarkını dinleme şansı bulmuş biri olarak da soruyorum. Şarkılarında dinamik bir müzik evreni içinde olduğumuzu hissederken aniden bir söz öbeğinin sersemletici etkisiyle karşılaşabiliyoruz. Ani bir afallama… Şarkı sözü yazarken kendini sınırda hissettiğin durumlar oluyor mu? Oluyorsa sınırın ne tarafına eğilimli oluyorsun? Aşmak ya da geri durmak (ya da tam da sınırda olmak)?
Bence ben sınırı geçen biriyim. Ben insanların sınırında dans pisti kuruyorum. Daha doğrusu insanlar kendi sınırlarına dans pisti kursun diye çabalıyorum. Yani “insanların sınırına dans pisti kuruyorum” derken biraz punch bir yere gittim depremden sonra. Anlatmak istediğim şeyleri daha edebi bir yerden değil de daha direk anlatmanın, “bu oldu abisi”, “böyle bir şeyler yaşadık” gibi yerden anlatmak… Ve kendi psikozumu anlatmak yerine kendi özgüvenimi anlatma ihtiyacı hissettim. Bu benim için önemli bir şey. Galiba ben kendi psikozumu, Coğrafya Manifestosu’nda da biraz kendi psikozumu anlatıyorum. Psikozla karışık bir şeyler yapma isteğini, bir gencin buradaki varoluş türbülansını anlatıyorum. Ama daha çok şu anda özgüvenimden yola çıkan bir deneyimi dürüst, beyefendi bir şekilde ya da gerektiği zaman da çarpıcı bir şekilde anlatma ihtiyacı hisseden bir yerdeyim. Kişi nezdinde insanların sınırlarında dans pisti kurmak değil insanların kendi sınırlarında eğlence yaratmasını ve buradaki üst tempoda bir tık high frekanstaki gerilimde kendileriyle bütün olma formülünü arıyorum.
Son şarkın MACERA…
Depremden sonra, bu babamın en sevdiği şarkı diye nakaratını ona uygun bir şekilde yazdım. Yani bitirdim şarkıyı ama nakaratını ona atfettim. Çünkü, ‘Sanırım yanıyorum/Bu yas bi’ başka’ şekliyle ben popüler kültürün derdo bebe’si olmak istedim. Şöyle de kötü çocuk: “eğleniyorsunuz ama size bir şeyleri de göstermekten de geri kalmıyorum açık açık” yaklaşımının pazarlığına girmedim yani. Ne yaşıyorsam onu anlattım, o yüzden ben kendi popüler kültürümün temellerini oluşturuyorum.
Şarkının macerası nasıldı?
Şarkıyı bir prodüktör arkadaşıma üç aydır dinletiyordum. Deprem öncesinde temellerini başka bir altyapıyla atmıştık. Ve rahmetli babam dinlemişti nakaratsız ve yaklaşık kırk beş saniyelik bir bölümü, “Oğlum bunun üzerine git, benim en sevdiğim iş bu” demişti. Sonra o altyapıyı yapan arkadaşım “Suh.eyl düşünemiyorum, yükselemiyorum bu şarkıya, ilerletemeyeceğim ben bunu” demişti (depremden sonrasına denk geliyor bu). Sonra beni Zeki Arkun’la tanıştırdılar. Zeki’ye yazdım, Zeki “tanışalım” dedi. Zeki’nin yanına gittim tanıştık, şarkıyı dinlettim, iki saatte bitirdi bu şarkıyı! Bambaşka bir prodüksiyonla bu hale geldi bu şarkı. Sonra vokal kaydına girdik.
Yeni maceralar olanaklı mı?
Depremden sonra değiştim. Ve benim şarkılarım artık böyle olacak. Artık hep “uptempo” bir yerde, doğru tınılarda, doğru bir algılama seviyesinde ama bir yerden de seni kurcalayacak. Dinlemek zor gelebilecek belki, bilmiyorum…
Bundan sonrası da yine yeni nesil, farklı soundları, popüler kültürleşen rap, trap, elektronik ögelerle kendi popunu yaratan ama daha uptempo, avangart ve arthouse olmayan, kendi ritmi olan, sürekliliği olan bir süreç olacak. Macera’ya ve Derdo Bebe’ye yakın bir yerde olacağım. Benim anlatacağım edebiyat daha sert, daha punch, daha direk, daha fazla söze sahip daha fazla vokal akışı olan, daha fazla hip-hopa yakın; gerektiği zaman sokakta melodik, gerektiği zaman evde hırçın bir yerde olacak. Ama yine popüler kültürün bir aynalaması olacak ve amacım zamansızlık…
Asabını bozan bir soru var mı?
Bu son soruda Suh.eyl’in bulunduğu yerde elektrik kesilince göz temasımız kesildi ve manidar gülüşmelerle görüşmeyi sonlandırdık. Ertesi gün Suh.eyl aradı ve “Son soruya bir cevap geldi aklıma” dedi ve cevabı şu oldu:
“Özür dilerim”. “Özür dilerim” bence bir sorudur.
Suh.eyl’in yeni teklisi Macera dijital platformlarda.
“ARTIK İLHAMI KOVALAMIYORUM, O BANA GELİYOR”
Röportaj: Heja Bozyel
Bu iddialı cümle, müzik dünyasının son “centilmenlerinden” Warhaus’a ait. Gerçek adı ile Maarten Devoldere. Aynı zamanda Balthazar grubunun vokali olan Maarten, Bob Dylan, Tom Waits, Elvis Costello, Serge Gainsbourg gibi tescilli romantiklerin yolundan gidiyor ama tıpkı onlar gibi, romantizmi ucuzlaştırmadan, eğlenceli bir şey anlattığı duygusunu vererek yapıyor bunu. Tabii bir yandan da içtenlikle, kanayan yerlerini göstermekten kaçınmıyor. Belçikalı müzisyenin Balthazar’la her şey iyi giderken kişisel bir şeyler yapma arzusu ile başladığı Warhaus macerası beklediğinden daha fazla ilgi gördü. Bunda eski kız arkadaşı yani Warhause albümünde ona sesiyle eşlik eden Sylvie Krausch’un etkisi var elbette. 2022 yılında yayınladığı Ha Ha Heartbreak albümü de bu aşkın (bir aşkın) bitişinin ardından yaşanan duyguları anlatıyor gerek sözlerle gerek müzikle. Şarkılarda sözünü asla esirgemeyen bir imaj çizen Maarten, kendini anlatırken o kadar da konuşkan değil. Belki de zaten her şeyi şarkılarında anlattığı için… Yine de şarkıları insanı iyileştiren, çağın son Gainsbourg ruhlu müzisyeni ile konuşmak güzeldi.
Warhaus, +1 Sunar Gezgin Salon Festivali kapsamında 30 Temmuz Pazar gecesi yani festivalin ikinci gününde Parkorman’da olacak. Festivalin ilk gününün line up’ında müzisyenin eski sevgilisi, müzik partneri ve ilhamı Sylvie Krausch da var! Bu magazin haberinin ardından festivale dönüyorum ve geçen sene son anda iptal olan L’impératice konserinin 29 Temmuz’da gerçekleşeceğini hatırlatıyorum. Aynı gün Satori, Emir Taha ve Kardelen de var programda. Pazar günü ise Warhaus’un yanı sıra Jon Hopkins, Still Corners, Tsar B, The Flabbies ve Büyük Ev Ablukada sahne alacak. İki günde de festivalde bağırarak şarkılara eşlik edeceğimiz kesin.
Selam Maarten, nasılsın, yaz nasıl geçiyor?
Warhaus: Hiç fena değil. Biraz fazla yoğun geçiyor, çok fazla konserimiz var. Hem Balthazar hem de Warhaus ile konserler. Özellikle son 2 hafta çok yorucuydu. Ben hep iş-özel hayat dengesi kurmaya çalışıyorum yoksa bedenim protestoya geçiyor. O yüzden son 2 haftadır sürekli yollarda olmak dengemi biraz bozdu ve zorladı. Şimdilik tamamen konserlere odaklanmış durumdayım. Çok eğleniyoruz, çok mutluyum, harika yerler görüyoruz ama artık ourup şarkı yazmak istiyorum, ellerim kaşınıyor bunun için.
Son konser neredeydi?
Warhaus: Belçika’da bir depodaydı, Balthazar konseriydi. Ondan önce de Fransa’da oldukça kalabalık bir konserimiz oldu.
Aynı anda hem Balthazar hem Warhaus ile konserler vermek işi iki kat zorlaştırmıyor mu? Kişilik bölünmesi gibi…
Warhaus: Evet ilk kez böyle bir şey yapıyorum. Normalde sadece bir grubu öne çıkartıp programlarsın, onunla konserlerin olur. Yani o şekilde daha dayanılabilir oluyor. Ama şimdilik o kadar da şizofrenik bir çizgide değilimr. Balthazar ile yeni şeyler çalmıyoruz neyse ki. Bu da fazla prova gerekmiyor demek. Aksi olsa zaten kafam kaldırmazdı!
İstanbul için hazır mısın?
Warhaus: Evet, heyecanla bekliyorum İstanbul’u. Şehri çok seviyorum, her zaman için oraya gelmek büyük keyif oluyor. Daha fazla zaman geçirmek istiyorum aslında İstanbul’da ve Türkiye’de.
İstanbul da sizi çok seviyor!
Warhaus: Evet, bunu Spotify’da görebiliyoruz!
Nasıl yani?
Warhaus: Datalara bakıyoruz. En çok dinleyici Belçika’da ikinci sıradaki dinleyiciler ise İstanbul’da.
Sevildiğinizi biliyordum ama bu kadarından habersizdim! Warhaus senin için hâlâ ikinci iş gibi mi? Nasıl hissediyorsun bu konuda?
Warhaus: Solo olduğu için yan proje gibi hep. Warhaus daha çok ben ve o dönem hayatın neresinde olduğumu anlatan bir iş. Beni neler etkiliyor, neler hakkında yazmak istiyorum? Bunları cevaplamamı sağlıyor. Balthazar için de yaptığım bazı kişisel şarkılar var ama o bir grup olduğu için farklı. Birden fazla şarkıcı, şarkı yazarı ve haliyle apayrı bir dinamik var. Oysa Warhaus ile tek başıma en derine inebiliyorum.
Eskiden hep ilhamın bir kadınla, aşkla geleceğini sanıyordum, peşinden koşuyordum. Bu da başımı belaya sokmama sebep oluyordu ve bu sayede oturup şarkı yazabiliyordum. Sonra tüm dünyadaki insanların başına gelen şey, benim de başıma geldi, üniversal bir şey, bir kalp kırıklığı. Bu sayede de şarkılar bana gelmeye başladı ben onları aramadan.
Dediğin gibi Warhaus hayatının en derinini anlatıyor, özel hayatını tamamen şarkılara döküyor. Bu yeni bir ilişkiye başlarken seni daha savunmasız mı yapıyor yoksa daha güçlü hissetmeni mi sağlıyor?
Warhaus: Sanırım daha savunmasız hale getiriyordu son albüme kadar. Çünkü daha öncesinde daha da savunmasızdım. O zamanlar hep bir ilhamın peşindeydim. Eskiden hep ilhamın bir kadınla, aşkla geleceğini sanıyordum, peşinden koşuyordum. Bu da başımı belaya sokmama sebep oluyordu ve bu sayede oturup şarkı yazabiliyordum. Sonra tüm dünyadaki insanların başına gelen şey, benim de başıma geldi, üniversal bir şey, bir kalp kırıklığı. Bu sayede de şarkılar bana gelmeye başladı ben onları aramadan.
Şahane!
Warhaus: Bu şekilde daha saf ve daha dürüst bir hale geldiğini düşünüyorum müziğimin. Belki ilk iki albüm daha mistik, daha gizemliydi. Dürüst şarkıların da her zaman daha iyi olduğunu iddia etmiyorum. Benim için daha iyi oldu bu çünkü altında ezildiğim duyguları içimden çıkartmamı sağladı. Başka bir şey düşünemiyordum, başka bir şey yazamıyordum. Sadece bunları yazıyordum ve çalışıyordum o dönem. Bu bilinç akışı değil, günlük değil, başka bir şey…
Hepsi aslında.
Warhaus: Evet ama öte yandan yine metaforlar ve şiir var içinde. Bazı şarkılar hayal gücünüze bırakıyor kendilerini. İnsanlar duydukları şarkıları birbirlerinden farklı şekilde anlıyorlar çünkü aynı şarkıya herkes farklı duyguları, farklı gerçeklikleri projekte ediyor. Bu yüzden dürüst olmak ile savunmasız kalmak arasında bir karışım yapmaya çalışıyorum sözlerle ve farklı anlamlara gelecek sözlerle.
Şarkılarındaki kadar romantik biri misin diye soracaktım ama sanırım cevabımı almış oldum…
Warhaus: Bu çok karışık… Romantiği nasıl tanımladığına bağlı. Genelde kendi düşüncelerine gömülmüş biriyim. Sürekli yaratıcı süreçleri düşünüyorum bu da beni sessiz biri yapıyor. Bunu romantik bulabilirsiniz ama kız arkadaşlarım bazen bunu sinir bozucu bulabiliyor. Bir de dediğim gibi, eskiden kız arkadaşlarımda aradığım ilhamın kendi içimde olduğunu gördüm. Bir kadınla yaşadığım bir anı çok ilham verici bulabiliyordum ama öğrendim ki bu benim fantezilerimin yansımasıymış. Demek ki bu şarkılar da öyle. Hatta bunlar aşk şarkıları mı onu da bilmiyorum artık. Son albüm ise bambaşka. İlk kez yalnızdım, tek başımaydım o albümde. Müziğin içimde olduğunu öğretti bu bana. Tıpkı Jung’un dediği gibi feminin anima gibi. Bir kadının ruhu gibi.
Bir kadınla yaşadığım bir anı çok ilham verici bulabiliyordum ama öğrendim ki bu benim fantezilerimin yansımasıymış.
Biraz önce “Her dinleyici kendi duygusunu projekte ediyor şarkılara” dedin. Öyle olsa bile çok farklı yerlerden çok farklı insan aynı duyguyla söylüyor şarkılarını sen sahnedeyken. Müziğin sayesinde. Onca insanın aynı acıyı yaşadığını ve belki de aynı şarkılar aracılığı ile iyileştiğini görmek nasıl bir duygu?
Warhaus: Çok mistik, tarif edemem, en güzel duygu. Bir o duygu bir de bir şarkıyı tek başıma yazıp bitirdiğim an. Çünkü yazmak berbat bir iş. Çok çalışma gerektiriyor ve hiçbir zaman yeterince iyi olmuyor. Ama bir duygu buluyorsun ve o duygu seni götürüyor. O anda İlahi olana ulamışsın gibi hissediyorsun ve havalı bir kelime yazıyorsun. O yüzden sahnedeyken de herkesin aynı modda, ayn duygu işe senin şarkını söylediklerini izlemek sana dünyada daha büyük ve mistik şeyler olduğunu söylüyor.
Warhaus’un da olduğu +1 Sunar: Gezgin Salon Festivali biletleri passo.com.tr ve İKSV gişelerinde.
ATEŞ ALPAR İLE “TAŞ KABUK SESSİZ” ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ:
Röportaj: Burak Diken
Fotoğraf: Can Görkem
Sanatçı Ateş Alpar, Hasankeyf’in yok edilişini ilk kişisel sergisi “Taş Kabuk Sessiz” ile kayıt altına aldı. Politik yolculuğunun sanatını da içerdiğini ifade eden Alpar’ın yıllardır üzerine çalıştığı sergi, 15 Temmuz’a dek Merdiven Art Space’te olacak.
Selam Ateş! Nasıl gidiyor? Her şey yolunda mı?
Selam! Sergi nedeniyle epey yoğun bir süreç geçiriyorum. Bu yoğunluk sergi açılışıyla başlamadı tabii. Bir sergi hazırlığı bazen yılları içine alan zaman dilimini kapsıyor. “Taş Kabuk Sessiz” sergisi de uzun zamandır üzerinde çalıştığım bir serinin sonucu. Nihayetinde bir sergi ortaya çıktı. Şu an her şey yolunda gidiyor.
Sergi 6 Haziran’da açıldı ve bu senin ilk kişisel sergin. Öncelikle çok tebrik ederiz! Nasıl geçiyor?
Çok teşekkür ederim. Açılış da ilk hafta da gayet güzel geçti. Hasankeyf’in yok edilişine dair birikimimi paylaşmanın zamanı gelmişti. Kendimi biraz hafiflemiş ama çokça yeni yükler edinmiş hissediyorum. Çünkü “Taş Kabuk Sessiz” ile Hasankeyf’e bakarken diğer taraftan bu bölgenin istisna olmadığını biliyorum. Seriye başladığım tarihten bu yana Türkiye’nin ve dünyanın farklı yerlerinde yeni yıkımlar meydana geldi. Bu süreç maalesef önümüzdeki dönemlerde de devam edecek gibi görünüyor. Sergiye gelenlerle, günümüzde artık olmayan görüntüler karşısında dururken zaman zaman sohbet ediyoruz. Sanki çok ama çok eski zamanlardan konuşuyoruz. Her görüntü elbette biricik fakat bu görüntüler serginin bütününü de izleyebileceğimiz bir çerçeve oluşturuyor. Kısacası ilk hafta bolca sohbet ve tartışmayla geçti.
“Kültürel miras yok edildi, insanlar ve insan olmayanlar göçe zorlandı.”
Hasankeyf’te neler olduğundan bahsedebilir misin?
Hasankeyf binlerce yıllık geçmişi olan bir yaşam alanıydı. Ilısu Barajı’nın inşaatı başladıktan bu yana bölge peyderpey su altına gömüldü. Çok önemli bir biyoçeşitliliğe sahip bu alanın tahribatı hem çevresel hem de sosyo-kültürel olarak hissedildi. Binlerce yıldır devam eden yaşam, ömrü süreli (ortalama 50 yıl olduğu söyleniyor) bir baraj uğruna yok edildi. Barajda sular çekildikten sonra ortaya çıkacak olan şey elbette eskisi gibi olmayacak. Kültürel miras yok edildi, insanlar ve insan olmayanlar göçe zorlandı. Bütün bu süreci enerji ve güvenlik politikalarıyla da okumak mümkün. Sonuçta sosyo-kültürel yapıya zarar veren müthiş bir ekolojik yıkımla karşı karşıya kaldık. Maalesef Hasankeyf istisnai bir durum değil.
Bir süredir bölgeyle alakalı sesler de maalesef yeterince yankılanmıyor gibi bir yandan. Seni bu süreçte bu sergiye götüren şey ne oldu? Nasıl çıktı Taş Kabuk Sessiz?
Az önce söylediğim gibi bir süredir bölgeyle ilgili çalışıyorum. 2018 yılında ilk görüntüleri almaya başladım ve bu yılın başında son çekimleri gerçekleştirdim. Konuya dikkat çeken çok sayıda yazı yazıldı, bölgenin önemi tartışıldı, kültür-sanat alanından da sesler çıktı. Ama o kadar fazla mücadele edilecek alan var ki doğal yılgınlık çöküyor bir noktada. İşte dediğin gibi sesler de yeterince yankılanmıyor, yankılanamıyor o zaman. Ben deneyimlerimi sanat pratiğimden ayrı tutmayan bir sanatçıyım. Dolayısıyla kişisel tarihimin kesiştiği bu coğrafyayla ilgili yaşananlara kayıtsız kalamazdım. Kendi dilimce “Taş Kabuk Sessiz”de yaşananları anlatmaya çalıştım.
“Yaraların kabuk bağlamasına iyileşmesine izin verilmeden yeniden kanatılıyor…”
Taş Kabuk Sessiz. Üç kelimeyi de bölgeyle aynı bağlamda düşünmek mümkün gibi. Biraz serginin isminden bahsedebilir misin?
Bölgeye gidenler bilir. Burada taş, mimariden coğrafyaya bölgeyi baştan sona saran bir imge. Kabuk ile ölüme dair bir anlatı kurmaya çalıştım. Sergideki fotoğraflarda da görüldüğü gibi, hayatını kaybedenler mezarlarından çıkarılmak ve ikinci kez defnedilmek zorunda kaldı. Yaraların kabuk bağlamasına iyileşmesine izin verilmeden yeniden kanatılıyor… Sessiz ise, bölgenin susturulmaya ve hafızasızlaştırılmaya çalışılması ile alakalı bir kavram.
Serginin ilk katında bizi karşılayan fotoğraflar, özellikle ‘Hasankeyf’e Hoşgeldiniz’ enstalasyonu ile birlikte geleni oraya ışınlıyor gibi. Bir yandan sular altında kalmış olan yol, onun kalanını nasıl ilerleyeceğimiz hakkında bir foreshadow gibi de hissettirebiliyor. Seyircinin durumla empati kurmasını istedin mi? Nasıl değerlendirirsin bunu?
Elimde yüzlerce kare varken bir anlatı çerçevesinde sergiye hazırlanmak epey zordu. Bu süreçte Ekmel Ertan’la serginin küratöryal anlatısı için çok çalıştık, günlerce tartıştık. Hem fotoğrafların seçiminde, hem de genel anlatı üzerine kafa yorduk. Sergiye gelenlere orada olup biteni anlatmak zor. Çünkü karelerin dışında kalan bu sergi anlatısına sığmayanlar da var. O tabela bence artık ikonikleşti. Su altında kalan yol artık gidilecek bir yerin olmadığına da işaret ediyor, yani hoş gelinecek bir yer yok. Ama tabela, kısa zaman öncesine kadar burada hayatın devam ettiğini söylüyor, hafızasızlaştırılmaya karşı direnen bir hatırlama imgesi oluyor. Görüntülerin izleyiciyi içine çekmesini isterim elbette.
“Bölgedeki baraj meselesini insansızlaştırma, hafıza kıyım ve güvenlik politikaları çerçevesinde de ele almak gerekiyor. Bu sergi hepsinin ortasında duruyor bence.”
Osman Kavala’nın yıllar sonra Beyoğlu’nda, en sevdiği sokaklarda -bir şekilde- dolaşabilmesini sağladın. Tüm Sular Çatlağını Bulana Kadar’da 19 Ocak’larla alakalı bir yüzleşme önerdin. Taş Kabuk Sessiz’deyse bu kez yerinden edilen insanların yaşadıklarını ve yaşayamadıklarını gözler önüne seriyorsun. Bu sergi diğer üretimlerinin arasında nasıl bir yerde duracak sence?
Toplumsal mücadeleler pratiğimi etkiliyor. Sarmal bir durum söz konusu, hayatta dert ettiklerim üzerine çalışıyorum doğal olarak. “Taş Kabuk Sessiz”i güncel bir eko-sanat pratiği olarak değerlendirebiliriz. Ekolojik yıkımlar günümüz kapitalizminin işleyişinde can alıcı bir noktada duruyor. Dolayısıyla yıkımlara karşı verilen mücadeleleri demokratik taleplerden, emek mücadelesinden ya da etnik ayrımcılıklardan ayırmak mümkün değil. Az önce söylediğim gibi bölgedeki baraj meselesini insansızlaştırma, hafıza kıyım ve güvenlik politikaları çerçevesinde de ele almak gerekiyor. Bu sergi hepsinin ortasında duruyor bence.
Senin için diğerlerinden daha farklı bir yeri olan bir fotoğraf var mı sergide?
Bu çalışma bir seri olduğundan benim için farklı bir fotoğraf yok. Hepsinin ayrı hafızası var ama bütün içinde de anlamlılar. Hepsi bir taraftan biricik bir taraftan da bütünün bir parçası.
Üretimi sırasında özellikle zorluk yaşadığın bir kare var mı?
Bütün süreç zorluydu. Su altında kalan bir ev, su yüzeyine çıkmış ayakkabı, ineğiyle birlikte yürüyen bir insan, bölgeye son kez bakanlar, ikinci kez defin için yapılan hazırlıklar, yıkanan halılar… Tüm bunları yıllarca kayıt altına almak zordu.
Fotoğraflar bir yandan bölgenin haberini çarpıcı bir şekilde veriyor. Sence bu bir fotomuhabirlik sergisi de diyebilir miyiz?
Belki pek çok şey denebilir. Etnografik bir çalışma da denilebilir belki. Ama nihayetinde bu sergi bir güncel sanat sergisi. Sergiye dahil edil(e)meyen çokça görüntü de var. Ben serginin küratöryal sınırları kapsamında olan biteni bu şekilde yansıttım. Sosyo-politik bağları kuvvetli bir meseleyi estetik alanın araçlarını kullanarak tartışmaya açtım diyebilirim.
Üretimlerin senin kişisel politik yolculuğunu nasıl etkiliyor?
Üretimlerim kişisel politik tercihlerimle şekilleniyor. İki alanı birbirinden ayırmam mümkün değil. Dert edindiklerim yani politik yolculuğum sanatımı da içeriyor. Sanat aracılığıyla bu yolculuğu ifade ediyorum.
Küratör Ekmel Ertan, Barthes’ın punctum kavramından bahsederek öncesizlik ve sonrasızlığa dair bakışıyla Hasankeyf’in şimdiye dek -hiç- olup olmadığını ve/ya olmayacağını sorguluyor. Sen bu konuda nasıl düşünüyorsun? Fotoğrafların Hasankeyf’in belirsiz geleceğinde nasıl bir yer tutacaktır sence?
Aslında Hasankeyf’in geleceği bir taraftan da belirlendi. Binlerce yıllık tarih, kültürel miras, yaşamsal izler silindi. Yok edilen her şeyin üzerine zorla başka bir yaşam kuruldu. Bundan sonra ne benim kayıt altına aldığım görüntüleri ne de ondan öncesini görebileceğiz. Bu yüzden şimdi ve geleceği birbirine bağlayan görüntüler olarak değerlendiriyorum bu fotoğrafları. Unutmaya karşı hatırlamayı ve hatırlatmayı canlı tutacak fotoğraflar diye düşünüyorum.
“Nasıl bir uygarlık istiyoruz? Bu sorunun cevabına verdiğimiz yanıt oldukça yaşamsal, bunu her an hatırlamak gerekiyor.”
Bu ‘uygarlaştırma’yı doğadan bağımsız düşünmek elbette imkansız. Doğa ve insan dikotomisi geçiyor metinlerinizde de. Bu ikilik ve -kapışma- gelecek endişesi ve korkusunun artmasına katkıda bulunuyor mu sence?
Ekolojik yıkımlar sanki insanlardan azade bir durummuş gibi lanse ediliyor. Hatta insanların yararına bir şeyler yapılıyormuş algısı yaratılıyor. Baraj yaptık, medeni bir şekilde elektrik üretilecek ya da başka bir bölgede altın arıyoruz bu iyi bir şey niye karşı çıkıyorsunuz ki diye düşünülüyor. Yılda şu kadar enerji üretilecek, toplam enerji üretimine bu kadar katkı sağlayacak diye konuşuluyor. Gayet teknokratik değerlendirmeler yapılıyor. Ama tarihin-kültürün-doğanın tahribatından ya da altın arama örneğinde olduğu gibi siyanürün toprağa verdiği zarardan, tarım ürünlerinin ve suyun zehirlenmesinden söz eden yok. Ekoloji mücadeleleri tam da bu ikilikleri aşmaya çalışan bir yerde konumlanıyor. Gelecek endişesi değil şimdinin şu anın endişesi bunlar. Bu süreç devam ederse zaten gelecekten de söz etmemiz mümkün olmayacak. Nasıl bir uygarlık istiyoruz? Bu sorunun cevabına verdiğimiz yanıt oldukça yaşamsal, bunu her an hatırlamak gerekiyor.
Amerikalı fotoğrafçı Richard Avedon, “Tüm fotoğraflar doğru. Hiçbiri gerçek değil,” demiş. Sen de küratör Ekmel Ertan da gerçekliği bir kavram olarak sorguluyorsunuz belli ki. Taş Kabuk Sessiz’e nasıl yansıdı bu?
Richard Avedon’ın bu söylemini birkaç farklı açıdan ele alabiliriz. Fotoğraflar estetik-politik açıdan ya da var olanın belirli bir anda kayıt altına alınması açısından doğru kavramıyla ele alınabilir. Bununla birlikte kadraja girmeyenler/kadrajın dışında bırakılanlar ile ortamın manipüle edilmesi söz konusu olabilir. Bu açıdan gerçeklik tartışmaya açılır. Bir başka mesele de kimin için doğru ve gerçek olduğu sorusudur. “Taş Kabuk Sessiz”de ele aldığım konunun içeriği, iktidarın yarattığı gerçekliğin sorgulanması açısından Avedon’ın gerçeklik tartışmasıyla bağ kurabilir.
Ateş Alpar’ın Taş Kabuk Sessiz sergisi 15 Temmuz’a kadar Merdiven Art Space‘te ziyaret edilebilir.
TAŞRA ÜÇLEMESİ CAZ PROJESİ ile SİNEMA ve MÜZİK ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ:
Röportaj: Burak Diken
Taşra Üçlemesi Caz Projesi, Altın Palmiye ödüllü yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın Taşra Üçlemesi olarak da bilinen ilk üç filmi Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak filmlerine doğaçlama caz besteleyen bir konser projesi. “Yürüyen Merdiven” grubundan tanıdığımız piyanist Yiğit Özatalay projenin besteciliğini üstlenirken, sanatçıya saksafonda Barış Ertürk, davulda Mustafa Kemal Emirel eşlik ediyor. Kubilay Devrim Dikkaya’nın yapımcısı olduğu proje, Taşra Üçlemesi’nden seçilen 11 sahne üzerine caz parçaları besteliyor. Dünya prömiyeri 3. İzmir Uluslararası Film ve Müzik Festivali’nde tarihinde yapılan ve ikinci gösterimi Bodrum Caz Festivali’nde gerçekleşen Taşra Üçlemesi Caz Projesi, 30. İstanbul Caz Festivali kapsamında 13 Temmuz’da Kadıköy Sineması’nda sahne alacak.
Projenin yapımcısı Kubilay Devrim Dikkaya ve grubun bestecisi piyanist Yiğit Özatalay ile projenin doğuşunu ve geleceğini konuştuk.
Hoşgeldiniz! Nasılsınız? Nasıl gidiyor?
Devrim: Selamlar, teşekkürler iyiyiz. 2 konser verdik şu zamana kadar bu projeyle ilgili çok güzel geçti. O yüzden çok keyifliyiz.
Bu geçirdiğiniz iki konseri de özellikle birisi prömiyer olduğu için tepkiler açısından merak ediyorum ama öncelikle biraz projenin doğuşuyla alakalı birkaç şey duymak isterim. Nasıl başladı? Nasıl böyle bir şeye atıldınız?
Devrim: Şimdi ben bir Nuri Bilge Ceylan hayranıyım öncelikle. Yani bu proje öncesinde de Nuri Bilge Ceylan ile ilgili birtakım çalışmalar yaptım. Onunla ilgili birtakım sunumlar hazırladım ve güzel sanatlar fakülteleri gibi, sinema bölümü gibi yerlerde bunları sundum. Onun sinemasına ve fotoğrafçılığına dair her şeyi topluyorum. Nuri Bilge Ceylan’ın filmlerinde kullanılan metinler vardır, özellikle Anton Çehov’dan; bu metinlere sahibim, senaryolarına sahibim. Yani onunla ilgili her şeyi topluyorum, bir koleksiyoncuyum. Bir taraftan da böyle sanatsal düzeyi çok yüksek auteur yönetmenlerin hayranıyım zaten sinema dünyasında. İşte Andrey Tarkovski gibi, Federico Fellini gibi, Ingmar Bergman gibi… Nuri Bilge Ceylan da bunların ülkemizden en önemli temsilcisi. Andrey Tarkovski ile ilgili bir caz projesi var, Tarkovski Quartet diye bir topluluk. Tarkovski’den ilham alarak birtakım besteler üretirler ve onun sinemasından birtakım sahneleri de konserlerinde kullanırlar. Bu proje biraz bize ilham verdi ama biz bunu taklit etmedik, çok farklı bir şey yaptık. Biz özellikle Nuri Bilge Ceylan’ın ilk 3 filmine odaklandık. Bunlar “Taşra Üçlemesi” olarak kabul edilen Kasaba, Mayıs Sıkıntısı ve Uzak filmleri. Bu filmlerde ve daha sonrası diğer bütün filmlerinde Nuri Bilge Ceylan sadece çok değerli bestecilerin klasik müzik eserlerini kullanmıştır. Herhangi bir parça bestelenmemiştir. Biz şu soruyu sorduk: “Acaba caz kullansaydı bu filmlerde, yani bu üçlemede nasıl bir şey ortaya çıkardı?” Bu filmlerden birtakım sahneler seçtik. Toplamda 11 sahne ve bu sahneler üzerine de caz besteleri ürettik ve bunları da bu ürettiğimiz parçalardan da bir konser formatı ortaya çıkardık.
Geçtiğimiz Uluslararası İzmir Film ve Müzik Festivali’nde dünya prömiyeriniz gerçekleşti. Ardından da Bodrum Caz Festivali’nde sahne aldınız. Nasıl geçtiler? İzleyiciden, seyirciden nasıl tepkiler aldınız?
Devrim: İzmir’deki sahnemiz dünya prömiyeri olarak tanıtıldı. Biz böyle bir şey istememiştik ama bu da bizi çok mutlu etti tabii. Aslında Almanya’ya da gideceğimiz için de bir yandan doğru oldu.
Yiğit: Aldığımız ilk tepkiler çok olumluydu, iyi eleştiriler aldık. Projenin beğeni gördüğünü anladık. Çok değerli isimler de vardı, özellikle İzmir Film ve Müzik Festivali’nin açılışında. Elbette kendi aramızda ‘’daha iyi nasıl olabilir’’ diye hâlâ konuşuyoruz ama bulunduğumuz noktayı da oldukça pozitif buluyoruz.
Devrim: Özellikle İzmir’deki açılışa çok değerli sinema eleştirmenleri geldi. Zaten İzmir Film ve Müzik Festivali’ni Türkiye’nin en önde gelen film eleştirmeni Vecdi Sayar düzenliyor İzmir Büyükşehir Belediyesi’yle beraber. Kendisi Nuri Bilge Ceylan’ı yıllar önce, 1996’da Koza kısa filmiyle bizlere tanıtan bir sinema kişiliğidir. Sayar bir takım festivaller düzenliyor. Öncelikle kendisi bizim projemizi beğenip programa aldı ve bu bizim için zaten çok büyük bir aşamaydı. Festival jürisinde de Selin Okyay, Mehmet Açar, Pelin Batu, Vedat Sakman, Murat Meriç gibi hem müzik dünyasından hem de sinema dünyasından çok değerli isimler vardı. Hem sinema hem de müzik eleştirmenleri, müzisyenler bu açılışa geldi. Bizim için de büyük bir fırsat oldu onların bu konsere gelmesi. Bu sayede program sonrası onlardan birebir dönüş alma şansımız oldu. Kısacası eleştirmenlerden güzel değerlendirmeler aldık ve bu bizi çok mutlu etti.
Bodrum’da da açık havadaydı sahnemiz. Çok rahattı, müzisyenler de çok rahat çaldılar. Kendilerini iyi hissettiklerini düşünüyorum açıkçası. Bodrum’da görsel sanatlar ve sinema dünyasından çok değerli sanatseverler vardı. Onlar da beğendiklerini ifade ettiler.
‘’O dönemin ilkel kurgu ve çekim imkanlarıyla yapılmasına rağmen ilk üç film hem bir amatörlük ve hem de bir büyük bir duygusal mücadeleyi de barındırıyordu. Bu anlamda cazla da çok örtüşük bir şeydi.’’
Nuri Bilge Ceylan’ın tüm filmografisi içinde Taşra Üçlemesi sizin için nasıl öne çıktı? Aslında düşününce bu proje diğer filmleriyle alakalı da yapılmayacak bir iş değildi. Diğer filmleri için düşündüğünüz oldu mu? Yoksa direkt Taşra Üçlemesi özelinde başlayıp ilerlediğiniz bir proje mi oldu bu başından beri?
Devrim: Ya çok güzel bir soru, ilk defa sorulan bir soru. Ben de şimdi 4 yıl önceyi hayal ediyorum gerçekten bu filmleri nasıl seçtik diye. O aşamada benim katkım biraz daha fazla oldu. Zaten bu üçlemenin ikinci filmi olan Mayıs Sıkıntısı hep aklımda vardı. Bir de İklimler’i düşünmüştüm, dördüncü uzun metraj filmi ve ilginçtir, muhteşem bir aşk hikâyesidir. Bu arada okuyucularımıza da öneririm İklimler’i izlemelerini. Aslında bahsettiğin gibi, bütün filmleri görsel açıdan ve imgesel açıdan çok yüksek. O yüzden herhangi birini alıp kullanabilirdik. Ama Nuri Bilge Ceylan, özellikle auteur yönetmenlerin özelliği budur, belli bir üslup yaratırlar bir edebiyatçı gibi ve bunun üzerinden yukarıya doğru bir ivme alarak giderler. Bu anlamda bu ilk 3 filmi de zaten her zaman için çok değerlidir bizler için. Bir taraftan hem o filmleri yeniden hatırlatmak istedik. Bu filmlerin görsel yanları da çok güçlüydü. O dönemin ilkel kurgu ve çekim imkanlarıyla yapılmasına rağmen hem bir amatörlük ve hem de bir büyük bir duygusal mücadeleyi de barındırıyordu. Bu anlamda cazla da çok örtüşük bir şeydi yani. Bizim tarafımızda da sonuçta tabii ki özellikle müzisyenlerimiz çok profesyonel insanlar. Ama bir taraftan da cazda her zaman için bir amatörlük, bireysel eforla bir şeyler yapma gibi bir çaba da vardır. Biz de bu 3 filmindeki bu çabayı kendimizle kendi içinde bulunduğumuz müzikteki yerimizle örtüştürdük. Ben profesyonel bir yapımcı değilim, öğretmenim açıkçası ama hem müzik yazarlığı yapıyorum hem de bu tür organizasyonlarla, yapım ve projelerle ilgileniyorum. O anlamda biz bu filmlerle biz çok örtüştük, her açıdan. O yüzden de bu bizim için iyi bir seçim oldu.
Bir dördüncü film ekleyecek olsanız peki? “Bu filme de müzik yapabilirdik” diyebileceğiniz filmi hangisi?
Devrim: İklimler filmi. Özellikle filmin giriş sahnesi ki ben bu sahneyi özellikle hayal etmiştim, İklimler’in pek çok sahnesi müthişti.
Yiğit: Ben de bu arada çok seviyorum İklimler’i. Nuri Bilge Ceylan’ın en sevdiğim filmlerinden biri.
Devrim: Film için şöyle bir şey söyleyeyim, belki bu filmi de yaparız, ileride vesile olur. Cannes Film Festivali, 20 ya da 25. yıldönümü için Coen kardeşler’den Cannes ve sinema sevgisini anlatan bir kısa film siparişi etti. Coen kardeşler de İklimler’i bu kısa film içinde kullandı. Yönetmenlerin çok sevdiği bir filmdir yani. Yine bu kısa film Youtube’da vardır, öneririm.
‘’Nuri Bilge Ceylan filmlerini çekerken hiçbir zaman müziği düşünerek bu işi yapmıyor ama filmlerdeki o sahnelerinin imgesel dünyası ve doğaçlamayı da içeriyor.‘’
Tarkovski Quartet’tan bahsettiniz. Sizi sinema caz birlikteliğinde bu şekilde etkilemiş olan başka işler var mı?
Yiğit: Sinema ve caz birlikteliği konusunda uzman değilim ve bu konuda bildiklerim çok sınırlı. Sadece şundan bahsedebilirim, biz Yürüyen Merdiven olarak, yani davul piyano ikilisi olarak, sessiz filmlere cazla eşlik ederek müzik yaptığımız oldu. Bu tabii kendi deneyimimizden yola çıktığımız bir durumdu. Tarihte var olan, önceden yapılmış deneyimler olsa dahi bunu biz Yürüyen Merdiven’in karakterini koyarak üretmeye çalıştık. Beykoz Kundura’nın önayak olduğu 2 çalışma vardı bu tarzda: Son Adam ve Pandora’nın Kutusu filmleri. 1920’lerin sinema ürünleri oldukları için, cazın o şaşaalı dönemlerinin tarzını da çok taşıyan, onlarla örtüşebilecek filmlerdi. Ancak tabii caz ve sinema ilişkisi hani eminim ki çok daha eskiye gidiyor. Yani sadece biz değil, birçok müzisyen bununla ilgilenmiştir. Bir de sinema ve caz ilişkisiyle ilgili Miles Davis’in müziklerini yaptığı ve Türkiye’de de İdam Sehpası olarak gösterilen bir film var, Jeannee Moreou’nun oynadığı. Onu da anmak lazım, çok güzel bir film. Miles Davis de o filmin müziğiyle bu konudaki en verimli işlerden birini üretmiştir.
Devrim: Aslında özellikle bu auteur yönetmenlerin sinemasıyla caz aslında çok uyumlu. Birbirlerine çok yakışıyorlar bence. O yüzden biz aslında çeşitli yerlerden ilham almadık. Çok örnek yok önümüzde. Ama zaten bu kendiliğinden de oluştu. Nuri Bilge Ceylan filmlerini çekerken hiçbir zaman müziği düşünerek bu işi yapmıyor ama filmlerindeki o sahnelerinin imgesel dünyası, doğaçlamayı da içeriyor. Nuri Bilge Ceylan, çekimler sırasında doğaçlamaya da önem verir. Yani ağaçtan düşen bir dal olsun, bir rüzgar olsun, bir kar sahnesinde kar kütlesinin aşağı inmesi gibi birtakım rastlantılar birbirine çok yakışıyor. Cazda da böyle bir şey var tabii ki. Anlık doğaçlama, sahnede o anda ortaya çıkan birtakım şeyler. Bunlar birbiriyle örtüştüğü için zaten çok kolay bir şekilde hız aldık. Kolay derken işimiz de çok kolay geçmedi tabii, 4 yıllık bir çabanın ürünü oldu. Kendimizi içinde hissettiğimiz bir proje.
‘’Taşra Üçlemesi’ndeki en düşsel, en imgesel, müzikle en uyumlu olabilecek sekansları seçtik.’’
Taşra Üçlemesi’nden 11 sahne üzerine müzik yaparken sahneleri de gösteriyorsunuz bir yandan. Bu sahneleri nasıl seçtiniz?
Yiğit: Bu konuda da Devrim konuşmalı. Zaten seçimleri o yaptı.
Devrim: Bu filmlerdeki en düşsel, en imgesel, müzikle en uyumlu olabilecek sekansları seçtik. Burada bir şeye çok dikkat ettik: diyaloglar çok uzun ve müzik oradayken karakterlerin ağızlarının hareket etmesi gibi uyumu bozan bir şeyi istemedik. Aslına bakarsanız, filmlerden sahneler kullandık ama o yüzden kendimiz de kurgu yapmış olduk. Kasaba’nın bir sahnesi ormanda başlayan iki kardeşin yolculuğunun hikâyesini anlatıyordu. Araya başka sahneler, başka sekanslar giriyordu. İşte Saffet’in olduğu ya da işte annenin babanın olduğu gibi. Biz o sahneleri çıkardık ve ya da çocukların birbirleriyle konuşmalarını attık. Diğer yandan, bu projede sahnede kullanılan sesleri de kullanıyoruz. Rüzgarın sesi, hayvanların seslerini, insanların seslerini kullanıyoruz. Bunlar müzikle bir arada. Müziğin bir parçası. Bu da zaten Yiğit’in bestelerinde, onun seçimleriyle oldu. Yani ben ben kendi adıma işte bu cümleler olsun demedim. Burada müzisyenleri özgür bıraktık. Bu anlamda evet sahneler sadece sözsüz değil; sözlerin olduğu sahneler de, bu konuşmaların olduğu sahneler de kısmen var. Ama bunlar çok minimal. Bir başka seçimimiz de size bahsettiğim gibi orada konuşmalar varken biz önünde çalmıyoruz hiçbir zaman. İzleyiciler oradaki konuşmayı merak edebilirler ve bir huzursuzluk olabilir diye. Bütün bu tercihlerimizden dolayı 11 saniye ortaya çıktı ortaya çıktı. Kasaba filminden 4, Mayıs Sıkıntısı’ndan 4 ve Uzak filminden de 3 sahne seçtik. Kendimizi 11 tane diye sınırlamadık. Uzak filmi, izleyen hatırlarlar, ilk iki filme göre daha fazla diyaloğun olduğu, düşsel sahnelerin daha az olduğu bir filmi barındırdığı için 3 tane bizim için yeterli oldu.
Bu projeyi benzer başka bir yönetmen için yapmak ister miydiniz? Hangi sinemacılar aklınıza geliyor?
Devrim: Béla Tarr olabilir diye düşünüyorum. O da müthiş bir yönetmendir. Nuri Bilge Ceylan için filmlerinin uzunluğu hakkında eleştiri yapılır. “Çok uzun filmleri, 2 buçuk 3 saat.” denir ama Béla Tarr 7 buçuk, 8 saatlik filmleriyle en uzun filmleri barındırıyor filmografisinde. Açıkçası Türkiye’den pek aklıma gelmiyor kendi duruma ama Béla Tarr bence çok güzel olurdu.
‘’İstanbul Caz Festivali’nde yer almak bizim için bir eşikti.’’
İstanbul Caz Festivali için heyecanlı mısınız? Seyirciyi neler bekliyor, önceki sahnelerinize göre farklı bir şey görecekler mi?
Devrim: Kendi adıma İstanbul Caz Festivali’nde yer almak bizim için bir eşikti, o yüzden aşırı derecede mutluyuz. İKSV’ye ve Harun İzer’e çok teşekkür ediyoruz. İstanbul’da gerçekten bu projeyi bekleyen, Medyadan, cazseverlerden, sanatseverlerden, Nuri Bilge Ceylan hayranlarından pek çok kişi olduğunu da biliyoruz. Gerçekten güzel bir kitle heyecanla bu projeyi bekliyorlar. O yüzden aşırı derecede heyecanlıyız.
Yiğit: Devrim’e katılıyorum. Biz projenin üç müzisyeni olarak zaten İstanbul’da yaşıyoruz ve aslına bakarsanız tüm çevremiz de hemen hemen burada. Bu nedenle buradaki gösterimi çok önemsiyoruz. Devrim’in dediği gibi, zaten Harun İzer’le eski bir ilişkimiz var. Genç Caz zamanlarından müziğimizi tanıyor Yürüyen Merdiven olarak. Bu nedenle buradaki sanat çevresinin söyleyecekleri, onların izlenimleri bizim için çok değerli olacak. Elbette söylediğim gibi, İzmir ve Bodrum gösterimlerinden küçük farklar içerecektir kesinlikle. Çünkü bu bir performans, her seferinde farklı çıkacak. Ama şöyle de bir avantajımız var, ilk iki gösterimi atlattık ve şu anda çok daha deneyim sahibiyiz. Yani bu açıdan da aslında İstanbul performansı kendimizi daha rahat hissedeceğimiz bir performans olacak.
‘’İstediğimiz şeylerden biri de, Taşra Üçlemesi Caz Projesi’ni taşrayla buluşturabilmek.’’
İstanbul Caz sonrası neler bekliyor sizi?
Yiğit: Şu anda biz Yürüyen Merdiven olarak üçüncü stüdyo albümümüzü hazırlama aşamasındayız aslında. Albümün kayıtları iki sene önce yapıldı, ancak albümün yayınlanması için tanıtım ve prodüksiyon detayının hazırlığı içindeyiz aslında ve Ekim gibi, en azından bu yıl bitmeden Yürümek isimli üçüncü stüdyo albümünü yayınlamayı düşünüyoruz. Albüm dışında yine devrimin Devrim Dikkaya’nın koordinatörü olduğu başka bir projemiz de çok yakın zamanda başladı: Nâzım’a Caz Şarkıları. Şu an için bir konser projesi. Bunu çeşitli yerlerde sunduk, başta Cemal Reşit Rey ve Baba Sahne’de olmak üzere. Bu projenin konserleri de bir yandan devam ediyor. Ağustos’ta İzmir Bostanlı Açıkhava ve İstanbul Kalamış Yaz Festivali’nde olacağız.
İstediğimiz şeylerden biri de, Taşra Üçlemesi Caz Projesi’ni taşrayla buluşturabilmek. Hatta Devrim’in çok güzel bir fikri vardı, bu filmlerin -özellikle ilk ikisinin- çekildiği kentte, Çanakkale’de bunun bir temsilini yapabilmek, o amatör oyunculara ulaşabilmek ya da onların olduğu çevrede, atmosferde bunu sunabilmek. Tabii ki sadece orası değil diğer yandan, birçok taşra kentine gidilse bence daha da anlamlı olacak. Çünkü zaten estetik açıdan filmlerde anlatılan o doğallık, o atmosfer. Anadolu… Bu projenin değeri bence biraz burada; yani taşra ve cazı da buluşturabilmek diye düşünüyorum. Elbette ne kadar insana ulaşabilirsek o kadar güzel olur. Yurt içinde ve yurt dışına.
Devrim: Açıkçası hâlâ düşünce aşamasında olan projeler var ve birtakım görüşmeler devam ediyor. Diğer yandan Ekim ayında projemiz Almanya’da sahne alacak Ama bizim için bir eşik de Fransa’da, Cannes’da olmak. Nuri Bilge Ceylan sinemasında Cannes’ın çok büyük bir önemi değeri var. Kendisinin de en önemsediği festivalin bu olduğunu düşünüyoruz. Zaten kısa filmlerinden beri tüm filmlerinin prömiyerini orada gerçekleştirmeye özen gösteriyor kendisi. Yurtdışındaki Nuri Bilge Ceylan takipçilerinin de bu projeye ilgi duyacağını ve merak edeceklerini düşünüyoruz açıkçası. Türkiye’deki sinema festivallerinde de yer almak istiyoruz. Birtakım görüşmelerimiz var bununla alakalı. Mutlaka olacaktır.
Taşra Üçlemesi Caz Projesi’nin 30. İstanbul Caz Festivali kapsamında 13 Temmuz 2023 Perşembe günü gerçekleşecek gösteriminin biletlerine bu linkten ulaşabilirsiniz.
SİVRİ DİLLİ BİR İNGİLİZ: BAXTER DURY
Röportaj: Heja Bozyel
Bu röportajdan 1 hafta sonra “I Thought I Was Better Than You” adlı yeni albümünü çıkartan Baxter Dury, tüm İngiliz sarkazmını, kendini ifade ederken sözünü sakınmama hallerini ve mütevazılığını yeniden müziğe yatırmış. Rough Trade Records (Kalpler burada coşuyor) müzisyeni, bu albümde yine çok sevdiğimiz bir indie plak şirketi olan Heavenly ile çalışmış. Albüm, punk idollerinden olan babası Ian Dury’yi bir kez daha hatırlamamıza sebep olan lirikler ve genel olarak Baxter’ın bohem dünyasında kendi ile barışıklığının sonucu hip-hop ve groove tınılı “alternatif Brit pop” diye kategorilendirebileceğimiz (kategorilendirmeye mecbursak) 7 şarkıdan oluşuyor. Sohbetimizin sebebi ise albüm değil; PSM Loves Summer by %100 Müzik kapsamında 14 Haziran’da Zorlu PSM’de vereceği konseri. Karşınızda İngiliz bohemliğinin şarkılarını yazan Baxter Dury.
Selam Baxter! Londra’da hayat nasıl gidiyor?
Selam, her şey yolunda. Londra tahmin edilebilir bir şehir, büyük, tahmin edilebilir, saldırgan… Hayat da böyle devam ediyor.
Yeni şarkın “Celebrate Me” şahane. Yine şaşırtıcı bir şarkı. Dinlerken Londra’daki gençliğimi hatırladım. Gece hayatındaki farklı insanları izliyormuşum gibi bir his verdi…
Teşekkür ederim. Gerçekten de Londra’dan, Londralı bir şarkı bu.
Hem şarkının hem de videosunun arkasındaki hikaye nedir?
Narsisizmle, herkesin sınıf ve kimlik takıntısıyla ilgili. Sahte hayatlar, göstermelik işler… Oldukça soyut bir şekilde, bu noktalara girip çıkıyor. Video, yönetmenin şarkıya dair kendi yorumu. Ben de oldukça beğendim aslında. Benim yaptığım işin bir duygusunu alıp başka bir soyut yolculuğa dönüştürüyor, 14. yüzyıl tablolarından esinleniyor ama arkasındaki hikayeyi yönetmene sorman lazım.
Video senaryosuna hiç dahil olmadın mı?
Neyse ki çok dahil olmadım ve bu sayede daha iyi bir iş oldu! Ben sadece oyunculuk yaptım.
“Sanatçı olmanın en iyi yanı, sanatını bundan hayatını kazanabileceğin hale getirebilmek.”
Uzun zamandır müzik sektöründesin ki zaten ailen nedeniyle müziğin içine doğdun. Şu an, bu yaşında müziğe dair geçmişten farklı hislerin, düşüncelerin var mı?
Hayır, hiç farklı hissetmiyorum, sanırım çok anlık kalmaya çalışıyorum. Eski duygularımı bugüne taşımamaya çalışıyorum. On dakikalık döngülerde yaşıyorum ve ötesinde geçmişi veya geleceği düşünmemeye çalışıyorum, yani şu an yaptığım şey bu. Çok temel bir varoluş şekli.
Peki gençken farklı kariyer planların oldu mu?
Çok fazla. Sürekli olarak, hâlâ da, her şeyin mümkün olduğunu düşünüyorum ve hayaller kuruyorum. Sinemayla çok ilgileniyordum, sanırım gerçekten var olabileceğimi düşündüğüm yer orasıydı, ama filmde başarılı olmak için oldukça akademik olmanız gerekli. Belli kurallara uymalı, insanlarla uyumlu çalışmalısınız. Müzikte olduğunuz kadar kendinizi insanlardan sıyıramazsınız. Müzikte istediğin kadar saçmalayabilirsin, ama sinemada yatırımcılara güvenilecek biri olduğunuzu kanıtlamanız gerekiyor. Ne demek istediğimi anlıyor musunuz?
Evet. Kesinlikle.
Yani sinema sektöründe bu kişiliğimle var olamazdım. Fazla sivri ve asi kalırdım, bu yüzden müziğe girdim.
Peki müziğe ilk başladığında, çok başarılı bir müzisyenin oğlu olmak zorladı mı? Babandan daha fazla başarmak zorunda hissettin mi kendini veya bir noktada müzikal anlamda ondan farklılaşma ihtiyacı duydun mu?
Yani, çok fazla ölçersen, asla tatmin olmayan acı verici bir döngüye girersin. Bazı şeyleri kabul etmek gerekli ve herkesin oyununun farklı olduğunu da kabul etmelisin. Farklı kişi, farklı oyun. Müzik yapmak bunlar olmasa da çok zor zaten. Her şeyini ortaya koyuyorsun. Babamın müzisyen olması tuhaf bir durum aslında. Yani, her zamankarşıma çıkacak, etrafımda olacak bir durum. En baştan bunu kabullenmeli ama aynı zamanda yok saymalısın. Pozitif bir miras bırakmak istiyorsan başka seçenek yok. Yarışmanın bir anlamı yok çünkü kendinle yarışıyormuşsun gibi bir durum oluyor. Gençken bu kadar mantıklı olmak zor oluyor tabii…
Aslında bu konuda saatlerce konuşulur ama konumuz şarkıların. Şarkı sözlerindeki kara mizaha, alaycılığa ve hepsinin içinde hüzün barındırmasına bayılıyorum. Bunun sırrı İngiliz olmak mı?
Bir bakıma evet, sanırım İngiliz tuhaflığı bu. Tüm işlerimde var. Bir çeşit garip bir kişilik krizi, çok belirgin şekilde İngilizlik bu. Kendine güvenen ve aynı zamanda çok kırılgan… İlginç bir şekilde hem kendimizden çok eminiz hem de kendimizi çok eleştiriyoruz. Kendini güvenli hissetmek için kendinden emin olman gerekiyor ama bunu sadece birka ulus eğlenceli hale getirebilmiş. Onlardan biri de biz ingilizler. Müziğe, sanata çok alan açıyoruz bu yüzden de çok sanatçı var ama oyuncu, müzisyen, sanatçı olduğun zaman daha çok kırılmaya açık oluyorsun çünkü kişiliğini ortaya koyuyorsun her şeyden önce. Bunun için de ifade gücünün iyi olması gerekli. Ve güvende hissetmelisin. Çok garip bir ülkeyiz aslında. Geleneklerimize bağlı ama bunları da yeniden yapılandırmaya çalışan… Bu da her şeyi etkiliyor. Sanırım ben de bu açıdan çok İngilizvari işler yapıyorum.
Peki tüm bunlara rağmen sanatçı olmanın, duygularını insanlarla paylaşabilmenin en tatmin edici yanı ne?
Sanatçı olmanın en iyi yanı, sanatını bundan hayatını kazanabileceğin hale getirebilmek. Eğer sadece yapmak için sanat yaparsan ve kendini kaptırırsan bunun altında ezilebilirsin. Pratik ve sanatsal bir “iş” haline getirdiğin zaman hayatta kalabilirsin. Çünkü günün sonunda bundan para kazanman, yaptığını uygulanabilir ve dinlenebilir hale getirmen gerekiyor. İçinden gelen yaratıcılığı kontrol altına alman lazım yoksa seni yutabilir, Ikarus gibi. Eğer çok fazla uğraşman gerekiyorsa buna değmez. Onun yerine yat, uyu, yürüyüşe çık, lahana yetiştir, bahçecilik yap… Yaptığın işin keyifli olması gerekli. Sadece iş olmamalı ama sadece kendini adadığın, kaybettiğin bir şey de olmamalı…
Sahnede canlı söylemekten özellikle zevk aldığın şarkılar var mı?
Seyirci ile bağ kurmanı sağlayan şarkıların hepsi. Eğlenceli şarkılar genelde. Çünkü en iyi enerjiyi verip onu seyirciden geri alıp içine girersiniz ve bir an için çok özel biri olduğunuza inanırsınız. Bu çok özel bir his. “Wow, harikayım, ne olursa olsun artık” dediğin, büyük hislerin coştuğu anlar vardır ya, işte öyle… Bütün grubu omzunda taşıdığını hissettiğin, tüm seyircilerle birlikte söylediğin… En sevdiğim ve sanırım tüm müzisyenlerin en sevdiği anlar bunlar ve bunları yaratan şarkılar.
Bundan sonra neler yapmak istiyorsun?
Devam etmek, daha fazla insanla tanışmak, daha fazla şarkı yazmak, daha iyi müzik yapmak, daha iyi şarkılar yazmak, daha fazla insanı memnun etmek…
Baxter Dury 14 Haziran’da Zorlu PSM’de. Biletler burada.
BABY ON BOARD: MELİH ÇEBİ, BABY VE VAROLUŞUN İRONİSİ
Röportaj: Ceren Kahveci
Fotoğraf: Can GörkemMelih Çebi’nin kişisel yolculuğuna tercüman olma amacıyla hayata gelen Baby, dergi kapaklarından bize keyifle göz kırpıyor, masum gülücükler atıyor ve sergi alanında bulunduğumuz süre boyunca odak noktamız olmaktan oldukça memnun gözüküyor. İnternet çağının tohumlarının ekildiği dönemde büyüyen Çebi, içsel değişimleri ve ikilemlerini teknoloji kuşağına ayak uydurmanın gerektirdiği görsel kılıflara giydirerek tüketilebilir hale getiriyor. Baby on Board’un yapım sürecini sanatçıdan dinlerken onun zihninde dolanıyoruz ve Baby‘nin renkli varoluşunun çocukluk hikayelerine dökülen sahne perdelerini aralıyoruz.
Ace of Spades
Baby on Board çok keyifli bir sergi, görsel olarak ziyaretçi içinde canlılık ve neşe uyandıran bir alana dönüşmüş burası. İşlerinin arkasındaki hikayelere inmeden önce, ilk bakışta izleyicilerle bu çizgiler ve renklerle ilişki kurmanın ve üretimlerine bu perspektiften yaklaşmanın arkasındaki nedenlerin nedir?
“Canlılık ve neşe uyandıran bir alan” tanımından yola çıkarak bir şeyler anlatmayı deneyebilirim. Biraz süpermarketleri hatırlattı bana ifaden ve doğru yerdeyiz bence. Pilot Galeri ile birlikte gerçekleştirdiğimiz ilk kişisel sergimde, dijital çağ ve tüketim toplumunun el ele vermesiyle git gide daha da hızlı dönmeye başlayan dünyaya ve bu dünyada hisleri ve düşünceleri yerleştirdiğimiz raflara odaklanıyorum. Tüketim toplumunun içine doğup internetle büyüyen ve kariyerine ilk adımlarını reklam sektöründe atan bir sanatçı olarak, bu trend odaklı dünyada hem kişinin düştüğü boşluk hissini hem de sanatçının ve sanatın yerini sorguluyorum aslında. Bunu yapmak için de kendimi bir markaya veya bir maskota, kimlik arayışıma ait her şeyi de yüzümle birlikte raflarda yerini alan ürünlere dönüştürüyorum diyebilirim. İzleyiciyle arasındaki ilk temasın tıpkı bir markette, satın alınmayı bekleyen ürünlerle olan ilişkisi gibi olmasını istedim. Her şey renkli ve sana gülümsüyor fakat biraz yakınlaşıp içeriğine baktığında “Beni al” diye bağıran çoğu gülen yüzün arkasında her zaman renkli bir dünya olmadığının farkına varıyorsun.
Baby on Board
Baby on Board sergisi senin yaklaşık beş senedir yaşattığın bir karakterin farklı durumlardaki halinin resmedilişi üzerinden ilerliyor. Bu karakter ile senin arandaki ilişki bu senelerde nasıl gelişti? Sergideki eserlerin oluşumu sürecinde aranızda bir olgunlaşma veya başka farkındalıklar gelişti mi?
Başında bu yolda tamamen kendi kişisel yolculuğumu bir karakter üzerinden resmettiğimi düşünerek ilerliyordum. Kendi çocukluk anılarımı tarihsel referanslarla birleştirerek hikayeleştiriyordum bir nevi. Daha sonra bu surat üzerinden aslında sadece kendimi değil, daha genel bir çerçeve üzerinden insan olmanın doğasındaki tüm absürt halleri, varoluşsal krizleri veya toplumun birey üzerindeki etkilerini oluşturduğum bu sarkastik dille ifade etmeye çalıştığımı farkettim. “Ben” diye başlayan her yolun sonu gibi bu yolculuk da beni daha toplumsal bir hisse doğru götürdü sanırım.
“Ayrıcalıklı bir dünyadan gelmeyen sanatçıların çoğunun paylaştığı bir ikilem aslında bu his. İşlerimizle kurduğumuz bağı, sosyal medya paylaşımlarımızla kurduğumuz ağ üzerinden değerlendirme yanılsamasına düşebiliyoruz. Bu konuda yalnız olmadığımı biliyorum.”
Birkaç sene önce Instagram’da @kithandkid isimli hesabından var olan fotoğraflar üzerinden yarattığın yüzleri, karakterleri paylaşıyordun. Üretimlerinin buradan Baby on Board’a evrilişi nasıl gelişti?
Kith&Kid’in oluşumu 2016’da reklam sektöründeki sanat yönetmeni pozisyonumdan ayrılarak yoluma sadece kendi üretimlerimle devam etme girişimimle başladı. O dönem tüm işlerimi dijital araçlarla, ekranlar üzerinden üretiyordum ve bu beni bir şekilde tatminsiz bırakıyordu. Bence dijital ve analog arasındaki bu fark benim gibi ikisinin arasına doğup büyümüş bir kuşağa ait insanlar için hep bir boşluk ve arada kalmışlık hissi yaratmaya devam edecek. Ben de bu histen yola çıkarak pazarlardan, antikacılardan topladığım, tanımadığım insanlara ait eski fotoğrafların üzerinde çalışmaya başladım. Bu fotoğraflar üzerinden uzun süredir bağımı kopardığım o analog hisle ve başka insanların hayatlarıyla kurduğum bağ tekrar güçlendi ve bu da kendi dilimi oluşturmamda bana önayak oldu sanırım. Böylece fotoğraflar üzerinden kurmaca hikayeler yarattığım yolculuğum kanvaslara ve kendi hikayelerime evrildi.
Kendi hayatından tecrübeleri bu karakter aracılığıyla tüketilebilir bir hale getiriyorsun. Bu tecrübelerin anlatımında, önüne bir “tüketici” koyacağını bildiğin için feragat ettiğin hisler ya da unsurlar oluyor mu? Bir sanatçı olarak bu tüketilebilir hikaye anlatımına nasıl yaklaşmayı seçiyorsun?
Bağımsız bir sanatçı olarak, kendimi var etmek ve varlığımı sürdürebilmek için tamamen duygusal bir yerden ürettiğim işlerimi, tamamen duygusal olmayan bir yerden pazarlamakla yükümlü olduğumun farkındaydım. Bu farklı duygularla, kimlik arayışlarıyla, krizlerle dolu hisleri bir yandan resmederken bir yandan da mantıklı bir plan ile geçimimi sağlamam gerekiyordu. Haliyle bu da insana kendini Instagram üzerinden pazarlanan kırışık önleyici kremler gibi hissettiriyor bazen. Ayrıcalıklı bir dünyadan gelmeyen sanatçıların çoğunun paylaştığı bir ikilem aslında bu his. İşlerimizle kurduğumuz bağı, sosyal medya paylaşımlarımızla kurduğumuz ağ üzerinden değerlendirme yanılsamasına düşebiliyoruz. Bu konuda yalnız olmadığımı biliyorum.
View this post on Instagram
A moodboard for my future therapist
Sergide gördüklerimiz arasından senin için en özel olan ya da sergiye dahil ederken diğerlerine kıyasla sende farklı hisler uyandıran eser hangisi?
Sergi dahilindeki tüm işlerden ilk görüşte kendini ayırdığını düşündüğüm bir işim var, bunu sen de fark ettin sanırım. İsmi A moodboard for my future therapist. Diğer işlerden farklı olarak bu işte karakter yüzünü gizliyor, tam olarak ne hissettiğini bilmiyoruz. Kullandığım semboller diğerlerinden farklı olarak ben ve kanvas arasında. Anlaşılmamayı hedeflediğim bir iş olarak diğerlerinden ayrılıyor sanırım.
Eyvah!
Eyvah! isimli eserin arkasındaki hikaye aslında sergide ele aldığın bireyselliğin marka temsiline dönüşmesi konusunu senin tecrübelerin üzerinden farklı bir şekilde ele alıyor. Hikayesini dinleyebilir miyiz?
Evet söylediğin gibi Eyvah! isimli iş aslında oluşturmaya çalıştığım temanın temeli niteliğinde. Hislerini kapitalizm ve tüketim toplumunun tatminsiz doğası üzerinden ifade eden bir çocukluk anısı gibi. Aynı zamanda sergi dahilindeki en eski iş. Resmin genelinde de oldukça çocuksu bir perspektif hakim. Hikayesi 1998 yılına dayanıyor, sekiz yaşındayım. O dönem hızlı gelişen ve sanayileşen bir şehirden ayrılıp taşındığımız sahil kasabası diyebileceğim şehir ile ilgili abim ile dışavurabildiğimiz en büyük mutsuzluk, şehirde henüz varolmayan fast food zincir restoranlarıydı. Popüler kültürü çizgi filmler, sinemalar, video oyunları ve televizyon üzerinden takip ettiğimiz o zamanların beni en heyecanlandıran sonuç ürünü, McDonalds’ın gündemle paralel olarak menüleri beraberinde gülümseyen evler şeklinde kutular içinde sunduğu Happy Meal oyuncaklarıydı. Bu duruma bizimle birlikte canı sıkılan annemin bizi mutlu etmek adına araştırıp bulduğu, yine o zamanlar yeni yeni çoğalan, telefonla sipariş verilen bir pizza restoranıyla gelen bir anı… İsmi de ironik bir şekilde “Rüya Pizza”. Yeni evimize dönemin yaygınlaşan ilk popüler cep telefonlarından biri olan Nokia 3210’umuz ile ilk kez pizza söylüyoruz ve heyecanlıyız. Bu lokal restoran, üzerinde Raphael’in ikonik tablosu “Angels of the Sistine Madonna”nın kırmızı mürekkep ile grafik baskısını barındıran bir kutu içinde pizzayı kapımıza getiriyor. Biz de oyuncaksız gelen bu pizzanın kutusunu kendimize oyuncak yapıyoruz. Eyvah! işinde de Raphael’in meleklerini abim ve ben olarak, Happy Meal kutularından oluşan yanan bir bir şehri izleyen iki şeytan olarak resmediyorum.
“Kimlik arayışı birey için de kurumlar için de hiç bitmeyen, sürekli değişen ve uçsuz bucaksız bir süreç. Zamanla birlikte arayış da evrimleşiyor gibi.”
Eyvah! eserinde de gördüğümüz gibi bazı eserlerde ikili figür mevcut. Üzerinden kendi hikayelerini aktardığın bu karakter çoğaldığında, iki tane olduğunda olaylar nereden işliyor, nasıl değişiyor?
Ürettiğim kanvasların bir çoğunda ikiz veya birbirinin yansıması olan karakterler mevcut. Burada oluşturmaya çalıştığım ayna görüntüsü çoğu zaman “gölge” tarafımızı simgeliyor. Sergi alanının merkezinde bulunan halı formundaki The Ace of Spades isimli iş de bunlardan biri olarak bireyin kendi gölgesiyle içinde bulunduğu hesaplaşmayı resmediyor.
Pelike
Masculine Urge to Suppress
Pandemi senin için tasarımcı kimliğini bir kenara koyduğun ve sanatçı kimliğine odaklandığın bir dönem oldu. Üretimlerinle toplum ve dünya görüşüne eleştirel yorumlar getiriyorsun. Bunu artık tamamıyla sanatçı kimliğiyle yapıyor olmak sana başka düşünce kapıları açtı mı, bu açıdan seni karşılayan değişimler oldu mu hayatında?
Benim akademik hayatım sanatsal bir altyapıdan gelmiyor aslında. Eğitim hayatıma ilkokuldan itibaren yabancı diller üzerine yoğunlaşarak devam ettim, çok küçük yaşlardan itibaren hem Türkçe’ye hem de diğer yabancı dillere her zaman bir eğilimim oldu. Yaptığım sanatı da aslında bu yaşlarda kendimi ifade etmek amaçlı yarattığım başka bir dil olarak görüyorum. İlerleyen yaşlarda tasarımcı kimliğimle başladığım kariyerimde başka insanların, kurumların ve markaların dili olmaya odaklandığım bir dünyadan, yine aynı dili kullanarak bu dünyayı bireysel olarak ele aldığım ve eleştirdiğim bir tarafa geçmek benim için dönüştürücü bir his. Kimlik arayışı birey için de kurumlar için de hiç bitmeyen, sürekli değişen ve uçsuz bucaksız bir süreç. Zamanla birlikte arayış da evrimleşiyor gibi.
“Baby on Board” sergisi 28 Nisan 2023’e kadar Pilot Galeri’de ziyaretçilere açık.
YELTA KÖM İLE HER ŞEYİN TANIDIK, HER ŞEYİN YABANCI OLDUĞU BİR YERDEYİZ
Röportaj: Ceren Kahveci
Fotoğraf: Can GörkemHaritada konumumuzu bulamadığımız, yanından geçtiklerimizin isminin daima dilimizin ucunda kaldığı bir alanda yürüyoruz Yelta Köm ile. Mimarlık eğitiminden beslenerek mekanlarla olan sosyal ve politik ilişkimizi sorgulayan üretimler yapan sanatçı, her şey tanıdık, her şey yabancı sergisinde ise var olan ve olmayan “şey”lerin görünmez bağını alternatif bir gelecek kurgusuna taşıyor. Olasılıklar ve belirsizlikler arasında adım atarken Yelta’yla sanat pratiğini, serginin hikayesini ve susuz çiçekleri konuşuyoruz.
Merhaba Yelta, öncelikle sergi için çok tebrikler. Seni biraz kendi kelimelerinle tanıyabilir miyiz?
Ben Yelta. Uzun yıllardır, hem sanat hem mimarlık alanında, hem de akademide çalışıyorum. Kendi sanat ve araştırma pratiğimin dışında kimi zaman başka sanatçılarla beraber üretim süreçleri, kimi zaman sergi tasarımları ile uğraşıyorum. Yaklaşık on senedir Almanya’da yaşıyorum, yüksek lisans için Staedelschule’ye geldikten sonra ailemin bir kısmının yaşadığı Berlin’e geri döndüm. Şu anda Bauhaus Weimar Üniversite’sinde Görsel Temsiliyet Politikaları ve Pratikleri kürsüsünde çalışıyorum. Öte yandan Herkes İçin Mimarlık, Arazi Assembly gibi ekipler içinde yer alıyorum. Kültür sanat alanının farklı bağlamlarında rol alıp üretim yapmayı seviyorum, bol bol da yazıyorum. Uzun süredir düzenli olarak manifold’a yazsam da, bir çok yayına katkıda bulunuyorum. Seneler önce calling’e de yazdığım bir kaç yazı var.
Kazara Gerçek serisi
Teknoloji, bürokrasi, toplum ve gelecek üzerine farklı medyumlar kullanarak çalışıyorsun, eleştirel pratiklerle bu konseptleri sorguluyorsun. Kentsel Gözetim Bürosu sergisi de bunu gerçekleştirdiğin alanlardan birisiydi mesela. her şey tanıdık, her şey yabancı ise olası bir geleceğe bakmak için bize farklı yollar sunuyor. Bu alternatif gelecek kurgusu senin, veya geleceğin insanı için nasıl olasılıklar barındırıyor?
Kurmacayı işlerimin içerisinde oldukça kullanmayı seçiyorum. Bu kurmacada hangi etkenler gerçek hangileri yalan belli olmuyor. Kentsel Gözetim Bürosu’nda gerçekte olmayan bir büroyu kurmaya çalışmıştım. Teknolojiyle olan ilişkimizin geleceği nasıl şekillendirdiğiyle ilgili bir derdim var. Teknolojiyi kullanıyoruz fakat bu bizim algımızı, dünyaya bakışımızı, kenti algılayışımızı nasıl değiştiriyor? Mesela telefonu günümüzde kenti algılamak için kullanıyoruz. Almanya’ya taşındıktan sonra Google sokak imgelerinde bazı binaların bulanık olduğunu gördüm ve eğer kenti bulanık imgeler aracılığıyla algılamaya başlarsak geleceğin kent algısının belki de gittikçe bulanıklaşacağını düşündüm. Bunun üzerine spekülasyonlar yapmaya başlayıp, nerelerde takip edildiğimiz üzerine kafa yorarken Kentsel Gözetim Bürosu’nu ortaya çıkarmıştım. Geleceği okumanın türlü yöntemleri nasıl olabilir diye düşünüyordum. Bilimin de bir modeller bütünü olup, tek bir analitik gerçeklikle anılmasıyla ilgili bir derdim var aslında. Onu başka nasıl tekniklerle nasıl çoğaltabiliriz? Mesela kurşun dökmek, fal bakmak… Kazara Gerçek serisindeki imgeler ne kadar analitik, bilimsel bir görsel gibi dursa da aslında bunlar benim döktüğüm kurşunlar. Kurşun eski çağlardan gelen hem bir gelecek okuma hem de koruma yöntemi. Alman kültüründe de var, Çekoslovakya’da var. Romalılar şehirlerin altını yaparken kurşun kullanıyorlar, Babil’de, Asurlular da kullanılıyor, bugün tüm teknoloji ürünlerinde de kurşun mevcut. Bir yandan oldukça zehirli olan bir materyal ama aynı zamanda spiritüel olarak da koruyucu bir değeri var. Molibdomansi olarak anılan bu pratik, bilimin kurduğu modelleri nasıl bozabileceğimizi de gösteriyor. Bu sergideki tüm objeleri aynı zamanda gelecek okuma aygıtları olarak da görüyorum.
“Ben sanatı bir anlamda araştırma pratiği olarak kullanmaya çalışıyorum. Sanat ile araştırmanın nasıl olduğuna, bir artizan pratik dışında tahayyülümün nasıl dönüştüğüne odaklanmaya çalışıyorum.”
Bu İstanbul’daki ilk kişisel sergin. Planlama aşaması nasıldı dersin?
Bu serginin üzerinde 14 Mart 2020’den beri, yani yaklaşık üç senedir çalışılıyor. Pandemi yüzünden ertelenmişti ama ertelendikçe zamanla her şey daha da birbirinin içine girmeye başladı. Benim için heyecanlıydı, sürecin başından beri desteği olan Elif Çak ve Versus Art Project’ten Mert Ünsal ve Leyla Ünsal geçmişe doğru tüm aşamalarını gördüler ve desteklediler. Onun dışında Kubilay Ercelep ve Serap Kaçmaz var uzun zamandır beraber çalıştığım, onların desteğini her aşamada aldım diyebilirim. Sonrasında ise serginin küratörü Ulya Soley ile tanışmamız sergiyi son haline getirdi. Serginin hem katmanlanmasını, aynı zamanda arınmasını sağladı, tüm işlere kısa hikayeler yazdı. Ben sanatı bir anlamda araştırma pratiği olarak kullanmaya çalışıyorum. Sanat ile araştırmanın nasıl olduğuna, bir artizan pratik dışında tahayyülümün nasıl dönüştüğüne odaklanmaya çalışıyorum. Bu sergi şekillendikçe metin, şiir ve edebiyat da işin içine girmeye başladı. Serginin romantik bir kısmı var, tüm işlerin ismi aslında oldukça hisli. Daha demin bahsettiğimiz serinin ismi Kazara Gerçek, içerideki Bulanık Topraklar üzerinde bulunduğumuz sonsuz fonun ismi. Köşedeki Korkma Her Şey Yoluna Girecek ise bir şiir parçası.
Korkma Her Şey Yoluna Girecek bir robota atfedilen bir şiir parçası değil mi?
Robottan çok bir elektronik parçanın nasıl iletişim kurduğuna, bizde nasıl duygular yarattığına bakıyoruz aslında burada. Teknolojiye hakim olan dil daima eril bir yerden kuruluyor, bu eril dilin de çoğu zaman duyguları değersizleştirdiğini, ötelediğini düşünüyorum. Bu iki dünya arasında bir bağ kurmak mümkün olamaz mı? Şiiri bir metot olarak kullanıp bu parçaların nasıl iletişim kurduğuna bakıyorum. Bir çiçeğe baktığımızda duygulanıyoruz ama aslında dijital bir çiçeğe baktığımda da duygulanıyoruz, bu serginin sonundaki çiçek gibi.
Korkma Her Şey Yoluna Girecek
Dijital ayak izimiz ile karşı karşıya geldiğimiz, kendi çevrimiçi yolculuğumuza uzaktan bakabildiğimiz bir alandayız. Serginin başlığı, veriler aracılığıyla başkalarının bizi tanımasına bir atıf mı?
İçeri girdiğinizde fosile benzeyen bir obje var. Aslında tanıdık bir obje ama yabancı da. Buradaki bulunanların hiçbiri bildiğimiz sistemler üzerine kurulmuş şeyler değil. Serginin ilerisinde haritalar, hava fotoğrafları var. Gösterdikleri mekanlar çok tanıdık ama aslında gerçekte var olan yerler değil. Sergideki kurmaca alanın içerisinde neyin gerçek neyin yabancı olduğuna eşlik eden hikayeler bulunuyor, burada her şeyin gerçek ama aynı zamanda da olmadığını sorguluyorum. Mesela sergideki telefon parçası oldukça tanıdık bir obje fakat toprağın içinden çıkan bir fosil gibi. Tanıdık bir şeyin isimlendirilemeyen bir hali. Bu videodaki görüntüler de çok alışık olduğumuz imgeler ama zamanla değişiyor, başka şeylere dönüşüyor.
“Çok olasılık var ve burası aslında o olasılıkların içerisinde kalan bir alan. Etraf değişiyor, evet, ama bizim şu anda bulunduğumuz yer bir olasılık anı.”
Arkeoloji ve mimari gibi, yeryüzünü ve yeryüzünden çalıştığın disiplinlerin dijital mecralardaki olasılıklarını çalışıyorsun. Tanıdık olma ve yabancılaşma senin için nasıl gerçekleşiyor bu mecrada? Pratiğini bu alanda geliştirmek dijital varoluşa bakış açını bir sanatçı olarak nasıl şekillendiriyor?
Mimarlık eğitimi aldığım için mekanla ilgili bir derdim var. Bu dert plan çizmekten haritalara kadar uzuyor ve fiziksel alanın bana verdiği bir rahatlık da var. Şu an üzerinde durduğumuz yeşil alan bir grid. Hani haritada her şey yüklenmez, bazı kısımlar çizgili, yeşil bir görünümde önüne çıkar. Toprağın içerisinden çıkan bu alan da böyle geliyor bana. Kurmaca olmasıyla beraber bu alan bir fon, burada bir yabancılaşma hali var. Böylece burada dolaşan kişi bulunduğu yerin aslında sahte olduğunun farkında. Bunun biraz da altını çizerek gerçekten de buranın bir sahne alanı olduğunu göstermek istedim. Grid ve farklı projeksiyon sistemleri derken bunların üzerinden oynayarak ben de yeni anlatılar oluşturmaya çalışıyorum. Temsilin ve imgenin bizim hayal gücümüzü nasıl işgal ettiğini ve yeni imgelerle bunu nasıl çoğaltabileceğimize bakıyorum.
“Sonsuz bir fonda, tarihsiz bir noktadasın.” diyor sergi bize. Her şeyin tanıdık ve aynı zamanda yabancı olduğu bu gelecekte biz alanımızı nasıl kuruyoruz, nasıl konumlandırıyoruz kendimizi?
Çok olasılık var ve burası aslında o olasılıkların içerisinde kalan bir alan. Etraf değişiyor, evet, ama bizim şu anda bulunduğumuz yer bir olasılık anı. Üç gün sonra sergiyi anlatırken başka türlü anlatabilirim çünkü bir sürü farklı dünya barındırıyor bu olasılıklar. Gerçek olmayan şeyler algısı bir de Olmayan Yerlerde Buluş Benimle serisinde pekişiyor. Birbirimize yazdığımız e-maillerin, mesajların farklı noktalarda birbirleriyle buluşmasının üzerine kafa yorarken bu birleşmenin hangi veri merkezinde oluştuğunu, hangi dünya görüşüne hizmet ettiğini düşünmeye, arkasındaki bu gerçekliği fark etmeye başladım. Sonra bilgisayarla o veri merkezlerini yeniden üretmeye başladım. Bu alan bir operasyon odası gibi gözüküyor bir yandan ya, o benzerlik üretim sürecinde çok hoşuma gitmeye başladı. Bu tür hava fotoğraflama, lokasyon paylaşma teknolojileri savunma sanayii ve savaş endüstrisinin desteklenmesiyle bugün bu kadar ilerledi. Bir nebze askeri imgelere benzeyen seri o tansiyonu ve gerginliği gösteriyor. Bu ilişkiyi hiçbir zaman unutmamamız gerektiğine, haritaların aslında ne kadar politik olduğuna dair bir hikaye mevcut burada.
Olmayan Yerlerde Buluş Benimle
Bir siteye girerken, robot olmadığımızı kanıtlamak için ruhsuz gözüken fotoğraflardan doğru olanları seçmemiz gerekiyor. O fotoğrafların hayattan kopuk gözükmesinin sebebi ise bir robotun gözünden, Google harita imgeleriyle dünyaya bakıyor olmamızmış. Peki sen bu olmayan yerlerin haritasına nasıl vardın? Taban olarak hangi imgelerden yararlandın mesela?
Farklı noktalardan fotoğraflar kullanıp onları yeniden ürettim, burada gördükleriniz benim algoritmalarla beraber ürettiğim imgeler. Olmayan yerlerin haritasının tabanını farklı hava fotoğrafı servislerinden alınan görseller oluşturuyor. Dünyayı ölçmek için kullanılan kalibrasyon noktaları var, uyduların hava fotoğrafı çekmesini sağlıyor. Bir yandan da bu noktalarla birleştirdim bu görselleri. Gördükleriniz bilgisayarda ürettiğim onlarca imajın içerisinden benim seçtiklerim.
Serginin girişinde, gerçeklik içinde birtakım glitchler bulunduran bir alana girdiğimiz söyleniyor bize.
Buradakilerin tamamı hem glitch hem değil çünkü bu serginin belirsizlik ve alışkanlık üzerine kurulan bir tarafı var. Sergi aslında hiçbir şeyi netleştirmeme, açıklığa kavuşturmama üzerine kurulu. O yüzden de kimi noktalarda biraz kafa karıştırıcı, mesela gördükleriniz gerçek bir hava fotoğrafı gibi ama değil. O glitch hissi hep buralarda oluşuyor, belirsizliklerin üzerinden oynamak benim hoşuma gidiyor açıkçası. İmgeler ne kadar belirsiz olursa o kadar farklı olasılık barındırıyor. Sergi alanının son yeri olan koridorda bulunan seri Her Şey Tanıdık, Her Şey Yabancı, döktüğüm kurşunları elimde tutup taradığım imgeleri tekrar yapay zekayla türettiğim görsellerden oluşuyor. Elimdekiler kurşun parçaları gibi duruyor ama bir yandan da burada bir sanatçının eli mevcut. Bu el birkaç farklı konuyu açıyor, hem sanatçının elinin bir parçaya ne kadar değdiği tartışmasını hem de erken çağlardan beri süre gelen tanrının eli imgesini hatırlatıyor. O tartışma ve bu üretim arasındaki ilişki hoşuma gidiyor. Bu alandaki son iki iş ise daha çok duygular üzerine oynuyor. Gün Olur Erişirler İkimize’de bir el mevcut ve fosil içinde kalmış bir görüntüsü var, suyun altında sabit kalmış. Olasılıkların Duyguları ise bahsettiğimiz glitch meselelerine atıf olarak dijital, susuz bir çiçekten ibaret. Serginin akışı duygulara hitap ederek sonlanıyor, bu olasılıkların duygularının nasıl işlediğiyle, bizimle nasıl iletişim kurduğuyla ilgilenen bir son. Sadece şiir değil, imgeler ve ikonlardan da beslenen bir iletişim alanı burası.
Gün Olur Erişirler İkimize parçasının önünde Yelta Köm
Her Şey Tanıdık, Her Şey Yabancı serisi
Son olarak, bu sergi konsepti senin için hep mevcut olan bir fikir miydi, yoksa çıkış noktasının özel bir hikayesi var mı?
Bir süre sonra fark ettim ki mesele hep aynıydı benim için. Bazen 2004’te yazdığım notları buluyorum ve dertlerimin yine dünyanın neresinde olduğumuzla ve buna nasıl baktığımızla ilgili olduğunu görüyorum. Hatta sergi için seçtiğim önceki başlıklarından biri “Konum Attım Yalnızlığaydı”. Dünyadaki konumumuz neresi ve biz bunu nasıl algılıyor ve nasıl bozuyoruz? Bunu irdeliyorum hep. Bir yandan da bu kurmaca dünyayı keyifli buluyorum, kendi gerçekliğimden kopup dışardan bakıp yeni şeyler düşünmek üretim alanımı tanımlıyor.
Olasılıkların Duyguları
“her şey tanıdık, her şey yabancı” sergisini, 30 Nisan 2023’e kadar Versus Art Project’te ziyaret edebilirsiniz.
GENÇ İLLÜSTRATÖR SİMAY BAHÇIVAN'IN RENKLİ DÜNYASINA HOŞ GELDİNİZ
Röportaj: Ceren Kahveci
Fotoğraf: Can Görkem
Simay Bahçıvan’la yolumuz #callingmagseries’in Şimdi ve Sonrası sayısında kesişmişti. “Bir insan ‘sesini’ hiç duymadığı bir hayvanın sesini edebiyatla duyurabilir mi?” diye düşündüğümüz bir yazıya çizimleriyle hayat vermişti. Zaman içinde Simay’ın hayvanlarla dolu sürreal çizgi dünyasına çekilirken bulduk kendimizi ve bu yazın başında calling Pop-up x Dane’yi tam hislerimize tercüman olacak haliyle çizmesiyle de serüvenimizi katmanlandırdık. Şimdi ise özel edisyon bir şişe tasarımı için beraberiz, konumuzsa astroloji ve burçlar. Simay’la kısa sohbetimizde renkli çizim dünyasını bir de ondan dinliyor, hep beraber gizemli bir fabl diyarına doğru yelken açıyoruz.
Bize biraz kendinden bahsedebilir misin?
Kendimi tanımlamak zor bir şey ama ne yaptığımdan bahsedebilirim. Marmara Güzel Sanatlar mezunuyum, grafik tasarım okudum. Reklam ajanslarında kısa bir deneyimim oldu ve yapamayacağımı fark ettiğim zaman ilişkimi kestim. Freelancer olarak illüstrasyona başladım ve yaklaşık üç yıldır da sadece illüstrasyon yapıyorum, bundan çok mutluyum çünkü iş yaparken bir yandan da oyun oynuyormuş gibi hissediyorum. Bu alanı yaratabilmek için de zaman içerisinde bir dil oluşturdum ve bununla beraber artık çalışmalarımda iş birliği yaptığım markaların ne istediğinin sınırlaması altında kalmıyorum. Sanki kendime ait bir oyun alanı yaratmışım gibi ve bu beni aslında ayakta tutuyor, yaşam enerjisi veriyor. Global ve lokal markalarla iş birlikleri yapıyorum ve aynı zamanda kendim için de işler üretiyorum zaman zaman. Şu an sürdürdüğüm üretim pratiği haricinde, daha multidisipliner bir yere kaydırmak istiyorum üretimlerimi. Hatta bu yıl belli planlarım var, onları da hayata geçirmeye başlayacağım yavaş yavaş.
Bu planları bizimle paylaşabiliyor musun?
Yaptıklarımı müzikle birleştirmek VJ performansları kurgulamak, mapping çalışmaları yapmak istiyorum. Daha interaktif, görsel dünyamın müzikle birleştiği deneysel üretimler yapmak istiyorum. Müzisyenlerle iş birlikleri olabilir. İnsanların canlı olarak izleyebileceği performanslar üretmek istiyorum kısaca.
İllüstrasyonlarında da zaten hep bir hareketlilik, bir canlılık var. Heyecanlı bir süreç gibi duyuluyor.
Evet, üretimlerimin öyle bir enerjisi var. Müzik etkinliklerinde de bir şekilde kullanılsın, ürettiklerim müzikle birlikte bir performansa dönüşsün istiyorum. Yavaş yavaş mural çalışmaları yapmaya başladım. Multidisipliner derken kastettiğim bu aslında, zaten yaptığım iş kendi çerçevesinde biraz daha dallanıp budaklanacak, heyecanlıyım.
View this post on Instagram
calling Pop-Up x Dane illüstrasyonu
Çalışma sürecin nasıl oluyor? Bir projeye başlarken belirli ritüellerin var mı?
Aslında inanılmaz değişken bir sürecim var. Keşke bir ritüeli olsa, o zaman ben de biraz rahatlardım. Daha içgüdüsel ilerliyorum. Genelde tasarımcıların belli bir süreci olur mesela “yürürken çalışıyorum, yürürken düşünüyorum” ya da “şunu yaparken düşünüyorum, duşta düşünüyorum” diyebiliyorlar ama bende bu süreç spontane gelişiyor. En başında bir nadas süreci oluyor, ardından yürürken, uyurken, tuvaletteyken herhangi bir anda fikir buluyorum. Bir bakıyorum hangisi benim işime yarayacak, hangisi yapmak istediğim fikre daha yakın. Sonra da hayal kurma süreci başlıyor.
Bu süreçte ilham aldığın kişiler ya da yerler oluyor mu genellikle?
Ben yaratmak istediğim dünyaya dair bir anahtar kelime yazıp onun üzerine çalışarak üretiyorum. Başka bir sanatçıdan ilham alma olayı bende pek olmuyor. Bakıyorum başkalarının işlerine tabii ki ama sadece takip ediyorum diyebilirim. Genelde üretirken bir yerde okuduğum bir kelime veya bir cümleyi imgeye dönüştürüyorum ve bu şekilde sürecim başlıyor. Aslında biraz daha kelimelere yoğunlaşarak çalışıyorum.
“Böyle bir fabl dünyası yaratıp kompozisyonlarda o hikâyeyi, duygu durumunu hayvanlar aracılığıyla, mecazi bir anlatımla aktarmayı seviyorum.”
Çizimlerinde kullandığın renkler ve objelerin birleşimi hem eski hem zamansız, hem Doğu hem de Batı esintileri veriyor. Bir yandan da hayvanların hüküm sürdüğü sürreal bir dünyan var.
Genelde insan figürüne dair bir şeyi dahil etme ihtiyacı hissetmiyorum, hayvanlar üzerinden her şey anlatılabiliyor gibi düşünüyorum. Böyle bir fabl dünyası yaratıp kompozisyonlarda o hikâyeyi, duygu durumunu hayvanlar aracılığıyla, mecazi bir anlatımla aktarmayı seviyorum. Bir kelime oyununu görsele dönüştürmeye benziyor. Objeler de çok şey anlatıyor bize, onların da yerini bulup kurgularımda kullanırım çokça.
Günlük hayatında takip ettiğin sanatçılar kimler?
Oldukça değişiyor bu da, birçok kişinin üretimlerine baktığım oluyor. Hieronymus Bosch diyebilirim mesela, yıllardır ara sıra açıp nasıl çalışmış diye incelerim. Remedios Varo’yu da çok severim. Güncel üretim yapanlardan da örnek olarak Davor Gromilovic, Jason Herr ve Murat Palta diyebilirim.
Her defasında farklı ölçeklerde ve farklı yüzeyler ile çalışıyorsun. Beraber gerçekleştirdiğimiz son projede bir viski kutusunu özel edisyon, koleksiyonluk bir sanat eserine dönüştürdün. Nasıl bir tecrübeydi bu senin için?
Bu tecrübeden önce ambalajla çalışma deneyimim olmamıştı ve benim ürettiğim bir şeyin bir ürüne dönüşmesi de beni aşırı heyecanlandırdı. Proje bana sunulduğu zaman çok sevindim ve hemen bu projede çalışmak istediğimi söyledim. Daha sonra brief geldiği zaman da bu astrolojik simalar üzerinde araştırma yaptım. “Acaba ne çıkabilir, nasıl bir şey olacak?” diye düşünüyordum. Ambalaj alanının kanvasım olmasıysa sınırlayıcı olduğu kadar eğlenceliydi de.
Simay’ın astrolojiden ilham alan viski ambalajı illüstrasyonu
Bu proje için yoğun bir şekilde astroloji üzerine çalıştın. Peki senin astroloji ile aran var mı?
Ben Oğlak burcuyum. Astrolojiyle pek ilgilenmiyorum, inanıp inanmamak konusunda biraz ortalardayım açıkçası. Kaderle ilgili, gelecekle ilgili küçücük bir cümle duyunca bile insan heyecanlanıyor ya, hele bir de sana adanmış bir mesaj varsa kendi burcunu daha dikkatli okuyorsun. Mesela bu ambalaj projesi için üzerine çalıştığım okumalar diyordu ki bu sene konfor alanından çıkan bir Oğlak burcu var. Ben de o simgeyi oluştururken atom çekirdeğinden yola çıktım. Oğlak çiziminin arkasında atom dönüyor mesela, öyle bir şey oluşturdum. Yeni yılda seyahatlerim olacak, onun için burcumla iyi bir eşleşme olduğunu düşünüyorum.
İllüstrasyon yaparken en büyük hedefin ne oluyor?
Bu beraber çalıştığım müşteriye göre değişiyor. Eğer bir marka için üretiyorsam, yani bir brief ile çalışıyorsam tabii ki onların yönlendirmesi altında sınırlandırıyorum kendimi ama bazı şeyleri hep ön koşul olarak tutuyorum. Bir projeye başlarken “ben şöyle bir yönlendirme istemiyorum, kompozisyonla ilgili böyle bir kısıtlama istemiyorum” diyorum. Biz endüstriyel bir şey yapmıyoruz, bundan dolayı o alanı her zaman koruyorum bir şekilde.
“Bu üç yıllık süreci çok verimli olarak tanımlayabiliyorum çünkü üç yıl bence böyle bir şeye cesaret edip devam edebilmek için kısa bir süre. Kendi adıma konuşuyorum tabii ki, benim için cesaret isteyen bir şeydi çünkü kurumsal hayatı bırakıp, büyük bir risk alıp tamamen freelance bir hayata geçiş yapmak.”
Üç senedir freelance çalışıyorsun. Şu ana kadarki tecrüben nasıl geçti dersin, hiç seni şaşırtan bir şey çıktı mı karşına?
Açıkçası hep iyi insanlarla çalıştım, umarım bundan sonra da öyle olur. Bu üç yıllık süreci çok verimli olarak tanımlayabiliyorum çünkü üç yıl bence böyle bir şeye cesaret edip devam edebilmek için kısa bir süre. Kendi adıma konuşuyorum tabii ki, benim için cesaret isteyen bir şeydi çünkü kurumsal hayatı bırakıp, büyük bir risk alıp tamamen freelance bir hayata geçiş yapmak. Başlarda oldukça zorlandım ama sonra her şey yoluna girdi kısa bir süre içinde. Üretime hiç durmadan devam ettim, daha sonra da gerçekten beni hem kişisel hem de mesleki anlamda tatmin edecek insanlarla, markalarla çalışmaya başladım.
2023 astroloji dünyasının ardından sosyal medyada Stoya ile gerçekleştirdiğin iş birliği ile başka bir heyecanlı alana da el attın.
Biz Stoya’yla Instagram üzerinden iletişime geçtik. Kendisi New York’ta yaşayan genç fotoğrafçı Shane Reynolds ile çalışıyor, biz üçümüz bir iş birliği yaptık. Shane fotoğrafları çekti, ben de bütün seçkiden on fotoğraflık bir seçim yaptım ve onların üzerinden küçük hikayeler oluşturduk, illüstrasyonlar yaptık. Onlar minik konseptler yaratmışlardı: palyaço kostümlü biri, mutfakta yemek yapan biri gibi. O fotoğraflar üzerinden ben de bir illüstrasyon serisi oluşturdum ve Stoya son halini satışa sundu. Küçük bir Instagram iş birliği yapmış olduk ve oldukça eğlenceli oldu benim için de.
View this post on Instagram
Simay’ın Stoya ile gerçekleştirdiği iş birliği
Bu sektöre girmeye başlarken sosyal medyanın görünürlük açısından büyük bir önemi oluyor. Sosyal medyanın kendi illüstrasyon serüveninde büyük bir etkisi oldu der misin?
Derdim. Ben Instagram’ı pek istemesem de yaptığım iş dolayısıyla yoğun kullanıyorum. Bu aralar her gün bakmak zorundayım, freelancer olarak başlarken de böyle olacağını tahmin ediyordum zaten. Ne kadar böyle devam edecek bilmiyorum ama benim gibi üreten insanlar için sosyal medya önemli bir yer.
Eserlerini Formfunction üzerinden NFT formatında satıyorsun. Bir sanatçı olarak NFT marketini nasıl görüyorsun? Senin tecrüben nasıldı?
Bu markete giriş yaparken amacım üretimlerimi sürdürebileceğim farklı bir alanda varolmak ve oradaki koşullara uyum sağlayıp işlerimi sergilemekti. Yaklaşık bir buçuk yıl önce Foundation aracılığıyla NFT dünyasına giriş yapmıştım, yakın bir zamanda da Formfunction kullanmaya başladım. İkisi de birbirinden çok farklı komünitelere sahip platformlar. NFT olarak işlerini satan bir sanatçının daima aktif olması, koleksiyonerlerle iletişim kurması, görünürlüğünü arttırması ve kendini bir şekilde tanıtması gerekiyor varolduğu platformda. Bu dünyada daha hızlı iletişim kuruluyor, kürasyon işleri daha hızlı ilerliyor. Alıcılara ulaşma kısmında bir emek var, sürekli yapılan bir matematik, takip var. Eğer gerekli süreci takip edip o emeği gösterirseniz gerçekten iyi dönüşler oluyor, sanatçılar için hızlı bir gelir kapısı.
Peki bir illüstratör olarak en büyük hayalin nedir?
En başta bahsettiğim VJ performansları beni aşırı heyecanlandırıyor. Bunları büyük ölçekli bir şekilde gerçekleştirmek isterdim, bahsettiğim mapping performanslarını da kısa bir süre içinde yapmak istiyorum. Bu projelere biraz daha vakit ayırmak istiyorum, şu an uzun vadeli bir hayal kuramıyorum. Daha yakın geleceğe dayanan ve gerçekçi şeyler düşünüyorum. Biri bitince “şimdi sıradaki” diyebiliyorum, genelde öyle işliyor benim sürecim.
Vacilando’da gerçekleştirdiğimiz çekim için kafe ekibine teşekkür ediyoruz.
NAE İLE GÖKOVA'DAN BURNING MAN'E
Röportaj: Gümrah Şengün
Fotoğraf:Can Görkem ve NAE
Kozmik vizyonlarıyla ürettikleri büyük ölçekli enstalasyonlarıyla tanıdığımız bir ikili, Deni ve Milen Nae. Echoes From Agartha, Big Burn, Klein, Suma Beach gibi eğlence sektörünün hatırı sayılır bir kısmında izlerini sürebileceğiniz sahne tasarımları ve enstalasyonları ile zihninizde yeni kapılar açabiliyorlar. Kendi içlerine dönerek zaman zaman sanata, bazen realistliğe yeltenen özlerini ustalıkla birleştiren ikili, ortaya koydukları eserlerini bir kutuya koymayı reddediyor. NAE Design Studio, yaratıcı kimliklerinin sesini dinleyerek hep değişiyor, derinleşiyor ve öğreniyor. İnsanın göremediğini hissederek ürettikleriyle kurgulayan Milen ve Deni Nae ile tasarım yolculuklarına bakış açılarını konuşurken, bir yandan da Burning Man’e götürdükleri “The Face”in hikayesini dinliyoruz.
Milen ve Deni Nae
Gümrah: Öncelikle şunu sormak istiyorum. Uzun bir yolculuktan çıktınız. Nasıl hissediyorsunuz?
Milen: Dinlenmiş hissediyorum ben, günde 15 saat uyuyorum son iki haftadır. Bitmeyen bir uyku var, ama keyfim yerinde. İyi bir noktadayız şu anda. Her şeyin paketlendiği sonbahar “vibes”.
Deni: Yani ben de, bayağı yorucuydu. Yaşadığımız şehirlerden, köylerden uzakta geçen, biri gerçekten ekstrem iki proje sonucunda geri dönüp böyle güzel bir boşlukta olma hali, nefes alma, dinlenme zamanı. Gerçekten fiziksel olarak yorgunluğun günbegün çıktığı bir dinlenme dönemi geçirebilmek, başka bir şeylere koşturmak zorunda olmamak güzel.
Milen: Bitmek üzere zaten, hemen bu hafta koşturmaya başlayacağız yine. O yüzden dinlendik, hazırız.
Gümrah: Eve döndünüz, her şeyi bitirdiniz ve bu esnada mevsim bile değişti. Çok güzel bir tamamlanma hissiyatı var sanki değil mi?
Deni: Kesinlikle. Sadece biraz yazı kaçırdık.
Milen: Kaçırdık, bayağı kaçırdık yani.
Deni: Ama sağolsun Muğlamız bize Kasım’a kadar yazı yaşatıyor.
Gümrah: NAE ile Klein, Big Burn, Echoes From Agartha gibi eğlence sektörünün hatırı sayılır bir kısmında yarattığınız kozmik enstalasyonlarınızla tanınıyorsunuz. Müzik dünyasından Islandman, Melike Şahin gibi isimler için sahne tasarımları, styling yaparken bir yandan da mimari tasarım projelerinizle karşımıza çıkıyorsunuz. calling’in geçen sene Zülfaris’ta gerçekleşen sinagogun her tarafını kalplerle donattığımız aşk projesinde beraberdik. Bir de üzerine Gökova’nın güzel coğrafyasını paylaştık, yaşadık, dost olduk. Ama şimdi bütün bunları bir kenara bırakıp en başa dönmek ve sizi tanımayanlar için bu soruyu sormak istiyorum. NAE ne yapar, kimlerden oluşur?
Milen: NAE biziz özetle, Deni ve Milen Nae. Soyadımızdan ilham aldık ve söylemesi çok zor bir kelime olarak kendimize bu ismi seçtik.
View this post on Instagram
Gümrah: Ama görüntüsü ve sesiyle tam olarak tasarım dünyasına ait bir kelime. Sanki siz en başından beri bu tasarım işine girmek zorundaymışsınız gibi.
Milen: Biz de tam olarak bu yüzden seçtik, sanki üç harfli olduğu için kaçamadık. NAE biziz ama çok değişken, yaratıcı insanların da içinde bulunduğu, bizimle her projede yeniden şekil alan, eklektik bir ekip algımız var. Hem çok yakın olduğumuz hem de birlikte çalışmayı sevdiğimiz insanlardan oluşan, yeni tanıştıklarımızla sürekli şekil değiştiren ama özetle ikimizin yaratıcı bakış açısından beslenen bir kreatif stüdyo. Ben enstalasyon sanatçısıyım, o yüzden bazen daha mimari, bazen daha sanatsal olmak üzere arada geçişler yapan farklı farklı projeler yapıyoruz.
Deni: Mimariyle enstalasyonun ve sanatın birleştiği bir yer NAE. Hem ayakta durması gereken büyük yapılar, hem de kreatif, estetik olarak hepsinin bir arada olabildiği strüktürler ve ortamlar yaratabilmeye sebep oluyor bu ikili.
Milen: Aslında şöyle bir tarafı var; geçici işler yaparak başladık. Daha ağırlıklı festival alanları gibi, ilk başta yaptığımız yerler daha kısa süreli işlerdi. Şimdi daha çok mimariye ağırlık verdiğimiz bir tarafa doğru yöneldik, ikisini birlikte kullanıyoruz ve gayet güzel gidiyor.
“Şöyle sınırlar var mesela; sanat dediğimiz zaman o deneyim galerilerle veya bir sergi kapsamında ilerliyor, mimari dediğimiz zaman yapılar ve mekânlarla bir yere gidiyor. Biz, ikisini buluşturma peşinde olup ikisini de bir nebze reddediyoruz. Böyle büyük bir reddediş gibi algılanmasın ama o standartların içine girmenin peşinde değiliz, biz yaratıcı olanı beklenmeyen yere getirmenin peşindeyiz.”
Gümrah: İkinizden de ayrı zamanlarda duyduğum bir cümle hatırlıyorum: “Biz aslında birbirimize zıt karakterleriz”. Bu durum nasıl etkiliyor tasarım sürecinizi?
Deni: Milen işin daha sanatsal ruhunu koruyan, gerçekçilikten uzak ama yaratıcılığa özgürce ulaşabilen tarafta duruyor. Bense daha onun ayaklarını yere bastıran ve işi yapılabilir kılan, gerçekçi tarafındayım. Aslında ikimizin kişisel karakterleri de böyle. Birimiz biraz daha hayalperest, diğeri daha gerçekçi gibi. Bu bir sürü farklı şekilde tanımlanabilir ama kreatif süreçte bu ikisinin dengesi, ikisinin de kuvvetli bir şekilde orada olması hem bir şeyleri hayal edebilmemizi hem de yapılabilmesini sağlıyor.
Milen: Yani hem uçuyoruz, hem de ayaklarımız yere basıyor. Çünkü işin gerektirdiği denge biraz o zaten.
Gümrah: Tasarım anlamında nelerden besleniyorsunuz? Şehir haricinde Gökova’da bir hayatınız var mesela. Bu toprakların doğası üretimlerinize nasıl yansıdı, bir şeyler değişti mi?
Milen: Aslında her şeye İstanbul’da başladık ama o sıralar Deni Norveç’teydi. Bir gün “Deni n’olur gel, acil yardım lazım” dedim. Öyle başladı her şey. Çünkü ben boyumdan büyük işlere karışmaya başlamıştım. Deni de zaten dönmeyi düşündüğü bir zamandaydı. O aslında zaten yoldaydı, doğa içinde zaman geçiriyordu ve onu tercih ettiği bir dönemdeydi. Ben buna çok önem veriyorum hayatta, çok uzun süre ben de öyle yollarda ve doğa içinde yaşadım ama İstanbul’da buluştuk ve burada kurduk her şeyi, zaten İstanbulluyuz. O yüzden birçok anlamda, ilk başta motivasyonumuz şehirdi çünkü eventler, festivaller, markalar her şey burada. Böyle bir hareketin içindeydi kurduğumuz şey.
Deni: Başlamak için iyi, ama varmak için iyi bir yer değildi. Yani varmak istediğimiz yer orası değildi. Kesinlikle insanın, şehrin ve kültürün kafamızda hayal ettiğimiz projelerin parçası olması gerek. İnsan faktörü çok kritik tabii ki. Ama bunun doğal alanlarda ya da doğal etkenlerle şekillendiği, o ikisinin bir arada bulunduğu projeler aslında en hayallerimizde olan.
Milen: Bizim işlerimizin çoğu boşlukta kuruluyor. Bir ormanda, Kapadokya’da bir vadide, bir beach’te… Açık alan enstalasyonları özellikle en yoğun yaptığımız ve yapmayı sevdiğimiz iş. Onun sebebi de aslında içinde bulunduğu koşullar; hem çalışma şartları hem de işi oraya koyduğunuzdaki o zıtlık. Şehrin içinde aslında buna çok fazla yer yok. Yani evet şehirde bu projeler çok etkileyici bir formatta da sunulabiliyor. Mesela gece kulüpleri de yaptık, yapıyoruz da hâlâ, bundan da çok keyif alıyoruz. Ya da mekanlar yapıyoruz ama doğadaki o boşluğun yarattığı bir kafa boşluğu da var ya hani, burada üretiyor olmanın öyle bir tarafı var. Daha fazla hayal kurma alanı yaratıyor o kafa boşluğu. O da gerçekten şehirde çok olan bir şey değil.
Deni: Şehirde her şey daha gri, çerçeveleri belli, bazı dolulukların arasındaki boşluklara bir şey tasarladığın bir ortamda iken doğada gerçekten hiçbir şeyin olmadığı, sadece doğal elementlerin olduğu bir yere insan faktörünü getiriyor olmak gibi bir şey var. Benim aslında kendi başıma olan yolculuğumda da öyle. Daha önce, Milen ile çalışmadan önce Norveç’e gitmem, Norveç’te sürdürülebilir mimarlık üzerine master yapmam, sonra bu konuda orada çalışmam… Bütün isteğim, aslında kafamda hep hayal ettiğim şey; o mimariyi veya tasarımı, şehrin sıkıştırdığı ya da belirlediği mekanlarda, alanlarda değil; daha açık alanlarda, daha doğal faktörlere uyumlayarak, o doğal faktörleri öğrenip ona göre tasarım yapmaktı. O tasarım sürecini, doğada ve doğal faktörlerle çalışmayı sevdiğim için yönelmiştim aslında. Şehre dönmem, yani İstanbul’a dönmem, benim için o konuda kafa karıştırıcı oldu ama aslında zaten biliyorduk ki ikimiz de başka bir yere doğru gitmek istiyoruz. Şimdi de ufak ufak, yapmakta olduğumuz iş de bizi aslında o tarafa doğru götürüyor belki de. Milen’in dediği gibi daha açık alanlarda, işte beachler, çöller oldu şimdi, vadiler, dağlar, ormanlar… Oralara gitmek zaten istiyorduk ve NAE’deki yaratıcı beraberliğimiz de aslında bunu mümkün kılıyor gibi.
Gümrah: Genellikle ütopik alanlarda deneyimler kurguluyorsunuz, acaba işleriniz daha kamusal bir alanda herkese sunulabilseydi nasıl olurdu?
Milen: Aslında şehirde kamusal alan, benim de her zaman çok ilgimi çeken bir konuydu. Sosyal konularla da çok ilgileniyordum. Kamusal alanlarda üretebilme ihtimalinden keyif alıyoruz ama Türkiye’de şehirler ne yazık ki çok fazla buna alan açan yerler değil. Oldukça ilgileniyoruz ama gerçekten de dediğin gibi bir şekilde, bu tip deneyimlere daha çok alan açan yerlere, haliyle biraz daha eğlence sektörüne yönelmek durumunda kalıyoruz. Şöyle sınırlar var mesela; sanat dediğimiz zaman o deneyim galerilerle veya bir sergi kapsamında ilerliyor, mimari dediğimiz zaman yapılar ve mekânlarla bir yere gidiyor. Biz, ikisini buluşturma peşinde olup ikisini de bir nebze reddediyoruz. Böyle büyük bir reddediş gibi algılanmasın ama o standartların içine girmenin peşinde değiliz, biz yaratıcı olanı beklenmeyen yere getirmenin peşindeyiz. Yani insanlara beklenmedik deneyimler yaşatmak, kalabalıklara bunu deneyimletmek istiyoruz. Kamusal alan bunun için çok uygun ve şehir ölçeğinde işler yapmak çok isteriz, ama şimdilik daha çok eğlence sektörü bize bu fırsatı verebildi.
The Face Project, Burning Man 2022
Gümrah: Peki esas konumuz The Face projesine gelecek olursak. Her şey nasıl başladı?
Milen: Bu işi ilk defa Suma Beach’te yapmıştım. Aslında üç ölçekte gerçekleştirildi: Suma Beach, Bonjuk Bay ve son olarak da Burning Man. Hiçbiri tam olarak aynı değil ama yüzün öğeleri aynı. Gözler, ağız ve burun sabitken içerdiği öğeler değişti.
Gümrah: Suma’dan Burning Man’e nasıl bir geçiş oldu da buralardan çöllere gitti bu iş?
Milen: İlk başta – ben hiç unutmuyorum – Beşiktaş’ta böyle -1 bir evim vardı. Orada oturup tasarladığım bir işti Face, bayağı tam tersi bir gerçeklikte. Ben çöle koymak istiyordum zaten; bomboş bir alanın içinde olmasını isteyerek, hayal ederek tasarladım. O tasarımın ilk sürecinde de o eklektik şeyin peşindeydim. Sanatta, özellikle her anlamda her türlü yüzün, gözleri olan her şeyin doğrudan insanlarla çok net bir ilişki kurduğunu düşünüyorum. O zaman da buna böyle düşünerek oturdum aslında. İnsanın içine bakan, bir muhataba dönüşen etkinin peşindeydim. Çok sevdiğim arkadaşım Ali’nin gözlerinin fotoğrafını çekmiştik. Kullandığım benim ağzım ve burnum bu arada, böyle bir kompozisyon vardı. Onunla böyle denemeler yapıyordum ve oradan çıktı. İllüstrastonlar Ernst Haeckel’a ait. Ernst Haeckel zamanında Darwin ile beraber çalışmış, ilk kez mikroskobik canlıların resmini yapan bir biyolog ve filozof. İşleri her zaman çok ilgimi çekti, hatta bir dövmem bile var. Haeckel’in çizimlerinden bir deniz anası.
Deni: Ernst Haeckel biyolog ama hayalinden mikroorganizmalar çizmeye başladığı noktada artık orada bilim insanından sanatçıya dönüşüyor. Orası da enteresan. Yani, çok böyle hikayeler yoktur diye düşünüyorum.
Milen: İlkinde, Suma Beach için yaptığımızda, gerçekten eser bir araya geldiğinde hepimiz çok etkilenmiştik. Yani ben de hayal etmiş olmama rağmen o etkisinin ne kadar güçlü olacağını hiç düşünememiştim. Ve ağaçlara asmıştık, bir dans pistinin içinde yüksekteydi. Sonrasında çok fazla insandan onunla yaşadıkları maceraları dinleyince etkisi daha da kalıcı oldu. Ben Suma’da yıllarca bir sürü farklı iş yaptım, hiçbirinin etkisi bu kadar güçlü değildi. Face ile samimi, içten bir ilişkimiz vardı zaten. Sonra, seneler sonra, Bonjuk Bay’deki boş alanın, yani oradaki denizin, dağın etkisini güçlendireceğini düşündüğümüz için Face’i tekrar oraya kurduk. Yeniden tasarladık, ölçeğini değiştirdik, farklı öğeler ekledik ama en baştan beri bir Burning Man hevesiyle aslında tasarlanmış ve çölün boşluğuna göre kurgulanmış bir işti. Sonra kısmet oldu ve gerçekten de Burning Man’e gitti.
Gümrah: Burning Man’de kum fırtınası yüzünden insanlar günlerini sürekli gözlük takarak geçirmek durumda kalıyor. İletişimin en güçlü yollarından biri olan göz temasının bu kadar eksik olduğu bir yerde, sana dimdik bakan bu gözlerle, Face ile karşılaşmak çok etkileyici olmalı. İnsanların tepkilerinin ne olduğunu çok merak ediyorum. Uzaktan durup izlediniz mi ne yapıyorlar, ne oluyor?
Milen: Tabii. Onunla zaman geçirdik çok. Yani evet, insanlar etkileniyorlar. Enstalasyonun ilginç bir durumu var. Fotoğrafta çok iyi anlaşılmıyor çünkü iki boyutlu elementlerden yaratılmış bir iş. Aslında illüzyon deneyiminde çok net anlaşılıyor çünkü her açıdan farklı gözüküyor ve hareket ediyor. Zaten parçalar havada asılı oldukları için rüzgarla etkileşime giriyor. Doğayla etkileşiyor olması bizim için önemli bir kısım çünkü interaktif olmak her zaman dijital bir şey gibi algılanıyor, ama aslında öyle değil. Bir sürü farklı şekilde interaktif şeyler yaratılabiliyor. Yani insanla, doğayla etkileşebilen, suya da tepki verebilir. Farklı bir tasarım… Havayla, rüzgarla ilişkili bir iş aslında ve rüzgarın esintisine göre -ki çok basit bir esinti bile minik minik hareket etmesini sağlıyor- bu da o iki boyutlu baskı olan, el yapımı olmayan o imgeleri bir anda canlı hale getiriyor. O hareketten dolayı, insanın onu yaşıyor gibi algılamasına sebep oluyor. Bir de perspektifle çok şekil değiştiriyor. Yani dümdüz karşısından baktığın zaman bütün resmi algılayabiliyorsunuz gerçekten de ama çaprazdan bakınca ve tüm katmanlarıyla görünce, derinliğiyle bambaşka bir şeye dönüşüyor.
Deni: Bir varlığa dönüşüyor yani. Etrafından dolaşıp farklı açılardan bakmaya başladığın an, iki boyutlu bir imajdan bir varlığa dönüşüyor.
Milen: İçine girdiğin zaman da çok farklı ve o yüzden de insanlar gerçekten ona çok çekildiler. Büyük de bir iş olduğu için çok fazla insanın orada durmadan geçemediği bir etkisi oldu, bu çok hoşuma gitti benim. Burning Man’de her yer sanatla dolu olduğu için hepsine bakamıyorsun, yakınına gidemiyorsun, uzaktan deneyimleyip devam ediyorsun ancak. Ben insanların ona çekildiğini görmekten çok keyif aldım, çünkü her açıdan farklı ve “Ne bu şimdi?” dedirten bir etkisi oldu.
Deni: Bir de şöyle bir detayı var: Burning Man’deki eserler genelde çok büyük bir boşluğun içinde yaratılmış enstalasyonlar olduğu için belli bir mesafeden, çok yakınına gidip dibinden bakmadan da aşağı yukarı anlaşılan ve hissedilen, etkisi uzak bir mesafeden de yaşanılan parçalar oluyor. Ama burada özellikle Face’in üzerinde yer alan Ernest Haeckel’ın illüstrasyonlarının detaylılığı insanda merak uyandırıyor ve kendine çağırıyor, yakından bakma isteği uyandırıyor. “Nasıl bir şey bu?”, “İki boyutlu mu, üç boyutlu mu?”, “Oradaki o ufak renk detayları ne?” diye sorgulatma etkisi bence bayağı farklıydı diğerlerinden.
Milen: Bu yüzden de fotoğraftan çok videoda anlaşılıyor aslında hissi. Fotoğrafta bütün eseri algılamak çok zor. Tek bir imge görüyorsun ve üç boyut algısı iki boyutlu olduğu için hep aynı imgeyi görüyorsun aslında. O yüzden de fotoğraflarla çok da tarif edemediğimiz bir hissiyatı var.
“Karşında heybetli bir yüz var. Muhatap o. Neyin muhatabı olduğunu tanımlamak çok zor tabii ama bir muhatap yani. Kendinle iletişiminde aslında kendi yüzünü göremediğin ama iç sesinle iletişim kurduğun bir muhatap. İç sesle bir olmanın aslında ne kadar değerli olduğunu ortaya koymak istedik.”
Gümrah: Bir de bu esere özel tasarlarnmış bir ses var arkasında değil mi? Gün doğumu ve batımında Rumi’nin sözleriyle seni çağırıyor.
Milen: Aslıhan Kabukçu tasarladı sesi. Sadece çağırması değil, bir yandan da 12 saat boyunca orada olan bir ses tasarladı. Hatta 12 saat bile değil, Aslı onu 24 saatlik tasarladı ve bence inanılır gibi değil böyle bir iş yapmış olması. Çok sihirli bir dokunuştu. Doğadan seslerle ve ritimlerle birleştirdiği bir arkaplan sesi oldu. Face’in yaptığı çağrının yanında bir de sesin tamamının bir etkisi var.
Hiçbir şeyin yaşamadığı bu kuraklığın içinde yüzün içindeki öğeler tamamen doğadan, canlı varlıklar. Bir böcek gördüğümüz zaman hep birbirimize gösteriyorduk çünkü hiçbir şeyin yaşamadığı ve yaşamanın zor olduğu bir yer. Biz bu ses tasarımı ile oraya canlılığı getirmeye niyet ettik. Face’in etkisinin önemli bir kısmı yaşıyor oluşu. Rüzgarın da hareketleriyle o imgelerin hareketlendiği bir esere niyet ettik ve o canlılığı ses çok güzel bir şekilde destekledi. Su, hayvan, böcek ve kuş sesleri gibi dünyanın farklı yerlerinden gelen ve kaydedilmiş birçok sesi oraya getirmek güzel bir histi. Bütün bu hareketi başlatan şey de o çağrıydı. Rumi’nin “Gel, kim olursan ol gel” sözünün “Come whoever you are” tercümesi olan çok güzel bir ses.
Bir besteyi yorumladı Aslı, vokallerini de o yaptı. Gün doğumu ve batımında sesin yükseltilmiş bir şekilde kendine doğru çağıran bir etkisi olmasını istedik. Karşında heybetli bir yüz var. Muhatap o. Neyin muhatabı olduğunu tanımlamak çok zor tabii ama bir muhatap yani. Kendinle iletişiminde aslında kendi yüzünü göremediğin ama iç sesinle iletişim kurduğun bir muhatap. İç sesle bir olmanın aslında ne kadar değerli olduğunu ortaya koymak istedik. Çünkü içimizden kendimizle konuşmamızın çok değerli olduğunu ve en önemli iletişimin orada olduğunu düşünüyorum. Bunun aslında tanrıyla konuşmak gibi bir tarafı var. Ama çok zor ve birbirimizle konuşmak, yüzeysel sohbetler etmek çok daha kolay. Gerçekten ne dediğini anlamak, kendi kendime söylediğim bir sürü şeyi duymak çok zor. Ona bunun için bir tür meditasyonla insanların kendilerini eğiterek duyabildikleri bir yere doğru gidiyor. Ama gerçekten bir muhatap olsa, bir ayna olsa. İşte orada yine kendi yüzümüzü görüyor olduğumuz için bir yabancılaşma başlıyor, çünkü kendine baktığın zaman daha yüzeysel şeyler düşünmeye başlıyorsun. “Ağzım, gözüm nasıl gözüküyor?” gibi düşünceler başlıyor. Ama aslında iç sesin bir naifliği var ve karşında doğadan parçalarla birleşerek oluşmuş, hem paramparça hem bir bütün olan bir yüz olunca konuşmak istiyorsun. Zaten Rumi’nin de yaptığı çağrı o: “Gel, kim olursan ol gel. Ne günah işlediysen hepsiyle beraber gel.” diyor. Yani hislerin ne olursa olsun o suçlulukla, içindeki o yüzleşmedeki bütün takışmaların hepsinin kabul gördüğü bir yer burası. Havada asılı olmasından kaynaklanan, sanki oraya ait değilmiş gibi, bir obje gibi olmayan bir şey -ne olduğu da tam belli değil- ve o hisle bir bütünleşti. Gerçekten de çok güzel bir deneyime dönüştü, sesle çok bütünlendi. O ses olmadan çok eksikti bence, imge tek başına yeterli değildi, sesle birlikte çok müthiş bir şey oldu.
Deni: Bir de bence en çok alınan geri dönüşlerden biri, Burning Man’in sürreal bir deneyim oluşuna uyumlu olmasıydı. Bayağı sürreal bir imaj çünkü karşındaki.
Milen: Bu sene Burning Man’in konsepti “Waking Dreams”. Festivalde yer alacak eserlerin bu konsepte sırtını yaslamasını istiyorlardı. Rüyanın içinde uyanmak aslında kendini fark etmekle ilgili – Waking Life filminde de hatırlarsınız belki – lucid dreaming gibi, kendini fark etmek ve rüyada olmak aynı anda olan bir deneyim. Face de buna çok yakıştı. Tam olarak bundan bahsediyoruz biz de çünkü.
Deni: Çöl için tasarlanmış gibi hissedilmesinin, yani “Doğru, buraya çok uydu bu eser” denmesinin en önemli sebeplerinden biri boşluğu kullanış şekli. Yani doluluğu var, bir sürü parçası var ama aslında genel kompozisyonunun çoğu boşluk. O boşluk da aslında çölün arka planda olduğu ve oradan bir sürü soyut anlam çıkabilecek bir parçası onun. Çünkü yer var, ufuk çizgisi ve gökyüzü var ve dünyadayız ama tamamen bir boşluktayız. Kafanın içi gibi düşünülebilir o. Bir sürü anlamda soyut referansı olan birleştirici bir öğeydi. Sadece çöl, çölün arkada olması, parçaların bir duruşu oluşu değil; bir de boşluğun da o parçalarla birlikte orada olması… Konu Yin Yang’e kadar bir sürü yere gider.
Gümrah: Şu an hem Burning Man’in etkisindesiniz hem de bu işi oraya taşımış olmanın… Durduramıyorum sizi akıyorsunuz anlatırken hikayenizi.
Milen: İşle de böyle bir romantik bir bağımız gerçekten var. Burning Man’e gitmemiş olsa da aslında işin üzerimizdeki etkisi böyleydi hep başından beri. Şu anda yerine oturmuş olmasının bir tatmini var tabii ki.
Gümrah: Bu yolculuğun en büyük zorluğu ve mutluluğunu duymak istiyorum sizden, ikinizden de ayrı ayrı.
Milen: En büyük zorluluğu… hepsi.
Çok ilginç bir şekilde her yeri çok zorlayıcıydı. Biz çok uyumlu ve zorlu durumlara dirençli bir ekibiz. Problem çözmeyi aşırı seviyoruz ikimiz de. Bu arada birbirimizden çok farklı olmamızla beraber çok fazla ortak noktamız da var. Ben o soruda bunları söylemek istiyordum şimdi kısmet oldu. Çok aşırı benzediğimiz bazı alanlar var, tasarımı yaparken de o oluyor. Tasarım dilinde aradığımız şey ortak. Hayattan beklentilerimiz çok benziyor, problem çözmeye yani hayatın bize gelişi ile baş etme şeklimiz de çok benziyor. O aslında bizim mercek altında bununla ilgilenmemize sebep oldu. O kadar çok problemle karşılaştık ki, gerçekten saymakla bitmez. Şaşırtıcı derecede çok fazla. Her adımda olabilecek her sıkıntı çıktı. O yüzden bir tanesini diğerinden ayırmak istemiyorum, hepsini çok seviyorum. (gülüyor)
Bütün sıkıntılarımızdan hepsini bir paket olarak, tek bir şey olarak bahsetmek istiyorum çünkü olacak iş değildi hiçbiri. “Bu diğerinden daha çoktu” desek diğerine ayıp olacak. (daha çok gülüyor)
Deni: Hani bir işi diyeyim, ya da herhangi bir şeyle ilgili bir motivasyonun ararken o işi yapmak veya yapmamak, ya da ona doğru ilerlemek ile ilgili biraz gerçekçi ya da biraz elverişli tarafları olmasını bekler insan. Mesela ilk defa Burning Man’e gidiyorsun, dolayısıyla enstalasyon hiç gitmediğin bir yerde. Hiç gitmediğin, çok zor şartların olduğu bir yerde o enstalasyonu oraya kurma cesaretini gösterme, o yola baş koyma motivasyonunu edinmek için. En azından gideceğin yerle aynı ülkede ya da aynı kıtada olsan belki bir yerden tutunursun; ama o kadar bilmediğimiz bir ortam, hiç bilmediğimiz bir ülke… Orada tutunabilecek tek şey herhalde bu işi daha önce yapmış olmamız ve o tür bir yapıyı kurmayı biliyor olmamızdı -yani sadece biliyor olmamız, kafamızda! Çünkü sonuçta bizim bir ekibimiz var ve o ekiple birlikte bu işi yapıyoruz. Bence kesinlikle en zoru; farklı bir ülkeye gidip orada bir şey üretmek, sonra o ürettiğin şeyin bütün lojistiğini planlamak, hiç bilmediğin şartlarda hiç bilmediğin bir yere onu götürüp kurmaya çalışmaktı. Evet, hepsi ama belki de en zorlayıcı yeri kendi elimizle yapmış olmamız.
Milen: Ölçek, elimizle kurmaya alışık olduğumuz ölçeğin ötesindeydi. İkimiz de el işine zaten çok yatkınız, zaten bunu yapıyoruz ve yıllarca da yaptık ama…
Gümrah: Boyutları neydi tam olarak eserin?
Deni: Yüksekliği 4.5 metre. Genişliği de aşağı yukarı 12’ye 10, 12’ye 9 gibi.
Milen: Ölçek büyük, detayları çok fazla ve ekibimizden bir kişiyi mutlaka götürecektik ama Amerika vizesi mevzusu çıktı. Pandemi sonrasında bir sene sonrasına vize tarihi veriyorlardı ve bizim kendi vizemiz olduğu için biz ikimiz Evrim’le beraber gidebildik. Evrim daha teknik kısımlarla ilgili olduğu için aslında kurulum kısmının %90’ı, belki daha da fazlası, bize kaldı. O da gerçekten sınırlı bir zamanda. 2 ay önceden gidip kurmaya başlasak, zamanımız olsa falan tamam ama biz sınırlı bir zamanda, sınırlı bir bütçeyle -yani gerçekten sınırlı bir bütçeyle- kendi şartlarımızla elimizden geleni yaptık. Tabii ki bu süreçte bize inanılmaz destek olan iki tane çok kilit insan var, onlardan bahsetmek istiyorum. Biri Alper Nakri, diğeri de Blue Nectar Selin Çamlı. Selin de Alper de Los Angeles’ta. Selin çok uzun süre Los Angeles’ta yaşadı, şimdi Akyaka’da zaman zaman beraberiz; Alper de benim yuvadan arkadaşım, o da Los Angeles’ta yaşayan bir sanat yönetmeni, bayağı çocukluk arkadaşım yani. O ikisi olmasa zaten yapamazdık, kesinlikle mümkün olmazdı. Onların bize sağladıkları koşullar, verdikleri rahatlık zaten bizim bu cesareti göstermemizi sağladı. Yoksa “biz bu işi yapamıyoruz” deme noktasına da geldik gitmeden. Yani “Nasıl yapılacak? Gerçekten ekibimizden birilerini götürmeden mümkün değil” dediğimiz bir yere geldik bazen. Çok ciddi anlamda sevdiğimiz insanların desteğiyle aslında yapabildik bu işi, ama eninde sonunda bunu yaparken ikimiz baş başaydık. Yani işin kendisini, ucunu tutarken ikimizdik. Oranın fiziksel olarak sıkıntısı çok büyük. Zaman olsa rahatlayabileceğimiz veya destek olsa rahatlayabilecek bir projeydi ve ikisi de yoktu. Biz gerçekten uykusuz ve sakatlanmış bir halde, ben el-kol sakatlığı, Deni’de bel-sırt sakatlıkları şeklinde geri döndük ama hâlâ bir nebze sağlamız, %90 tek parçayız.
Gümrah: Sadece iki kişilik bir dev kadroydunuz yani…
Milen: Evrim Tüfekçioğlu’nu da özellikle söylemek istiyorum. Üç kişi gittik. kesinlikle Evrim’in gelmesi de inanılmaz önemli bir destekti. Gerçekten bizim hiç anlamadığımız ve anlamaya çalışsak da anlayamayacağımız konuda destekti. Malzemeden biz çok iyi anlıyoruz – yapısal fizik, fizik kuralları bizim en rahat ettiğimiz konular- ama jeneratör, elektrik, ışık, ses… hakim olduğumuz alanlar değil. Evrim de Suma Beach’in, Big Burn’ün yaratıcısı, benim eski patronum ve çok sevdiğim bir insan. Bizi bütün teknik detaylarda o kurtardı. Bize üç kişi daha lazımdı, biz böyle üçümüz bir şekilde altından kalktık.
Gümrah: Söyleseydiniz ben gelirdim.
Milen: Valla önümüzde projeler var Gümrah, bekliyoruz.
Gümrah: Peki The Face’ten başka Türkiye’den gelen bir artwork var mıydı?
Milen: Aslında bu Türkiye’den giden ilk sanat eseri Burning Man tarihinde. Türkiye’den katılan ilk sanatçı – yani Türk – Alper, daha önceden bir proje yaptı Burning Man’de. Los Angeles’ta yaşayan o da honorary almış bir Türk sanatçı. Ama Alper’in yaptığı şey daha çok kurulan bir görsel, enstalasyon değildi, daha deneyimsel bir şeydi. Ama evet, Türkiye’den giden ilk işti. Yani aslında iş zaten kendini Burning Man’e götürmek çok istiyordu. Bir de bir yerden sonra Face’in kendisinin bağımsız biri olduğuna kesin karar verdik. O bizden bağımsız hareket ediyor, biz de ona uyuyoruz; yani Face gitmek istiyor, biz tamam diyoruz, elimizden geleni yapıyoruz. Ya da Face diyor ki “Şu şekilde kurulması lazım”, tamam diyoruz… Öyle bir diyaloğa dönüştü zaten ve iş kendisi çok gitmek istedi. Biz de elimizden geleni yaptık açıkçası.
Gümrah: Şu an bir yerlerde uyuyor The Face herhalde?
Milen: Büyük bir kısmı uyuyor. Eserin büyük parçalarının çoğu aslında bağış yapan insanlara hediye edildi. Parça parça olmasının da öyle bir güzelliği var, çünkü her parçanın kendisi zaten bir eser gibi. Yani tek parça olarak alıp onu duvara astığınız zaman zaten çok etkileyici bir güzelliği var. Projenin başında üretim için bir bağış toplama kampanyası başlattık ve aslında bütçenin büyük bir kısmı bu şekilde sağlandı ve şu anda parçaların çoğu bize destek olan insanlarla beraber.
Bu parça parça olma hali, genelin birliğiyle ilgili de bir tarafı olduğu için hepimizin birbirimizden ayrışık ama bir arada olduğumuza dair bir çağrıyı da beraberinde getiriyor. Biz onu birleştirdik ve sonra parçalarıyla dünyaya, insanlara dağıldı. Çok farklı yerlerde şu anda parçaları. Onun da sembolik bir tamamlanması oluyor iş bittikten sonra. Yani her parçanın biriyle beraber evine gitmiş olması ve dağınık bir şekilde farklı yerlerde de var olmaya devam ediyor olması sanırım en doğru hali – yani onu kurmaktan çok. Çünkü, dediğim gibi, işlerin bir nebze geçici olması bizim işimizin bir parçası. Her zaman olmasa da çoğunlukla. Kaldırıldıktan sonra dağılıp hâlâ bir yerde o etkisine devam ediyor olması bence çok önemli.
Gümrah: The Face’ten kalan zamanda bir Burning Man deneyimi yaşayabildiniz mi?
Milen: Elimizden geleni yaptık, çok yorgun olmanın dışında. Gerçekten koşulları çok zor bir seneydi bu sene. Yani daha önceki senelere göre çok ciddi kum fırtınalarının olduğu -insanların paylaştığı bilgiler bunlar tabii, biz buna çok hakim değiliz ama- çok sıcak hava dalgalarının olduğu bir zamandı. Los Angeles’ta dükkanlar kapatılıyordu sıcaklardan dolayı, biz çöldeydik o sırada. Yani inanılmaz bir sıcak ve üstüne kum fırtınaları ile beraber…
Deni: Bir de üzerine çok fazla fiziksel iş. Ama şu andan bahsetmek belki güzel olur. Biz kurmaya başladık, artık dördüncü gün festival başladı ve akşam oldu. Kafamızı bir kaldırdık…
Milen: Ve devam ediyoruz bu arada. Yetişemedik, yani birçok eser yetişemedi.
Deni: Aynen. Yani festival başladıktan iki gün sonra tam olarak bitmişti aslında ama o festival başladığı gün biz de bayağı bir yol aldığımız bir anda, kafamızı akşamın bir saatinde kaldırdığımızda etrafımızda gördüğümüz o görsel şölen! Yani çok çok etkileyici görselliği olan bir ortam. O kadar çok stimülasyon var ki etrafta, orada herhalde bir tür hayatta kalma savaşı, adrenalin durumu da var. O kadar yorgunluğa ve zorluğa rağmen merak daha ağır bastı diyeyim. Dolayısıyla evet, işimiz bittiği andan itibaren aslında sanki hiç yorulmamış, hiçbir şey yapmamışız gibi en azından beş gün bayağı içine girdik ve yaşadık Burning Man’i.
Milen: Yani zaten Burning Man’in iddiası içimizdeki çocuğa hitap ediyor olması, herkesin o çocuksu halini dışarı çıkarması için bir fırsat yaratması. Çocuklar için bir şehir gibi ama her yaştan insan var. Tabii herkesin kendi hayal dünyasını getirdiği bir yer. Normalde festivaller bir prodüksiyon tasarımı ile kuruluyor – biz de bu işi yapıyoruz – insanların ne deneyimleyeceğini tasarlıyorsunuz. Burada öyle bir durum yok. Burada herkes katılımcı. Yani aslında kamp kuran veya sahne getiren insanlar da Burning Man’e katılan insanlar. O yüzden herkesin getirdiği bir şeyle birlikte bir festivale dönüşüyor ve bu çok etkileyici. Herkesin iç dünyasını izliyorsun ve çok eğlenceli. Yani bisikletlerin üstünde sana heyecan verecek “o şeyi” arayan çocuklarız merak içinde. Çok müthiş bir deneyimdi.
Gümrah: Bu kadar spiritüel bir işten sonra ne yapacaksınız?
Milen: Meditasyon. Ben başka hiçbir şey yapamıyorum şu an.
Gümrah: Ne yapıyorsunuz mesela şu an, üzerine çalıştığınız yeni bir proje var mı?
Deni: Yatış üzerine çok da güzel. (gülüyor)
Milen: Derinleşiyoruz. Böyle mi yatsam? Gerçekten neyin üzerine çalışıyoruz… “Echoes From Agartha” önemli bir proje bizim için ve uzun vadede onunla ilgili kurduğumuz hayaller var. Şu anda onunla ilgili bir şeyler de yapıyoruz bir yandan. Yani onun da adını geçirmek çok isterim çünkü benim için- Deni için de öyle olduğunu düşünüyorum – bizim için hayallerimizi gerçekleştirebileceğimiz çok değerli bir yere evrildi. Orası da müthiş bir oyun alanı. Aşağı kalır yanı yok yani Burning Man deneyiminden.
Gümrah: Peki size şehirden bir köşe ayıracak olsak nereyi ayıralım istersiniz, kamusal bir alan?
Milen: Kamusal alan…
Ya ben Beyoğlu Anadolu Lisesi mezunuyum. Yani on bir yaşında İstiklal’e gidip gelmeye başladım. O yüzden benim için karşı konulmazdır İstiklal ve Taksim Meydanı. Ama tabii ki enerjisi çok değişmiş olmakla beraber ne zaman büyük kamusal alan desem ben Taksim Meydanına koyduğum kocaman bir sanat eseri düşünüyorum, başka hiçbir şey düşünemiyorum.
Deni: Gazhane olur.
Gümrah: Deni düşündü ve plan yaptı şu anda.
Milen: Ayakları yere basan bir insan o.
Gümrah: Çöl benim için çok etkileyici bir coğrafya. Hayatımın bir döneminde üstüste ziyaret edip kafa yormuştum bana neden böyle hissettirdiğine dair. Jean Baudrillard’ın Amerika kitabındaki “Çöl, bedenin iç sessizliğinin doğal bir uzantısıdır.” diye tarif ettiği çöl felsefesi ilham vermiştir hep bana. Sizin bu yolculuğunuzu dinlemek de içimdeki çölü uyandırdı bir kez daha. Teşekkür ederim bu güzel sohbet için. NAE’nin gelecek dönemde bize anlatacağı hikayeleri merakla bekliyorum. Başka eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Milen: Daha çoklarını yaratmak istiyorum ben. Burning Man’e gitmenin ötesinde ‘Burning Man like experiences’ peşinde olmamız gerektiğini düşünüyorum her yerde – burada da ve her yerde! Çünkü aslında bu oyun alanlarına herkesin ruhunun acayip ihtiyacı var. Bu kadar karmaşık ve çelişkili hayatlar yaşarken, özellikle Ortadoğu’da bir yerdeyken ve İstanbul gibi, Türkiye gibi, bu kadar eklektik tarihi, inanılmaz sanatsal derinliği olan bir yerde bizim belli standartlara, belli beklentilere bağlı hayatlarımız olması bence en önemli ilham noktamız olmalı. Burning Man’e gitmek ile ilgili bir şey olmadığını aslında söyleyebilirim gittikten sonra. Zaten hevesimiz de şöyle bir yerdeydi bizim için; dünyanın farklı ve iyi festivallerinin hepsine gitmek istiyoruz, çünkü festival tasarlıyoruz ve bu bizim için önemli. Ama gerçekten esas motivasyon oraya gitmek değil de buralarda, her yerde, sürekli bir şekilde bu çocuksu duyguyu içimizden çıkartacak, bu şaşkınlık, hayranlık ve heyecan hissini yaratacak deneyimler yaratalım, önemli olan o.
Milen ve Deni Nae, Gökova
KALIPLARA SIĞAMAYAN BİR GRUP: AGAR AGAR
Röportaj: İdil Meşe
Fotoğraf: Emirkan CorutFransa’nın sevilen elektro-pop ikilisi Agar Agar ile IKSV Salon konserleri öncesi kuliste buluştuk. Solist Clara Cappagli bulunduğu her ortamın ötesine taşan karizması ile karşımızdaydı. Agar Agar’ın diğer yarısı Armand Bultheel ve Clara, Türkiye’deki hayran kitlesi karşısında şaşkın ama keyifliler. İkili ile yakında yayınlanacak albümlerinden, bu albüm için tasarladıkları video oyunundan, oyunu seyircileriyle paylaştıkları Play Test turnesinden ve gelecek projelerinden bahsettik.
İlk gününüz nasıl geçti. Türkiye’deki dinleyicileriniz sizin için deliriyor, belki farketmişsinizdir.
Armand: Evet farkettik. Böylesine coşkulu ve güzel bir kitleyi görmek çok sevindirici. Burada olduğumuz için çok mutluyuz ve onur duyuyoruz.
Clara: Normalde konserlerimizde şarkılarımızın sözlerine eşlik eden pek olmaz. Burada inanamıyorum, herkes söylüyor. Bu çok, nasıl desem…
Armand: Dokunaklı! Ve İstanbul’da tanıştığımız insanları da çok seviyoruz. Burada müziğimize ne kadar talep olduğunu görmek doğrusu hep bir sürpriz oluyor ve buna bayılıyoruz.
Clara: Bu sahiden bizim için tam bir gizem; bu kadar çok sevilmemiz. Tam olarak sebebini anlamış değiliz ama çok mutluyuz.
Play Test turu fikriniz nasıl ortaya çıktı? Bir albüme dair kapsamlı bir bilgisayar oyunu yapmak ve bunu bir tura dönüştürmek, sıra dışı bir yaklaşım.
Armand: Aslında ana fikrimiz, müziğimizin etrafında etkileşimli bir görsel içerik üretmekti. Jonathan ile seneler önce sanat okulunda tanıştığımızda, müziğimize bağlı bir video oyunu yapma fikrimiz vardı. Aslında bu birliktelik seneler önce başladı ve Jonathan seneler içinde kendi kendine bir bilgisayar oyunu yaptı. Bu çılgınca bir şey.
Vay canına. Kaç sene önce tasarlamaya başladın Jonathan?
Jonathan: Beş sene önce başladım.
O zaman bu albümden çok daha önce?
Armand: Evet.
Clara: Oyunda karakterler var ve her karakterin bir şarkısı var.
Bu inanılmaz. Görselleriniz müziğiniz kadar dikkat çekici. Müziğiniz için görsel fikirleri nasıl buluyorsunuz ve birlikte çalışacağınız insanları neye göre seçiyorsunuz?
Armand: Sanırım bu birlikte çalıştığımız insanlara bağlı çünkü onlara çalıştığı şeyler üzerinde daha fazla özgürlük vermek istiyoruz. Yani aslında sanatsal bir bağ kurabildiğimiz insanlarla birlikte çalışmak ve onların kendini ifade etmesi bizim için daha önemli.
Clara: Evet, başından sonuna her şeyi seçiyoruz ve görsel olarak bize hitap eden bir şey bulmak çok önemli. Bu projenin başından beri her zaman birlikte çalışmayı seveceğimiz insanlar bulmaya gayret ettik. Birine gidip şunu yap, bunu yap demek istemiyoruz çünkü bizim için yaratıcı bir iş birliği daha önemli.
Armand: Tabii, bizim de kattığımız fikirler oluyor ya da projeye uygun görmediğimiz şeyleri ifade ediyoruz. Detayları ve ana konsepti konuşuyoruz ve sonrasında özgür bırakmayı tercih ediyoruz.
View this post on Instagram
Konserinizde oyununuzu göstermek zor olmuyor mu? Bu tur nasıl işliyor?
Armand: Çok yorgun bir haldeyiz.
Nasıl mekanları seçiyorsunuz? İki ayrı sahnesi ya da bölmesi olan yerler mi?
Armand: Aslında hayır. Mekanlara yapmak istediğimiz şeyi anlatmak çok ama çok zor çünkü yapmaya alışık oldukları bir şey değil. Hatta belki de hiç yapmadıkları bir şey. Onun için hep farklı oluyor ve adapte etmemiz gerekiyor.
Clara: Ama bir yandan tipik bir konser olmaması da güzel. Çünkü mekanlar hep aynı geleneksel şeyleri ellerindeki sistemle yapıyorlar. Biraz bu dogmayı yıkan bir şey oluyor, farklı bir bakış açısı.
Armand: Ama çok yorucu.
Clara: Epey yorucu.
Armand: Evet, sahiden. Ama genelde her şey profesyonelce yürüyor. Tabii, Jonathan’a teşekkür etmek lazım. Birçok şeyi hallediyor. Bilgisayarları getiriyor, kuruyor…
Bilgisayarlarla mı seyahat ediyorsunuz?
Clara: Bu sefer değil.
Armand: Evet Salon’da gerek olmadı çünkü her şey varmış. Jonathan oyunları yüklüyor.
Konserlerin geleceği hakkında öngörüleriniz nedir? Tahmin edebileceğiniz ve içinde bulunmayı isteyeceğiniz en çılgın konser ne olurdu?
Armand: Sanırım bir konser ile tiyatro arası bir şov tasarlamak isterdik. Belki tam tiyatro değil ama…
Clara: Belki etkileşimli…
Armand: Evet, etkileşimli bir gösteri çok iyi olurdu. Yenilikçi bir kurgu düşünüyoruz ama bunun hakkında konuşmak için çok erken.
Clara: Genel olarak çok güçlü bir atmosfer oluşturmayı istiyoruz sahne tasarımları ile. Herkesi sahnenin içine çekebilmeyi istiyoruz.
Armand: Hikayeyi sadece anlatmak değil, göstermek de istiyoruz. Sadece müziği taşıyan bir şey değil, ilham verici ve yenilikçi bir bakı açısı.
Henüz konser vermediğiniz ama verseydiniz sizi çok heyecanlandıracak bir ülke var mı?
Clara: Japonya! Bu hayalimiz. Tanıdığımız kimse yok ne yazık ki, bağlantımız olacak. Ama tabii bu tip konserleri yapmanın zorluğu var. Mesela iki yıl önce Amerika’da çaldık ve inanılmaz bir deneyimdi ama çok pahalıydı tabii. Gerçekten elinizde sadece yaşadığınız deneyim kalıyor. Stratejik olmak gerekiyor. Çünkü bunu yapsak mı dediğimizde para kaybediyoruz, hem de çok.
Armand: Ama bazen de tamamen buna değiyor.
Clara: Haklısın.
Türkiye’den sevdiğiniz gruplar var mı?
Clara: Çok hakim değilim.
Armand: Türkiye’de yaşamıyorlar ama Altın Gün var. Avrupa’da çok popülerler. Daha çok grup tanımayı isteriz.
Yakın gelecek de Agar Agar hayranlarını neler bekliyor?
Armand: Evet, birçok şey var. Oyun var. Ama albüme kadar yayınlanmayacak.
Clara: Evet çok uzun bir süreç.
Armand: Albümden sonra yayınlanacak ama müthiş bir şey olacak. Uzun bir iş ama tam hayranlarımızı heyecanlandıracak bir şey. Enerjisi çok büyük olacak bu işin.
Clara: Yani evet, bir de tur var ve baya delilik. Albüm çıkınca çok uzunca bir süre turda olacağız ve büyük şovlar çalacağız. Sahnede de etkileşimli birçok öğe olacak.
Armand: Bu işi düzgün halledebilirsek.
Clara: Evet, iyi çalışırsak.
Her şarkının bir videosu olacak mı?
Armand: Sadece video olmayacak, çok daha fazlası.
Clara: Tam bir kreşendo olacak. Ve çok interaktif.
Armand: Dekorun da etkileyici olacağını düşünüyoruz.
Sahiden çok heyecan verici. Bizimle paylaştığınız için çok teşekkürler.
Clara: Biz teşekkür ederiz.
ELECTROPOP'UN ÖZGÜN İKİLİSİ ALACA İLE "DELİ İŞİ MÜZİK" ÜZERİNE
Röportaj: İdil Meşe
Fotoğraf: Can GörkemYeni nesil pop müziğin kural bozan ikilisi Alaca’nın single’ı “BYE” Universal Music etiketiyle yayınlandı. Alaca ile uzun dostlukları, müziklerini keşif yolculukları, üretim süreçleri, beslendikleri kaynaklar, sıra dışı ses ve görsel vizyonları ve gelecek planlarına dair sohbet ettik.
Hikâyenin en başına gitmek istiyorum. Nasıl tanıştınız, müzik yapmaya başladınız ve beraber üretmeye karar verdiniz?
Mehmet Mutlu: İkimiz de gitar çalıyorduk daha öncesinde. 5-6 sene önce Bilal Karaman var, gitarist, ikimiz de onun öğrencisiyiz aslında, o bizi tanıştırdı ilk başta. “Siz takılın, müzik yapın” gibisinden… Caz gitar çalıyorduk ikimiz de karşılıklı, sonrasında Ata’nın fikriyle “biraz beste yapalım.” fikri gelişti.
Ata Bornova: Evet, “Beste mi yapsak ya?” diye, ufaktan ufaktan…
Mehmet: Ata’nın vardı zaten kendi besteleri daha öncesinden. O songwriter gibi takılıyordu aslında.
Ata: Aynen, daha singer-songwriter gibi… Hatta böyle ufak ufak kayıtlar da almıştım ama hiç öyle profesyonel bazda değildi. Bayağı birlikte öğrendik aslında. Ondan sonra bir band kurmak istedik, ona çalıştık. Bir sürü farklı ‘band’ler kurduk. Ama o zamanlar yaptığımız tarz Swing’e yakın bir müzikti; Türkçe sözlü Swing müziği gibi bir şeydi.
Ata: Ondan sonra, tam o dönem Elektro Swing keşfettik. O grubun adı neydi?
Mehmet: Caravan Palace.
Ata: Caravan Palace’ı duyduk bir yerden ve aklımız çıktı. Hem Swing yapıyorlar hem de çok modern. Bizim her zaman dert yakındığımız şey; Swing müzik güçlü bir müzik, çok eğlenceli müzik ama geçişi güçlü değil.
Mehmet: Çalarken çok güçlü gibi hissediyorsun ama aslında…
Ata: Karşı tarafa geçmiyor, çünkü akustik enstrümanlar o enerjiye o kadar izin vermiyor. Küçük salonlar için daha güçlü olabilecek bir müzik. Elektro Swing’i duyunca, hatta konserlerini açıp izleyince aklımız çıktı yani “Bu nasıl olabilir?” dedik. Öyle bir şeyler denedik.
Mehmet: Bir parça.
Ata: Hatta bir albümü çöpe attık bu arada. Swing albümü hazırlamıştık, hiç yayınlanmadık. Kaldı yani biraz. Öğrenmemizi sağladı aslında. Beste yapmayı öğrendik o sayede.
Mehmet: Ama bestelerden hiçbir şey kalmadı gerçekten şu an, değil mi?
Ata: Evet, hepsini attık.
Ama sizde de olmuyor mu bazen; eski besteleriniz biriyle bir proje çalışırken çat diye birden aklınıza gelebiliyor, bir ortaklık bulabiliyor.
Ata: Biz onları aslında böyle parça parça kullanmış olduk. Sonradan adapte ettik farklı şeylere.
Mehmet: Evet, güzel fikirleri şimdiki müziğimize koymuşuzdur bence illaki.
Ata: Sonra “Kendrick Lamar” denilen bir şey var, ondan sonra zaten işler raydan çıktı. Yani bir “Alright” duyduk. Cahildir diye düşündüğümüz adamın böyle bir müzik yapması bizi çok etkiledi. O zamanlar çok üstten bakan bir tavrımız vardı böyle her şeye.
Mehmet: Aynen, biraz cazcılığın verdiği bir durum galiba.
Ata: Genel olarak caz müziğin içinden çıkmanın verdiği, her şeye böyle bir tepeden bakmaya çalışma mevzusu vardı.
Mehmet: Ama sonra bayıldık yani.
Ata: Evet. Sonra yapmanın ne kadar zor olduğunu görünce…
Mehmet: Evet, Tiny Desk performansları bayağı güzeldi, R&B’ye ilgimiz o zaman başladı.
Ata: 10Gün albümümüz de zaten tam o döneme denk geliyor. İşte, tam o tip parçaların iyice içine girmişiz. Böyle, iki bin, kaç oluyor?
Mehmet: 2017-18.
Ata: O civarlar. 10Gün albümü o zamanlar filizlendi. Böyle daha da güçlü prodüksiyonlar yapmalıyız dedikçe buraya kadar geldik.
Mehmet: Evet, evet.
O sırada birçok başka sanatçı için de altyapılar, besteler çalıştınız değil mi?
Ata: Evet.
Mehmet: Bizim aslında başka sanatçılara prodüksiyon yapma serüvenimiz Melis Karaduman ile başladı değil mi? Melis Karaduman’a yaptık ilk başta.
Ata: Aslında Ege Çubukçu’ya bir…
Mehmet: Ege Çubukçu’nun ‘Sorun yok’ parçasına bir remix yaptık.
Ata: Biz kendi zevkimize uygun bir remix yaptık. Aslında bir Instagram postu olarak yapalım diye düşündüğümüz bir şeydi. Çok seviyoruz Ege Çubukçu’yu, ona ulaşmak istedik. Ondan sonra bir şekilde de çok tuttu enerjimiz, onu remix olarak çıkarttık. Başkasının parçasını düzenleme bağlamında ilk yaptığımız şey oydu.
Ata: Ondan sonra Melis Karaduman’a yaptık.
Mehmet: Mabel’e yaptık. O da bizim 10Gün albümümüzü sevmiş. “Kavşaklar” parçasının prodüksiyonunu yaptık.
Ata: Güliz Ayla’nın ‘Al Yorgun Kalbimi’ parçasını yaptık.
View this post on Instagram
Şarkınız “BYE”daki prodüksiyona nasıl geldiniz? Bu başlı başına bir yolculuğun sanki başlangıç işareti gibi bir müzik, klip ve proje. Nasıl bir süreçti bu şarkıyı bir araya getirmek ve çıkartmak ?
Ata: Aslında biz BYE’a gelene kadar bir 30-40 tane parça yaptık bu bir buçuk yıl içerisinde ama hiçbiri tam olarak bizi tatmin etmedi. Aynı parçanın bazen dört versiyonunu yaptık.
Mehmet: Bizim tatmin olmadığımız genelde sound konusuydu. Aslında şarkılar bence yine güzeldi ama yaptığımız soundlar böyle bir türlü içimize sinmiyordu.
Ata: Evet, farklı bir yerde durmak istiyoruz bir taraftan, sanatı bir taraftan onun için yapmak istiyoruz. Ayrı bir yerde olabilmek… ‘Farklı bir karakteri olsun yaptığınız işin’ gibi bir kaygımız var. Bir türlü tam olarak kendimiz gibi hissedemedik hiçbirinde. Aslında her zaman da kafamızda böyle dinlediğimiz sevdiğimiz şeylerde, daha böyle ‘yeni jenerasyon bir pop’ diyebileceğimiz bi şey vardı. O tip müzikler de dinliyorduk zaten.
Mesela?
Ata: Mesela, Billie Eillish ile başlayan ve sonra çok fazla genç çocuğun yaptığı, ortalama 18-25 yaş arası çok fazla insanın da yaptığı prodüksiyonlar…
Mehmet: Müzik zevkimiz daha çok o müzikler oldu son zamanlarda.
Sözler ve prodüksiyon nasıl bir araya geldi? Özellikle sözleri çok enteresan. Bir yandan çok dilli, Hitoko’nun Japonca geri vokalleri var. Orada mesela ne diyor, nasıl bir araya geldi sözler ve konsept?
Ata: En başından başlıyorum, biraz deli işi bir şey denemek istiyoruz. Müzikte de sözlerde de ‘bu garip olsun ama itici olmasın’ istedik.
Mehmet: Aynen, en korktuğumuz şey itici olmaktı.
Ata: “Global bir şey yapacağız” değildi amaç ama oraya evrildi.
Mehmet: Bir dönem düzenli olarak Instagram videoları çekiyorduk. O zamanlarda böyle tek günde bir dakikalık şarkılar yapıyorduk. Aslında BYE’da o zaman çıkmıştı, hatta böyle yarım saatte yazdığın bir şeydi.
Ata: İşte yarım saatte yazdığım bir parçaydı ama sonra öyle kaldı, yayınlamadık.
Ne ilham vermişti bu sözleri, BYE’ı yazarken hatırlıyor musunuz?
Mehmet: Böyle bir diss gibi miydi ya?
Ata: Evet, aslında ben onu birilerine söylemiştim. Beni sinirlendiren birisi ya da birileri vardı, aslında o duruma söylediğim bir şeydi.
BYE’ın itici gücü öfkeydi diyorsun.
Ata: Evet, evet. İtici gücü itici olmamasıydı. Hitoko konusu da aslında, Tokyo Drift’in müziği vardır ya “How they live in Tokyo” falan, öyle bir şey istiyoruz. Nakarat bölümü geldiği zaman sonra Mehmet “Benim Japon bir arkadaşım var.” dedi, ondan sonra, “Abi kim?”, “Hitoko”.
Ata: O da o sırada Türkiye’de değilmiş.
Mehmet: Nerdeydi?
Ata: Japonya’nın bir vilayetinde, şimdi aklımıza gelmedi. Oraya bağlandık. Ona da derdimizi anlatmamız lazım, “Ya şimdi biz senden Tokyo Drift’in nakaratı gibi bir şey istiyoruz. Yani, bunu istemek ırkçı mı onu bilmiyorum ya da işte senle dalga geçmek gibi niyetimiz yok. Sadece çok cool olacak bunun peşindeyiz; Japon birinin bunu söylemesi lazım”. Bunu ona nasıl anlatacağımızı da çok bilemedik. Ama “Ben anladım mevzuyu” dedi sanki daha önce beş defa daha bu teklif edilmiş gibi “Onu yaparız” demiş oldu. Bütün diyaloglar Türkçe konuşuluyor bu arada. Ondan sonra Japonya’da kayıt aldı. Osaka! Hatırladım.
Mehmet: Aynen, Osaka.
Ata: Osaka’da ablasının düğünü varmış onun için alakasız…
Ne dediniz Hitoko’ya? Türkçesi’ni söyleyip “Bunun Japonca’sı ne?” mi dediniz yoksa kendin mi yaz dediniz?
Mehmet: Girişteki müziği, onun bir videosundan kendisinden izin isteyerek kullanmak istedik. O bir Japon halk türküsü gibi bir şey aslında. Bayağı uzundu, biz onu kestik ve kullandık.
Anlamı nedir, biliyor musunuz?
Ata: Sözleri, ‘erkek egemenliğine artık boyun eğmeyeceğiz içerikli’, böyle kadınların kendi aralarında toplandığı zaman söylediği bir türküymüş. Tam olarak bilmiyorum ama “Artık o dikenli patlıcanlarınızı bizden uzak tutun” gibi bir söz.
Hadi ya, mükemmelmiş.
Mehmet: Sonrasında da ben kendisine bir ses kaydı attım, “Şu şekilde söyleyebilirsin” diye.
Nakarattaki sözlerdeki ritim ve melodinin içine uyumu gerçekten çok dikkat çekici, şarkıyı ön plana çıkaran özelliklerden bence bir tanesi. Bu uyumu yakalamaya çalışırken nasıl bir yöntem izlediniz? Çünkü uyak da olması lazım ama bir yandan ritmik olarak da uyması lazım; bir yandan da müzikle alakayı koruması lazım gibi… Üstüne çok düşündünüz mü, yoksa yaptınız ve birden oldu mu?
Ata: Biraz akışta oldu aslında, öyle çok matematik olarak ilerlediğimiz bir aşama değil de…
Mehmet: Her dilde güle güle diyelim…
Ata: Evet, aynen. Her dilde ‘BYE’ diyelim gibi bayağı cheesy bir şeydi aslında. Oturma olarak da bizim de sonra çok içimize sindi aslında. Hepsi böyle grid’e oturuyor.
Şarkının klibi de bir farklı gerçekten şarkının kendisi kadar. Klibin fikri, konsepti nasıl aklınıza geldi? Bu klibi nasıl bir araya getirdiniz?
Ata: Şarkı gibi olsun istiyorduk. Bir şeyler anlatsın ama ne anlattığı da… böyle sarhoş birinin konuşması gibi. Bir klip çekiminde mekanın hikayeyi nasıl etkileyeceğini öngörerek hareket ettik. Bizim aslında kafamızda apayrı bir şey vardı, kendi kendimize bir moodboard belirlemiştik. Hiç böyle işte cool atmayacağız, ondan sonra kullanacağımız kamera tekniğinin ne olduğunun farkındayız, şu tip karakterlerle hareket edeceğiz ona da okeyiz; ama konu bunun etrafında ne olursa olabilir fark etmez, bunların zaten bir şekilde hikayeyi garipleştirebileceğini biliyorduk. Sonradan bir şekilde bir fabrikayı ayarladık.
Mehmet: İlk başta tabii Ümit ve Samet ile tanıştık. Bu da aslında onların fikriyle başladı, “Fabrikada olsa aslında” gibisinden onlar yokladı bizi. Sonra biz de aşırı yükseldik fabrika fikrine. Sonra bizim kreatif direktörümüz…
Ata: Ada Gönden, fabrikaya gittiğimiz zaman apayrı bir yerden bir giriş yaptı. “Ya burası bir hit fabrikası mı olsa?” gibisinden ortaya bir fikir atıldı. Fabrikayı gezerken böyle aslında klibin konusunun yarısı belli oldu. İşte Ümit oradan bir şey söyledi, Samet bir şey ekledi, biz oradan espri yaptık kabul edildi, ‘bu da olsun’ gibi…
Kabul edilen espiri neydi?
Ata: Bulgar Techno’su mesela. Hani şey olur ya böyle, imece usulü çalışan bir fabrikaya amatör bir çekim ekibi gelir de ona böyle düz ceketli bir abi konuşma yapar çok içten bir şekilde, ‘Bu fabrika 87 yılından beri çalışmaktadır’ gibi bir giriş yapar; onun gibi fabrikanın girişindeki o açılış sahnesi de aslında böyle esprilerden çıktı. O da orada gelişi güzel espriydi diye hatırlıyorum.
“Kendimizi buluyoruz bu süreçte.”
Bu klibi ve şarkıyı takiben Alaca dinleyicilerini ve yeni fanlarınızı neler bekliyor? Bir devamı olacak mı bir seri gibi ya da başka şarkılar, albümler, konserler?
Mehmet: Şu an bir tane single’ımızı hazırlıyoruz aslında. Onu da çok yakın bir zamanda çıkartmayı planlıyoruz. Sonrasında yine “BYE” garipliğinde şarkılar olacak. Biraz kendimizi de buluyoruz bu süreçte. Nelerden hoşlandığımızı, neleri sevdiğimizi şu an tespit edebiliyoruz. Yaptığımız, elimizde tabii ki bir sürü parça var ama işte kendimizi sürekli zorluyoruz daha yaratıcı olmaya. Onun için sıkı çalışıyoruz. Yakın zamanda konserlerimiz var ama birinci gündemimiz daha çok şarkı çıkartmak.
Ata: Yine başka görseller de sunmak istiyoruz, yani şu an yaptığımız şeyden çok memnun kaldık. “İyi bir görsel vermeyeceksek hani hiçbir şey vermeyelim daha iyi” gibi kendi aramızda her zaman söylediğimiz bir şey vardı. Şu an en son çıkan işten, her türlü aşamasından ilk defa çok memnunuz ve bu görsel dünya işini çok sevdik. Bizim için çok farklı, yepyeni bir deneyim. Uzaktan bakınca çok korktuğumuz bir şeydi ama içine girince çok eğlendik ve çok keyifli bir şeymiş. ‘Biz çekerken çok eğlendik’ hikayesini hakikaten anladık. O yüzden başka da yapmak istiyoruz. Aklımıza farklı farklı fikirler geliyor sürekli.
Bir yandan da Alaca’nın görsel imajı ve konusu da oturuyor böyle, değil mi?
Ata: Evet, öyle hissediyoruz. Çünkü gerçekten bir sanatçının ya da bir grubun, imajını kazanması da uzun bir süreç. Böyle hem müzik videolarıyla hem konserlerle oluşan bir süreç gibi.
Klibinizdeki stil de bayağı fiyakalı. Renkler çok parlak, heyecan verici.
Mehmet: Evet, kreatif direktörümüzün özellikle istediği bir şeydi.
Ata: Renklerimiz de olayın başından belliydi, font seçimlerimizin neler olabileceğine kadar kendi aramızda tartışmıştık. Aslında o yüzden çıkan sonuç, belki de bu yüzden bu kadar tatmin etti. Her aşamasına kadar didiklemek güzel bir şeymiş.
“Babalardan Duman’ı dinliyoruz.”
Türkiye’den size ilham veren sanatçılar var mı? Bu projenizde size bir ışık yakan ya da dinlerken çok hoşlandığınız, belki de ortaklık yapmak istediğiniz?
Ata: Duman’ı çok seviyoruz. Bizi bağlayan noktalardan bir tanesi Duman’dır. Çocukluğumuzdan beri büyük takipçisiyiz, dinleyicisiyiz.
Mehmet: Bu proje üzerinde şu an bir isim söylemek çok zor olabilir bizim için. Ama hakiki bir Duman fanıyız aslında.
Ata: Bütün Duman röportajlarında ortak bir cevap vardır ya; Duman’a ‘Kimleri dinliyorsunuz?’ diye sorulduğu zaman ‘Babaları dinliyoruz’ gibisinden böyle hep aynı cevabı verirler yıllarca; Beatles olsun, Pink Floyd olsun falan… Bizde de benzer muhabbet; “Babalardan Duman olsun.”
Gençlerden beğendiğiniz birileri var mı?
Ata: Ezhel, Baneva…
Mehmet: Kum.
Ata: Kum, evet, çok beğeniyoruz. Çok fazla var. Güneş güzel, Ege Çubukçu yıllardır sevdiğimiz ağabeylerimizden.
Mehmet: Çok fazla güzel müzisyen var bence bu arada.
Bence de çok heyecan verici bir zamandayız Türkiye’deki müzik çeşitliliği ve renkliliği açısından. Gelen yeni sanatçılar ve sesler beni çok heyecanlandırıyor. Lansmanınız harika geçsin.
Ata, Mehmet: Teşekkürler!
HAZ: İSVEÇ’TEN PORNONUN KALBİNE YOLCULUK
Röportaj: Mina Aslan
İlk uzun metrajı Cannes ve Sundance gibi festivallerde gösterilen ve çokça övgü toplayan Ninja Thyberg ile filmi “Haz” hakkında konuştuk. Kutuplaştırıcı konusuyla ve porno endüstrisinden gerçek isimler içeren kadrosuyla dikkatleri üzerine çeken film bugün itibariyle MUBI’nin seçkisinde izleyicileri bekliyor. Yönetmen, film için yaptığı uzun ve meşakkatli araştırma, porno sektörü üzerinde değişen görüşleri, film müziğinin üretim süreci ve kadın bakışı hakkındaki görüşlerini bizimle paylaştı.
Mina: Merhaba, ben callingmag’den Mina ve öncelikle sorularımı yanıtlamaya vakit ayırdığınız için teşekkür ederek ve filminiz “Haz”ın başarısını tebrik ederek başlamak istiyorum. Bu sizin ilk uzun metraj filminiz ve daha evvel yazıp yönettiğiniz aynı isme ve temaya sahip kısa filmin yeniden yorumlanması niteliğinde bir çalışma. Porno endüstrisi teması aklınızı epey uzun süre meşgul etmiş gibi görünüyor, bu hikaye sizi nasıl buldu?
Ninja: Neredeyse bütün yetişkin hayatım boyunca kafamı kurcalayan bir konuydu bu. On altı yaşındayken çok öfkeli bir porno karşıtı aktivisti olarak bu yola çıktım ve feminist pornografi kavramını irdelemeye başladım, porno hakkında yazılar yazdım. Fikrimi birçok kez değiştirdim, konuyu birçok farklı perspektiften ele aldım ve kendimi tam anlamıyla kaptırdım. Bana kalırsa bu kültürümüzün büyük bir parçası ve hepimizi bir şekilde etkiliyor, fakat aynı zamanda kimsenin üzerine konuşmak istemediği bir şey olduğu için hiçbir zaman aleni olarak ele alamıyoruz. Artık porno izlediğini itiraf etmek nispeten daha kolay fakat kimse kalkıp da “En son şu pornoyu izledim.” demiyor. Genelde arkadaşlarımızla konuştuğumuz veya toplumsal olarak başa çıkabildiğimiz bir tema da değil, hala çok tabu. Sanırım hep içimde buna dair konuşma isteği vardı diyebilirim. Konuyu işlemek istediğimi biliyordum. İsveç’te kitaplar okuyup belgeseller izleyerek yaptığım araştırmaya dayanarak kısa filmi yazdım. Çünkü porno stereotipinin ardındaki gerçek insanları göstermek istiyordum. Röportajlarda da bunları söylüyordum, fakat bir süre sonra burada bir ikiyüzlülük olduğu hissine kapıldım çünkü bu hikayeyi anlatırken hala endüstriden gerçek bir insanla tanışmamıştım. Ana fikri kendi varsayımlarım üzerine inşa ettim ve savımı doğrulayan şeyleri seçmece yaparak bir araya getirdiğim bir hikaye ortaya çıktı. Yeterince dürüst bir temsil yaratamadığımı düşündüm ve başından beri uzun metraj film çekmek istiyordum. Kısa filmim Cannes’da ödül alıp Sundance’e gidince bu bana uzun metrajı yaratacak fırsatı sundu. Bu sefer hakkını vererek, içime sinecek şekilde yapmak istiyordum. Porno endüstrisinin adresi Los Angeles’a gidip sektörü içinden tanımaya karar verdim ve bu birkaç yılımı aldı. Beş yıl araştırma yaptım ve senaryoyu geliştirdim. Bildiğim tek şey hikayenin bir kadının bakış açısından anlatılacağıydı. Çünkü eril bakışın* özünü yaratan bu erkek egemen sektörü ele almayı kayda değer kılacak tek şey onu bir kadının bakış açısından anlatmak, kamerayı ve dolayısıyla bakışı erkeklere geri çevirmekti. Hikayenin bana gelmesine müsade etmek istedim. Dediğim gibi, kadın perspektifi ve İsveçli bir başrol istiyordum çünkü ben İsveçliyim ve filmin benim için önemli bir diğer kısmıysa Amerikan kültürüyle tanışmak. Çünkü gelince benim yaşadığım şey de buydu. Hikayenin tanıdığım biri, ya da bir alter egom tarafından anlatıldığını hissetmek istiyordum. Amerikan ve İsveç kültürü, mentalitesi ve ideolojisi arasında çok büyük farklar var ve bu sektördeki insanlara bakış da bir o kadar farklı. Orada geçirdiğim süreçte araştırmamın da yardımıyla hikaye bana doğal bir şekilde geldi. Bir bakıma kendi hikayemi anlatmak gibiydi; İsveç’ten Los Angeles’a gelip adım adım bu dünyayı keşfeden birinin hikayesi. İzleyiciyi de karakterle bir yolculuğa çıkartmak için güzel bir yol oldu.
Mina: Bu kadar yoğun bir araştırma yaptığınızı duyunca aklımda oluşan bir diğer soru da buydu aslında, yola çıktığınızda kafanızda bir çerçeve olup olmadığı. Fakat araştırma filmi doğurmuş gibi görünüyor…
Ninja: Film kesinlikle süreçseldi. Nihai kararı filmin son kesimine kadar vermedim. Sürekli eşeleyip, bulduğum yeni cevaplarla filme ince ayar yaptığım, izleyiciyle etkileşimini gözlemleyip olması gerektiği gibi olana kadar yeniden formüle ettiğim bir süreçti.
Mina: Bu bağlamda film bana Andrea Arnold’ın filmi American Honey’i anımsattı. Yapılan yoğun araştırma kendini çarpıcı biçimde doğal ve hayattan kesit niteliğinde diyaloglarla öne çıkarıyor. Bu çok hoşuma gitti. Dikkatimden kaçmayan bir diğer güzel detay ise filmdeki müzik seçimleri oldu. Bu süreç nasıl ilerledi?
Ninja: Besteci Karl Frid ile çalıştım. İlk kez beraber çalışmamıza rağmen şahane bir işbirliğiydi, vizyonumu ve beklentimi anında anladı. Stüdyoda beraber çok vakit geçirdik. Daha evvel birlikte çalıştığı opera sanatçısı Caroline Gentele’yi getirdi, kendisi filmden çok etkilenmişti ve sesiyle çalışmaya başladık, doğaçlamalar yaptı. Başrol oyuncusu Sofia’nın da sesini kullandık. Seslerin çoğu, elektronik beatler dahil Sofia’nın sesinden üretildi. Müzikte de bu cennet-cehennem, fahişe-kutsal bakire gibi güçlü kavramsal çatışmaları çağrıştırmayı amaçladık, filme kontrast ve derinlik kattı. Müziğin çok epik olmasını, hayattaki büyük sorularla yüzleşen bir insan olmanın hissiyatını çağrıştırmasını istedim. Dolayısıyla her şeyi kendimiz yaptık. Ardından da ünlü İsveçli müzisyen ve rapçi Mapei ile çalıştık. Müziğin genel olarak filme çok şey kattığını düşünüyorum.
Mina: Kilise korosunu andıran org ve vokaller önümüzdeki sahneyle etkileşme girdiğinde benim de aklımda aynı ikilem uyandı: fahişe ve kutsal bakire. Film okuyan biri olarak karantina sürecinde çokça film noir izledim; anaç ve naif kadın tablosunun karşısına dikilen düşkün kadın kontrastı hala kısa bellek hafızamı işgal ediyor. Sizin filminizde Bella, ikisini tek bedende somutlaştırıyor gibi. Müziğin güncel ve sert trap ritimlerinden kilise müziğine yumuşak geçişleri de bunun altını çiziyor sanki. Sıradaki sorum yaratıcı kontrol ile ilgili. İlk uzun metraj film gibi büyük bir girişimde vizyonunuzdan ödün vermeniz gereken yerler oldu mu? Stüdyo ile uzlaşı bulmak gibi.
Ninja: Hayır, hayır. Stüdyo ile çalışmadık, platformumuz Ruben Östlund’un İsveç’teki şirketiydi. Epey küçük bir şirket ve tamamen yönetmenin sanatsal vizyonunu gerçekleştirmeye adalı. Üretimimde yüzde yüz özgürlüğe sahiptim. Onlarla çalışmayı seçmemin sebebi de buydu. Özellikle böyle bir film yaparken filmi dilediğim gibi yönetme hakkımdan ödün veremezdim. Bu bağlamda İsveç’li olmak büyük bir ayrıcalık. Devlet projemizi fonladı ve her şey sanatçıyı destekleme üzerine kuruluydu. Ana Serner İsveç Film Enstitüsü’nün CEO’su olarak kadın yönetmenlere alan açmak için büyük çaba gösteren biri. Dolayısıyla o bağlamda çok büyük destek gördüm.
Mina: Bunu duymak çok güzel, darısı tüm yönetmenlerin başına. Filmde gerçekten porno endüstrisinde yer alan insanlar da kendilerini canlandırıyor, örneğin endüstri devi Mark Spiegler. Oyunculuk yer yer o kadar doğal ki replikleri belli miydi yoksa doğaçlamalarına müsade var mıydı sorusunu aklıma getirdi. Onlarla çalışmak nasıldı?
Ninja: Doğaçlamalarına oldukça müsade etmeye çalıştık. Sahneye göre değişiyor tabii ki, bazı diyaloglar veya replikler çok kritikti. Örneğin Spiegler ile çok fazla vakit geçirdik ve kendisini gerçekten bir dostum olarak görüyorum. Repliklerini tam olarak konuştuğu şekilde yazdım. Bazı ana replikleri olduğu gibi söylemesi önemliydi ve yazdığım şekilde oynadı, fakat söylediğim gibi yazdığım replikler zaten onun söylediği şeylere dayalıydı. Yani doğaçlamaya yer vardı. Kendilerini gerçek isimleri ile canlandıran oyunculara da içinde bulundukları sahneleri izlettim ve filmde yarattıkları izlenimle bir problemleri olmadığından emin oldum. Kendilerini temsil etmediklerini düşündükleri şeyleri onlara yaptıramam. Bir diğer yanda da gerçekten itici, anlayışsız karakterler var. Bu rolleri en yakından tanıdığım ve güvendiğim kişilere verdim. Bir bakıma kötüleri iyilere oynattım. Bu sahnelerin tamamı oyunculuktu ve sanırım karakterlerini kime dayandırdığımı ve kime referans verdiğimizi anlamışlardı.
Mina: Daha evvel bana bu filmi yazıp çekme sürecinin sizin için dönüşümsel bir yolculuk olduğunu, porno karşıtı feminist aktivizm ile çıktığınız yolda araştırmalarınız ve ziyaretleriniz ile fikirlerinizin değiştiğini söylediniz? Peki kısa film tamamen başka bir perspektife mi sahip?
Ninja: Kısa filmi 2011’de yazdım, bu noktada çoktan porno hakkındaki görüşüm değişmişti. Sürekli değişmeye ve yeni perspektifler kazanmaya devam ediyorum. Fakat asıl fark kısa filmde o dünyaya dair gerçek bir deneyimin bulunmaması. Film beni bir çok açıdan çok değiştirdi ve bana insancıl bir bakış açısı kazandırdı. Hakkında öfke duyduğumuz tüm bu şeyler, pornonun içeriği vesaire, bunlar için porno sektöründe çalışan insanları suçlayamayız ve tekil şahısları sorumlu tutamayız. Onlar için de bu tarz içerikleri talep ederek sapık olan, seksist ve ırkçı olan bizleriz. Onlar vücutlarını kendilerinden bekleleneni, yani başkalarının fantezilerini gerçekleştirmek için kullanıyorlar. Fahişe ve kutsal bakire ikileminin temelinde yatan unsur da bu. İnsanları yaftalayıp kendi arzuların için duyulan utancı ve suçluluğu onlara yüklemek. Tüm bu problemler bizden ve kültürümüzden geliyor, sorumlusu biziz ve bununla başa çıkmakla yükümlü olan da bizleriz. Bunu tüketicilere istediklerini sunan işçilere yansıtamayız. Porno endüstrisindeki insanlar zengin değil, çoğu işçi sınıfı çok yoğun çalışıyorlar. Çok sınırlı sayıda bir azınlık dışında kimse o lüks yaşantıyı sürmüyor. Ve işleri oldukça ağır bir iş.
Mina: Sanırım burası kendimin de önceden dahil olduğunuz porno karşıtı feminist duruşa sahip olduğumu belli ettiğim yer. Fakat olaya ahlakçı veya muhafazakar reflekslerle yaklaşmıyorum. Benim endişelerim daha ziyade kadınlar üzerinde yarattığı zarar, gerçekçilikten uzak beklenti ve dinamikler üzerine. Pornoya karşı olmam beni porno sektöründe çalışan kadınları düşmanlaştırmaya itmiyor tabii, zira bunun suçlusunun onlar olmadığı konusunda katılıyorum. En nihayetinde filme dair en beğendiğim bir şey de buydu sanırım, porno sektörünü yüceltme veya kötüleme maksadı gütmeden sektöre giren bir kadının deneyimini didaktiklikten uzak şekilde anlatması. Bu kadar kutuplaştırıcı bir konuda izleyiciyi görüşü ne olursa olsun içine çeken ise kuvvetli hikaye anlatıcılığı. Filmin başından sonuna Bella’ylaydım, yer yer merak yer yer endişe ve öfke içinde. Benim de, pornoyu destekleyen birinin de izleyip kendi çıkarımına varabileceği bir filmdi diye düşünüyorum. Aslında aklımda binlerce soru var ama son bir soruyla kapatma vakti: Özellikle porno sektörü için eril bir bakışa karşı koyabilecek alternatif bir kadın bakışından sıkça bahsediliyor. Sizce kadın bakışını yaratan ve eril bakıştan farklı kılan şey nedir? Çünkü içselleştirilmiş mizojini gibi eril bakış, yani kadınları vücut parçaları ve itaatkar arzu objeleri olarak sergileyen sinema pratiği de kadınlar tarafından uygulanabilir. Eğer bir kadın yönetmenin filminde kadın bedeni hala objeleştiriliyorsa veya şiddete ve acıya maruz bırakılıyorsa, buna kadın bakışı diyebilir miyiz? Filmde gördüğümüz kadın porno yönetmeni Aiden Starr, oyuncularına ve Bella’ya saygı ve rızaya dayalı bir çalışma ortamı sunuyor. Bu Starr’ın filmini eril bakıştan azade kılar mı?
Ninja: Hayır, o da eril bakış ile çalışıyor. Erkek meslektaşları kadar eril olmasa da. Bir erkek fantezisini erkek bir seyirciye satıyor, çünkü porno endüstrisinde parayı verenler erkekler. Dolayısıyla onların arzularını tatmin ediyor. Bence kadın bakışı, kadın deneyimiyle ilişkilenen bir bakış. Hayali penisimde bir ereksiyon hissetmeyi öğrendim çünkü tüm pornolar bir penisin bir vajinaya veya bir ağıza girmesinin yarattığı his etrafında dönüyor ve gördüğüm kadınların vücutları, ya da vücut parçaları bana bir “erkek” olarak keyif veriyor. Yani benim için kadın bakışı, bir kadın bedenine sahip olma deneyimiyle örtüşen görüntüler üretmekten geçiyor. Örneğin “Klitorisimi şuna sürtmek istiyorum” gibi, ya da bu deneyime dair herhangi diğer arzu.
Mina: Katılıyorum. Bahsettiğiniz hayali penis zaten eril bakış kavramını ortaya atan Laura Mulvey’nin bize anlattıklarıyla örtüşüyor. Kadın, erkeğin zevki için üretilen anlatıda erkeğin bakış açısını devralıp kendini onun yerine koymayı öğreniyor. Bu porno dışındaki sinema için de geçerli.
Benim için çok keyifli bir sohbetti, teşekkürler. Bir sonraki filminiz için çalışmaya başladığınızı duydum, şimdiden bol şans!
Ninja: Teşekkürler!
*(male gaze)
Filmi MUBI üzerinden izleyebilirsiniz.
VAROLUŞUN USTA KURGUCUSU: JENNY HVAL
Röportaj: Ceren Kahveci
Oslo asıllı multidisipliner sanatçı Jenny Hval, sıradanlığa meydan okuyan kompozisyonlar, ütopik görünmekten çekinmeyen görseller ve var olmaya ilişik tartışma konularını ele alan eserleri ile senelerdir dinleyiciyi tutku dolu serüvenlere çıkarıyor. Sanatını sadece bir kutuya hapsetmeden müzik, şiir, yazı ve performans sanatlarıyla kendini sahnede bulan Hval, “sadece kendisi” olmanın tanımını ararken benliğini gözler önünde parçalara bölüyor, hikayelere döküyor. 4-5-6 Kasım’da gerçekleşecek olan Beats by Girlz Türkiye Festivali’nde çevrimiçi söyleşi ile katılımcılarla buluşacak olan sanatçıyla prodüksiyon süreci, sahne kimliği ve bir sanatçının kendini anlama arzusu üzerine konuştuk.
Öncelikle merhaba Jenny, seni burada ağırlamak çok özel. Son zamanlarda hayat nasıl gidiyor?
Hayatım son zamanlarda biraz dramatik, ki normalde hiç böyle değildir! Köpeğim Salı günü çok hastalandı ve uzun bir süredir bunu yenebileceğinden emin değildik… ama şimdi evde ve gayet iyi görünüyor. Bundan dolayı son zamanlarda hiçbir şey yapmaya zamanım kalmadı! Aradığınız cevap büyük bir ihtimalle bu değildi, fakat hayat sürprizlerle dolu.
Sektörde farklı kalıplarda çıkardığı eserleri en pürüzsüz ve keyifli bir şekilde birleştiren multidisipliner sanatçılardan birisin. Bir hikaye, fikir, veya düşünceyi hangi formatta dünyaya aktaracağını nasıl seçiyorsun?
Teşekkür ederim. Çok da pürüzsüz bir duruşum olduğunu düşünmüyorum, ama başkalarının böyle düşünüyor olması hoşuma gidiyor. Bu bir şeyleri başardım, doğru yapıyorum demek. Genellikle bir şeye odaklanmayı planlıyorum, bundan dolayı bu daha çok pratikliğe bağlı bir seçim oluyor. Eğer prodüksiyon aygıtlarımı çıkarmışsam, ses kaydı üzerine çalışırım. Eğer yazmaya odaklandığım bir dönemdeysem, bilgisayarımı çıkarıp yazarım. Ama normalde birkaç proje üzerinde aynı anda çalışıyorum ve bunlar birbirini etkiliyor.
Beats by Girlz festivaline yazılı eserlerin üzerine konuşmak için katılıyorsun. Okuyucunun sesini duymadığı veya seni görmediği, tamamıyla kullandığın kelimelere odaklandığı bir formata olan yaklaşımını nasıl kuruyorsun?
Senelerce “duyan” veya “duyulmayı isteyen” bir ses bulmaya çalıştım. Duyuların farkında olan bir sesti bu sanırım, tıpkı bir kayıt gibi. Ama müzik benim için yapması daha kolay bir şeydi – böyle oldu. Müzik yaptığımda her zaman “zaten oradaydım”, anı yaşıyordum fakat kelimelerle çalışırken kendimi yakalamak için daha uzun ve karmaşık bir yol izlediğimi hissediyordum. Şimdi yazının, vücut bulmanın ve kağıttan dışarı adım atmanın hayalini kuran bir sanat biçimi olduğunu düşünüyorum. Müzik ise vücuttan dışarı çıkıp sayfaya dökülmeyi hayal eden, düşünmek için daha çok zaman harcanan bir sanat biçimi. Fakat belki de kağıt da bir vücuttur diyebilir miyiz?
Eserlerin, cinsiyet konseptinin özüne inen her şeyi çerçeveliyor diyebiliriz: derin sözlerle aktarılmış, cinsellik, aşk, ve ‘sistem’ üzerine düşünceler. Varoluşa bu kadar sıkıca bağlanmış düşünceleri kelimelere dökebilme kabiliyetini nasıl keşfettin?
Sanırım bu benim için çok doğal bir şekilde gelişti. Belki de hayatımın başlarında hep müzikle içli dışlı olduğum için. Babam Annette Peacock ve Diamanda Galás gibi sanatçılardan şarkılar dinletirdi. Sonrasında üniversite hayatımda performans ve tiyatroyla beraber şiir ve yazı okudum ve benim okulumda feminist performans sanatlarına çok yoğun bir ilgi vardı. Galiba sesimin doğal bir şekilde hakikati parçalara bölme, cinsiyet ve cinselliğin keşfi ve kendi yumuşak sesli iç monoloğum arasında bir kesişime dönüştüğünü hissettim.
Çok güçlü bir sanatçısın. Özellikle bir kadın olarak sektöre giriş yolunu nasıl çizdin?
Her ne kadar belki de hiçbir zaman müzik sektörünün eserlere profesyonel miksaj ve düzenleme ile “yüksek kalite ses” standardı getirmesini anlayamayacak olsam da, her zaman sohbet etmekten ve beraber çalışmaktan çok hoşlandım. Benim hayalimdeki dünyada, eseri yaratıyorsun ve daha doğrudan bir şekilde dinleyiciye iletiyorsun. Fakat müzik üzerine çalıştığımda bu olmuyor, bu şekilde bir etkileşimi en başlarda kendi CD-R’larımı yaptığım zamanlardan beri gerçekleştiremedim. Belki de canlı performans olduğunda bu oluyor diyebiliriz.
Çıkardığın her yeni eserlerle dinleyicilerini seninle kişisel bir yolculuğa çıkarıyorsun, bazen senin bile tam olarak cevaplayamadığın sorular soruyorsun. Kendini ve etrafını anlamak için çıktığın bu serüveni başkalarıyla paylaşıyorsun, onlar dokunmadan uzaktan izliyor. Bu da birinin bir şeyleri anlamak için verdiği mücadeleyi ihtişamlı bir gösteriye dönüştürüyor. Sen Jenny Hval’ı nasıl tanımlardın, hem kadın hem de sanatçı olarak?
Aslında eserlerimde dinleyicinin bir katılımı, etkisi olduğunu düşünüyorum. Sanatçı olan Jenny Hval, sahnede olan kişi, umuyorum ki hep beraber oynadığımız bir rol, bir yol kesişimi aslında. Belki onunla beraber ya da ona karşı oynadığımız bir rol. Kişi olarak Jenny Hval ise o sanatçı rolüne bürünen biri. Vücudunu, sesini ve oluşumunu ona adayan biri.
Eserlerin belli şeyler üzerine olan düşüncelerin üzerine dinleyiciye güçlü fikirler veriyor. Kışkırtıcı olmaktan çekinmiyorsun. Son albümün ‘Classic Objects’te fikirlerinin zamanla ve tecrübeyle değişmesinden bahsediyorsun, mesela evlilik üzerine olan düşüncelerinin. Hiç “belki de bundan bahsetmeye daha hazır değildim” dediğin bir zaman oldu mu?
Konuştuğum, bahsettiğim şeylerin her zaman farkında olmuyorum. Yazarken yazdıklarımın alacağı tepkileri ya da eserlerimin beni bir birey olarak nasıl portreleyeceğini düşünmemeliyim, çünkü o zaman duygusal ve entelektüel korumacılığım beni yazmaktan alıkoyuyor. Düşündüğüm şeyler sorumluluğum, başkalarına karşı empatim oluyor, fakat tecrübelerim ve bunların nasıl görüneceği üzerine kafa yormuyorum. Bunları bir kenara koyuyorum. Kurgularken, onu yazarken, kelime ve dokularla eser yaratmanın sana teşhis koymaya çalışan terapistinle, seni anlamaya çalışan arkadaşınla, ya da seni korumaya çalışan günlüğünle konuşmakla benzer olmadığını unutmamak oldukça önemli. Dinleyici dilediği kadar farklı düşünce ve bakış açısı arasında gidip gelebilir. Bağlanmanın, anlaşılmanın milyonlarca yolu var. Sanat, etrafındakiler, yapılar ve dinleyici olmadan tanımlanamayacak bir ses ve vücudun keşfedilme alanı. Evlilikten bahsettiğimiz için de şunu soruyorum… gerçek hayatta bile, kim evliliğin onlar için ne anlama geldiğini kültürel, politik, sosyal yapılanmalardan etkilenmeden tanımlayabilir ki? Veya Tanrı? Ya da cinsellik?
Hval’ın 2022 çıkışlı albümü ‘Classic Objects’ kapağı
Eserlerinle etkileşenlerin senin dünyana kişisel bir kapı açacak olmaları düşüncesiyle rahat olma sürecini nasıl yönetiyorsun? Böyle bir süreç var mı, yoksa bu sana daha doğal mı geliyor?
Sanırım bu hep gelişen bir süreç, ama eserlerimle etkileşenler gerçekten de benim kişisel dünyama giriyor olacaklar mı?
Toplum, dediğin şeylere nasıl tepki veriyor?
Bunu onlara sormalısın, bana değil!
Son soru: Şu an sektörde kendilerine yol açmak isteyen kadın sanatçılara önerin ne olurdu?
Merakınızı kaybetmeyin ve kendinize zaman verin.
View this post on Instagram
Jenny Hval, 4-5-6 Kasım tarihlerinde Yapı Kredi bomontiada’da gerçekleşecek olan Beats by Girlz festivali kapsamında katılımcılarla buluşuyor. Sanatçı, 5 Kasım Cumartesi günü 13.15-14.00 saatleri arasında Umami Kitap’tan Büşra Mutlu ile çevrimiçi söyleşi yapacak. Hval’ın söyleşisine ve festivalin geri kalan etkinliklerine ücretsiz katılabilirsiniz.
BOŞ İSKEMLELER VE İMGENİN ARDINDAKİ HİKAYELER
Röportaj: Mina Aslan
Türkçede İsviçre çakısı dediğimiz türden bir sanatçı, tasarımcı, koleksiyoner, yayıncı, küratör ve akademisyen Erik Kessels. Bu yıl 212 Photography Istanbul’da jüri olmakla birlikte eserleri de program kapsamında sergilenen sanatçıyla kariyerinin başından bugüne bir yolculuğa çıktık. Kâh güldük, kâh hüzünlendik, yaratıcı sektörde dirsek çürütmüş büyüğümüzden tavsiye almadan da etmedik. Sizlere de bir boş iskemle ayırdık tabii, buyrun sohbete…
Bugün sizi tıpkı Useful Photography mecmuanızın son sayısında işlediğiniz tür bir “zoom köşesi”nden selamlıyorum. İstanbul’daki sergileri bizzat ziyaret etme fırsatınız oldu mu, gelecek misiniz?
İstanbul’a daha evvel birkaç kez geldim fakat ne yazık ki bu yıl 212’deki etkinliklere katılamadım, Eylül ve Ekim ayları hep böyle yoğun oluyor. Sergi ve yarışmayı uzaktan yönetmem gerekti.
Ödüllerin sahipleri açıklandığına göre sormamda sakınca olmadığını düşünüyorum; aklınızda kalan, sizi diğerlerinden daha derinden etkileyen isimler var mıydı bu yıl?
Bu tip yarışmalarda bir ön eleme ve finalistler oluyor ve muhakkak favorileriniz oluyor ama 4-5 farklı kişiyi bir araya getirip seçmeye çalıştığınızda herkesin farklı görüşleri oluyor doğal olarak. O yüzden kazanan-kaybeden ayrımlarını çok da anlamlı bulmuyorum. Bir kalifikasyondan ziyade jürinin o günkü modunu yansıtıyor bence. Çok büyük bir gruptan o 10-11 adayı seçip çıkartmak değerli, 5 kişilik bir jüri söz konusu olduğunda hepsinin kazanma şansı oluyor. Benim de kesinlikle favorim olan bir kişi vardı mesela, ama kazanmadı. Demokratik bir süreç.
Biraz sizden bahsedelim, yaratıcı dilinizi oluşturma süreciniz nasıldı? Çocukken mağaza vitrini tasarlama hayaliniz olduğundan ve vitrin tasarlamak için Politeknik eğitim aldığınızı okumuştum. Peki sonrası?
Gençken sürekli bir şeyler çizer, tasarlardım. Bir yandan da kendimi dışa vurmak için buna mecburdum çünkü 11 yaşındayken kız kardeşimi bir araba kazasında kaybettim. Biri kırmızı ışıkta karşıdan karşıya geçerken ona çarptı, 9 yaşındaydı. Ergenliğim bu bağlamda zorluydu, yasta olan ebeveynlerle büyüdüm ve evdeki tek çocuk bendim. Çoğu zaman evde kalır; kafamı dağıtmak için bir şeyler yaratır, yazar çizerdim. 17-18 yaşlarına gelince bunu yapmaya devam etmek istemediğimi fark ettim. Yalnız ve izole edici bir iş çünkü. Sonrasında tasarım ve iletişim ajanslarıyla çalışma kararı verdim çünkü ana disiplinim grafik tasarım, o konuda daha eğitimliyim. Ajansta çalıştığım dönem sanat okuluna gitmeye başladım, ikisini birlikte ilerlettim. Bu da daha iş için daha ana akım ve reklam niteliğinde işler yaparken bir yandan da kendi otonom işlerimi üretmem için bana alan açtı. Reklam ve tasarım işlerinde başarılıydım ve 1996’da Johan’la tüm hobilerimizi değerlendirebileceğimiz kreatif ajansımız KesselsKramer’ı Amsterdam’da açtık. Reklam ve sanatın hiç ortak noktası yok değil tabii ki; fakat sanat kafa karışıklığı yaratmak için var, reklam ve tasarımın amacı ise iletişim sağlayarak kafa karışıklığını gidermek. Bir müşteri için çalışırken elbette bazı çizgiler çekip o limitlerin içinde çalışıyorsunuz, sanatta ise limitsiz olmak gerekiyor. Bu iki ayrı şeye saygı duyabiliyor, ikisi arasında bir denge yakalayabiliyorum. Elbette fikirlerimden taviz vermekten nefret ediyorum ve şirketi kurduğumuz 25 yıldan beri bir tasarımcı ve reklamcı olarak vizyonumdan hiç taviz vermedim, ki bu bizim sektörümüzde nadirdir çünkü tabiri caizse çok fırsatçı bir sektörde çalışıyoruz. Bir yandan da bir sanatçı olarak reklam ve tasarım sektöründeki hikaye anlatıcılığı yetisinden de besleniyorum, reklamdan bağımsız yaptığım işlerde de kullanabiliyorum bunu. Reklamcılığın da sanat dünyasındaki özgür düşünceden çok faydalanabileceğini düşünüyorum. Benim için ikisi de birbirini besleyen pratikler oldu, ama günün sonunda birbirleriyle epey alakasızlar.
Bir gün işe tavuk kostümü ve Birdie Song çalan bir kasetçalarla gittiğiniz için işten atıldıktan sonra KesselsKramer’ı kurduğunuz doğru mu peki? Kimin fikriydi bu?
Pek de planlı bir şey değildi açıkçası. Belki tuhaf ama ben hiç plan yapmam. Bir gelecek planım da yok, hiç olmadı. İçimizden geldi. İş arkadaşım Johan Kramer’la Londra’da çalıştığımız şirketin biraz sıkıcı bir havası vardı. Bir ofise tıkışmış somurta somurta çalışan 40 kişi… Biz de sokağın karşısındaki kostüm dükkanının vitrininde duran tavuk kostümlerini kiralamaya karar verdik. O tavuk kostümü de epeydir gözümüze takılıyordu, hoşumuza gitmişti yani. Maksadımız insanları provoke etmek kadar keyif almaya da teşvik etmekti sanırım. “Madem hepimiz burdayız, niye kötü vakit geçirelim ki” gibi…
“Düşünce sürecindeki hatalardan bahsediyorum, ‘madem herkes böyle düşünüyor, ben de böyle düşüneyim’ diye kendinizi bir ‘doğruluk’ kervanında buluyorsunuz. Aynı fikirler için sıraya girenlerin trafiğinden sıyrılmak; hata yapmaktan ve dağınıklığı kucaklamaktan geçiyor.”
Sitenizdeki 12 kurallık inanç listenizde 10. sırada şu geliyor: “Kusurlar, kazalar, hatalar ve arada sırada ortaya çıkıveren “hay aksi”ler hayatı (ve işi) enteresan kılar.” Hatayı yaratıcılık için bir fırsat olarak konumlandırıyorsunuz. Saf veya rahat olmayan bir yaratıcı sürecin bahsi ve hatta kabulü, heves sahibi olsa da kendi ifadesini oluşturmakta güçlük çekenler için iç açıcı bir yaklaşım. Hata, başından beri yaratıcı sürecin doğal bir parçası olarak tanıdığınız bir şey miydi; yoksa bu sektörde yıllar boyu bu tarz şeylerin endişesini yaşadıktan sonra vardığınız bir tür aydınlanma mı bu?
Bu güzel bir soru. İlk defa “işte şimdi gerçekten heyecan verici ve anlamlı bir şey yarattım” dediğimde sanırım 28 yaşındaydım. Bu bana enteresan gelen bir mevzu çünkü çoğu zaman işin zanaatine, güzel görünmesine vesaire takılıyoruz ama artık sanatı icra etmek için gereken teknolojiyi öğrenmek 1, taş çatlasa 2 yıl sürüyor. Bu, süreci çok hızlandırıyor ve 18-19 yaşında medyumunda ustalaşmış insanlarla tanışabiliyorsunuz. Aynı madalyonun öbür yüzünde ise sadece 24-25 yaşında çeyrek hayat krizine girenler var çünkü çağımızda her şey çok çabuk akümüle oluyor. Erişim sahibi oldukları bilgi ve olasılıkların sonsuzluğu insanları boğmaya başlıyor. Bununla başa çıkabilmek için hata yapmak lazım. Özel hayattaki hatalardan bahsetmiyorum, onları hepimiz yapıyoruz. Düşünce sürecindeki hatalardan bahsediyorum, “madem herkes böyle düşünüyor, ben de böyle düşüneyim” diye kendinizi bir “doğruluk” kervanında buluyorsunuz. Aynı fikirler için sıraya girenlerin trafiğinden sıyrılmak; hata yapmaktan ve dağınıklığı kucaklamaktan geçiyor. Navigasyonun “yanlış döndün, geri dön” komutlarına kulak asmadığınızda kendinizi enteresan bir yerde bulabildiğiniz gibi. Bence insan böyle düşünmeli. Yanlış anlaşılmasın, ben de en az herkes kadar amatörüm. Yeni bir fikir ararken sık sık kendimden utanıyorum. Çünkü yıllardır bunu yapmama rağmen hala aklıma klişe fikirler geliyor. Belki de henüz kimsenin uğramadığı açık ve ferah bir alana varana kadar hepsini itip kakmam, kafamdan atmam gerekiyor. Bu açık alana varmak için düşünce sürecinizde “hatalar” yapmanız, bu hataları yapmak için de cesaret gerekiyor. Ben bunu hep bir evin ön bahçesi ve arkasındaki verandaya benzetiyorum. Evin önü galeri vitrininde sergilenen bitmiş işlerinizi sergilediğiniz yer, portfolyonuz. Ve orada her şey kusursuz. Günümüzde birçok genç sanatçı, yaratıcı, fotoğrafçı sadece ön bahçede takılıyor. Arka bahçe ise kimselerin görmediği, çimlerin biçilmediği, dağınıklığın içinde çok daha özgür olduğunuz stüdyonuz. Orada yeni formüller denemeye ve hata yapmaya alanınız var. Ben bu metafordaki arka bahçeyi yaratıcı olarak çok daha tatmin edici buluyorum.
Sık sık buluntu materyallerle çalışıyor, kürasyonlarınızı yayınlıyorsunuz. Daha önce fotoğrafını yayınladığınız iddiasıyla size ulaşan oldu mu hiç? Olduysa tepkileri nasıldı?
Hiç başıma gelmedi. Sık sık ailemden, dost ve yakınlarımdan fotoğraf topladığım oluyor. Bazen insanlar kendileri getirip veriyorlar. Bazen de bit pazarlarından buluyorum, ama çoğu zaman bu insanların kim olduğunu bilmiyorum. Bulmaya çalıştığım da oldu ama çoğu zaman sahibini bulamadığım fotoğraflarla çalışıyorum. Amacım da bu koleksiyonları ve gördüğümüz hayatları kutlamak oluyor. Mesela bir kitabımda bir adamın eşini 12 yıl boyunca çıktıkları tatillerde fotoğrafladığı bir koleksiyonu yayınlamıştım. Epey aramama rağmen kim olduklarını bulamadım ve en nihayetinde ikisinin de öldüğünü öğrendim, çocukları da yoktu. Ama 12 yıl boyunca öyle canlı bir koleksiyon oluşturmuşlar ki, yayınlanmasından çok gurur duyacaklarını düşünüyorum. Fotoğrafları sağduyulu bir şekilde kullanma sorumluluğu tabii ki üzerinizde oluyor. Daha az kişisel işlerim de oldu, mesela bu sene 212 aracılığıyla İstanbul’da da sergilenen boş iskemle temalı bir yayınım var. Bu koleksiyon için insanların fotoğraflarında arkada veya köşede atıl duran boş iskemlelere odaklanmıştım ve karede görünen insanlar projenin odağında dışındaydı. Fotoğrafları bu şekilde başka bir anlam yükleyerek her şeyi yapabilirsiniz ama söylediğim gibi etik sorumluluklarınız da var.
“Bir bağlamda editörlere dönüştük aslında. Yeni şeylere yer açmak için neyi sileceğimizi düşünüyoruz. Zamanımızın çoğu bir şeyler yapmaktansa silmekle geçiyor. Her gün neyi dinleyip neyi dinlemeyeceğimizi, hangi reklama tıklayıp hangisine tıklamayacağımızı, hangi “cookie”leri kabul edip hangilerini etmeyeceğimizi seçmek durumunda kalıyoruz. Sürekli atlamamız veya silmemiz gereken şeylerle muhattap oluyoruz ve bu bize bir şeyler yapıyor. Odağımız önümüzdekileri elemeye, silmeye kayıyor. Editör oluyoruz. ”
Bu bağlamda benim en enteresan bulduğum işiniz Fotoğraflarla 24 Saat* enstelasyonunuz olabilir. Sadece bir günde tufanına tutulduğumuz görselleri bir öbeğe yığılmış şekilde görmek işin fiziksel boyutunu da göz önüne çıkartıyor. Fakat bu maruz kaldığımız tufanın fotoğrafçılar için de bir tehdit oluşturduğunu düşünüyorum, bu kalabalığın ortasında bir değersizlik veya anlamsızlık hissine kapılmak kaçınılmaz gibi. Enstelasyon görsellerini topladığınız sosyal medya platformları genç yaratıcılara görünürlük sunuyor, ama bu da kendi bedeliyle geliyor. Sizin ne düşündüğünüzü merak ediyorum.
Bu platformlarla ilgili çelişkili hislerim var. Bir yandan Instagram ve benzeri birçok platform yaratıcılık açısından bir klişe kataloğu gibi. Birçok insan da yeni ve orijinal bir şey yapıyormuş gibi birbirini kopyalıyor. Bir tür uzaylı popülasyonu gibi farklı bir iletişim dili geliştiriyoruz. Aynı zamanda bu online davranış motiflerini de epey ilgi çekici de buluyorum. Benim için bir tür açık bir kaynak, bit pazarındaki gibi etkileşime girebileceğim enteresan şeyler topluyorum oradan. Bir çok genç insan yeni bir fikir aradıklarında Pinterest’e, Tumblr’a, Instagram’a giriyor ama buralarda iyi fikir bulunmaz. Başkalarının fikirlerini bulursunuz, kendinizinkini değil. Yeni bir fikir için dışarı çıkmanız lazım. Kendinizi tuvalete kapatmanız, ya da her neyse. Ama aradığınızı o platformlarda bulamazsınız. Fotoğraflarla 24 Saat 2012’de yaptığım bir işti, ve o dönem sadece bir günde dahi karşılaştığım görsellerin fazlalığından yorulduğumu hatırlıyorum. İşi yaparken üzerinden yola çıktığım hissiyat buydu. Bunu elle tutulur, gözle görülür bir şekilde ortaya koymak istedim ve bir gün içinde Flickr’a yüklenen bütün görselleri bastırdım. Aslında eseri yapalı epey zaman geçti fakat hala öğle yemeğinden önce bir 18. yüzyıl insanın bütün hayatında göreceğinden daha fazla görsel gördüğümüz zamanlarda yaşıyoruz. Bir bağlamda editörlere dönüştük aslında. Yeni şeylere yer açmak için neyi sileceğimizi düşünüyoruz. Zamanımızın çoğu bir şeyler yapmaktansa silmekle geçiyor. Her gün neyi dinleyip neyi dinlemeyeceğimizi, hangi reklama tıklayıp hangisine tıklamayacağımızı, hangi “cookie”leri kabul edip hangilerini etmeyeceğimizi seçmek durumunda kalıyoruz. Sürekli atlamamız veya silmemiz gereken şeylerle muhattap oluyoruz ve bu bize bir şeyler yapıyor. Odağımız önümüzdekileri elemeye, silmeye kayıyor. Editör oluyoruz.
Evet, artık üretilen -bu kelimeyi de pek sevmesem de- “içerik” tek başımıza düzenleyip kategorize edebileceğimizden çok çok daha fazla, dolayısıyla bu görevleri gerçekleştirecek algoritmalar eğitiyoruz. TikTok ve algoritmalar üzerine okuduğum bir makalede verdiğiniz bu 18. yüzyıl insanı örneğinin benzeri bir görüşle karşılaşmıştım: Algoritmalar insanları uygulamalarda daha uzun kalmaya teşvik edip daha çok etkileşim yaratmak için belli bir güzellik standardına uyan, belli geometrik oranlara sahip yüzleri yukarı taşıyor. Bunun sonucu olarak da gerçeklik algımızı bozacak kadar fazla “güzel yüz” ile karşılaşıyoruz. Gördüğümüz çoğu yüz konvansiyonel bir güzellik standardına uyduğundaysa, bu dismorfi gibi bozukluklar doğurmaya başlıyor. Algoritmalar hayatımıza girdiğinden beri gözlemlediğimiz estetik prosedürlerdeki sıçrama da bunun kanıtı niteliğinde görülebilir.
Bu çok moral bozucu. Kadınlar ve erkekler çok tuhaf beklentiler altında büyüyorlar ve bu onları depresyona sevk ediyor. 16-17 yaşında bir kız, tüm gün benzemesi gereken suratların bombardımanına maruz kalıyor, ve bu büyük bir problem. Dudak dolguları ve yüz enjeksiyonları çok erken yaşlarda bile norm haline gelmiş durumda, ve bunu algoritmalara borçluyuz. Bedensel algı bozuklukları bir virüs gibi yayılıyor.
Size vernaküler fotoğrafa olan özel ilginizin sebebini de sormak istiyorum. Ben de şahsen tasarlanmamış, spontane; monotonu ve daha çiğ şeyleri öne çıkaran fotoğrafçılıktan daha çok etkileniyorum. Sizi bu alanda etkileyen nedir?
Söylediğin gibi plansız olması sanırım. Çünkü mesela ben de fotoğraf çekebilirim, kariyerim boyunca birçok profesyonel fotoğrafçıyla çalıştım. Onları iyi tanıyorum ve estetiği çok iyi biliyorum. Bunu ben de yapabilirim. Resim ve tasarım yaparken de çok sık yapmacık olduğu hissine kapılıyordum. Bir şey yapmadan evvel muhakkak onu planlıyorsun, bir fotoğraf çekmiyorsun, bir fotoğraf yaratıyorsun. Adım adım inşa ediyorsun. Bu yüzden filmle pek ilgilenmiyorum, benim için çok planlı ve tertipli geliyor. Dolayısıyla bir amaç veya plan gütmeden çekilen fotoğraflarla karşılaştığımda çok içgüdüsel bir şekilde büyüleniyorum. Tabii ki hepsinin bir “amacı” oluyor, bulduğun 10 fotoğraftan 9’u aile gezilerinden veya tatil seyahatlerinden zaten. Bir sürü dağ fotoğrafı çekmiş olmaları çok sıkıcı ve kesinlikle bir amacı var. Ama burada çok insani bir davranış da görüyorum. Bir koca eşini yıllarca fotoğrafladıkça, aralarındaki mesafe artıyor ve kadının karede kapladığı yer küçülüyor. Bu tür hikayeler beni etkiliyor. Bir yandan da bir noktada bütün fotoğrafların çekildiğini düşünüyorum. Bunu Instagram’da da görebilirsin, o kadar çok var ki tamamen yeni bir fotoğraf çekmek neredeyse imkansız. Hepsi çoktan çekilmiş. Ama hala bir köşede atıl duran, hikayesi anlatılmamış fotoğraflar var. Bit pazarından bir albüm almanın heyecan verici yanı da bu bence. O kadar çok görsel görüyoruz ve o kadar çok görselle çalışıyoruz ki artık onları sindirmiyoruz. Sindirmek bir yana yutmuyoruz bile. O yüzden bir fotoğrafı çıkartıp hikayesini aramak bana enteresan geliyor ama sadece vernaküler veya vintage fotoğraf ile kısıtlı da değilim. Umrumda olan hikaye, nereden bulup çıkarttığımınsa pek bir önemi yok. Bir USB bellekte veya diskette de gelebilir. Benim için görselin kalitesinden veya nereden geldiğinden daha önemli olan orada bir hikaye olması. Söylediğim gibi, reklamda uzun yıllar çalıştım ve orada önemli olan da kusursuz bir görsel yaratmak. Benim için değil ama birçok insan için öyle, ve ben kusursuz görsellerden nefret ediyorum. Diğer yandan da… Sana kız kardeşimden bahsetmiştim. Ben gençken onu kaybettik ve ailem onun en son fotoğrafını aramaya koyuldu. Bulunca da onu fotoğrafın içinden keserek çıkartıp, siyah-beyaz yapıp iyice büyüttüler. Aslında baya erken bir yeniden anlamlandırma örneğiydi. Görselin kendisiyse pek de iyi değil. Odak dışı ve bulanık, kompozisyon kötü. Ama şu koca dünyada 3-4 kişi için inanılmaz kıymetli. Geriye kalanlar için ise hiç bir şey ifade etmiyor. Bu benim çok enteresan bulduğum bir şey.
Bu soruyu yerli müzisyen ve akademisyen Nilipek.’e de sormuştum, size de sormak istiyorum çünkü epey üretkensiniz ve her işinizin altında irdelenen bir soru veya insani bir his veya tema oluyor. Yaratıcı bağlamda tükenmişlik hissiyle karşılaştığınız oluyor mu? Veya bu zihni kuraklık geldiğinde bununla nasıl başa çıkıyorsunuz?
Üretmek için bir baskı veya bir acele hissetmiyorum ama bir yandan da bir şeyler üretmek için çok fit olmak gerekiyor. Fiziksel olarak değil, mentalite olarak. Mesela ilham bana eşimle sabah kavga ettiysem uğramıyor, çünkü bütün gün kafamın içinde bunu nasıl düzelteceğimle dolu oluyor. Fikirler ise gelmek için tamamen boş ve meşgalesiz bir zihin istiyor. Hani kimileri der ya, bütün iyi fikirlerim tuvaletteyken geliyor diye. Bunun bir sebebi var. Tuvalete belli bir -veya iki- iş görmeye gidiyorsun, daha fazlasını değil. Kafanın içine dönmek için vaktin oluyor. Uçaklar için de aynısını söyleyebiliriz, çünkü biraz izole kalabilmek önemli. Yeni fikirler bulmak için güzel bir vakit bulduğumda hep biraz da buhranda hissediyorum. Kafamda hiç bir şey yerli yerinde değil gibi, daha da itip zorluyorum ve fikrin doğuş anı da böyle gelişiyor. Ama bir şey üretmek için dışarıdan gelen bir baskı hissetmiyorum. Bir şeyi bitirdiğimse ise büyük bir rahatlama hissi alıyor beni, planlamaya koyulmuyorum. İlhamla bir sonraki rastlaşmamı bekliyorum. Sonra en baştan bir şeyle karşılaşıyorum, tuhaf bir takıntı geliştiriyorum ve başa sarıyoruz. Bir sabah uyanıp “bugün bir şey yapacağım” dememle olmuyor hiçbir şey. Belki de işin güzelliği buradadır, çünkü komisyonlu bir işte ne zamana bitmesi gerektiği belli sınırlarla limitleniyor. Ama kendi işinizde ne zaman son çizgiyi çekeceğinizi söyleyen biri yok.
Kariyerinizin başında vizyonunuzu etkileyen, sizi akıntının tersine yüzmeye teşvik eden; reklam, fotoğraf ve mizaha yaklaşımınızı etkileyen sanatçılar, yönetmenler, illüstratör veya fotoğrafçılar oldu mu?
Evet, tabii ki. Baya hem de. İsimlerini kafamda toparlamaya çalışıyorum da şimdi, epey var. Reklamcılık dünyasından bir George Lois geçti mesela, eskilerden bir isim ama çok radikal bir vizyonu vardı. Tasarım için Tibor Kalman, Bruno Munari… Sanatçı olarak Christian Boltanski, Hans Peter-Feldmann… Hep seveceğim, ufkumu açacak şeylerin arayışındayım. Ailem çok negatif olduğumu düşünür mesela. Çünkü bir müzeye girerim başlarım söylenmeye: “Bu çok kötü, bunu da hiç sevmedim, bu da şöyleymiş…” Ama en nihayetinde gerçekten çok hoşuma giden 1-2 şey bulurum ve onları bir daha da kafamdan atamam. Yaratıcılık için de biraz siyah-beyaz olabilmek gerekiyor diye düşünüyorum. Fikirlerinle cüretli ve siyah-beyaz olman lazım. Müzeye gitmiş biriyle sohbet ediyorsam mesela, ve ona sorsam; “sahi sergi nasıldı?” ve karşımdaki de “fena değil ya, iyiydi” dese… Bu benim adıma gerçek bir kabus olurdu. Müze ya da sergi adına küçük düşürücü bir durum. Ya hayranlık, ya da nefret uyandıracak kadar radikal olmalı. “Geçen yıl hayatını kaybeden sanatçı Lawrence Weiner’ın bir sözünü duymuştum: Bir müzede bir sergim varsa ve sen öğleden sonranı sergimi gezmek için ayırmışsan, gününü mahvetmek ne haddime. Ben bu dünyaya hayatını kaydırmaya geldim.” Provokatif bir çıkış ama duygularda ve tepkilerde ekstremlere kaymanın önemli olduğunu düşünüyorum.
Vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederim, sizinle konuşmak bir zevkti.
Ben teşekkür ederim, görüşmek üzere.
*24HRS in Photos
DİRENEN SAÇLAR VE BEDENLER: FATOŞ İRWEN
Röportaj: Ecem Arslanay
Fatoş İrwen ile çalkantılı, kimlikli ve ızdıraplı bir mücadele alanı olan kadın saçını, kendi sanatsal pratiği üzerinden, yaratıcı bir direniş biçimi olarak konuştuk. Çocukluğundan bugüne farklı tutsaklık tecrübelerini dinledik, uysal bedenler yaratmaya yönelik zapt etme politikalarına karşı geliştirdiği cevaplardan ilham aldık. Masha Amini’nin başörtüsünü takmadığı gerekçesiyle katledilmesinin ardından yükselen sesleri, molla rejimine biat etmeyen İran kadınlarını ve İran halkını konuştuk, dünya çapında etkili bir dayanışma için anlamlı eylemlilik alanları yaratmanın olasılıklarını düşündük.
İnsanlık tarihi boyunca saç, farklı ideolojilerce sürekli zapt edildi. Usturalar, makaslar, saç maşaları, taraklar, fırçalar, tokalar, saç boyaları, şampuanlar, bakım kremleri, asker tıraşları, okul tıraşları, bit kontrolleri ve çeşitli örtünme biçimleri… Çeşit çeşit disiplin aracı var. Nedir dertleri bu üst deri ürünü ipliksi uzantı ile? Hayvanlığımızı hatırlatıyor diye mi bitimsizce terbiye ediliyor? Gözlemlediğim kadarıyla sen gümrah saçlarını en müdahalesiz hâliyle kullanıyorsun. Bunu yaparak içten içte (ya da bilerek ve doğrudan) bir şeylere direndiğini düşünüyor musun?
Kendimi bildim bileli düşünüyorum “nedir bu bitmez dert” diye. Özgürlüğü çağrıştırdığı, ifade ettiği için olduğunu düşünüyorum. Özgürlüğü ifade eden ve çağrıştıran her şeyden öldüresiye nefret ediyorlar. Çünkü özgürlük zapt edilmesi, baskılanması zor olanı çağrıştırır ve iktidarlar, patriyarka için bunlar daima tehdit olarak kabul edilir.
Ben saçları yabani bitkiler gibi hayal ederdim hep. Hani zapt edilmesi o kadar imkânsız ki bu yabani bitkiler sürekli bahçelerden temizlenir ya da yerine göre üzerine beton dökerek yayılması engellenir. Saçla ilgili meseleyi de bu duruma benzetirim.
Muhafazakâr öğretilerin, anlatıların içinde büyüdüğüm için sorduğun sorunun cevabı o çocukluktan başlıyor. Kesmenin yasak olduğu upuzun saçlarım oldu hep. Tüm mahalleli, hatta babamın amcası bile bir tas içine koyduğu çaya tarağı daldırarak ıslatır, tarardı saçlarımı. Bu hem rahatlatıcı hem düşündürücü bir ritüeldi. Annemden aldığım bir hediyeydi saçlarım. Fakat annemden aldığım bu hediye, lanetli bir miras gibi yükü ağır bir dünyada olduğumu öğretiyordu her seferinde. Büyümekle ilgili, kadın olmakla ilgili tabii… Bir bebeğin doğar doğmaz her an büyümesine tanık olmak gibi anbean hissedip deneyimlediğim detaylarla yüklü bu saça dair her şey. Şeytani, şehvani olan her anlamın yüklendiği bir alan… Ergenlik dönemlerimde saçlarımı savurarak gezdiğimde babam çok kızardı mesela. Ben 4-5 yaşlarımdayken saçı yüzünden kafası kırılan bir kadın yakınım bende derin yaradır hâlâ. Erillik ve ataerkillikle, din ile anlamı çeşitli boyutlar kazanan ve benim için de daima bunların ağırlığıyla yaşayıp yüz yüze kalmak zorunda olduğum, bazen çok sevdiğim bazen de nefret ettiğim parçam… O yüzden bırakın kesmeyi dökülen tellerini bile toplardım, atmazdım. Zira hâlâ öyle. Aslında saçlarımı o zamandan beri toplarken o olup bitenleri, tüm o yaraları topladım yıllarca. Kişisel hikâyemle ilgiliydi bu; kökleri derin, toplumsal bir meseleydi. Yıllardır topladıklarım, sanat üretimimin parçası olması, direnmenin bir yolu olarak sahip olduğum ve paylaştığım bir alana dönüştü. Eskiden kurtulmak istediğim bir parçam olan o şey, şimdi işimin bir parçası. Bu da direniş yöntemlerini, yaşamı dönüştürmek ve çoğaltmak ile ilgili. Ve çok etkili, özgürleştirici bir güç oldu benim için. O nedenle çok oynamaya bile ihtiyaç duymuyorum. Kesilince kanadı alınmış kuş gibi, hareket yetim azalıyor gibi hissediyorum.
Bu, yıllar içinde yaşamımdaki, coğrafyamdaki toplumsal meseleleri karşılama faaliyetine dönüştü. Bazen bir resmin yüzeyinde yerini alıyor, bazen çıplak teşhir edilen bir bedenin zırhında; bazense o hastalıklı toplumsallığın hastalıklı hafızasınının taşıyıcısı oluyor. Yıllardır topladığım saçları yiyip kustuğum videoda olduğu gibi.Bazen açlık grevi eylemlerinde cezaevinden dışarıya fırlatılan bir gülleye, bazen anıtsal bir anlatıya dönüşüyor. Bazen de tüm bu iktidar aygıtlarını simgeleyen ritüellere ve seslere sadece saçlarımı tarayarak, kendi bedensel ritüelimle, en yalın halimle karşılık veriyor, meydan okuyorum. “Ritüel” (2016) adlı video performansımda bu bahsettiğim unsurları izlemek, duymak mümkün. Bedenin parçası olan her şey bedendir ve her biri özgürlüğe dair ifadeleri kendinde doğal olarak taşıdığı için beden savaş alanıdır, bir direniş alanıdır.
“Bedenin parçası olan her şey bedendir ve her biri özgürlüğe dair ifadeleri kendinde doğal olarak taşıdığı için beden savaş alanıdır, bir direniş alanıdır.”
Fatoş İrwen, Şiryan (2012-2015)
Direniş gündelik pratiğine de sanatsal pratiğine de çok içkin- ki anladığım kadarıyla cezaevinde tüm bunların birbirine girdiği bir süreç yaşadın. Orada gündelik yaşantın şiirsel bir direnişten ibaretti. Diyarbakır E Tipi Hapishanesi’nin OHAL koşullarında senin sanatsal malzemelerin böcekler, saçlar, duvar katmanları ve bitkilerdi. Ve sonra bu topladığın tüm bu nesnelerin kriminal incelemeye tabi tutulması, senin “oyun”larının ne derece “ciddi” eylemler olduğunun bir göstergesi. Deleuze ve Guattari’nin kavramlarıyla, yargılayan ve yasa koyan “majör” yapılara karşı, yaratan ve icat eden “minör” eylemlilik alanları kuruyorsun. Aslında bu sende cezaevi öncesinde de var olan bir eğilim… 2012’de, parmak izlerini deforme ederek bedenini iktidar aygıtlarınca okunaksız kıldığın “Şiryan” (2012-2015) isimli bir performansın var. Bu süreçlerini biraz paylaşabilir misin?
Dedim ya, tüm soruların beni çocukluğuma taşıyor yeniden. Çünkü işlerimin kökleri çocuklukta ve bir bütün olarak birer otoportre niteliği taşıyor aslında. Kendi bedensel yapısı içinde sürekli bir eylemsellik halinde. Hep bir hareket, bir çocuksuluk da var esasında. İzlenmesi çok zor olan bu işlerde bile… “Şiryan” temelde çocukluktan beri iğne iplikle elimin dokusunda yarattığım bir deformasyon sayesinde TEM’deki parmak izini kayda geçirmekle görevli olan kişilerin görevlerine engel olmadan görevlerini başaramamalarına neden olmuştum. Görevine engel olsanız ayrı bir ceza gerekçesi sayılabilecek bir veri sunmuş olursunuz, fakat ellerinde olmama rağmen beni okuyamama başarısızlıkları, bir iktidarı devirmekten daha güçlü bir şeye dönüşmüştü o an. Çünkü koşullar eşit değildi. Onun silahı, beni koyduğu hücresi, ellerimi bağladığı kelepçesi ve orada bu vaziyette tutacak keyfi kanunu vardı ama ben karşısında hiçbir şeye sahip değildim bedenimden başka. Bu kadar büyük, dolaysız bir güç birdenbire buharlaşmıştı. Gülümseyerek bakıyordum artık. Çocukluk, bir deneyimler patlamasını korkusuzca yaşadığımız kıymetli dönemimizdir. Korkunun da cahil cesaretinin de had safhasını yaşadığımız dönem… Kollarımızı kanat sanıp uçmaya kalkabiliriz… Sanırım bir yanım o çağımı hep diri tutmaya çalışıyor. Yetişkinliğin o her şeyi bildiğinden emin kibiriyle dalga geçme hâlini seviyorum. Bunu kaybetmek istemiyorum. Çünkü bunu kaybettiğiniz zaman hayal gücünüzü de iradenizi de yok sayıyorsunuz. Bu çok tehlikeli. Etrafımız bu insanlarla dolu zaten. Dünyanın en cahil insanları gözünüze bakarak, her şeyi o kadar bilerek konuşuyor ki… Ya da dünyanın en sahtekâr insanları toplumu dramlarıyla ağlatabiliyor veya en kötüler bile en iyilerin sözlerini, fikirlerini paylaşıyor mesela. Her biri birer iktidar alanı kurmakla ilgili derde sahip. Bu dertle alay ediyor, küçümsüyorum; bu yüzden de bu iktidar alanlarıyla oynamak, yarıklar açmak, şaşırtmak, dalga geçmek politik bir tavır olarak çok kıymetli. Yani elinin derisini diken bir çocuk sonrasında bedenin kodlarını bozan bir eylemsellik içindeki yetişkin bir bedene dönüşüyor. Bu beden hedef olabildiği gibi başlı başına bir silah aslında. Her şeyi ağzına götüren bir çocuk bütün zamanlara, olaylara, olgulara tanıklık eden saçlarını ağzına tıkıyor, kusuyor, eyliyor… Cezaevinde ise çok daha yakınsın kötülüğe çünkü fiziki ve psikolojik olarak artık son noktada olduğunu hissettiğin yerdesin. Ya bunu kabullenip dramını katlayarak cezanı doldururken içini bomboş hale getirirsin ya da zihinsel ve bedensel olarak yeni bir oyun kurma performatifliği içinde ilerlersin. Hep aynı gün döngüsünü dönüştürdüğünü hissedersin. Yani mapus yata yata bitmiyor deyip yeni sorular ve yeni nedenler yaratırsın. Tüm bunlar anlamaya ve özgürleşmeye, yani nefret ettikleri özgürlükle daha da yakınlaştıran eylemlilikler olarak yeniliyor insanı. Hep tetikte olmakla ve anlama çabasıyla geçiyor. Bu çabayla zamanını geçirirken bir öncekinden daha diri, daha zeki ve daha yaratıcı olabilir insan. Ciddi bir üretim sürecimin zaten var olması, oyun kafasında olma hâlim ve işin içine oyuna dair unsurları katmam, bu oyun meselesini daha fazla ciddiye alarak ilerlememi kolaylaştırdı. Oyun ciddi bir iştir yani.
Gülle (2017-2020/ Diyarbakır Cezaevi)
Kadınlar icin Güvenlik Ağı ve Gülleler, 5. Mardin Bienali 2022
İran’da Masha Amini’nin katledilmesinin ardından gerçekleşen eylemleri nasıl değerlendiriyorsun? Bunu feminist bir devrim olarak okuyabilir miyiz? Bu süreci nasıl destekleyebilir, nasıl etkili bir dayanışma sağlayabiliriz? Bir de ilginç bir şekilde, İranlı kadınlar başörtüsü takmama hakları için kanlı bir mücadele verirken, Hindistan’da bazı Müslüman kadın öğrenciler de başörtüsü takma hakları için çalışıyor. İki grubun de istediği şey aynı: seçme hakkı. Barbara Kruger’ın dediği gibi, bedenlerimiz hep bir “mücadele alanı” ve senin mücadele yöntemlerin çok ilham verici. Bu yüzden çok merak ediyoruz görüşlerini…
Feminist bir eylem tarzı olarak tüm dünya kadınlarının çıkardığı ses müthiş heyecan verici, anlamlı ama devrim demek erken. Ancak, bir zamanların İslami Devrim’le gelen rejimleri ve baskıcı tüm rejimler sallantıda. Kadınlara yönelik saldırılar bu nedenle sertleşiyor, daha da sertleşebilir. Buna karşı tek yol sorgusuzca tüm bu baskılar karşısında tek beden olabilme iradesini göstermektir. Başka yolu yok. Hiçbir devlet, yasa bunlara engel olmayacak; bunun bilinciyle birlikte hareket etmek çok önemli. İranlı kadınların da Hindistan’daki kadınların da istediği şeydeki ortaklık şu: iki taraf da kendilerini engelleyen şeye karşı mücadele ediyor. Kadınların bedenlerine dair, yaşam tarzına dair tüm yaptırımlar eril düzenin yaratımıdır. Tüm mesele başkalarına bir yaşam tarzını dayatan zihniyete karşı birlikte hareket etme iradesini ve enerjisini göstermek olmalıdır. Yoksa dinin de bir erilliğin yaratımı konusuna girersek ve başörtüsünü özgürlük karşıtı bir yere koyarsak ve takmamayı gerekli görüp bu konuda zorbalık edersek tavuk-yumurta meselesinden öteye gidemeyiz. Zira, yıllardır Türkiye’de yapılan buydu. Modernlik travmaları yaşatıldı bazı insanlara. Yıllarca başörtüsü nedeniyle küçük düşürülen insan artık makbul, parlak dönemini yaşıyor. O dönemin birikmiş öfkesine sahip olanlarla yeni ve kindar nesil, başörtüsünü kazanılmış bir hak olarak görerek iktidarın kötülüğüne razı olabiliyor, pek çok haksızlığı ve hukuksuzluğu görmezden gelebiliyor. Kazandığı bu hakkı kaybetmemek için bu imkânı kendisine bahşeden iktidara sımsıkı sarılıyor, politikalarının yanlış olduğunu düşünse bile ve hatta eleştirse bile onu savunabiliyor. O nedenle mesele kişisel olarak başörtüsünden hoşlanıp hoşlanmama refleksleriyle değil, haklar ve iradeye saygı bilinciyle ele alınmalı. Yaşam tarzı dayatan kişi, kurum ve bunun üzerine inşa ettikleri baskı, mobing, doğrudan ve dolaylı şiddet unsurlarından ve mekanizmalarından oluşan sisteme karşı birlikte olmanın hayatiliğine odaklanılmalı. “Radikal demokrasi” dediğimiz şey bu. O zaman örtüyü isteyen ile takmak istemeyenin yan yanalığını mümkün kılan politik tavırla, örtüyü dayatana ve yasaklayana karşı çok daha güçlü durabiliriz. Zira kadın hareketine baktığımızda bu yan yanalığı görmemiz mümkün.
Eylem tarzı olarak saç kesme meselesi bana uzak geliyor bu durum karşısında. Bu tamamen kişisel bir yerden tabii; yoksa, yapılan eylemi boşa çıkarmak gibi anlaşılmamalı. Çünkü kesersem kendimi cezalandırdığımı hissedeceğimi biliyorum. Genelde kesmek bir yas halinde gerçekleşir ya da sizi cezalandırmak isteyenin hedefinde olmuştur hep ve cezalandırmak için saç kesilir ya da kazıtılır. Hep bir cezai yaptırımı imler. Yukarıda bahsettiğim gibi; özgürlüğün, yaşamın sembolü olarak gördüğüm şeyi kesmeyi kendine dönük dramatik bir eylem olarak düşünüyorum. Daha çok dalgalanmasını istediğim şey çünkü. Ama bu da konuşuluyor: “O saç yüzünden biri katledildi, saç yoksa günah yok katliam da yok.” gibi argümanlarla hareket ediliyor. Unutulmamalı ki o günah unsurları hiç bitmeyecek; o nedenle kesmek yerine dalgalandırmayı tercih ediyorum. Kişisel olarak farklı bağlamlarda ele alıyor ve işime o minvalde yansıtıyorum. Çünkü bir eylem alanından bahsediyoruz. Bu alanı boş bırakmamayı tercih ediyorum.
“Kesilince kanadı alınmış kuş gibi, hareket yetim azalıyor gibi hissediyorum.”
Dalgalandırmak demişken, Edith Dekyndt’ın 2014 yılında ürettiği Ombre Indigène Part. 2 (Ile de la Martinique) [Yerli Gölge Bölüm 2 (Martinik Adası)] başlıklı eserinden bir kare, bu direnişin müşterek imgesi oldu. Sanatçı bu imge için Martinik kökenli bir Fransız yazar ve filozof olan Édouard Glissant’ın Martinik Karayipleri’nin kültürel ve dilsel kimliğindeki heterojenliğe vurgu yapan créolité fikrinden esinlenmiş. Eserdeki bu postkolonyal bağlamın İran’daki feminist hareketle ilişkisini nasıl değerlendiriyorsun? Sence sanatçı bu konuda nasıl hissediyordur? Sen bir sanatçı olarak aynı durumda ne hissederdin? Ayrıca bu imge senin için ne ifade ediyor? Onunla karşılaşma anını hatırlıyor musun?
Özgürlüğe, sömürgeciliğe karşı pek çok imgeyi feminist hareketle ilişki içinde okuyorum. Çünkü her biri arasında dolaylı ya da dolaysız bağlar var. Bir zincirin halkaları olarak görmek gerek tüm bunları. Yaşanan haksızlıklar ve özgürlüklerin gasp edilmesiyle, beden sömürüsüyle; kültürel, bedensel, ekonomik sömürü ve kıyımların tarihsel birikiminin sonucu olarak kendini yeniden üretiyor ve her seferinde benzer ve farklı formlarda bu sorunlarla karşılaştığımız için aralarındaki bağı görmekte zaman zaman zorlanabiliyoruz. Oysa her bir mesele bir bedenin parçaları gibidir; ama aynı beden nihayetinde. Bu bakış dünyanın herhangi bir yerindeki bir hak meselesine, faşist bir uygulamaya, kadın, hayvan, doğa ya da bir sömürge meselesine, dünya meselelerine yabancılaşmamamızı sağlar. Birbirimizin yükünü paylaşmak, farkında olmak, anlamak için bu bakışa ihtiyaç var. “Yerli Gölge” işinde insanları ortaklaştıran şey bu bakıştı bence. Sanatçısına sormak gerek nasıl hissettiğini. Bir sanatçı olarak keşke bu sorunlar olmasaydı ve hiç bunları yapmaya ihtiyaç duymasaydık diyorum. Öyle derdim o işin sahibi ben olsaydım da. Çünkü kişisel olarak zorlandığımı hissediyorum bazen. Tüm olup bitenler insanın yaşadıklarıyla birleşince fazla geliyor. Çünkü pat diye “Aklıma şöyle bir şey geldi, hadi bu kez bunu yapayım.” diye çıkmıyor benden. Her bir iş uzun soluklu, yoğun gerçekliği üzerinden çıkıyor.
“Yerli Gölge” işi ile sanırım cezaevinden çıktıktan sonra sosyal medyada karşılaşmıştım ve bambaşka bir coğrafyayla kurulan ortak duyguyu hissetmiştim. Kendime yakın bulmuştum. Tüm iktidar yapılarının kanla, yok ettikleri hayatlarla kurdukları ve gururla dikip dalgalandırdıkları işgal bayrakları yerine benim için özgürlüğü hissettiren saçlar dalgalanıyordu. Bu işle ilk karşılaştığımda bunu hissetmiştim. Dediğim gibi mesele, özgürlükten korkma meselesi. Easy Rider filminde iki kişi arasında müthiş bir diyalog vardı hatırlarsanız;
“
– Korktular.
+ Onlar senden korkmadı, ifade ettiğin şeyden korktu.
– Onlara ifade ettiğimiz şey saç tıraşı olmamız gerektiği.
+ Hayır, onlara ifade ettiğin şey… Özgürlük.
”
Fatoş İrwen’in işlerini 12 Şubat 2023 tarihine kadar Meşher’de toplam 44 sanatçının yer aldığı “Ben Kimse. Sen de mi Kimsesin?” sergisinde ziyaret edebilirsiniz.
YILLARIN DOSTLAR BİRLİĞİ, TANIDIK BİR KADRO: HEND. VE YENİ TEKLİLERİ CHARDONNAY
Röportaj: İdil Meşe
Fotoğraf: Emirkan CörütSon Feci Bisiklet ve Öfkeli Kalabalık gruplarından tanıdığımız Erkin Sağsen’in vokali, gitarı ve klavyesi, The Flabbies’den tanıyıp sevdiğimiz Tarık Can Sürmen’in elektronik ve akustik davul sentezi ve ses tasarımcısı Ozan Hatipoğlu’nun klavyesi ve prodüksiyonunu bir araya getiren Hend, geçmişi çok eskiye dayanan ancak 2019’da bir araya gelen bir dostlar birliği ve müzik grubu. İlk bakışta dikkatleri çeken kapağını Beril Ateş’in tasarladığı, farklı müzik türleri arasında geçişler yapan yepyeni teklileri “Chardonnay”, yakın zamanda dinleyicileriyle buluştu. Hend ile callinghouse’da müziği ve hayalleri üzerine sohbet ettik.
Kişisel bir soruyla başlıyorum. Şarkıyı dinlerken şarkının ismi sanki ‘Kaçarım Kendimden’ olabilirmiş gibi geldi ama “Chardonnay”.
Erkin Sağsen: Çok tartıştık bu konuda.
İşte bunu öğrenmek istiyorum. Şarkının ismini nasıl seçtiniz?
Erkin Sağsen: Fransız şeylere taktım bu ara; daha önceki şarkılarda da böyle üçe kadar sayıyordum. Fransızca da bilmiyorum aslında. Chardonnay isminin dışındakilerin şey olacağını düşündük, biraz, nasıl desem…
Tarık Can Sürmen: Biraz oldschool geldi bana ‘kaçarım kendimden, derbeder’ falan.
Erkin Sağsen: Biraz daha downer, hafif de bir aşk şarkısı falan ya, onu böyle çok arabesk tınlatmak da çok istemedik; hiç yok içinde çünkü.
Hend’in özgün sound’u nasıl oluştu? “Chardonnay” ile bana Hend tınısı iyice pekişmiş gibi geldi.
Erkin: Aslında tam bir sound oturtmaya çalışmıyoruz, zaten her şarkıda yeni bir şey deniyoruz ve yeni bir yere doğru gitmeye çalışıyoruz. Ama kullandığımız, belli cihazlarımız var evde; kullandığımız klavyeler, belli başlı programlar ve plug-inler kullanıyoruz, onun etkisidir. Valla nasıl oluşturuyoruz bilmiyorum. Ben çünkü şarkıyı da nasıl yaptığımızı bilmiyorum. Bir anda bir şey çıkıyor ortaya. Can ile ikimiz aranje yapıp Ozan’a atıyoruz, Ozan üzerinde biraz çalışıyor, Ozan’a gidiyoruz ve işte orada biraz sound üzerine, biraz aranje üzerine çalışıp böyle bir şey çıkarıyoruz. Biraz kolektif bir iş aslında.
Harika. Ama sözler senden çıkıyor.
Erkin: Evet, bir tek sözleri sadece ben yazıyorum.
Besteyi de birlikte çalışıyorsunuz.
Erkin: Tabii. Yani şey diyemeyeceğim, hani, “ben yapıyorum” diyemeyeceğim.
Ozan Hatipoğlu: Aslında Erkin daha çok yapıyor. Onun singer-songwriter yönü var, biraz da böyle düzenlemesini de fikir atıyor ortaya, daha sonra bizde üzerine koyuyoruz ve son haline getiriyoruz.
Can: Sorduğun soruyla ilgili bir şey eklemek istiyorum. Aslında soundun değişik bir noktaya gelmesi şöyle: Erkin başta daha kendi başına yaptığı bir müzik üstüne gidiyordu, biraz daha Hip Hop, RnB üstüne giden bir tarzı vardı. Sonra Ozan ile benim biraz daha dahil olmamızla aslında dediğin yolculuk, hani bugüne gelen, çünkü son üç şarkımıza da o değişim hissediliyor diye tahmin ediyorum, Chardonnay’e gelen yolculuk biraz o şekilde oldu. Sound’umuz hakikaten değişiyor ve dediğin gibi bence de bir noktaya geliyor gibi hissediyorum.
Mesela vazgeçilmez bir öğe nedir Hend’in müziğinde?
Erkin: Fiziksel olarak Nord klavyem benim bir tane var, orada ben çok uğraşıyorum üzerine ses falan yapıyorum. Manevi olarak da bu ikisi: Tarık ve Ozan.
Can: Erkin’in sözleri bence. Yani birazcık farklıdır, farklı bir tarzı var. O kendi kesinlikle bunu söyleyemeyeceği için benim söylemem gerekiyor. Farkında da değil bence. Çünkü bence iyi yansıtıyor yani sözlerden.
Erkin: Teşekkür ederim.
Gruptaki herkes farklı bir gruptan, altyapıdan geliyor. Nasıl böyle birleştiniz ve grup oldunuz?
Can: Çünkü işin en başı aslında üçümüz yani.
Erkin: Şöyle aslında; biz evet hep üçümüz daha çok çocukken falan beste yapardık, hep üçümüz yani.
Can: Zaten liseden arkadaşız. Benim hayattaki en eski arkadaşım, 7 yaşından beri arkadaşım.
Erkin: Yani çok çok eskiye dayanıyor bizim. Zaten müzik yolculuğumuz da şöyle: Beraber zaten grubumuz vardı, sonra işte başka bir grupta biraz yürüdük; Ozan bu sırada başka müziğin başka bir tarafını keşfetti, kendi başarılı olduğu başka bir alanı, ses tasarımını keşfetti oraya doğru ilerledi.
İlk grubunuz…
Erkin: Motto diye bir grubumuz vardı. Çok taş devri çok. Ankara’dayken.
Kaç yaşındaydınız Motto’dayken?
Erkin: Yirmili yaşların başında. Üniversitedeydik.
Siz yani şimdi çocukluk arkadaşısınız, birlikte aynı üniversiteye de mi gittiniz aynı zamanda?
Erkin: Biz ikimiz gittik. Ben Tarık’la (Tarık Can Sürmen) askere gittim.
Ozan: Evlerimiz de yan yana.
Nelerden ilham alıyorsunuz?
Erkin: Söz anlamında şey oluyor; ben böyle distopik dünyaları falan çok severdim, düşünmeyi de, izlemeyi de ve okumayı da. Birazcık o mutsuzluk üzerine yoğunlaşmıştım. Sonra vazgeçtim. Çünkü kimse benim o dünyamla bağlantı kuramıyor, yani doğal olarak çünkü kimse o dünyada değil. Ben de biraz daha insani duygulara yönelmeye karar verdim ve duygulardan ilham alıyorum. Yazım süreci biraz sürüyor, o hissiyatları hatırlıyorsun, işte bunun üzerine gidiyorsun, kelimeler dökülüyor ağzından. Bazen piyanonun başında bir melodi buluyorum, sonra küçük böyle on altı bar bir beat yazıyorum altına, düşünürken bir anda bir melodi geliyor aklıma ve o melodiyle beraber bir söz de geliyor. Ev stüdyom var. Hiç telefona bulaşmadan gerçek bir condenser’da kayıt yapıyorum.
Grup arkadaşlarına dinlettiğinde nasıl yaklaşıyorlar?
Erkin: Can’a dinletiyorum mesela, bir kelime söylemeden iki kere dinliyor şarkıyı. Hani bir olmuş ya da olmamış bir şey söyle, değil mi?
Saygılı bir birey.
Erkin: Hayır, ben bunu saygısız buluyorum (Gülüyor). Söyle, öleceğim! Sevdin mi sevmedin mi, ne diyorsun ya? Ben zaten otuz kere dinleyip yapmışım orada böyle bakıyorum. Mesela 10 dakika geçiyor, çok iyi olmuş falan yapıyor, ben orada anlıyorum. Ozan’da da genelde yollayınca, biraz bekliyorsa cevap atmayıp olmamıştır o şarkı. Ama “Çok iyi şarkı, direkt basalım” falan diyorsa olmuştur.
Müzik dışında grubu bir araya getiren meraklarınız, aktiviteleriniz nedir?
Ozan: Biz Erkin’le Star Wars’a düştük.
Erkin: Çok fena düştük.
Ozan: Baştan sona, bütün kronolojik sırayla izliyoruz yani.
Oradan da distopik ya da ütopik şarkılar ve belki peri masalları ile ilgili şarkılar gelmesin?
Erkin: Bir sonraki şarkımız Işın Kılıcın (Gülüyor). Can çok yemeğe düşkün bir insandır. O sağolsun güzel restoranlara gidip yiyip içmeyi de çok seviyoruz. Onun dışında zaten takılıyoruz.
Sen mi buluyorsun restoranları Can?
Can: Aslında şöyle spesifik bir şey yok. Biz zaten arkadaşız, onun yanında grubuz da. Büyük bir artı oluyor bu açıdan.
Erkin: Grup sonradan geldi yani.
Can: Zaten sosyalleşirken beraber sosyalleşiyoruz, o yüzden herhangi bir şeyi de beraber yapıyoruz. Atıyorum konsere de beraber gidiyoruz, o da bizi besliyor, mesela yemeği de beraber yapıyoruz. İşte çıkıp beraber sapıtıp sarhoş oluyoruz, düşüp geberiyoruz o da… Hepsi besliyor kısacası.
Mesela öyle bir akşamın bir şarkısı var mı grupta?
Erkin: Ya şöyle bir akşam yaşadık. Beraber benim evde bayağı bir içtik, çok da eğlendik. Ya bir İllüzyon şarkısı var bizim eski, hani onu çıkaracaktık bir dinleyelim bir daha dedik. Şarkı bize bir yavaş geldi, moralimiz falan bozuldu. Hani kafamız o kadar iyiymiş ki. Yani böyle hızlandırıyoruz, düşürüyoruz… Tarık en son “Bir kere daha dinlersem müziği bırakacağım” dedi. Öyle bir gecemiz oldu.
Can: Yani Erkin şarkıları bizim olmadığımız gecelerde çıkarmayı seviyor. Bizle eğlenip, şarkıları başka gecede…
Peki böyle grup imajınız üzerine hiç düşünüyor musunuz? Yoksa böyle tek tek hani kendi imajınız hakkında mı düşünüyorsunuz?
Erkin: Ortak bir paydada daha buluşamadık. Herkes fena giyinmeyen insanlar, böyle at hırsızı gibi dolaşmıyoruz. Şimdilik onunla idare ediyoruz. Ama mesela Alex Turner’ın dönüşümü gibi, Arctic Monkeys’de hani o kıyafetlerin, tavırların falan bile bunun üzerine düşünülmesi lazım ve bunu profesyonel birinin yapması lazım bu konu üzerinde.
Grubun geleceği hakkında en çılgın hayaliniz ne olurdu?
Erkin: Yurt dışında müzik yapabilmek olurdu bence.
Çılgın bir hayal… Yaparsınız yurt dışında müzik zaten.
Erkin: Çılgın bir hayal ne olabilirdi? Yani şöyle bir şey olurdu: Metallica gibi her kıtada çalmış olabilmek isterdim. Mesela Antartika’da her yerde çalabilmek.
Peki sizlerde var mı böyle fantastik bir hayal?
Can: Yani valla yok sanırım biliyor musun? Adım adım gitmeye çalışıyorum kafamda, hayatın da yoğunluğu yüzünden. Şu an sen söyleyince biraz hayal kurmadığımı fark ettim bu konularda. Aslında hayal kurmam lazım çünkü hayal kurunca gerçekleşiyor. Bunun üzerine düşüneceğim o yüzden.
Erkin: Ben biraz daha kısa vadeli düşünebildiğim bir dönemdeyim. Yani böyle Hend ile müzik yaparken de bu anı, o şarkıyı ve nasıl olacağını düşünüyorum.
Ozan: Şeyi isterdim mesela bazı mekanlar gerçekten çok güzel, ben mimari de çok severim; çok güzel mimarisi olan bir yerde böyle özel bir konser veya yani böyle bir çekim yapmak isterdim. Parcels’in bir tane videosu vardı. Onların live yaptığı bir çok güzel sera gibi bir yer vardı. Tamamen camdan kocaman bir yer, kırmızı, botanik üzerine harika bir yerdi mesela. Böyle bir şey olsun isterdim.
Klip çekecek misiniz?
Erkin: Beril Ateş o kadar güzel bir artwork yaptı ki aslında çok sıcak bakmıyordum klip yapmaya o yüzden. Artwork’ü önce bir göstermek istedim insanlara, yani onu çok sevdim. Gerek duymadık, zaten çok güçlü bir resim. Belki bir sergi olmasını isteyebiliriz.
Önünüzdeki projeler, konserler ve hedefleriniz nelerdir?
Erkin: Üretmeyi seviyoruz beraber, üreteceğiz de. Single yaparız, EP yaparız, şu tarihte şunu çıkarırız veya şurada konserimiz olacak diyemiyorum ama yani mümkün olduğunca konser verip, insanlara ulaşıp, şarkılar yapıp paylaşmayı istiyoruz. Seviyoruz çünkü, güzel enerjilerle şarkılar yapıyoruz.
Can: Bir şarkı daha çıkacak önümüzdeki bir buçuk ay içinde. Blakhol diye müzisyen dostlarımız var Ankara’da, onlarla ortak yaptığımız bir şarkı var, o da çıkacak. Sonrasına bakacağız. Ama Erkin’in dediğine katılıyorum ben. Uzun süredir hepimiz sektörün içindeyiz, çok rahat hissettiğim bir ekip bu. Belki de arkadaşlıktan da dolayı her şeyi çok şeffaf birbirimize söyleyebiliyoruz, işi yaparken çok keyif alıyoruz. O yüzden bol bol şarkı ve konser yapacağız.
YENİ BİR AŞIK: BİRKAN NASUHOĞLU'NA DAİR
Fotoğraf: Can Görkem
Röportaj: İdil Meşe
Güçlü kalemi ve dikkat çekici gitar düzenlemeleriyle öne çıkan, jenerasyonunun sevilen şarkı yazarlarından Birkan Nasuhoğlu’yla yakın zamanda yayınlanan “ne çok şey birikti içimde” albümü ve Salon İKSV’de gerçekleşen lansman konseri hakkında iki müzisyen sohbet ettik. Müziğe bakış açısı, şarkı yazarlığı, ilham kaynakları ve müzisyen yaşamı hakkındaki deneyimlerini paylaşan sanatçı, gelecek projeleri hakkında ipuçları verirken genç müzisyenler için de altın değerinde tavsiyeler paylaştı.
Albüm çıkalı çok kısa süre geçmesine rağmen lansman konserinde istisnasız herkes şarkıları söylüyordu. Hatta üçüncü, beşinci sesinden koro gibi söylüyordu dinleyicilerin. Konser öncesinde nasıl hissediyordun, bir beklentin var mıydı? Sonrasında nasıl hissettin?
Bu lansman konserim, benim şimdiye kadar en çok ve en uzun süredir hazırlandığım konserim oldu. Görsel tarafıyla aslında çok uğraştık, orada çok kafa patlattık.
Sahiden çok fiyakalıydı.
İşte evet, bir şeyler değişti. Arkaya dekorlar yaptık önce; sonra onları kaldırdık sil baştan. Çünkü albümü olabildiğince minimal kaydetmeye çalıştım ben. Tüm konserleri, lansmanı, görsel dünyasını, lyric videoları da öyle olabildiğince yalın tutmaya çalıştık. Lansmanda da biraz böyle bir şey tasarladık ama önüne geçti gibi oldu, sonra elimizdeki fikirleri birazcık kırptık. Ben normalde bilet sayılarını falan önceden hiç öğrenmiyorum. Sormuyorum, söylemesini de istemiyorum kimsenin. Ona göre kendimi konumlandırmak istemiyorum. O yüzden bir beklentim yoktu ama sosyal medyadan insanlardan konseri beklediklerini anlattığı mesajlar bir şeyleri yansıtıyordu aslında. Çok heyecanlıydım. Sahneye çıktığımda zaten ikinci şarkıda falan gözlerim doldu. “Böyle mi geçecek yani konser?” dedim. Çok iyi bir dinleyici vardı. Solo projemde tek başıma akustik gitarla sahneye çıkıp 20-22 şarkı çalıyorum. Böyle sessiz olması lazım insanların, bir bar performansı yapmak için zor aslında. “Tek başıma orada sahnede acaba neler yaşayacağım?” diye çok düşünüyordum.
Oldukça kırılgan bir pozisyon.
Evet; her yerde ses sistemi istediğimiz gibi olamayabiliyor, bizim kontrolümüz dahilinde olamayabiliyor. Mekanın akustiğinden kaynaklı aslında, hani ekipman iyi olsa bile en arkadakine bazen kendini iyi ifade edemiyorsun. Aslında ilk günden beri, Salon’u biz bilinçli seçtik, orada yapmak istiyorduk, kendimize ait hissettik; o yüzden bunu başardık her şeyden önce. Seyirci de üçüncü, dördüncü şarkıdan sonra beni baya şaşırttı. Sonrasında ben aktım gittim. Bir de konser sonu içeri gittim, bir daha geri gelmemi, 1-2 şarkı daha söylememi istediler. Bunlar tabii ki müzisyeni motive eden durumlar. Gayet memnunum geceden. Sana da geldiğin için teşekkür ederim.
Çok keyifli bir konserdi. Dinleyicinin seninle etkileşimi çok hoştu. Şakalar, soğuk espiriler de yapıldı.
Evet, 1-2 tane yaptım içim rahatladı orada.
Tatlı anlardı. Baya havalı görünüyordun sahnede, kıyafet falan…
Valla gömlek diktirdim hayatımda ilk defa. Ben normalde bu tip şeylerden kaçıyorum, biraz fazla süslü gelince böyle hani kendimi ait hissetmiyorum giydiğim şeyin içinde.
Rahat ettin mi?
Evet evet; kumaşına, rengine ekiple birlikte karar verdik çünkü; gömleğin modeline de birlikte karar verdik. “Civan” markasıyla yaptık gömleğin modelini de, onlara tekrar teşekkür ederim buradan. O yüzden rahattım, kendimi iyi hissettim. İyi de duydum, teknik anlamda da baya keyfimiz yerindeydi.
Sahnedeki ses çok etkileyiciydi. Kilisede söylüyormuşsun hissi vardı.
Mert Kasap ile hem Yedinci Ev hem de Birkan Nasuhoğlu şarkılarının son dönemdeki, birlikte kaydediyoruz. Hatta benim kilisedeki “Tanrı Türkü Dinliyor” üçlemesini de Mert ile kaydettik. Mert ile hem stüdyoda birlikteyiz, hem itlik serserilik yapmadığımız boş zamanlarımızda genelde sound üzerine konuşuyoruz. O yüzden bunu biz konuşarak hayal ettik; bir de oradaki teknik imkan da bunu yapmamız için bizi teşvik etti aslında. O yüzden aklımızdakini uyguladık.
Yalın bir performans yapılan projelerde gerçekten bu tip detaylar öne çıkıyor. Sahnede yapılan seste, teknikte ya da görselde yapılan ufak hamleler gerçekten o performansı başka bir boyuta taşıyor. Bu açıdan gıptayla izledim.
Ne güzel, ne mutlu. Tüm konseri kaydettik. Hem video hem ses kayıtları alındı. YouTube’a kesin gelecek. O yüzden biraz daha ince eleyip sık dokuduk ses tarafını. Herkes şovunu yaptı.
“Pandemide, Divan Edebiyatı’na daldım.”
Bu albümdeki şarkılar ne kadar sürede, nasıl bir araya geldi? Nasıl bir üretim süreciydi bu?
Aslında “Her Yanım”, “Aşığım Ben” albümdeki en eski şarkılar. “Burada Yaşamak Çok Zor” en yeni şarkı. “Bir Masaldık Sadece”nin gitar riff’i vardı çok uzun süredir, hiç söz yazmayı düşünmemiştim o şarkıya. Onun partisyonlarını biraz değiştirdim, söz yazdım. “Her Yanım” 2014’ten beri var. O yüzden yelpaze çok geniş. Zaten böyle sırasını bekleyen şarkıları yan yana koyunca “Bunlar birlikte çok güzel tınlıyor” dedim. İlk tek tek, single olarak çıkartma niyetim vardı, öyle yola çıkmıştım ama sonra “Albüm mü yapsak?” dedik. O yüzden uzun süredir yerini bekleyen şarkılar da bu albümde kendine yer edinmiş oldu.
Çok bütünlüklü duyuluyor bir yandan. Nasıl oldu bu iş? Farklı zaman dilimlerinden gelen şarkılar aslında. Bazısı yeni diyorsun bazısı eski. Bu bütünlüğü nasıl sağlayabildin?
Şöyle oldu aslında. Ben 2019 başında solo olarak bir şeyler yayınlamaya başladım. Yedinci Ev’i “Yapmayalım bir şeyler bir süre, hatta belki de hiç yapmayacağız.” diye durdurmuştuk. Ben orada tabii daha elektrikli bir band ile çalıyordum. Beş kişiydik sahnede, kayıtları da bir grup aranjesinde kaydedip öyle yayınlıyorduk, hiç sade akustik yoktu kafamda. Biraz da aslında Yedinci Ev tarafıyla da ayrılması için ben olabildiğince akustik tutmaya karar verdim bu tarafı. Şimdi önümüzde kaydedeceğimiz şarkılarda yine minik dokunuşlar yapacağım, ekstra böyle bir şeyler ekleyeceğim ama band havasında olmayacak hiçbir zaman. Aslında o yüzden, “Her Yanım” hiçbir şekilde bir yere giremedi şu ana kadar çünkü akustik dışında tınlamıyor bu şarkı. Bir band girdiği zaman onu- yani muhakkak yapılır tabii bir şey ama hakkını vermiyordu hiçbir zaman. O yüzden o duruyordu. “Aşığım Ben” de vals, çok düz oluyor yaptığımızda. Ama şimdi burada tek gitarla o vals tadını vermek daha farklı oluyor. “Bir Masaldık Sadece” zaten finger style tavrı var; onu zaten yediremezsin, sadece bir kick girer belki, farklı enstrümanlarla, yine olmaz. Daha çok akustik versiyonunda çok iyi tınlayan şarkılar oldukları için bir araya geldiler aslında.
View this post on Instagram
Bir diğer fark ettiğim şey bu albümde aşık Birkan görüyoruz, yani aşık geleneğinden alınan bir ilham var sanki. Senin bu albümdeki beslenme kaynakların neydi?
Aslında çok uzun süredir, özellikle pandemide, Divan Edebiyatı’na daldım. Zaten çok uzak değildim, şu an aşırı da hakim değilim ama bir sürü kitap sipariş ettim eve. İşte onlar geldi: Fuzuliler, böyle onların divanları… Birçok şey okudum, kafam da çok karıştı hatta. Aslında “Gül” şarkısının sözlerini yazmak için biraz girmiştim o kanala. Çünkü orada Gül-Bülbül-Diken üçlemesi her yerde olduğu gibi, birazcık onu anlamak için birçok şey okumam gerekti. Sonra yancı olarak da “Başka neler oluyormuş bu dünyada?” diye onlara baktım. Türkülere olan ilgimi de güncel tutmak istiyorum. Bir ara hatta böyle beni takip eden insanlara, genç arkadaşlara böyle bir göstermeliyim; bu değerlerimizi bilmesi lazım herkesin, uzak kalmasınlar gibi kendimde bir sorumluluk da hissetmiştim. Sonra dedim ki “Tamam, çık bu kafadan.” Çünkü gitarla çok da kolay olmuyor aslında türkü yorumlamak. Çok sırıtıyor, her türküyü yapamıyorsun. “Tamam, bir dakika, birazcık hem kendimce yorumlayabileceğim türküleri alayım repertuarıma” diyordum. O sırada zaten Aşık Veysel, Aşık Mahzuni Şerif oralara zaten girdim. Karacaoğlanlar da öyle… O dünya hakkında, olabildiğince okuyarak bilgi edinmeye çalıştım ve onların tavırlarını, hayattaki duruşlarını kendime çok yakın buldum. Tabii ki şehir hayatı yaşayarak çok anlamlandıramıyoruz tam olarak onu, o hayatı yaşamak falan çok kolay değil ülkemizde. Belki benim de büyüdüğüm bir köy olsaydı, şu an “Hadi ben köyüme gidiyorum” deseydim gitarımı alıp, daha farklı düşünebilirdim oraları ama öyle bir alanım da yok.
Aslında Birkan, biz de aslında şehir içinde kendi köylerimizde yaşıyoruz bir açıdan.
Kadıköy…
Kadıköy’de ya da kendi yarattığın alanlarda, komünitelerde aslında, topluluklarda yaşıyoruz. Bu açıdan “Yeni Aşıklar” geleneğinden Birkan Nasuhoğlu şeklinde…
Ya aslında işte evet. Singer-Songwriter tanımı bence zaten bizde aşıklık biraz. Çok var bizim, sen de öylesin, bizim örneklerimiz fazlaca. Aşık tarafında lanse edilmek daha çok hoşuma gider tabii benim, ama bunu konumlandırabileceğimiz bir dijital platform listesi bile yok yani ülkemizde. Hani işte Folk deyince bambaşka şeyler görüyoruz, işte Country falan…
Benim aklıma hep “özgün müzik” demek geliyor. Sonra bakıyorum “özgün müzik” kategorisi altındaki şeyler alakasız.
Evet, Yaşar Kurt’u biliyorsun. Şimdi birazcık Bülent Ortaçgil, Yaşar Kurt benzetmeleri falan yapılıyor bende. Doğru da. Hem çok dinledim onları lise hayatımda, hem de söylemleri de benim böyle ilgimi çekmişti ama devir değişti. Çünkü o zaman gerçekten Düş Sokağı Sakinleri’ne bile gider. Orada bambaşka söylemler var; tavır böyle üç aşağı beş yukarı aynı aslında. Şimdi daha çok insanız, olanaklarımız daha güçlü ve ülkede olup bitenler biraz daha farklı -dünyada daha doğrusu- teknolojiyle birlikte ilham aldığımız değerler biraz daha değişiyor. O yüzden o geleneğin yanında seyretmek beni mutlu eder. Hoşuma gittiği için herhalde böyle devam eder bu iş.
“Bir sıkışıklık hissettiğimde bırakıyorum, o takılsın kendi kendine. Ritmini bulduğu zaman geri geliyor bana.”
Seni tanıdığım kadarıyla, müzik hakkında çok okuyan, araştıran, kendini besleyen bir insansın müzik ve yazım konusunda. Buna rağmen, hiç ilham tıkanıklığı yaşadığın oluyor mu? Oluyorsa nasıl üstesinden geliyorsun?
Bunu sorduğunda aklıma ilk bu hissiyatı yaşadığım an geldi direkt olarak. Tahmini olarak 2013-2014’teydi. Gerçekten çok uzun süre hiçbir şey yapamadım. Ne yeni bir gitar riff’i bulabildim, ne de bir söz yazabildim. Zaten ben sözleri önceden yazan, yazarak çalışan bir müzisyen de değilim. Sonradan yazıyorum sözleri. Yani aklıma bazen 1-2 cümle geliyor, karalıyorum, ama onların üzerine yapmıyorum müzikleri. Ama gitarda da hiçbir şey bulamadım. Kafayı yiyorum ama. Herhalde “Bitti.” dedim yani, “Bitti.”. Bir de müzikal tarafta çok hareketli bir tarafım da yoktu o zaman, konserlerin olduğu falan… “Sürekli konserdeyim, vaktim yok” durumu da değil. Hiçbir şey yapmıyorum yani. Kafayı yedim, dedim ki: Buraya kadarmış. Bir sabah kalkıyorum, bakıyorum gitara, “Abi,” diyorum “zaten altı tane tel var işte yirmi iki tane perde var falan. Her şeyi bulmuşlar işte, ben şimdi ne bulacağım” diyorum böyle, tamam mı? Sonra diğer gün kalkıyorum “Abi,” diyorum “altı tane tel var, yirmi iki perde var. Ben buradan neler neler yaparım?” falan. Kafayı yedim işte.
Dışarı çıkıyorum, insanların hayatını dinlemeye çalışıyorum; hayatta dışarıda giymeyeceğim kıyafetleri giyip ekmek almaya gidiyorum. İşte ne bileyim, Süperman pijamamla falan. Böyle bir yerlerim gelişsin, ilham gelsin diye çok uğraştım. Sonra o dönem bir kitap okuyordum. Kitabın adını hatırlamamam felaket şu an ama hikaye şu: Kelebeklerden çok hoşlanan birisi var ve bir gün avucunun içine kelebek konuyor. Kelebeğin orada durması ona o kadar haz veriyor ki, orada kalması için elini hareket ettirirse kelebek uçup gidecek, hareket ettirmezse de oradan gideceği korkusu var. Kelebek ne zaman isterse oradan ayrılabilir ama konmuş olması, avucunun içinde duruyor olması aslında onun için en büyük kaynak ve aslında ona en büyük tatmini yaşatan şey. Birazcık duruyor ve kelebek gidiyor, elini de kırpmıyor. Orada böyle bir şeyi çözümledim ben de kendimde ve bunun üzerine gitmedim uzun bir süre. Bir süre sonra böyle yavaş yavaş bir şeyler çıkmaya başladı, daha önce üzerine çalıştığım şeyleri şekillendirmeye başladığımı fark ettim. Yani böyle üstüne gitmeyince, rahat bırakınca o kendi kendine zaten akıyor. Aktığını fark ettim. Bir de mecburiyetim de hiç olmadı böyle, işte sözleşme imzalayıp “Üç şarkı daha yapmam lazım, üç ay kaldı” gibi şeyler yaşamadığım için o üretme baskısını hissetmedim üstümde. Hep de bir şeyler oldu elimin altında. Onu böyle hem merak ediyorum biraz, o tıkanıklığı, bir kere yaşadım bunu, sonra çok kez karşıma çıktı. Sadece baş etmeyi öğrendiğim için daha hafif halledebildim.
Ne yapıyorsun mesela tıkanıklık başlayınca?
Bırakıyorum hemen. Hemen bırakıyorum ilgilenmeyi. Üstüne düşmeyi hemen bırakıyorum. Kafamı dinliyorum, spor yapıyorum, yürüyorum… Aşırı yürüyorum ben mesela. Çok yürürüm. Hem kafam çok çalışıyor yürürken.
Hakikaten. Çok ilham verici bir şey benim için de.
Aynen öyle. Hem bir şey buluyorsun, bir söz, bir şey mırıldanıyorsun telefona, etrafı izliyorsun falan filan… Çok okumaya çalışıyorum. Bir şey izlemek değil de daha çok okumak böyle geliştiriyor beni. Bırakıyorum sonra ya da başka bir şeyle uğraşıyorum. Diyorum ya sana, “Her Yanım” yıllardır üstüne çalıştığım bir şey. Bırakmıştım, öylece duruyordu yani. “Bir Masaldık Sadece”nin gitarları vardı, hiç aklımda söz bile yoktu. Bu albümde hatta birazcık şey baskısını hissettim: Bizde tarihler var ya işte, şarkının yayınlanması için dört hafta önce yüklemen gerekiyor, o zamana kadar kapak fotoğrafının da hazır olması lazım falan filan. Bunlar böyle ufak sıkıştırmaya başlamıştı beni. Çünkü bazı şarkıların sözleri yok falan. “Bir Masaldık Sadece” eksikti, “Aşığım Ben’in” ikinci verse’ü eksikti. Onları böyle oturup, “Gül’ü” yazmaya çalışıyorum; şimdi “Diken’e” cevap olduğu için “Diken’i” anlatmalı. Akorları da aynı zaten hemen hemen, farklı da tınlamalı falan. Çok yordu da beni aslında. Ama oturup, çalışıp bir şeyler yazmak üzdü de biraz beni mesela. Çünkü ben biraz daha organikçiyim yani. Oturayım, işte çıksın sonra çok kurcalamayayım da onu.
Bu da insanın kendi hakkında keşfettiği farklı bir yön oluyor. Bazen o kadar organik giderken bir oturup bakmak gerekiyor, yani farklı bir yönünü görüyorsun bunu yaptığında. Ben bunu Amerika’da çok hissettim. Amerika’da “collab” çalışmalar çok oluyor; böyle Country müzisyenleriyle Rap müzisyenlerini mesela bir araya getiriyorlar, birlikte bir şeyler yazıyorlar ve yazmak için bir ya da iki saatleri var. Çok kısa sürede bir şey üretiyorlar. Böyle bir yönü de var şarkı yazarlığının. Gelişebileceği, müziğe farklı bir şekilde de bakacağı bir yönü çıkabiliyor insanın. Her albümde ya da şarkıda farklı bir şey keşfediyorsun kendin hakkında.
Evet ya, söylediğin şey doğru. Aslında olgunlaştığımı fark ettim ben de. Çünkü baştan yazmak da başka bir durum ama bir yerler eksikse onu elindeki diğer donelere göre şekillendiriyorsun ya. Hani o konuda da böyle biraz daha geliştiğini fark etmek de motivasyon veriyor insana bir sonraki işler için. Ama dediğim gibi sıkışık hissettiğimde bırakıyorum hemen, üstüne gitmiyorum. Genelde hayatta böyle yapmaya çalışıyorum aslında. Bir sıkışıklık hissettiğimde bırakıyorum, birazcık böyle o takılsın kendi kendine. O bir ritmini bulduğu zaman geri geliyor bana.
Dinleyicilerden aldığın yorumlar üretim sürecini etkiliyor mu? Dikkate alıyor musun?
Olabildiğince almamaya çalışıyorum. Ama bazen, bazı geceler manyak gibi her şeye de açıp bakıyorum. Oradaki YouTube yorumlarına da bakıyorum, Ekşi Sözlük’e de bakıyorum. Ama bunu çok da sık yapmıyorum. En son ne zaman yaptığımı hatırlamıyorum. Çünkü çok hakim değil de dinleyiciler bizim yaptığımız şeye. Yani ben belki on sene önceki hissimi yazıyorum şu an ya da bir arkadaşımın yaşadığı bir şeyi yazıyorum ama dinleyicilere göre her şeyi biz yaşıyormuşuz, söylüyormuşuz gibi aslında; biz de bu kontrolde olmak zorunda değiliz. Yine de tabii bir tavrı korumaya çalışıyorum. Ama bu da “En çok dinlenen şarkım neymiş bakayım, ona yakın bir şeyler üretmeye çalışayım” değil. İçimden ne geliyorsa yapıyorum. Sadece böyle lansman konserinde de şaşırdığım gibi mesela, insanların konserdeki kadar ilgisini hissetmedim mesela ben sosyal medyada ya da bilmiyorum çok analiz etme gücüm yok belki. Lansmanda anladım yani; geçmiş bir şeyler insanlara, albüm anlaşılmış. Bir de ben konser adamıyım yani daha çok. Böyle çıkayım sahnede, etkileşimle anlarım, işte gözlerinin içine bakarak anlıyorum.
Şarkı yazdığında hemen birine çalmak, dinletmek istiyor musun?
Onu bir ara yakın arkadaşlarıma çok yapıyordum. Sonra böyle istediğim reaksiyonları alamayınca… Ne bileyim, sen heyecanlanıyorsun, gönderiyorsun işte üç gün sonra yorum yapıyorlar falan.
Mesela gitarınla hemen yakında birine çaldığın oluyor mu?
Oluyor tabii canım. İşte üstünde çalıştığım iki şarkı var, hemen Yazın’a (Yazın Kaçan) onları çaldım mesela: “Şöyle yapıyorum. Sözleri şöyle oluyor.” diye. Ama o etapta çok paylaşımı çok tercih etmiyorum. Yani bir yere kadar getirdikten sonra paylaşıyorum.
Mesela senden çıkıyor ve “Hemen birine çalayım, birine dinleteyim.” gibi bir şey geliyor mu içinden? “Bitirdim galiba” gibi…
“Bitirdim.” diyorsam dinletiyorum, ama yorumlar birazcık etkiliyor. O yüzden hani mesela Mert’e gönderdim 1-2 şarkı mesela, “Ya abi hani, emin olamadım.” falan dedi. Şu an çok iyi gidiyor şarkıların dinlenmesi.
Ben de anneme babama hemen dinletiyorum. Hemen gidiyorum çalıyorum böyle.
Ya annem babam hiç tarafsız olamıyorlar. Yakın arkadaşlarım tarafsız olamadıkları için göndermiyorum onlara. Çünkü hani senden geldiği için “Bilmiyorum, güzel ya” falan oluyor. “Burası böyle olsa, şurası şöyle olsa” yorumları da bazen canımı sıkıyor benim. O yüzden bugünlere sizin sayenizde gelmedim ben yakın arkadaşlarım. (Gülüyor) Ama Yedinci Ev tarafından Hazar ile Turgay’a gönderiyorum. Böyle 1-2 dokunuş yapılacaksa beraber yapıyoruz. Bazen hakikaten benim farkında olmadığım ya da tıkandığım yerlerde… Çünkü gerçekten insan ürettiği bir şeye, büyük enerjiyle gelip paylaştığı bir şeye birisinin gelip kafa göz dalarak yorum yapmasını kaldırmak çok kolay bir şey değil. Böyle benim enerjimin düştüğü oluyor.
Benim YouTube yorumları okurken oluyor bazen böyle.
Yani işte öyle olursa hiçbir şey yapamıyorsun, anladın mı? O zaman mesela kime göre yapacaksın? Mesela müzik zevkine çok güvendiğin bir arkadaşın vardır, ama senin hedef kitlen değil yani o. Şunu öğrendim biraz da: istediğimi alıyorum yorumlardan. Bir yer var mesela, özellikle “Burası nasıl olmuş?” demiyorum. Genel dinletiyorum, orayla ilgili bir şey söylüyorsa onu alıyorum dikkate…
“Genç nesillere deneyimlerimi aktarmak istiyorum”
Önündeki planını yaptığın yeni şarkılar var mı, konserler var mı; yoksa tatil, dinlenme kafası mı? Senden bir ipucu alalım.
Bu sene içerisinde iki şarkı daha yayınlamak istiyorum solo tarafta. Yedinci Ev’e de albüm hazırlıyoruz, orada sekiz şarkı var üzerine çalıştığımız şu an. O ama herhalde önümüzdeki seneye kalacak. Valla tatil… Yani muhakkak yaparım. Ben Mersin’de büyüdüğüm için her yaz kesin bir deniz görmem gerekiyor, bir Ege’ye Akdeniz’e bir yere gidiyorum. Ama tatilde sürekli tatil yapıyormuş hissiyatı da rahatsız ediyor beni. Biraz konserler var, Mayıs sonunda biraz yoğun. Muhakkak bir ara giderim. Ama yeni şarkıları da böyle çok da geç bir tarihe kalmadan… Eylül diğeri de işte Kasım gibi sanki. Öyle bir şeyler düşünüyoruz. Sonra yeni yıl başında da büyük ihtimalle Şubat’ta falan herhalde Yedinci Ev albümü çıkar.
Gerçekleşmesini istediğin bir hayalin var mı? Buna doğru çalıştığın -ya da çalışmadığın- ama hakikaten “Şu olsun ya hayatımda” dediğin bir hayalin…
Bizim nesilde böyle birbiriyle yardımlaşma daha fazlalaştı, bizden önce pek yoktu. Biraz “Kim ne yapıyor?” durumu vardı. Ben hep söylüyorum mesela: Rock star nasıl olunur bilmiyoruz, tamam mı? Rock starlarımız çünkü çok demeç vermeyen, çok röportaj yapmayan, çok böyle yakınına dibine girmezsen o hayatın nasıl olduğunu bilmediğin; bir de zaten bir elin parmağını geçmeyen sayıda, hani sektörel olarak. O yüzden ben biraz daha deneyimlerimi aktarmak istiyorum, hani ne yaşadıysam. O yüzden böyle konserlerde, özellikle enstrüman çalan, gitar çalan arkadaşlar gelip bir şeyler soruyor ya da işte kendini anlatıyorlar. Biraz daha konserlerde özellikle sıcağı sıcağına -sosyal medya soru-cevap değil de- daha alandayken konuşmayı, sohbet etmeyi, deneyimlerimi aktarmayı istiyorum. İleride sağlığım el verdiği kadar bu işi yapacağım çünkü, en iyi anladığım iş bu hayattaki. O zaman da sürekli böyle birilerine bir şey anlatıyor durumda olmak istiyorum kendimi.
Meet-and-greet gibi mi yani?
O da olabilir. Ama workshop tadında da değil bahsettiğim şey. Daha böyle hayatın içerisindeki deneyimler. Onun dışında tabii ki bolca konser. Çünkü ben konser insanıyım yani bu artık aşırı net. O yüzden olabildiğince güzel, sıcak sahneler. İşte yenilikçi olmaya çalışıyoruz sürekli. Ben kendi tarafımda da, grup tarafında da “Bu konserde yeni ne verelim?”, “Ne yapalım kendimizi geliştirmek için?” diye uğraşıyoruz, düşünüyoruz. Olabildiğince oyunun içinde kalmak aslında en büyük hedefim.
EMİR TAHA İLE KÖKLERE YOLCULUK
Röportaj: İdil Meşe
Fotoğraf: Hasan Kuyucu Stilist: Dilara Kırşanlı
Londra’da yaşayıp üretimde bulunan ve yakın zamanda Universal Music Group ile yolları birleştirmiş, neslinin yenilikçi şarkı yazarlarından Emir Taha ile iki müzisyen sohbet ettik. Emir’le yeni teklisi Kalp Çare Arar’ı konuşurken, müzikal dünyasının yanı sıra, gündelik hayatında nasıl biri olduğuna dair ipuçları da keşfettik.
İdil Meşe: Kalp Çare Arar’ı dinlemek çok keyifliydi. Türk müziğini biraz lo-fi, biraz da çağdaş trip hop alt yapısıyla harmanlayıp çok kültürlü ve çok katmanlı bir prodüksiyon ortaya koydun. Sound günümüz müziğine göre oldukça organik duyuluyor. Hatta verse’lerde Hint müziği tınıları bile duydum. Şaşırtıcıydı. Şarkı yazım sürecinde Pablo Bowman ve Sia, Diplo, Labrinth gibi isimlerle de çalışan Detonate ile çalışmışsın. Şarkının son haline geliş yolculuğunu ve stüdyo sürecini, birlikte çalışma deneyiminizi merak ediyorum. Şarkılar nasıl bir ortamda ortaya çıktı?
Emir Taha: Hint etkisini kimse belirtmemişti, ben de o kulakla dinleyeceğim şimdi (güler). Parça şu şekilde çıktı. Pablo, ben ve Detonate üçümüz yazdık bu şarkıyı. Ben şu an Brixton’da yaşıyorum ve buradaki evimizde üçümüz beraber yaşıyoruz. Ben Pablo, Jay Moon ve Danny, dört müzisyen bir evde yaşıyoruz. Üst katta da, çatı katı, küçük bir ev stüdyomuz var. Geçen Temmuz bir gün bir session’ımız oldu, Detonate geldi. Daha önce de çalışmıştık onunla, Part 1’deki Cold parçasını beraber yapmıştık. O sırada da, şu an bakıyorum hatta, odamda bir bağlama vardı. Aslında Kuzey Londra’da bir bağlama atölyesi buldum. Orda Aydın abi ile tanışıp bayram seyran zamanlarında ona gider oldum, ailesiyle de tanıştım bu zamanlarda özellikle, çok iyi geldi. Beraber bağlama yapıyoruz, aynı zamanda çalmayı da öğretirken, ordan gelişen bir ilgi oldu. Odamda duran bağlamayı da o ödünç vermişti. Session günü bağlamayı görünce yukarıya çıkarayım belki şarkılardan birine girer diye düşündüm. Pablo gitarı eline aldı, ben bağlamayla o riff’i çalmaya başladım, bütün şarkı riff’in etrafında oluştu diyebilirim. Detonate Labrinth’le sıklıkla çalışıyor, ikisi bana şunu anlatırdı. Londra’da Türk komünitesi oldukça büyük olduğu için, ikisi de küçükken Kuzey Londra’da yaşıyorlarmış ve beraber büyümüşler, ve Türk müziğini çok dinlemişler bu süreçte. O yüzden Detonate’in de öyle bir bağı var. Anadolu rock ve Anadolu psych’ın çok seviyor, büyük fanı. Öyle olunca ben ona bazı şarkılar dinletiyordum, bir tane loop pack buldu, Anatolian groove’la, o onu yükledi arkaya ve synthesizer’a geçti, ben bağlamada, Pablo gitarda, şarkı melodisi yavaş yavaş oluşmaya başladı.
İdil: O halde öncelikle şarkının alt yapısı ortaya çıkmaya başladı, sonra sen üstüne söz yazdın. Bir grup sinerjisi oluştu.
Emir: Kesinlikle. Ben genel olarak yalnız olduğumda fikirleri yazarım, sonra stüdyoya götürürüm. Ama genel olarak o fikirleri hep B planı, yani beni düştüğümde kurtaracak bir net olarak görüyorum. Fikirlerimi hem telefona, hem deftere not alıyorum.
“Klipte, baskı ve kaybolma hissini vermek istedik”
İdil: Peki kalbin en çok neyin çaresini arıyor? Şarkının hikayesini yazarken neyden ilham aldın, hangi duygularda gezindin?
Emir: Yazdığım zaman, vize başvurusu zamanlarında, artık his olarak zaten buraya artık zincirlenmiş olma hissi vardı üstümde. Belki pasaportum olsa o an kafam hemen gitmezdi Türkiye’ye ama yine de o his, sanki burada kaldım hissi, o zaman dinlediğim şeyler, tabi gurbet türküleri falan dinliyorum ama belki o acının onda birini bile çekmiyorum, o gurbet yarasına bakınca, onların ne kadar derin şeyler olduğunu, ben de yeni yeni anladım bu süreçten sonra. Evimi, arkadaşlarımı, ailemi çok çok özlediğim bir dönemdi, biraz duygularımda kaybolmuş hissediyordum. Burada çok anlaşılmıyor hissediyordum. Burada sonuçta yaşadığım arkadaşlarımla ana dilimi konuşmuyorum. Öyle olunca tam anlatamıyorum ve tam anlaşılamıyorum, artık enerjimin bittiği zamanda tutunma çabasından ilham aldım diyeyim. Hani yüzüne bir gülüş koyup aslında hayata devam etme, bi şekilde ilerleme.
İdil: Bu gerçekten böyle, ben de mesela New York’ta yaşarken böyle hissetmiştim. Daha önce Almanya’da yaşıyordum ve bir zamanlar da Kuzey İrlanda’da ama o zamanlar böyle çok eğleniyordum, keyifliydim. Ne zaman ki insan zorluğa düşüyor, uzun süre kalması gerekiyor, o dönüşüm sürecinde hakikaten birçok duygu ortaya çıkıyor ve gerçekten anlattıklarınla çok bağlantı kurdum. New York’a gidene kadar hep İngilizce sözlü şarkılar yazıyordum, New York’tan sonra full Türkçe şarkılar yazmaya başladım.
Emir: O kadar ilginç ki mesela bunu söylemen! Ben de geçen bunu söyledim burada. Kalp Çare Arar aslında çok trajikomik bir olay çünkü ben buraya geldim ve Universal ile imzaladım işte ve herkes benden artık Avrupa-centric şeyler bekliyor, ben ise yüzde sekseni Türkçe, bağlamalı bi parçayı Single yapıyorum.
İdil: Stratejik olarak mı yapıyorsun bilmiyorum ama YouTube kanalında çoğunlukla ses kayıtlarını paylaşıyorsun, audio dosyaları var genelde ve son şarkında oldukça dikkat çekici görsel bir dile sahip bir kliple dinleyicilerinle buluştun. Kalp Çare Arar’ın klip sürecinden bahsedebilir misin?
Emir: Ben genel olarak görsel dünyamda, her şeyde biraz kontrol sahibi olmak istiyorum. Özellikle burada çalıştığım, Türkiye’de değilim şu an, Londra’da çalıştığım insanlarla da genel olarak kültürümü içine eklediğim videolar yapıyorum. Kalp Çare Arar’da böyle değildi, o yüzden daha rahat hissettim ama diğer videolarda kültürü masaya getiren kişi tek ben olduğum için, orada çok daha tedbirli olmam gerekiyor. Özellikle sevdiğim yerlerini getirmem gerekiyor, bunun sorumluluğu full bende oluyor, orda kesinlikle zorlanıyorum çünkü bensiz de olmasını istemiyorum projenin. Bu klipte biraz daha rahattım çünkü aslında vermek istediğim duygu belliydi. Duygularımda karmaşık olma durumu, video’da aynı literal meaning olarak değil de, biraz daha aslında ben kulüpteyim, bir yerden bir yere gidiyorum ve belki anxiety’lerim, insecurity’lerim durmadan beni avlamaya çalışıyor. O baskı, kaybolma hissini vermek istedik. O şekilde oluştu. Freddie Wright adlı bir yönetmendi çalıştığımız.
İdil: Daha klipler yapacak mısın yoksa daha böyle audio release gibi mi gidecek? Başka görsel projelerin var mı?
Emir: Kesinlikle, kesinlikle var. Covid zamanından dolayı elimden geldiğince bir şeyler yapmaya çalıştım, belki görmüşsündür. Kendine Gel’i falan, hatta karantinada evimde Instagram’dan bir video yapmıştık, elimden geldikçe yapıyorum fırsatım oldukça. Seviyorum çünkü müziğin etrafında bir şeyler üretmeyi. Belki daha çok visual olarak enteresan şeylerle dolu, storyline’sız videolar olabilir, estetik olarak daha ilgi çekici olan. Ama kesinlikle daha fazla videolar gelecek.
İdil: İngiltere’de yaşayıp müzik üretmek nasıl bi yolculuk? Zorlandığın zamanlar oluyor mu diyeceğim ama oluyormuş, ama iyi ki dediğin anlar da oluyordur heralde. Oradaki deneyiminden bahsedebilir misin?
Emir: Tabii, gerçekten dünya insanı gibi hissettiğim nadir yerlerden biri burası. Zaten binlerce kültürün olduğu yer, zaten yaşadığım yer Brixton, 60’larda Karayipler’den gelinmiş, inanılmaz bir kültür oluşmuş, her tarafta kültür olan bir yer. Mesela ben Amerika’da da yaşadım iki sene, kendim için değil, başkalarına şarkı yazdığım bir dönem oldu. Londra’da evde gibi hissettiğim kadar hiç hissetmedim Amerika’da. Çünkü burada dediğim gibi bağlama atölyesine gidebiliyorum, burada bir komünite var, evimde gibi hissedebileceğim. Biraz Berlin’e benziyor bir bakıma, o yüzden Londra’yı çok seviyorum, müzik yaptığım, 18 yaşından beri stüdyoya girdiğim arkadaşlarımla şimdi beraber yaşıyorum. O yüzden burası ev gibi oldu diyebilirim bir bakıma.
“Korkmamalı insanlar denemekten. Çünkü bu musluk gibi bir şey. Açtığınızda ilk çamurlu su geliyor akıyor akıyor, sonra berraklaşıyor ama herkesin çamurlu suyu bir çıkarması gerekiyor. O yüzden yazmaya devam.”
İdil: 20’li yaşlarının başında müziğinden bahsettirmeyi başardın, devam da ediyorsun. Kendi şarkılarını yazıp söylemeye başlamış, yayınlamaya karar vermiş ve müziğini global sahneye taşımak isteyen sanatçılara kendi deneyiminden yola çıkarak neler önerebilirsin?
Emir: Şöyle, benim için mesela gözümün açıldığı bir an vardı, o an da Kendine Gel’i yazdığımız gündü. Kendine Gel gününde ben şöyle dememiştim, ya hadi Türkçe de, İngilizce de koyalım böyle olsun, bugünkü session gibi bir karar alarak girmemiştik işe, aslında ben sanki yıllardır Türkçe söyleyeceğim yerlerde kendime geçişi bloke edip İngilizce söylüyordum ya da bu şarkı tamamen Türkçe olmalı diyip kendime kurallar koymuştum. Kendilerine geçişlere izin vermelerini tavsiye edebilirim. Hiçbir şeyden korkmamayı… Mesela şu an atıyorum, nazar boncuğu diyelim. 10 sene önce aslında ne kadar babaanne, dantel bir unsur gibi görülüyorken, şu an aslında popüler kültürün çok büyük bir parçası oldu “evil eye”. O yüzden aslında bazı şeylerden, üzerindeki algıdan yola çıkmayıp, kendin ne düşünüyorsun bununla ilgili, bunu sorgula. Sana garip gelen şeyleri de yap, her köşeyi dene ve bir yerde o doğru hissin geldiği zaman, onu daha çok yap diyebilirim yani tavsiye olarak. Ama korkmamalı insanlar denemekten. Çünkü bu musluk gibi bir şey. Açtığınızda ilk çamurlu su geliyor akıyor akıyor, sonra berraklaşıyor ama herkesin çamurlu suyu bir çıkarması gerekiyor. O yüzden yazmaya devam.
İdil: Seni daha yakından tanımak isteyen bir insanla bir gün geçirecek olsan, nerelere götürürdün, ne yapardınız birlikte?
Emir: Neler yapardık ya açıkçası bu aralar hayatım o kadar sıkıcı ki birilerine ne gösterirdim bilmiyorum, tek yaptığım şey müzik şu an. Dışarı falan da çıktığım yok. Stüdyoya davet eder, güzel bir yer ayarlardım ona. Büyük ihtimalle büyük zamanı stüdyoda geçirirdik. Burada bir bilardo pub bulduk, her akşam gittiğimiz, oraya giderdik, güzel bir bilardo oynardık. Londra’da olsak Gordon’s Wine Bar diye bi yer var gittiğim, oraya giderdik belki bir şarap içerdik. Yemeğe de Green Lanes’e gidip Antepliler restoranında güzel bir yemek yerdik.
İdil: Harikaymış. Turkish London experience!
Emir: Aynen öyle! O kadar ilginç ki ben olsam buraya hiç geldiniz mi bilmiyorum ama burada Green Lanes’de Türkiye’de hiç görülmemiş şeyler de var. Antepliler restoranında mesela bir tarafta kebap, bi taraf sırf döner ve bi taraf sadece künefe odaklı, orda sadece künefe yiyorsun.
View this post on Instagram
İdil: Şarkılarının yanı sıra imajın da aslında dinleyicilerinin çok beğenisini topluyor, hem sokak stiline hakim bi imajın var, etnik detaylarla tamamlıyorsun. Gardrobunda olmazsa olmazın nedir?
Emir: Söyleyeyim, Go to outfit’im tamamen şu. Kanada’da ikinci el bir kayak giyim mağazasında bulduğum bol bir siyah eşofman altım var, onu çok seviyorum çok rahat. Benim aslında “go to outfit’im” bu Kalp Çare Arar’ın kapağında olan şeyler. Siyah bucket hat’imi alırım, adidas sarı siyah ceketimi giyerim, işte tamam. O ben olurum yani.
İdil: Son zamanlarda kendi jenerasyonundan seni müzikal olarak heyecanlandıran sanatçılar var mı, kimlerdir bu kişiler?
Emir: Türkiye’den Ezhel’i çok seviyorum, umarım Berlin’e gittiğimde de görüşürüz onla ya da o gelirse buraya. Lin Pesto’yu seviyorum, başka yenilerden mesela Seda Erciyes’i seviyorum, o iyi. Rap’ten Baneva’yı ve Şam’ı seviyorum. Baby Keem’in bence yeni albümü çok iyi, Brockhampton’ı çok seviyorum, hatta bu akşam bir konserleri var ve bu akşam son konserleri, grup olarak ayrılacaklar, son konserlerini yapıyorlar. Belki gidebilirim, bakacağım.
Başka kim var… Bir tane yeni birini buldum, onu söyleyeceğim, telefondan bakıyorum ismine, sizler de hatta bakın artist playlist’i çok ilginç. İlginç bir ismi vardı. Yeule! Yeule diye birisi, 3 boyutlu dijital bir artist gibi ama aynı zamanda gerçek birisi. Yani sound dizaynı falan da çok iyi albümün, son albümünü dinleyin.
İdil: Prodüktör olarak beğendiğin kimler var?
Emir: Tainy diye birisi var LA’da, Rosalia ve The Weeknd’in yeni şarkısını produce eden.
İdil: Ne şarkı ya hakikaten.
Emir: Harika değil mi?
İdil: Ateş ediyor.
Emir: İnanılmaz. The Weeknd’in melodisi de ilginç yani o girişi falan, altyapısı da çok iyi. Hatta o yüzden Tainy’e Kalp Çare Arar’ı gönderdik çıkmadan iki ay önce falan, çok sevmişti. LA’ye gittiğimizde belki birlikte gireriz stüdyoya. Al Shux diye birisi var, çok seviyorum ama benim favori prodüktörüm Jay Moon ve hemen aşağı katımda.
İdil: Dünyada herhangi bir müzisyenle bir proje, işbirliği yapma şansın olsaydı bu kim olurdu?
Emir: Kendrick diyorum.
“Barış Manço bana çok ilham ve heyecan veriyor”
İdil: Müzik yolculuğunu en çok etkileyen, daha çok üretmeye teşvik eden bir anını paylaşabilir misin? Geçmişini düşündüğünde, böyle “bu beni etkiledi” dediğin bir müzikal bir olay?
Emir: İlk başta beni müziğe yönlendiren, bunu rahatlıkla söyleyebilirim, Barış Manço. Gerçekten benim dinleyerek büyüdüğüm insan. Aynı zamanda bence Türkiye’den nadir sanatçılardan birisi çünkü onun sırf müziği, değil aslında düşüncesi… Müziğe, düşüncelerini aktarabildiği bi kanal olarak bakmış her zaman ve etrafında bir dünya kurmuş. Giyimiyle kuşamıyla olsun, şarkılarıyla, mesela şarkıları var ya kol düğmeleri, domates biber patlıcan, kendi kriterine kurduğu anlamlarla bir dünya sunuyor. Bana çok ilham ve heyecan veriyor, onları dinledikçe mesela şu an bile albümlerini dinledikçe yaa diyorum. Mesela 2023 albümünde “2023 yılında kaya gibi biri gelecek” diyo acaba diyorum o ben miyim… (gülüyor) Ben mi acaba ayak izinden yürüyorum onun falan filan. O bana çok ilham veriyor diyebilirim. Her dinlediğimde küçüklüğümden beri çok heyecanlandırıyor ve müzik yapmaya teşvik ediyor beni.
İdil: Emir Taha dinleyicilerini yakın gelecekte ne bekliyor?
Emir: Yakın gelecekte yeni müzik bekliyor. Bu arada vizemin çıktığı haberi geldi, elime ulaşacak kartım, o yüzden ay sonu Türkiye’ye geliyorum. Şey istiyorum, formatını henüz bulamadım, nasıl yaparım bilmiyorum ama sadece ben ve gitar, insanlarla buluşup küçük show’lar yapmak ama show demek istemiyorum ismine. Sadece beraber olabileceğimiz böyle yerler diyeyim. Şimdiye kadar olan her şeyi ben bir ekran üzerinden gördüm. Şarkılar çıktığından beri bir kere bile duymadım, şarkının adını veya birilerinin nasıl işte bağlandığını ona. Bir çiğ köftecide duydum İstiklal’de. O an bir mutlu oldum ama tek isteğim şu an en yakın zamanda insanlarla buluşabilmek, bağlanabilmek, küçük show’lar. Haziran’da belki yavaş yavaş festivaller… Bu yaza doğru Türkiye’de büyük bir show da yaparız diye tahmin ediyorum.
SEDA ERCİYES İLE YÜKSEK İRTİFADA SEYREDİYORUZ
3D: Afterwork
Röportaj: Merve Evirgen Video: Gizem Günkal | 26 Ağustos 2021
Onu anlatmaya, övmeye yetecek kelime haznem yok benim sanırım hâlâ. Yerli R&B’nin divası, her biri dillere pelesenk olan single’larına bir yenisi olan Petrichord prodüksiyonu “Uçak”ı yeterince iyi olması yetmezmiş gibi bir de Afterwork işbirliğiyle gaming estetiğinde bir paketle yayımladı. Bu muazzam işbirliğinin lansmanı da callinghouse’ta gerçekleşti, bize de meyvelerini yemek ve Seda ile Afterwork’e merak ettiklerimizi sormak düştü.
Seda, seninle yollarımızın burada tekrar kesişmesi ne şahane oldu. Klasik başlayalım, bize biraz “Uçak’ı anlatsana, şarkının hikâyesi nasıl ortaya çıktı, Afterwork ekibiyle bu şahane gaming klibi fikri nasıl doğdu?
Uçak’ın hikayesi ‘10:50’nin yakınlarında bir yerlerde ve ‘Başa Sarıp Dur’un devamı gibi de aynı zamanda. Yine uzak mesafedeki bir kişiye sesleniyorum, yine insan zihnine çeşitli referanslar veriyorum. Geçen sene karantinanın başında oyun dünyasına girdim, yeniden gamer oldum. Bunlar özellikle metagaming, 2000’ler oyunlarıydı. Bu arada zaten 5 yıldır bir oyun şirketinde çalışıyorum, bağımsız bir müzisyen olarak kendime bu şekilde destek çıkıyorum. Ve işim sebebiyle de kulağıma çalınan birkaç terim vardı. Bunlardan biri ‘kullanıcı bazlı deneyim’, diğeri de ‘gamification’. Bunlarla bol bol haşır neşir olan, oyun aşığı biriyim. Bu ilgimi ve işimin bu kısmını yaptığım müziğe nasıl entegre edebileceğim sorusu düştü aklıma. Ben kimim? Bir müzisyenim ve bir yazılım şirketinde çalışıyorum. Birazcık unity’de (komut dosyası yazmayı destekleyen çok yönlü bir oyun motoru) çalışmaya başladım ama benim yapabileceğim bir alan olmadığı için işin uzmanlarıyla çalışmak istedim. Ve karantina sırasında, Afterwork’ün online gezilebilir sergisine denk geldim, hemen onlara ulaştım ve fikrimi anlattım. Çok uzun zamandır, hem bir yandan interaktif bir videom olsun istiyordum hem de aynı zamanda, oyunlaştırılmış bir müzik videosu da… Yani aslında tam olarak istediğim, her izleyenin bu oyunu oynayarak aslında kendi müzik videosunu çekmesi fikriydi. Ve ortaya çıkan iş, tüm bunların harmanlandığı güzel bir projeye dönüştü. Oyunun konsepti 2000’ler, metagaming ve biraz da Lara Croft’a gönderme oldu… Bir de yine oyunun evreninde geçen, video klibin açıklamasından erişebileceğiniz, masaüstünde oynanabilen bir oyunu var. YouTube’da bir gameplay’i ve aynı evrende geçen, her oyuncunun scoreboard’da kendi skorunu yazabileceği bir oyun bu.
Mert Demir, FlyTones, ve şimdi de Petrichord… Ülkede olan iyi ne varsa hepiniz yan yana gelmişsiniz gibi. Hadi tamam iyi müzik birbirini çeker de, bu kadar insan nasıl aynı düzlemde buluşabiliyor / anlaşabiliyorsunuz?
Hepimizin öncelikle insan olarak aynı sayfada buluşması ve sonra bu buluştuğumuz noktadan müziğe yaklaşımımız benim için çok önemli. Hangi seviyede olup olmadığıma göre beni yargılamayan insanlar olmalı etrafımda, müziği müzik için seven insanlar olmalı bu kişiler… Böyle olunca da kimyamızın tutması ve beraber çok rahat bir şekilde iş yapmamız kaçınılmaz.
Müzik kariyerine caz vokalisti olarak başladın, şimdi gerçek bir R&B divasısın. Gelecekte başka türlerde işlerini görmemiz muhtemel mi sence?
Güzel yorumun için çok teşekkür ederim, daha başka türlerde denemeler yapmayı çok istiyorum. 2020’lerin, sanatçıları daha da özgürleştirdiğini düşünüyorum. Artık tek bir tarzda üretmek zorunda değil hiç kimse. Müzisyenin beslendiği şey neyse, onu kendi tarzıyla bütünleştirip bir sürü şey deneyebilir. Örneğin, caz armonisinde beni besleyen şeyleri gerek R&B’ye, gerek hip-hop, gerekse ileride belki elektroniğe yedirmek hoşuma gidiyor. O yüzden de mutlaka daha farklı tarzları denemek isterim.
Tam da seni onlarca konserde izleyebilecekken pandemi belası girdi hayatımıza. Yavaş yavaş yaralarını saracak gibi müzik sektörü, senin konser planların var mı önümüzdeki sezonda? Artık seni sahnede şöyle bir doya doya izleyebilecek miyiz?
Konser planlarım tabii ki var, hep hayal ettiğim gibi… Hem bir yandan eskiden çaldığım ekibimle şarkılarımın orkestra versiyonlarını, bir yandan da daha küçük bir ekiple, bir DJ veya bir DJ ve bir enstrümanla da daha elektronik bir altyapı üzerine sahne koyduğumuz planlarımız, projelerimiz var.
Mühendis kimliğin yaşıyor mu hâlâ, birbirinden çok uzak gibi görünen iki “mü” bir arada nasıl varoluyor sende?
Her yolun başındaki müzisyen gibi benim de finansal olarak kendimi beslemem lazım. Benim için bunun yöntemi mezun olduğum mühendislik alanı oldu. Şanslıyım ki birlikte çalıştığım insanlar Türkiye’de müziğe en sıcak bakan, en özgürlükçü insanlar. İleride, yazılımla müziği birleştirecek projelerde daha da çok bulunmak istiyorum. 9-5 çalıştığım için devamlı içinde bulunduğum ve duyduğum terimler oldu dediğim gibi ve onları hayatta yapmaktan en çok zevk aldığım şeyle, müzikle birleştirebildim. Artısı eksisine bakarsak; zorluğu şu ki ben de artık tamamen müziğe kanalize olmak ve tam zamanlı bir müzisyen olmak istiyorum ve hiç bölünmek istemiyorum.
Dünyada hip-hop ve R&B’nin yükselişi el el gitse de Türkiye’de maalesef tek 1 tanesinin milyonları salladığını görüyoruz. Yerli R&B’nin sence niye bu kadar az örneği var? Veya şöyle soralım, acaba alıcısı mı yok?
Bence yavaş yavaş o da ana akıma girmeye başladı. Yani müzisyenler –özellikle rapçiler- bestelerini yaparken daha melodik sözler tercih etmeye başladılar. Belki altyapıda, bestede daha karmaşık hareketler olduğu için olabilir, bilmiyorum. Ama birkaç sene önce trap için veya ondan önce başka türler için de böyle düşünüldüğünü göz önüne alırsak eğer, R&B’nin de yavaş yavaş gelip yerleştiğini ve daha çok kitleye ulaşacağını rahatlıkla söyleyebilirim.
Bir röportajın en klişe sorusu olsa da takipçilerin de cevabını her zaman en çok merak ettiği o soruyu soralım. Yakın dönem, geçmiş dönem ilhamların neler, bu aralar kimleri dinliyorsun?
Bir ‘tiktoker’ olduğum için aşırı derecede Doja Cat dinliyorum; son albümü mükemmel bir albüm. O da son albümünde benim en sevdiğim albüm tarzını yaptı ve bir sürü değişik türü kendi Doja Cat yorumuyla uyguladı. Genelde güncel kalmaya çalışıyorum, R&B yapıyorum diye sadece R&B de dinlemiyorum elbette. Charlotte Day Wilson’ın çok beklediğim albümünü dinliyorum. Bir de Hiatus Kiayote’nin son albümü bence mükemmel. Hem bir müzisyen hem de bir vokal olarak bunlar ve benzerlerini dinlemek ve oralardan beslenmek benim için çok önemli.
“Uçak”ın müzikal evreninin geri kalanında yatan her şeyi, oyunundan klibine, artwork’ünden 3D modellemesine kadar üreten ekip ise İstanbullu taze kreatif stüdyo Afterwork. Gelin biraz da onları daha yakından tanıyalım.
Afterwork kimdir, nedir, ne yapar? Biz çok severek yakından izlesek de siz, sizi tanımayanlara kendinizi nasıl anlatıyorsunuz?
Afterwork aslında bizim -Sude Belkıs ve Yasin Arıbuğa- tam zamanlı çalıştığımız iş dışında yaptığımız projeleri hazırladığımız bir çatıydı. Sergilerle başladı, video klip, fotoğraf çekimleri ile devam etti. Sonrasında daha fazla projeler gelişti ve birlikte çalıştığımız arkadaşımız Yağmur Güçlü de ekibe eklendi. Ama aslında biz tasarım stüdyosuyuz. Freelance ve proje bazlı marka ve ajanslarla çalışıyoruz. Çevremizde yetenekli arkadaşlarımız var ve projeye göre ekibi genişletiyoruz. Uçak projesinde aramıza oyun yazılımcısı Toprak Fırat da eklendi. Multidisipliner bir yapımız var fotoğraf, video, animasyon, AR filtre, içerik üretimi, grafik tasarım gibi elimizden ne gelirse üretiyoruz.
Kanımca son yıllarda kreatif sektörün başına gelmiş en güzel, en orijinal, en heyecan verici kolektiflerden birisiniz. Yaptığınız işlerin yarattığı değeri anlayan isimlerle / markalarla / kurumlarla nasıl bir araya geliyor, projeleri nasıl seçiyorsunuz? Bir inşaat şirketiyle de çalışır mıydınız örneğin?
Çok teşekkürler bu güzel sözler utandırdı! Aslında her yaptığımız şeyi yayınlamıyoruz sadece güzel olanları görüyorsunuz. Sonuçta bir şirketiz ticari kaygılar maalesef var. Ama reddettiğimiz işler de oldu tabii. Aslında markalar, şahıslar ya da ajanslar bize ulaşıyor brief doğrultusunda ne gerekiyorsa yapıyoruz. Ama Uçak projesini bu ticari kaygıdan ayrı tutuyoruz. Çünkü zaten yapmak istediğimiz bir şeydi ve Seda bundan bahsettiğinde biz de bu vizyona sahip biri olsa da böyle klip istese gibi halihazırda bekliyorduk.
İsminizin anlamı bence Afterwork’ün temellerinin hepinizin başka işlerde tam zamanlı çalışırken yaptığınız bu kreatif işleri ancak “işten sonra” yaptığınız günlerden geliyor. Öyle mi, nedir hikâyeniz?
Evet aynen öyle. İsmin hikâyesi aslında kuruluş aşamasında tam zamanlı işlerimizden kalan vakitte bir şeyler üretmekten geliyor. Bir de fun fact: tam da isim ararken Yasin’in giydiği tişörtte “afterwork” yazıyordu. Aslında onu görünce dedik ki bu işte biz!
Pandeminin başındaki gezilebilir çevrimiçi serginiz “New Normal” o kadar çabuk ve o kadar heyecan verici çıktı ki ortaya, bütün o belirsizlik ve karanlık içinde siz nasıl var edebildiniz bu güzelim projeyi? Sanırım siz de çalıştıkça, ürettikçe hayata tutunabilenlerdensiniz.
Pandemi başlayınca karantina dönemine girdiğimiz ilk haftada biz “temas” sergisini yaptık aslında. Büyük ilgi gördü ve daha fazla sanatçıyla daha büyük, oyunlu bir sergi yapabiliriz dedik. “New Normal” o şekilde oluştu. Zorlu bir brief olarak gördük karantina dönemini. Bizim işimiz buydu ve aslında en kötü durumda bile ne yapabileceğimizi görmek istedik.
Görebileceğimiz güncel işleriniz, veya tüyosunu alabileceğimiz gelecek sürprizleriniz var mı?
AWshop print satışlarımız başlayacak yakın zamanda. Onun dışında yine çalışmaya devam. Bizi takip edin!
Müzik: Arsan Salaryfar & Seda Erciyes
Söz: Seda Erciyes
Prodüktör: Petrichord
Mix ve Mastering: Adham Farid, Arsan Salaryfar, Gurur Gelen
Yönetmen/3D Artist: Yasin Aribuga
3D Karakter Tasarımı: Yağmur Güçlü
Proje Yönetimi: Sude Belkıs
Game Developer: Toprak Fırat
SELİM SÜME VE EZGİ BAKÇAY'IN ALELADE DİYALOĞU
Fotoğraf: Can Görkem
Röportaj: Ezgi Bakçay
Sanatçı Selim Süme ve küratör, yazar ve akademisyen Ezgi Bakçay, Süme’nin Versus Art Project’te açılan “Transit” sergisi vesilesiyle sohbet etti. Seçkideki çalışmaların gündelik, sıradan ve samimi hâli ikilinin sohbetine de yansıdı.
S.S: Bekle, Ne?
E.B: Her gün üzerinde çalıştığım bir şey ama bütün duyularımla çalıştığım bir şey Karşı Sanat. Sanırım ben bu yüzden bununla mutlu oluyorum. Yani belki de neredeyse bir sanatçının kendi enstrümanını bulmuş olmasının verdiği gibi bir tatmin.
S.S: Son derece dürtüsel ve gündelik değil mi peki bu?
E.B: Karşı Sanat’ta geçen başarılı bir gün yani daha çok güldüğümüz, daha çok birbirimizi dinlediğimiz, daha çok anlaştığımız ya da tartıştığımız bir gün bana “iyi bir işmiş” gibi geliyor. O kadar gündeliğin içine batmış bir yerde ki tüm anlamını Leyla Abla’nın pişirdiği çorbada bulabiliyor.
S.S: Ya da ekipten biri geliyor ve etrafı ne kadar dağıtmışsınız diyor. Kaos!
E.B: Evet evet! Hiçbir yerde yani ne evde ne de bir galeride ya da herhangi başka bir gündelik yaşam alanında olmayan bir tür duygusal ilişkimiz var. Çalışıyoruz birlikte ama bu çalışmaya benzemiyor, hatta bazen çalışmak için işe gitmiyorum. Karşı Sanat’ta sıradan bir gün onlarca misafirle sohbet etmekle geçiyor. O yüzden de tam da böyle. Ben de senin işlerinin bu hâle gelişini anlarken biraz kendi tecrübemi geri çağırarak düşündüm. Gündeliğin içinde parlayan mucizevi bir şey ama çok sıradan. Tonla işin ve ciddi tartışmanın arasında, en sevdiğimiz yemeğin kokusunun mutfaktan gelmesi kadar basit bir şey.
S.S: Bu çok kuvvetli. Anlaması hiç kolay değil ama bir yandan tanıdık geliyor aslında. Büyük ekstazi!
E.B: Bu görüntü denen şey ne? İmgeler boş zamanlarında ne yaparlar? Çalışmadıkları zaman işlevlerini görmedikleri zaman, tatile çıktıklarında, emekli olduklarında mesela. Hani böyle temel bir görevleri var ya, bir şeyi göstermek. Peki bu işlerinden azat edildikleri zaman aylaklık ettikleri zaman, özgür oldukları zaman nasıl bir şeyler yaparlar?
S.S: Yani yokluk, belki anlamsızlık… Hiçlik. Ne o bilmiyorum sanırım. Bir dönem bu sorulara uzun cevaplar vermeye çalıştım. Yüksek lisans tezim, yazdığım makaleler ve açmaya çalıştığım tartışmalar ile bu soruları defalarca kendime sordum. Şimdi sanatta yeterlik tezimde de kurcaladığım konular bunlar. Fotoğraf ve onun anlamlandırılması ilişki ağı. Temsil mekanizmaları. Ancak şu an da üzerinde çalıştığım ve sergilediğim iş bunların dışında daha dürtüsel bir yeri kaşıyor. Anı fotoğrafı. Balık çorbası gibi.
E.B: O kadar her şeyin bir manası varmış gibi ki, alelade şeyler görmek istiyorum mesela. Ahmet Güntan’dan bahsetmiştin geçenlerde. Onun işte o hamlık dediği şey, belki de birdenbire sizi buluşturmuş. Çünkü, hani…
S.S: İki şey var aslında. Bir tanesi Ahmet Güntan’ın kendine yazdığı manifesto diğeri de Anders Petersen’in röportajında söylediği bir cümle. Aslında bunlardan da öte onların şiirleri ve fotoğrafları. Anders ile bizi Halil Koyutürk tanıştırdı. Onların Stockholm’de kurdukları dünyaları çok aşırı ve etkileyiciydi. Eğlenceliydi. Dürtülere işaret ediyordu. Hamdı. Kışkırtıcıydı. Ahmet Güntan’ın şiirleri de aynı etkiyi yarattı bende. Tüm fotoğraf veya şiirler böyle olmalıdır değil bak. Bunu belirtmekte fayda var sanırım. Ayrıca 2013-2019 arası benim de fotoğrafın “oluşma ve temsil” şekillerini araştırdığım bir dönem oldu.
E.B: Yani ben sana bir şey söyleyeyim mi? O dönem olmasaydı bunlar bu şekilde çıkmazdı. Yani bu hamlığa ulaşabilmek için oradan geçmen gerekiyordu belki de. Yoksa şimdi hâlâ burada başka kompozisyonlar yapıyor falan olabilirdin.
S.S: Bunu ben de düşünüyorum. Gerçek bir şey sanırım. Ben de bütün fotoğraflar böyle olmalıdır demiyorum. Desem çok saçma olurdu zaten. Ama ben şu anda o basitlikten, hamlıktan, alelade olandan daha çok heyecan duyuyorum. Fotoğraf bir sürü alanda kullanılıyor, yazı gibi. Vesikalık da oluyor savaş fotoğrafı da, selfie de. Bir sürü yerde karşımıza çıkıyor ama en temelde bana en yakın ve sıradan gelen anı fotoğrafları oluyor. Düzensizliğin rastlantının içinde bir estetik arayış. Ham olmaya çalışan bir görsel dil, yeni bir medya kurmaya çalışıyorum. Hani basit görüntü falan diyorum ama sen geçenlerde bana bir tane şey yolladın. Bir Instagram hesabı. Necla diye bir teyzenin. Ne kadar gerçek bir hesap bilemem ve ilgilenmiyorum aslında. Aşırı rafine.
View this post on Instagram
E.B: Kadın aşmış durumda. Kelimeleri de işin içine dahil ediyor bu arada. İşte “detercan aldım” yazıyor ve domestosun fotoğrafını çekiyor mutfağın köşesinde ve gerçekten böyle sen buz kesiyorsun. Yani hiçbir şeyin olmadığı bir evrende ilk defa domestosla karşılaşmanın verdiği hazla korku karışık duygu. Necla Teyze rap yapıyormuş gibi…
S.S: Ben o anlamda kışkırtıcılığını çok sevdim. Kendi işimin içinde o kadar hamlığa daha ulaşmış değilim. Necla Teyze idolüm. Bak bu arada Ahmet Güntan’ın alt yazılar ve filmlerden sahneleri kurguladığı kısa video işlerini gördüm geçenlerde. Çok etkileyiciydi. Onlara bir bak Youtube’dan.
E.B: Yani evet, istediğim şey tam bu konuşmalardan sonra sergiye gidip bir fotoğraflarına baksam belki de konuştuğumuz şeyden farklı bir şey göreceğim gibi geliyor. Anı fotoğrafı diyorsun ama hani hiç kimse aslında işte teyzesini böyle hatırlamak istemez. Yani aslında tam olarak anı derken kastettiğin şeyi anlıyorum ama anı fotoğrafı dilinde de değiller. Hâlâ çağdaş sanatın dilini konuşuyorlar.
S.S: Neden biliyor musun? Şöyle yaptım çünkü, bunun bir sebebi var. Şimdi birkaç sene önce oğlum Kerem 4-5 yaşında falandı ve sonuçta ben fotoğraf makinesini elime aldığımda sürekli o da istiyordu makinayı. Bir oyuncak gibi küçük bir makina bu. Eğlenceli bir şey zaten fotoğraf çekmek. O makinayı aldığında neyi nasıl çektiğini gözlemledim uzun uzun. Çok basit ve kuralsız bakıyordu. Çok da düşünmüyordu. Ben de onun bakışını taklit etmeye çalıştım. Böyle söyleyince tabii kavramsallaşıyor ya iş, onu pek istemiyorum aslında. Onun baktığı gibi bakmaya çalıştım temelde. Çünkü onun dünyasında bir şeylerin güzel olması gerekmiyordu o zaman. Şeylerle kurduğu ilişkideki kurallar da tam oturmamıştı. Yani böyle bir dert yok. Mesela yukarıdan aşağı çekebiliyor böyle. Anladın mı? Bir şeyin dibine giriyor veya yere yatıyor oyuncağının fotoğrafını çekmek için. Senin güzel çıkmanla uğraşmadığı için. Bir şey çıksın yeter.
E.B: Ah, Evet! Bu arada şeyi konuşmamız lazım, Ahmet Güntan’ın sana cevabını.
S.S: Referansı açık açık vermek bana çok iyi geldi Ezgi.
E.B: Senin sanatçı özne olmaktan rahatsız olmana da cevap veriyor…
S.S: Evet, sanırım cevap veriyor. Bu sergi sırasında en gerçek tatmini sanırım Ahmet Güntan’ın bana yazdığı elektronik postada aldım.
E.B: İletişimine ulaşmış, ondan sonra sana cevap yazmış.
S.S: Evet, çok gerçek bir yaklaşım. Yaşadığımı hissettirdi. Bundan 17 yıl önce yazdığı bir şeyin birine bugün böyle bir kapı açması. Bundan dolayı iyi hissettiğini yazmış. Ne kadar samimi bir duygu yani bunu söyleyebilmek.
E.B: Ama hâlâ birine ilham verdiğini gördüğünde şaşırmış aynı zamanda da… Bir de hani onun o lafı da var ayrıca. “Dinleyin bir zahmet” diyor. Duymakla ilgili de kaygısı olan bir yerde.
S.S: Ben de “bakın bir zahmet” diyorum o zaman.
EVET CANLI, HAYIR DEĞİL.
Röportaj: Gümrah Şengün
Fotoğraf: Can Görkem Erhan Tarlığ
“Canlı ve cansız ayrımının bulanık olduğunu ve canlılığın cansızlıktan meydana geldiğini söylemek mümkün mü?” Merve Morkoç’un 5. kişisel sergisi “Evet canlı, Hayır değil.” bu sisin içinde öğrenilmiş ve ezberlenmiş kavramları form ve madde ilişkisi içerisinde sorguluyor. Küçük Mustafa Paşa Hamamı’nda Up Art Project‘in ilk projesi olarak devam eden sergide, Merve’nin pop-sürrealist çizgilerinin kişisel hikayelerinden ve yaşam perspektifinden ilhamla dönüştüğü çok disiplinli üretimleri yer alıyor.
Seni uzun zamandır takip eden biri olarak serginin yer aldığı Küçük Mustafa Paşa Hamamı’na girdiğim andan beri “Evet Canlı, Hayır Değil.”in çıkış noktasının duygusal bir yerden geldiğini hissediyorum. Bu sergiye dair her şey nasıl başladı diye sorsam, biraz anlatmak ister misin?
Aslında ben bu sergiye, sergiye hazırlanmak için hazırlanmadım. Ben hali hazırda günlük çalışma rutinim içinde üretiyordum. Sonra Gözde ile bir pop-up sergi fikrine yükseldik. O pop-up sergi araya corona salgını yasaklar vs ile ötelendi ve sonunda bir ayı aşkın bir süreye yayılmış büyük bir sergiye evrildi.
Jacques Monod’un bir alıntısını kullanıyorsun: “Evrende var olan her şey rastlantı ve zorunluluk ürünüdür.” Peki senin çalışmalarında sürece ve rastlantıya ne kadar yer var?
Monod, kitabında her fırsatta insanı bir Yaratıcı’nın kaçınılmaz bir niyeti olarak yerleştiren her dini doktrinin esasen karşıtı olan bir fikir olan, insan varlığında şansın rolünü vurguluyor. Ben bu yaklaşımı hayatın her detayında gözlemliyorum. Yaşamdan ölüme, bir çiçek tohumun bir kültüre dönüşmesine oradan fikire ve oradan tekrar maddeye dönüşmesine kadar budaklanmış ve öngörülemez bu akış benim atölyede çalışma disiplinime de yoğun bir şekilde sirayet etti. Akışın ritmine ve yoldaki sürprizlere açık olarak üretiyorum artık. Neredeyse yolu yürümeyi bıraktım, beni bir yerden bir yere götürmesine teslim oldum. Bu anlamda “rastlantı ve zorunluluk” benim için sadece sergideki işleri değil, serginin üretim sürecinden, kişisel yaşantıma kadar her şeyin özeti diyebilirim.
Heykellerinin hepsi ileri dönüştürülebilir malzemelerden üretilmiş. Bir de sergide kendi yetiştirdiğin kristallerin yer aldığı bir oda var. Sürdürülebilir ve biyo-esaslı malzemelerle çalışmaya ne zaman başladın? Bu konuda seni en çok heyecanlandıran şey nedir?
Sergideki işlerin sadece bir kısmı bio ve ileri dönüştürülmüş malzemelerden ürettim. Bunların çoğunluğunu heykeller oluşturuyor. Birkaç sene önce kişisel yaşantımla sanatsal pratiğimi, kritik prensiplere konu gelince birbirinden ayırdığımı farkettim bu da beni oldukça düşündürdü. Hayatının her noktasında “zarar verme” ilkesiyle yaşayan biri olarak konu sanat olunca oldukça vurdumduymaz ve kelimenin tam anlamıyla toksik adımlar atıyor olmam, biraz kendimden uzaklaşıp gözlemlediğimde bende büyük bir rahatsızlık yarattı. Bu da devamında bir seri soruyu ve malzeme deneyini beraberinde getirdi. Sanatsal pratikte sürdürülebilirlikten bahsedebilir miyiz? Sanat malzemelerinde toksik olmayan alternatiflere geçebilir miyiz? Bir heykeli yapmak yerine bir heykeli yetiştirmem mümkün mü? Milyarlarca yıldır bu dünyada yaşayan canlıların ortam adaptasyonu ve teknik ustalık ve dayanıklılarından kendime pratik nasıl çözümler çıkarabilirim? Bu sorular oldukça uzun apayrı bir röportajın konusu fakat sergide tüm bu kafa karışıklığından meydana gelmiş yeni malzeme ve bu malzemelerle üretilmiş çalışmalarımı görebilirsiniz.
İşlerinin çoğunda at figürü öne çıkıyor. Heykel, resim, hatta çok öncelerde yaptığın AR filtreden de hatırlıyorum. Sergide de en arka odada bizi bekleyen bir at heykeli var, Lolipop. Bunun özel bir hikayesi var mı?
At sorusu bana çok geliyor, bu tabii oldukça normal. Bunun kontrolsüz bir durum olduğu söyleyerek açıklamaya başlamalıyım sanırım. Diğer bir yandan atlar konu olunca ben “düz dünyacılar” gibiyim. Atların doğada kendiliğinden var olan milyarlarca canlı türünden biri olmaları fikri bana çok garip geliyor. Mitolojik bir hikayeden fırlamış gibiler. Çok zeki, güçlü ve empatik bu hayvanların binlerce yıldır insan sömürüsü altında yaşamaları bana hep çok acı geliyor. İnsanların cehaletinin ve acımasızlığının nefes alan anıtları gibiler.
“Lolipop” heykeli de biraz bu yüzden lolipop ismini taşıyor. 1930’larda bir yarış atı olan Lolly Pop sahipleri gıda sektöründe ve bildiğimiz bu şeker türüne yarış atının ismini veriyorlar. Bu hikaye beni çok etkilemişti, eğlence için sömürülen bu hayvanın sonra çocuklara ucuz ve zararlı bir eğlence için tekrar pazarlanması baştan sona insan pisliği kokuyor.
Nadas, Köklenmeye dair, Durmaya dair heykellerinin hepsinin bir gecede ortaya çıktığından bahsetmiştin. Burada bir fikir mi yoksa malzeme miydi seni harekete geçiren?
O seri bir gecede çıktı evet. Fakat bir Picasso yapıştırması gibi özetlenebilir, aslında onlarca yılın sonucunda bir gecede çıkıyor. Yoksa hiç bir iş yoktan yere bir gecede patlak veremez. Beni harekete geçiren çok şey var aslında. Bunu; malzeme, ilham, fikir vs gibi bir çatıda toplayamam. Hepsi, her şey, her hangi bir anda bir araya geliyor, gezegenler hizalanıyor karnım da çok aç değilse ortaya böyle şeyler çıkabiliyor.
Önümüzdeki günlerde bir de canlı performans sergileyeceksin. “Evet Canlı, Hayır Değil.”e bu performansı dahil etme fikri nereden çıktı?
Bu performans bir sürpriz değil aslında. Aynı seriden video performanslarım ve fotoğraflarım var sergide. Bunu sonunda canlı bir performansa dönüştürmek için daha iyi bir ortam olamazdı sanırım.
İşlerinle yaymak istediğin hisler, düşünceler neler?
Aslında bir amacım, öyle ulvi bir hedefim yok. Ben de yaparak yaşıyorum, anlıyorum, öğreniyorum… Sanatçıları insanlar rasyonel olarak bir tanımlamaya oturtmak istiyor ama bu bir refleks bunu unutmamak lazım. Tüm canlı yavrularının oynayarak dünyayı anlaması, dünyaya hazırlanması gibi içgüdüsel bir eylem. Bunu çoğu canlı belli bir yaşa geldiğinde bırakıyor, sanatçılar bırakmıyor.
View this post on Instagram
Instagram hesabında kendi kendine “Sanat pratiğinde sürdürülebilirlikten bahsedebilir miyiz?” diye sorduğunu hatırlıyorum. Hatta şöyle devam ediyorsun: “Yoksa sanat, ekolojik ve sosyal adaletin üzerinde mi?” Bu sergi ile sorularına cevap bulabildin mi?
Bu sadece sanat pratiğimde değil, günlük yaşamımda da bir büyük soru işareti. Ben bunun üzerine oldukça düşünüyorum okuyorum e tabi tüm bunlar atölyeye de yansıyor üzerine bir de üretiyorum. Fakat bu bir yerde sizi bekleyen bir cevabı olan sorulardan değil.
Tüm bu üretim süreci boyunca durdurmayı istediğin kötü bir yaratıcı alışkanlığın oldu mu?
Ummmm tansiyonum düşüp fena olmadan önce acıktığımı anlarsam süper olacak. Çalışırken çok heyecanlı oluyorum, çişimi tutuyorum falan çocuk gibi bunlar sayılır mı?
Peki şu anda hayatında neler olup bitiyor?
Şu an önümde bir kaç karma sergi var. Performans gününe kadar ona odaklıyım ama sonrasında kolları sıvamam gerekiyor diğer sergiler için.
“Evet canlı, Hayır değil.” UP Art Project’in ilk sergi projesi olarak geçmişi 15. yüzyıla uzanan Küçük Mustafa Paşa Hamamı’nda yer alıyor. Sergi 15 Ocak tarihine kadar, Salı-Cumartesi günleri, 11:00-18:30 arasında ziyaret edilebilir.
View this post on Instagram
SIRADAN VE BÜYÜLÜ DÜNYA
Röportaj: Ezgi Bakçay Fotoğraflar: Thomas Albdorf
Metalar dünyasının büyücüsü Thomas Albdorf sanatında plastiğin, plastisite (plasticity) değerini araştırıyor. Artık geri dönüşü olmayan bir deformasyonun birbirinden kopuk anları arasında güzelliği yakalıyor. Balenciaga’dan Louis Vuitton’a modern sonrası mitolojileri yazan markalarla çalışıyor. Lüks ve sefaletin iç içe geçtiği, topuklu ayakkabıları üzerinde uçurum kenarında duran toz pembe bir dünyanın atıkları içinde zarafeti buluyor. Thomas Albdorf 212 Photography İstanbul‘da ilk kez İstanbul’un çağdaş sanat ortamına selam verirken, mikrofunu ona uzattık ve bütünüyle yapay olan fotoğrafik gerçeklik üzerine söyleştik.
Öncelikle söyleşi davetimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. 1-11 Ekim 2021 tarihleri arasında İstanbul’da 7 farklı noktada gerçekleştirilen uluslararası fotoğraf festivali 212 Photography İstanbul’da sizin de çalışmalarınızı izleme şansı bulduk. 212 Photography Istanbul, sergiler, atölyeler, film gösterimleri, konferanslar, paneller, portfolyo incelemeleri ve daha fazlasını içeren ve her yıl düzenlenen bir kültür ve eğitim buluşması. Bu festival vesileyle sizi daha yakından tanıma fırsatı bulduğumuz için çok mutluyuz. Biraz kişisel bir soruyla başlamak istiyoruz. Fotoğrafçılık yolculuğunuz nasıl başladı? Sizi ne etkiledi ya da teşvik etti? Röportajlarınızdan birinde, fotoğrafçılığın “hayatınızın belli bir noktasında başınıza gelen bir şey” olduğunu söylemişsiniz. Bugünden geriye dönüp baktığınızda hikayenizi nasıl inşa ediyorsunuz ya da anlatıyorsunuz”?
Sanat okumaya başladığımda, belirli bir alana özel bir ilgim yoktu – o zamanlar sadece heykel, video yerleştirme, yazılımla oluşturulmuş sanat vb. ile ilgili çalışmalar yapıyordum. Temelde iki nedenden dolayı fotoğrafla tanıştım: Birincisi, kendi çalışmalarımı internette kolayca oluşturup geniş bir kitleyle paylaşabildiğim gibi aynı anda birçok farklı sanatçının çalışmalarıyla da karşılaşabiliyordum (2009, 2010 yıllarında Flickr ve Tumblr gibi platformlar üzerinden). Fotoğraf hızlıydı, fotoğraf paylaşılabilirdi, erişilebilir ve uygun fiyatlıydı. İkinci sebep -o zamanlar bunun farkında değildim- fotoğraf ve videonun daha sonra sosyal medya üzerinden herkesin kendini göstermesi için en önemli ortam haline gelmesiydi. Bunun önemli olduğunu ve bu konuyla ilgilenmem gerektiğini hissettim.
Fotoğrafçılık ana alanınız olmasına rağmen, fotoğrafa yeni olasılıklar getiren ve imge üzerine tartışmalar açmanıza imkan veren diğer sanat türlerini, özellikle heykel ve mimariyi çalışmalarınızda kullanıyorsunuz. Sizce çağımızda bir imge yaratmak ne anlama geliyor?
Benim için çoğunlukla uzun bir imge üretim süreci söz konusu; Nadiren belirli bir anda çekilmiş tek bir fotoğraftan oluşan bir görüntü üretirim. Araştırma, stüdyo dışında çekimler, stüdyo aşaması ve bir de post prodüksiyon süreci var. Bu aslında her görüntü üreticisi için geçerli bir durum. Telefonunuzla fotoğraf çekseniz bile, imgenin içinde o andan çok daha fazlası var. Daha önce gördüğünüz ve bilinçaltınızda yeniden oluşturmaya çalıştığınız görüntüler var. Telefonunuz yazılım işlemlerini yapıyor, siz filtreler uyguluyorsunuz, sonra görüntü sosyal medyada dolaşıyor … artık önemli olan an değil. Bugünlerde bir görüntü oluşturmak hızlı da olsa uzun bir işlemdir ve sensöre ışık kaydetmek bunun sadece küçük bir kısmıdır.
Fransız yönetmen Jean-Luc Godard, “Fotoğraf gerçektir. Sinema saniyede 24 kez gerçektir” demişti. Siz de işlerinizde yapaylık ve gerçeklik kavramları ile oynuyor ve gerçekliğin olasılığını sorguluyorsunuz. Üretim sürecinizde gerçeklikle olan ilişkinizi nasıl tanımlarsınız?
Godard’ın bu düşünceye nereden geldiğini bir şekilde anlıyorum, ama şimdi 2021’deyiz ve fotoğrafçılık – ya da fotoğrafik görüntüler üretimi olarak tanımladığımız şey – belirli bir noktada fiziksel bir merceğin önünde olan şeye çok daha az bağlı. Bu yüzden ben fotoğrafçılık ile gerçeklik arasındaki doğrudan bağa karşı mücadele ediyorum. Bu iş dijital manipülasyon ve resimsel 3D’lerden önce de hileliydi ve her geçen gün daha da hileli hale geliyor. Bu nedenle, sürekli olarak bunu tartışan – izleyiciyi belirli bir şekilde kandıran ve umarım her gün fotoğrafla ilgilenmelerini ve sorgulamalarını sağlayan görüntüler yaratmaya çalışıyorum.
İşlerinizde dikkat çeken bir “aralık” duygusu var. “İçeride” veya “dışarıda” olmak size ne ifade ediyor? İlk çalışmalarınızdan başlayarak doğal olarak kabul edilenle yapay olan; dış ile iç arasındaki ayrımları flu hale getiriyor gibisiniz? Bu doğallaştırma veya gerçekleştirme süreci sizin için nasıl işliyor ve bunun fotoğrafa yansımaları neler?
Bu günlerde projelerime genellikle stüdyo dışında çekim yaparak başlasam da, fotoğraflarımı çoğunlukla stüdyo içinde – genellikle dışarıda çektiğim fotoğrafları kullanarak – bitiriyorum. Ve bazen tam tersi de olabiliyor. Kişisel olarak, benim için görüntünün nerede yaratıldığı önemli değil; önemli olan bir akış halinde olması ve çalışmalarıma bakıldığında anlamın yerinin kolayca belirlenememesi.
Fotoğraflarınızda neredeyse hiç insan olmamasına rağmen, pandemiden sadece birkaç ay önce New York’ta oluşturduğunuz “Five Days” seriniz pandemi sonrasında başka bir anlam kazanmış gibi görünüyor. Pandemi sırasında dünyanın en büyük ve en kalabalık şehirlerinin boş meydan ve sokaklarının fotoğraflarını gördük. Farklı bir “gerçeklik” bizi etkiledi ve dünyayı hiç görmediğimiz şekillerde görmemizi sağladı. Siz pandemi sırasında zamanınızı nasıl geçirdiniz? Sizce bu deneyimin sanat ve hayat ilişkisi üzerinde nasıl etkileri olacak?
Pandeminin ilk yarısında gündüzleri çoğunlukla çocuklarımla vakit geçirdim ve akşamları stüdyoda çalışmalar yaptım. Projeleri erteledim ve mümkün olduğunca üretmeye ve öğrenmeye çalıştım. Bence genel olarak karantinalar, evden çalışma, seyahat kısıtlamaları yaşam-iş-deneyimimizin sanallaştırılmasını hızlandırdı. Bunun, fotoğrafın nasıl geliştiğine dair daha önce bahsettiğim yönlerle yakından ilişkili olduğunu hissediyorum.
Sanatın teknolojideki gelişmelerle birlikte izleyeceği yol hakkında ne düşünüyorsunuz? Yazılımlar olağanüstü bir hız kazanmış görüntü üretiminin büyük bir parçası oldu, NFT’ler küresel bir piyasa içinde değer kazanıyor. Bu teknolojileri görüntü üretiminde de kullanan bir sanatçı olarak, bugün ve gelecekte teknoloji ve sanat ilişkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Teknoloji ve sanat hiçbir zaman birbirinden ayrılamaz – temel bir ideolojiye sahip olmayan hiçbir kod veya medya bulunmamaktadır; 20. yüzyılın ortalarında renkli film yapımı bile ırksal olarak önyargılıydı. Ancak günümüzde bu ilişkiler giderek daha da karmaşıklaşmakta ve kullandığımız medyanın yüzeyinde daha görünür hale gelmektedir. Sanatın nasıl tüketildiği, nasıl dolaştığı ve dağıtıldığını dikkate almayan, dijitalin fiziksel olanla ilişki üzerine düşünmeyen ve üretim ve algılamaya bilinçli olarak hitap etmeyen sanat, başarısız olmaya mahkumdur.
Sanatsal solo projelerinizin ve işlerinizin yanı sıra ticari amaçlarla da dünyaca ünlü markalarla işbirliği yapıyorsunuz. Bu ortaklıklar, gerçekliği görme, düşünme veya inşa etme şeklinizi besliyor mu yoksa bunları sadece iş olarak mı görüyorsunuz? Sanat ve sermaye arasındaki ilişki ya da daha incelikli bir şekilde, bu ilişkinin sanatsal pratiklere yansımaları ve etkileri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Kişisel olarak ticari alanda çalışmayı seviyorum. Böylece işlerimi satarak hayatımı finanse etmek zorunda olmadığım için sanatsal pratiğim için bağımsız bir alan yaratabiliyorum. Komisyonlarda normalde açıkça belirlenmiş bir hedef vardır. Herkes riskleri ve ne yapılması gerektiğini bilir. Yine de, çoğu zaman sınırları zorlamak ve yeni yaklaşımlar yaratmak için deneyler yapma olanağına sahibim, ki bu inanılmaz. Çoğu durumda, genellikle deneysel yaklaşımımın geleneksel fotoğrafçılık çevrelerinden ziyade komisyonlarda daha çok kabul gördüğünü hissediyorum. Bu elbette her durum için doğru değil ancak fotoğraf sergilerini düşününce, daha riskli ve daha zorlu çalışmaları satmak, potansiyel bir alıcıya güven veren ticari amaçla üretilmiş görüntülerden daha zor olabiliyor.
ATLAS
Fotoğraf: Burçin Ergunt
Röportaj: Gümrah Şengün
Ruhumuzu besleyen sanatçılar, insanlar ve dostlar komünitesinde en etkileyici ve yaratıcı isimlerden biri Ekin Bernay. Ekin Performistanbul sanatçısı, dans ve hareket psikoterapisti. Geçtiğimiz hafta Londra’nın en prestijli müzelerinden biri Victoria ve Albert Müzesi’nde “Friday Late” programı kapsamında uzun zamandır üzerinde çalıştığı 33 dakikalık “Atlas” performansını sergiledi. Müzenin içerisinde yer alan Raphael’in binlerce yıllık halı karikatürlerinin sergilendiği alanda gerçekleştirdiği performansın haberini aldığımız günden beri Ekin’in ne üreteceğini merakla bekliyorduk ve sonunda Atlas’ın hayata geçiş hikayesini Ekin’den dinliyoruz. Tabii performans öncesi buluştuğumuz Ekin tüm bunları anlatırken, “Atlas” henüz V&A Müzesi’nin Raphael Court alanında, Sistine Şapeli’nin neredeyse birebir replikası duvarları arasında hayat bulmamıştı. Ama Ekin bugüne kadarki en özel performanslarından biri olacağı konusunda oldukça emindi, biz de öyle…
Günün nasıl geçiyor? Bu şu an önemli bir soru çünkü çok yakında “Atlas” performansını gerçekleştireceksin. Öncesinde zamanını nasıl geçiriyorsun merak ediyorum. Böyle bir performansa hazırlık sürecinde neler oluyor?
Evet biraz kaotik diyebilirim şu an her şey. Sabah önce float terapisine gittim. Çünkü hakikaten omurgayla ilgili olduğu için bu performans, bu terapi için iyi bir zamanlama diye düşünüyorum yani ağırlığını hissetmemek vücudunun. Gerçekten 1 saat boyunca suyun içerisinde kalıyorsun ve sonunda çıktığında bütün ağırlığını tekrar hissediyorsun, hatırlıyorsun. O yüzden doğru bir zamanlama oldu. Biraz performans hazırlığı gibiydi. Oradan sonra eve geldim ve işte bir kasa ile bu Atlas’ın içerisine oturduğu mermerler geldi. Sonra gittim çekiç aldım. Çünkü kasayı açmam gerekiyordu. Bir yandan Burçin’le fotoğrafları konuştuk. Bir yandan Florence ve Abi ile görüşüyorum iki farklı yerde kıyafetler yapılıyor. Son detayları belirliyoruz. Sonra akşam da koro provasına gittim. Koro üyelerim ile birlikteydim böyle doğu Londra’da bir yerde. Stüdyoya girdim bir reggea şarkısı kaydediliyor falan…
Herkes seni performans öncesi bir ritüelde zannediyor olabilir ama öyle bir şey yok galiba sen çok yoğun bir tempodasın.
Evet keşke öyle olsa. Aslında olması gereken şu an benim baya böyle kapanıp bambaşka bir halde olmam. Ama her şeyi bir araya getirmeye çalışıyoruz. Çok imkansızlıklar içerisinde hazırlandığı için her şey ve V&A ne kadar büyük bir enstitü olursa olsun ben sürekli çıtayı ve beklentileri yükseltmeye çalışıyorum. Kendimle ilgili bir problem aslında. Daha minimal ve farklı performans da olabilirdi. Ama böyle olması gerekti. Yani bu sefer böyle olması gerekti. Çok geleneksel olarak yapılan bir şey değil aslında performansta bu kadar her objenin, alandaki her şeyin bu kadar detaylı bir şekilde önceden çalışılması. Bir sürü heykel diyebileceğin obje var mesela içerde, o çok klasik olan bir şey değil.
Bütün bu detaylara geçmeden önce şunu sormak istiyorum. V&A ile nasıl bir araya geldiniz?
Aslında iki sene önce konuşmaya başladık. Tate performansından önceydi. O zaman saçla ilgili bir şey sunmuştum onlara ama müzenin obje korunmasıyla ilgili kurallarından dolayı teknik sebeplerden o performansı orada yapamadık. Sonra iletişimde olalım demiştik. Sonra Tate’in hemen arkasından tekrar konuşup, yapabiliriz hadi hazırız gibi bir noktaya geldi. Belki hepsi bir taş, o onu o onu besliyor. İnsan böyle yaptıkça da bence daha çok alanlar açılıyor. Belki önceki film olmasa V&A yine olabilirdi ama belki Raphael Court içerisinde olmazdı. Oradaki en istediğim alana sahip oldum.
Peki “Atlas” fikri nasıl ortaya çıktı? Bu performans için ne kadar çok araştırma yaptığını biliyorum. Nasıl bi fikirle yola çıktın ve nereye evrildi bu fikirler de işler bu noktaya geldi?
Şubat ayında ben ilk bu performans üzerinde çalışmaya başladığımda aslında bir film olacaktı. Omurgaya bakıyordum. Omurga beni çekti. Her şey bütün bilgi oradan akıyor. Acaba bunun içerisindeki bu sinyaller bu kodlar ne? Nereden geliyor? Simülasyon muyuz? Gerçek miyiz? Ama biliyoruz ki orada bir sinyal var. Kafatasını taşıyan ve kafatası ile vücudun diğer taraflarını bağlayan, komutlar veren. Sanki bir elektrik sistemi gibi bir şey hayal ediyorum onun içerisinde. Özellikle bu hayatın daha simülasyon olduğunu düşündüğüm zamanlarda. Ama ben omurgayı araştırırken en son Eylül ayında buraya geldiğimde karantinada daha detaylı bakmaya başladım. Bu arada aylarca araştırdım farklı farklı yerlerden. Ama karantinada böyle beden, kemikler tek tek incelerken annemle konuşuyordum “vücuttaki en güzel kemik nedir?” diye. Annem ve babam doktor oldukları için onları biraz eşeledim bu süreçte. Annem atlasla axis kemiğinin omurganın ilk iki kemiği olduğunu ve tıp okurken masasında bu ikisinin durduğunu anlattı. Bütün omurgada özel isim sadece bu iki kemiğe verilmiş. Bunun bu romantik tarafı da beni çok çekti ve atlas fikrini oradan çekip çıkardım.
Omurgaya bu kadar odaklanmanın sebebi neydi?
Sezgisel. Bedeni düşünüyorum. Hep böyle bir şeyi merak ediyorsun. Ben neredeyim, ne hissediyorum? Belki dans geçmişimden ötürü sürekli bedenle çalıştığım için. Sezgisel oldu diyebilirim. Ben ilk başlarda bu performansın ormanların içerisine girip oralarda kaybolacağını düşünüyordum ama beden hep kendine çekti beni. Şimdi fark ediyorum ki aslında pandemi sonrası bu süreçte benim kendi ölümümle yüzleşmemle ilgili bu performans. O içimdeki kemikleri görmek, dışına çıkarmaya çalışmak. Bu performansta bir çok an var. Doğum ve ölüm yolculuğum ve belki sonra neye dönüştüğüm var. Bir cenazeyi andıran bir bölümü var. Biraz hani ben de gideceğim ve bu da geçici hissi. İçimdeki şeyler dışıma çıkacak. Şimdiden içimdeki kemikleri bir parçam olarak sahipleneceğim. Herkes belki farklı yerlerde ve sıralarla hissedecek bu hisleri, bilemiyorum.
Orman bilgeliği ve tasavvuftan ödünç aldım dediğin fikirler bunlar mıydı?
Şöyle, ormandaki ağa bakıyordum. Dış kabuk fikrini düşünüyordum. Ağaçlara baktım. Karşı bahçede bir ağacı kestiler, ben kütüğü eve taşıdım falan. Sonra kendi röntgenimle onu kıyasladığımda ne kadar benzer olduğumuzu fark ettim. Ağaçlara ne kadar benzeriz? Ormana ne kadar benzeriz? Orman kendi içerisinde o kadar güzel çalışan bir sistem ki. Oralara ilerleyeceğimi düşünüyordum ama sonra insana bakmaya başladım. Bir ağacın bilgeliği ve bir insanın ilkelliği arasındaki ayrımı düşünürken yazın orman yangınları oldu. Sonra onlar öyle yanınca bunu ne kadar bedenimde hissettiğimi fark ettim. Şu an bunu direkt orman yangınlarıyla ilgili yapmayacağım çünkü bu çok taze bir yara. Ama biraz daha nasıl birbirimize bağlanabiliriz? Nasıl orman gibi çalışabiliriz? O zaman neyi fark etmeliyiz? Ben ve öteki çok da farklı değil. O kadar bölünmeye kodlandık ki, bu sistem o kadar öyle çalışıyor ki. Ben bunu biraz kırmak istedim. Özümüze bakarsak, içimizde bir kemik var ve bunlar dışarıya çıkacak. O yüzden sanırım ormandan çok insanlara odaklanmam bu şekilde geldi ve insanlardan tekrar bu atlas fikrine geçiş yaptım. Ama tasavvufla ilgili de hep konuştuğum arkadaşlarım var, fikir aldığım insanlar var. Onlar da bana işte aslında bunun içerisindeki bazı örgülerin ne kadar tasavvufla paralel olduğunu anlattılar. Onların söylediği güzel kelimelerle anlatamayacağım için anlatmaya çalışmak istemiyorum öyle ama yaptığım birkaç konuşmam içerisinde aslında öz, mana ve hakikatle ilgili bazı şeylerin olduğunu gördüklerini söylüyorlar. Ben de öyle inanıyorum.
Senin de yazdığın bir dize var değil mi?
Evet var. Galiba orada da biraz saklı. Geçiciliğimle ve arayış içerisinde olmakla ilgili. Yani kabul etmeye çalışıyorum, geçecek bu. Maalesef.
“Aynaya bakıyorum ve geçicilikle yüzleşiyorum.
Verebileceğim tek şey dürüstlüğümdeki hayatım.
Yaşamak yalnız ama yine de sevgi dolu.
Bu benim, devam ediyor, arıyorum.”
Performansta kullandığın şarkı, en eski müzik kompozisyonlarından biri olan bilinen Seikilos Yazıtı’ndan geliyor. Bu fikire nasıl bağlandın?
İşte tamamen kazırken, o kazıma içerisinde, aslında direkt müzik arıyorum gibi bir arayışla çıkmadı. O da böyle yine bir keşif anıydı. Bazen ben böyle bir şeyi araştırırken çok başka şeylerin içerisinde kayboluyorum. Oradan da karşıma yine bambaşka bir şey çıkıyor. Merak ettim yani dünyanın en eski melodisi ne? Çünkü belki kendi geçiciliğime de bu paralel bir şey. Yani hepimizin. Dünyanın en eski melodisi Aydın’da bir mermere kazılı bir şekilde bulunmuş ve kimse bu melodiyi bilmiyor. Melodi ve sözleri olan o full kompozisyon, o beste bizim topraklarımızda bulunmuş bir şey ve bir ara böyle bir saksının altında falan duruyormuş. Gidip onu kurtarmışlar oradan. Bu melodi o notasyonlarıyla orada ve sanki herkes bunu bilmeli diye düşündüm ve biraz da o yüzden bu hikayeye onu da taşımak istedim. Hepimiz onu mırıldanabilmeliyiz gibi geliyor, eğer en eski melodi buysa orada da önemli bir bilgi var yani müzik bence çok önemli bir sanat formu ve ciddi bir kodlama, çok güzel bir kodlama. Her şey bedenimizde, böyle frekanslarımızı değiştirebilecek bir şey. O yüzden onu kendime bir mesaj olarak aldım ve bir mezar taşının üzerine yerleştirmek istedim. Bu melodi aslında Seiklos’un yazmış ve hediye etmiş olduğu bir şey. Başında başka bir bölüm daha var benim daha kullanmadığım ama bu Seikilos taşı ben bir imgeyim diyor. Geçici aslında bu değil. O yüzden sanırım bir yandan ileriye bakarken bir yandan da olduğumuz ana bakabildiğim bir şeyleri çekip çıkarıp performansa dahil etmek istedim.
“Yaşarken parla
Hiç korkma
Hayat sadece kısa bir süre için var
Ve zaman, hakkını talep ediyor”
Seikilos Epitaph
Ama sen bu melodiyi yeniden düzenliyorsun değil mi?
Evet. Anna Lann benim daha önce çalışmış olduğum sanatçı bir arkadaşım, bunun için orijinal bir beste yaptı. Ama içerisinde Seikilos melodisi de var, melodi zaten çok kısa. Onu olduğu gibi duyuyoruz. Ama daha sonra performans anında canlı bir koro ile farklı insan seslerinin yorumlarını da duyuyoruz. Başka bedenlerden bunun çıkış anına şahit oluyoruz.
Bence bu da onu daha böyle gerçek yapan bir şey. Çünkü mermere kazılı hali zaten var. Seikilos yapıtından ilhamla bu mermerin aynısını “Atlas” performansı için yeniden ürettirdik. Design Elements Co. müthiş bir destekle bize Denizli’de bunları üretip, ne istersek sanki çok kolaymış gibi gerçekleştirip evime kadar yolladılar. O kadar güzeller ki. Ve ben onun üzerinde yatacağım. Böyle mermer bir yatak var. O yatakta olduğu haliyle bu yapıtı onore edeceğiz. Yani Seikilos’un bıraktığı haliyle. Ama bir yandan da bu melodiyi, şu anda yaşayan bedenlerle binlerce yıl sonra nasıl söylerdik, nasıl paylaşırdık diye düşünerek, kendimizden bir şeyler katarak tekrar söyleyeceğiz.
V&A’e tüm bu malzemeleri getirebilmek konusunda hiç zorluk yaşadınız mı?
V&A’in belirli kuralları var. Her şeyi çok ciddi bir şekilde inceliyorlar. Tabii ki, doğal olarak, yani orası belki de dünyanın en önemli koleksiyonlarından bir tanesine sahip olan bir müze ve Rafael Court’unun kendisi de öyle. Yani benim olduğum oda, Raphael’in 16. yüzyıl’dan kalan yedi büyük duvar halısı karikatürünün yer aldığı bir bölüm. Yani, o yüzden oraya koyduğumuz en ufak bir şeyi onaylatmamız gerekiyor. Bakteriler olur mu, bu alana yayılırlar mı, eserlere bir zararı olur mu gibi bir sürü detay düşünülüyor. Mesela şu an, her mermer parçası 12 kilo ve totalde 60 kilo ama ilk planımızda her biri 60 kilo böyle 300 kilo falan gibi bir şey olacaktı. O zorluyordu, o yüzden hafiflettik. Ya da belirli şeyler yaparken, mesela organik malzemelerin müzeye girmesiyle ilgili kurallar var. Yine güvenlikle ilgili bir sürü kurallar var. Kullanmak istediğimiz maskelerle iligili güvenlikle konuşmamız gerekti. Her şey böyle çok ileri geri ciddi bir çalışmayla ilerledi. Aslında Şubat ayından beri olsa da çok yoğun olan çalışma Eylül’den beri devam ediyor çünkü proje bir fiziksel performansa o zaman dönüştü. O yüzden oradan sonra tamamen form değiştirdi ve bütün kurallar değişti ve tekrar düşünmemiz gerekti.
Peki V&A “Friday Late” kapsamındaki diğer performanslarda da bu kadar detaylı prodüksiyonlar hazırlanıyor mu?
Benim gördüğüm kadarıyla pek böyle olmuyor. Biraz daha anlık, “happening”ler şeklinde. Mesela bazı müzik performansları, workshoplar ya da daha dansa yakın bulduğum şeyler de gördüm orada. Ama biz bu alanı zor elde ettik. Yani böyle yerlere girmek, Türkiye’den gelip burada zor. O yüzden hiçbir zaman böyle hafif bakmadık konuya. Öyle olunca da bu alan bize eğer hayatta bir kere verilecekse, nasıl en iyi şekilde değerlendirebiliriz fikriyle ilerledik, yani benim için önemli olan oydu. Yani bu alanı işgal etmek. İşgal etmek için de çok daha kolay olacak olan şey belki bir ışık altında çok daha sade bir fikirle ilerlemekti ama en derin etkiyle nasıl yapabiliriz diye düşününce böyle bir şey çıktı ortaya bu sefer. Böyle olunca da biraz ciddi bir prodüksiyon gerekti. İşte bazen böyle çıkan iş bizim niyetlerimizin önünde ilerliyor, sonra biz onun peşinden koşuyoruz. Biz dediğim tabii ki ben ve projede benimle birlikte olan herkes. Bu eserde bana inanarak benimle birlikte çalışan çok insan oldu. O yüzden herkese çok minnettarım. Ama sonuçta böyle bir vizyon oluyor ve o da böyle bir ordu gerektiriyor. Şu durumda ordu gerektirdi. Bu yüzden biz de bir ordu olduk.
Bu kadar güzel ve yetenekli insan nasıl bir araya geldi bu proje için?
Ekip şöyle bir araya geldi, hepsi benim birebir bu yolda beraber olduğum insanlar, farklı sebeplerle. Bazısı daha yeni hayatıma giren bazısı daha sonra hayatıma giren ama aynı şeye inanıp, uyumlandığım insanlar ve hepsi gerçekten işlerinde çok çok iyiler. İşte bazen böyle taşların yerine oturması gerektiğinde oturuyor. Yani çok duygusal. Güzel bir ekip. Sesten o enstelasyona, üzerime giyeceğim farklı farklı şeylere kadar. Yani şu an Whatsapp’ta on tane falan grup var sadece bunun için. Teke tek yazışmalar, gruplar, subgruplar falan böyle bir delilik. Kendi ufak ormanımız gibi olduk. Herkes kendisinden çok fazla vererek çalışıyor. Sanırım hepimiz için önemli. Bir de başka bir güzel tarafı herkes dünyanın farklı yerlerinden. Yani farklı ülkelerden olup böyle bir şeyi doğurmak böyle bir alanda, o da bence çok güzel bir şey. Performistanbul ile bunu gerçekleştirmek benim için gerçekten çok önemli. Aynı zamanda Faruk Sade’nin ismini oraya taşıyacak olmaktan da gurur duyuyorum.
Performansın sonlarına doğru giydiğin 3D omurga kıyafetin yeni bir bedene mi çağrışım yapıyor yoksa şu anda içinde bulunduğun forma son bir övgü mü?
Şimdi çok güzel bir soru çünkü ben de tam olarak bilmiyorum. Belki de hepsi. Aslında bu belki zamanı biraz daha lineer olmaktan çıkarmak o an içerisinde. Çünkü çok aslında fütüristik bir görüntü bir yandan da hani böyle sanki eski kabilelerde insanların üzerilerine taktıkları emekler gibi de bir yandan. Sanırım içini dışına çıkarırken, hem biraz önce ve şu anda olanlar ve biraz da sonra olacaklarla ilgili. Üzerime taktığım 3D kemiğin üzerine bir şey kazıdık. ”An axis of this simulation” yazıyor. O da aslında performans esnasında görülemeyecek bir detay. Kimsenin göremeyeceği ama bizim yine de kendimize koyduğumuz küçük notlardan. Çok geçmiş ya da gelecek diyemem çünkü hepsi. O yüzden aslında ikisini de yakalamışsın. Hepsi olduğunu yakalamışsın. Çünkü bu çıkacak daha sonra dışarı. Ben gidince bu çıkacak dışarı. Ama şu anda da var ve o olan şey benim bütün bunları yapmamı sağlıyor. Benim o dikelmemle birlikte oluyor aslında. Fiziksel olarak bu bazı insanlar için mümkün değil ama bu demek değil ki herkes için geçerli çünkü içimizde o yapı yine de var. Fiziksel olarak herkes bedenini benim gibi hareket ettirmeyecek ama işte yapı taşlarımız aynı. O mikro dünya da beni çok ilgilendiriyor. En başında Atlas ile başlarken her şey küçük bir toz parçasıydı. Hepimiz öyleydik. Ve ona geri dönüyoruz. En küçük nokta da çok büyülü. Böyle çok içine girip çok dışına çıkan arada bir yerdeyiz. Varmış gibi.
Kostümlerini kimlerle beraber tasarladın? Nasıl bir fikirle ortaya çıktılar?
Kostüm üzerine iki kişiyle çalıştım. Biri giyilebilir teknoloji dediğim kısmı yani üzerine giyeceğim o kemikleri üreten Abi Sheng. Saçlarıma takacağım kemikleri üretebilmek için birisini arıyordum ve bir arkadaşım Abi’yi önerdi. Baktım ki Abi de meğer son birkaç senedir omurga üzerine araştırmalar yapıyormuş. O yüzden Abi ile biz hemen aynı şeyleri düşünmeye başladık. Eksoskeleton. İşte bedenin özü. Çok hızlı bir şekilde sanki böyle çok eskiden tanıdığım bir insanla çalışıyormuşum gibi üretmeye başladık. Ama aslında birkaç aydır hayatımda olan birisi. Çok yetenekli.
Florence King de mezar taşına doğru yürüdüğüm sahnedeki yedi metrelik kuyruğu olan elbisemi yapıyor. Daha önceki performansım için de birlikte çalışmıştık ve çok yakın bir arkadaşım. Buradaki kıyafetimin önüme doğru uzayan bir kuyruğu var. Bütün bedenimi tekrar uzatan, alana yayan ama bir yandan da iz bırakan bir tasarım. Ben geri geri yürürken önüme doğru uzayan o kuyruk, arkada bıraktığımız hayata ve yaşadıklarımıza bir referans yapıyor. İki yol ayrımı var orada, o yola bakarak geri geri yürüyüşümü biraz da olsa üç boyuta döken bir şey. Biraz da gelinliğe benziyor yalan söyleyemeyeceğim. Sanırım kendimle de biraz evleniyorum ölmeden önce.
Peki başındaki kemiklerin sembolize ettiği bir şey var mı?
Başımdaki kemikler aslında atlas, aksis ve diğerlerine bir teşekkür gibi. Şimdi yedi kemik var burada. Boynumuzdaki cervical spine aslında o boyun ve kafanın kaldırılması ve yine biraz daha insan olmakla ilgili. Ve yine Atlas’a referansla dünyanın bütün ağırlığını taşıyan şey o boyun ya. Dünyanın ağırlığı derken kafamızın içindeki dünyanın ağırlığı, aklımızın içindeki dünyadan bahsediyorum. O yüzden boynumuza bir teşekkür gibi. Biraz daha içgüdüsel.
Bir diğer taraftan ben yıllardır saçımı bu şekilde çubuklarla topluyorum ve saçım da varoluşumun büyük bir parçası diyebilirim. Onlar benim uzantılarım oldu. Uzun saçlılar anlayacaktır nasıl hissettirdiğini. Bu yüzden bu çubuk meselesini de reforme etmek istiyordum. Bu performans için araştırmalarım devam ederken Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne gitmiştim ve orada da gördüm ki aslında Anadolu’da da böyle bir toplama şekli var, Mısır’da da var. Tabii ki Çin’de de var. Bir sürü yerde zaten saç çubukları kullanılmış. O yüzden bunu geri getirmek, geçmiş kültürlere sorular sormak istedim. V&A dünyadaki en önemli tasarım koleksiyonlarına sahip müzelerden bir tanesi olduğu için bu soruyu burada sorabilmek de önemliydi aslında. “Güzellik adına ne diyoruz?” gibi…
Her şey çok fazla planlı, sen aslında bütün performanslarında içinden geldiği gibi, doğaçlama hareket eden birisin. Orada bütün bu planın dışında gerçekleştireceğin bir şey olur mu?
Yani aslında şöyle, habitat çok belirli ve aklımda bir fikir var. Başında az çok nasıl bir başlangıç, nasıl bir orta yapacağımı biliyorum, sonuna doğru da bir hayalim var ama öncesinde hiç bir prova alınmıyor. Sonuçta ben bu performansı ilk defa cuma günü orada yapacağım. O yüzden her şey ben o odaya girdiğimde ve iki yüz kişi bana yüzünde maskelerle bakıyorken yaşanacak. Ne olacağı tabii ki belli olmaz ama ne kadar dışına çıkarım? Mutlaka çıkarım biraz dışına diye düşünüyorum. Bu konuyu sonrasında tekrar konuşalım.
Geçenlerde çok da bir şey değişmedi notuyla çocukluğundaki bir performans videosunu paylaştın, hareketlerindeki benzerliği görmek mümkün, sence doğduğundan beri ifade etmeye çalıştığın bir şey var mı?
Yani bilmiyorum belki var ama belki de bunu bilmiyorum. Çok da ne yaptığımı bilmiyorum. O kadar sezgilerimle ve duygularımla hareket ediyorum ki sonradan entellektüel bir şekilde konuya baktığımda özünde aslında sanatın iyileştirici olduğuna inanıyorum ve üretmenin de hayatımızdaki bütün diğer o korkunç şeyleri dengelediğini düşünüyorum. O yüzden benim hayata karşı sorumluluğum olabildiğince özgün bir şekilde, bir şeylere benzemeye çalışmadan olabilmek. Birincisi olabildiğince özgün olmak, kendime olabildiğince yakın olmak ikincisi ise bunu insanlara gösterebilmek ki ben bu metotla iyileşiyorum bakın bunu beraber yapabiliriz diyebilmek. Çok da yapılamayacak bir şey değil. Sadece benim yöntemim bu, bana yakın olan bu ama hepimizin içinde var olan bir şey. Yani hepimiz için daha özgür, daha sevgi dolu bir yaşam hayal ediyorum herhalde bu da benim için bir oyunun içerisinde oluyor. O bana göre çok iyi olan her şeyi bilerek yaşadığım ciddi bir oyun.
Mesela şimdi o video ile bugün arasında ne fark var? Yine orada da bembeyaz böyle altında siyah bir şey var bugün burda da bütün vücudumu saran çok benzer bir kıyafet giyiyorum. Neredeyse yirmi beş sene önce falan yani on yaşlarındayım. Ne fark var? Ciddiyetim çok aynı ve o tuhaf geliyor bana. Bu ciddiyeti nasıl hissetmişim orada, önemini anlamışım… Bu bir kanala bağlanmak gibi heralde. Hepimizin içinde bu kanal var, bana özel bir şey değil. Bu akışta olan sporcunun da, müzisyenin de, halı dokuyan bir insanın da girebileceği bir kanal. İşte oraya daha çok insanı çağırmak ve paylaşmak o alanı herhalde.
Peki çok klişe bir soru soracağım ama bu performans senin için ne ifade ediyor?
Atlas özelinde yaşadığım, varolmam. V&A’in o alanına kendimi oradaki bir heykel ya da bir resim gibi koyabilmek. Biraz o sanırım. Belki fotoğraflarında, videolarında kalacak belki koleksiyonlarına girecek bir gün bilmiyorum ne kadarıyla oraya ait kalacak. Ama uzunca bir süre “yaşamış olduğum” korunmuş olacak belki. Böyle bencil bir his. Bir yandan da V&A gibi özel bir mekanda bunu böyle yapabiliyor olmak, yani geldiğim yerden Türkiye’den gelip yapabilmiş biri olmak. Hem kendim hem başkaları için. Mümkün olan şeyler uçsuz aslında. Benim için çok önemli olan bir şey bu. Hayalini kurduğum ve önceden hayranlıkla baktığım bir şeyi alıp kendi istediğim hale getirip yapabiliyorum. Herhalde geçen sene Tate olup bu sene V&A olması da kendi adıma, kendi alanında ilerliyorsun, devam et, bak oluyor gibi güzel duygular uyandırdı. Mutluyum. Bir yandan çok doğal geliyor bir yandan çok sürreal.
Performans sonrası Ekin’e söyleyeceğin bir şey var mı?
Mutlaka en iyisi olmuştur, diyeyim. Olabileceğinin en iyisi olmuştur.
View this post on Instagram
Atlas, Ekin Bernay, 2021
Performans | Performance
33 dak. | min.
Seans | Session 1: 19.30
Seans | Session 2: 21.00
Performistanbul işbirliğiyle | In collaboration with Performistanbul
V&A Friday Late Kapsamında | As Part of V&A Friday Late: 18:30 – 22:00
Giyilebilir Teknoloji ve Görsel Efektler | Wearable technology and Visual Effects: Abi Sheng
Elbise | Gown by: Florence King
Ses Tasarımı | Original Composition: Anna Lann
Mermer Üretimi | Marble Production: Sirmersan & Design Elements Co
Enstalasyon Tasarımı | Installation Design: Joseph Bond Studio
3D Saç Tokası Tasarımı | Hair Pins 3D Design: Ultra Mega Omega Ltd
Fotoğraf Dokümantasyonu | Photography Documentation: Burçin Ergunt
Film: Jerome Monnot, Sibling Studios
Faruk Sade Sanat Fonu 2021 tarafından desteklenmektedir. | Supported by Faruk Sade Art Fund 2021.
Sponsorlar | Sponsors:
Hitay Foundation, Sirmersan & Design Elements Co., Ömer Burhanoğlu, İrem Erim
Özel Teşekkür | With special thanks to:
Naz Balkaya, Melike Bayik, Ayda Bayram, Ferit Bernay, Simge Burhanoglu, Omer Burhanoglu, Banu Carmikli, Burcin Ergunt, Irem Erim, Burcu Ezer, Emin Hitay, Azra Ismen, Yamina Iyara, Dimitris Karagiannakis, Aylin Rana Kip, Goze Kocalmis, Ji Linfang, LEONN Meade, Jerome Monnot, Georgia Palmer, Joel Palmer, Fulya Sade, Sera Sade, Seikilos, Ali Sirkeci, Agah Ugur, Li Wejing, Simin Zhao.
KARDELEN
Fotoğraf: Can Görkem
Kardelen, müzik sahnesine ilk şarkısı “Ceketin Bende Kaldı” ile geçtiğimiz aylarda, Universal Music ile hızlı bir giriş yaptı. Aslında o uzun süreden beri buralarda ama biz sesini yeni duymaya başlıyoruz. Komünitenin en genç müzisyenlerinden kendisi ve söyleyecek çok şeyi var. Biz daha Mert Demir ile beraber bir gecede yazıp ürettikleri “Ceketin Bende Kaldı” şarkısına doyamamışken Kardelen Nisan’da çıkacak yeni şarkısına hazırlanıyor.
Kardelen’i tanımak isteyenler için bize biraz kendinden bahseder misin?
Müzisyen bir aileden geliyorum. Hayatımın bu yönde ilerlemesinin temel sebebi bu diyebilirim. Beş yaşında İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda piyano bölümünü kazanarak müzik eğitim sürecim başlamış oldu. Şu an ise opera bölümündeyim. Klasik müzik eğitiminden şu an yaptığım müziğe geçiş son bir kaç senede gerçekleşti. Öyle bir eğitim sürecinde kendi müziğimi yapma fikri pek aklıma gelmemişti. Şimdi ikisini de aynı anda ilerletebilmek hem zor hem keyifli.
İş birliği yaptığın Mert Demir, Emir Ural, Cahit Kaya Demir gibi isimlerle yolun nasıl kesişti, hikayeniz nerede ve nasıl başlıyor?
Son birkaç senede hayatıma mesleğinde başarılı insanlar girmiş oldu. Klipten şarkı yapımına onların işlerinde tecrübeleri ve verdiği öğütler ile sağlıklı bir süreç geçirdim.
Seni üretmeye iten birinci faktör neydi, bu şarkıyı besleyen fikir nasıl ortaya çıktı biraz anlatır mısın?
Aslında uzun zamandır aklımda olan fakat kendimi beklettiğim bi fikirdi üretmek. Ne kadar eğitimli bir müzisyen olsam da yaptığım müziğe alaylı sayılırdım. Bu süreç bir eğitim kampı gibiydi. Hala öyle.
Ceketin hikayesini de sorsak? : )
“Ceketin Bende Kaldı” bir ayrılık şarkısı. Diğerlerinden farklı olarak günümüz ilişkilerine bir gönderme. Benim için ‘’ceket’’, başkası için ‘’kolye’’dir belki bilemeyiz 🙂
Bu ilk kayıt sürecinde en keyif aldığın kısım ne oldu? Bunu bir dahakine farklı yapacağım dediğin bir tarafı oldu mu?
Genel olarak bütün şarkı yapım süreci çok keyifliydi. “Ceket” bir günde biten bir şarkı. Sabah Mert beat’i yapmıştı, öğlen melodi bulup akşam söz yazmıştık ve gecesine dans ediyorduk. Özel dansımız bile var belki paylaşırız, bilemiyorum.
Kendimizi bir albüme hazırlayalım mı?
Yakın zamanda gözükmese de elbet bir albüm gelecek diyebiliriz.
Hayalinde nasıl bir konser var?
Dans, dans, dans 🙂 Yaza doğru live performans yayınlamayı düşünüyorum. KARDELEN’nin konserini düşünmek ve üstüne planlama yapmak beni çok gaza getiriyor. Çalışmalar başladı.
Son zamanlarda kendi jenerasyonundan seni müzikal olarak en çok heyecanlandıran sanatçılar kimler?
Kendini sürekli geliştiren, temelde kendini tanıyan bütün sanatçılar beni heyecanlandırıyor.
Bugünlerde en yoğun hissettiğin şey nedir?
Heyecan diyebilirim. Yeni çıkacak şarkılar için tam gaz çalışıyoruz. Süreç beni çok heyecanlandırıyor.