#callingmagseries

Nº3
Adaptasyon

Gece ile gündüzün eşitlendiği 20 Mart ekinoksu ile başlayan bahar, dört mevsimden ibaret yeni bir döngünün haberini veriyor. Biz de, 2021’in ilkbaharında bakışlarımızı insana çeviriyoruz. Çevresel koşullar değiştikçe kendisi de değişen, becerebildiği durumlarda ise kendine göre çevresel koşulları değiştiren insan, dış dünya ile sürekli bir müzakere halinde. #callingmagseries’in bu sayısında, sonsuz müzakere sürecindeki en önemli kozlarımızdan olan adaptasyon yeteneğimizi kutlamak istiyoruz. 2020 baharından başlayarak sergilediğimiz dirayete baktığımızda, insan odaklı bir sayıyı hak ettiğimizi düşünüyoruz.

A-D-A-P-T-A-S-Y-O-N. Karşımızda hem davranışsal hem duygusal plastisitesi yüksek bir canlı türü var. Çıplak biyolojimizin ötesine geçebilmemizi sağlayan zihinsel plastisitemiz adaptasyon becerimizin de sırrı. İnsan sahip olduğu bu plastisite sayesinde, koşullar değiştikçe, bedeninin ve bedenini çevreleyen dış dünyanın sınırlarını yeniden tanımlıyor. Maslow’un ünlü piramidinde temel ihtiyaçlar olarak nitelenen beslenme, barınma, sağlıklı metabolizma ve cinsellik gibi gereksinimler de dahil tüm ihtiyaçlar yeni biçimlere bürünüyor. Sürdürülebilir bir gezegen için veganlık, kaçış planı olarak Mars’ta koloni kurmak, Covid-19’la birlikte hayatımıza giren yeni iletişim kanalları, cinsel yönelim konusunda örgün eğitimden alınamayan bilgiyi sunan instagram hesapları, kripto para birimleri -ve tabii ki NFT- bu yeni biçimlere verilebilecek örneklerden birkaçı.

Kurguladığımız ve adapte olduğumuz yeni koşullar bizi zorlayabilir, heyecanlandırabilir, umutsuz ve umutlu ruh halleri arasında gidip gelmemize neden olabilir. Ancak adapte olmak insanın en temel özelliklerinden biridir. Temel bir özelliktir, çünkü bazen düşünerek ve planlayarak çoğu zaman ise fark etmeden ve kendiliğinden adapte oluruz. Üzerinde hareket ettiğimiz düşünsel ve davranışsal zeminler dağılıp yerlerine yenileri kurulduğu sırada hayal etmek, amaç edinmek, beklemek ve harekete geçmek bizi insana dair bir gerçeğe yaklaştırır. O gerçek, değişen ve dönüşen bir canlı olduğumuzdur ve bu dönüşümün kalbinde yaşama arzumuz yer alır. Her adaptasyon yaşamaya mecbur olmak kadar -belki de daha çok- yaşamın kutlanmasıdır.

#callingmagseries No3 Adaptasyon sayısında, geçtiğimiz senelerde yeni yeni adapte olmaya başladığımız, ilerleyen on yıllarda düşünme ve yaşama şekillerimizi değiştireceklerini ön gördüğümüz kavram ve fikirleri bir araya topluyoruz. Sayının kapağında, Barış Çavuşoğlu’nun temaya özel ürettiği animasyon, sayının geleceğe ve adapte olmaya dair estetik yaklaşımını ortaya koyuyor. Lidar teknolojisi kullanılarak yapılan kapak çekiminin ve çekimi takip eden animasyon sürecinin hikayesini sayının içinde bulabilirsiniz. Moda teorisyeni Eda Çakmak, “Gerçekle Sanalın Bulanıklaşan Sınırında Giyinmek” yazısında, modanın sanal dünyaya adapte olma hamlelerinin peşinden gidiyor ve ilerleyen yıllarda “giyinmek” eyleminin geçireceği olası değişimleri anlatıyor. “Mental Klitoris” podcast’i ile tanıdığımız, toplumsal cinsiyet ve cinsel hazza dair konuları masaya yatıran Hazal Sipahi, adaptasyon teması için kaleme aldığı yazıda, seks pozitif gelecekte geçen bir günü hikayeleştiriyor. Bilgisayar oyunlarında güç ilişkileri üzerine çalışan Çağıl Ömerbaş, Covid-19 krizine kadar Dünya Sağlık Örgütü tarafından zararlı ilan edilen bilgisayar oyunlarının, pandemi döneminde yine aynı kurum tarafından sosyalleşmek ve zaman geçirmek için önerilir hale gelmesini anlatıyor; bilgisayar oyunlarının farklı fikirlere adapte olma aşamasındaki kolaylaştırıcı rolünden bahsediyor. Bu sayıyı bizim için özel kılan bir diğer içerik ise Kornelia Binicewicz’in yeni projesi “A Drop of Luck”. Polonyalı asıllı müzik araştırmacısı, 2015’te başladığı Ladies on Records ile 60’lar, 70’ler ve 80’lerden kadın müzisyenlerin üretimlerini toplayıp yeni bir bağlam içinde dinleyiciye sunan mixtape’ler üretiyor. Kornelia ile “A Drop of Luck” üzerine yaptığımız söyleşiye göz atmanızı öneriyoruz.

#callingmagseries No3 Adaptasyon sayısının ilerleyen günlerde yeni yazılar ve farklı formatta içeriklerle genişleyeceğini de ekleyerek sayının manifestosunu bitiriyoruz. İyi okumalar, izlemeler ve adapte olmalar dileğiyle.

manifestoyu oku

ADAPTASYON UZAMI

Görsel: Barış Çavuşoğlu

Yazı: Burcu Bilgiç | 5 Nisan 2021

Katman katman adapte oluyorduk. Mücadeleyle, teslim olmuşlukla ve büyülenerek adapte oluyorduk. Adapte olurken kendi becerilerimizden gözümüz kamaşıyordu, gözümüzü kaçırıyorduk. Kimse kolay olduğunu söyleyemezdi ve biz de kolay olmasını istemiyorduk. Adaptasyonun kendine özgü bir uzamı mı vardı? Alıştığımızdan daha uzun, daha kavisli, daha akışkan olduğumuz bir uzam mıydı? Bedenimizin ve zihnimizin plastisitesi mi artıyordu? Beyin kimyamızda bir değişiklik olduğuna yemin edebiliriz. Bilişin kodlarıyla oynamakta maharetliyiz.

2021’de çıkacak ilk sayının temasını belirlemek -şaşırtıcı bir şekilde- oldukça az zamanımızı aldı. “Adaptasyon”un yaşantımızı ve ruh halimizi araştırmak için uygun bir kavram olacağına hızla karar verdik.

Üzerinde hareket ettiğimiz zeminlerin öklid uzayının kuralları dışına çıktığı, bazılarının faz değişikliğine uğrayarak maddenin türlü hallerine geçtiği ve neredeyse hepsinin kod parçalarına dönüştüğü bir zamanda; sayının görsel dilini belirleyecek kapak hikayesinin de fiziksel, kimyasal ve dijital katmanları içermesi gerekiyordu. 

Adaptasyon sayısının kapak hikayesi için, bu katmanları tek bir görsel dünyanın içinde hikayeleştirilebilecek bir sanatçıyla, Barış Çavuşoğlu’yla çalıştığımız için mutluyuz. İnsanın adapte olma yeteneği ve insan odaklı bir sayı yapmak fikri üzerine Barış’la konuşmaya başladığımızda, “hayatta kalmaya mecbur ve yaşamayı arzulayan insan” karakterini elimizdeki dijital mekana nasıl sokacağımızın fikir alıştırmaları da başladı. Eti ve kemiği Barış’ın dünyasına sokmak için iPhone Lidar teknolojisini kullandık. Gerisi, 3.  boyuta dair olanla yüzeye dair olan, soyut olanla forma bürünen arasında bilinmez bir yerde vuku buldu. Biz de kendimizi adapte olmaya devam eder bulduk.

Tüm karakterler iPhone 12 Pro Max kullanılarak scan edilmiştir.

Krediler:

3D Animasyon Film, Ses Tasarımı ve 3D Tarama: Barış Çavuşoğlu

Kreatif konsept ve Prodüksiyon: calling

Kreatif ekip: Gümrah Şengün, Can Zeydan, Burcu Bilgiç, Selin Ünsel, Can Görkem

Modeller: Beril Kayar, Berk Güntürk, Nora Şenkal (castingkiller), Selin Seylan

Styling: İrem Apak

Nora Şenkal Tulum: Sudi Etuz

Berk Güntürk Pantolon, Gömlek ve Atlet: Store Desole

Beril Kayar Look: Rost Underwear

Selin Seylan Pantolon, Üst ve Çanta: SiedresSudi EtuzStore Desole

Saç: Mertcan Pekgüzel

Makyaj: Kübra Demir

VFX Animasyon: Benjamin Lemoine & Barış Çavuşoğlu

Sound Mix & Master: Ada Kanbo

yazıyı oku

SEKS POZİTİF BİR GELECEK TAHAYYÜLÜ

3D: Ezgi Şiir Biçer

Adapte olmamızın hepimizin  ferahına olacağını düşündüğümüz seks pozitif bir gelecek senaryosu.

Yazı: Hazal Sipahi | 5 Nisan 2021

Tetikleyici Uyarısı: Bu yazıda yer alan kimi ifadeler cinsel şiddete dair tetikleyici olabilir.

Yargılayıcı olmayan ve kapsayıcı bir gelecekte, saat sabahın 4’ünde sarhoş bir halde bardan evime yürüyorum. Sütyen takmamışım çünkü altımdaki şortuma uymamış; çünkü hava çok sıcakmış; çünkü meme ucuma yeni piercing yaptırmışım; çünkü tüm sütyenlerimi yakmışım; çünkü zaten hiç sütyenim olmamış; çünkü öyle istemişim. Üstsüzüm. Kimse beni ayıplamıyor, laf atmıyor, sürtük ilan etmiyor ya da memelerime gözlerini dikmiyor.

Eve varıyorum, partnerim hala uyumamış. Bilgisayar ekranından bir şeyler izleyip harıl harıl not alırken salona girmemle geldiğimi fark ediyor ve izlediği şeyi hemen durduruyor. “Tez için 2020 haber arşivine daldım da cinsel şiddet haberlerine bakıyordum. Kulaklık takmamı ister misin?” diye soruyor. Biliyor ki özellikle cinsel şiddetten hayatta kalanlar için cinsel şiddetin bahsi kişiyi tetikleyebilir ve birçok duyguyu harekete geçirebilir. Tabii büyük ihtimalle endişelendiği tek şey cinsel şiddetin bahsi değil bahsediliş şekli de. O zamanlar alternatif ve ilerici olma iddiasında olan medya kuruluşlarının haberlerinde bile tecavüzden “zorla seks yapma”, hayatta kalandan kendi tercihi dışında “kurban” ya da failden …’nın “tecavüzcüsü” diye bahsedildiğini görmek mümkündü. Toplumdaki ve medyadaki mağdur suçlayıcılık birbirinin sırtını sıvazlar, pek çokları da buralardaki sıkıntıyı anlayamazdı. Partnerimin beni tetiklememek adına aldığı bu önlem ise travmanın etkisinin anlaşılmasına ve etkisine karşı duyarlılığa dayanan, hem hayatta kalanlar hem de diğerleri için fiziksel, psikolojik ve duygusal güvenliği vurgulayan ve hayatta kalanların kontrol ve güçlenme duygusunu yeniden inşa etmeleri için alan yaratma çabasında olan “trauma-informed” yaklaşımın bir parçası. “İçeri gidip yatacağım, ben gittiğimde devam edersin. İyi geceler” diye cevap veriyorum ve odama geçiyorum. 

Yatağa uzandıktan sonra komodinin üst çekmecesinden vibratörümü çıkartıyorum. Neyse ki seks oyuncaklarının sadece bekarlar, yalnızlar, kadınlar, lezbiyenler, kink’leri olanlar, penetrasyon, mastürbasyon ya da işleri “daha seksi” bir hale getirmek için olmadığının artık bir zahmet anlaşılabildiği zamanlardayız. Partnerimin haberi olursa kendini kötü ya da eksik hissedeceği düşüncesine kapılmadan keyfime ve zevkime bakıyorum. 

Mastürbasyon sonrası daldığım tatlı uykunun kollarından partnerimin alarmının sesiyle sıyrılıyorum. Günaydınlaştıktan sonra partnerim duşa gireceğini söylüyor. “Sana katılmamı ister misin?” diye soruyorum. “Tek başıma duş almak istiyorum” cevabını duyunca, hay hay, uyumaya devam etmeye karar veriyorum. Partnerimin beni çok çeşitli olabilecek nedenlerle duşta yanında istememesi onu soğuk ya da kötü biri yapmadığı gibi beni de istenmeyen, seksi olmayan ya da sevilmeyen biri yapmıyor. Çünkü partnerim beni istemiyor değil, o an benimle beraber duşa girmeyi istemiyor. Yarı uyur yarı uyanık, yeniden uykuya dalabilecek miyim muammasındayken partnerimin sesini duyuyorum: “Şimdi beraber bir şeyler yapmak ister misin?” Gözlerimi açtığımda yaramaz bakışları ve gülüşü ile karşılaşıyorum ve gülümseyerek karşılık veriyorum: “Ne gibi?” 

“Mesela pijamalarını çıkartıp seni yalamamı ister misin?” 

Şevkle “Evet, evet, evet, çok isterim” diyorum. Bu diyalog beni iyice uyarıyor çünkü zorlama, sindirme, manipülasyon ve baskı yokluğunda söylenen, coşkulu bir evet olarak tanımlanan onayın çok seksi olduğunu düşünüyorum. Artık tecavüz kültüründen ziyade onay kültürünün hakim olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Tecavüz kültürü, tecavüzün toplumsal cinsiyet ve cinsellik konusundaki toplumsal tutumlar nedeniyle yaygın ve normalleştirildiği ortamı anlatmak için kullanılan bir kavram. Onay kültüründen ise onay isteme ve verilen yanıtlara saygı duyma eylemini normalleştiren, her bireyin kendi bedenine dair özerkliğe sahip olduğu ve kişinin kendisi için rahat olanı seçme hakkına koşulsuz olarak saygı gösterildiği bir ortamda söz etmek mümkün olabiliyor. 

Partnerimin kafası bacaklarımın arasındayken bu defa benim alarmım çalıyor. Partnerim “Durmamı ister misin?” diye soruyor. Aslında devam etmeyi istesem de hazırlanıp çıkmam gerektiğinden “Evet” diyorum. Duruyor ve çapkınca göz kırparak “Bu sefer de böyle olsun” diyor. Çünkü seksin penetrasyondan ibaret olmadığının ve orgazmın da seksin nihai amacı olmadığının bilincindeyiz. Artık kimsenin neyi ne zaman sevdiğini varsaymamaya, sağlıklı ve açık bir iletişim kurmaya, partner(ler)imizin istekli onayının olup olmadığını her yeni aktivite için sormaya ve karşılıklı sınırlara saygı duymaya yatakta iyi olmak diyoruz. Tabii cinsel aktivite için ortada illa bir yatağın olması gerekmediğini de biliyoruz. 

Üzerime bir şeyler geçirip toplantıya yetişmek için toplu taşımaya atlıyorum ve arka sıradaki tek boş koltuğa oturuyorum. Çok geçmeden sol tarafımda oturan kişi, “İzninizle size bir şey söylemek istiyorum” diyor, “Tabii, buyurun.” İki gün önce gökkuşağı renklerine boyadığım bacak kıllarımı işaret ederek: “Çok yakışmış, ben de geçen gün denedim ama renkleri tutturamadım.” Kıllar ve kıl boyaları üzerine bir sohbete dalıyoruz. Kimse kıllarımızdan da, sohbetimizden de, gökkuşağından da rahatsız olmuyor, göz devirmiyor, “cıkcık”lamıyor. Çünkü çoğu yetişkinin kıllarla kaplı olduğunu ve kıllarıyla onun bunun ne diyeceğini, nasıl bakacağını, ne düşüneceğini aklının ucuna bile getirmeyerek istediğini yapabileceğini idrak edebilmişiz. Kadınlığın ve kadınsılığın, erkekliğin ve erkeksiliğin kıllılıkla, kılsızlıkla ya da başka ikiliklerle ölçülmediği bu zamanlarda yaşadığım için kendimi şanslı hissederek otobüsten iniyorum. 

İş arkadaşlarımın masasına doğru yürürken herkesin Derya’yı tebrik ettiğini fark ediyorum. Aseksüel beyanı olduğunu bildiğimiz Derya’nın hamile olduğunu öğrenen kimse Derya’ya cinsel yönelim zabıtalığı yapmıyor. Allonormatif değiliz, yani herkesin cinsel çekim deneyimliyor olduğunu düşünmüyoruz. Cinsel istek ve cinsel çekimi birbirine karıştırmıyor ve aseksüellerin de libidoları ve azgınlıkları olabileceğini biliyoruz. Kavramlar işlerimizi kolaylaştırmak için varlar ve bu kavram çeşitliliği de zamanında cinsiyetçi, tecavüz tehdidi içeren, cinselliği bir cezalandırma ve had bildirme aracı haline getiren küfürleri derya deniz argomuzun “hazineleri” olarak görüp cinselliğe, cinsel kimlik ifadelerine ve cinsel yönelimlere dair kavramları “kafa karıştırıcılık” şeklinde yorumlayanlara “buyurun size dilde zenginlik” olarak sunarken pek işimize yaramıştı. 

Toplantı çıkışı eve dönerken otobüste bir yandan çokbiriciklik üzerine olan Multiamory podcastini dinleyip bir yandan günümü düşünüyorum, yani geleceği. Bu geleceğin en önemli özelliklerinden birini söyleyeyim. Burası seks pozitif bir gelecek. Bir sınırsızlık hali değil, sağlıklı sınırların diyarı. Cinselliğe dair sağlıklı bir duruş ve tutum sergileyebildiğimiz, cinselliğin utanmamız gereken bir şey olmadığı inancına dayanan, karşılıklı, şevkli, güncel ve özgür onaya dayalı aktiviteleri sağlıklı ve zevkli kabul eden, cinsel hazzı ve deneyi teşvik eden, cinsellik üzerine daha fazla şey öğrenmeye açık olan, partnerler arasındaki açık ve sağlıklı iletişimin ön planda olduğu fiziksel, duygusal ve psikolojik güvenliği savunan, cinselliğe dair açık iletişim ve diyalog halinde olmayı öneren, başkalarının cinsel kimliklerini, ifadelerini, yönelimlerini ve yaşam tarzlarını yargılamadan kabul etmeyi teşvik eden, her bireyin, güvenli bir şekilde cinselliğini keşfedebilmesi için kapsamlı bir cinsellik eğitim alması gerektiğinde hemfikir olan, seksi yargılanma korkusu, utanç veya gariplik hissedilmeden tartışmaya açarak tabu yıkan bir gelecek. Bizi bekliyor olduğu düşüncesinin içimi açtığı gelecek. Adapte olmamızın hepimizin refahına ve ferahına olacağını düşündüğüm, oraya doğru gittiğimizi hissettikçe, gördükçe gülümsediğim ve yaşamak için daha da gaza geldiğim. 

Peki bu gelecek ne zaman gelecek? Neden bu sene o sene, seneye o sene, hadi bilemedin 2023 böyle bir sene olmasın. Dünya hep yerinden oynuyor. 

yazıyı oku

SOPHIE DOLUNAYI*

Görsel: Berk Çakmakçı

En az müziğindeki inovasyon ve teknik beceri kadar trans kimliği de büyük önem taşıyan SOPHIE’nin müziği ve fikirlerine tanıklık etmiş olmak, kendi yaşamak istediğimiz geleceğin kurallarını kendimizin yazabileceğini hatırlatıyor.

Yazı: Berk Çakmakçı  | 5 Nisan 2021

Geçtiğimiz Ocak ayında Atina’da dolunayı izlemek için çıktığı bir balkondan korkunç bir talihsizlik sonucu düşerek yaşamını yitiren SOPHIE Xeon’dan bahsederken şimdiki zaman çekimini kullanmak zorunda hissediyorum. Çünkü geçmiş zaman gerçek dışı geliyor, zihnim bu durumu kabullenmekte adeta vücudun bir uzuv reddi yaşaması gibi zorlanıyor. Kariyerinin başından beri odağına şimdiyi değil, geleceği yerleştiren SOPHIE’nin bu ansız ölümünün açtığı boşluğu doldurmak mümkün görünmüyor. Bu nedenle yazı boyunca SOPHIE’den geniş zamanla bahsedeceğim. SOPHIE’nin Pop’un DNA’sını değiştirdiğini ve yarattığı estetiğin radyoda duyduğumuz bir çok şarkıya iyi ya da kötü tesir ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. 10 yıldan kısa süren bir kariyer içinde ürettikleriyle bu denli güçlü bir deprem yaratmış olmanın yanı sıra, SOPHIE, ilham olduğu bir jenerasyonun sinapslarında devam eden artçılar ile kültürel etki alanını her geçen gün genişletmeye devam ediyor.

Yeni nedir? Eğer daha önce varolmamış, deneyimlenmemiş, görülmemiş ya da ilk olan ise ‘yeni’, SOPHIE’nin önümüze serdiği sonik, görsel ve fikirsel dünyayı anlatmak için doğru bir kelime, ancak yeterli değil. SOPHIE, kıyaslamaları, benzerlikleri -ve en önemlisi daha önce kimsenin pek de beceremediği bir kapsayıcılıkla- kitlesel bir onay beklentisini bertaraf ediyor. Müzik sektöründeki bekçilerin (gatekeeper) kârlı olmakla eş anlamlı gördüğü ‘yeni’ kavramını silikleştirerek geleneği aşıyor.

2013 yılında yayınlanan muazzam teklisi “BIPP”i duyduğum an, SOPHIE’nin dans ve pop’un çoktan bayatlamış kurallarını yeniden yazmaya and içtiğini ve emin adımlarla şahsına münhasır bir ses repertuvarı kurmakta olduğunu fark etmiştim. Kalabalığından arındırılmış bir pop hiti gibi işleyen ‘BIPP’, o sıralar hala gizemini koruyan SOPHIE’yi bir anda klüp/dj/soundcloud evreninden koparmış ve ana akım müzikte kendi kulvarını yaratmıştı. Yine de bu müziğin herkes tarafından aynı heyecanla kabul gördüğünü söylemek pek doğru olmaz. SOPHIE’nin müziğinin, ana akım müzik medyasında yarattığı kafa karışıklığını takiben dönemin “hype” sayılabilecek janrlarıyla ilişkilendirilme çabası, müzik yazarlarının geri kafalılığına dair bir turnusol kağıdı görevi görmüştü. Zamanında, bir pop parodisi ya da ömrü çok uzun olmayan bir trend gibi yakıştırmalar yapan sesler şimdi geriye dönüp baktığımızda değişim alerjisi semptomları olarak göze batıyor. Pek de uzak olmayan bir geçmişe kadar problematik, ucuz, basit ve değersiz addedilen Pop müziğin en uç noktalarında gezinen SOPHIE’nin böyle duyarsız eleştirilere maruz kalmasına şaşmamak gerek. 2010’lar, müzik medyasının uzlaşmacı tavrı ve eşzamanlı gerçekleşen Spotify hükümranlığı ile Pop’un kendini iyiden iyiye kabul ettirdiği bir dönem olarak değerlendirilebilir. Tam da bu sırada SOPHIE’nin kapalı sayılabilecek bir klüp çevresinde başlayan kariyerine ve müziğindeki deneysel damarlara rağmen bir global pop ikonuna dönüşme hikayesi, beğeni kalıplarının ‘streaming’ çağında nasıl değiştiğine güçlü bir örnek teşkil ediyor. SOPHIE’nin ’yüksek kültür’ ve ‘alçak kültür’ ayrımını geçersiz kılan ‘hook’ temelli müziği, içinde yaşamakta olduğumuz kaosun, yokoluşun ve tahammülsüzlüğün hem tasviri hem de bir nevi ilacı. SOPHIE’nin müziği ikiliklerin anlamını ve egemenliğini yitirmeye yüz tuttuğu bir zamanda adeta bir deniz feneri gibi yolu gösteriyor; ‘Yepyeni Bir Dünya’ (Whole New World)’nın katlederek değil paslanmış ilkeleri yıkarak ve dans ederek mümkün olduğunu hatırlatıyor.

Majör pop melodileri SOPHIE’nin çok boyutlu evreninde, araba camında bir birleşip bir ayrılarak akan yağmur damlaları misali, şekilden şekle giriyor. Dinleyenin beyninde fiziksel materyaller tanımlayan prodüksiyonun teknik detaycılığı geleneksel pop, klüp ve performansın sınırlarını umursamıyor. Bu sayede EDM (Electronic Dance Music)’in katıksız ve çoğu zaman kimliksiz hedonizminin karşısında SOPHIE şarkıları ilk saniyede imzasını atıyor. Aynı zamanda hem parlak ve şirin hem de zorlu ve korkutucu olabilen, üstelik bunu ortalama 3 dakika içinde takibi zor bir hızda yapan şarkıları, içine koyulduğu hiç bir kapta rahat durmuyor. SOPHIE’nin müziğinde form daimi bir değişim halinde ve bir araya getirdiği zıtlıklar yaşamakta olduğumuz tekno-simbiyotik deneyime kusursuz şekilde eşlik ediyor, daha da önemlisi anlamlandırmamıza yardımcı oluyor.  

SOPHIE’nin kendisini ve müziğini birbirinden ayrı değerlendirmek en basit ifadeyle aptallık olur. Bu noktada SOPHIE’nin trans kimliğinin en az müziğindeki inovasyon ve teknik beceri kadar büyük bir önem taşıdığının altını çizmek gerek. 2017 yılında “Oil of Every Pearl’s Un-Insides” isimli albümünden yayınlanan ilk tekli olan “It’s Okay To Cry” ve beraberinde gelen ikonik müzik videosu bu bağlantıyı anlatmak için iyi bir örnek. SOPHIE’nin kendi vokallerini ve cismini ilk defa gizemden arınmış, ironiye yer bırakmayan bir samimiyet ve kırılganlıkla ortaya koyduğu eserin anıtsal niteliğiyle tüyler ürperttiğini söylemek yanlış olmaz. Kimliğin geçirgenlik, limitsizlik ve adaptasyon üzerinden anlam kazandığı bir dünyanın kapılarını aralayan şarkı, gürültü ve sessizlik ile ustalıkla oynuyor, SOPHIE’nin hassas vokallerini merkeze oturtuyor. Birbirine eklemlenen baş döndürücü fikirlerle tansiyonu baştan sona yüksek tutan albüm aynı zamanda bir ses tasarımı harikası olarak yakın bir incelemeyi hakediyor. “Oil of Every Pearl’s Un-Insides” elektronik müzikteki prodüksiyon becerisini çoğunlukla cis-erkeklere yakıştıran müzik medyasının altından halıyı çekiyor. Bu denli güçlü bir albümün 61. Grammy ödüllerinde en iyi “Dans/Elektronik Albümü” dalında aday gösterilmesine rağmen ödülü sıkıcı ve son derece risksiz bir Justice remix albümüne kaptırmış olması ise Grammy’lerin geçersizliğinin bir kanıtı adeta. 

2014 yılında New York’ta yaşarken küçük ve karanlık bir klüpte SOPHIE’nin nadir setlerinden birini izleme fırsatı bulmuş olduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum. Hala göz kamaştıran ışıkların ve dumanların arkasına saklandığı bir dönem olmasına rağmen duyduğum şeyler o kadar etkileyiciydi ki müziği adeta havada hissedebiliyor, kokusunu alabiliyor, elinizle dokunabiliyordunuz. Geceyi aynı “BIPP”in kapağındaki gibi bir kaydıraktan sağa sola çarparak kaymış ve suya düşmüşçesine adrenalin dolu şekilde bitirmiştim. Bir daha müziğe kesinlikle aynı şekilde bakmayacağımı farkında olarak ayrılmıştım klüpten. O günden beri dinlediğim ve yaptığım her şarkıyı SOPHIE prodüksiyonlarıyla kıyaslıyorum ve çoğunlukla kulağıma amatör ve eski geliyorlar. Her seferinde onun müziğindeki benzersizliğe ulaşmamın pek mümkün olmadığını yeniden anlıyorum. Fakat bu durum beni durdurmak yerine daha da motive ediyor. SOPHIE’nin müziği ve fikirlerine tanıklık etmiş olmak kendi yaşamak istediğim geleceğin kurallarını kendim yazabileceğimi bana tekrar hatırlatıyor.

*SOPHIE, 2021 Ocak ayında dolunay izlemek için çıktığı balkondan düşerek hayatını kaybetti. SOPHIE’yi sevenler ve hayranları tarafından her yılın ilk dolunayının SOPHIE Dolunayı olarak anılacağı duyuruldu.

yazıyı oku

OYUN YOLUYLA ADAPTASYON

İllüstrasyon: Umut Cocln

Oyunlar bizi, diğer insanları farklı özelliklerinden dolayı yargılayıp dışlamadığımız, kalıplardan sıyrıldığımız, olayları farklı açılardan değerlendirebildiğimiz bir duruma getirebilir. Böylece, beraber çalışabilme becerimizin ve empati kabiliyetimizin çok daha ileri seviyede olduğu bir topluma adapte olmamızı sağlayabilir.

Yazı: Çağıl Ömerbaş | 5 Nisan 2021

Son yıllarda, giderek büyüyen bir çaresizliğe tepki olarak geliştirdiğimiz saçma sapan huylar içinde gözüme en çok batan şey “yılları suçlama” trendi oldu. Kontrolümüz dışında gelişen olaylar karşısında sosyal becerileri olan bir muhatap yerine, gerçekleştiği yılı suçlamak giderek sevilen bir huy hâline geldi. 2020 yılı, doğal olarak devam etmekte olan ünlü ölümlerinin yanı sıra gerçekleşen pandemi vesilesiyle “en çok suçlanan yıl” olma konusunda açık ara öndedir diye tahmin ediyorum. İnsanlar 2020’nin bitip bitmediğine dair siteler kodladılar, yılbaşı için geri sayımı yaz aylarından başlatanlar oldu, hatta yılbaşı veya Noel kutlamak gibi bir huyları olmayanlar bile senenin bitişini kutlamak için hazırlıklara girişti. The Guardian’dan Lea Ypi’nin [1] de altını çizdiği gibi, durumlardan ders çıkarma veya sorumluluklar hakkında bilgimizi genişletmek gibi meseleleri bir kenara atmış oluyoruz yılları suçlayarak. Pandemiyi bu seviyeye getiren politik tercihler hakkında pek düşünmüyoruz, hayat pratiklerimizin neredeyse tamamını Amazon gibi şirketlere bağlamış olmak da pek rahatsız etmiyor anlaşılan. Bu arada izole yaşamaya adapte olduk bir yandan. Geçen yıl olduğu gibi sürekli şikâyet etmeden veya bütün yaşama isteğini ekşi mayalı ekmeklere yüklemeden günlerimizi geçirebilir hâle geldik.

Küresel salgın sürecinin farklı endüstrilere farklı etkileri oldu. Zoom ve Amazon gibi dönemin gereklerini sonuna kadar sömürebilen şirketler çok büyük kâr elde ederken, sosyalleşme üzerine kurulu endüstriler (restoranlar gibi) aşırı zor zamanlardan geçiyorlar. Evde vakit geçirmeyi çekilir kılan eğlence endüstrileri de karmaşık durumda. Film ve oyun gibi ortamların tüketimi fazlasıyla artmış olsa da, üretim süreçleri sekteye uğradı. Oyun satışlarının artmasında kurumların çağrılarının [2] da yeri büyük: Dünya Sağlık Örgütü (WHO), sosyal mesafeyi koruyarak vakit geçirmenin en sağlıklı yöntemlerinden birinin bilgisayar oyunu oynamak olduğunu açıkladı. Gerçekten de oyunların bu döneme adapte olmamızda çok katmanlı ve sadece COVID-19 şartları ile sınırlanamayacak faydaları var.

Öncelikle WHO’nun -oyunların içeriğinden çok, oyun oynama pratiğiyle âlâkalı- gerekçesinden bahsedelim. Açıklanan aslında sadece oyunların mesafeli bir sosyalleşmeye izin verme özelliği. WHO’nun ortaya attığı kampanya #UzaktanBeraberOynayın (#PlayApartTogether) sloganıyla oyun geliştiricileri tarafından desteklendi. Sosyal halkalarımızla yüz yüze görüşmek riskli bir eylem haline geldiğinden, iletişim ihtiyacımızı dijital alanlarda, bir amaç peşinde koşarak karşılayabiliyoruz. En azından bir ölçüde. Nintendo’nun son sürümünü 2020 Mart’ta yayınladığı “Animal Crossing: New Horizons” ve InnerSloth LLC’nin 2018 tarihli “Among Us” oyunlarının pandemi zamanı elde ettiği inanılmaz ticari başarılar bu durumun bir göstergesi bence. Özellikle “Animal Crossing”, odalara kapatılmış hayatlara harika bir alternatif sunuyor: Adada yaşıyorsunuz, kaynak biriktirip etrafı geliştiriyorsunuz, arkadaşlarınızı adanıza çağırıp mal varlığınız hakkında böbürlenebiliyorsunuz… Aynı gerçek hayat gibi!

Oyun oynama pratiği düşünüldüğünde, uzaktan sosyalleşebilmek dışında önemli bir özellikten daha bahsedebiliriz, ki bu özellik önceki tarihlerde WHO’nun oyunları lanetlemesine sebep olmuştu. Burada oyunların kapsayıcılık (immersion) özelliğinden bahsedeceğim. Janet Murray’in oyunlardan alınacak üç estetik haz arasında gösterdiği kapsayıcılık, oyuncunun etkileşmekte olduğu ortamla bütünleşmesi olarak bir ölçüde açıklanabiliyor. Gerçekten de, benzersiz etkileşim imkânı sayesinde oyunlar tüketiciyi en çok içine çeken ortamlar. Ne olduğunu anlamadan masif zaman bloklarını eritebiliyoruz oyun oynarken. İçinde bulunduğumuz zamanın dayattığı kısıtlı imkânları görmezden gelmemiz için iyi bir yöntem bence. Aydınlanma neferleri, vakit kaybı olarak gördükleri bu eylemi olumsuz bir bağımlılık olarak etiketliyor. 2019’da WHO da oyun bağımlılığının bir ruhsal bozukluk olduğuna kanaat getirmişti. Bu kanaat 2022’de resmileşecekti ama yeni gelişmelerle neler olacağını göreceğiz hep beraber.

Argümanlarından gözlemleyebildiğim kadarıyla oyun oynamayı eleştirenler, bu aktivitenin insana ve topluma faydası olmadığı gibi bir meseleye iknâ etmişler kendilerini. “Oyunlar vahşete sebep olur,” gibi, asla düzgün bir şekilde kanıtlanamamış, çiğ bir argüman da sıçratıyorlar arada. Christopher Ferguson gibi önemli araştırmacıların detaylı çalışmaları, bu argümanların ne kadar temelsiz [3] olduğunu ve gerçekte olanın söylenenin tam tersi [4] olduğunu net bir şekilde ortaya koyuyor. Ferguson’un geçmiş araştırmasında, hızla gelişen göz refleksi gibi fiziksel faydalar öne çıkarılmış, güncel bir araştırmada [5] da oyunların akıl hastalıklarına iyi geldiğini gösterilmiş.

Amerikalı çoklu ortam sanatçısı ve araştırmacı Mary Flanagan, 2019’da Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu’nda katıldığı konferansta [6], oyunların insanları nasıl daha açık fikirli hâle getirebileceğini kanıtlarıyla beraber açıklamaya gayret etti. Oyunlarda kurmaca unsurlarla donatılarak verilen güçlü mesajların önemini detaylı bir şekilde anlatıyor araştırmacı. Gerçekten de oyunların insanları bir konuda iknâ etmek konusunda benzersiz bir gücü var. Birine hırsızlığın kötü bir şey olduğunu söylerseniz, bildiğini söyleyerek konuyu kapatır. Ama özel bir durum yaratıp, eyleminin sonuçlarıyla tekrar tekrar uğraşmasını sağlarsanız bambaşka bir algı seviyesinde öğrenmekten bahsedebiliriz. Burada insanın bir konuda iknâ olmasından söz ediyoruz artık. Bahsettiğim durumu daha ilgi çekici bir formda sunarsak -meselâ fantastik unsurlarla donatarak- mesajımızın çok daha geniş kitlelerce, çok daha eğlenceli bir şekilde kanıksandığını görüyoruz. Örneğin Flanagan, virüs davranışlarıyla ilgili hazırlamakta olduğu oyuna zombi faktörü ekleyerek 2012’de Zombiepox’u yaratmış ve oyunun fantastik unsurlarla çok daha fazla insan tarafından kanıksandığını [7] sayılarla anlatmış.

Flanagan’ın bahsettiği diğer bir konu, oyunlar sayesinde yeni bağlantılar kurma becerisi. Araştırmacı bu özelliği kanıtlamak için Cards Against Humanity’i (2011) modifiye ederek bir deney yapmış: esas oyunda, masaya içinde boşluklar olan bir cümle içeren bir kart açılıyor, oyuncular da ellerindeki karttaki kelimelerle bu boşlukları doldurarak politik olarak en yanlış birleşimi elde etmeye çalışıyorlar. Flanagan New England’daki bir atölyesinde oyuncuları iki guruba ayırmış ve bunlardan birine oyunun iklimsel temalı kavramlar eklenmiş versiyonunu oynatmış. Araştırmacı atölyeden önce görünmez mürekkeple işaretlediği bardakları atölye guruplarına paylaştırıp atölyeden sonra ise geri dönüşüm çöplerine atılan bardakların kaçının işaretli olduğunu saymış. Modifiye versiyonunu oynayan insanların geri dönüşüm konusunda %20 daha duyarlı olduğunu bu şekilde kanıtlamış. Burada tek oturumluk bir oyundan bahsediyoruz, daha yaygın bir pratik olsa çok daha büyük yüzdeler çıkabileceğini düşünüyorum.
Flanagan’ın oyunlara dair bahsettiği önemli özelliklerden bir diğeri, oyunlar sayesinde insanların olaylara farklı açılardan bakabilmesi. Gerçekten de RPG (Role Playing Game/Rol Yapma Oyunu) veya Macera (Adventure) gibi türlerde başarıya ulaşmanın tek yolu olaylara farklı şekillerde yaklaşabilmek oluyor. Flanagan bu özelliği yine sert bir yöntemle sınamış. Kampüslerdeki cinsel saldırıları ve bunların tanıklarının araya girmek konusundaki çekincelerini 2014 tarihli MindFlock oyununa yedirerek dört haftalık bir deney [8] başlatmış. Sürenin sonunda, özellikle erkek katılımcıların empatilerinin arttığı, cinsel saldırı ve buna müdahale konusunda daha bilinçli hâle geldiğini gözlemlenmiş.

Oyunların güçlü mesajlar verebileceği, yeni perspektifler sunacağı ve yeni bağlantılar kurma konusunda etkili bir ortam olacağından kısaca bahsettim ama Flanagan’ın konuya başlarken söylediği açık fikirlilik bence oyunların -ve diğer tüm ortamların- en büyük sorumluluğu. Burada özellikle çeşitlilik ve temsil meselelerini önemli buluyorum. Bilgisayar oyunları çok yakın bir zamana kadar bu konularda son derece kısır bir ortamdı. Üniversitelerin ana bilgisayarlarında, erkek mühendislerin bir nevi boş vakit aktivitesi olarak ortaya çıkan bu yeni ortam, çok uzun bir süre boyunca erkekler için üretilen ve sadece onların söz söyleme hakkı olan bir alanmış gibi algılandı. Hâlâ sürmekte olan “genç kızı kurtarmak” temalı olan bir sürü oyunu ve oyun endüstrisinin cinsiyetçi tavrını eleştiren insanlara hunharca saldırılmasını biraz da bu duruma bağlıyorum. Kendilerine gamer etiketini yapıştırmış heyecanlı oğlanlar, sevdikleri bu ortama gelen herhangi bir eleştiriyi pek tartmadan karşı atağa geçmeye çok hevesliler. Verdikleri saçma miktarlardaki boş tepkinin bile sorunun gerçek olduğunu gösterdiğinin farkında değiller. Sadece oyunların reklâmlarına [9] baktığımızda bile kadınların sergilenen bedenden öteye gidemediği gibi dev bir temsil sorunuyla karşılaşıyoruz. Mary Flanagan kadınların video oyun endüstrisinden dışlanmasını, batı epistemolojik geleneğinden dışlanmalarıyla aynı sebebe, bilgi ile değil bedenle özdeşleştirilmelerine bağlıyor. İlerleyen teknolojiyle beraber grafiklerdeki “daha gerçekçi” gelişmelerin, teknolojiyi kullanan erkekler için yine erkekler tarafından yaratılan cinsiyet normlarıyla yapılandırıldığını söylüyor. Şirketler yakın tarihte, gelişigüzel kullandıkları insanlar seslerini yükseltmeye başlayınca daha dikkatli davranmaya başladı. Ancak oyuncular kısmında sorun son hız devam ediyor; kendilerine tehdit oluşturduklarını düşündükleri her formu sosyal medyada aşağılamaya devam ediyorlar ve konuyu eleştirenlere tehditler yağdırıyorlar. En son The Last of Us Part II’de (2020), Abby karakterinin kaslı olmasına taktılar. Post apokaliptik bir dünyada o kaslar için gereken besinleri bulamazmış… Barbar Conan Cimmeria’da protein shake içerek geziniyor çünkü. Hiçbir erkek karakterin kaslı olmasının sebebi tarihte sorgulanmamışken, bu neyin hırsı? Dijital kızımız sizin kas kütlenizden çalıp mı kendine ekliyor, ne bu öfke? Bu temsil meselesi sadece kadınlarla âlâkalı değil; farklı ırklar, inançlar ve tercihler de oyunlarda ve oyun kültüründe yakın zamana kadar organik bir şekilde yer alamadı. Özellikle yakın geçmişte çoğunlukla süs veya komedi unsuru olmaktan, var olan kalıpları desteklemekten öteye gidemediler.

Oyunlar için yeni dağıtım modellerinin ortaya çıkmasıyla üreticiler çok büyük bir masraftan kurtulmuş oldu ve pek çok bağımsız üretici ortaya çıktı. Bu sayede farklı çevrelerden üreticiler devreye girdi ve çeşitlilik meselesi bir miktar rahatladı. Ama hâlen bir eşitlik yakalanamadı: 2019’da E3’te sunulan oyunların %22’sinde ana karakterler sadece erkek, kadınların oranı %5. Temsiller eskisine göre daha az sorunlu, ama sorunlu. Burada Frankfurt Ekolü’ne kökten inananlar gibi çocukların bir oyun oynayıp tecavüzcü veya ne bileyim Nazi falan olacaklarını söylemiyorum ama insanların anlatılara organik bir şekilde katılmış düzgün temsiller görmeye ihtiyaçları var. Kendilerinden farklı yapıların var olduğu, onlarla beraber bir şeyleri daha iyi başarabilecekleri fikrine alışmalarında görsel ortamların etkili olacağını düşünüyorum. Trans bireyler meselâ, hikâyede absürt olmayan organik bir şekilde yer aldıklarında, insanların kafalarındaki tehdit algısı veya garipseme azalacaktır. Flanagan’ın bahsettiği açık fikirlilik böyle bir şey.

Oyun oynamak bize güvenli mesafelerden sosyalleşmemizi sağlıyor ve son derece keyifli bir şekilde vakit geçirtiyor. Bunlar salgın zamanına adapte olmamız için önemli özellikler. Ama içerikleriyle bize sağlayabilecekleri katkıyı daha değerli buluyorum. Oyunlar bizi, diğer insanları farklı özelliklerinden dolayı yargılayıp dışlamadığımız, kalıplardan sıyrıldığımız, olayları farklı açılardan değerlendirebildiğimiz bir duruma getirebilir. Böylece, beraber çalışabilme becerimizin ve empati kabiliyetimizin çok daha ileri seviyede olduğu bir topluma adapte olmamızı sağlayabilir. Bunlar olduğunda, kitlesel tehditler karşısında bu kadar bocalamayıp daha iyi stratejilerle yol alabileceğimize inanıyorum. Çok zorlu, endüstriyi paramparça edecek bir değişiklikten de bahsetmiyorum burada; bu daha organik temsillerle ve daha düzgün mesajlarla sağlanabilecek bir durum.


yazıyı oku

KOMÜNİTE KONUŞUYO: ADAPTASYON

calling’in kürate ettiği Komünite Konuşuyor’un 5. bölümünde edebiyat dünyasına uzanıyoruz. #callingmagseries’in Adaptasyon sayısı için kaydedilen bu bölümde gazeteci Elif Bereketli’nin konuğu Can Yayınları’nın “Çağdaş” dizi editörü Cem Alpan. Bereketli ve Alpan bu bölümde, günümüz toplumsal dinamiklerinin ve teknolojilerinin edebiyat dünyasına yansımaları üzerine kafa yoruyor. Son zamanlarda geniş okur kitlelerinin ilgisini çeken kişisel anlatılara ve özellikle oto kurmaca türüne odaklanan ikili, oto kurmacayı okurun paylaştığı zengin bir deneyim haline getiren yazarlardan ve kitaplardan bahsediyor. Komünite Konuşuyo’nun 5. bölümden kitap severlere yeni bir okuma listesi çıkacağını garanti ederiz.

Bölümde adı geçen yazarlar ve kitaplar:

Sally Rooney _ Normal İnsanlar
Olivia Sudjic _ Sempati
Jenny Offill _ Weather
Elena Ferrante _ Napoli Romanları
Karl Ove Knausgård _ Kavgam
Winfried Georg Sebald
Annie Ernaux _ Seneler
Édouard Louis _ Eddy’nin Sonu, Şiddetin Tarihi
Rachel Cusk _ Çerçeve
Benjamin S. Lerner
Marcel Proust _ Kayıp Zamanın İzinde
Sheila Heti _ Annelik
William Faulkner _ Tapınak
Mo Yang
Yan Lianke
Valeria Luiselli _ Kayıp Çocuk Arşivi
Jenny Erpenbeck _ Gitti Gidiyor Gitmiş
Maria Stepanova _ In Memory of Memory
Benjamín Labatut _ When We Cease to Understand the World
Éric Vuillard _ The War of the Poor
Olga Tokarczuk _ Koşucular

calling’in kürate ettiği Komünite Konuşuyo’nun 4. bölümünde kentten kıra taşınmak üzerine kafa yoruyoruz. #callingmagseries’in Adaptasyon sayısı için kaydedilen bu bölümde gazeteci Elif Bereketli, 20 yıl önce İstanbul’dan çıkıp Alakır Vadisi’nde kendilerine yeni bir hayat kuran Birhan Erkutlu ve Tuğba Günal’ın hikayesine kulak veriyor. Telefonun diğer ucunda Alakır Vadisi’nden kayıda bağlanan Birhan Erkutlu, kıra taşınma motivasyonlarını, kırda yaşamaya adapte olma hikayelerini, yeni yaşam alanlarında verdikleri çevre mücadelesini ve Alakır Nehri Kardeşliği’ni anlatıyor.

calling’in kürate ettiği Komünite Konuşuyo’nun 3. bölümünde gazeteci Elif Bereketli ile sanatçı, tasarımcı, mühendis, eğitmen Bager Akbay, dijital dünyanın yeni fenomeni NFT (non-fungible token)’yi masaya yatırıyor. NFT nedir, sanat dünyasına (ve daha geniş ölçekte hepimize) neler vadedebilir? Son dönemlerde NFT’yi gündeme taşıyan satışları nasıl okumalıyız? Daha yolun başında mıyız?

Komünite Konuşuyo podcast serisinin Adaptasyon temalı bölümleri Elif Bereketli’nin sunuculuğunda Burcu Bilgiç editörlüğünde hazırlandı.

yazıyı oku

ÇILGIN BİLİM ADAMI DÜRTÜSÜYLE ANİMASYON YAPMAK

Fotoğraf: Can Görkem Halıcıoğlu

#callingmagseries No3 Adaptasyon sayısının kapak hikayesi için beraber çalıştığımız animasyon sanatçısı Barış Çavuşoğlu’yla üretim dinamiklerine ve adapte olmaya dair konuştuk. iPhone 12 Pro Max kullanarak 3 boyutlu taradığı bedenlerin uzuvlarını “animasyon laboratuvarında” nasıl birleştirdiğini anlatan Barış’ı dijital dünyanın Victor Frankenstein’ı olarak hayal etmekten kendimizi alamadık.

Röportaj: Burcu Bilgiç | 22 Nisan 2021

Son zamanlarda seni üretmeye ne teşvik ediyor?

Üretimim son iki yıldır çizgisel bir şekilde ilerlemiyor; inişler ve çıkışlar oluyor. Daha fazla ve daha az ürettiğim günler ve haftalar olabiliyor. Yeni bir şey arama durumu beni üretmeye teşvik ediyor, kendimi çılgın bir bilim adamı gibi hissettiğim zamanlarda yapmakta olduğum şeye coşkuyla tutunuyorum. Daha önce yaptığım bir şeyin benzerini yaptığımı fark ediyorsam ve yeterince deneysel değilsem içime benzer bir keyif dolmuyor ne yazık ki. Süreçte kaybolmak hoşuma gidiyor. Eğer bildiğim bir yerde geziniyorsam bağımlısı olduğum o hazzı yaşayamıyorum.

İlham almak için nereye bakıyorsun? sosyal medyaya mı, deep web’e mi, galerilere mi?

Instagram animasyon, çizgi film ve görsel sanatlar için inanılmaz bir platform. Benim en fazla ilham aldığım ve bir komünitenin parçası hissettiğim yer Instagram. Instagram sayesinden yakınlık kurduğum arkadaşlarımın YouTube’a veya diğer internet sitelerine kayan işlerini izliyorum. Bunun dışında Adult Swim gibi kanallar var, Boilerroom’un deneysel filmler paylaşan 4:3 isimli bir kanalı var. 

Bir yandan CalArts’ta öğrenciliğim devam ediyor. Cartoon Logic diye bir dersimiz var, her ders bir söyleşi gibi oluyor ve dersin başında bir film seçkisi izliyoruz. Dersin hocası Alexander Stewart, mesela Manufacturing Consent gibi felsefi kavramlar ve dönemler altında topladığı farklı film ve akademik makale seçkileri hazırlıyor. Hem okuma yapıyoruz hem filmleri izliyoruz, ardından da hararetli bir oturumda düşüncelerimizi paylaşıyoruz. Son zamanlarda bundan da ciddi şekilde ilham alıyorum.

En son seni etkileyen, izlediğin bir film veya video?

[alt]cut YouTube kanalında Kübra Uzun’un Koli Kanonu videosunu iki-üç gün önce izledim ve inanılmaz buldum. Türkiye’de çok güzel şeyler oluyor ve bunun bir parçası olmam lazım gibi hissettim. Bunun haricinde Brain Dead markasının Mutant Sequencer isimli yeni başlayan bir animasyon seçkisi yayınlandı. Seçkide Darío Alva, Jordan Speer, Steve Smith gibi başarılı deneysel animasyon sanatçılarının yaptığı işler var. Bu yeni oluşum da geçtiğimiz hafta ilgimi bir hayli çekti. Markanın sponsor olduğu ama markayla alakası olmayan, sanatçılara sınırsız özgürlük veren bir seçki.

Hayatında son zamanlarda olan en büyük değişiklik nedir?

Hayatımdaki en büyük değişiklik İstanbul’a taşınmam oldu. CalArts’ta okuduğum için bu yıl ve gelecek yıl Los Angeles’da yaşıyor olmam lazımdı. Burada olmak çok farklı kapılar açtı, bazı kapıları da kapadı muhtemelen. Şu an mutlu muyum? Evet, burada olduğum için çok mutluyum. Çünkü ben 17-18 yaşlarında Türkiye’den göçmüş birisiydim, alt kültüre bir tık daha adapte olup komünite oluşturabileceğim yaşlarda yurtdışındaydım, o yüzden yaşım daha ilerlemeden böyle bir şey deneyimliyor olmak güzel. İstanbul’a 40 yaşında gelseydim tamamen bir yabancı gibi hissediyor olacaktım muhtemelen.

Senin için adapte olmak pes etmeye mi mücadele etmeye mi daha yakın? 

Bence adapte olabilmek için mücadele etmek gerekiyor. Sözün doğası gereği bir dış etken değişiyor, sen de ona uyumlu bir yapıya geliyorsun.

Animasyon yaparken bir teknikte mükelleşmeye mi yoksa acemisi olduğun yeni teknikler denemeye mi odaklanıyorsun?

Animasyonu statik bir objeye hareket vermek olarak düşünüyorsak, işin o kısmında önceden geliştirdiğim teknikleri kullanıp, yaratıcılığı bir derece sınırlayıp daha teknik bir sürece giriyorum. Ancak hareket ettirmeye gelene kadar, o hareket edecek karakteri tasarlama bölümü veya sonrasında montajını ve kurgusunu yaptığım süreç, bilmediğim yeni teknikleri araştırıp sorgulayabildiğim yerler oluyor. Gerçi bunu diyorum ancak bu işin doğrusu yanlışı da yok. Sanırım ben tamamı ile deneysel olma fikrini sevmiyorum, tamamı ile deneysel derken kastettiğim “işin arka planına dair hiçbir şey öğrenmeyeyim, sadece deneyimleyeyim” fikri; böyle bir yaşantıyı da açıkçası ilgi çekici bulmuyorum. Mesela konu animasyonsa ve bir yürüme döngüsü üzerine konuşuyorsak -ki karakter animasyonu eğitiminin önemli bir yapı taşıdır- ben bir karakteri bozmadan önce onu çok iyi yürütebilmeyi öğrenmek istiyorum diyebilirim. Benim için süreç günden güne değişiyor, bir gün uyandığımda daha mühendis gibi oturuyorum bilgisayarın başına; başka bir gün daha şımarık ve umursamaz bir yapıdaysam daha önce yapmadığım deneyler içinde kayboluyorum. Bu sırada erirken yalnızlaştığım, küllerimden şaha kalktığım fırtınalı okyanusta kişniyorum.

Bana adapte olmak istemediğin bir şey söyler misin?

Başımızdaki müesseselere ve kişilere boyun eğmeye adapte olmak istemiyorum. 

Adaptasyon sayısının kapak görselleri için callinghouse’da yaptığımız çekimde modelleri iPhone 12 Pro Max’le 3 boyutlu taradın. Bu süreç nasıl ilerledi? Modelleme ve karakterleri hareketlendirme sürecinde nasıl bir yol izledin?

Modelleri 3D scanner isimli iPhone 12 Pro Max’te çalışan özel bir uygulamayla taradım.  iPhone 12 Pro Max’teki LIDAR teknolojisi ile artık bir insanı 20 dakika içinde 3D tarayabiliyorsunuz. Bu çeşit teknolojiler de bitmeyen adaptasyon sürecimizin bir parçası. LIDAR tarama ile mükemmel bir 3D versiyona ulaşamasak da, ortaya çıkan dokular ile temanın ruhuna uygun bir estetik yarattık. Taramanın ardından modellerin OBJ olarak çıktısını alıp bilgisayara kopyaladım. Bilgisayarda Autodesk Maya’da modellerin daha temiz yerlerini kesip birleştirdim. Mesela bir taramada karakterin kolu daha iyi çıktıysa onu diğer taramadaki kafayla birleştirdim. Sonra hepsini bir daha FBX olarak çıktı aldım, SideFX Houdini’de simülasyonunu yaptım ve Redshift ile renderlarını aldım. Bütün bu çıktıların After Effects’te kurgusunu yapıp Premiere’de sesi ekledim.

röportajı oku

GERÇEKLE SANALIN BULANIKLAŞAN SINIRINDA GİYİNMEK

Görsel: The Fabricant

Dijital tasarımlar, “gerçek” tekstillerin sağlamadığı bir esneklikle gerçeklikle gerçeküstü/dışı arasında gidip gelen bir evren sunuyor. Gerçek dünyayla pek aramızın olmadığı şu zamanlarda, fiziksel kanunlarla sınırlanmamışken, fırsattan istifade boyut değiştirmemek neden ki?

Yazı: Eda Çakmak | 5 Nisan 2021

İnsan, kaçınılmaz olarak, görülen bir varlık. Nasıl görüldüğümüzü hayatımız boyunca birçok şekilde kurguluyoruz. Saç kesimleri, kıyafetler, makyaj, aksesuarlar, dövmeler, piercing’ler, estetik ameliyatlar… Nasıl algılandığımız konusunda belirleyici bir gücümüz olmasa da –istemli ya da istemsiz olarak– nasıl görüldüğümüz konusunda her gün onlarca minik karar alıyoruz.

Son yıllarda bu görünürlük, gittikçe daha büyük bir hızla fiziksel mekandan dijitale kaymaya başlamıştı. 2020’nin büyük bir bölümünde insanlığın büyük bir kısmının evlerine kapanıp, iletişimleri için bu dijital alana muhtaç kalmaları bu kaymayı çığ boyutlarına taşıdı.

Instagram’ın ilk yıllarında “selfie”, burun kıvrılan, kendini beğenmiş bir azınlığa has görülen bir eylemken, aradan geçen yıllarda telefonunun ön kamerasını arada sırada da olsa kendine çevirmeyen kalmadı sayılır – hele ki selfie paylaşanları yadırgamak artık pek kimsenin aklından geçmiyor. Sadece fotoğraf çekip paylaşmak için giyinip süslenmek, dil şaklatılıp göz devrilen bir eylem olmaktan çıktı; zira birlikte yaşadıklarımız dışında kimseyle görüşemeden geçirdiğimiz uzun günler, filmlerde henüz hayalet olduğunu idrak edemeyen karakterlerin “neden kimse beni görmüyor” buhranlarına benzer ruh hallerine itti bizi. Evden çalışanlar olarak kendimizi biraz olsun insan gibi hissetmek için, günlerce içinden çıkmadığımız pijama ve eşofmanlarımızı sıyırıp “dışarı” kıyafetlerimizi içeride giydiğimizde; ya da sırf özlediğimiz için markete giderken en sevdiğimiz elbiseleri kuşandığımızda, bu durumu, fotoğrafımızı çekip dünyayla paylaşarak kutladık. Zoom toplantıları için gömleklerimizi giydik ve arka planımızı değiştirdik. Birbirimizin yüzünün Instagram hikayelerindeki filtreler olmadan nasıl göründüğünü unuttuk.

İletişim bilgilerimizi kaptırdığımız büyük küçük bütün markalardan “ev rahatlığı koleksiyonumuzu deneyin!” tadında mesajlar yağdı. Pijama ve eşofman koleksiyonlarımız önce güncellendi, sonra vazgeçilmezimiz oldu. Paparazzi fotoğraflarında ünlülerin eşofman şıklığı övüldü. Diğer yandan, ödül törenlerinde giyilen tuvaletler ve topuklu ayakkabılar evlerde giyildi, bahçelere serilen kırmızı halıların üzerinde fotoğraflar çekildi.

Film festivalleri, konserler, konferanslar, arkadaş toplanmaları, bayram ziyaretleri -her şey, her zaman olduğundan çok dijitale taşındı. Birbirimizden çok uzaklaşıp temas özleminden kavrulurken, bir yandan da her şeyin her yerde olmasıyla garip bir şekilde yakınlaştı. Bir sene öncesine kadar dışarı çıkarken yapılan bir eylem, bir hazırlık, belirgin bir geçiş aşaması olan “giyinme” eyleminin sınırları bulanıklaştı. Bir davranışın alışkanlık haline gelmesi için 21 gün geçmesi gerektiği söylenir, kaç tane 21 gün geçti?

Bu davranışlar birden bire ortaya çıkan şeyler değil, pandemiye özel icat edilen şeyler değil. Çevrimiçi toplantılar, sosyal platformlardan canlı yayınlar, interaktif metodlar, bunlar bir süredir gelişmekteydi –değişen şey, bunların elzem bir hale gelmesi ve adeta “işte yıllardır bu günler için hazırlanıyorduk!” dercesine bir anlam kazanmasıydı.

Moda sektörünün pandemiyle sınanması esnasında ortaya çıkan renkli görüntüler için de benzer şeyler söylenebilir. Sosyal medyada hayli aktif olan bu sektör, dijitalin sunduğu yeni metodlarla bir süredir flört ediyor. Google ve online mağaza Zalando, bir yapay zekaya moda tasarımı yaptırma deneyi olana Project Muze’u 2016’da sunmuştu. Artık erişimde olmayan projenin sitesi, birkaç basit seçenek ve ekrana yapılan bir karalamadan yola çıkarak, kullanıcıdan ilham aldığını iddia eden bir tasarım üretiyordu.

Yine 2016’da, henüz bir yapay zeka olduğu iddia edilen CGI influencer Lil Miquela’nın Instagram hesabı açıldı. Daha sonra bir şirket, Miquela’nın yaratıcısı ve sosyal medya hesaplarının yöneticisi olduğunu açıklayacaktı. 3 milyona yakın takipçisiyle hayli başarılı bir girişim olduğu aşikar Miquela’nın hesabına ilk denk geldiğimde yaşadığım kafa karışıklığını hala hatırlıyorum, şimdiyse benzeri dijital influencer hesapları sık sık karşımıza çıkan bir şey. Sanal bedenlerine “gerçek” kıyafetler giyen bu grubun başlıca örneklerinden bir başkası, “dünyanın ilk dijital süpermodeli” bio’suyla karşımıza çıkan Shudu Gram. Miquela’nın hesabı ne kadar herhangi bir influencer’ın fotoğraflarına, pozlarına benzer içeriklerle doluysa, Shudu’nunki de bir modelin vereceği pozlar ve görsel estetikle donatılmış. Türün bir başka örneği de, ilk iki örneğin alabildiğine gerçekçi görüntüsüne kontrastla, insan boyutlarında bir oyuncak bebeği andıran orantıları ve devasa gözleriyle Noonoori. Profilinde “Dijital karakter, aktivist, vegan.” sözcükleriyle tanımlanan Noonoori, dünyanın en büyük mankenlik ajanslarından biri olan IMG Models tarafından temsil ediliyor.

Madalyonun öbür tarafında, gerçek bedenlere giyilen sanal kıyafetler var. Bu fenomen ise ilk olarak 2018’de Carlings markasıyla karşıma çıkmıştı. Marka, sosyal medyada görünmek için kullanılan kıyafetlerin bir kere kullanılıp, elden çıkartılmasına cevaben tamamen dijital ürünlerden oluşan, fiziksel bir yansıması olmayan tasarımlar piyasaya sürmüştü. Web sitesinden satın aldığınız kıyafetler, yüklediğiniz fotoğrafa “giydirilerek” gönderiliyordu. 2019’da “dünyanın ilk dijital couture tasarımı”, hayır kurumları yararına yapılan bir açık arttırmada 9.500$’a satıldı. Bu satışı yapan Hollandalı marka The Fabricant -sadece dijital tasarımlar yapan ilk moda evi– 2018’de animasyon sanatçısı Kerry Murphy tarafından kurulmuş. İlham kaynağı ise, mezuniyet projesi tamamen dijital tasarımlardan oluşan moda öğrencisi Amber Sloteen. Şimdi The Fabricant’ta tasarımcı olarak çalışan Sloteen, “ben bir milennial’ım, aynı anda dijital ve fiziksel mekanlarda büyüdüm. Fakat bizden sonraki kuşak, artık fiziksel olanla dijital olan arasındaki farkı görmüyor bile.” diyor. Genç tasarımcı, bir noktada teknolojik gelişmelerin, bu dünyaları ayırt edilemez hale getireceğine inanıyor; Sloteen’e göre haptic geri bildirim içeren kıyafetlerle sanal gerçeklik, gerçek dünyaya benzer hale gelecek.[1] Tarif ettiği şey, distopik animelerden fırlamışa benziyor; fakat her geçen gün akıl almaz senaryoların bir tanesinin daha gerçekleştiği güncel gerçekliğimizde buna inanmamak büyük cüret istiyor.

Dijital tasarımlar, “gerçek” tekstillerin sağlamadığı bir esneklikle gerçeklikle gerçeküstü/dışı arasında gidip gelen bir evren sunuyor. Gerçek dünyayla pek aramızın olmadığı şu zamanlarda, fiziksel kanunlarla sınırlanmamışken, fırsattan istifade boyut değiştirmemek neden ki? The Fabricant’ın çeşitli projeleri, gerçekçilikle hayal dünyası arasında gidip geliyor; kimi tasarımlarda beden üstüne mükemmel oturmuş bir parçanın kumaşının hareketlerini takip ederken, Buffalo London’la yapılan işbirliğindeki tasarımda ayakkabılardan alevler fışkırdığını görüyoruz. Dijital tasarım yapan bir başka marka olan Tribute’un tasarımlarıysa daha da cüretkar. Parlak, neon görüntüdeki kıyafetler, giydirildiği bedenler üzerinde oldukça ikna edici duruyor, tek bir farkla, kullanılan malzemeler daha önce en uçuk defilelerde dahi gördüğümüz hiçbir malzemeye benzemiyor. Göz gördüğünü kabul ediyor, ancak beyin insanı burada “doğal” olmayan bir şeyler olduğuna dair uyarıyor.

Bu pratikte de, kimsenin hiçbir yere gitmeyip, eşofman harici bir şey giymediği 2020’de taşlar yerine oturuyor. Bir lüks tüketim ürünü olarak dijital moda, ana akıma erişir mi? Bilmiyorum. Ancak suratlarımıza taktığımız filtrelerin bütün sosyal medya platformlarında norm haline geldiği şu günümüzde, bunun bir versiyonunun kendine yer edebileceğini hayal etmek zor değil. Çocukluğumuzun kağıt bebekleri gibi, Sims oynar gibi kendini giydirmenin cazibesine kim hayır diyebilir? Cüzdanıma kan ağlatmayan bir alternatifi çıktığında ben hiç tereddüt etmeyeceğim, onu biliyorum.

Ana akım moda, pandemi sürecinde hayli fiziksel bir sektör olarak kendisini sanal bir gerçeklikte bulduğundan, bir orta nokta bulma yarışına girişildi. Çoğunlukla video formatında, canlı yayınla gerçekleştirilen defilelerde açık, “sosyal mesafeli” alanlar kapışıldı, kuklalardan sanal gerçekliğe birçok yaratıcı element yardıma koştu. Sıradan defilelerde ön sıraları kaplayan yüzler, her birine atanmış büyük ekran televizyonlarda podyumun kenarında gövde gösterisi yaptılar. Balenciaga’nın son koleksiyonu, browser üzerinden oynanabilen bir oyunla, tamamen dijital bir ortama yerleştirilmiş gerçek mankenlerle ve fantastik bir senaryoyla sunuldu.

Fantastik bir radyoaktif kaza haricinde, kaçınılmaz bir şekilde “görülen” varlıklar olan biz insanlar, bu yöndeki evrimsel ihtiyacımızı karşılamak üzere şartlara adapte olmaya devam ediyoruz. Sınırlar bulanıklaşmaya; fiziksel olan dijital, dijital olan fiziksele yaklaşmaya devam ediyor ve bu ikisi tamamen birbiri içinde kaybolana kadar duracağına inanmak için hiçbir sebep yok.


[1] https://www.dezeen.com/2020/10/23/virtual-fashion-amber-jae-slooten-the-fabricant/

yazıyı oku

DAHA İYİSİ OLAMAZDI

Yazı: Beril Eski

 

Aynı Nehirden Geçmek filmiyle ilgili bir şeyler yazmamı istediklerinde çok da heveskar değildim. Ne dünyaca ünlü Magnum fotoğrafçısı Josef Koudelka hakkında, ne de Türkiye’de altı yılda fotoğrafladığı Helen ve Roma kalıntıları hakkında pek bir bilgim yoktu.

Pek az şey bilmenin tedirginliğiyle filmi izlemeye başladım. Koudelka’yı takip eden kadrajla nereye baktığını takip edebiliyordum. Ama filmle bir türlü bağ kuramıyordum. Ta ki Koudelka’nın “Bu taşların kaç yaşında olduğuyla, hangi tapınak olduğuyla ilgilenmiyorum. Benim için önemli olan tek şey güzel olmaları” sözlerini işitene kadar.

Aynı Nehirden Geçmek, sakin, hazmedilmiş bir yolculuk filmi. Seksen dakika boyunca böylesine bir tempo, pekala, renksiz ve kokusuz olabilirdi. Ancak Koudelka’nın, belgeseli çeken Coşkun Aşar’la giderek yakınlaşması, Aşar’ın kamerasını bir nevi devre dışı bırakan mahrem sohbetleri, izleyeni izleyen olmaktan çıkarıyor, tesadüfen yan masaya kulak kabartan ve merakını bastıramayan bir gözetmene dönüştürüyor. İzleyiciyi, izleyici olmanın sorumluluğundan kurtarıyor, filmi yalnızca dürtüsel bir ilgiyle takip etmesine imkan veriyor.

Koudelka, bir röportajında “çok da zengin olmayan, çok fazla özgürlük olmayan ve seyahat etme imkanı bulunmayan bir ülkede”, Çekoslavakya’da büyüdüğü için çok şanslı olduğunu söylüyor. Sözlerinde dar ve kısıtlı bir memlekette büyümenin sıkıntısı hissediliyor elbette. Ama asıl söylediği, bu sıkıntının öfke ve hırstan ziyade, başka bir anlama açıldığı, Koudelka’nın kimsenin görmediği ya da görmek istemediği kapıları zorladığı.

Filmin ilerleyen dakikalarında, Koudelka’yı bir köy restoranında görüyoruz. Plastik örtüler, plastik çiçekler. Boş kahvaltılıklar, tabaklarda zeytin çekirdekleri. Ağzını siliyor, gözleri ışıldıyor, gülümsüyor. “Daha iyisi olamazdı” diyor. Kollarını iki yana açıyor. “Yola çıkalım” dercesine masaya vuruyor. Yaşanmışlıkla yaşanacakların arasındaki o kısa ana, hayattan aldığı zevkin damgasını vuruyor. Kimsenin ondan bu zenginliği alamayacağını biliyor.

Koudelka’nın söylediklerinde dinleyeni çarpan şey yenilikten ziyade, fotoğraflarına benzer uslübu. Başımıza gelse gücenmişlikle, gocunmuşlukla bakacağımız yaşanmışlıkları gururlu, sakin ve neredeyse kaderci bir tonla ele alıyor. Başkalarının imtiyazlarına takılmıyor, onlarla kıyas gütmüyor, savrulmuyor, kendi akışında olgunlaşıyor.

Film, Koudelka’nın yol üzerine düşünceleriyle bitiyor. Yola çıkmak için bir hedef gerekir diyor fotoğrafçı, “Ama hedef yalnızca yola çıkmak için önemlidir.”

“Olur da yolda karşınıza güzel bir şey çıkarsa, hedefi unutmalı ve sonuna kadar tadını çıkarmalısınız. Tıpkı şimdi olduğu gibi, ışık geliyor. Ve çok güzel” diyor, kamerasını alıyor ve fotoğraf çekmeye devam ediyor.

Ya evet, ya hayır

Altı yıla yayılan antik kent yolculuğunda Koudelka’ya eşlik eden, 130 saatlik görüntü ve 30 saatlik ses kaydı toplayan fotoğrafçı Coşkun Aşar, belgeseli, eski dostu sinemacı Ayhan Hacıfazlıoğlu’yla birlikte senaryolaştırmış. Üç yıl süren kurgu aşamasının ardından Aşar ve Hacıfazlıoğlu, “Mr. No” olarak tanınan Koudelka’ya göstermek için Paris’teki evine gitmişler. Sabah 10:00’da misafirlerini schnapps’lerle karşılayan Koudelka, filmi iki defa üst üste izlemiş ve hiçbir yorumda bulunmamış.

Aşar ve Hacıfazlıoğlu, nafile bir çabayla fotoğrafçının mimiklerinden, sessizliğinden, yorumsuzluğundan bir şeyler çıkarmaya çalışırken, Koudelka filmi yakın arkadaşlarına göstermek istediğini söylemiş. Koudelka için her şeyin siyah ya da beyaz olduğunu bilen Hacıfazlıoğlu, onay alamadıkları takdirde, yılların emeğinin çöpe gitmesine hazırmış:

“Ne olacağı belli değildi. Bir hiç için çalıştık. Ya evetti, ya hayırdı. Hayır derse de hayır, şurasını eğelin bükelim gibi bir durumu da yok. Net, ve çok haklı. Gösterimden sonra arkadaşlarının bazıları eleştiriler yöneltti ve Josef filmi savunmaya başladı. Biz Coşkun’la o an göz göze geldik – galiba kabul edecek, dedik.”

“Sonra da icazeti verdi ve anladık, biz bunu becerebildik.”

‘Koudelka, bize hissettirmeye çalıştığı duyguyu geçiriyor’

Koudelka, 1990’lardan bu yana tüm Akdeniz ve ege coğrafyasında sürdürdüğü “Ruins” (Kalıntılar) projesinin Türkiye ayağını çekmek üzere, arkadaşlarının da tavsiyesiyle 2008 yılında Aşar’a ulaşmış.

“Ben o noktada çok heyecanlandım çünkü ben fotoğrafa başladığım dönemlerde Koudelka benim için dünyadaki idollerden biriydi. Yaşamıyla, yaptıklarıyla… Onunla çalışmayı tabii ki çok sevinerek kabul ettim. 2008’den 20011’e kadar projenin araştırması ve planlamasını yaptık. 2011’de de yolculuklara başladık. 2016’ya kadar her sene bir ay boyunca Akdeniz bölgesindeki altmışa yakın antik kent ve on bire yakın şehri gezdik.”

“Koudelka’nın fotoğrafa adanmışlığını biliyorduk. Prag Baharı’nda çektiği fotoğraflar, bence en önemli işlerinden biri olan Çingeneler – Slovakya’da asimile olan çingeneleri çekmişti, en çok etkilendiğim işi odur. Böyle fotoğrafları genç yaşta gördüğünüz zaman o insana karşı bir bağ hissediyorsunuz – bir usta-çırak bağı.”

“Yaşayarak çekiyor, kendi hayatının paralelindeki konularla fotoğraflarını üretiyor. O yüzden çok samimi ve güçlü duygular barındırıyor. Bize, hissettirmeye çalıştığı şeyi geçiriyor. Fotoğrafa baktığınızda anlayabiliyorsunuz.”

Ayhan Hacıfazlıoğlu ise, belgeseli kurgulama aşamasında Aşar ve Koudelka’nın yıllar süren yolculuğunu izlerken bir anlamda onların yolculuğuna dahil olmuş.

“Josef (Koudelka)’nın haberi olmasa da ben de o yolculuğa katıldım ve onu yakından tanımış oldum. Çok sahici bir adam, yalan hiçbir şey yok onda, yapay hiçbir şey yok.”

“Arkeolojik alanlarda dolaşmak insanı garip bir ruh haline de sokabiliyor. Yıkımın estetiğine romantik bir bakış açısıyla da bakılabiliyor ama Josef bambaşka bir açıyla bakıyor oraya ve kendi de fotoğrafının geometriyle ilgili olduğunu söylüyor. Oradaki taşlara ve arkeolojik kalıntılara farklı bir açıyla bakıyor, baktığı şeyi gerçekliğinin dışına taşıyor.”

‘Disiplinli bir serseri’

Peki Coşkun Aşar, Koudelka gibi her şeyi kontrol altında tutan, hiçbir şeyi kolay beğenmeyen birini belgeselini çekmeye nasıl ikna etti?

“Biz tanıştığımızda aklımdaki tek şey, bu yolculuklardan geriye bir şey bırakabilmekti. Bu çok zordu ama bunu yapmak için elimden geleni yapmaya karar verdim. Biliyordum buna direneceğini çünkü yalnız kalmayı çok seviyor, çok konsantre çalışıyor. İlk bir-iki sene ona bunu söylemedim. Onu tanımaya çalıştım.”

“Yaşamı boyunca serseri bir insan gibi yaşamış sanabilirsiniz, göçebe yaşamış, dışarıda yatmış. Ama inanılmaz disiplinli, her şeyini planlıyor. Ama ben de serbest çalışan biriyim ve serseriliğin bir disiplini vardır. O disiplinde daha az çalışmazsınız. Biz yaşadığımız her an aslında çalışıyor oluruz.”

“Bir noktada onun da bana güveni oluşmaya başladı. Ben de yavaş yavaş uzaktan bir şeyler çekmeye, yavaş yavaş ona yakınlaşmaya başlamıştım. Sabrettim. Bir yerde kırılma noktasını yaşadık. Bu işleri sevmediğini, hoşlanmadığını, istemediğini söyledi. Ben de ona bunun çok önemli olduğunu, yapmak istediğimi, burada başka bir motivasyonum olmadığı cevabını verdim.”

“Sonunda tamam dedi, ama bu materyallerin hiçbirini ondan izinsiz ve onun onaylamayacağı şekilde kullanamayacağımı söyledi. Gerekirse hiçbir şey olmasın ama buradan bir şey kalmalı dedim.”

“Bir gün bana ‘Biz seninle yolda dost olduk, yaşanmışlıkla yapılan her şey çok kıymetlidir, ben bu işlerden hoşlanmasam da iyi ki yaptın çünkü yaptığın şeyi bir daha yapma imkanımız yok’ dedi. Bu söylendikten sonra bende de bir şeyler huzura kavuştu. Filmde bir fotoğrafı beklerken ‘Büyük bir hiç olacak’ diyor, aslında benimki de bu olabilirdi. Sonuna kadar orada beklemek ve onun olmadığını da görmek bir şeydir.”

Koudelka: Benimle ilgili bugüne kadar böyle bir film yapılmadı, bundan sonra da pek yapılabileceğini düşünmüyorum

130 saatlik görüntü ve 30 saatlik ses kaydını senaryolaştırmak üzere başına oturan Ayhan Hacıfazlıoğlu, başlarda büyük bir çıkmaza girmiş. Sonra görüntüden değil, sesten kurgulamaya karar vermiş. Tüm konuşmaları basıp, cümleleri tek tek kesip yapıştırarak senaryoyu oluşturmuş.

“Aslında Josef’i taklit ettik. Josef bilgisayar kullanmıyor. Demek ki bir bildiği var. Bir yıllık excel gibi planı var. Kırmızı kalemi var, turuncusu var. Hoşumuza da gitti bu yöntem. Biz de aldık kalemlerimizi, altını çizdik, biçtik. Bu çok faydalı oldu bizim açımızdan.”

Aşar, en büyük tatmini, filmin kendilerini olduğu kadar Koudelka’yı da mutlu ettiğini fark edince yaşamış.

“Dedi ki, nefret ettiğim bir şey de yapmış olabilirdiniz, ben kendi görüntüme bakmayı seven bir adam değilim, çok da konuşmayı sevmem ama bu film benim hayata bakışımı, fotoğrafa dair düşüncelerimi çok güzel anlatıyor. Benimle ilgili bugüne kadar böyle bir film yapılmadı, bundan sonra da pek yapılabileceğini düşünmüyorum, o yüzden çok mutluyum, dedi. Bu, bizim için ödüldü.”

*Koudelka – Aynı Nehirden Geçmek, 41. İstanbul Film Festivali Ulusal Belgesel yarışması kapsamında 14 Nisan Perşembe 16.00’da Kadıköy Sinematek ve 16 Nisan Cumartesi 16.00’da Beyoğlu Sineması’nda gösterilecek.

yazıyı oku

calling'den haberdar ol

TÜRKİYE VE İSRAİL ARASINDA "BİR DAMLA TALİH"

Fotoğraf: Selin Ünsel

Müziğe ve müziğin ardındaki hikayelere odaklanan “Ladies on Records”ın yaratıcısı Kornelia Binicewicz ile, İsrail ve Türkiye arasındaki müzikal alışverişin peşine düşen yeni projesi “A Drop of Luck” (Bir Damla Talih) üzerine konuştuk.

Röportaj: Burcu Bilgiç | 5 Nisan 2021

“Ladies on Records” nasıl ortaya çıktı? Müzik keşfetmeye ve bunları derlemeye ne zaman başladın?

“Ladies on Records” aşağı yukarı 2013’te başladı ancak şimdiki ismini ve şeklini 2015’te aldı. Türkiye’ye 60, 70 ve 80’lerden kadın müzisyenleri araştırmak için geldim. Türkiye’ye gelmeden önce keşfedilmemiş müzikleri araştırıyor ve kayıtları topluyordum, aynı zamanda bir müzik festivalinin küratörüydüm ki bu da dünyanın her yerinden müzik toplamak anlamına geliyor.

Henüz Türkiye’ye gelmeden önce, burada keşfedilecek çok fazla şey olduğunu anlamıştım.70’lerde Türkiye’de üretilen saykodelik müzikle ilgileniyordum ve bu dönemde kadın müzisyenlerin ürettiği müziğe dair çok az kaynak olduğunu fark etmiştim. Bu nedenle Türkiye’ye gelip bu konu üzerinde derinlemesine çalışmaya ve bazıları plağa da basılan müzik derlemeleri yapmaya başladım. Buraya gelmeden önce tanışmayı hayal ettiğim Kamuran Akkor, Selda Bağcan, Gülden Karaböcek gibi sanatçılarla buraya geldiğimde tanıştım, dönemin müziğine olan etkilerini anlamak istedim. “Ladies on Records” hikayesi 2015’te böyle başladı, o zamandan beri Türkiye’de yaşıyorum.

İstanbul’da yaşamak Akdeniz ve Ortadoğu coğrafyasına dair ve buradaki müzikal üretime dair fikirlerini nasıl etkiledi?

İstanbul, bu bölgede üretilen müziği keşfe çıkmak için ideal bir şehir. İstanbul’da olmak tüm bu coğrafyanın müzikal etkilerine açık olmak anlamına geliyor. Burada yaşamak sadece Türk müziğini anlamak için değil, çok farklı tarihsel katmanlarda ve çok farklı şekillerde bölgenin müziğini anlamak için önemli. Türk müziği farklı yerlerden pek çok farklı etkiye açık. Türkiye’de üretilen müzikte Yunan müziğinden veya Lübnan müziğinden etkiler görebildiğimiz gibi, Batı müziği de burada kendine has bir karaktere bürünüyor. Tüm bunların kombinasyonu İstanbul’a olağanüstü bir müzik kültürü sağlıyor. Benim ilgimi çeken bir diğer katman da popüler müziğin ve onun ürünü olan şarkıların anlattığı hikayeler. Bu tür müzikler bize halkların ve kültürlerin hikayelerini anlatıyor. Fakat müzik aynı zamanda siyasal mühendisliğin, kültürel kimlik ve ulusal nitelik yaratmanın da etkili araçlarından biri.

Yeni projen “A Drop of Luck”da bizi ne bekliyor?

“A Drop of Luck” Türkiye ve İsrail’den şarkıların dijital bir derlemesi. Proje temelde “adaptasyonlar” ve “kaynaklar” olarak adlandırdığım iki setten oluşuyor. “Adaptasyonlar” seti, Türkiye ve İsrail’deki müzisyenlerin birbirlerinin müziklerini yeniden yorumladıkları parçaları, “kaynaklar” ise orijinal şarkıları içeriyor. Bütüne baktığımız zaman “A Drop of Luck” (Bir Damla Talih) projesi Türkiye ve İsrail’in müzikal anlamda birbirlerine nasıl ilham olduklarının hikayesi. Türkiyeli dinleyici bildikleri ve sevdikleri pek çok şarkının orjinal versiyonlarının İsrail’de üretildiğini fark edecek; İsrailli dinleyiciler de aynı şekilde, müziklerinin bir bölümünün Türkiye’de üretildiğini görecekler.

Proje ismini nereden alıyor?

“A Drop of Luck” ismi, Mizrahi kültüründen gelen İsrailli müzisyen Zhava Ben’in, yayınlandığı dönemde İsrail’de inanılmaz bir popülerlik kazanan şarkısından geliyor. Bu şarkı aslında Orhan Gencebay’ın “Dil Yarası” şarkısının adaptasyonu. Zhava Ben şarkının sözlerini değiştirerek şarkıyı olduğundan da daha arabesk yapıyor diyebilirim. Bu müzikal alışveriş İsrail’deki Mizrahi topluluğun ve çeperde bırakılıp kendine yer bulamayan diğer toplulukların seslerini bulmalarına ve arabesk yoluyla acılarını ifade etmelerine yol açıyor.

Sana sayıdan ilk bahsettiğimizde “A Drop of Luck” projesi ile adaptasyon teması arasında nasıl bir bağlantı kurdun?

Adaptasyon müzik hakkında konuşulabilecek önemli konulardan biri, kültürün diğer elemanları gibi müzik de yoktan var olmuyor, pek çok farklı kaynaktan besleniyor. Bir yerde üretilen müziğin başka yerlerin kültürlerinden ve farklı müzik türlerinden unsurlar taşıdığını biliyoruz. Benim üzerinde çalıştığım müzik için de adaptasyon temel bir konu. 60, 70 ve 80’lerde Türkiye’de üretilen müzikler, sadece yerel kültürlerden değil yerelin dışında kalan alandan da ilham alıyordu. Sadece Türkiye’de değil tüm dünyada müzik, etkilenmeler ve adaptasyonlar üzerine kuruluydu. Türkiye’de de 50’lerden başlayarak batı müziği etkisinin yoğun olduğunu söyleyebilirim. Türkiyeli müzisyenler ABD ve Batı Avrupa’dan etkilendikleri gibi İsrail’de üretilen müzikten de ilham aldılar, çünkü İsrailli müzisyenler de Batı motiflerini kullanıyordu.

A Drop of Luck projesinde “adaptasyonlar” ve “kaynaklar” olarak adlandırdığım iki mixtape bu etkilenmelerden yola çıkıyor. Müzikte adaptasyonlar ve kaynaklar sürekli birbiri içine geçiyor. Farklı elemanları kendi müziğine adapte eden insanlar bunu yaparken kendilerini tarif etmenin ve pozisyon almanın yollarını arıyorlar; çünkü müzik, kimliği kurmak ve yeniden tanımlamak için dinamik bir araç. Adaptasyon da böyle bir şey, insan olarak yeni bir şeyin içine dalıyoruz ve onun içinde başka bir şeye dönüşmeye çalışıyoruz.

A Drop of Luck derlemesi için yazdığın metni okuduğumda, Türkiye’de ve İsrail’de üretilen müziğin batı müziğiyle olan ilişkileri arasında bir benzerlik bulduğunu gördüm. Hatta iki ülke arasındaki müzik alışverişinin nedenlerinden biri de bu benzerlik. Bu benzerlikten biraz bahsedebilir misin?

Bu benzerliği görmek için 60’lara bakmak gerekir. Bu dönemde Türkiye de, İsrail de Ortadoğu ya da Asya’nın bir parçası olarak algılanmak istemiyordu. İki ülkede de, Batılı ve modern uluslar olarak kabul görülme rüyası ve Arap bağlamından kopma isteği kuvvetliydi. Bunun bir sonucu olarak İsrail’de, Batı ve Orta Avrupa’dan gelen Aşkenazların temsilcileri, Batı müzik usul ve tarzlarına dayalı olarak, chanson tarzı şarkılar, yurtsever ve mitolojik bir repertuar ile ülkenin vizyonunu oluşturdu. Diğer taraftan Türkiye’de 1970’lerin başına kadar üretilen müziğini şekillendiren unsur batı müzik aranjmanlarıydı. Modern, şık ve Avrupalı; Türkiye’nin olmak istediği buydu. Ajda Pekkan, şarkı sözü yazarı ve aranjör Fecri Ebcioğlu’nun desteğiyle aranjman yöntemini geliştirip Batı müzisyenlerinin önemli şarkılarını Türkçeye uyarladı. Türk müzik endüstrisi 1960’lar ve 1970’lerden Batılı İsrail şarkılarını da -az sayıda yayın detayı sağlandığında- şevkle kabul etti. Gönül Turgut, Nilüfer, Ayten Alpman, Şenay, Zerin Özer, Ay-feri, Yasemin Kumral gibi ünlü Türk şarkıcıları, daha önce İsrailli sanatçılar (Yaffa Yarkoni, Aris San, Ilanit) tarafından seslendirilmiş şarkılar seslendirdiler. Türkiye perspektifinden bakılınca, İsrail, hoşlanılmayan Arap kimliğinden unsurlar barındırmayan, Akdeniz-Batı medeniyetine aitti.

Türkiye ve İsrail arasında karşılıklı etkilenme ve adaptasyonların bir tarafında batılı bir kimlik benimseme hikayesi varken diğer tarafında merkezin dışında (senin tabirinle çeperde) kalan müziğin hikayesi var. Burada Türkiye’de üretilen arabesk müziğinden etkilenen bir İsrail müzik sahnesi de görüyoruz.

İki ülkede de Batı etkisinde üretilen müziğin halkın tamamını temsil etmesi beklentisi vardı, fakat durum böyle değildi. İsrail’deki Doğulu topluluklar 1980’lere kadar seçkinler tarafından sistematik olarak görmezden gelindi. Mizrahi Yahudilerinin çok kültürlü, polyfonik müzikleri uzun bir müddet resmi müzik dağıtım kanallarında kendisine yer bulamadı. Radyo editörleri, müzik şirketi yöneticileri, resmi reklamcılar Mizrahilerin “tahripkar” müziğini reddediyordu. İsrail müzik endüstrisi içerisinde Mısır, İran, Türkiye, Yemen, Fas, Tunus veya Yunanistan’dan gelen Yahudilerin yaşadığı fakir mahallelerin müziğine yer yoktu. Öte yandan merkezin dışında kalan bu topluluklar oldukça çok sesli ve zengin bir müzik üretiyorlardı. Bu görmezden gelme hali 80’lere kadar devam etti. Ünlü şarkıcı Ofra Haza’nın 1984 yılında çıkan, çığır açıcı albümü “Shirei Teyman” (Yemen Şarkıları) ana akım medyanın hem İsrail, hem de dünyadaki Mizrahi kültürüne olan ilgisini artırdı.

Türkiye’de de Arabesk müziğe dair benzer bir hikayeyi takip edebiliyoruz. Arabesk’in kökenleri büyük çaplı, köyden kente göçlerin yaşandığı 1950’lere kadar uzanıyor. Arap müziği Türk popüler kültüründe yüzlerce yıl varlığını sürdürmüştü. Yabancı radyo ve televizyonlarda yayınlanan Arap popüler kültür ürünlerinin etkisiyle, 1950’lere kadar Arap müziğinin Türkiye’deki etkisi son derece yaygın ve etkindi. Diğer yandan Türk aydınları, Arabesk’in Batılı olması gereken bir ülkede Doğulu bir ruh içerdiği gerekçesiyle Arabesk’i hoş yaklaşmadılar. Arabesk müzik ve bu türe ait sanatçıların 1980’lere kadar televizyon ve radyoya çıkmaları yasaklandı, fakat bazı Türk müzik firmaları tarafından plakları yapıldı. Ancak Arabesk’in asıl sıçrayışı, müzik endüstrisinde ortaya çıkan teknolojik bir devrimle ve ucuz ve erişilebilir manyetik kasetlerin müzik merkezi Unkapanı-İMÇ’de üretimiyle ortaya çıktı. Bütün büyük ve küçük müzik şirketleri kendi ofislerini açtılar ve Arabesk müzik sanatçılarıyla sözleşme imzaladılar. Arabesk Türk müzik piyasasına hakim oldu ve o dönemden bu yana Türk toplumunda fikir ayrılığına sebep olmasının yanında en çok kazanç getiren müzik tarzı da oldu.

Arabesk müziğin İsrail’de yayılması ise, genç bir Mizrahi müzisyen olan Zehava Ben’in 1988 yılında “Tipat Mazal” (Bir Damla Talih) kasedini çıkarmasıyla oldu. Albüme ismini veren ve Zehava’nın bir gecede Mizrahi müziğin süperstarı olmasını sağlayan şarkı, Orhan Gencebay’ın “Dil Yarası” isimli parçasının uyarlamasıydı. Ana akım medya bu genç şarkıcıyı artık görmezden gelemedi. Radyo dinleyicileri Zehava’nın “Dil Yarası” uyarlamasının çalınmasını talep etmeye başladılar. Tel Aviv’in müzik ortamı Türkleşmeye başladı. 1992 yılında ana akım İsrail gazeteleri “Türkler şehri fethetti” haberlerini yaptı.

Derlemenin kapak görseli için kiminle çalıştın?

“A Drop of Luck” derlemesinin kapak görseli İsrailli tasarımcı Itamar Makover tarafından yapıldı. Itamar Makover’ın biraz sürreal, biraz çizgi roman estetiğinde kendine özgü bir stili var. Bu proje için Zahava Ben’in 90’lardaki albüm kapaklarının modern bir versiyonunu üretmek istedi. Markover’ın kapak için yaptığı işin pek çok unsuru birleştirdiğini; arabeskin, Mizrahi kültürünün, pop kültürün, gerçeküstü ve fütüristik dilin unsurlarını kullandığını söyleyebilirim. Zahava Ben yeni bir albüm yapmak istese kapağı bu olabilir bence.

Arabesk müziğin sana verdiği hissi tarif edebilir misin?

Kaybetmenin, ızdırabın ve belki biraz da acı çekmenin verdiği zevk… Kırık bir kalbin verdiği hüzün… Çünkü biliyorsun, arabesk acıdan bahsetse dahi, bu acıda bir de keyif var, tatlı bir acı bu. Ben arabeski böyle hissediyorum. Aslında hayat da sadece tatlı değil, acı-tatlı. Bu nedenle arabeski oldukça gerçekçi buluyorum. Evet benim için arabesk böyle bir şey.

röportajı oku

“ADAPTASYON”: SÜMÜK SALGILAMAK MI, YOKSA BOYUN FITIĞI MI?

İllüstrasyon: Caner Yılmaz

Bonkis dizisindeki Deniz karakteri evlenmeyi düşünmüyor, bekar olmasına rağmen çapkınlık veya seks peşinde koşturmuyor. Bir sevgilim olsun derdi yok, bir kariyerim olsun derdi yok! Ailesiyle arası bok gibi, arkadaşlık ilişkileri bir enteresan. Kendisi adapte olmayan bir kadın. Peki ya diziyi yazan ve ana karakteri canlandıran Deniz Tezuysal hiç öyle mi?

Yazı: Deniz Tezuysal | 5 Nisan 2021

Adapte olmak; uyumlanmak; ayak uydurmak olarak da açıklanabilecek şu Fransızca kökenli kelimenin, benim için ne anlama geldiğini düşünüp duruyorum günlerdir. Kelimelere spesifik duygu veya durumlar atamadan rahat edemiyorum ben. Tam bir memur çocuğu kafası. İlla her şeyin anlamsal, net bir karşılığı olsun istiyorum, ak’a ak, kara’ya kara diyemediğim yerde huzurum kalmıyor. Adaptasyon kelimesine de, kaktüsün dikenli olması, bukalemunun renk değiştirmesi, zehir veya sümük salgılayan canlılar gibi, basitlik derecesi ilkokul fen bilgisi seviyesinde olan bir tanımlama yapmaya gönlüm elvermeyecek. Daha derin ama bir o kadar da net bir tanım bulmalıyım bu kelimeye, hem güncel olsun istiyorum, hem de 2021’de bize “adapte olmanın” ne hissettirdiğini anlatsın. Sanki TDK’nın omzuma yüklediği ağır bir yük bu, ya da karantinada kafayı yemenin bir göstergesi, bilemiyorum. Sonuç olarak bir beyin jimnastiği olsun niyetiyle günlerdir kendime soruyorum: “Hayatında çok iyi adapte olduğunu düşündüğün ne var Deniz?”

İçimi kaplayan derin bir his, anında bana diyor ki; bu sorunun cevabı, terapistinin banka hesabında artı dört bin lira olarak vücut bulabilir. Çünkü nelere adapte olmadın ki annem? Şu an sokağa maskesiz çıkınca donsuz gibi hissettiğin bir dönemden geçerken bu soru gerçekten iş görür mü? Ki bir çoğunuzun şu an “Donsuzlukta ne var ya, donsuz çıkarsın, maskesiz olmaz,” diye düşündüğüne kalıbımı bile basarım. Çünkü ben de sizden biriyim. Don ne ya, don mu kaldı arkadaşlar? Maske diye bir şey var artık hayatımda, her gün sabunlayıp, çitileyip güzelce kaloriferin üzerine asıyorum, utanmasam ütüleyeceğim bile, hangi don bununla yarışabilir? Üstelik bunu yaparken bir gün olsun sorgulamadım “Ne yaşıyorum ben niye maske sabunluyorum şu an?” demedim. Bırakın sorgulamayı bu konuda ne kadar pratikleşip geliştiğimi düşünüp, hafif gururlandığım anlarım bile var. Şimdi bu noktada soruyorum, ben acaba daha nelere böyle jet hızıyla adapte oldum da hiç ruhum bile duymadı? Terapistin hesabına geçen ekstra dört bin liranın “gönderildi” sesini duydum şu an…

Aklımdan sayısız şey geçiyor; yediğim yiyecekler, yiyemediğim yiyecekler, giydiklerim, giyemediklerim, olur deyip birkaç sene sonra hiç olur mu öyle şey dediğim tüm durumlar. Tereyağı, margarin, Kadıköy’deki kedi maması yiyen martılar, alkolsüz bira, sigara içme yasağı, akşam 22.00’dan sonra alkol satış yasağı, desteksiz sütyenler, düşük belli kot pantolon, ocak ayında havanın 20 derece olması, sansür, televizyonda rakı içilemeyen diziler, yasaklar, korkular ve tekrar yumurta, her gün yumurta yemek kolesterol yapmıyormuş meğer ama kolesterol hapları hasta ediyormuş, biz gene de sarısını az beyazını çok yiyelim. Beynimin içinden acılı bir cızırtı geliyor, hemen midede bir yanma. Terapi seansıyla yırtsak iyiyiz dedirten bir endişe. Allah’ın Fransız’ı, ne kelime bulmuş görüyor musun…

Sessiz sedasız, anlamadan, sinsice adapte olduğum şeyleri düşünmek belli ki bana iyi gelmeyecek. Adapte olmayı reddettiklerime odaklanmak belki kendimi daha iyi hissettirebilir. İyi hissetmeye her zaman ihtiyacımız olur. Çünkü neden? Adı üstünde “iyi hissetmek” kötü değildir. Basit düşünmek lazım. “Ülser kötüdür, iyi hissetmek iyidir,” şeklinde bir basitlik kolay adapte olmanızı ve hayatta kalmanızı sağlar(!). Hemen ikna oldum. Düşünüyorum… Ve çok çok az şey bulabiliyorum. O kadar az ki neredeyse glütensiz beslenme yapmadığım için kendimle gurur duyacağım, öyle bir noktadayım. İnsan falafeli lavaşa sarıp yediği için farklı hisseder mi ya? Nasıl geldik bu noktaya? Vegan kokoreç yedim ben dün! Bu nasıl bir adapte olma halidir? Bir an kokorecin içine et suyu attığımızı hatırlıyorum, neyse bu da bir şeydir diye düşünüp kendimi rahatlatıyorum ama, sırtımdan soğuk terlerin indiğini de hissedebiliyorum. Çabuk Deniz, adapte olmadığın bir durum söyle bana! (Sessizlik…)
Olduk annem, her modaya, her akıma, gelene, gidene, hepsine adapte olduk. Ne kaldı olmadığımız? Derken Bonkis Deniz geliyor aklıma, en çaresiz ve umutsuz hissettiği anlarından birinde “dönüyorum ben ya, ne varsa hepsine, her şeye dönüyorum,” deyişi kulağımda çınlıyor. Asla adapte olamayan bir kadının, adapte olmaya en çok yaklaştığı anın, diğer herkesten farklı olmanın yükünü taşımaktan yorulduğu ve pes etmeye yeltendiği bir “teslim olma” anı olduğunu fark ediyorum.

Deniz’in (Burada belki diziyi henüz izlememiş olanlar için bir parantez açmak gerekecek. “Bonkis” hikayesini ve senaryosunu benim kaleme aldığım, BluTV’de yayınlanan bir kara komedi dizisi. Ana karakter de adaşım Deniz. Her ne kadar şöyle bir bakınca kendi hayatımı anlatmışım gibi dursa da aslında Deniz’le aramızdaki isim benzerliği dışında çok da ortak noktamız bulunmuyor. Ya da ben öyle zannediyorum…) uyum sağlamakla olan ilişkisini düşününce, bu konuda ne kadar başarısız olduğunu kabul etmek yaklaşık iki saniyemizi alır en fazla. Mimar olmuş, mimarlık yapmıyor. Uzun süreli bir ilişkisi olmuş, sevgilisini aldattığı için terk edilmiş. Evlenmeyi düşünmüyor, bekar olmasına rağmen çapkınlık veya seks peşinde koşturmuyor. Bir sevgilim olsun derdi yok, bir kariyerim olsun derdi yok! Ailesiyle arası bok gibi, arkadaşlık ilişkileri bir enteresan. Canı ne isterse yiyip içiyor. Bu Deniz gerçek olsa ona nasıl maske taktırırdık acaba diye düşünmeden edemiyor insan.

Hiçbir kalıba sığmayan bir karakter yazdığımı düşününce, adaptasyonla ilgili derin soru işaretlerim olduğunu fark ediyorum. Hayalimdeki “Deniz”i karakteristik özellikleri haricinde kendimin tam zıttı bir şekilde yaratmış olmam bilinçsiz bir tercih olamaz. İçimde bir yerde o “adapte olmaya direnen, özgür kadın” olma hayalini taşıyorum her zaman. Yapamadığımı hissedip sıkıştığım bir noktada, bunu hayali bir karakter olarak hayata geçirebilmiş olmanın aslında ne kadar büyük bir lüks olduğunu anlıyorum.

Bonkis’in isyanı çok gerçek bir yerde. Bir sevgili bulup hayatına devam etmesi gerektiğini söyleyen annesine: “Ben öldüm mü? Sevgilisiz yaşanmıyor mu bu hayatta?” diye gerçekten merak ederek soruyor. Bunu gerçekten böyle mi düşünüyorsunuz diye sorguluyor. Kendime dönüyorum; toplumun bana uygun gördüğü tüm görevleri yerine getirmiş, 8 senelik evli bir kadın ve 6 yaşında bir çocuk annesi olarak, kendimi Bonkis Deniz’den çok daha geride hissediyorum sorgulama konusunda. Çünkü ben hiç böyle şeyleri düşünmedim, direkt kabul ederek yaşadım. Burada “ben” derken herhalde milyonlardan bahsettiğimi hepimiz biliyoruz.

Biz hesabın yanlış olduğunu bildiği halde “Şunu bir kontrol eder misiniz?” demeye çekinen bir kültürün son kalıntılarıyız arkadaşlar. “Tuvaletinizi kullanabilir miyim?” diye soracağına, bir buçuk saat çişini tutmayı tercih eden insanlarız. 28 yaşında evlenip, 30 yaşında doğurup, ömür boyu masa başında mouse tutmaktan boyun fıtığı olan, ama bununla yaşamayı öğrenen, iş çıkışı fizik tedaviye giden bir nesiliz. Fıtık bizim neslin göbek adı olmuş, sen neden bahsediyorsun ya? Geç bunları, Fransızcaymış da adaptasyonmuş falanmış. Öyle bir adapte oluruz ki kelimenin anlamı yetersiz kalır. Yeni kelime türetmek zorunda kalırsınız. (Bkz. yazarın burada koyu milliyetçilik ekolüne nasıl adapte olduğunu görüyoruz.)

Yazdıkça ve saydıkça görüyorum ki, ne yazık ki bunun sonu yok kızlar. Her eklediğim satırın üzerine, bir yenisini zor tutuyorum. Karanlık bir tünelde, her gördüğü ışığı çıkış zannedip, kör kuytulara dalan bir meczup gibi hissediyorum kendimi. Artık bu mevzuyu bir sonuca bağlamanın zamanı geldi. Zurnanın zırt dediği yere gelelim ve “Adaptasyon”un bizde bıraktığı tüm hislere istinaden, ona uygun bir tanım bulalım. Duyduğumuzda hepimizin net bir şekilde, sorgusuz sualsiz anlayacağı bir şey olmalı bu. Senin, benim, Deniz’in…

İtiraf ediyorum; yazının başında aklımdan ilk geçen cümle “Ya bu deveyi güdersin ya da bu diyardan gidersin,” olmuştu. Bunun da sebebi büyük ihtimalle, adapte olmanın karşısına hep, “adapte olamamayı” koyuyor olmamız. Arada yazdığım bin kelimenin sonunda, adapte OLAMAMAnın, negatif bir anlam taşımadığına inanır oldum. Asıl negatif olan belki de deveyi gütmektir. Deniz olsa “Deveyi de gütmüyorum, hiçbir yere de gitmiyorum, sen hayırdır?” derdi kesin. O zaman biz de onun izinden gidip, adaptasyon kelimesine bugün ters bir yerden bakalım ve adaptasyonu “boyun eğmek” olarak tanımlayalım. Ne dersiniz?

Bazı “boyun eğmeyen” hayali karakterlerimizi kendi hayatımıza adapte edebildiğimiz ve seslerini dinlediğimiz zaman kelimelerin, durumların, hatta belki bakış açılarının değiştiğini görebilmek çok keyifli. Herkese tavsiyemdir!

yazıyı oku

basılı yayın