ORALI OLMAK

Röportaj: Heja Bozyel

Fotoğraf: Zeynep Fırat  +  YUNT arşivi

 

Bir şehri “memleket” yapan nedir? Nedir bizi oturduğumuz sokaklara bağlayan, “oralı” yapan? Kaldırımlardaki hangi taşların su sıçrattığını ezberlememiz mi? Köşedeki ağacın sonbaharda çok güzel olduğunu bilip yapraklarının sararmasını heyecanla beklememiz mi? Büyük marketten alışveriş yapınca, evin çaprazındaki esnafa karşı mahcup hissederek geçmemiz mi?

 

Bir şehri memleket yapan onunla kurduğumuz bağlar, onun bize öğrettikleri, hissettirdikleri değilse nedir? O yüzden değil mi başka şehre/ülkeye göçenlerin “memleket hasreti”? Aklımda bu sorularla varıyorum Sultanbeyli’deki YUNT’a. 

 

 

 

 

Yirmi yıldır git-gellerle, terk edip geri dönmelerle yaşadığım şehirde, İstanbul’da hiç gitmediğim semtlerden biri. Hiç yolum düşmedi. İçinden geçmişimdir elbette ama farkında değildim. Benim Sultanbeyli’ye hiç gitmemiş olmam, Sultanbeyli’deki bir kişinin Moda’ya, Taksim’e hiç gitmemiş olması ile hem çok aynı hem de çok farklı. Çünkü “şehir” bizi kendi sokaklarımıza mahkum ediyor çoğu zaman. Yolumuzun ötesine gitmek için belli bir cazibe, bir havuç gerekiyor. Sultanbeyli’de bu yoktu benim için. Ya da öyle sanıyordum, YUNT ile tanışana ve şehrin sınırlarını yeniden (yeniden yeniden) sorgulayana kadar. 

 

Kabul ediyorum, bu semtin tarihini, Aydos Kalesi’ni, göleti, İnsan ve Şehir Akademisi’ni bilmemek benim ayıbım. Ya da belki de İstanbul’u sadece deniz ve denize yakın çevre semtlerden ibaret görenlerin ayıbı. Bu şehrin bize sunacaklarını, hatırlatacaklarını, sürprizlerini hesaba katmadan gittiğim YUNT, muhtemelen daha önce hiçbir sanat galerisinden içeri girmemiş kişilerin yaşadığı yüksek apartmanların arasında bir galeri. Bu apartmanlarda yaşayanların bir galeriye hiç gitmemiş, modern sanatla tanışmamış olmaları benim Sultanbeyli’yi tanımamamdan daha büyük bir ayıp ama bu onların ayıbı değil elbette. Sanatı belli bir kesime aitmiş ve bu kesimi de halktan, gelenek göreneklerden kopukmuş gibi yansıtan, sanatı desteklemeyen hükümetlerin ayıbı. İnsanların duygularını harekete geçiren her şeyden korktukları gibi, sanattan korkmaları da kaçınılmaz, onlar da haklı. 

 

Neyse ki bu şehrin tüm o kaba, can sıkıcı ve sana kendini “yanlış” hissettiren kalabalığı arasında bir kişi çıkıp bir anda bizi hiç görmediğimiz yerlere götürebiliyor. Benim ve Sultanbeyli’nin hikâyesinde bu kişi, Muratcan Sabuncu oldu. Yakın tarihe kadar bir at çiftliği olan bir alanı bir galeriye ve sanatla tanışma/buluşma noktasına çeviren YUNT, Muratcan Sabuncu’nun bireysel çalışmaları ile doğmuş. Mekânın sanat danışmanlığında ise Sergen Şehitoğlu var. 

 

 

“Bugün eskiyi düşünerek yazılıyor. O zaman da bugünü elden kaçırıyorsun.”

 

 

Kentsel dönüşümle apartmanlar ve alışveriş bölgesine dönüşen eski at çiftliğinin yoğun insan trafiği olan bir köşesinde yer alan YUNT, Emre Zeytinoğlu küratörlüğündeki  ilk sergisinde “Şehir Nerede” diye soruyor. Emre Zeytinoğlu, sergiyi oluştururken eserlerden ziyade sanatçıları düşünmüş ve aklına ilk gelen sanatçılardan onay alıp, onlardan kendi eserlerini seçmelerini istemiş. Bu sayede her sanatçı aslında sergiye kendi fikri ile katılmış. 

 

Sanatla etkileşimi demokratikleştirmek amacı ile yola çıkan YUNT, İstanbul’un sadece Galata’dan, Teşvikiye’den ibaret olmadığının altını çiziyor.  “Şehrin merkezi” neresi sorusunu tartıştmaya açan sergi, buna cevap olarak “Tek merkez yok” diyor. Emre Zeytinoğlu şehir, özellikle İstanbul konusu açıldığı zaman herkesin eskiyi yâd etmesinden dem vuruyor: “Bugün eskiyi düşünerek yazılıyor. O zaman da bugünü elden kaçırıyorsun.”

 

Tam olarak son senelerde aklımda dönen düşüncelere cevap olan bu sözünü not ediyorum. Kent hafızasından bahsediyoruz, kenti korumaktan bahsediyoruz ama değişim de kentin hafızasının bir parçası değil mi? Salah Birsel de ta 1976’da “Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu” kitabını yazmış, biz her 10 senede bir “Aaah aaah o eski Beyoğlu” diyoruz mesela… Belki de değişimi kabullenmenin vaktidir. “Ben 68 senedir burada yaşıyorum, bir rahat nefes alamadık” diyor Emre Zeytionoğlu. 

 

O sırada baba-oğul olduğunu tahmin ettiğim bir adamla 9 yaşlarındaki çocuğu geçiyor galeri önünden. Çocuk babasının kolunu çekiştirerek içeri bakıyor. Baba bakıyor ama anında gözlerini kaçırıyor. Baba hızla ilerlerken çocuğun başı arkaya dönük, galeriyi incelemeye devam ediyor. Yani galeri aslında üç yanı camlarla kaplı hali ile içeri girmeyeni de içeri alıyor ve ilk adımda amacına ulaşıyor. 

 

 

 

 

“Eski İstanbul’u biliyorum, o zaman da bir şeye benzemezdi” diyerek sözüne devam ediyor Emre Zeytinoğlu, ben baba-oğlu izlerken. “Her yerde bir karakter var sanıyoruz ama aslında her yerde başka bir şey kaynıyor…” 

 

Galeride sadece sergiler olmayacak. Kendi sanatçılarını üretecek olan YUNT, Sultanbeyli’nin gençleri ve çocukları için sanatla buluşma ve kendi içlerindeki sanatçıyı ortaya çıkarma alanı olacak. Bunun yanı sıra, YUNT sergileri, Türkiye’nin farklı şehirlerini gezecek. Konuşmalar, eğitimler, atölyeler de tüm bunları destekleyecek. 

 

Galeriye yaklaşırken Sergen Şehitoğlu’nun galeri açılışına paralel ürettiği açık alan yerleştirmesi karşılıyor sizi. Cevahir Akbaş, Setenay Alpsoy, Sercan Apaydın, Can Aytekin, Antonio Cosentino, Mustafa Duymaz, Ahmet Elhan, Murat Germen, Sinan Logie, Mustafa Pancar, Rüçhan Şahinoğlu’nun eserlerini derleyen “Şehir Nerede?” sergisinde bir stadyumun kara boşluğuna düşüp, eski bir binanın faturalarla, yazılmayan mektuplarla dolu posta kutularına çıkabilirsiniz. Aman dikkat edin, yol bariyerlerine takılabilir, bir çiviye çarpabilir, elektrik direklerine asılı kalabilirsiniz. Şehrin nereden çıkacağı belli olmuyor. 

 

​​Dönüş yolunda yeniden sorguluyorum… Daha neler var bu şehirde hiç görmediğim? Gerçekten yaşıyor muyum bu şehirde?

 

YUNT SOHBETLERİ

YUNT tarafından “Şehir Nerede?” sergisi kapsamında hazırlanan “Şehrin Sınırlarını Yeniden Düşünmek” başlıklı konuşma programı, katılımcıları şehrin sınırlarını yeniden düşünmeye davet ediyor. Prof. Dr. Eva Şarlak moderatörlüğünde gerçekleştirilecek dört oturumda, şehir üzerine düşünme pratiklerini yaygınlaştırmak hedefleniyor.

 

Konuşma programı kapsamında şehir plancısı Murat Güvenç, felsefeci Güncel Önkal, mimar ve kent tarihçisi Pınar Erkan ve edebiyatçı Nedret Öztokat Kılıçeri, şehrin sınırılarını farklı yönlerden ele alacak. Her oturum ayrı bir alt başlık altında gerçekleşecek ve katılımcılarla oturum öncesi okuma önerisi paylaşılacak. 

 

 

 

yunt

  1. ‘at’
  2. ‘at sürüsü’

Eski Türkçeden başlayarak kullanılır (yunt). Orta Türkçede yunt (yund) ‘atlar, at sürüsü’ olarak geçer. [Kaynak: TDK Etimoloji Sözlüğü]

 

 

 

 

yazıyı oku

FOTOĞRAF SANATÇISI, BOUNCER VE İKON: SVEN MARQUARDT

Röportaj: Heja Bozyel

Fotoğraf: Can Görkem

 

O dünyanın en ünlü gece kulübü fedaisi. Aynı zamanda çok başarılı bir fotoğrafçı. 26 Kasım’a kadar Yapı Kredi bomontiada’da yer alacak sergisi Nachtblende açılışında bir araya geldiğimizde beyninin içine girip anılarını film gibi izlemek istedim.

 

Bir sergi hazırlığı sırasında hangi galeriye girerseniz girin, havada yoğun, sis gibi bir stres bulutu hissedersiniz. “Nachtblende” sergisinin açılışından bir gün önce bomontiada’ya gittiğimde o stres bulutu tüm alanı kaplamıştı. Boş duvarlarda hangi eserin nereye yerleştirileceği işaretlenmiş, Sven Marquardt, gözünde hiç çıkarmadığı Balenciaga gözlüğü, dövmeleri ve parmaklarını kaplayan kuru kafa şekilli yüzükleri ile hepsini kontrol ediyordu. “Şu an baktığından bir şey anlamayacaksın, güzel görünmeyecek o yüzden bakma ama bütün fotoğraflar duvara mıknatıs ile yapışacak ve çok güzel görünecek” diyerek beni galeriden dışarı aldı. İçeri girmiştim ama dışarı çıkarılmıştım. En azından burada içeri girebilmiştim çünkü Berghain’dan içeri girmeyi hiç denemedim bile! (Evet reddedilme korkum var) Berlin’in dünyaca ünlü gece kulübü Berghain’in “bouncer”ı Sven, tüm dünyanın en ünlü gece kulübü fedaisi denebilir. Çünkü hiçbir gece kulübünün kapısından geçmek bu kadar zor değil, işini lâyıkıyla yapan biri kendisi. Hatta öyle ki “Berghain’dan içeri nasıl girilir” rehberleri var internette. Dahası, “Berghain’a giriş” oyunu bile yapılmıştı bir ara! O uzun, karanlık kuyrukta bekleyip içeri girerken en cool halinle davranman gerekiyordu -oyunda bile. Yoksa bouncer seni geri fırlatıyordu.

 

Böyle bir efsaneden bahsediyoruz. Bir nevi “insan eleme makinası.” Ama onunla ilk kez geldiği İstanbul’da buluşma amacımız Berghain değil. Burada fotoğrafçı kimliği ile bulunuyor. Haftada 2 geceyi bouncer olarak geçirse de o aslında ilk gençliğinden beri bir fotoğrafçı. Doğu Berlin’de, o dönemin ağır şartlarında çevresindeki insanları, punk kültüründen gençleri fotoğraflayarak başladığı sanatını Levi’s, G-Star gibi markalar ve Numero, I-D gibi dergilerle çalışarak tamamen profesyonel boyuta taşımış. Onun fotoğraf yeteneğini, henüz Berlin duvarı yıkılmadan önce, bir arkadaşının annesi, dönemin Doğu Berlin’in ünlü fotoğrafçılarından Helga Paris keşfetmiş aslında. Hatta Sven, Helga’nın yanında çıraklık yapmış. Ama duvarın yıkılması ile fotoğrafa ara vermiş ve Berlin’in en özgürlük dolu yıllarının tadını çıkartmış. 

 

Film gibi bir hayat süren Sven’in 3 fotoğraf kitabı ve bir de anılarını yazdığı kitabı bulunuyor. Brezilya’dan New York’a farklı yerlerde sergilerinin ardından eserleri Goethe-Institut Istanbul desteği ile ilk kez İstanbul’da. Sergi “Nachtblende” adı ile bir kelime oyunu yapıyor ve yorumu izleyiciye bırakıyor. “Gecenin körü” gibi bir anlam taşırken gecelerin insanlarını, Sven’in temiz, keskin siyah-beyaz fotoğraflarına yansıtıyor. 

 

 

 

 

 

Serginin açılışında mini bir Berlin gece hayatı hissi vardı. Bunda sadece gelen kişilerin tarzları etkili değildi, sergiyi tamamlayan audiovisual bir proje olan Slide bizi Berlin’e taşıdı. Slide; Sven, ışık tasarımcısı Lars Murasch ve Berghain resident DJ’lerinden Marcel Dettmann‘ın eserlerini içeren bir performans. Sven’e göre, ‘müzik, fotoğrafçılık ve görsel sanatı birleştirerek, bu ilişkinin ve sanatçı işbirliğinin tarihini sunacak bir yolculuk.’

 

Dettmann ve Sven’in ilk işbirliği değil bu; daha önce sesli görsel sergi Black Box çok konuşulan bir iş olmuştu. Black Box, Lagos, Nijerya’dan Vancouver, Kanada’ya kadar dünyanın dört bir yanında sergilenmişti ama İstanbul’a yeni bir işle gelerek Berlin gece hayatındaki 25 yılına bir bakış sunmak istemiş. 

 

 

 

52 yaşındaki Sven, sadece Berlin gece hayatının ikonu ve başarılı bir fotoğrafçı değil; yaşayan bir tarih aslında. O nedenle kendisinden dinlemek isteyeceğim çok fazla şey var. Konuştukça yüzündeki kırışıklıklarla birlikte şekil değiştiren dövmeleri, ellerindeki yüzükler ve yaşanmışlık, gözlerindeki hafif kibirli ve mesafeli ama sevecen hınzırlık, dişlerinin çarpıklığı ve anlatırken kendi yaşamından -ya da şu an olduğu noktadan- duyduğu keyfi hissetmeye o kadar odaklandım ki aklımdan Sven’in anlatımı ile yapılabilecek onlarca belgesel ve video fikri geçti. Maalesef zaman kısıtlı, bulunduğumuz nokta gürültülü ve serginin yetişmesi gerekliydi. O yüzden biraz yarım yamalak kalmış gibi hissettiğim bir sohbet bu. “En azından bir dahaki Berlin ziyaretimde Berghain kapısından çevrilmeyeceğim kesin” demek isterdim ama karşımdaki Sven olunca röportajdan geri çevrilmediğim için sevinebiliyorum sadece ve yüzündeki dövmeler arasında okunan “Tranen” (Alm. gözyaşlarına boğulmak, yüzünü gözyaşları ile yıkamak) kelimesine bakıp o kapıda neler yaşamış olabileceğini düşünüyorum… 

 

Not: Sohbetimiz sırasında genç bir adam gelip “Ben sizin büyük hayranınızım, bir fotoğraf çekmemiz mümkün mü” diye sordu. Önce gülümsedi Sven. Sonra “Burada röportajdayız ve konuşuyoruz görüyorsun, yeri değil” dedi, takım elbiseli gencin kendine güveni ve gülümsemesi yüzünde dondu, başını eğip gitti. 

 

İstanbul’a ilk gelişin değil diye tahmin ediyorum…

İkinci gelişim. Sergi hazırlıkları için 2 geceliğine gelmiştim daha önce. 

 

Bütün dünyayı gezmiş biri olarak İstanbul’a daha önce gelmemene çok şaşırdım!

Evet seyahat etmeyi çok seviyorum ama hiç denk gelmedi. Şimdi şehri tanımak istiyorum. 

 

Daha güzel zamanlarını görmemiş olmana üzüldüm. Sergi fikri nasıl çıktı ortaya?

Bu bir işbirliği projesi aslında. Sadece benim yaptığım bir şey değil. Marcel’e yeni bir şeyler yapmak istediğimden bahsettim, ortaya yeni bir işbirliği çıktı. Bu Marcel ile ikinci çalışmamız. 

 

“Çok şey değişse de Berlin farklı ülkelerden ve kültürlerden gelen herkese kapısını açan, önyargısız bir yer. Berlin’le ilgili en sevdiğim şey bu.”

 

İlki Black Box’tı yanlış hatırlamıyorsam. O nasıldı, farkı ne?

Evet 2015’te Black Box’ı yapmıştık. Adı üstünde, siyah bir kutunun içinde son 15 yılın gece hayatının albüm kapaklarından fotoğraflara her şeyin görseli müzik ve video olarak vardı. Tekil bir enstalasyondu. O müzik ile benim çektiğim fotoğraflar ekseninde, sabir enstalasyondu. Şimdi yaptığımız ikinci proje tamamen farklı. Marcel’in 1 saatlik DJ performansı var ve video sanatçısı Lars Murasch’ın işi müziğe eşlik ediyor. Bunu hazırlarken Lars ve Marcel Berlin’de birkaç kez buluştular. Ama çok kolay olmadı çünkü herkes çok meşguldü. Sonuçta ortaya analog çekiliş fotoğraflara eşlike den müzik, canlı performans ve video çıktı. 

 

Analog fotoğraflara dijital dünyayı eklemek senin için ne ifade ediyor?

Bu benim için bir anlatım tarzı. Geleneksel ve dijitali buluşturmak bir nevi Zeitgeist (Alm. Zamanın ruhu). Canlı müzik de bunu tamamlıyor. Aslında bu bir sergi ve tek gecelik bir performans. İki işin ortak noktası, Berlin gece hayatı ruhunu başka bir şehre taşımak aslında. Benim fotoğraflarım geleneksel diyebileceğimizin tam tersi. Çünkü bouncerları gece, iş başındayken fotoğraflamıyorum. Müzisyenleri de öyle. Gündüz buluşuyoruz. Gün ışığını kullanarak fotoğrafladığım için bu çok önemli. Bazen gün ışığı çok az oluyor ve işimi zorlaştırıyor. 

 

Peki gündüz fotoğraflayacakların için ilhamı geceden mi alıyorsun?

Evet, ilham gece gördüğüm yüzlerden ve müzikten geliyor. Gece klüpte canlı çalarken dinlemediğim bir DJ’yi fotoğraflamamın ne anlamı olur ki?

 

O zaman kapıda çalıştığın gecelerde bir nevi cast çalışması yapıyorsun diyebilir miyiz?

Hem evet hem hayır çünkü klüp kültürü ile ilgisi olmayan da çok fazla projem var. İşlerimin başrolü olan insanlar bir şekilde gece hayatının, klüp dünyasının içinde olan ya da yolu kesişen kişiler. Bu arada eski işlerimden birinde doğma büyüme İstanbullu biriyle de çalışmıştım mesela. Ama kapıda durup “şunu fotoğraflarım” diye bakmıyorum insanlara. Genellikle projeye özel olarak yaklaşıp seçiyorum kişileri. Her projenin anlattığı konu farklı. Günün sonunda asıl ilhamı hayattan alıyorum. Moda, zaman, ruh ve hikayeler, yüzler, stiller… Bir belgesel fotoğrafçısı değilim nihayetinde o yüzden kişilerin kim olduklarından, hikayelerindense fotoğrafçı-model arasındaki etkileşimin önemli olduğunu düşünüyorum. 

 

Bir belgeselci değilsin ama geçmişten bugüne işlerine bakınca bir belgesel izler gibi Berlin klüp kültürünü izliyoruz. Bu kültürün şu an geldiği nokta hakkında ne hissediyorsun? 

Tabii ki çok şey değişti. Ama bu çok doğal değil mi? Biz olduğumuz gibi yaşayabildiğimiz için çok şanslıyız. Çok şey değişse de Berlin farklı ülkelerden ve kültürlerden gelen herkese kapısını açan, önyargısız bir yer. Berlin’le ilgili en sevdiğim şey bu. Öte yandan alt kültür dediğin şey de çok fazla özgürlüğün olmamasından doğuyor. Berlin klüp kültürü de öyle doğmuştu. O yüzden şu an vardığımız özgürlük noktası, alt kültürlerin gelişimi için bir çatışma yaratabilir, tam tersi de olabilir… Bunu izlemek çok keyifli. 

 

 

“Ben duvar yıkıldıktan sonra kendimi o dönemin özgürlüğüne ve kutlamalarına verdim,  fotoğraf çekmeyi bıraktım. Sanırım kimliğimin bir parçasını kaybettiğim bir dönemdi.”

 

Doğu Berlin’de çocukken yaşadıkların bunlar mıydı?  Yani özgürlükler kısıtlı olduğu için alt kültürlerin büyümesine mi şahit oldun?

Evet, Doğu Berlin’de bir diktatörlük sistemi vardı. Bu da bir yeraltı kültürünün oluşmasını sağladı, çok büyük bir kitle olmasa da etkisi oldu. İstedikleri hayatları kendileri yaratan bir alt kültürdü bu. 

 

Duvar yıkıldığında ne hissetmiştin?

Of, çok zaman oldu… Çok çok uzun zaman… Olabilecek en güzel şeydi. Ennn güzel şey. Dünyada olabilecek en güzel şey. Bana gelince… Ben duvar yıkıldıktan sonra kendimi o dönemin özgrlüğüne ve kutlamlarına verdim, fotoğraf çekmeyi bıraktım. Sanırım kimliğimin bir parçasını kaybettiğim bir dönemdi. Zor bir dönemdi. Zor olduğunu o zaman anlamıyordum ama nefes alır gibi hissediyordum. Şimdi dönüp bakınca o dönem fotoğrafa ara vermem ve bunları yaşamam gerekliymiş kendimi yeniden bulabilmek için. 

 

Şehrin ruhu nasıldı o dönemde?

Berlin kültürü doğmaya başlamıştı. Doğu ve Batı’daki gizli, yeraltı mekanları birleşmeye, insanlar bir noktada buluşmaya başlamışlardı. Hep birlikte yaşadığımız bir partiydi o günler, yeniden bir araya gelme partisi. Adım adım birleştik, küçük adımlarla. O anları yaşamak çok keyifliydi. Enerji, kendini ifade ve isyan dönemleriydi. Değişim için savaşan punk gençlerdik. Doğu Berlin’in polisinin elinde kaybolan çok fazla punk vardı. Şimdi bakınca Mohikan saçlarımızın ve asi ruhumuzun aksine, çok masum çocuklardık.

 

O dönemleri bir şarkı ile tanımlamanı istesem?

Çok zor ve iyi soru… Yarın Marcel’e o dönemlerde neler çaldığını sormam gerekir! Bir şarkı var ama adını hatırlamıyorum, Marcel hatırlar. O dönem kulüplerde çalan bazı şarkılar var ki arada sırada bugün onları duyduğumda geçmişe gidiyorum. Çok şey anlatıyorlar. 

 

Sen neler dinliyordun o zamanlar?

Daha çok techno. 90’ların başında genelde techno olsa da 80’lerde Patti Smith, Joy Division tabii herkes onları dinlerdi o zaman. Queen. Freddie Mercury hayranıydım. Bohemian Rhapsody, o ses! Olağanüstüydü. 

 

   “Aber ich hoffe, dass Berlin die Reibepflächen behält von… aber wird schon.”*

 

Bunları anlatırken hafızana girip anılarını izlemek isterdim! Peki bugünün Berlin’i hakkında ne düşünüyorsun?

Kaldığımız ev Beyoğlu’nda. O bölge bana ‘90’ların Berlin’ini hatırlatıyor. O ara sokaklar. Augustsrasse o zamanlar tam olarak aynıydı. Şimdi hepsi kayboldu, kentsel dönüşümle kayboldular. Çok pahalı ordaki evler. Şimdi o bölgede Fotoğraf Müzesi var, çok güzel ama fazla steril. Her şey aynı oldu. Karmaşası kayboldu. En azından İstanbul’da o hala var. Berlin’i parça parça kaybettim. Kreuzberg, Neukölln gibi bölgeler duruyor tabii, onlar hala güzel. Yani bunları söylerken eskiyi özlüyorum diyemem çünkü yeni güzel şeyler de oluyor. *Yine de umarım Berlin tüm karmaşasını kaybetmez, kaybetmeyecek. Yüzeysel bir şeyden bahsetmiyorum, anlıyorsun değil mi?

 

Evet tabii anlıyorum. Ama son 20 senede dünyanın bütün büyük şehirleri çok değişti…

Evet bütün metropoller değişti. Her şey artık daha pahalı. New York değişti, İstanbul değişiyor… 

 

Peki biraz da Berghain’dan bahsedelim mi? O macera nasıl başladı?

Bouncer olarak ilk işim kardeşim Oliver’ın DJ’lik yaptığı bir klübün kapısındaydı. O teklif etmişti, biri gerekliydi, kabul ettim. Hemen ardından o dönem çok ünlü olan Ostgut’ta çalışmaya başladım. Aslında Ostgut, Berghain’in öncüsüydü diyebiliriz. Ostgut kapanınca artık bu işi yapmam diye düşünüyordum ama Berghain ile fikrim değişti. Bir film seti gibi, gerçek olmayan bir yer gibiydi. Stalinist bir beton binada yanıp sönen ışıklar, dans eden fetiş giysili insanlar… Hepsi başka bir dünyaydı. 

 

Berghain’da çalışma şekliniz nasıl? 

Biz herkesin kendini güvende hissedebileceği, sağlam bir yer yaratmaya çalışıyoruz. İçeride herkes özgür ve güvende olmalı. Bunun için de çok iyi bir ekiple çalışıyorum. Hepimiz yaptığımız işin bilincindeyiz ve sorumluluk duyuyoruz. Bunu anlamayan insanlar benim sadece kapıda durduğumu sanıyorlar. Oysa dünya çok değişti, biz de değiştik tabii. 

 

Sven, “bouncer” kelimesini çok sevmese de çeviride bu kelimeyi bouncer olarak bırakmayı tercih ettim. Tam anlamı “geri zıplatan” olduğu için “fedai” ya da Almanca “Türsteher” demek yerine, şanından dolayı bouncerı tercih ettim. Ama günün sonunda bu sergiye, sergide yine Berghain’dan arkadaşları ile çalışmasına ve çalışma şekline bakınca Sven için bir “küratör” demenin daha doğru olacağını anlıyorum. Her yaştan, ırktan, dinden, cinsiyetten, tercihten insanı ortak bir noktada buluşturan bir küratör… 

 

 

Bu sergi ile birlikte Berlin ruhunu İstanbul’a getiren Goethe-Institute Istanbul ve Metin İlktekin’e sonsuz teşekkürler. Nachtblende 26 Kasım’a kadar Yapı Kredi bomontiada’da ziyaret edilebilir.

 

 

 

 

 

yazıyı oku

HAYALİ HARİTALAR, TAŞ SURETLER, TUTULMUŞ GÜNEŞLER VE SOĞUK ÇAĞLAR ÜZERİNE: AHMET DOĞU İPEK

Röportaj: Ecem Arslanay

Fotoğraf: Can Görkem  

 

Ahmet Doğu İpek ile “Başımızda Siyahtan Bir Hale” sergisinin üzerinde dönen olaylar, gezegenler, suretler, sarsıntılar, koordinatlar, karanlıklar, ağırlıklar, kayıtlar, hatıralar, sözler ve elbette hisler üzerine konuştuk. Tarihi bir Beyoğlu apartmanının tepesinde konumlanan nevi şahsına münhasır ev-atölyesinde içsel takvimlerine, zaman birimi gibi davranan malzemelerine, mesken tuttuğu haritalara, incelikli teknolojilerine ve hikâyeli nadirelerine daldık. Serginin kendisi gibi, röportajın üzerinden de nice doğa olayı geçti. Atlattığı badirelerin ardından, güneşin etrafında bir tur tamamlamaya yaklaşmışken, sanatçının ön yazısı ile birlikte, artık sizlerle…

 

 

2022 baharında Arter’de açılan “Başımızda Siyahtan Bir Hale” başlıklı sergimin son haftasında, sergiyi ve serginin etrafındaki meseleleri merkeze alana bir söyleşi yapmak üzere Deniz’le sözleştik. Ardından Ecem ve Gümrah’ın katılımıyla atölyemde buluşup aşağıda okuyacağımız söyleşiyi gerçekleştirdik. Ülkenin ve dünyanın ağır sosyopolitik iklimi altında, büyük bir pandeminin devamında ortaya çıkan bu sergideki her şey bozulmaya, dağılmaya, çözülmeye meylediyordu. Sergideki işlerde ağırlıklı olarak dünyanın kabuğunda, atmosferinde, ya da atmosferin dışında gerçekleşen, genellikle “felaket” diye tanımladığımız, devasa ölçekli olayları işliyordum: Patlayan volkanlar, bitmez tükenmez güneş tutulmaları, kum fırtınaları, düşen taşlar… Ve tüm bunların bedenimizde uyandırdığı dehşetle karışık büyülenme duygusu… Belki yakın geçmişte maruz kaldığımızdan olsa gerek, tüm bu fenomenler üzerine çalışırken depremi pas geçmiştim. Serginin son haftasının ilk gününün sabahında, 6 Şubat’ta, acı telefon mesajlarıyla o malum sabaha uyandık. Ailemin deprem bölgesinde yaşıyor olması, yıkımın büyüklüğü, kriz yönetiminin berbatlığı gibi durumların yarattığı büyük kalp kırıklığı eşliğinde sessiz sedasız, birbirimizin neredeyse yüzene bakamadan sergiyi topladık. Depremden birkaç gün önce yapılan bu söyleşinin yanı sıra birçok şey uzun bir süre dokunulmamak üzere rafa kalktı. Bunları tamamlamaya elim gitmedi desem daha doğru olur, zira hayat, ya da gerçeklik, bazen her şeyin üzerini ıslak bir battaniye gibi örtüyor ve her şey anlamını yitiriyor. Bu söyleşiyi gerçekleştiren Ecem başta olmak üzere, Gümrah’a, Deniz’e ve tüm calling Mag ekibine bu konuşmayı elden geçirmeme olanak sağlayan sonsuz sabırları için çok teşekkür ederim. 

Ahmet Doğu İpek

 

 

Atölye duvarındaki kadın portresinin annenin gençliği olduğunu öğrenmemiz üzerine otobiyografik bir soru ile başlamak istiyorum. Son sergindeki haritaların etkisiyle aklıma gelmiş olmalı: Sana verilen ismin koordinatları var gibi… Ahmet bir dine, Doğu bir yöne, İpek de bir coğrafyaya/yola işaret ediyor. İsmin seni nasıl etkiledi/etkiliyor?

 İlkokul ve ortokulda bana uzun süre ismimle hitap edilmedi, İpek denildi. Ben de bunu benimsemiş, kabullenmiş olmalıyım ki yumuşak huylu, kısık sesli bir çocuktum; ayrıca, evde üç kadınla (anne, anneanne, abla) birlikte büyümüş olmam da bunda etkili olmuş olabilir. Doğduğum coğrafyanınsa, tabii ki, hem bilinçaltımda hem de benim ben olmamda ismimden daha büyük bir etkisi var. Geriye dönüp baktığımda bu yer ve coğrafya meselesinin yapıp ettiğim birçok şeyin çatısını oluşturduğunu görüyorum. Yaş ve yaşanmışlıkla birlikte bu geriye dönüp bakmaların sayısı da artıyor. 

 

Sergideki birçok şey; ama özellikle de harita, tamamen kurgusaldı. Fakat içten içe haritadaki adanın doğup büyüdüğüm yerle topografik bir benzerliği olduğunu düşünerek oradaki yer isimlerini doğup büyüdüğüm coğrafyadaki isimlerden devşirdim. Bunu hiç dillendirmedim ama aslında haritadaki her bir detay son derece otobiyografik ve sadece benim anlayabileceğim bir dille oraya nakşedildi. Taşlara olan düşkünlüğümün ve sergideki örtük politik söylemin de yine doğrudan coğrafyayla ilişkisi var.

 

Ben de buraya gelmek istiyordum, sergi kitabında Gökçen Erkılıç, memleketindeki köylere referans verdiğini açıklayarak “Hayali haritaları memleket edinmek böyle bir şey olmalı,” yazıyor. Haritalarla ilişkini merak ediyorum. Seninkiler üçüncü boyutun ikinci boyutta kusursuzlukla temsil edilebildiği bir epistemeye işaret ediyor ki bu episteme, denizaşırı sömürgecilik faaliyetleriyle çok ilişkili. Birkaç yüzyıl matematiksel bir titizlikle üretilen çoğu harita işgal, tahakküm ve mülkiyet bildiriyor; uzak topraklardaki kaynakların ve halkların talanına hizmet ediyor. Ben bu sergide ve hatta senin ev-atölyende —sanırım nadire kabinesi benzeri oluşumları baz alarak— Aydınlanmacı akla bariz bir hayranlık seziyorum. Öte yandan da bu aklın hafriyatçı failliğine karşı da daha örtük bir kızgınlık var… Hatta Güneşler’deki tutulma, bana tam da bu aydınlık aklın tutulmasına işaret ediyor gibi hissettirdi. 

Evet ben de sanırım birçoğumuz gibi Aydınlanmacı akılla bir tür aşk-nefret ilişkisi yaşıyorum. Bu bir sebep sonuç ilişkisi ve bugünden o döneme bakıp net bir çıkarsamada bulunmak ne kadar doğru bilemiyorum. Zira keşiflerin, icatların yapıldığı, yeni düşüncelerin üretildiği ve bunların hayata geçirildiği, neredeyse bilinen dünyanın yıkılıp yeni bir dünyanın kurulduğu ve modernizmin temellerinin atıldığı bir dönemden bahsediyoruz. Bu o kadar katmanlı bir konu ki iyiyi de kötüyü de bereberinde getiriyor ve gerçek anlamda insan iktidarının adı konmuş oluyor. Devamında gelen yıkıcı savaşlar, faşist yönetimler ve sert kapitalist ekonomik sistemlerle de bu tam olarak doğrulanmış ve pekişmiş oluyor. Gerisi bildiğimiz ve çoğumuzun tanık olduğu o hikâye…

 

Birçok şeyin ilk defa icat edildiği ve yeniden keşfedildiği yeni bir dünyanın temsil biçimlerini uzun bir süredir inceliyorum. Bunu daha önce yaptığım farkı bir seride işlemiştim. Şimdi ise haritalarda ve biraz da güneşlerde deniyorum. Bir şeyin hem evrak hem resim olabilme özelliği ya da bilimsel olanın aynı zamanda sanata meylediyor olması ilgimi çekiyor. Eski mimari çizimleri de bunlara ekleyebiliriz. 

 

Bu işlerin henüz makinelere devredilmediği, hatasıyla sevabıyla insanlar tarafından üretildiği evre o şeyi benim gözümde evrak olmaktan çıkarıp sanat nesnesi yapıyor. Benzer bir şeyi bugün tekrar üreterek bu katmanlılığı daha da bulanıklaştırmış olabilirim ama bu ‘yok yer’in hikâye anlatımıyla, edebiyatla kurduğu bir ilişki var, o çok cezbediyor beni.  

 

Şimdilik sadece iki harita üzerinden okumaya çalıştığımz bu ‘albino’ yerin çok  katmanlı ve çok parçalı hikâyesini zihnimde/defterlerde tamamlamaya çalışıyorum. Hikâyeyi toparlayıp, devamını üretmek için kendimi zorlayacağım.

 

 

 

 

Evet, Suretler’de taşları Batılı portre geleneği içerisinde ele alıyorsun. Tarihsel olarak zengin ve güçlü insanları konu edinen bir gelenekte, taşların eyleme gücünü vurguluyorsun. Yeni materyalist düşünce ile aran nasıl? 1990’ların sonuna doğru tartışılan ve son zamanlarda sergilerin kavramsal çerçevelerinde sıklıkla rastlanan bir felsefe oldu bu. 

Bu benzetmeyi son zamanlarda sıklıkla duydum ama bilerek yaptığım bir şey değil. Daha doğrusu, tabii ki yaptığım şeyin farkındayım ama yeni materyalist bir iş yapmak adına yapmıyorum. Onun üzerinden okunuyorsa bu hoşuma gider; sadece benim yaklaşımım, çıkış noktam daha sezgisel. Bu çakışma ya da paralellik belki zamanın ruhu dediğimiz şeyle açıklanabilir. Diğer taraftan bu felsefenin yeniden hatırlanması  normal çünkü nesneler ve onları meydana getiren malzemeler zaman içinde epey değişti. Dolayısıyla nesnelerle ilişkimizi yeniden gözden geçirdiğimizden bu hatırlamayı kaçınılmaz ve anlamlı buluyorum.

 

Güneşler’deki her bir güneş için bir haiku yazmışsın sanırım… Onları ne yaptın ya da onlarla ne yapacaksın?

Her biri için değil, daha çok ikinci defa yağ ile kadrajladığım yaklaşık 20-30 tanesi için yazılmış haikular var. Niyetim hepsine yazmaktı ama haiku “Hadi yazayım!” deyip de yazabileceğin bir şey değil. Aslında haiku yerine hepsinin bir cümlesi var demek daha doğru. Açıkçası onları göstermek konusunda zorlandım, utanmakla birlikte gelen bir duygu baskın geldi ve yapamadım…

 

Fazla mı kişisel geldi peki onlar? Serginin anlatısının da büyük olduğunu düşünürsek… 

Yok, çok örtük bir anlatım söz konusu aslında. Yani sadece benim anlayacağım iç sayıklamalar gibi. Tüm bu sayıklamalar üçüncü bir kişi için ne ifade eder bilmiyorum. Bir yandan da resmin içine yazıyı, şiiri dahil etmeye çekindim. 

                                                                                                

Sergi de adını bir şiirden (Tragedyalar III) alıyor, merak ettim şiirle ilişkini. Bu alandaki üretimini daha görünür kılmak gibi bir planın var mı? 

Evet, serginin ismini şair Edip Cansever’den ödünç aldım. İsmini ondan alan bir serginin içerisinde şiir yazmaya da utandım aslında. İyi bildiğim bir alan değil yazmak, duyguları yazılı dile tercüme etmek konusunda çok yetkin değilim. Tutulmalar serisinde seriyi yaparken referans aldığım, yüzyıl başında üretilmiş bilimsel diyebileceğimiz fotogravürler var, onun yüzyıl başında nasıl kaydedildiği bilgisi var, yüzyıl sonra yeniden yorumlanışı var… Yani seri hâlihazırda zaten katmanlıyken bir de üzerine şiir gelseydi fazla yorucu olurdu. Duru kalmasını istedim. 

 

Peki o haikularla başka bir şey yapar mısın, belki daha sonra? 

Aslında bu cümleleri sergi kataloğunun içine serpmek gibi bir fikri tartıştık; ancak nihayetinde ondan da emin olamadık. Belki bir gün bu seriyle ilgili bir yayın olursa bunları kullanma fikri tekrar yeşerebilir. Şimdilik defterlerde uyuyorlar.

 

Güneşler ile şu anda yine Arter’deki karma bir sergide (Locus Solus) sergilenen Yıldızlar işin arasında da sanki günlerin kaydını tutma bakımından bir paralellik var…  Sanırım sergi turunda, bu işteki delikleri bir mahkumun duvara attığı çiziklere benzettiğini söylemiştin…

Beni Yıldızlar’a getiren bir iş daha vardı: Günler. Aslında o daha ziyade bir takvim gibiydi, her gün yapılıyordu. Bu sergideki Güneşler de onun devamı niteliğinde. Dönemin bir tür gayri resmî ya da kişisel kaydını almak, alternatif bir zaman ölçüsü yaratmak. Bu, evet; keyfi ya da şahsi bir eylem. Ama bu gerçekliği olmayacağı anlamına gelmiyor. Güneşler (Çok Uzaktan ve Hep adlı seri) ise 2019 ile 2022 arasında üretildi. Tam da pandemiye denk geldi. Kapalı mekânlarda geçen, ışıksız, tek başımıza ve genellikle içe dönük olduğumuz, garip, karanlık bir dönemi kapsayan bir zaman diliminde üretildi hepsi. Bu yüzden iki seri de, yapıldıkları dönemin duygusunu taşıyor.. 

 

İnsanlık çağlarca zamanı ölçmek için uzak ama müşterek nesneleri, ayı ve güneşi baz aldı. Kapitalist zaman atom altındaki nesneleri baz alıyor… Bir fotonun hızı mesela (Planck zamanı)… Sen kişisel takviminde nasıl titreşimleri baz aldın?

Atom altını ve orada olup bitenleri bilmeyi çok isterdim. Ama duygular şimdilik en iyi bildiğim şey. Kuantum dünyasını ve kuarkları ancak hobi düzeyinde izliyorum okuyup anlamaya çalışıyorum. 

 

Peki tik-tak yapabilen bir frekans, bir osilatör yok mu? Duygular değişken şeyler ya, hiç yerleşik ritimler var mı gündelik hayatından? Mesela nasıl uyanıyorsun? 

Genellikle geç uyanıyorum, çünkü geç uyuyorum, gün içinde tekrarlarım, rutinlerim var.. Ama yoğun çalışma süreçlerinde üzerinde çalıştığım şey, o şeyin kimyası, malzemesi dönemin tik-tak’ı oluyor.  Benim ölçüm aslında malzemenin kendisi. Kâğıt, kalem, boya gibi şeyler ve onların dayattıkları, kâğıdın yağı emme süresi gibi zaman birimleri… Ortaya çıkan her iki serinin de takvim-resim aralığında, muğlak bir yerde durması hoşuma gidiyor. Çünkü işleri kişisel olmaktan çıkarıp başka insanların da hikâyeye dahil olmasına kapı açıyor.  

 

Deniz (Tuncer) mürekkepten ve tekrardan ötürü kesinlikle içgüdüsel olarak bir kayıt tutma hissi verdiğini düşünüyor… Ben bu sergideki işlerin kendi içindeki zamansallığını da merak ediyorum. Önce hangisi çıktı? İlk çıkan şey bir doğa olayına referans verdi diye diğerleri de öyle olmalı gibi mi düşündün? Yoksa “hepsi doğa olaylarına referans versin” gibi bir kurgu var mıydı? 

Harita fikri önceden vardı ama olgunlaşmamıştı. Teknik olarak ilk Güneşler ortaya çıktı ve bir yandan hep devam etti. Sonra haritalar, süngerler, taşlar ve videolar arka arkaya geldi. Güneşler lokomotif olmakla birlikte bir eş zamanlılık da söz konusuydu. Sergiyi kurmaya yakın bir zamanda ancak dönüp bunlar “ne” diye bakabildim… Yolda şekillenen bir sergi olduğu için “Dur şu doğa olaylarını resmedeyim,” demedim. O hissettiğimiz şeyin, duyguların karşılıklarını bulmaya çalıştığımda mecburen o alana girdim. Buradaki genel kurgu, çok uzun bir zaman dilimine yayılmış olan üretim süresince kendiliğinden oluşmuş bir kurgu. 

 

İşlerindeki prodüksiyon matematiği de çok etkileyici. Malzeme ve malzemenin geçirdiği süreç de anlattığın soyut şeye sadık kalıyor… Ben Caecus Volcano ve Albino Island işini gördüğümde dijital bir iş sanmıştım ama sen orada o büyük doğa hareketini manyetizma ile çok küçük ölçekte yaratmış ve kameraya kaydetmişsin. Güneşler’de de karanlıktan dışarı sızan ışığın altında yağ var, bir malzeme tercihi… 

Bu biraz benim “şey”lere olan merakımla ilgili. Şeyler nasıl oluşuyor, şeyleri nasıl yan yana getirip ikinci bir şey yaratıyoruz? Bunu nasıl zaman içinde standardize ettik? Etmeseydik ne olurdu? Ya da bunu bir kalıba sokmadan kendi haline bırakalım ve izleyelim, acaba kendi başına bir cümle kuruyor mu? “Demir neden paslanıyor? Kâğıt neden buruşuyor?” gibi fiziğe ve hayata dair sorular var aslında kafamda. Bence ilk resimler de öyle yapıldı. Çocuk merakıyla… “Yeni Materyalizm” denilen şeyin temelinde de o var belki. Malzemeyi kurcalayınca bağlam da anlam da, her şey oradan çıkabiliyor. Ya da ben bu yolculuğa çıktığımda bana iyi bir eşlikçi olabiliyor. 

 

Sonuçta ortaya çıkan nesne, arayüz tabii ki önemli ama ben süreci de önemli buluyor ve konuya dahil ediyorum. Israrla iki buçuk-üç yıl içinde üretilmiş sergi diyorum, ısrarla zaman diyorum, entropi diyorum ve o olma halinin, sürecin kıymetine inanıyorum. Konu sadece taş değil; konu taşın zamanı, taşın oluş şekli, parçalanması. Bir iş üzerinde çalışırken daha önce öğrendiklerimi unutmaya, malzemeyle yeniden tanışmaya, malzemeyi yeniden temel bir konu olarak önüme koymaya, kurcalamaya çalışıyorum. 

 

Basit ve zor bir sorum var. Taşı polimer süngere taşıtan Maruz: 75 kPa yerleştirmenden yola çıkarak soruyorum: Doğa nedir ve doğa olmayan nedir? Mesela taş doğa ise, ölen canlı organizmaların oksijensiz ortamda milyonlarca yıl boyunca çözülmesiyle ortaya çıkan petrolden üretilen polimer sünger niçin doğa değil? Bu ayrımı nasıl kuruyoruz? 

Bunu yanıtlamak gerçekten zor. Ama kısaca ben şöyle ayırıyorum: Tasarlanmış olan ve olmayan. Birinde insan devrede, diğerinde insan devrede değil. Yoksa ikisi de doğa tabii ki…

 

Bu insan merkezli bir düşünme biçimi, değil mi? Hayvanların da “tasarladıkları” şeyler var ama bu üretimler “tasarım” değil de “doğa” oluyor. Ontolojik bir hiyerarşi var sanki? 

Çok yakın zamanda bir mimar arkadaşımla bu konuyu kendiliğindenlik üzerinden konuşuyorduk. Bence karıncanın mimarisine “Mimari değil,” diyemeyiz; o da bir tasarım.. Düşününce, dünyanın birçok yerindeki sivil mimari örneklerini de bir hayvan yapmış olabilirdi mesela… Doğal malzemeden, nesilden nesile aktarılan bir eyleme biçimiyle. Konu derin ve doğanın, doğal olanın ne olduğu sorusu bugün felsefenin en sıcak konularından biri ama benim gözümde ayrım (insanlar ya da hayvanlar tarafından) tasarlanmış olanla rastlantısal olarak oluşan arasında.

 

Sıklıkla mimari temsil biçimlerini kullanıyorsun ve mimarlarla sürekli iletişim halindesin. Onlar mı seni buluyor, yoksa sen mi onları?  

Birbirimizi buluyoruz demek daha doğru olur, ortak bir merak etrafında bir araya geliyoruz, konuşuyoruz ve bir dostluk başlıyor. Mimarların çalışma ve üretme biçimlerini yakından izliyorum: Bir şeyin envanterini çıkarma, temsilini üretme, metodunu bulma, onu denkleme dönüştürme ve o arayüz üretme şekilleri hayranlık verici. Hakikaten isterdim mimarlık okumak ve yapmak. Bunu yapamamış olmanın ukdesi var içimde. Belki bu yüzden de onlarla çok vakit geçiriyorum. Bir de sanırım gerçek bir şey yapma arzum var. Ne olursa olsun, sonuçta sanatçının ürettiği şey bir Aspirin değil, gerçek bir karşılığı her zaman olmuyor hayatta. Çok dolaylı olarak bir şeyi etkileyebiliyor, dönüştürebiliyor. Genellikle de dönüştürmüyor. Dönüştürdüğü şey genellikle sadece fikirler ve duygular oluyor. Tasarım ve mimarlıkta öyle değil. Hayatla kurduğu doğrudan ilişki yüzünden daha tatmin edici geliyor bana. 

 

Yine Deniz (Tuncer) ile birlikte mimarlık öğrencilerine jürilerinde neler dediğini çok merak ediyoruz…

Öğrencilerin yaşına ve sınıfa bağlı olarak değişiyor. İlk sınıflara daha motive edici yaklaşıyorum ve temel sanat-mimarlık ilişkisi ya da çizimin tasarımın üzerindeki etkisi gibi temel konulardan bahsediyorum. Bazen çizim atölyeleri de kurduğumuz oluyor. Daha üst sınıflara karşı tutumum ise daha farklı. Çıktılar ve formlar üzerinden birlikte konuşuyor, eleştiriyoruz. Sanat ve mimarlığın birbirinden ayrıştığı nokta keyfilik ve nedensellik. Bu da ortaya çıkan formun sanat mı tasarım mı olduğunu belirliyor. Bu tür tartışmaların jürilerde, okullarda yapılıyor olmasını önemli buluyorum. Öğrencilerin de bu konuşmalardan keyif aldığını düşünüyorum.  

 

 

 

 

 

Atölyen de aslında bir mimar atölyesine çok benziyor. Fazlasıyla hijyenik ve nizamlı. Sanatçıların dağınıklık sevdiklerine dair bir mit vardır ya… Francis Bacon’ın tozlu ve kaotik atölyesi meşhur bu anlamda. Kurt Schwitters’in bir sanat eseri addettiği yaşam alanı ve atölyesi  —ki kimi sanat tarihçileri bunu yerleştirme sanatının başlangıcı sayıyor— Merzbau’su ise en uç örnek herhalde. Kendi idrarını kavanozlayıp çeşitli ışık düzeneklerinde oyunlar kuruyor… Seninki de bir ev atölye. Domestik yaşantınla çalışma yaşantın iç içe geçmiş halde mi? Nasıl bir yaşamsallık var burada? Ne derece mahrem ve ne derece kamusal? 

Ev-atölye birlikteliği başta gerçekten imkansızlıktan doğdu. Öğrenciliğimden beri bir evin bir odasında çalışıyorum ve bu zaman içerisinde bir alışkanlığa dönüştü. Sonradan da bir tercih oldu. Dışarıda bir yere ihtiyaç duyuyorum bazen ama tutmamak için de elimden geleni yapıyorum. Yaptığım işle hayatımı çok ayırmıyorum. Bu haliyle de epey mahrem bir alan aslında. Atölyenin mimar stüdyolarına benziyor olmasının sebebi ise kullandığım malzemelerden kaynaklanıyor: Kâğıt, kalem ve boya gibi çok basit malzemelerle çalışıyorum. Yoğun, sentetik boyalar kullanmıyorum. O yüzden etrafı pek kirletemiyorum. 

 

Bence işlerin de çok el emeği isteyen, titiz, teferruatlı, temiz ve düzenli işler. Bu atölyeden çıktıkları belli oluyor. 

Atölyenin dönem dönem kontrolden çıktığı oluyor tabii ki ama genelde beyaz kağıtlarla çalıştığım için etrafın kirlenmemesi gerekiyor. Yine malzemeye getiriyorum konuyu ama bu epey belirleyici bir faktör oluyor. 

 

Bir koleksiyoner tarafın olduğunu da gözlemliyoruz bu ev atölyede biriktirdiklerinden. Neler topluyorsun? 

Evde bir miktar sanat eseri var. Bunların bazıları sanatçı arkadaşlarımla yaptığım değiş tokuşlardan, bazıları para verip aldıklarım; arada hediye edilmişler de var. Ama bunlar büyük resimler değil; küçük, mütevazı işler. Bir de bildiğimiz anlamda sanatçı olmayan insanların yaptığı şeylere merakım var. Karşıma çıktıkça onları topluyorum. Çoğu yine küçük şeyler. Son dönemde toplama fikrinden epey uzaklaştım gerçi. Etrafımda çok fazla şey var gibi hissediyorum. Buraya taşındığımda temiz parkeler, beyaz duvarlar, bir masa ve dolayısıyla çok minimal, Japon bir mekan hayal ediyordum; fakat giderek eşyaların sayısı arttı. Bu yüzden o duygumu zaman içerisinde tıraşladım, artık “almazsam olmaz” dediğim küçük şeyleri alıyorum, o kadar. 

 

 

 

Peki sergideki bu zebellah gibi taşı nereden, nasıl getirdiniz?  

Onu İstanbul’da Kemerburgaz civarında bir yerden aldık. Oraya da Kütahya’daki bir ocaktan getirilmiş. Sarılı turuncu, oksit sarısı bir rengi var. Muhtemelen demir yataklarının olduğu bir yerden çıkmış. Renginden ötürü “kınalı taş” diyorlar. Ben de tamamen rengine ve formuna bakıp seçtim. Sergi mekânına gittiğimde onu orada yatıyor görmek garip. İnsanları hafif geri çekilerek kendine baktırıyor olması çok hoşuma gidiyor. 

 

Serginin son halini nasıl buldun? Entropi nasıl işledi?

Çok işledi…  İnsanların paylaştığı fotoğraflarda sapsarı bir sergi var, benim aklımda hiç böyle bir sergi yoktu. Kendiliğinden oluyor gibi. Yani aslında ben bu zemini yaratıyorum tabii, bu serginin biraz sarı olacağını da biliyordum ama bu kadarını beklemiyordum. Gerçekten de sergi, sembolik anlamda, tahmin ettiğim yönde çalıştı. Bu yüzden memnunum son halinden. Çok siyah beyaz çalışan biri olarak sarı rengi de artık kabul ettim gibi…  

 

Sarı aslında 1960’larda geleceği müjdeleyen albenili bir malzeme olan plastiğin de zaman içinde ortaya çıkan, hüsranlı rengi… Peki sen işlerinde niçin bu kadar az renk kullanıyorsun? 

Bu sergide var aslında… Ateş ve ışıkla ilişkili olan şeyler renkli, geri kalanlar siyah beyaz. O da serginin ışık ve ışıksızlıkla olan ilişkisinden ötürü. Renk çok kafa karıştırıcı. O pür ya da basit olanı fazla manipüle ediyor, başka başka anlamlar yüklüyor. Ben de eskiden daha çok kullanıyordum ama artık zorlanıyorum. Renkten uzaklaştıkça daha iyi ifade edebildiğimi fark ettim. Aslında sadece rengi değil, bir sürü şeyi eksilttim; figürler, sentetik boyalar, tuval… Geriye kâğıt kalem kaldı; siyah ve beyaz. Bunların sembolik çağrışımlarını da önemsiyorum: artı ve eksi, iyi ve kötü, var yok gibi. Genellikle kâğıdın beyazını ışık, ona sürdüğüm siyahı da gölge gibi kullanıyorum. Aslında fotoğrafın ilk üretildiği zamanlara benziyor bu ışığın kaydedilme hali. Bir kâğıda solüsyon sürülüyor, ışık kaydediliyor veya kaydedilmiyor. Buna çok benziyor: Işık var, ışık yok. Bunu ilk yaptığım bina serilerinde kullandım. Orada da çizgiye kadar indim. Yatay çizgi, dikey çizgi… Başka hiçbir şey yok. Yani bir şeyi sıfır noktasına, tek birime indirmek ve o birimden tekrar çoğaltmak gibi… 

 

 

Küratör Selen Ansen’le sergi sürecinizi anlatırken sık sık “yoldaşlık” kelimesini kullanıyorsun. Bunu biraz açabilir misin? Öncesinde de bir arkadaşlığınız vardı sanırım? 

Aslında işler üzerinden gelişmiş bir arkadaşlıktı bu. Birlikte düşünmek, birlikte bakmak üzerine kurulu bir arkadaşlık. Benim 2017’de yaptığım Günler serisini biz tanışmıyorken görmüş ve onunla ilgili çok güzel bir şiir yazmıştı. Biz öyle tanıştık. Sonra o şiiri o serinin kitabında kullandık. Bu vesileyle duygudaşlığımızı fark ettik. Sonradan benim Arter’de sergi yapacak olmam ve Selen’in Arter’in küratörü olması gerçeği eşleşti. Aslında birbirimize hem çok benziyoruz hem hiç benzemiyoruz. Birbirimize benzemekten ziyade benzemediğimiz için yoldaşlık ettik. Umarım ben de onun hayatına bir şeyler katmışımdır. O bana çok şey kattı. Çok kitap bırakıp gitti buraya. “Yeter oraya bakma, biraz da şuraya bak”  dedi. “Biraz daha düş” ya da “Biraz daha kal” dedi. İyi kontrol etti süreci. Kontrolü burada kötü anlamda kullanmıyorum çünkü uğraştığım konular, duygusal olarak zor konulardı. Depresyonun ucundan döne döne yapılmış bir sergi bu. Yoldaşlığı o yüzden çok önemsiyorum. Arada bir karşılıklı oturmak, terapideymiş gibi konuşmak… 

 

Aslında genellikle sergilerde, özellikle kurumlarda yapılan sergilerde küratör-sanatçı ilişkisi pek de böyle değildir. Biz alternatif bir şey denemiş olduk. Pandemiye denk gelmiş olması da etkiledi çünkü serginin açılışı iki defa ertelendi. Düşünmek, yaptıklarımı bozmak, baştan kurmak, sergiyi değiştirmek için fırsatım oldu. Arada oturup gerçekten dertleşmek, konuşmak ve yoldaşlık etmek için fazladan zamanınız vardı. Yoksa Arter bu sergiyi talep ettiğinde ben işleri bitmiş halde Selen’in beğenisine sunardım, o da “Evet, hayır; şunu şöyle yapalım” derdi. Neyse ki öyle olmadı. Kıymetli buluyorum bunu. Selen’e dönersek, onun da meseleleri kaşımak, ters yüz etmek, yeni anlamlar üretmek üzere bir motivasyonu var. Ben doğudan, o batıdan…

 

Serginin senin için sağaltıcı bir deneyim olduğunu söyleyebilir miyiz? 

Kesinlikle.

 

Peki sence alımlayanlar için de öyle mi? Serginin uyandırdığı hisler, sana gelen tepkiler nasıl? Yani o depresyon hali hissediliyor mu?

İki türlü bir evet. Şöyle mesajlar alıyorum, “Ne güzel sanat görmeye gelmiştim, günümün canına okudun.” Başka bir tanesi ise, “Bir şey gördüm, tam tarif edemiyorum ama çok iyi geldi bana. Eline sağlık.” Ya da uzun uzun anlatanlar var ne hissettiklerini. 

 

Sadece entelektüel bir yerden ilişki kurup oradaki fikri çok beğenenler de oluyordur herhalde? 

Onlar daha çok sanatçılar, tasarımcılar… Genel izleyiciye baktığımızda çok iyi hissedenler çoğunlukta ama serginin pek iç açıcı olmayan meselesi ve hatırlattıklarından ötürü kimilerinde bir göğüs sıkışması yarattığı da oluyor. Gelen mesajlardan ve birebir konuşmalardan duyuyorum. İkisi de hoşuma gidiyor. Burada olup biten bazı şeylerin sembollerle anlatımı var, kötü bir şey hissettiysen, bir bakıma bu iyi. Bir de tabii kendine benzer bir duygudaş bulmaktan ötürü iyi, onaylanmış hissetmek var. Bilmiyorum, bana iyi geldi. 

 

Genel olarak benden çıkıp kendi zamanını yaşamış olması ve çok yakında bitecek olmasına seviniyorum. Gerçekten içimden yoğun bir şey çıktı, şu an rüzgârdaki bir çuval gibiyim… Bir süre bu boşluk duygusuyla birlikte yaşayacağım, sonrasını bilmiyorum. 

 

Sergi sürecinde senin Doğulu Selen Ansen’in ise Batılı olması meselesinden bahsetmiştin. Bunun nasıl tezahür ettiğini biraz açabilir misin? 

Bu ayrımı kalın bir çizgiyle çizmek çok doğru olmayabilir ama belki şöyle anlatabilirim: Selen’in hem ailede hem okulda Batılı bir tedrisattan geçmiş olması, uzun süre yurtdışında yaşaması; benimse burada, bu coğrafyada büyümüş, eğitim görmüş olmam aramızda çeşitli yaklaşım farklılıklarına yol açtı. Örneğin güneşleri mekânda dizerken ben son derece modernist biçimde yuvarlak olanları bir tarafa, kadrajlanmış olanları diğer tarafa dizdim. O ise o düzeni bozdu ve hepsini karıştırdı. Ya da ben süngerleri mümkünse iki kardeş gibi yan yana koymak istiyordum, o onları karşı karşıya getirmek istedi. Yani detaylarda hissedilebilecek, çapraz bir iç içe geçmiş karşıtlık oldu. Ve tabii hep Selen kazandı (gülüyor). 

 

 

 

 

 

 

yazıyı oku

DUYGU ROLLER-COASTER’I: 10: SOYUTLAMALAR, İMALAR, MÜTALAALAR

Yazı: Burak Diken

Fotoğraf: İmalat-Hane

Küratörlüğünü Duygu Demir’in üstlendiği grup sergisi “10: Soyutlamalar, İmalar, Mütalaalar”, 2 Eylül Cumartesi günü İMALAT-HANE’de açılışını gerçekleştirdi. Son on yılda üretilmiş eserlerden bir seçki sunan sergide Ahmet Doğu İpek, biriken, Burak Kabadayı, Cevdet Erek, Deniz Aktaş, Hakan Topal, Hale Tenger, Hasan Özgür Top, Huo Rf, İnci Furni ve Özlem Günyol – Mustafa Kunt ikilisi yer alıyor.

 

Serginin belirleyici filtresini, hem buralarda hem de tüm evrende karşımıza çıkardığı sayısız çılgınlığıyla son on yıl oluşturuyor. Sanatçılar, -sergi metnine göre- sosyal, politik, düşünsel onca mevzunun yaşandığı şu on yıldaki değişim ve dönüşümlere bakan işleriyle, seyirciyi sonsuz serbest çağrışımlı bir hafıza yolculuğuna çıkarıyor. 10: Soyutlamalar, İmalar, Mütalaalar, DAEŞ’in favori fontundan Birecik’teki tehlike altındaki kelaynaklara, yasaklı slogan kelimelerinden 15 Türk Lirası’na uzanan görüş alanıyla bu geçirdiğimiz on yılın nasıl hissettirdiğine dair bir hatırlatıcı. 

 

Videoları bugüne kadar birçok ülkede gösterilen Hasan Özgür Top’un Bir Kahramanın Düşüşü isimli işi, serginin en akılda kalıcı eserlerinden birisi. Sanatçının 15 dakikalık videosu bir sorgu, bir psikoterapi seansı ya da bir günah çıkarma ritüeli arasında gezinen bir itiraf olarak kurgulanmış.

 

Protocinema ve SAHA işbirliğiyle hazırlanan bu şaşırtıcı video, Türkiye’de ilk kez gösteriliyor. Videodaki anti-kahraman, DAEŞ’in 2014 yılında “Amerika’ya Bir Mesaj” isimli YouTube videosunda kullandığı Trajan fontu üzerinden başladığı çözümlemelerinde Hollywood’dan politik liderlerin sosyal medya hesaplarına, Roma İmparatorluğu’ndan video oyunlarına uzanarak ideoloji ve mitolojinin yan yana geldiği noktaları analiz ediyor. Videoyu izlemeye başlamadan önce, DAEŞ’in motivasyonuyla Joseph Campbell’ın fantazyalar için el kitabı olan Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’nu bir şekilde bağdaştırabileceğinizi hiç tahmin edemiyorsunuz gerçekten. ‘Macera’ya çağrı, bu yolculuktaki mentörle tanışma, kendi yaşam alanından o ayrılma ve tüm o macera sonrası yeni birisi olarak evine dönme gibi Campbell’ın her hikâyenin mutlak elementleri olarak önerdiği bu adımların her biri DAEŞ’e katılmak isteyenlerin de motivasyonlarıyla bire bir uyumlu. Frodo’nun hikâyesine tanık olduktan sonra DAEŞ’e kaydolmak isteyen birileri olmamıştır umarım. 

 

Bir kapı eşiğinin hemen yanında ya da bir duvarın tam ortasında yükselen A’lar ise sanatçı ve müzisyen Cevdet Erek’in Belçika M KHA’daki 2018 yılındaki kişisel sergisi AAAAA’da ilk kez yaptığı yerleştirmelerdeki tipografik elementler. Sanatçının bu sergi için uyarladığı AA AA’da da, diğer işleri gibi ses, grafik dil ve mimari iç içe. Eserin ilk fikri, Erek’in metal müzik gruplarının tişörtlerinde kullanılan baskıları anımsatan bir grafik denemesi üzerine yükselmiş. Duvarlarını süslediği İMALAT-HANE’ye benzemesiyle de mekan deneyimine dair yine ve yeni bir perspektif sunuyor.

 

 

 

 

 

Detaycılığıyla tanıdığımız Ahmet Doğu İpek’in Siyah Su Kayıtları – Günler eseri ise bir performansın görsel kayıtları-ymış. Sanatçının, 157 gün sürdüğürdüğü bu performansın kayıtları üzerine sulu boya kullanarak oluşturduğu örneklerle her ayrı günü her ayrı kareye işlediği bu seri, birbirine çok benziyor olsa da dokusu ve izleriyle birbirlerinden farklı. İzole ve tekrar eden günleri yakından tanıdığımızı hatırlatırken serinin oluşturulduğu 2016-2017 yıllarındaki gerginlik ve karamsarlık gibi kavramlar da İpek’in öne sürdüğü diğer olgular. 

 

İpek’in işlerinden hemen bir sonraki yıl, 1 Mayıs 2018 yürüyüşlerinde atılması yasaklanan sloganlardan yola çıkan Cezalı Harfler ise yaklaşık yirmi yıldır birlikte üretim gerçekleştiren Özlem Günyol ve Mustafa Kunt ikilisine ait. Bu yasaklı sloganları oluşturan harfler, DVD video ikonunun televizyonun köşelerine çarpması gibi, birbirinden ayrı gayrı -ve tabii ki artık anlamsız bir şekilde- çerçevenin içerisinde geziniyorlar. Sıkışmak, duvarlardan sekmek, bariyerler, öznellik ve öteki gibi dinamik ve ilişkilerle birlikte kelime ve harfleri algılayışımıza ve güncel konumlarına dair bir yerleştirme. Tekil olarak kullanılan harflerin bütününden kopunca bu denli anlamsızlaşıyor olması da dilin deliliğini -ve tabii yasaklarımızla yaşadığımızı- bir kez daha hatırlatıyor.

 

Serginin bir diğer göz alıcı işi de Huo Rf’e ait. Multidisipliner sanatçının banknot, bakır levha ve atılmış deri parçalarından ürettiği 15 Lira isimli eseri, göç üzerinden kurgulanmış bir asamblaj aslında. Üç adet 5 Türk Lirası’nın üzerine Suriyeli göçmen bir ailenin hikâyesini işleyen Rf’in seçtiği bu meblağa, eserin üretildiği 2015 yılındaki haberlere göre Türkiye-Suriye sınırından kaçak göçmen geçişi için gerekli olan miktar. Bu hikâyesi birden derinlerden derine inen 15 Lira’nın etrafını oluşturan derilerin farklı renkleriyse ten rengi, insan bedeni ve harita çağrışımlarıyla seyircisini birden o dünyanın içine çekiyor.

 

Burak Kabadayı’nın Suriçi’nde bir evdeki kurşun deliklerinin kalıplarını alıp bu boşlukları dolu formlara çevirdiği Bırak Orada Kalsın yerleştirmesi, Deniz Aktaş’ın Diyarbakır’a uçarken havadan gözüne çarpan imajların izini sürmesiyle gerçekliklerini öğrendiği askerî mezar hazırlıklarını içeren 9 Tahta I ve II, Hakan Topal’ın Birecik bölgesindeki eserler, harabeler, su kütleleri ve organizmalar üzerine şiirsel bir soruşturması olarak tanımlananan Altın Kafes de serginin değinebildiği diğer alanlardan bazılarını oluşturuyor. 

 

10: Soyutlamalar, İmalar, Mütalaalar; toplumsal hafıza, ortak bilinç, evrensel hissiyatlar ve canımızı sıkan diğer bu gibi yoğun olguların geçtiğimiz on yılda ne kadar derinleştiğine dair hem yeni hem de tanıdık bir bakış. Eserlerin kiminin tekil kimininse iç içe dallı budaklı birçok metodun ve stratejinin bir araya gelmesiyle oluşturduğu o kalabalık ve yoğun duygu seli, 3 dakika falan bile nefes almaya fırsat bulamadığımız bu on yılın nasıl geçtiğine dair somut bir sonuç gibi hissettiriyor. Sergi, belirtildiği gibi sadece bazı konulara göz atabiliyor gibi görünse de aslında anlatılabilecek ve kayıtlara aktarılabilecekleri kullanarak göstermek istediklerini göstermeyi, hatırlatmak istediklerini hatırlatmayı, yaraları -belki de- açmayı ve nasıl bir his roller-coaster’ında olduğumuzu aktarabilmeyi başarıyor.

 

     

 

10: Soyutlamalar, İmalar, Mütalaalar, 2 Aralık 2023’e dek İMALAT-HANE’de görülebilir.

 

 

 

 

 

 

 

 

yazıyı oku

THE CREATIVE DRIVE: STORIES OF RS - RENGARENK BİR EVRENDEN GELEN YETENEK: EDA BIRTHING

Fotoğraf: Can Görkem

Yaratıcılık tutkusu ile ayakta kalanların, hayat bulanların hikayesini ve varoluşunu kutladığımız “The Creative Drive: Stories of RS people by calling” serisinde ikinci konuğumuz, herkesin kendini istediği gibi ifade edebildiği bir dünya hayal eden calling komünitesinden Eda Birthing ve yaratıkları. Her şeyin rengarenk ve sevgi dolu olduğu bir evrenden merhaba. Bu evren Eda Birthing (Eda Yorulmazoğlu) tarafından yaratıldı ve burada yargılara yer yok, bolca dans, özgürlük, renk ve neşe var! İçindeki tüm renkleri yansıttığı tasarımlarına bayıldığımız Eda Birthing ile stüdyosunda ve hızımızı alamayıp İstanbul sokaklarda eğlenceli bir çekim yaptık, biraz da sohbet ettik.

 

“The Creative Drive: Stories of RS people by calling”
Prodüksiyon: calling
Kreatif Direktör: Gümrah Şengün
Fotoğraf: Can Görkem
Styling: Yaşar Eyyubi
Röportaj: Heja Bozyel
Art direktör: Derya Kın
Makyaj: Deniz Dilara Sarılar
Prodüksiyon Asistanı: Cem Onan

 

 

 

Yaratım sürecinden bahsedebilir misin biraz? Tüm bu muhteşem yaratıklar nasıl doğuyor?  

Tasarım sürecim ne yaptığım, kim için yaptığıma bağlı olarak farklılıklar gösteriyor genelde. Bir kişi için tasarım yapıyorsam; kim olduğuna, o kişide hangi renkleri gördüğüme yani ruhuna odaklanırım. Karşımdaki kişiler bazen istediklerini çok net şekilde söyler, ama çoğu zaman yapmamı istedikleri bir renk veya hikaye belirtir veya sadece “Eda, istediğini yapabilirsin” derler.

 

Hangisi daha kolay senin için?

Eğer tanıdığım biriyse istediğim gibi yapmak benim için çok kolay çünkü kim olduklarını, vücutlarını nasıl kullandıklarını, hareketlerini bilirim. Ama tanımıyorsam ve daha önce hiç görmediysem, bana bir şeyler anlatmaları işimi kolaylaştırır. Yoksa Instagram’a bakmam ve kim olduklarını anlamaya çalışmam gerekiyor. Bir gösteri için ve bir konseptle yaratıyorsam, genellikle ilgimi çeken bir şey veya rüyamda gördüğüm veya hayatımda yaşadığım ve yeniden yaratmak istediğim bir an ilham oluyor. Veya bazen, hayatımda kötü, travmatik olay olduysa, o karanlığı ışığa dönüştürmeyi severim. Yani, süreç için birçok farklı yol var.

 

Tasarımlarını ilk gördüğüm andan itibaren rüyalarını merak ediyorum! Yaratımların gibi rengarenk, canlı, bilim-kurgu filmi tarzı rüyalar mı görüyorsun yoksa hiç rüya görmeyenlerden misin?

Her sabah yorgun bir şekilde uyanıyorum.

 

Hiç şaşırmadım!

Rüyalarım filmler gibi, adım adım ilerliyor ve bir şekilde hepsi birbirine bağlanıyor. Bazen kafam karışıyor. Bazen bir şeyi rüyamda gördüğümde, anlayamıyorum, gerçekten mi yaşadım? Hala gerçek mi bazen? Kendimi sorgulamam gerekiyor, gerçek miydi rüya mı? Ya da bazen gerçekten stresli olduğumda ve dikiş dikme ya da model oluşturmayla ilgili bir şey kafama takılırsa, rüyamda bunu nasıl çözeceğimi buluyorum. Rüyamda model yapıyorum ve sonra uyanıyorum. “İşte şunu yapmalıyım, tabii ki böyle yapmalıyım” diyorum.

 

O zaman bir şey için bir çözüm bulamadığında uykun gelir mi? Cevap bulmak için uyur musun?

Genellikle cevabı bulamadığımda, kendimi zorlamaya eğilimliyim. “Bitirmem gerekiyor, bitirmem gerekiyor, çözmeliyim” diye zorlarım. Ama sonra evet, hiçbir şey yapamazsam uyumam gerekiyor. O zaman her şeyi çözüyorum. Yani cevap aslında her zaman orada. Ama stresli olduğumda zaten uyuyamıyorum. Ve sonunda uyusam bile, cevabı bulunca uyanıyorum, kısır döngü!

 

 

Çocukken en sevdiğin çizgi film neydi?

Cartoon Network’ü çok izlerdim, aslında biraz ürkütücü çizgi filmleri var. Mesela CatDog gibi. CatDog favorimdi. Dexter’ın Laboratuvarı veya The Powerpuff Girls gibi çizgi filmleri de severdim. Beetlejuice beni korkuturdu, ama yine de izlerdim. Courage the Cowardly Dog vardı, çok seviyordum. Korkutucuydu, ama seviyordum. Sadece böyle çizgi filmler. Aslında çocuklar için mi yapılmışlardı, bilmiyorum, çünkü o kadar korkutucular ki! Ama yine de izlerdim.

 

Çalışmalarında bu çizgi filmlerin yansımalarını görüyor musun hiç? 

Evet, eminim yansımaları vardır. Yani bilinçli olarak değil, ama çocukken onları çok izlediğim için eminim yansımaları vardır. Bazı çalışmalarım belki bu yüzden ürkütücü olabilir.

 

Ürkütücü ama hiçbiri kötü yaratıklar değiller, değil mi?

Hayır, asla! Onlar canlarım, melek gibiler.

 

 

Peki senin dünyanda ne var olamaz, yaşayamaz? 

Yargı. Yargı olamaz. Aslında benim yapmak istediğim şey, bu yaratıkların yargısız bir dünyada yaşamasını sağlamak. Nasıl yaşamak istiyorlarsa öyle yaşayabilmeliler. Hatta, mesela moda gösterilerinde, tasarımları genellikle yaratıklar üzerinde gösteriyorum, çünkü daha çok bir performans ve gösteri gibi oluyor ve insanlar yargıyı bir kenara bırakıp yaratıkları, yaratıkların giydiklerini görüyorlar.

 

Çok mantıklıymış. İnsana karşı yargılı olmak, eleştirmek ne kadar kolaysa, ne olduğunu bilmediğimiz ve sempati ile yaklaştığımız hayali bir yaratığa karşı bir o kadar yargısız olabiliriz. Peki, çalışırken en verimli olduğun yer neresi? 

Genellikle odam, çünkü benim güvenli bölgem. Orası benim. Etrafımda eşyalarım var, kendimi en güvende hissettiğim yer ve çoğu fikrim orada oluştu. Uyuduğum oda. Ama aynı zamanda doğanın olduğu herhangi bir yer de diyebilirim. Yaratımlarım organik olduğu için doğa bana her haliyle ilham veriyor. Bir bitkinin büyümesi, renkleri hatta çürümesi bile.

 

Sanırım dans etmeyi seviyorsun. Dans ederken Eda nasıl biri oluyor, neler doğuruyor?

Özgürlük. Dansın bana getirdiği şey özgürlük ve tekrar çocuk gibi hissetmek. Çünkü dans ederken, umursamamayı seviyorum. İnsanların nasıl dans ettiğim hakkında ne düşündüğünü ne olursa olsun umursamıyorum. Hatta yerlerde sürünebilirim, eğer istiyorsam. Çünkü o şekilde özgür hissediyorum. Beni tekrar bir çocuk gibi hissettiriyor. Bu aynı zamanda tasarımlarımın da konsepti: Çocukluğu bulmak, neyin özgür hissettirdiğini, neyin rahatlık verdiğini ve aynı zamanda mutlu olduğum vücut hareketlerini bulmak. Dans ettiğimde gerçekten mutlu oluyorum. Bu yüzden bunu yaratıklarıma da uygulamaya çalışıyorum, onları düşündüğümde, sanki sallanıyorlar, hareket ediyorlar gibi hissediyorum.

 

Dans ederkenki mutluluğun hissediliyor. O yüzden bu soruyu sormuştum, doğruymuş. Peki, çocukken en sevdiğin oyuncak neydi? 

Oyuncak… Emin değilim… Bebeklerim vardı, ama erkek kardeşim hepsinin başlarını koparırdı. Yani hatırlaması biraz üzücü. Şeyi çok severdim, hani gözlerine yaklaştırıp küçük filmleri izlediğin bir alet vardı. Kamera gibi. (ViewMaster’dan bahsediyor)  Çok severdim!

 

Ah, evet! Çok güzeldi onlar! Yalnız Türkiye’de genelde onlar bize Hac’ce giden büyükler tarafından getirilirdi ve filmlerde Mekke, dua eden insanlar gibi görüntüler olurdu. Bir bit pazarında dünyadan farklı yerleri gösteren filmler ve çizgi film gösterenleri bulunca delirmiştim!

Benimkilerde çizgi film vardı. Bir de slinky oyuncakları çok severdim, hareketlerine bayılıyordum.

 

Slinky oyuncakların yansıması tasarımlarında rahatlıkla görülüyor. Yaratıcılar için dünya genelinde bir kural koyabilseydin, ne olurdu? 

Herkesin kendi mutluluğunu sağlayan şeyleri yapması olurdu. Çünkü para kazanmamız gerekiyor ama yine de mutlu olduğumuz bir yol bulunabilir. İnançlarımıza uygun olmayan bir şeyi yapmamalıyız. Eğer inançlarımıza aykırıysa, muhtemelen yapmamamız gerekiyor. Benim de kendime koyduğum kurallar arasında sadece beni mutlu eden şeyleri yapmak yer alıyor. Ve bunun herkes için önemli olduğunu düşünüyorum.

 

Chicago’da büyüdün, tasarımlarını yapmaya orada başladın. Peki neden İstanbul’dasın? 

Aslında bunu planlamamıştım. Hayatımın büyük bir kısmını Chicago’da geçirdim ve pandemi öncesinde buraya gelmiştim. Başlangıçta sadece bir ay kalmayı düşünüyordum. O dönemde işlerimi yapmak için burada küçük bir üretim evi kuracaktım. Ama sonra Corona salgını ortaya çıktı ve geri dönemedim, İstanbul’da planladığımdan daha uzun süre kalmak zorunda kaldım. Ancak bu süre boyunca şehre aşık oldum. İstanbul canlı ve kültürel açıdan zengin bir yer. Tarih ile modernlik harika bir şekilde bir araya geliyor ve mimari, renkler ve çeşitli toplulukların bu şehirde varlığı bana ilham veriyor. Ayrıca burada sanatla ilgilenen harika insanlarla tanıştım. İstanbul’da sanat sahnesi çok canlı. İşbirliği yapma ve çalışmalarımı sergileme fırsatı buluyorum. Yaratıcı topluluğa ait olma hissi ve bağlantı hissettim, bu da burada kalmak istememe sebep oldu. Sonuç olarak, İstanbul’un benim için özel bir yere sahip olduğuna karar verdim ve bu şehirde yaşamak beni mutlu ediyor.

 

Her şeye rağmen? 

Evet her şeye rağmen. Bir de burada ilk kez boş kalabildim.

 

Nasıl yani?

İlk kez 26-27 yaşında, burada tatil yapabildim. Çalışmadan vakit geçirebildim ve bunun bir süreliğine bana iyi geldiğini gördüm.

 

 

Peki yaşadığın yerin dinamikleri işlerine nasıl yansıyor?

Burada gece hayatı daha az olduğu için ve ben drag queenlerle yakın çalıştığım için sahnede kostümlerimi daha az görüyorum. Chicago’da kostümlerimi sürekli sahnede görüyordum. O yüzden etkinlikler düzenliyorum ve hepsi çok güzel geçti. Bir de burada sokakta kendimi pek güvende hissetmiyorum. Chicago’da kostümlerimi sokakta giyebilir ve hiçbir şeyi umursamazdım. Ama burada her zaman ne olacağını biraz daha düşünmek zorunda kalıyorum. Birkaç kez denedim, hiçbir şey olmadı, ama yine de dikkatli olmak zorundayım, daha fazla cesaret istiyor.

 

Kostümlerinle olduğunda köpeğin nasıl tepki veriyor?

Beni her zaman aynı şekilde karşılıyor. Kostümlerime veya dış görünüşüme aldırış etmiyor. Onun için önemli olan, benim yanında olduğum ve sevildiği gerçeği. Köpeğim benim için gerçek bir destek ve sevgi kaynağı. Onunla birlikte olduğumda kendimi daha güvende hissediyorum.

 

Türkiye’de ve dünyada yaşanan olaylar, elimizde olmayan durumlar ruh halini ve yaratıcılığını nasıl etkiliyor?

Türkiye’de yaşanan olaylar, beni bazen endişelendiriyor ve üzüyor. Ancak genel olarak, yaratıcılığımı etkilemiyor. Elbette dünyadaki olumsuz durumlar insanın ruh halini etkileyebilir, ancak yaratıcılık benim için bir çıkış yolu ve bu tür olaylardan sıyrılabileceğim bir alan. Sanat ve drag performansları, kendimi ifade etmek ve başkalarına ilham vermek için kullanabileceğim bir araç. Dolayısıyla, olumsuzluklara rağmen yaratıcılığımı devam ettiriyorum.

 

Drag şovlarında izleyicilerin ne yaşamasını istiyorsun?

İnsanların öncelikle eğlenmelerini ve gerçekten kendilerini ifade edebilmelerini istiyorum. Benim için drag, cinsiyet normlarına ve toplumun beklentilerine meydan okuma anlamına geliyor. İnsanların drag şovlarda kendi benliklerini keşfetmelerini ve ifade etmelerini istiyorum. Ayrıca drag, birlikte eğlenmek, desteklemek ve topluluk ruhunu hissetmek için bir fırsattır. İnsanların drag şovlarından kendilerine güven ve cesaret bulmalarını, farklılıkları kutlamayı öğrenmelerini ve dışlanmış gruplara destek vermeyi öğrenmelerini istiyorum.

 

Yeni projelerin var mı? Yakında senden nasıl haberler alacağız?

Amerika’ya gidiyorum Haziran ayı için. Bir müzik festivalinde performans sergilemek için işe alındım. Bir grup topladım, tüm kostümleri hazırladım ve dört gün boyunca orada olacağız. Her gün performans sergileyeceğiz. Gidişimin ana nedeni bu. Ayrıca, Chicago’dayken planladığım diğer performanslarım da var. Ve yaz sonrasında burada daha fazla gösteri planlamak istiyorum.

 

 

yazıyı oku

THE CREATIVE DRIVE: STORIES OF RS - ÜSTLERİ BAŞLARI ANİMASYONLU:VİCOTÜCO

Fotoğraf: Can Görkem

calling komünitesinden yeni yaratıcılar Reflect Studio’nun optimist fütürist dünyasında buluşuyor. Her şeye rağmen yaratıcılık tutkusu ile ayakta kalanların, hayat bulanların hikayesini ve var oluşunu kutladığımız “The Creative Drive: Stories of RS people by calling” serisinin ilk konuğu kendi dilini ve rengini yaratabilenlerden Vicotüco. Karşınızda Sinan Kutluay, Ali Mert Değirmencioğlu ve Mert Avcı. Nam-ı diğer Vicotüco. Yani Vicdan Tüccarları. Hani Instagram’da arkadaşlarınıza gönderdiğiniz animasyonları yapan ekip. Rahat, iyi dinamikler oturtmuş ve işleri ile ilgili ne istediklerini bilen bir ekip Vicotüco. Aslında henüz yolun başındalar. Yakın zamanda streaming servislerinde çizgi film serilerini görmemiz, her reklamda seslerini duymamız kaçınılmaz olabilir. Hatta Temmuz ayında 4 şarkılık bir EP’leri çıkacak ve bu şarkılardan birinde konukları Nova Norda! O yüzden -hala daha- biraz alternatif bir yerde sayılırlarken onlarla tanışmak ve birlikte gülmek isteyebilirsiniz.

 

“The Creative Drive: Stories of RS people by calling”
Prodüksiyon: calling
Kreatif Direktör: Gümrah Şengün
Fotoğraf: Can Görkem
Styling: Yaşar Eyyubi
Röportaj: Heja Bozyel
Art direktör: Derya Kın
Makyaj: Deniz Dilara Sarılar
Prodüksiyon Asistanı: Cem Onan

 

 

 

 

Nasıl tanıştınız? Nasıl bir araya geldiniz? Oradan başlayalım mı?

M.A.: Biz Sinan’la ortaokuldan arkadaşız. Mert’le de herhalde üniversite zamanı yine böyle aynı ortamlardan tanışarak arkadaş olduk. Önceleri bir müzik grubumuz vardı. Aslında müzik yaparak başladık. Biraz öyle tanışmış gibi olduk. Bugüne kadar geldi. Detay çok fazla şey var. Bu özeti.

 

Ama başta iki kişi başlamıştınız değil mi? 

S.K.: Evet, evet, yani Mert’i tanıyorduk aslında. Yani biz şunu yapmaya başlamıştık ama Mert’le de böyle fikir konuşuyorduk hep. Hani birlikte bir şeyler yapmak istiyorduk hep. Daha sonrasında bir animasyon kısa film yapma durumu oldu, Kuru Kabus diye. Hatta şu an izlenebiliyor, reklamını da yapalım. O sırada Mert’le birlikte çalıştık. Hem senaryoyu hem animasyonda falan çalışınca devamı da geldi.

A.M.D.: Biz bu arada Sinan’la aynı üniversitedeydik. O grafikte ben heykeldeydim.

 

Hangi okul?

A.M.D.: Marmara Ünivetsitesi, Güzel Sanatlar.

S.K.: Birlikte çok güzel bir dinamik olduğunu fark ettik üçümüzün arasında.

M.A.: O yüzden 2020’den beri üç kişi olarak devam ediyoruz.

 

Peki isme gelebilir miyiz? O nereden çıktı? Biz ofiste nasıl okunuyor “Vikotuko mu Vicotüco mu” diye tartıştık ama bir sonuca varamadık.

M.A.: İkisini de söyleyen var ama aslında şöyle; biz Sinan’la ne yapacağımızı bilmiyorduk. Bir şekilde bir içerikler, ses kayıtları yapıyorduk. Böyle aptal aptal. Animasyon bile yoktu. Yani sadece bir şeyler kaydediyoruz, bir şeyler çiziyoruz falan… Bir araya toplayıp bunları paylaşmaya başlayalım dedik. Sinan bir Instagram hesabı aç dedi bana, adı ne olsun derken Vicdan Tüccarları diye salladı. Çok iyiydi ama çok uzun diye Vicotüco yaptım. Öyle devam ettik.

 

Hangi noktada bu kadar çok insana ulaşmaya başladınız?

S.K.: Aslında ilk çıktığında kendi çevremizden başlayan hızlı bir yayılma olmuştu. Keşfeden insanlar çok seviyordu, sürekli içerik istiyorlardı. Sonra 2020’de, pandeminin başında bir artış oldu ama en son “Ölüm Burger” diye bir seri yaptık. Orada iyice arttı. O şekilde bir ilerledi. Yani yavaş yavaş ama hep ilerledi aslında.

 

 

Arabada neden 2 kişisiniz?

M.A.: Bu fikre başladığımızda Mert’le yazmamıştık. Bu, Sinan’la yazdığımız bir şeydi. Sonrasında Mert de var. İlk bölümde yoktu ama ikinci bölümde arabada aynada sallanan “o şey” Mert mesela. Öyle bir dinamik kurduk.

S.K.: Mert’in karakteri her bölümde başka bir yerde. Hep enteresan bir şekilde sokalım diye düşündük.

A.M.D.: Evet, joker gibi bir şey.

M.A.: Bir de Mert şiir yazıyor, 2 kişinin sohbetinin arasında şiirlerini okuyan delice bir karakter olarak sokmak istedik. O yüzden de bazen cansız bir nesne, bazen bir insan olabilir.

 

Peki o arabada gittiğiniz yol nereye gidiyor?

S.K.: Onu da Mert cevaplasın.

A.M.D.: Hiçbir yere gitmiyor ya…. Belli gidiş yok gibi orada aslında o tamamen iki kişinin kurduğu bir diyalog gibi geliyor. Her yerde olabilecek bir şey. Nerede olsun? Arabada da olur, ortada da olur gibi…

 

Aslında metaforik anlamda sormuştum…

M.A.: Ölüm Burger nezdinde düşününce biraz farklı bir içerik yaptık orada. O yüzden de yani ikisinin de gidişatı bilmediğimiz bir yol gibi. Biz de bilmiyoruz, nereye gidiyor?

A.M.D.: Evet, evet, biz nereye gidiyoruz?

M.A.: Ben daha felsefik giriyorum.

A.M.D.: Aslında, film yapmak çok heyecanlandırdı bizi. “Kuru Kabus”, böyle üçlü dinamik kurduğumuz bir şey oldu. İlerleyen vakitte yine öyle bir şey yapmayı çok istiyoruz. Film yapmak çok zevkli bir şey. Tamamen kendimizi koyabileceğimiz bir şey. Hatta böyle bir çizgi film serisi gibi bir şey planlıyoruz. Senaryosunu yazmaya başladık, yarıladık gibi hatta. Biraz para kazanmaya odaklandık bu süreçte, son birkaç aydır. Birazcık daha böyle depolayıp sonra full çizgi filme kanalize olmak gibi bir gidişat var.

S.K.: Türkiye’nin siyasi standartlarına göre çok büyük hayallerimiz var tabii.

 

Hepimizin galiba… O değişmeyen bir durum. Peki çocukken hangi çizgi filmleri izliyordunuz?

M.A.: Nickelodeon, Fox Kids.

S.K.: Ben mesela “Andy’nin Nesi Var”ı çok seviyordum. En sevdiğim çizgi film oydu. Çılgın Korsan Jack vardı. Fox Kids tarafında işte Spiderman’lar, Nickelodeon’da Hey Arnorld vardı.

M.A.: Real Monsters falan.

S.K.: Hepsini deli gibi izledik. Hani böyle daha kızlar için olan, prenses çizgi filmi falan onları da izledik.

M.A.: Hepsi farklı, bir Macar prensi gibi bir şey vardı, onu da izlerdim.

A.M.D.: Onu ben hiç sevmedim, izlemiyordum.

S.K.: Şimdi bakınca şeyi hatırlıyorum mesela. O zaman da ben izlerken o animasyonun nasıl yapıldığını düşünüyordum aslında. Hani bunları tek tek çiziyorlar. Mesela öyle bir duvar kırılacağı zaman o duvarın kırılacak kısmı daha farklı bir renkte olurdu. Onu düşünürdüm; “böyle o zaman onu böyle ayrı çiziyorlar”, tamam. Sonradan düşününce aslında demek ki merak ettiğim bir konseptmiş bu genel olarak.

A.M.D.: Biz zaten animasyon eğitimi almadık. Animasyoncu değiliz aslında. Grafik tasarım okuduk hepimiz. Heykel okudum ben. Farklı yerler ama animasyona girip animasyon araştırdıktan sonra fark ettik ki, 90’lardaki bu çizgi filmler bize inanılmaz etki etmiş, teknik anlamda da fikir anlamında da tarz ve mood olarak da. Biz bayağı beslenmişiz ondan geleceğe dair bir çizgi film yapma adına.

M.A.: Evet, bir de şansımıza gerçekten üçümüzün de çocukluğu çok benzer geçmiş.

A.M.D.: Yani ben daha sonra tanıştım onlarla ama aynı şablonu yaşadığımız için etkilendiğimiz şeyler çok ortak. O yüzden estetik anlamında çok böyle birlik sağlandı hemen bir anda.

 

Mert Değirmencioğlu

 

Aslında sizden bir önceki kuşakla da direkt bağlantı kurabiliyor çünkü MTV renkleri ve duygusu var.

S.K.: Evet, aslında benzer zaten, yani jenerasyonlar olarak o dönemin televizyonları öyleydi. Çok eğlenceli, renkli, rahat.

 

Sinan Kutluay

 

Peki şimdi neler izliyorsunuz?

S.K.: Yani şimdi açıkçası çizgi film anlamında çok fazla şey yok. Onu konuşuyorduk geçende… Nasıl bu kadar iyi şeyler üretilmiş biz çocukken ve şu an bu nasıl azalmış… Daha iyi olması gerekirken… Tabii ki yine çok iyi şeyler var ama sayı olarak o kadar fazla içerik yok gibi. Bu tarz bir çizgi film anlayışı olarak.

M.A.: Bazen işte Miyazaki falan izleyince moralimiz çok bozuluyor. Nasıl yapıyorlar bunları? Geçen işte Akira’yı izledik ve kafamızı bulandırdı yani tabi.

S.K.: Böyle bir şey yapmaya çalıştık, hüsranla sonuçlandı. 3 kişi ile yapılabilecek bir iş değilmiş.

M.A.: Onun dışında Smiling Friends diye bir şey var. Ufak bir seri, o da çok tatlı. Rick and Morty zaten artık o herkes tarafından biliniyor. Şu an bir mizah anlayışı olarak herkesi etkiledi. Özellikle çizgi film tekniği olarak değil de mizah anlayışı ve işleyişi olarak çok yeni bir şey yapmış oldu. O yüzden bizi de etkiledi.

S.K.: Daha çok film izliyoruz. Öyle hayallerimiz de var. Yani gerçekten live action bir şey yapmak belki… Film değil de belki dizi olabilir ama işin o tarafını da denemek istiyoruz.

 

İşin bütün kurgusunu da senaryosunu da siz yaparak mı devam etmek istiyorsunuz, yoksa birisi size bir senaryoyla gelse birlikte çalışmaya da açık mısınız?

M.A.: İşin yazma-yaratma tarafı ilgimizi çekiyor… Yani tabii ki olmaz değil ama…

A.M.D.: Mesela teknik anlamda birileriyle çalışmak gerekli olabiliyor. Eğer film yapacaksak bir görüntü yönetmeni gibi ama genelde işin kreatif kısmını kimseye bırakmak istemeyiz herhalde. Bizi en çok heyecanlandıran kısım o çünkü.

M.A.: Evet, özendiğimiz şeyler onlar.

 

Mert Avcı

 

Anlıyorum. Peki, başarılı olmak ne demek sizin için?

S.K.: Sadece sevdiğim bir şeyi yaparak hayatını devam ettirebilmek bence başarı. İşinden nefret etmeden hayatından para kazanabilmek, yaşayabilmek. Yani o kadar büyük büyük bir para değil ama en azından uğraştığın şey, kıymet verdiğim şeyler olsun.

M.A.: Karşılığını maddi manevi alabildiğin bir hayat yaşadığında bir şekilde başar. Belki yaş ilerledikçe bu başarı kriterini şekli değişiyordur. Çocukken çok daha farklı geliyordu mesela. Şu an bir de ülkenin şartları da biraz tabi onu şekillendirdi.

 

Başarı algısını küçültüyor mu ülkenin şartları?

M.A.: Yani küçültmüyor ama standardı düşüyor.

S.K.: Bir işten para kazanırsak onu diğer bir işe hemen yatırıyoruz. Zaten iş bizim oyun alanımız olduğu için gidip araba alalım gibi bir hayalimiz olmuyor.

M.A.: Türkiye’de olmamız ve Türkiye’de bunu yapmamız, bir yerde bir delilik gibi. Ama başarı kriteri de buradan geçiyor. Yani burada olmayan, burada yapılmamış bir şeyi yapmak da motive edici bir şey. Biz de biraz onu yaşamak istiyoruz. Yani Türkiye’de bu işi yapmakla, yurt dışında bir yerde yapmak arasında çok farklı motivasyon farkı var.

 

Kesinlikle. Peki yaratamadığınız zaman ne yapıyorsunuz?

S.K.: Orada da işte 3 kişi olmanın büyük bir avantajı var bence. Çünkü bazen biri tıkanıyor, “Benden yok abi, siz bir şey bulun şu an”  diyor. Ama bazen üçümüzün de tıkandığı zamanlar oluyor.

M.A.: Üçümüz de tıkandığında galiba yeni bir soluk  gelmesi gerekiyor. Yani bir anda yeni bir kafa geliyor. Yeni bir içerik tipi ya da yeni bir anlayışla bir şeye yükseliyoruz. O zaman geri çıkıyoruz.

 

 

Peki bir şeyin iyi olup olmadığına karar verirken nasıl bir süreç işliyor? İki kişinin oyu yeterli mi?

S.K.: Bir kişinin bile oyu yeterli.

A.M.D.: Aynen tohum bir kere ekildi mi diğerlerine de güç verebiliyor.

S.K.: Bazen bir şey çiziyorum. “Çok kötü” diyorum, onlar “Çok iyi” falan diyorlar. “O zaman iyidir” diyorum. Onu hiç sorgulamıyorum ya da tam tersi oluyor.

M.A.: O dinamiği bir şekilde oturttuk. Yani biri gerçekten “Bu inanılmaz iyi” deyip diğerleri “Berbat” asla demedi.

 

Her gün aynı saatte burada mı buluşuyorsunuz, çalışma düzeniniz nasıl?

A.M.D.: Evet, o sisteme girmek bize çok iyi geldi. Yani böyle belli geldiğimiz ve çıktığımız bir saat var. Sabah ilk, bir saat falan konuşuyoruz. Sadece gündem, muhabbet vesaire, oradan da bir şeyler çıktığı oluyor. Ama onun dışında böyle bir herkesin yavaş yavaş çalışmaya başladığı bir evre oluyor. O öyle başlıyor, işte akşama kadar gidiyor. Arada bir tıkanırsak eğer yürüyüş yapıyoruz.

S.K.: Beyaz yakalı gibiyiz. Sabah 9 akşam 5’e kadar böyle çalışıyoruz.

A.M.D.: Evet, evet, çok askeri bir düzendeyiz yani aslında.

 

 

Bir şey üretirken bunu yakalayabilmek aşırı zor.

S.K.: Özellikle birkaç kişi olduğunuz zaman o disiplin olmadan çok zor. Çünkü biri gelmeyecek, diğeri gelmeyecek. Ben geleceğim, o gidecek falan bir şey olacak. O yüzden hiçbir şey yapmayacak olsak bile geliyoruz.

M.A.: Çünkü her zaman yapacak bir şey var gibi.

S.K.: Yok, en kötü durumda, dosyaları, bilgisayarımızı toparlıyoruz. Dosyalara ikonlar çiziyoruz.

 

 

Birlikte uzun zaman geçiren kişiler birbirine benzer derler. Siz birbirinizde kendi yansımalarınızı görüyor musunuz?

S.K.: Zaten fark etmişsinizdir.

 

Peki bu bir noktada birbirinizi beslemenin ötesine geçip dezavantaja dönüşüyor mu bu?

M.A.: Çok oluyor. Ama işimizle alakalı değil. İşimize negatif yansımıyor bu her zaman işe pozitif yansıyor ama sanki hayata ve sosyal hayata karışmayı zorlaştırıyor. Kendi dilimiz, kendi mizah anlayışımız o kadar oturuyor ki dışardan biri anlamıyor. Small talk bile yapamaz hale geliyoruz.

S.K.: “Üstümüz başımız animasyonlu” dediğimiz bir hal…

A.M.D.: Evet öyle bir deyim çıktı. Mesela biri bir yere çağırıyor, işte “Abi yok üstümüz başımız çok animasyonlu gelemeyiz”. Çünkü karşıdakini algılayamıyorum öyle olduğu zaman.

 

Peki müziğe geçelim, orada nasıl gidiyor işler, neler yapıyorsunuz var mı yeni şarkılar?

S.K.: Biz ikimiz (Mert Avcı) aslında müzik yapıyoruz. Mert ile de görsel dünyasında yine birlikte çalışıyoruz. Klip yapacağız, fotoğraf çekeceğiz.

S.K.: Zafer var bir de işte bizim şu an prodüksiyonlarımızı yapan o tarafta. Yeni bir EP yapıyoruz yakında.

M.A.: 4 şarkılık bir EP. Nova Norda konuk oldu, onunla da bir şarkımız var.

 

Zaman planlaması var mı şu an?

S.K.: Bir tanesi Temmuz’un başında çıkacak gibi gözüküyor Nova Norda ile olan şarkı. Ondan sonra ayda bir diğerleri çıkacak. Zaten bir albümlük materyalimiz daha var.

 

Peki birbirinize renkler yansıtsanız nasıl bir ortam oluşur?

M.A.: Sinan’a sarı renklerinde bir şey söylerim. Sen de (Mert) turuncu ya…  Böyle bir sıcak 2 renk gibi çok da kopuk göremiyorum yani bilmiyorum benzer bir hal.

S.K.: Ben kendimi yeşil olarak tanımlıyorum.

A.M.D.: Ben kendimi mavi tanımlarım

M.A.: Ben de mavi tanımlarım.

A.M.D.: Ben sana da mavi derdim (Mert’i gösteriyor) sana sarı derdim. (Sinan’ı gösteriyor)

S.K.: Sarı mı, sarı mı? Sarı kötü bir şey değil mi ya?

 

Yani deliliktir sarı birazcık…

S.K.: Beni deli buluyorlar.

 

 

Şu an “Spider-Man: No Way Home”da birbirini gösteren üç Spider-Man meme’i gibisiniz. Kullandığınız pastel tonlar sarkazm efekti mi Instagram gerekliliği mi?

M.A.: Belki söylediğimiz şey ile bir tezatlık oluşturmak için olabilir ya da çok çekici gözüktüğü için. Emin değiliz…

C: Giyimdeki seçimleriniz neyi yansıtıyor?

S.K.: Onlar çok iyi giyiniyor. Genelde ben çok kötü giyiniyorum. Kız arkadaşımın kıyafetlerini giyiyorum.

M.A.: Ya kötü giyinen insanlar değiliz bence asla ama çok da öyle giyime manyak önem verdiğimizi de düşünmüyorum. Belki Mert bu konuda biraz daha dikkatli.

S.K.: Mert’le biz pantolonun alınabildiğini yeni fark ettik. “Pantolon vardır önemsizdir ama tişörttür olay” diye düşünüyorduk. Sonra “Aa pantolon her şeyin rengini değiştirebilen bir şeymiş” dedik.

M.A.: Birazcık kız arkadaşlarımızın etkisi olabiliyor bu konuda. Yani ben hiç önemsemiyordum. Ama şöyle düşünüyorum, her şey artık bir giyimde her parça güzel olabilir. Hani şu ayakkabı kötü, bu ayakkabı iyi şu pantolon kötü diyemiyorum ama çok iyi kombinasyonlar yapan insanlar var. Ben de o yok mesela. O bir cesaret gibi. Biraz ilgi gerekiyor. O kısım gelmedi bana hâlâ. Bir şekilde kotumu giyiyorum çıkıyorum.

 

O öyle sonra yüklenen bir şey değil yalnız.

M.A.: Haklısın, muhtemelen gelmeyecek o. Biraz böyle seçeneklerin dünyasında çok geriliyorum. Çok fazla seçenek varsa yani. 2 tane olsun, daha kolay seçiliyor. O yüzden de kombinasyon yapmak zor geliyori.

 

Telefonlarınızın wallpaper’ı nasıl?

A.M.D.: Benimki dümdüz mor.

S.K.: Benim dünya.

M.A.: Bende bir şey yok.

 

Daha yaratıcı şeyler bekliyordum.

M.A.: Yani teknolojik aletlerde dümdüzüz biz.

S.K.: Şöyle bir şey oldu galiba, biz çok fazla ekrana bakıyoruz yani normal bir insana göre. 9 saat bilgisayar ekranı, tablet işte telefon… Zaten Twitter’da ne oluyor, Türkiye ölüyor mu derken hep ekran başındayız. O yüzden telefonun arkası rahat olsun bari.

A.M.D.: En son hatta bir renk klasörü yaptık. Sadece renkler var. Saat başı değişiyor. Hepimizin masaüstü aynı ama farklı renkler oluyor.

M.A.: Evet bir çizim olmasından daha özel.

S.K.: Ben çok denedim, kendim çizim yaptım. Orası tam, yok yok, saatin üstüne geliyor. Biraz aşağı indim, uğraştım falan sonra midem bulandı.

 

 

 

 



yazıyı oku

GÖZDE MİMİKO’NUN NİYET DALGALARI

Yazı: Heja Bozyel

Fotoğraf: Can Görkem

Bugün içinizden geçirdiğiniz niyetler yarının dünyasını nasıl etkiliyor? Peki ya biz şu anda bizden asırlarca önce yaşamış insanların niyetleri ile şekillenmiş bir dünyada yaşıyorsak? Çünkü niyetin amacı iyi olsa da sonuçları her zaman iyi olmayabiliyor.

 

 

 

 

Umut dalgaları… İsyan dalgaları… Acı dalgaları… Kabullenme dalgaları…

 

Duygudan duyguya savrulduğumuz son günlerde imdadımıza yine sanat koşuyor. Neyse ki şehirde şu ara ruhumuzu yatıştıracak, anlaşıldığımızı hissettirecek bolca sergi var. Gözde Mimiko’nun 10 metrelik eserine bakarken bunları düşünüyorum. Günlerce kapanıp bu dalgaları çizmenin meditatif etkisine özeniyorum ve belki de iyileşmede “dalga akımı” başlatmak gerekli gibi gereksiz yerlere gidiyor aklım. Evet, gerçekten etkilendiğim bir esere bakarken bile orada olmakta zorlanıyorum ama bu hallerde yalnız değilim, değil mi?

 

Pilot Galeri’nin gizemli kapısından içeri girip alt kata geçmeden önce Gözde’nin sergi boyunca birbirine bağlanacak ilk kırmızı dalgaları karşınıza çıkıyor: Sörf ustalarının özellikle kayalık, mercanlı yerlerde sörf yaptığını, bu bölgelerde dalgaların daha sabit bir oranda olduğunu ama ufak bir hata yapıp board’dan düştüklerinde sivri mercan kayalıklarının acımasızca kestiğini, yüzleri çizdiğini biliyor muydunuz? Sörf yapmayan biriyseniz ilk kez öğrenmiş olabilirsiniz bunu. Gözde de henüz bir profesyonel olmasa da bir sörfçü ve dalgaları pasif bir şekilde izlemektense onlarla birlikte hareket ederek doğanın gücünü bedenine, ruhuna taşıyor “Niyet Dalgaları” isimli sergi de bu sayede şekillenerek okyanustan Chat GPT’ye varan dünyalarda “dalgaları” sorguluyor.

 

 

Alt kata indiğinizde ilk vurucu işle karşılaşıyorsunuz: Kıpkırmızı bir duvara yaslanmış, epoksi bir sörf tahtası. Bu, sıradan bir tahta değil. İçi ezilmiş pet su şişeleri ile dolu. Bu şişeler, pet şişe ve tek kullanımlık plastik atık kullanımını “azaltmış” bir ofisten, bir ayda çıkan çöpler. Arada, serginin sonunda hikayesini izleyeceğiniz kırmızı ip parçaları var.

 

Aklıma Atlantik Okyanusu’nu yüzerek geçen ilk insan, profesyonel yüzücü Ben Lecomte ile sohbetim ve yaptığı The Swim belgeseli geliyor. Mikro plastikler yüzünden yoğunlaşmış okyanus yüzeyini, 73 gün içinde gece uyumak dışında sadece yüzerek geçtiği Atlantik Okyanusu’nda gördüğü çöpleri anlatışını hatırlıyorum. Bir de tabii artık hepimizin vücudunda mikro plastikler olduğu gerçeğini.

 

Shamanka, 2022

 

Ana sergi alanına geçerken duvar boyunca Gözde’nin Chat GPT ile dalgalar hakkında yaptığı sohbetlerin çıktıları, bu sergiye hazırlık süresince yaptığı araştırmalarda dikkatini çeken videoların kare kodları ve el yazısı ile notları var:

Waves of separation
Waves of resentment
Bodies that kept coming with the waves

 

 

 

 

Bir dalganın muhteşemliğinden, ölçülemezliğinden başlayıp kimse yardım etmediği için batan bir mülteci gemisinden kalan cansız bedenleri kıyıya taşıyan dalgalara varan kırmızı notlar bunlar. Kalbinize bir düğüm atıldıysa devamında biraz sakinleşmek için Gözde’nin farklı ülkelerde çektiği fotoğraflar iyi gelecektir. Özellikle Baykal Gölü’ndeki bir manastırın fotoğrafı ile İsviçre Alpleri…

 

Eğer Gözde’nin daha evvelki işlerine hakimseniz videoyu, kelimeleri ve kendi bedenini sanatında ne kadar iyi kullandığını biliyorsunuzdur. Toplumsal kadın-erkek eşitliğini işlediği ilk dönem işlerinden bugüne değişmeyen en önemli unsur farklı hikayeleri, farklı görülen durumları ve kavramları birbirine bağlama şekli. Burada da durum değişmiyor.

 

Earth Fight

 

Suyun varlığı ve yokluğu, suyun “karşıtı” ateşin yaktıkları, acı ve öfke dalgaları, toprak anaya bir kadın olarak şiddet uygulamak ve bunu Marmaris yangınından hemen sonra, henüz dumanı tüten topraklarda yapmak… Gözde’nin daha önce Contemporary İstanbul’da gördüğümüz, “Earth Fight” adlı iki eseri bu sergiyle başta bağdaşmıyor gibi dursa da aslında tam da olması gereken yerde bulunuyor. Bu videonun çekildiği çukur, Gözde’nin anlattığı kadarıyla, şimdi toprak kayması nedeniyle neredeyse düzleşmiş. Toprak dalgaları… Felaket dalgaları…

 

“Dalgasız bir okyanus nasıl olurdu” diye soran ve dünyanın sonunu bir dalganın sizi alaşağı etmesi ile özdeşleştiren serginin en çarpıcı anlarından biri “Niyet Dalgaları” videosunun karşısına geçtiğiniz an. Sanatçının anneannesinin hikayesi aslında bu video: “Anneannem aileden birinin ne zaman bir sıkıntısı olsa bir ip alıp deniz kenarına gider ve bu sıkıntının giderilmesi için niyet ederek ipliği yavaş yavaş açıp suya bırakırdı” diye anlatıyor. “Sonra bu kişiler gelip anneanneme teşekkür ederdi, sıkıntıları çözülürdü. Ben de bunu hatırlayınca geçmişteki insanların niyetlerinin bugünü nasıl şekillendirdiğini, bizim bugün ettiğimiz niyetlerin yarını nasıl şekillendireceğini düşünmeye başladım…”

 

Ben de bu yazıyı tüm niyetlerimizin hepimizin iyiliğine dönüşmesine niyet ederek tamamlıyorum. İyi ki sanat var.

 

 

Gözde Mimiko’nun Niyet Dalgaları adlı sergisi 9 Haziran’a kadar Pilot Galeri’de ziyaret edilebilir.

yazıyı oku

BABY ON BOARD: MELİH ÇEBİ, BABY VE VAROLUŞUN İRONİSİ

Röportaj: Ceren Kahveci 

Fotoğraf: Can Görkem

Melih Çebi’nin kişisel yolculuğuna tercüman olma amacıyla hayata gelen Baby, dergi kapaklarından bize keyifle göz kırpıyor, masum gülücükler atıyor ve sergi alanında bulunduğumuz süre boyunca odak noktamız olmaktan oldukça memnun gözüküyor. İnternet çağının tohumlarının ekildiği dönemde büyüyen Çebi, içsel değişimleri ve ikilemlerini teknoloji kuşağına ayak uydurmanın gerektirdiği görsel kılıflara giydirerek tüketilebilir hale getiriyor. Baby on Board’un yapım sürecini sanatçıdan dinlerken onun zihninde dolanıyoruz ve Baby‘nin renkli varoluşunun çocukluk hikayelerine dökülen sahne perdelerini aralıyoruz.

 

Ace of Spades

 

Baby on Board çok keyifli bir sergi, görsel olarak ziyaretçi içinde canlılık ve neşe uyandıran bir alana dönüşmüş burası. İşlerinin arkasındaki hikayelere inmeden önce, ilk bakışta izleyicilerle bu çizgiler ve renklerle ilişki kurmanın ve üretimlerine bu perspektiften yaklaşmanın arkasındaki nedenlerin nedir?

“Canlılık ve neşe uyandıran bir alan” tanımından yola çıkarak bir şeyler anlatmayı deneyebilirim. Biraz süpermarketleri hatırlattı bana ifaden ve doğru yerdeyiz bence. Pilot Galeri ile birlikte gerçekleştirdiğimiz ilk kişisel sergimde, dijital çağ ve tüketim toplumunun el ele vermesiyle git gide daha da hızlı dönmeye başlayan dünyaya ve bu dünyada hisleri ve düşünceleri yerleştirdiğimiz raflara odaklanıyorum. Tüketim toplumunun içine doğup internetle büyüyen ve kariyerine ilk adımlarını reklam sektöründe atan bir sanatçı olarak, bu trend odaklı dünyada hem kişinin düştüğü boşluk hissini hem de sanatçının ve sanatın yerini sorguluyorum aslında. Bunu yapmak için de kendimi bir markaya veya bir maskota, kimlik arayışıma ait her şeyi de yüzümle birlikte raflarda yerini alan ürünlere dönüştürüyorum diyebilirim. İzleyiciyle arasındaki ilk temasın tıpkı bir markette, satın alınmayı bekleyen ürünlerle olan ilişkisi gibi olmasını istedim. Her şey renkli ve sana gülümsüyor fakat biraz yakınlaşıp içeriğine baktığında “Beni al” diye bağıran çoğu gülen yüzün arkasında her zaman renkli bir dünya olmadığının farkına varıyorsun.

 

Baby on Board

 

Baby on Board sergisi senin yaklaşık beş senedir yaşattığın bir karakterin farklı durumlardaki halinin resmedilişi üzerinden ilerliyor. Bu karakter ile senin arandaki ilişki bu senelerde nasıl gelişti? Sergideki eserlerin oluşumu sürecinde aranızda bir olgunlaşma veya başka farkındalıklar gelişti mi?

Başında bu yolda tamamen kendi kişisel yolculuğumu bir karakter üzerinden resmettiğimi düşünerek ilerliyordum. Kendi çocukluk anılarımı tarihsel referanslarla birleştirerek hikayeleştiriyordum bir nevi. Daha sonra bu surat üzerinden aslında sadece kendimi değil, daha genel bir çerçeve üzerinden insan olmanın doğasındaki tüm absürt halleri, varoluşsal  krizleri veya toplumun birey üzerindeki etkilerini oluşturduğum bu sarkastik dille ifade etmeye çalıştığımı farkettim. “Ben” diye başlayan her yolun sonu gibi bu yolculuk da beni daha toplumsal bir hisse doğru götürdü sanırım.

 

 

“Ayrıcalıklı bir dünyadan gelmeyen sanatçıların çoğunun paylaştığı bir ikilem aslında bu his. İşlerimizle kurduğumuz bağı, sosyal medya paylaşımlarımızla kurduğumuz ağ üzerinden değerlendirme yanılsamasına düşebiliyoruz. Bu konuda yalnız olmadığımı biliyorum.” 

 

 

Birkaç sene önce Instagram’da @kithandkid isimli hesabından var olan fotoğraflar üzerinden yarattığın yüzleri, karakterleri paylaşıyordun. Üretimlerinin buradan Baby on Board’a evrilişi nasıl gelişti?

Kith&Kid’in oluşumu 2016’da reklam sektöründeki sanat yönetmeni pozisyonumdan ayrılarak yoluma sadece kendi üretimlerimle devam etme girişimimle başladı. O dönem tüm işlerimi dijital araçlarla, ekranlar üzerinden üretiyordum ve bu beni bir şekilde tatminsiz bırakıyordu. Bence dijital ve analog arasındaki bu fark benim gibi ikisinin arasına doğup büyümüş bir kuşağa ait insanlar için hep bir boşluk ve arada kalmışlık hissi yaratmaya devam edecek. Ben de bu histen yola çıkarak pazarlardan, antikacılardan topladığım, tanımadığım insanlara ait eski fotoğrafların üzerinde çalışmaya başladım. Bu fotoğraflar üzerinden uzun süredir bağımı kopardığım o analog hisle ve başka insanların hayatlarıyla kurduğum bağ tekrar güçlendi ve bu da kendi dilimi oluşturmamda bana önayak oldu sanırım. Böylece fotoğraflar üzerinden kurmaca hikayeler yarattığım yolculuğum kanvaslara ve kendi hikayelerime evrildi. 

 

Kendi hayatından tecrübeleri bu karakter aracılığıyla tüketilebilir bir hale getiriyorsun. Bu tecrübelerin anlatımında, önüne bir “tüketici” koyacağını bildiğin için feragat ettiğin hisler ya da unsurlar oluyor mu? Bir sanatçı olarak bu tüketilebilir hikaye anlatımına nasıl yaklaşmayı seçiyorsun? 

Bağımsız bir sanatçı olarak, kendimi var etmek ve varlığımı sürdürebilmek için tamamen duygusal bir yerden ürettiğim işlerimi, tamamen duygusal olmayan bir yerden pazarlamakla yükümlü olduğumun farkındaydım. Bu farklı duygularla, kimlik arayışlarıyla, krizlerle dolu hisleri bir yandan resmederken bir yandan da mantıklı bir plan ile geçimimi sağlamam gerekiyordu. Haliyle bu da insana kendini Instagram üzerinden pazarlanan kırışık önleyici kremler gibi hissettiriyor bazen. Ayrıcalıklı bir dünyadan gelmeyen sanatçıların çoğunun paylaştığı bir ikilem aslında bu his. İşlerimizle kurduğumuz bağı, sosyal medya paylaşımlarımızla kurduğumuz ağ üzerinden değerlendirme yanılsamasına düşebiliyoruz. Bu konuda yalnız olmadığımı biliyorum. 

 

 

View this post on Instagram

 

A post shared by Melih Çebi (@melihcebi)


A moodboard for my future therapist 

 

Sergide gördüklerimiz arasından senin için en özel olan ya da sergiye dahil ederken diğerlerine kıyasla sende farklı hisler uyandıran eser hangisi? 

Sergi dahilindeki tüm işlerden ilk görüşte kendini ayırdığını düşündüğüm bir işim var, bunu sen de fark ettin sanırım. İsmi A moodboard for my future therapist. Diğer işlerden farklı olarak bu işte karakter yüzünü gizliyor, tam olarak ne hissettiğini bilmiyoruz. Kullandığım semboller diğerlerinden farklı olarak ben ve kanvas arasında. Anlaşılmamayı hedeflediğim bir iş olarak diğerlerinden ayrılıyor sanırım.

 

Eyvah!

 

Eyvah! isimli eserin arkasındaki hikaye aslında sergide ele aldığın bireyselliğin marka temsiline dönüşmesi konusunu senin tecrübelerin üzerinden farklı bir şekilde ele alıyor. Hikayesini dinleyebilir miyiz?

Evet söylediğin gibi Eyvah! isimli iş aslında oluşturmaya çalıştığım temanın temeli niteliğinde. Hislerini kapitalizm ve tüketim toplumunun tatminsiz doğası üzerinden ifade eden bir çocukluk anısı gibi. Aynı zamanda sergi dahilindeki en eski iş. Resmin genelinde de oldukça çocuksu bir perspektif hakim. Hikayesi 1998 yılına dayanıyor, sekiz yaşındayım. O dönem hızlı gelişen ve sanayileşen bir şehirden ayrılıp taşındığımız sahil kasabası diyebileceğim şehir ile ilgili abim ile dışavurabildiğimiz en büyük mutsuzluk, şehirde henüz varolmayan fast food zincir restoranlarıydı. Popüler kültürü çizgi filmler, sinemalar, video oyunları ve televizyon üzerinden takip ettiğimiz o zamanların beni en heyecanlandıran sonuç ürünü, McDonalds’ın gündemle paralel olarak menüleri beraberinde gülümseyen evler şeklinde kutular içinde sunduğu Happy Meal oyuncaklarıydı. Bu duruma bizimle birlikte canı sıkılan annemin bizi mutlu etmek adına araştırıp bulduğu, yine o zamanlar yeni yeni çoğalan,  telefonla sipariş verilen bir pizza restoranıyla gelen bir anı… İsmi de ironik bir şekilde “Rüya Pizza”. Yeni evimize dönemin yaygınlaşan ilk popüler cep telefonlarından biri olan Nokia 3210’umuz ile ilk kez pizza söylüyoruz ve heyecanlıyız. Bu lokal restoran, üzerinde Raphael’in ikonik tablosu “Angels of the Sistine Madonna”nın kırmızı mürekkep ile grafik baskısını barındıran bir kutu içinde pizzayı kapımıza getiriyor. Biz de oyuncaksız gelen bu pizzanın kutusunu kendimize oyuncak yapıyoruz. Eyvah! işinde de Raphael’in meleklerini abim ve ben olarak, Happy Meal kutularından oluşan yanan bir bir şehri izleyen iki şeytan olarak resmediyorum.

 

“Kimlik arayışı birey için de kurumlar için de hiç bitmeyen, sürekli değişen ve uçsuz bucaksız bir süreç. Zamanla birlikte arayış da evrimleşiyor gibi.”

 

Eyvah! eserinde de gördüğümüz gibi bazı eserlerde ikili figür mevcut. Üzerinden kendi hikayelerini aktardığın bu karakter çoğaldığında, iki tane olduğunda olaylar nereden işliyor, nasıl değişiyor?

Ürettiğim kanvasların bir çoğunda ikiz veya birbirinin yansıması olan karakterler mevcut. Burada oluşturmaya çalıştığım ayna görüntüsü çoğu zaman “gölge” tarafımızı simgeliyor. Sergi alanının merkezinde bulunan halı formundaki  The Ace of Spades isimli iş de bunlardan biri olarak bireyin kendi gölgesiyle içinde bulunduğu hesaplaşmayı resmediyor.

 

Pelike
Masculine Urge to Suppress

 

Pandemi senin için tasarımcı kimliğini bir kenara koyduğun ve sanatçı kimliğine odaklandığın bir dönem oldu. Üretimlerinle toplum ve dünya görüşüne eleştirel yorumlar getiriyorsun. Bunu artık tamamıyla sanatçı kimliğiyle yapıyor olmak sana başka düşünce kapıları açtı mı, bu açıdan seni karşılayan değişimler oldu mu hayatında? 

Benim akademik hayatım sanatsal bir altyapıdan gelmiyor aslında. Eğitim hayatıma ilkokuldan itibaren yabancı diller üzerine yoğunlaşarak devam ettim, çok küçük yaşlardan itibaren hem Türkçe’ye hem de diğer yabancı dillere her zaman bir eğilimim oldu. Yaptığım sanatı da aslında bu yaşlarda kendimi ifade etmek amaçlı yarattığım başka bir dil olarak görüyorum. İlerleyen yaşlarda tasarımcı kimliğimle başladığım kariyerimde başka insanların, kurumların ve markaların dili olmaya odaklandığım bir dünyadan, yine aynı dili kullanarak bu dünyayı  bireysel olarak ele aldığım ve eleştirdiğim bir tarafa geçmek benim için dönüştürücü bir his. Kimlik arayışı birey için de kurumlar için de hiç bitmeyen, sürekli değişen ve uçsuz bucaksız bir süreç. Zamanla birlikte arayış da evrimleşiyor gibi.

 

“Baby on Board” sergisi 28 Nisan 2023’e kadar Pilot Galeri’de ziyaretçilere açık. 

 

yazıyı oku

YELTA KÖM İLE HER ŞEYİN TANIDIK, HER ŞEYİN YABANCI OLDUĞU BİR YERDEYİZ

Röportaj: Ceren Kahveci 

Fotoğraf: Can Görkem

Haritada konumumuzu bulamadığımız, yanından geçtiklerimizin isminin daima dilimizin ucunda kaldığı bir alanda yürüyoruz Yelta Köm ile. Mimarlık eğitiminden beslenerek mekanlarla olan sosyal ve politik ilişkimizi sorgulayan üretimler yapan sanatçı, her şey tanıdık, her şey yabancı sergisinde ise var olan ve olmayan “şey”lerin görünmez bağını alternatif bir gelecek kurgusuna taşıyor. Olasılıklar ve belirsizlikler arasında adım atarken Yelta’yla sanat pratiğini, serginin hikayesini ve susuz çiçekleri konuşuyoruz.

 

Merhaba Yelta, öncelikle sergi için çok tebrikler. Seni biraz kendi kelimelerinle tanıyabilir miyiz? 

Ben Yelta. Uzun yıllardır, hem sanat hem mimarlık alanında, hem de akademide çalışıyorum. Kendi sanat ve araştırma pratiğimin dışında kimi zaman başka sanatçılarla beraber üretim süreçleri, kimi zaman sergi tasarımları ile uğraşıyorum. Yaklaşık on senedir Almanya’da yaşıyorum, yüksek lisans için Staedelschule’ye geldikten sonra ailemin bir kısmının yaşadığı Berlin’e geri döndüm. Şu anda Bauhaus Weimar Üniversite’sinde Görsel Temsiliyet Politikaları ve Pratikleri kürsüsünde çalışıyorum. Öte yandan Herkes İçin Mimarlık, Arazi Assembly gibi ekipler içinde yer alıyorum. Kültür sanat alanının farklı bağlamlarında rol alıp üretim yapmayı seviyorum, bol bol da yazıyorum. Uzun süredir düzenli olarak manifold’a yazsam da, bir çok yayına katkıda bulunuyorum. Seneler önce calling’e de yazdığım bir kaç yazı var.

 

Kazara Gerçek serisi

 

Teknoloji, bürokrasi, toplum ve gelecek üzerine farklı medyumlar kullanarak çalışıyorsun, eleştirel pratiklerle bu konseptleri sorguluyorsun. Kentsel Gözetim Bürosu sergisi de bunu gerçekleştirdiğin alanlardan birisiydi mesela. her şey tanıdık, her şey yabancı ise olası bir geleceğe bakmak için bize farklı yollar sunuyor. Bu alternatif gelecek kurgusu senin, veya geleceğin insanı için nasıl olasılıklar barındırıyor? 

Kurmacayı işlerimin içerisinde oldukça kullanmayı seçiyorum. Bu kurmacada hangi etkenler gerçek hangileri yalan belli olmuyor. Kentsel Gözetim Bürosu’nda gerçekte olmayan bir büroyu kurmaya çalışmıştım. Teknolojiyle olan ilişkimizin geleceği nasıl şekillendirdiğiyle ilgili bir derdim var. Teknolojiyi kullanıyoruz fakat bu bizim algımızı, dünyaya bakışımızı, kenti algılayışımızı nasıl değiştiriyor? Mesela telefonu günümüzde kenti algılamak için kullanıyoruz. Almanya’ya taşındıktan sonra Google sokak imgelerinde bazı binaların bulanık olduğunu gördüm ve eğer kenti bulanık imgeler aracılığıyla algılamaya başlarsak geleceğin kent algısının belki de gittikçe bulanıklaşacağını düşündüm. Bunun üzerine spekülasyonlar yapmaya başlayıp, nerelerde takip edildiğimiz üzerine kafa yorarken Kentsel Gözetim Bürosu’nu ortaya çıkarmıştım. Geleceği okumanın türlü yöntemleri nasıl olabilir diye düşünüyordum. Bilimin de bir modeller bütünü olup, tek bir analitik gerçeklikle anılmasıyla ilgili bir derdim var aslında. Onu başka nasıl tekniklerle nasıl çoğaltabiliriz? Mesela kurşun dökmek, fal bakmak… Kazara Gerçek serisindeki imgeler ne kadar analitik, bilimsel bir görsel gibi dursa da aslında bunlar benim döktüğüm kurşunlar. Kurşun eski çağlardan gelen hem bir gelecek okuma hem de koruma yöntemi. Alman kültüründe de var, Çekoslovakya’da var. Romalılar şehirlerin altını yaparken kurşun kullanıyorlar, Babil’de, Asurlular da kullanılıyor, bugün tüm teknoloji ürünlerinde de kurşun mevcut. Bir yandan oldukça zehirli olan bir materyal ama aynı zamanda spiritüel olarak da koruyucu bir değeri var. Molibdomansi olarak anılan bu pratik, bilimin kurduğu modelleri nasıl bozabileceğimizi de gösteriyor. Bu sergideki tüm objeleri aynı zamanda gelecek okuma aygıtları olarak da görüyorum. 

 

“Ben sanatı bir anlamda araştırma pratiği olarak kullanmaya çalışıyorum. Sanat ile araştırmanın nasıl olduğuna, bir artizan pratik dışında tahayyülümün nasıl dönüştüğüne odaklanmaya çalışıyorum.”

 

Bu İstanbul’daki ilk kişisel sergin. Planlama aşaması nasıldı dersin? 

Bu serginin üzerinde 14 Mart 2020’den beri, yani yaklaşık üç senedir çalışılıyor. Pandemi yüzünden ertelenmişti ama ertelendikçe zamanla her şey daha da birbirinin içine girmeye başladı. Benim için heyecanlıydı, sürecin başından beri desteği olan Elif Çak ve Versus Art Project’ten Mert Ünsal ve Leyla Ünsal geçmişe doğru tüm aşamalarını gördüler ve desteklediler. Onun dışında Kubilay Ercelep ve Serap Kaçmaz var uzun zamandır beraber çalıştığım, onların desteğini her aşamada aldım diyebilirim. Sonrasında ise serginin küratörü Ulya Soley ile tanışmamız sergiyi son haline getirdi. Serginin hem katmanlanmasını, aynı zamanda arınmasını sağladı, tüm işlere kısa hikayeler yazdı. Ben sanatı bir anlamda araştırma pratiği olarak kullanmaya çalışıyorum. Sanat ile araştırmanın nasıl olduğuna, bir artizan pratik dışında tahayyülümün nasıl dönüştüğüne odaklanmaya çalışıyorum. Bu sergi şekillendikçe metin, şiir ve edebiyat da işin içine girmeye başladı. Serginin romantik bir kısmı var, tüm işlerin ismi aslında oldukça hisli. Daha demin bahsettiğimiz serinin ismi Kazara Gerçek, içerideki Bulanık Topraklar üzerinde bulunduğumuz sonsuz fonun ismi. Köşedeki Korkma Her Şey Yoluna Girecek ise bir şiir parçası. 

 

Korkma Her Şey Yoluna Girecek bir robota atfedilen bir şiir parçası değil mi?

Robottan çok bir elektronik parçanın nasıl iletişim kurduğuna, bizde nasıl duygular yarattığına bakıyoruz aslında burada. Teknolojiye hakim olan dil daima eril bir yerden kuruluyor, bu eril dilin de çoğu zaman duyguları değersizleştirdiğini, ötelediğini düşünüyorum. Bu iki dünya arasında bir bağ kurmak mümkün olamaz mı? Şiiri bir metot olarak kullanıp bu parçaların nasıl iletişim kurduğuna bakıyorum. Bir çiçeğe baktığımızda duygulanıyoruz ama aslında dijital bir çiçeğe baktığımda da duygulanıyoruz, bu serginin sonundaki çiçek gibi. 

 

Korkma Her Şey Yoluna Girecek

 

Dijital ayak izimiz ile karşı karşıya geldiğimiz, kendi çevrimiçi yolculuğumuza uzaktan bakabildiğimiz bir alandayız. Serginin başlığı, veriler aracılığıyla başkalarının bizi tanımasına bir atıf mı? 

İçeri girdiğinizde fosile benzeyen bir obje var. Aslında tanıdık bir obje ama yabancı da. Buradaki bulunanların hiçbiri bildiğimiz sistemler üzerine kurulmuş şeyler değil. Serginin ilerisinde haritalar, hava fotoğrafları var. Gösterdikleri mekanlar çok tanıdık ama aslında gerçekte var olan yerler değil. Sergideki kurmaca alanın içerisinde neyin gerçek neyin yabancı olduğuna eşlik eden hikayeler bulunuyor, burada her şeyin gerçek ama aynı zamanda da olmadığını sorguluyorum. Mesela sergideki telefon parçası oldukça tanıdık bir obje fakat toprağın içinden çıkan bir fosil gibi. Tanıdık bir şeyin isimlendirilemeyen bir hali. Bu videodaki görüntüler de çok alışık olduğumuz imgeler ama zamanla değişiyor, başka şeylere dönüşüyor. 

 

“Çok olasılık var ve burası aslında o olasılıkların içerisinde kalan bir alan. Etraf değişiyor, evet, ama bizim şu anda bulunduğumuz yer bir olasılık anı.”

 

Arkeoloji ve mimari gibi, yeryüzünü ve yeryüzünden çalıştığın disiplinlerin dijital mecralardaki olasılıklarını çalışıyorsun. Tanıdık olma ve yabancılaşma senin için nasıl gerçekleşiyor bu mecrada? Pratiğini bu alanda geliştirmek dijital varoluşa bakış açını bir sanatçı olarak nasıl şekillendiriyor? 

Mimarlık eğitimi aldığım için mekanla ilgili bir derdim var. Bu dert plan çizmekten haritalara kadar uzuyor ve fiziksel alanın bana verdiği bir rahatlık da var. Şu an üzerinde durduğumuz yeşil alan bir grid. Hani haritada her şey yüklenmez, bazı kısımlar çizgili, yeşil bir görünümde önüne çıkar. Toprağın içerisinden çıkan bu alan da böyle geliyor bana. Kurmaca olmasıyla beraber bu alan bir fon, burada bir yabancılaşma hali var. Böylece burada dolaşan kişi bulunduğu yerin aslında sahte olduğunun farkında. Bunun biraz da altını çizerek gerçekten de buranın bir sahne alanı olduğunu göstermek istedim. Grid ve farklı projeksiyon sistemleri derken bunların üzerinden oynayarak ben de yeni anlatılar oluşturmaya çalışıyorum. Temsilin ve imgenin bizim hayal gücümüzü nasıl işgal ettiğini ve yeni imgelerle bunu nasıl çoğaltabileceğimize bakıyorum. 

 

 

Sonsuz bir fonda, tarihsiz bir noktadasın.” diyor sergi bize. Her şeyin tanıdık ve aynı zamanda yabancı olduğu bu gelecekte biz alanımızı nasıl kuruyoruz, nasıl konumlandırıyoruz kendimizi? 

Çok olasılık var ve burası aslında o olasılıkların içerisinde kalan bir alan. Etraf değişiyor, evet, ama bizim şu anda bulunduğumuz yer bir olasılık anı. Üç gün sonra sergiyi anlatırken başka türlü anlatabilirim çünkü bir sürü farklı dünya barındırıyor bu olasılıklar. Gerçek olmayan şeyler algısı bir de Olmayan Yerlerde Buluş Benimle serisinde pekişiyor. Birbirimize yazdığımız e-maillerin, mesajların farklı noktalarda birbirleriyle buluşmasının üzerine kafa yorarken bu birleşmenin hangi veri merkezinde oluştuğunu, hangi dünya görüşüne hizmet ettiğini düşünmeye, arkasındaki bu gerçekliği fark etmeye başladım. Sonra bilgisayarla o veri merkezlerini yeniden üretmeye başladım. Bu alan bir operasyon odası gibi gözüküyor bir yandan ya, o benzerlik üretim sürecinde çok hoşuma gitmeye başladı. Bu tür hava fotoğraflama, lokasyon paylaşma teknolojileri savunma sanayii ve savaş endüstrisinin desteklenmesiyle bugün bu kadar ilerledi. Bir nebze askeri imgelere benzeyen seri o tansiyonu ve gerginliği gösteriyor. Bu ilişkiyi hiçbir zaman unutmamamız gerektiğine, haritaların aslında ne kadar politik olduğuna dair bir hikaye mevcut burada. 

 

Olmayan Yerlerde Buluş Benimle

 

Bir siteye girerken, robot olmadığımızı kanıtlamak için ruhsuz gözüken fotoğraflardan doğru olanları seçmemiz gerekiyor. O fotoğrafların hayattan kopuk gözükmesinin sebebi ise bir robotun gözünden, Google harita imgeleriyle dünyaya bakıyor olmamızmış. Peki sen bu olmayan yerlerin haritasına nasıl vardın? Taban olarak hangi imgelerden yararlandın mesela?  

Farklı noktalardan fotoğraflar kullanıp onları yeniden ürettim, burada gördükleriniz benim algoritmalarla beraber ürettiğim imgeler. Olmayan yerlerin haritasının tabanını farklı hava fotoğrafı servislerinden alınan görseller oluşturuyor. Dünyayı ölçmek için kullanılan kalibrasyon noktaları var, uyduların hava fotoğrafı çekmesini sağlıyor. Bir yandan da bu noktalarla birleştirdim bu görselleri. Gördükleriniz bilgisayarda ürettiğim onlarca imajın içerisinden benim seçtiklerim.

 

Serginin girişinde, gerçeklik içinde birtakım glitchler bulunduran bir alana girdiğimiz söyleniyor bize. 

Buradakilerin tamamı hem glitch hem değil çünkü bu serginin belirsizlik ve alışkanlık üzerine kurulan bir tarafı var. Sergi aslında hiçbir şeyi netleştirmeme, açıklığa kavuşturmama üzerine kurulu. O yüzden de kimi noktalarda biraz kafa karıştırıcı, mesela gördükleriniz gerçek bir hava fotoğrafı gibi ama değil. O glitch hissi hep buralarda oluşuyor, belirsizliklerin üzerinden oynamak benim hoşuma gidiyor açıkçası. İmgeler ne kadar belirsiz olursa o kadar farklı olasılık barındırıyor. Sergi alanının son yeri olan koridorda bulunan seri Her Şey Tanıdık, Her Şey Yabancı, döktüğüm kurşunları elimde tutup taradığım imgeleri tekrar yapay zekayla türettiğim görsellerden oluşuyor. Elimdekiler kurşun parçaları gibi duruyor ama bir yandan da burada bir sanatçının eli mevcut. Bu el birkaç farklı konuyu açıyor, hem sanatçının elinin bir parçaya ne kadar değdiği tartışmasını hem de erken çağlardan beri süre gelen tanrının eli imgesini hatırlatıyor. O tartışma ve bu üretim arasındaki ilişki hoşuma gidiyor. Bu alandaki son iki iş ise daha çok duygular üzerine oynuyor. Gün Olur Erişirler İkimize’de bir el mevcut ve fosil içinde kalmış bir görüntüsü var, suyun altında sabit kalmış. Olasılıkların Duyguları ise bahsettiğimiz glitch meselelerine atıf olarak dijital, susuz bir çiçekten ibaret. Serginin akışı duygulara hitap ederek sonlanıyor, bu olasılıkların duygularının nasıl işlediğiyle, bizimle nasıl iletişim kurduğuyla ilgilenen bir son. Sadece şiir değil, imgeler ve ikonlardan da beslenen bir iletişim alanı burası. 

 

Gün Olur Erişirler İkimize parçasının önünde Yelta Köm

Her Şey Tanıdık, Her Şey Yabancı serisi

 

Son olarak, bu sergi konsepti senin için hep mevcut olan bir fikir miydi, yoksa çıkış noktasının özel bir hikayesi var mı? 

Bir süre sonra fark ettim ki mesele hep aynıydı benim için. Bazen 2004’te yazdığım notları buluyorum ve dertlerimin yine dünyanın neresinde olduğumuzla ve buna nasıl baktığımızla ilgili olduğunu görüyorum. Hatta sergi için seçtiğim önceki başlıklarından biri “Konum Attım Yalnızlığaydı”. Dünyadaki konumumuz neresi ve biz bunu nasıl algılıyor ve nasıl bozuyoruz? Bunu irdeliyorum hep. Bir yandan da bu kurmaca dünyayı keyifli buluyorum, kendi gerçekliğimden kopup dışardan bakıp yeni şeyler düşünmek üretim alanımı tanımlıyor.

 

Olasılıkların Duyguları

 

“her şey tanıdık, her şey yabancı” sergisini, 30 Nisan 2023’e kadar Versus Art Project’te ziyaret edebilirsiniz.

yazıyı oku

LOGARITHMIC GROWTH: MURAT PALTA'NIN ELİNDEN ZAMANE HİKAYELERİ

Röportaj: Ceren Kahveci 

Fotoğraf: Can Görkem

Osmanlı dönemindeki bir nakkaş bugün yaşasa, bu dünya içinde gördüğü kabuslardan yola çıkarak neler resmedebilir?” sorusunun cevabını resmetmek amacıyla üretiyor Murat Palta. Art x-ist’te bulunan ve adını birazdan bahsedeceğimiz bir mikrobiyoloji deneyinden alan Logarithmic Growth sergisinde bir bilim insanı misali dünyamıza üçüncü tekil şahıs gözünden bakıyor, yaşadığımız zamanları zamansız bir biçimde tasvir ediyor. Geleneksel minyatür sanatını modern imgelerle birleştirerek günümüze taşıyan sanatçıdan serginin hikayesini ve üretim süreçlerini dinliyoruz.

 

İlk önce Time Exchange eserini senden dinlemek isterim. Sergiye girdiğimiz gibi çekildiğimiz bir eser oldu, hikayesi nedir? 

2015’te Paris’te katıldığım karma bir sergi sırasında rastladığım bir dikilitaşı merak etmemle bu eserin hikayesi başlıyor. Araştırdığımda istem dışı ortaya çıkmış sembolik bir hikaye yakaladım. Luksor Dikilitaşı, Osmanlı’nın son dönemlerinde imparatorluktan kopmaya başladığı zamanlarda Mısır tarafından Fransa’ya hediye ediliyor. Büyük bir gemide götürülüyor, oraya dikiliyor. Aradan bir süre geçtikten sonra Fransa da bunun karşılığında bir tane saat kulesi gönderiyor, fakat bu saat kulesi yolda giderken bozuluyor ve iki yüz sene boyunca çalışmıyor. O tarihten itibaren her tamir girişimleri sonrası tekrar bozuluyor. Burada tesadüfi bir sembolik anlatım var çünkü o dönemlerde arkeoloji bilimi de yeni ortaya çıktığı için Fransa’da Mısır’a karşı, özellikle Napolyon döneminde, bir merak gelişiyor. Beraberinde bir bellek arayışı ortaya çıkıyor. Antik dönemlere dayanan Mısır ise Batı’da gerçekleşen endüstrileşmeye uzak olduğu için karşılıklı bir takas durumu oluyor aslında. Eserdeki iki eksen de o dikilitaş ve saat kulesi. “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”nde de çok ilginç bir cümle var, dikkatimi çekmişti. Özellikle cep saatlerinin ilk yaygınlaştığı dönemlerde, muhtemelen namaz saatlerini yakalamak için, en çok müşteri İslam dünyasından bilhassa Türkiye’den çıkıyor. Kitapta bununla ilgili olarak “Türkler saate bakarak Allah’larını buluyorlar,” yazıyor. Hikayeyi destekler nitelikte olduğu için oraya bağladığım bir kurgu aslında. Burada bir kervan, bir yolculuk var ve bu yolculuk boyunca çeşitli görüntüler görüyoruz ama buradaki olaylar belli tarihi olayları anlatmıyor.  

 

Time Exchange

 

Bu biyolojik deneyle kendi sanatını birleştirme fikrine nereden vardın? 

Ortaya çıkan hikaye mikrobiyologların bir deneyiyle başlıyor. Bir kaba mikropları koyuyorlar ve gelişme aşamalarını inceliyorlar. Mikroplar ortaya çıkıyor, çoğalıyor. Daha sonra kaynaklar azalınca rekabet ve ölümler artıyor. Bununla birlikte gazlar da artıyor ve sonucunda hepsi yok oluyor. Mikrobiyologlar deneye bakarak tüm insanlığa uyarlanan bir çizelge oluşturuyor ve bu aşamalara isim veriyorlar. Şu an insanlığın içinde bulunduğu aşama logaritmik büyüme çağı, ki sergi de adını oradan alıyor. Şu an kaynaklarımız var, iyi durumdayız fakat bu şekilde devam edemeyiz çünkü sonumuz aynı olur diye düşünerek önlemler alınmaya çalışılıyor. Birleşmiş Milletler’in bu sonu önlemek için yarattığı on altı maddeden oluşan bir planı vardır; kadın hakları, ifade özgürlüğü derken hepsi bir şekilde birbiriyle iç içe giriyor. Bu hikaye minyatürle de örtüşen bir şey. “Biz neden bu minyatürleri böyle bir açıdan görüyoruz?” sorusuna getirilen bir yorum olan biteni tanrının gözünden tasvir ettiğimiz çünkü İslami inanca göre yaratmak insanın işi değildir. Ben bu yoruma katılmıyorum ama bu şekilde yorumlamanın o deneyle örtüştüğünü düşünerek yola çıktım. Mikrobiyologlar mikroba bakıp tüm insanlığı görebiliyor, biz de buradaki minik insanlara bakıp kendimizi görebiliyoruz.  

 

Eserlerinin hem yoğun bir hikayesi, hem de her köşesinde yeni bir detayla karşılaştığımız bir kompozisyonu var. Bu yoğunluğu üretim sürecinde nasıl dengeliyorsun?   

Temelde anlatmak istediğim bir hikaye oluyor, diğer hikayeler destekleyici rol görüyor. Popüler kültürden aldığım karakterlerin orada olma amacı insanları esere çekmek ve arkasında anlatılmak istenen hikayeye doğru çağırmak. Bir nevi clickbait aslında. Hikayede karakterlerin rolleri nedir? İlk başta onu cevaplayarak hareket etmem gerekiyor. Mesela buradaki çalışmalarda Kim [Jong-un’un] kim olduğunu net bir şekilde görebiliyoruz çünkü tüm hikaye bunun üzerinden gerçekleşiyor. Bazı minyatürlerde, bazı kompozisyonlarda ya popüler kültürden karakterler ya da tanınmış tipler destekleyen karakterler oluyor, o küçük hikayeleri destekleyen figürlere dönüşüyor. Başlangıçta kaba taslak neyin nerede olacağı belli oluyor, sonra detaylarda bazı şeyler doğaçlama gelişiyor. 

 

 

View this post on Instagram

 

A post shared by Murat Palta (@mr.muratpalta)

Sunset Blues

 

Kendi çalışmalarında bu tanrının perspektifinden bakma geleneğini kırmayı hiç düşündün mü? 

Ben olabildiğince klasik minyatür görünümüne sadık kalmaya çalışıyorum. Anlattığım hikaye bu anlatımdan başka bir yöne sapmamı gerektirirse bunu deneyebilirim çünkü amaç geleneksel olanın üzerinde deneysel gitmek, bunu da deneme-yanılma ile görebilirim. Mesela minyatürün son dönemlerinde Levni’nin tek bir kadın çizdiği figürleri var. Normalde kadınlar minyatürlerde beraber resmedilir ve gözlerini kaçırır çünkü “iffetli”lerdir ama bu çizimde gözünün içine bakıyorlar ve tek resmediliyorlar. “Demek ki [minyatürde] o olabiliyor” diyorsun bir noktada. 

 

“Ben minyatür yapıyorum demiyorum, bir nakkaş bugün yaşasaydı neler yapardı onu taklit ediyorum aslında.”
 

Günümüzde geleneksel minyatür ve tezhip sanatıyla karşılaştırdığımızda, karanlık ve kaotik yönlerini bildiğimiz bir döneme bizi rahatlatan, daha samimi gördüğümüz bir format aracılığıyla baktığımızı düşünüyorum. Geleneksel sanat tekniklerinin bu yumuşatma özelliğinden bu tecrübe anlatımı kapsamında yararlanıyor musun? Ya da böyle bir yumuşatma olduğunu düşünüyor musun? 

Hem evet hem hayır. Osmanlı dönemleri deyince insanların kafasında oluşan katı bir görünüm var ama minyatürlere baktığımızda insanlar renkli renkli kıyafetler giyiyorlar, ki gerçekten de öyle giyiniliyordu o dönem. Birinin hançerle kafası kesiliyor ama suratı gülüyor. O primitif dil orada varlığını sürdürdüğü için yumuşatılmış gibi görünebiliyor. Öte yandan bugün “ayıp” sayılabilecek konuları dönemin elyazmalarında minyatürleriyle görmekteyiz. Aslında o kadar da yumuşatılmış değil, bazı şeyler düşündüğümüze göre daha yumuşak sadece.  

 

Yaşadığımız gezegenle ilgili bu gördüğümüz çıkarımları yaparken ilham aldığın nesne, kişi ve olaylar var, mesela Dr. Manhattan, Elon Musk, Kim Jong-Un ve Betty Boop. Kullandığın popüler kültür unsurlarını seçmek için bir popüler kültür rejimine girmen gerekiyor mu?  

Bu doğal gelişiyor. Batı’da Spiderman, Superman var, bizde de Karagöz var düşüncesini bir inat haline getirip yapmaya çalışmak yapmacık oluyor, kendime de yediremiyorum açıkçası. Hem geleneksel sanatlara ilgi duyduğum hem de popüler kültürün içinde büyüdüğüm için bazı şeyleri kaçınılmaz olarak görüyorum. “Şuraya bir bakayım, oradan bir hikâye çıkarabilir miyim?” gibi bir durum olmuyor, ikisinin de doğrudan içinde olduğu bir şeye dönüşüyor. Bu serginin konseptinin bir parçası da bu: Osmanlı dönemindeki bir nakkaş bugün yaşasa, bu dünya içinde gördüğü kabuslardan yola çıkarak neler resmedebilir? Ben minyatür yapıyorum demiyorum, bir nakkaş bugün yaşasaydı neler yapardı onu taklit ediyorum aslında. 

 

Düyun-u Umumiye 

 

Aynı fikirde misin bilmiyorum ama karşımıza çıkan görsellerde büyük bir alanı ele aldığında, zaman zaman Studio Ghibli-vari heyecan verici, tatlı bir karmaşayla karşılaşıyoruz. Sen kendi hayatını, kendi dünya görüşünü böyle renkli ve canlı olarak tanımlar mıydın? 

Aslında tam tersi. İnternette denk geldiğim Miyazaki ve Junji Ito’nun karşılaştırıldığı bir görsel var: Junji Ito’nun çizdikleri çok karanlık, kafaların kesildiğini resmediyor ama gerçekte kendisi mutlu bir şekilde kedilerle poz veriyor. Miyazaki de tam tersi rengarenk, cıvıl cıvıl dünyalar çiziyor ama her çekimde sigara içiyor, yere bakıyor, dertli. Ben de aynı şekildeyim, baksana simsiyah giyinmişim. Canlı çizimlerle kafa kesilmesini anlatmanın tezatlığını seviyorum, minyatür sanatı buna çok uygun bir dünya sağlıyor.  

 

Düyun-u Umumiye eserinde çiniyle çalıştın. Bu üretim sürecindeki değişiklikler ne oldu senin için? 

Ağırlıklı olarak minyatür çalışsam da geleneksel sanatın her alanına ilgim var ve farklı teknikler anlatmak istediğimi nasıl destekleyebilir diye düşünüyorum. Mesela sergide minyatürün etrafındaki süslemelere tezhip deniyor. Genelde tezhip doğrudan minyatürün etrafında yer alan bir şey değil, daha çok yazının etrafını süslemek amacıyla kullanılıyor. Anlatmak istediğim hikayeye bir katkısı varsa ya da yeni bir bakış açısı sağlıyorsa farklı teknikleri deniyorum, olabildiğince farklı disiplinlerden yararlanmak istiyorum. Tabii bir noktada malzemeyi tanımak da gerekiyor ve bu zaman isteyen bir şey, farklı dönemlerde farklı sergilerde değişik şeyler yaşıyorum. Buradaki çini bir Monopoly tahtasına benziyor ama aslında anlatılan hikaye Osmanlı’nın Düyun-u Umumiye dönemi. Dış ve iç borçlanmanın arttığı, Osmanlı’nın yıkıma gittiği süreci anlatıyor. En son o dönemlerde Galatalı bankerlerden borç istenmişti, iç borçlanma öyle olmuştu. Dönemimizle paralellik gösteren bir olay.  

 

“Çizilen şey kötü bir şeyse, ‘Bakın ne kadar kötü’ demek değil, gerçekleşeni resmetmek gerekiyor. O yüzden resmettiklerim çok net bir şekilde eleştirel değil, desteklediğim bir şey varsa fanatikliğini yaparak anlattığım şeyler değil. Daha çok gerçekleşen olay neyse onu anlatıyorum.”

 

Eserlerinde detaylara dikkat etmek gerekiyor, her köşe ardında bizi bir sürpriz bekliyor adeta. Eserlerinle karşı karşıya gelen birinin onu nasıl görmesini istersin, bakma eylemi açısından nasıl bir tecrübe yaşamasını umuyorsun o kişinin? 

Bir şey anlatırken çok göze batırarak anlatmak benim için doğru değil. Minyatürün doğasına da aykırı çünkü o dönemlerde ifade özgürlüğünün yer aldığı bir dünya yok. Hem Avrupa hem de Osmanlı minyatürlerinde detaylarda ufak ufak göndermeler olabiliyor ve o anlatım şekli benim hoşuma gidiyor. Benim kompozisyonlarımda insanlar ilk başta popüler kültürden karakterleri görüp esere çekiliyor ama detaylara girdiklerinde sonraki adımları görebiliyorlar. Benim esas anlatmak istediğim de hikayede buzdağının görünmeyen yüzü.  

 

Anlattığın hikayelerde kendi yorumunu, imzanı ne kadar görebiliyoruz?  

Biz geleneksel minyatürlere baktığımızda onu üreten nakkaşın yorumunu çok görmeyiz. Minik detaylara imzasını bırakır, daha çok bir sosyal tarih anlatıcılık tarafı vardır. Ben o özelliğin ön plana çıkmasını istiyorum, o yüzden benim yorumumun ikinci, üçüncü planda kalmasını tercih ediyorum. Doğal olarak insanın kaygıları olabiliyor, üzüntüleri olabiliyor ya da anlatmak istediği şeyler oluyor. Bu kişisel duyguları  olabildiğince hikaye anlatımının arkasına gömmeye çalışıyorum. Resmedilen durum kötü bir olaysa bunun kötülüğünü parmakla göstermek değil, gerçekleşeni resmetmek gerekiyor. Nakkaş “Bunu ben yaptım” demiyor, takma adlar kullanıyor, onun arkasına saklanıyor çünkü Batı sanatının tam tersine sanatçının ön planda olması ayıp görülüyor. Egonun tam tersi, olabildiğince kendini saklamak daha iyi bir şey. Ben günümüzde bunu yapamam ama esas gerçekleşen olayı ve oradaki hikayeyi ön planda tutabilirim. O yüzden resmettiğim hikayeler çok net bir şekilde eleştirel değil, desteklediğim bir şey varsa fanatikliğini yaparak anlattığım şeyler değil. Daha çok gerçekleşen olay neyse onu aktarıyorum.  

 

 Murat Palta’nın ilk defa kendisini de bir karakter olarak dahil ettiği Hello World eseri

 

Aslında bir bakıma bir arşiv yaratıyorsun.  

Benim yapmak istediğim şey o. İki tane Surnâme var, biri III. Murat biri de III. Ahmed döneminde. 1700’lerde şenlikler, kutlamalar oluyor ve bunlar resmediliyor. Biz resmedilenlere baktığımızda o dönem neler yapılmış, neler olmuş az çok görebiliyoruz. Bir de ilk dönem Osmanlı padişahlarının resmedildiği hikayeler var ama resmedenlerin hiçbiri o dönemde yaşamamış ve döneme dair tarihi bilgileri yok. Bu nedenle hikayeyi kendi günlerine göre yorumlamışlar. Bu şekilde dönem yorumlamayı ben de yaptığım işlere dahil ediyorum. 

 

Bu işe ilk girişinde inanılmaz bir alan yakaladın. Mezuniyet projende minyatür sanatıyla ünlü filmlerin afişlerini yorumlamıştın. En başında nasıl gelişti bu minyatür sanatı ve popüler kültürü birleştirme fikri?

Mezuniyet projemle beraber gelişti bu olay. Grafik bölümünde mezuniyet projesi olarak bir problem belirleyip, ona işaret edip çözmemiz gerekiyordu. Birçok kültürde geleneksel sanat bir şekilde evriliyor, bugüne geliyor ve arada bir geçiş oluyor. Bizim tarihimizde ise Osmanlı’nın sonlarında minyatür sanatı bitiyor, Batı tarzı resim yeni odak olarak belirleniyor ama bir geçiş yok. Ortada kayıp bir dönem var. Ben de bunu grafiğe nasıl aktarabiliriz diye düşünüyordum çünkü minyatür de başlı başına illüstrasyon. Fakat bu böyle dallanıp budaklanınca arka planında daha fazla şeylerin döndüğünü gördüm. Böyle toprağı kazarsın da fazlası gelir ya, öyle oldu.  

 

Vaseland detayları

 

Röportaja başlamadan önce son dakikacı olduğundan bahsettin. Bu sergiyi hazırlama sürecinde sana hiç “aman” dedirten anlar oldu mu? 

İnişli çıkışlı bir dönemdi. Uyku düzenim bayağı dağıldı, aldı başını gitti. İşin bir de psikolojik tarafı var, mesela sabahlamışsın artık uyuyayım diyorsun fakat yatarken hala rüyanda çizmeye devam ediyorsun. Son dakikacıyım derken bahsettiğim sona bırakıp yapmak değil. Yapıyorum ama bakıyorum hâlâ bitmiyor. Sonra fark ediyorum ki çok saçma sapan detaylara takılmışım. Uzun süre kapanıp çalışınca bir karakterin kıyafetindeki desenin yaprağının iyi olmamasına takılmışım mesela. İnsan anlatacağı şeyleri resmederken sanki tez sunumuna çıkacakmış gibi oturup bir araştırma yapmak istiyor ki aslında böyle bir durum yok. Kaçınılmaz olarak tüm detaylara bakmak istiyorsun.  

 

 

Murat Palta’nın “Logarithmic Growth” sergisi 18 Şubat’a kadar Art x-ist’te. 

 

 

yazıyı oku

KÜRESEL YARATICI SEKTÖRÜN ÖZÜNE İNİŞ: SERA AKYAZICI VE "TOURIST"

Röportaj: Ceren Kahveci

“Bir şehri özel yapan nedir?” sorusunun cevabını o topraklardan beslenerek çıkan yaratıcı bireylerin özünde buluyor Sera Akyazıcı. Hayatını İstanbul, Amsterdam, Tokyo ve Berlin’de geçirdikten sonra şu an Soho House Berlin’de etkinlik yöneticiliği yapan Sera, biriktirdiği geniş sanatçı çevresine bir küratör perspektifiyle yaklaşarak sektörde “geleceğin dünya”sını kurmayı amaçlıyor. Senelerdir süregelen ince detay çalışmalarının sonucu bizlere sunduğu kapsamlı platform TOURIST, dünyanın dört bir yanından seçilen insanları aynı çatı altında üretmek ve dayanışma yaratmak üzere bir araya getiriyor. Platformun açılışına haftalar kala Sera ile yaratıcı sektörün ihtiyaçlarını ve TOURIST’in püf noktalarını enine boyuna konuşuyoruz.

 

Öncelikle çok tebrik ediyorum seni Sera, platformun açılışını heyecanla bekliyorum.

Ben de çok heyecanlıyım. İki senedir bunun üzerine çalışıyorum. Çocuksu bir heyecan var içimde. 

 

Eminim ki çok meşgul bir dönemdir, iki sene hazırlıktan sonra son demler. TOURIST’in kuruluşu, bu süreç hakkındaki hislerin nedir? TOURIST fikri ilk nasıl ortaya çıktı? 

Uzun hikayeden mi girsem kısa mı bilemedim. TOURIST’in başlangıcı şu an vardığı yer değildi. Ben ilk başta sadece “tourist shop” konseptiyle online-shop planlıyordum. Aslında dedemden gelmişti bu hikaye. Benim dedem işçi olarak Çankırı’dan Almanya’ya gidenlerden, ilk jenerasyon misafir işçi yani. O vefat ettikten sonra bodrumda tuttuğu objeleri toplamaya gittim. 80’lerde Mekke’den aldığı bir eşyasını buldum, üzerinde “tourist shop” yazıyordu. Berlin’de yeni evime taşındığımda ve bu güzel objeyi tekrar bulduğumda, tourist shop konsepti üzerine düşünmeye başladım. 80’lere kıyasla günümüzdeki turist dükkanlarının anlam veya anlamsızlığını düşünmeye başladım. Berlin’i Berlin yapan şey ne mesela? Amsterdam’ı Amsterdam, İstanbul’u İstanbul…  Daha sonra aklıma her şehirdeki sanatçıyla birlikte çıkardığım ürünleri koyup, o şehrin sanatçılarını dünyaya tanıtacak “limited edition” bir online-shop açma fikri geldi. Birkaç farklı şehirde yaşadığım için ve karakterimin de getirdiği sosyal kelebeklikten gelen geniş uzantılı bir çevrem var. Çevremdeki güzel kalpli insanlarla birlikte tasarım objeler üretme fikrine vardım. Bu fikrin içinde herkesi şehirlere ayırıp o şehirdeki sanatçıları ön plana çıkaran bir konsept yatıyordu. Bu üç sene önceki tohumdu ve TOURIST’in shop kısmını Şubat, Mart ayı gibi açmayı planlıyorum. Bunları düşünürken bir yandan da şu anki TOURIST fikri evrildi. Ben etkinlik yöneticisi, proje yöneticisi olarak uzun süredir çalışıyorum ve bu işleri yaparken ihtiyacım olan yaratıcı insanları bulmakta zorlanıyorum. Sektörde çevrem geniş ama buna rağmen zorlanıyorum. Böyle bir veritabanını tutacak, bu insanları bir araya getirecek bir platform neden yok diye düşünmeye başladım. 

 

TOURIST gitgide büyüyen, ilk başta tahmin etmediğim yönlere doğru giden ve ileride çok daha fazla kolu olacak, bizim gibi yaratıcı endüstride çalışan insanları bir araya getirecek bir platform. Diyelim ki bir etkinlik yapıyorsun, son dakika fotoğrafçı ihtiyacın var ve bu fotoğrafçıyı Tokyo’da arıyorsun. TOURIST platformuna girdiğinde dünya haritasında o şehri seçiyorsun ve TOURIST’e dahil olan insanlar çat diye önüne çıkıyor. Böylece tüm yaratıcıların bir veritabanı oluyor. Ben bu sistemi kuruyorum ve bunu kurmanın yolu; 30 şehirden “pilot” olarak seçilen, çevresi güçlü ve sektörde bilinen insanlar ve onların getireceği arkadaş çevresiyle organik bir şekilde büyümek, bir topluluk oluşturmak. Bu platforma herkes dahil olamıyor, çünkü olursa Facebook gibi kalabalık bir formata dönüşüyor ve TOURIST kurgusu anlamını yitirebiliyor. 

 

 

Bu pilotlar nasıl seçiliyor, temsilci olmanın kriterleri nelerdir? Üyelik nasıl işliyor yani TOURIST’te? 

Seçtiğim pilotlarin hepsi kendi kreatif sektörlerinde başarılı ve çevreleri geniş kişiler ama TOURIST’e üye olacak insanlarda bu benim için kesinlikle bir kriter değil. Bir başvuru formu var, ona göre üyeler seçiliyor. Instagram’da kaç takipçin varmış, seni kim tanıyormuş… Kesinlikle önemli değil. Ben sokakta çok iyi bir müzisyen gördüğümde, eğer yaptığı iş çok iyiyse ona gidip “Seni de TOURIST’e almak istiyoruz” demek istiyorum. Seneye bir uygulama da kuracağım. Bu uygulamada bir şehirdeki üye sayısı yüz kişiyi geçtiğinde ve yüz birinci kişi bir TOURIST olmak isteyerek başvurduğunda o şehirdeki TOURIST üyelerine bir bildirim gidiyor: “Bu kişi başvurdu, kabul ediyor musun?” diye. O şehirdeki insanlar karar veriyor bu başvuruya, artık ben karar vermeyi bırakıyorum o noktada. Ama o etaba kadar ben ve takımım başvurulara bakıp karar veriyoruz. TOURIST hem geniş sosyal çevresi olan insanlar hem de daha lokal yaratıcıları bir araya getiren bir oluşum. Çünkü ben o egodan sıkıldım artık, önemli olan insanın kendi ve yaptığı işinin özü. Bunun için platform büyümeye başladığında o şehirde güvendiğim insanların, yani o şehrin TOURIST’lerinin karar vermesini istiyorum kimin ekleneceğine. TOURIST’te bir üyelik ücreti yok. TOURIST kendi prodüksiyonlari ve online shop platformu ile maddi olarak beslenecek, çünkü bu gerçekten bizler için oluşacak ücretsiz ve özgür bir veritabanı. Ama ücretsiz diye bu platforma herkesin erişimi olamayacak mesela. Sen üye değilsen TOURIST’in internet sitesine girebiliyorsun ama o şehirde sadece kaç insan olduğunu görebiliyorsun, insanların isimlerini göremiyorsun. Böyle bir formül getirdim. Örnek olarak biri Akra’da kim varmış diye bakmak istiyorsa önce başvuru formunu doldurup üyeliğe kabul edilmesi lazım. Bu süreç de iki ile dört hafta arasında bir zaman dilimi kadar sürebiliyor.  

 

Başvuru formunu nasıl değerlendiriyorsun takımınla, yeni üyeleri nelere dikkat ederek komüniteye dahil ediyorsunuz?

İlk başta tanıdıklarımızın kendi tanıdıklarını platformla tanıştırması şeklinde, organik bir yolla büyüyecek tabii ki. Başvuru formunda dört tane soru soruyorum, bu sorular hem böyle psikolojik hem de eğlenceli sorular. Bir tanesi mesela “Gelecek kuşaklara hangi değerlerini aktarmak isterdin?” Bir diğeri “Hayali bir gezegen olsaydın ne olurdun? Neden?” Tabii ki bu sorulardan almak istediğim kesin bir cevap yok. Görmek, anlamak istediğim şey o insanın kritik düşünme süreci nedir, nasıldır. Bir sonraki kuşağa hangi değerlerini aktarmayı seçtiğin, hayatta değer verdiklerinin ne olduğunu, insanlara nasıl baktığını gösteren bir soru ve cevap. Profil sayfası oluşturuyorsun, kişisel ve iletişim bilgilerinle beraber portfolyonu ekliyorsun, yeteneklerini yazıyorsun.

TOURIST’in en önemli yanı bence üyeleri bir kutuya sığdırmak istememesi, herkese sadece “yaratıcı birey” olarak bakması. Instagram’da insanlar senin profiline bakınca seni tek bir yeteneğe ve işe mensup olarak görüyorlar. Biri hem moda sektöründe çalışıp hem de model olabilir ama insanlar onun profiline bakıp “Sen modelsin” diyor ve yaptığı işin diğer yüzü gözükmüyor. Aslında birçok şey yapıyor o insan ama hiçbir platform bu çok yönlü yaratıcılığı benimsemiyor ya da öne çıkarmıyor. 

 

Baya meşakkatli ama çok ince bir kürasyon prosedürü gibi duyuluyor. Peki bir küratör olarak bu sanatçıları bir araya getirirken dikkat ettiğin detaylar ne oluyor?

Bu arkadaşlarımın bana çok sorduğu bir soru ve hep bunu nasıl en güzel şekilde dile getirebilirim diye düşünüyorum. Yaratıcı endüstriden olan insanlar olması şart. İnsanın yaptığı işte iyi olması… Tabii ki buradaki “iyilik” çok subjektif bir şey. Fakat taşıdığı karakter aslında en önemlisi. İşini seven ve aynı zamanda yaptığı işlerle de hep topluma, çevresine veya etrafına katkıda bulunma isteğiyle yaşayan insanların orada bulunmasını istiyorum. Birbirine yardım eden bir topluluk olsun, yarattığım pilot sisteminde de bu geçerli. İnsanlara bakışı egoyla yoğun olmadan “Ben çevremdeki insanlara nasıl daha fazla destek olabilirim? Bu platform ile maddi ihtiyacı olan yaratıcılara nasıl yardım edebilirim?” düşünceleriyle yaşayan insanları çekmek istediğim bir platform bu. Üyelik ücreti almayacağımı söyledim fakat bir-iki seneye platformdaki şehirler artmaya başlayınca, TOURIST’te bulunan her şehirde bir dernek ile çalışmaya başlayacağım. Her senenin sonunda bütün üyeler 5-1000 € arası bağış odaklı bir ücret ödeyecek ve bu TOURIST’e değil ama o şehrin kâr amacı gütmeyen organizasyonlarına gidecek. Bu bir çevre derneği olabilir, LGBTQ+ veya mültecilere yardım derneği olabilir. Üyeler platforma ücret ödemiyor ama senenin sonunda kesinlikle belli bir miktar bağış yapmaları lazım ki TOURIST her zaman o şehirde oluşan derneklere bir yardımda bulunuyor olsun. Bu dediğim “iyi insan” seçkisinden de gelen, ona paralel bir konsept. 

 

 

View this post on Instagram

 

A post shared by TOURIST (@tourist.official)

TOURIST’in İstanbul pilotu Kübra Uzun

 

Sanatçıları bir araya getirmek senin kariyerin boyunca hep tutkuyla yaptığın bir şey aslında. Sen bu tarz bir çalışmayı daha küçük bir ölçekte, Soho House Berlin’in ‘Tiny Art Market’ında da hayata geçiriyorsun. TOURIST tam olarak bu camiaya nasıl yenilikler getirecek, bu konseptte bir platformun sanatçılara verdiği öncelikler ne olacak? 

TOURIST’in aslında kendi iletişim ajansı olacak. İşim gereği markalar bana gelip insan soruyor, kiminle çalışmaları gerektiğini merak ediyorlar, tavsiye istiyorlar. Yeni bir şehirde mağaza açacak olan bir marka kimlerle bunu tanıtmaları gerektiğini merak ediyor mesela, o şehirdeki yaratıcı camiaya hakim değiller. Ya da bir marka yeni ürünü için lansman yapacak diyelim, bana bu sefer diyecek ki “Senden şöyle birini istiyoruz.” Ben de onlar için TOURIST’in veritabanına bakıp o şehirdeki üyelerin yeteneklerini ve işlerini markalara sunuyor olacağım. Projede çalışabilecek, markanın ihtiyacı olacak insanları bu platformdan seçip iş bulma süreçlerini TOURIST üzerinden yapacağım. TOURIST üyeleri zaten işlerinde iyi, tutkulu, kendi projeleri üzerine çalışan ve belki de başka projeler arayan insanlar. Burada temsil edilen kişiler markalara da tanıtılacak, markalarla yaratıcı insanlar arasındaki bağlantı sağlanacak. Üyeler için daha fazla görünülebilirlik, erişilebilirlik sağlayacak yani. Biz prodüksiyonu tamamıyla ele alıp markalar için yapabiliriz ya da markalar sadece gelip platformdan doğru insanları bulabilir, böyle olasılıklar olacak platform aracılığıyla. 1 Aralık’tan sonra sitenin ana sayfasında üyelerin çıkardığı yeni işler de yayınlanacak, diğer üyelere haber verilecek. Yani sen dünyanın başka bir yerindeki bir TOURIST’in yaptığı işi göreceksin, aynı zamanda onlar senin yaptığın işi görecek, böylece bir bağ oluşacak. Her şeyi içine dahil ederek sektörde bir kişinin en çok ihtiyacı olan kendini tanıtma, adını duyurma özelliğini sağlayacak diyebiliriz. 

 

İnanılmaz kapsamlı ve yoğun, küçük bir TOURIST dünyası yani. İstanbul’daki sergi ve etkinlikte bizi neler bekliyor peki?

Şu an Berlin’den seksen kişi uçuyor İstanbul’a. Bayağı heyecanlıyım, çok az kaldı. Yakın arkadaşım Defne Cemal ve Zach’in başlattığı Kiralık Depo galerisinde görsel bir enstalasyon yapıyorum. Büyük bir ekranda beş dakikalık bir video üzerine bir ses TOURIST’in ne olduğunu anlatıyor. Robotik bir ses gibi, TOURIST’in verdiği o görsel estetikle uyuşuyor. Hemen yanında MiniMüzikhol’de, İstanbul ve Berlin merkezli sanatçı kolektifi Sirän’la beraber sadece kadın DJ’lerden oluşan bir set planladık. Orada insanlar gelip içkisini içecek. Etkinliğin gerçekleşeceği mekanlar yan yana zaten, onun için o gece o sokakta çok güzel bir akış olacak katılımcılar için.

 

 

 

 

“TOURIST ile gelecek konseptine girmeye çalışıyorum, bu yüzden fütüristik bir görsel dünyası var. Biz gelecekte olacak bir topluluğuz aslında. Bu konseptle kullandığımız renklerin biraraya gelişi biraz doğa ve insan elementlerini de gösteriyor. Sanki dünyada olmayan bir estetiği elde etmeye çalışıyorum bir şekilde ama bunun içinde hep bir insan, hep bir komünite, hep bir sevgi, hep bir elektrik var.”

 

 

Görsel estetikten bahsetmişken, TOURIST’in çok güçlü bir görsel dünyası var. Bunu yaratırken nelerden ilham alındı, hangi fikirler ve mesajlar üzerine bu dünya yaratıldı?  

Gelsen Berlin’deki evimi görsen aslında!  Evim de öyle, 80’lerin uzay, retro-fütürizm temalarından çok besleniyorum ve bu temada fazla obje ve mobilya topluyorum. Sayfam da fütüristik kesinlikle, çünkü TOURIST aslında geleceğin platformu gibi. Şu an insanlar Instagram’dan sıkılmaya başladı artık. Tamam kullanıyoruz ama tek kullanabileceğiniz platform o olduğundan dolayı aslında. Oradaki yüzeysellik, influencer kültürünün getirdiği kalıplar ve baskı artık insanları sıkıyor. Bence zaten beş-on seneye yeni bir şeyler gelecek. Bu TOURIST olur diye demiyorum ama insanlar aidiyet hissini arıyor, kendi gibi başka insanları bulmak istiyor. Girip kendi gibi başka kim var görmek istiyor fakat bu elimizdeki sosyal medya platformlarıyla mümkün değil artık. Bu İstanbul’daysan sadece İstanbul için geçerli değil. Benim gibi olan, anlaşabileceğim insanlar aslında New York’ta, Toronto’da da var ama bu insanlar nasıl bir araya gelir? Bunu çözmek hep kendim için çok istediğim bir şey oldu. Şu an olmayan ama gelecekte kurmak istediğim ve şu an tohumlarını diktiğim TOURIST’te olan bir şey. “Gelecek” konseptine girmeye çalışıyorum daha doğrusu, bu da aslında fütüristik konsepte geliyor. Biz gelecekte olacak bir topluluğuz aslında. Bu konseptle kullandığımız renklerin bir araya gelişi biraz doğa ve insan elementlerini de gösteriyor. Sanki dünyada olmayan bir estetiği elde etmeye çalışıyorum bir şekilde ama bunun içinde hep bir insan, hep bir komünite, hep bir sevgi, hep bir elektrik var… Şu an etrafına baktığında olmayan, video oyunu kafasında bir estetik ama içine girdiğinde de daha çok girmek istiyorsun çünkü seni çeken belli unsurlar var orada. İnsanlara eski-yeni, insan-insan dışı, gelecek-geçmiş gibi hep böyle zıt kavramları beraber gösterip, onun ortasında üyeleri tutup gitmek istedikleri yeri kendileri seçebileceklerinin altını çizen bir fikir vermek istiyorum bu görsellerle. 

 

 

Yani her şey aslında bir ama aynı zamanda çok da farklı. Yakın ama uzak konseptine, zıtlıklara yoğunlaşan bir görsel mesaj. 

Kesinlikle. Bu bir de biraz “Sen bu meyveyi neden seviyorsun?” diye sormak gibi aslında. Ben hep böyle görsellere ve fikirlere çekildim, o yüzden bu şekilde yapmak istedim. 

 

TOURIST’in ona mensup olan üyelerin kendilerini bir kalıba koymamasını desteklediğini, herkese belli bir sanatı yapan biri olarak değil de yaratıcı bir birey olarak bakılması üzerine kurulduğunu konuştuk. Peki günümüz sektöründe o yaratıcı bireyin ihtiyaçları nedir? Platform bunu nasıl karşılamayı amaçlıyor?

TOURIST’i yapmamın sebebi içinde olan sosyal dinamikler, insanları doğru şekilde bulup bağ kurabilme enerjisini yaşatma isteği. İnsanların şu an ihtiyacı olan şey yeni bir şehre gittiğinde kendisiyle aynı düşüncelere ve isteklere sahip olan insanlarla tanışabilmek, çalışabilmek. Diyelim ki benim kafamda bir proje var, yeni bir şey yapmak istiyorum ama doğru insanları ben nasıl bulacağım? TOURIST dışarıya kapalı bir platform, buraya herkes üye olamıyor. Bunun getirdiği kapalılık da aynı zamanda çok büyük bir açıklık aslında üyeler için, çünkü insanlar oradaki üyelere rahatlıkla erişebiliyor, onlarla konuşabileceğini biliyor. Aynı çatı altındasın ne de olsa, aynı kafada olduğunu biliyorsun. İnsanların aradığı bu kişisel ve duygusal bağ, buna erişebilecekleri bir platform… Projelerde ajanslarla çalışınca bazı şeyleri kaybediyoruz, işin içinde bir sürü farklı faktör giriyor ve yapmak istediğimizin özüne bağlı ve doğru kalmak mümkün olmuyor, kontrolümüzün dışına çıkıyor. Bu ajanslar daha çok pazarlama kafasında gidebiliyor, o yaratıcı bireyin yaratmak istediği şey gölgede kalabiliyor. TOURIST onu kaybetmeden iş birliği yapmak, başka sanatçıları tanımak için bir fırsat.  

 

Derler ya teknoloji ilerledikçe, dünya geliştikçe insanlar eskiye dönmek isteyecek. O insanlarla kurulan bağa, o iletişimin daha samimi olmasına bir özlem olacak. O isteği kısa bir yolla üyelere sağlayacak bir platform gibi.  

Aynen! En az iki ayda bir dünyanın farklı yerlerinde TOURIST etkinlikleri yapmak istiyorum ve bu sosyal medya için yapılan etkinlikler gibi olmayacak. İnsanlara bakıp “Bedava içkiye geldi,” veya “Instagram’a içerik üretmeye geldi,” demeyeceksiniz. Etkinliğin olduğu yerde telefon çekmeyecek mesela. Çünkü sen şu an buradasın ve burada sadece elli kişi olabilir. Bu tarz etkinlikler yapıp dünyanın farklı yerlerinde TOURIST markasının kimliğini, görselliğini, komünitesini yaratıp güçlendirmek istiyorum. 

 

Bu dayanışma ve platformdan çıkacak şeylerle ilgili seni en çok heyecanlandıran unsur nedir? TOURIST’in getireceği hangi yenilik için gerekirse birkaç sene daha çalışırdım derdin? 

Güzel soru. Bu ileride oluşturmak istediğim TOURIST festivali. Bu yaz altı festivale gittim, hem araştırma hem de müzik ve eğlence amaçlı. Festivallerde ne işliyor, ne işlemiyor onu görmek benim icin cok onemli. Platformun kendisinden çok memnunum zaten ama aynı zamanda benim için en önemlisi dünyanın her yerinden insanların bir araya gelmesi. İstanbul’daki etkinlikte olacak şey de bu zaten. Meksika’dan, Berlin’den, Gana’dan bir sürü insan TOURIST’i tanıma ve tanıtma amacıyla bir araya geliyor ve bu insanların kaynaşması…  Aslında en özünde olan his, istek bu. Ben insanları bir araya getirmeyi çok seviyorum, zaten işimin bu olmasının sebebi de bu. Belli bir amaç için insanlar bir araya geldiğinde dünyanın en mutlu insanı oluyorum. Fiziksel ortamda birlikte olabilme şansını kaybediyoruz yavaş yavaş. Dijital ortamlarda bir araya geliniyor ama yüz yüzeyken bu insanlar nasıl daha çok birbirleriyle tanışıp bir şeyler üretebiliyorlar, bu festivalle ve etkinliklerle amacımız bunu görüp desteklemek. 

 

 

View this post on Instagram

 

A post shared by @seraares

TOURIST’in kurucusu Sera Akyazıcı

 

 

 

 

 

 

 

 

yazıyı oku

NAE İLE GÖKOVA'DAN BURNING MAN'E

Röportaj: Gümrah Şengün

Fotoğraf:Can Görkem ve NAE

 

Kozmik vizyonlarıyla ürettikleri büyük ölçekli enstalasyonlarıyla tanıdığımız bir ikili, Deni ve Milen Nae. Echoes From Agartha, Big Burn, Klein, Suma Beach gibi eğlence sektörünün hatırı sayılır bir kısmında izlerini sürebileceğiniz sahne tasarımları ve enstalasyonları ile zihninizde yeni kapılar açabiliyorlar. Kendi içlerine dönerek zaman zaman sanata, bazen realistliğe yeltenen özlerini ustalıkla birleştiren ikili, ortaya koydukları eserlerini bir kutuya koymayı reddediyor. NAE Design Studio, yaratıcı kimliklerinin sesini dinleyerek hep değişiyor, derinleşiyor ve öğreniyor. İnsanın göremediğini hissederek ürettikleriyle kurgulayan Milen ve Deni Nae ile tasarım yolculuklarına bakış açılarını konuşurken, bir yandan da Burning Man’e götürdükleri “The Face”in hikayesini dinliyoruz.

 

 

 

Milen ve Deni Nae

 

Gümrah: Öncelikle şunu sormak istiyorum. Uzun bir yolculuktan çıktınız. Nasıl hissediyorsunuz?

Milen: Dinlenmiş hissediyorum ben, günde 15 saat uyuyorum son iki haftadır. Bitmeyen bir uyku var, ama keyfim yerinde. İyi bir noktadayız şu anda. Her şeyin paketlendiği sonbahar “vibes”.

Deni: Yani ben de, bayağı yorucuydu. Yaşadığımız şehirlerden, köylerden uzakta geçen, biri gerçekten ekstrem iki proje sonucunda geri dönüp böyle güzel bir boşlukta olma hali, nefes alma, dinlenme zamanı. Gerçekten fiziksel olarak yorgunluğun günbegün çıktığı bir dinlenme dönemi geçirebilmek, başka bir şeylere koşturmak zorunda olmamak güzel.

Milen: Bitmek üzere zaten, hemen bu hafta koşturmaya başlayacağız yine. O yüzden dinlendik, hazırız. 

 

Gümrah: Eve döndünüz, her şeyi bitirdiniz ve bu esnada mevsim bile değişti. Çok güzel bir tamamlanma hissiyatı var sanki değil mi?

Deni: Kesinlikle. Sadece biraz yazı kaçırdık.

Milen: Kaçırdık, bayağı kaçırdık yani.

Deni: Ama sağolsun Muğlamız bize Kasım’a kadar yazı yaşatıyor.

 

 

Gümrah: NAE ile Klein, Big Burn, Echoes From Agartha gibi eğlence sektörünün hatırı sayılır bir kısmında yarattığınız kozmik enstalasyonlarınızla tanınıyorsunuz. Müzik dünyasından Islandman, Melike Şahin gibi isimler için sahne tasarımları, styling yaparken bir yandan da mimari tasarım projelerinizle karşımıza çıkıyorsunuz. calling’in geçen sene Zülfaris’ta gerçekleşen sinagogun her tarafını kalplerle donattığımız aşk projesinde beraberdik. Bir de üzerine Gökova’nın güzel coğrafyasını paylaştık, yaşadık, dost olduk. Ama şimdi bütün bunları bir kenara bırakıp en başa dönmek ve sizi tanımayanlar için bu soruyu sormak istiyorum. NAE ne yapar, kimlerden oluşur? 

Milen: NAE biziz özetle, Deni ve Milen Nae. Soyadımızdan ilham aldık ve söylemesi çok zor bir kelime olarak kendimize bu ismi seçtik.

 

 

View this post on Instagram

 

A post shared by NAE (@naedesignstudio)

 

Gümrah: Ama görüntüsü ve sesiyle tam olarak tasarım dünyasına ait bir kelime. Sanki siz en başından beri bu tasarım işine girmek zorundaymışsınız gibi.

Milen: Biz de tam olarak bu yüzden seçtik, sanki üç harfli olduğu için kaçamadık. NAE biziz ama çok değişken, yaratıcı insanların da içinde bulunduğu, bizimle her projede yeniden şekil alan, eklektik bir ekip algımız var. Hem çok yakın olduğumuz hem de birlikte çalışmayı sevdiğimiz insanlardan oluşan, yeni tanıştıklarımızla sürekli şekil değiştiren ama özetle ikimizin yaratıcı bakış açısından beslenen bir kreatif stüdyo. Ben enstalasyon sanatçısıyım, o yüzden bazen daha mimari, bazen daha sanatsal olmak üzere arada geçişler yapan farklı farklı projeler yapıyoruz.

Deni: Mimariyle enstalasyonun ve sanatın birleştiği bir yer NAE. Hem ayakta durması gereken büyük yapılar, hem de kreatif, estetik olarak hepsinin bir arada olabildiği strüktürler ve ortamlar yaratabilmeye sebep oluyor bu ikili.

Milen: Aslında şöyle bir tarafı var; geçici işler yaparak başladık. Daha ağırlıklı festival alanları gibi, ilk başta yaptığımız yerler daha kısa süreli işlerdi. Şimdi daha çok mimariye ağırlık verdiğimiz bir tarafa doğru yöneldik, ikisini birlikte kullanıyoruz ve gayet güzel gidiyor. 

 

Şöyle sınırlar var mesela; sanat dediğimiz zaman o deneyim galerilerle veya bir sergi kapsamında ilerliyor, mimari dediğimiz zaman yapılar ve mekânlarla bir yere gidiyor. Biz, ikisini buluşturma peşinde olup ikisini de bir nebze reddediyoruz. Böyle büyük bir reddediş gibi algılanmasın ama o standartların içine girmenin peşinde değiliz, biz yaratıcı olanı beklenmeyen yere getirmenin peşindeyiz.

 

Gümrah: İkinizden de ayrı zamanlarda duyduğum bir cümle hatırlıyorum: “Biz aslında birbirimize zıt karakterleriz”. Bu durum nasıl etkiliyor tasarım sürecinizi?

Deni: Milen işin daha sanatsal ruhunu koruyan, gerçekçilikten uzak ama yaratıcılığa özgürce ulaşabilen tarafta duruyor. Bense daha onun ayaklarını yere bastıran ve işi yapılabilir kılan, gerçekçi tarafındayım. Aslında ikimizin kişisel karakterleri de böyle. Birimiz biraz daha hayalperest, diğeri daha gerçekçi gibi. Bu bir sürü farklı şekilde tanımlanabilir ama kreatif süreçte bu ikisinin dengesi, ikisinin de kuvvetli bir şekilde orada olması hem bir şeyleri hayal edebilmemizi hem de yapılabilmesini sağlıyor. 

Milen: Yani hem uçuyoruz, hem de ayaklarımız yere basıyor. Çünkü işin gerektirdiği denge biraz o zaten.

 

 

Gümrah: Tasarım anlamında nelerden besleniyorsunuz? Şehir haricinde Gökova’da bir hayatınız var mesela. Bu toprakların doğası üretimlerinize nasıl yansıdı, bir şeyler değişti mi? 

Milen: Aslında her şeye İstanbul’da başladık ama o sıralar Deni Norveç’teydi. Bir gün “Deni n’olur gel, acil yardım lazım” dedim. Öyle başladı her şey. Çünkü ben boyumdan büyük işlere karışmaya başlamıştım. Deni de zaten dönmeyi düşündüğü bir zamandaydı. O aslında zaten yoldaydı, doğa içinde zaman geçiriyordu ve onu tercih ettiği bir dönemdeydi. Ben buna çok önem veriyorum hayatta, çok uzun süre ben de öyle yollarda ve doğa içinde yaşadım ama İstanbul’da buluştuk ve burada kurduk her şeyi, zaten İstanbulluyuz. O yüzden birçok anlamda, ilk başta motivasyonumuz şehirdi çünkü eventler, festivaller, markalar her şey burada. Böyle bir hareketin içindeydi kurduğumuz şey. 

Deni: Başlamak için iyi, ama varmak için iyi bir yer değildi. Yani varmak istediğimiz yer orası değildi. Kesinlikle insanın, şehrin ve kültürün kafamızda hayal ettiğimiz projelerin parçası olması gerek. İnsan faktörü çok kritik tabii ki. Ama bunun doğal alanlarda ya da doğal etkenlerle şekillendiği, o ikisinin bir arada bulunduğu projeler aslında en hayallerimizde olan.

Milen: Bizim işlerimizin çoğu boşlukta kuruluyor. Bir ormanda, Kapadokya’da bir vadide, bir beach’te… Açık alan enstalasyonları özellikle en yoğun yaptığımız ve yapmayı sevdiğimiz iş. Onun sebebi de aslında içinde bulunduğu koşullar; hem çalışma şartları hem de işi oraya koyduğunuzdaki o zıtlık. Şehrin içinde aslında buna çok fazla yer yok. Yani evet şehirde bu projeler çok etkileyici bir formatta da sunulabiliyor. Mesela gece kulüpleri de yaptık, yapıyoruz da hâlâ, bundan da çok keyif alıyoruz. Ya da mekanlar yapıyoruz ama doğadaki o boşluğun yarattığı bir kafa boşluğu da var ya hani, burada üretiyor olmanın öyle bir tarafı var. Daha fazla hayal kurma alanı yaratıyor o kafa boşluğu. O da gerçekten şehirde çok olan bir şey değil.

Deni: Şehirde her şey daha gri, çerçeveleri belli, bazı dolulukların arasındaki boşluklara bir şey tasarladığın bir ortamda iken doğada gerçekten hiçbir şeyin olmadığı, sadece doğal elementlerin olduğu bir yere insan faktörünü getiriyor olmak gibi bir şey var. Benim aslında kendi başıma olan yolculuğumda da öyle. Daha önce, Milen ile çalışmadan önce Norveç’e gitmem, Norveç’te sürdürülebilir mimarlık üzerine master yapmam, sonra bu konuda orada çalışmam… Bütün isteğim, aslında kafamda hep hayal ettiğim şey; o mimariyi veya tasarımı, şehrin sıkıştırdığı ya da belirlediği mekanlarda, alanlarda değil; daha açık alanlarda, daha  doğal faktörlere uyumlayarak, o doğal faktörleri öğrenip ona göre tasarım yapmaktı. O tasarım sürecini, doğada ve doğal faktörlerle çalışmayı sevdiğim için yönelmiştim aslında. Şehre dönmem, yani İstanbul’a dönmem, benim için o konuda kafa karıştırıcı oldu ama aslında zaten biliyorduk ki ikimiz de başka bir yere doğru gitmek istiyoruz. Şimdi de ufak ufak, yapmakta olduğumuz iş de bizi aslında o tarafa doğru götürüyor belki de. Milen’in dediği gibi daha açık alanlarda, işte beachler, çöller oldu şimdi, vadiler, dağlar, ormanlar… Oralara gitmek zaten istiyorduk ve NAE’deki yaratıcı beraberliğimiz de aslında bunu mümkün kılıyor gibi.

 

Gümrah: Genellikle ütopik alanlarda deneyimler kurguluyorsunuz, acaba işleriniz daha kamusal bir alanda herkese sunulabilseydi nasıl olurdu?

Milen: Aslında şehirde kamusal alan, benim de her zaman çok ilgimi çeken bir konuydu. Sosyal konularla da çok ilgileniyordum. Kamusal alanlarda üretebilme ihtimalinden keyif alıyoruz ama Türkiye’de şehirler ne yazık ki çok fazla buna alan açan yerler değil. Oldukça ilgileniyoruz ama gerçekten de dediğin gibi bir şekilde, bu tip deneyimlere daha çok alan açan yerlere, haliyle biraz daha eğlence sektörüne yönelmek durumunda kalıyoruz. Şöyle sınırlar var mesela; sanat dediğimiz zaman o deneyim galerilerle veya bir sergi kapsamında ilerliyor, mimari dediğimiz zaman yapılar ve mekânlarla bir yere gidiyor. Biz, ikisini buluşturma peşinde olup ikisini de bir nebze reddediyoruz. Böyle büyük bir reddediş gibi algılanmasın ama o standartların içine girmenin peşinde değiliz, biz yaratıcı olanı beklenmeyen yere getirmenin peşindeyiz. Yani insanlara beklenmedik deneyimler yaşatmak, kalabalıklara bunu deneyimletmek istiyoruz. Kamusal alan bunun için çok uygun ve şehir ölçeğinde işler yapmak çok isteriz, ama şimdilik daha çok eğlence sektörü bize bu fırsatı verebildi.

 

The Face Project, Burning Man 2022

 

Gümrah: Peki esas konumuz The Face projesine gelecek olursak. Her şey nasıl başladı?

Milen: Bu işi ilk defa Suma Beach’te yapmıştım. Aslında üç ölçekte gerçekleştirildi: Suma Beach, Bonjuk Bay ve son olarak da Burning Man. Hiçbiri tam olarak aynı değil ama yüzün öğeleri aynı. Gözler, ağız ve burun sabitken içerdiği öğeler değişti.

 

Gümrah: Suma’dan Burning Man’e nasıl bir geçiş oldu da buralardan çöllere gitti bu iş? 

Milen: İlk başta – ben hiç unutmuyorum – Beşiktaş’ta böyle -1 bir evim vardı. Orada oturup tasarladığım bir işti Face, bayağı tam tersi bir gerçeklikte. Ben çöle koymak istiyordum zaten; bomboş bir alanın içinde olmasını isteyerek, hayal ederek tasarladım. O tasarımın ilk sürecinde de o eklektik şeyin peşindeydim. Sanatta, özellikle her anlamda her türlü yüzün, gözleri olan her şeyin doğrudan insanlarla çok net bir ilişki kurduğunu düşünüyorum. O zaman da buna böyle düşünerek oturdum aslında. İnsanın içine bakan, bir muhataba dönüşen etkinin peşindeydim. Çok sevdiğim arkadaşım Ali’nin gözlerinin fotoğrafını çekmiştik. Kullandığım benim ağzım ve burnum bu arada, böyle bir kompozisyon vardı. Onunla böyle denemeler yapıyordum ve oradan çıktı. İllüstrastonlar Ernst Haeckel’a ait. Ernst Haeckel zamanında Darwin ile beraber çalışmış, ilk kez mikroskobik canlıların resmini yapan bir biyolog ve filozof. İşleri her zaman çok ilgimi çekti, hatta bir dövmem bile var. Haeckel’in çizimlerinden bir deniz anası.

 

Deni: Ernst Haeckel biyolog ama hayalinden mikroorganizmalar çizmeye başladığı noktada artık orada bilim insanından sanatçıya dönüşüyor. Orası da enteresan. Yani, çok böyle hikayeler yoktur diye düşünüyorum.

 

Milen: İlkinde, Suma Beach için yaptığımızda, gerçekten eser bir araya geldiğinde hepimiz çok etkilenmiştik. Yani ben de hayal etmiş olmama rağmen o etkisinin ne kadar güçlü olacağını hiç düşünememiştim. Ve ağaçlara asmıştık, bir dans pistinin içinde yüksekteydi. Sonrasında çok fazla insandan onunla yaşadıkları maceraları dinleyince etkisi daha da kalıcı oldu. Ben Suma’da yıllarca bir sürü farklı iş yaptım, hiçbirinin etkisi bu kadar güçlü değildi. Face ile samimi, içten bir ilişkimiz vardı zaten. Sonra, seneler sonra, Bonjuk Bay’deki boş alanın, yani oradaki denizin, dağın etkisini güçlendireceğini düşündüğümüz için Face’i tekrar oraya kurduk. Yeniden tasarladık, ölçeğini değiştirdik, farklı öğeler ekledik ama en baştan beri bir Burning Man hevesiyle aslında tasarlanmış ve çölün boşluğuna göre kurgulanmış bir işti. Sonra kısmet oldu ve gerçekten de Burning Man’e gitti.

 

 

 

 

 

 

 

Gümrah: Burning Man’de kum fırtınası yüzünden insanlar günlerini sürekli gözlük takarak geçirmek durumda kalıyor. İletişimin en güçlü yollarından biri olan göz temasının bu kadar eksik olduğu bir yerde, sana dimdik bakan bu gözlerle, Face ile karşılaşmak çok etkileyici olmalı. İnsanların tepkilerinin ne olduğunu çok merak ediyorum. Uzaktan durup izlediniz mi ne yapıyorlar, ne oluyor?

Milen: Tabii. Onunla zaman geçirdik çok. Yani evet, insanlar etkileniyorlar. Enstalasyonun ilginç bir durumu var. Fotoğrafta çok iyi anlaşılmıyor çünkü iki boyutlu elementlerden yaratılmış bir iş. Aslında illüzyon deneyiminde çok net anlaşılıyor çünkü her açıdan farklı gözüküyor ve hareket ediyor. Zaten parçalar havada asılı oldukları için rüzgarla etkileşime giriyor. Doğayla etkileşiyor olması bizim için önemli bir kısım çünkü interaktif olmak her zaman dijital bir şey gibi algılanıyor, ama aslında öyle değil. Bir sürü farklı şekilde interaktif şeyler yaratılabiliyor. Yani insanla, doğayla etkileşebilen, suya da tepki verebilir. Farklı bir tasarım… Havayla, rüzgarla ilişkili bir iş aslında ve rüzgarın esintisine göre -ki çok basit bir esinti bile minik minik hareket etmesini sağlıyor- bu da o iki boyutlu baskı olan, el yapımı olmayan o imgeleri bir anda canlı hale getiriyor. O hareketten dolayı, insanın onu yaşıyor gibi algılamasına sebep oluyor. Bir de perspektifle çok şekil değiştiriyor. Yani dümdüz karşısından baktığın zaman bütün resmi algılayabiliyorsunuz gerçekten de ama çaprazdan bakınca ve tüm katmanlarıyla görünce, derinliğiyle bambaşka bir şeye dönüşüyor.

 

Deni: Bir varlığa dönüşüyor yani. Etrafından dolaşıp farklı açılardan bakmaya başladığın an, iki boyutlu bir imajdan  bir varlığa dönüşüyor.

 

Milen: İçine girdiğin zaman da çok farklı ve o yüzden de insanlar gerçekten ona çok çekildiler. Büyük de bir iş olduğu için çok fazla insanın orada durmadan geçemediği bir etkisi oldu, bu çok hoşuma gitti benim. Burning Man’de her yer sanatla dolu olduğu için hepsine bakamıyorsun, yakınına gidemiyorsun, uzaktan deneyimleyip devam ediyorsun ancak. Ben insanların ona çekildiğini görmekten çok keyif aldım, çünkü her açıdan farklı ve “Ne bu şimdi?” dedirten bir etkisi oldu. 

 

Deni: Bir de şöyle bir detayı var: Burning Man’deki eserler genelde çok büyük bir boşluğun içinde yaratılmış enstalasyonlar olduğu için belli bir mesafeden, çok yakınına gidip dibinden bakmadan da aşağı yukarı anlaşılan ve hissedilen, etkisi uzak bir mesafeden de yaşanılan parçalar oluyor. Ama burada özellikle Face’in üzerinde yer alan Ernest Haeckel’ın illüstrasyonlarının detaylılığı insanda merak uyandırıyor ve kendine çağırıyor, yakından bakma isteği uyandırıyor. “Nasıl bir şey bu?”, “İki boyutlu mu, üç boyutlu mu?”, “Oradaki o ufak renk detayları ne?” diye sorgulatma etkisi bence bayağı farklıydı diğerlerinden. 

 

Milen: Bu yüzden de fotoğraftan çok videoda anlaşılıyor aslında hissi. Fotoğrafta bütün eseri algılamak çok zor. Tek bir imge görüyorsun ve üç boyut algısı iki boyutlu olduğu için hep aynı imgeyi görüyorsun aslında. O yüzden de fotoğraflarla çok da tarif edemediğimiz bir hissiyatı var.

 

“Karşında heybetli bir yüz var. Muhatap o. Neyin muhatabı olduğunu tanımlamak çok zor tabii ama bir muhatap yani. Kendinle iletişiminde aslında kendi yüzünü göremediğin ama iç sesinle iletişim kurduğun bir muhatap. İç sesle bir olmanın aslında ne kadar değerli olduğunu ortaya koymak istedik.”

 

Gümrah: Bir de bu esere özel tasarlarnmış bir ses var arkasında değil mi? Gün doğumu ve batımında Rumi’nin sözleriyle seni çağırıyor. 

Milen: Aslıhan Kabukçu tasarladı sesi. Sadece çağırması değil, bir yandan da 12 saat boyunca orada olan bir ses tasarladı. Hatta 12 saat bile değil, Aslı onu 24 saatlik tasarladı ve bence inanılır gibi değil böyle bir iş yapmış olması. Çok sihirli bir dokunuştu. Doğadan seslerle ve ritimlerle birleştirdiği bir arkaplan sesi oldu. Face’in yaptığı çağrının yanında bir de sesin tamamının bir etkisi var.

 

Hiçbir şeyin yaşamadığı bu kuraklığın içinde yüzün içindeki öğeler tamamen doğadan, canlı varlıklar. Bir böcek gördüğümüz zaman hep birbirimize gösteriyorduk çünkü hiçbir şeyin yaşamadığı ve yaşamanın zor olduğu bir yer. Biz bu ses tasarımı ile oraya canlılığı getirmeye niyet ettik. Face’in etkisinin önemli bir kısmı yaşıyor oluşu. Rüzgarın da hareketleriyle o imgelerin hareketlendiği bir esere niyet ettik ve o canlılığı ses çok güzel bir şekilde destekledi. Su, hayvan, böcek ve kuş sesleri gibi dünyanın farklı yerlerinden gelen ve kaydedilmiş birçok sesi oraya getirmek güzel bir histi. Bütün bu hareketi başlatan şey de o çağrıydı. Rumi’nin “Gel, kim olursan ol gel” sözünün “Come whoever you are” tercümesi olan çok güzel bir ses.

 

Bir besteyi yorumladı Aslı, vokallerini de o yaptı. Gün doğumu ve batımında sesin yükseltilmiş bir şekilde kendine doğru çağıran bir etkisi olmasını istedik.  Karşında heybetli bir yüz var. Muhatap o. Neyin muhatabı olduğunu tanımlamak çok zor tabii ama bir muhatap yani. Kendinle iletişiminde aslında kendi yüzünü göremediğin ama iç sesinle iletişim kurduğun bir muhatap. İç sesle bir olmanın aslında ne kadar değerli olduğunu ortaya koymak istedik. Çünkü içimizden kendimizle konuşmamızın çok değerli olduğunu ve en önemli iletişimin orada olduğunu düşünüyorum. Bunun aslında tanrıyla konuşmak gibi bir tarafı var. Ama çok zor ve birbirimizle konuşmak, yüzeysel sohbetler etmek çok daha kolay. Gerçekten ne dediğini anlamak, kendi kendime söylediğim bir sürü şeyi duymak çok zor. Ona bunun için bir tür meditasyonla insanların kendilerini eğiterek duyabildikleri bir yere doğru gidiyor. Ama gerçekten bir muhatap olsa, bir ayna olsa. İşte orada yine kendi yüzümüzü görüyor olduğumuz için bir yabancılaşma başlıyor, çünkü kendine baktığın zaman daha yüzeysel şeyler düşünmeye başlıyorsun. “Ağzım, gözüm nasıl gözüküyor?” gibi düşünceler başlıyor. Ama aslında iç sesin bir naifliği var ve  karşında doğadan parçalarla birleşerek oluşmuş, hem paramparça hem bir bütün olan bir yüz olunca konuşmak istiyorsun. Zaten Rumi’nin de yaptığı çağrı o: “Gel, kim olursan ol gel. Ne günah işlediysen hepsiyle beraber gel.” diyor. Yani hislerin ne olursa olsun o suçlulukla, içindeki o yüzleşmedeki bütün takışmaların hepsinin kabul gördüğü bir yer burası. Havada asılı olmasından kaynaklanan, sanki oraya ait değilmiş gibi, bir obje gibi olmayan bir şey -ne olduğu da tam belli değil- ve o hisle bir bütünleşti. Gerçekten de çok güzel bir deneyime dönüştü, sesle çok bütünlendi. O ses olmadan çok eksikti bence, imge tek başına yeterli değildi, sesle birlikte çok müthiş bir şey oldu.

 

Deni: Bir de bence en çok alınan geri dönüşlerden biri, Burning Man’in sürreal bir deneyim oluşuna uyumlu olmasıydı. Bayağı sürreal bir imaj çünkü karşındaki.

 

Milen: Bu sene Burning Man’in konsepti “Waking Dreams”. Festivalde yer alacak eserlerin bu konsepte sırtını yaslamasını istiyorlardı. Rüyanın içinde uyanmak aslında kendini fark etmekle ilgili – Waking Life filminde de hatırlarsınız belki – lucid dreaming gibi, kendini fark etmek ve rüyada olmak aynı anda olan bir deneyim. Face de buna çok yakıştı. Tam olarak bundan bahsediyoruz biz de çünkü. 

 

Deni: Çöl için tasarlanmış gibi hissedilmesinin, yani “Doğru, buraya çok uydu bu eser” denmesinin en önemli sebeplerinden biri boşluğu kullanış şekli. Yani doluluğu var, bir sürü parçası var ama aslında genel kompozisyonunun çoğu boşluk. O boşluk da aslında çölün arka planda olduğu ve oradan bir sürü soyut anlam çıkabilecek bir parçası onun. Çünkü yer var, ufuk çizgisi  ve gökyüzü var ve dünyadayız ama tamamen bir boşluktayız. Kafanın içi gibi düşünülebilir o. Bir sürü anlamda soyut referansı olan birleştirici bir öğeydi. Sadece çöl, çölün arkada olması, parçaların bir duruşu oluşu değil; bir de boşluğun da o parçalarla birlikte orada olması… Konu Yin Yang’e kadar bir sürü yere gider.

 

Gümrah: Şu an hem Burning Man’in etkisindesiniz hem de bu işi oraya taşımış olmanın… Durduramıyorum sizi akıyorsunuz anlatırken hikayenizi.

Milen: İşle de böyle bir romantik bir bağımız gerçekten var. Burning Man’e gitmemiş olsa da aslında işin üzerimizdeki etkisi böyleydi hep başından beri. Şu anda yerine oturmuş olmasının bir tatmini var tabii ki. 

 

 

 

 

 

Gümrah: Bu yolculuğun en büyük zorluğu ve mutluluğunu duymak istiyorum sizden, ikinizden de ayrı ayrı. 

Milen:  En büyük zorluluğu… hepsi.

Çok ilginç bir şekilde her yeri çok zorlayıcıydı. Biz çok uyumlu ve zorlu durumlara dirençli bir ekibiz. Problem çözmeyi aşırı seviyoruz ikimiz de. Bu arada birbirimizden çok farklı olmamızla beraber çok fazla ortak noktamız da var. Ben o soruda bunları söylemek istiyordum şimdi kısmet oldu. Çok aşırı benzediğimiz bazı alanlar var, tasarımı yaparken de o oluyor. Tasarım dilinde aradığımız şey ortak. Hayattan beklentilerimiz çok benziyor, problem çözmeye yani hayatın bize gelişi ile baş etme şeklimiz de çok benziyor. O aslında bizim mercek altında bununla ilgilenmemize sebep oldu. O kadar çok problemle karşılaştık ki, gerçekten saymakla bitmez. Şaşırtıcı derecede çok fazla. Her adımda olabilecek her sıkıntı çıktı. O yüzden bir tanesini diğerinden ayırmak istemiyorum, hepsini çok seviyorum. (gülüyor)

Bütün sıkıntılarımızdan hepsini bir paket olarak, tek bir şey olarak bahsetmek istiyorum çünkü olacak iş değildi hiçbiri. “Bu diğerinden daha çoktu” desek diğerine ayıp olacak. (daha çok gülüyor)

 

Deni: Hani bir işi diyeyim, ya da herhangi bir şeyle ilgili bir motivasyonun ararken o işi yapmak veya yapmamak, ya da ona doğru ilerlemek ile ilgili biraz gerçekçi ya da biraz elverişli tarafları olmasını bekler insan. Mesela ilk defa Burning Man’e gidiyorsun, dolayısıyla enstalasyon hiç gitmediğin bir yerde. Hiç gitmediğin, çok zor şartların olduğu bir yerde o enstalasyonu oraya kurma cesaretini gösterme, o yola baş koyma motivasyonunu edinmek için. En azından gideceğin yerle aynı ülkede ya da aynı kıtada olsan belki bir yerden tutunursun; ama o kadar bilmediğimiz bir ortam, hiç bilmediğimiz bir ülke…  Orada tutunabilecek tek şey herhalde bu işi daha önce yapmış olmamız ve o tür bir yapıyı kurmayı biliyor olmamızdı -yani sadece biliyor olmamız, kafamızda! Çünkü sonuçta bizim bir ekibimiz var ve o ekiple birlikte bu işi yapıyoruz. Bence kesinlikle en zoru; farklı bir ülkeye gidip orada bir şey üretmek, sonra o ürettiğin şeyin bütün lojistiğini planlamak, hiç bilmediğin şartlarda hiç bilmediğin bir yere onu götürüp kurmaya çalışmaktı. Evet, hepsi ama belki de en zorlayıcı yeri kendi elimizle yapmış olmamız.

 

Milen:  Ölçek, elimizle kurmaya alışık olduğumuz ölçeğin ötesindeydi. İkimiz de el işine zaten çok yatkınız, zaten bunu yapıyoruz ve yıllarca da yaptık ama…

 

 

 

Gümrah: Boyutları neydi tam olarak eserin?

Deni: Yüksekliği 4.5 metre. Genişliği de aşağı yukarı 12’ye 10, 12’ye 9 gibi.

 

Milen: Ölçek büyük, detayları çok fazla ve ekibimizden bir kişiyi mutlaka götürecektik ama Amerika vizesi mevzusu çıktı. Pandemi sonrasında bir sene sonrasına vize tarihi veriyorlardı ve bizim kendi vizemiz olduğu için biz ikimiz Evrim’le beraber gidebildik. Evrim daha teknik kısımlarla ilgili olduğu için aslında kurulum kısmının %90’ı, belki daha da fazlası, bize kaldı. O da gerçekten sınırlı bir zamanda. 2 ay önceden gidip kurmaya başlasak, zamanımız olsa falan tamam ama biz sınırlı bir zamanda, sınırlı bir bütçeyle -yani gerçekten sınırlı bir bütçeyle- kendi şartlarımızla elimizden geleni yaptık. Tabii ki bu süreçte bize inanılmaz destek olan iki tane çok kilit insan var, onlardan bahsetmek istiyorum. Biri Alper Nakri, diğeri de Blue Nectar Selin Çamlı. Selin de Alper de Los Angeles’ta. Selin çok uzun süre Los Angeles’ta yaşadı, şimdi Akyaka’da zaman zaman beraberiz; Alper de benim yuvadan arkadaşım, o da Los Angeles’ta yaşayan bir sanat yönetmeni, bayağı çocukluk arkadaşım yani. O ikisi olmasa zaten yapamazdık, kesinlikle mümkün olmazdı. Onların bize sağladıkları koşullar, verdikleri rahatlık zaten bizim bu cesareti göstermemizi sağladı. Yoksa “biz bu işi yapamıyoruz” deme noktasına da geldik gitmeden. Yani “Nasıl yapılacak? Gerçekten ekibimizden birilerini götürmeden mümkün değil” dediğimiz bir yere geldik bazen. Çok ciddi anlamda sevdiğimiz insanların desteğiyle aslında yapabildik bu işi, ama eninde sonunda bunu yaparken ikimiz baş başaydık. Yani işin kendisini, ucunu tutarken ikimizdik. Oranın fiziksel olarak sıkıntısı çok büyük. Zaman olsa rahatlayabileceğimiz veya destek olsa rahatlayabilecek bir projeydi ve ikisi de yoktu. Biz gerçekten uykusuz ve sakatlanmış bir halde,  ben el-kol sakatlığı, Deni’de bel-sırt sakatlıkları şeklinde geri döndük ama hâlâ bir nebze sağlamız, %90 tek parçayız.

 

 

 

 

Gümrah: Sadece iki kişilik bir dev kadroydunuz yani…

Milen: Evrim Tüfekçioğlu’nu da özellikle söylemek istiyorum. Üç kişi gittik. kesinlikle Evrim’in gelmesi de inanılmaz önemli bir destekti. Gerçekten bizim hiç anlamadığımız ve anlamaya çalışsak da anlayamayacağımız konuda destekti. Malzemeden biz çok iyi anlıyoruz – yapısal fizik, fizik kuralları bizim en rahat ettiğimiz konular- ama jeneratör, elektrik, ışık, ses… hakim olduğumuz alanlar değil. Evrim de Suma Beach’in, Big Burn’ün yaratıcısı, benim eski patronum ve çok sevdiğim bir insan. Bizi bütün teknik detaylarda o kurtardı. Bize üç kişi daha lazımdı, biz böyle üçümüz bir şekilde altından kalktık.

 

Gümrah: Söyleseydiniz ben gelirdim.

Milen: Valla önümüzde projeler var Gümrah, bekliyoruz.

 

Gümrah: Peki The Face’ten başka Türkiye’den gelen bir artwork var mıydı?

Milen: Aslında bu Türkiye’den giden ilk sanat eseri Burning Man tarihinde. Türkiye’den katılan ilk sanatçı – yani Türk – Alper, daha önceden bir proje yaptı Burning Man’de. Los Angeles’ta yaşayan o da honorary almış bir Türk sanatçı. Ama Alper’in yaptığı şey daha çok kurulan bir görsel, enstalasyon değildi, daha deneyimsel bir şeydi. Ama evet, Türkiye’den giden ilk işti. Yani aslında iş zaten kendini Burning Man’e götürmek çok istiyordu. Bir de bir yerden sonra Face’in kendisinin bağımsız biri olduğuna kesin karar verdik. O bizden bağımsız hareket ediyor, biz de ona uyuyoruz; yani Face gitmek istiyor, biz tamam diyoruz, elimizden geleni yapıyoruz.  Ya da Face diyor ki “Şu şekilde kurulması lazım”, tamam diyoruz… Öyle bir diyaloğa dönüştü zaten ve iş kendisi çok gitmek istedi. Biz de elimizden geleni yaptık açıkçası.

 

Gümrah: Şu an bir yerlerde uyuyor The Face herhalde?

Milen: Büyük bir kısmı uyuyor. Eserin büyük parçalarının çoğu aslında bağış yapan insanlara hediye edildi. Parça parça olmasının da öyle bir güzelliği var, çünkü her parçanın kendisi zaten bir eser gibi. Yani tek parça olarak alıp onu duvara astığınız zaman zaten çok etkileyici bir güzelliği var. Projenin başında üretim için bir bağış toplama kampanyası başlattık ve aslında bütçenin büyük bir kısmı bu şekilde sağlandı ve şu anda parçaların çoğu bize destek olan insanlarla beraber.

 

Bu parça parça olma hali, genelin birliğiyle ilgili de bir tarafı olduğu için hepimizin birbirimizden ayrışık ama bir arada olduğumuza dair bir çağrıyı da beraberinde getiriyor. Biz onu birleştirdik ve sonra parçalarıyla dünyaya, insanlara dağıldı. Çok farklı yerlerde şu anda parçaları. Onun da sembolik bir tamamlanması oluyor iş bittikten sonra. Yani her parçanın biriyle beraber evine gitmiş olması ve dağınık bir şekilde farklı yerlerde de var olmaya devam ediyor olması sanırım en doğru hali – yani onu kurmaktan çok. Çünkü, dediğim gibi, işlerin bir nebze geçici olması bizim işimizin bir parçası. Her zaman olmasa da çoğunlukla. Kaldırıldıktan sonra dağılıp hâlâ bir yerde o etkisine devam ediyor olması bence çok önemli.

 

Gümrah: The Face’ten kalan zamanda bir Burning Man deneyimi yaşayabildiniz mi?

Milen: Elimizden geleni yaptık, çok yorgun olmanın dışında. Gerçekten koşulları çok zor bir seneydi bu sene. Yani daha önceki senelere göre çok ciddi kum fırtınalarının olduğu -insanların paylaştığı bilgiler bunlar tabii, biz buna çok hakim değiliz ama- çok sıcak hava dalgalarının olduğu bir zamandı. Los Angeles’ta dükkanlar kapatılıyordu sıcaklardan dolayı, biz çöldeydik o sırada. Yani inanılmaz bir sıcak ve üstüne kum fırtınaları ile beraber…

 

Deni: Bir de üzerine çok fazla fiziksel iş. Ama şu andan bahsetmek belki güzel olur. Biz kurmaya başladık, artık dördüncü gün festival başladı ve akşam oldu. Kafamızı bir kaldırdık… 

 

Milen: Ve devam ediyoruz bu arada. Yetişemedik, yani birçok eser yetişemedi. 

 

Deni: Aynen. Yani festival başladıktan iki gün sonra tam olarak bitmişti aslında ama o festival başladığı gün biz de bayağı bir yol aldığımız bir anda, kafamızı akşamın bir saatinde kaldırdığımızda etrafımızda gördüğümüz o görsel şölen! Yani çok çok etkileyici görselliği olan bir ortam. O kadar çok stimülasyon var ki etrafta, orada herhalde bir tür hayatta kalma savaşı, adrenalin durumu da var. O kadar yorgunluğa ve zorluğa rağmen merak daha ağır bastı diyeyim. Dolayısıyla evet, işimiz bittiği andan itibaren aslında sanki hiç yorulmamış, hiçbir şey yapmamışız gibi en azından beş gün bayağı içine girdik ve yaşadık Burning Man’i.

 

Milen: Yani zaten Burning Man’in iddiası içimizdeki çocuğa hitap ediyor olması, herkesin o çocuksu halini dışarı çıkarması için bir fırsat yaratması. Çocuklar için bir şehir gibi ama her yaştan insan var. Tabii herkesin kendi hayal dünyasını getirdiği bir yer. Normalde festivaller bir prodüksiyon tasarımı ile kuruluyor – biz de bu işi yapıyoruz – insanların ne deneyimleyeceğini tasarlıyorsunuz. Burada öyle bir durum yok. Burada herkes katılımcı. Yani aslında kamp kuran veya sahne getiren insanlar da Burning Man’e katılan insanlar. O yüzden herkesin getirdiği bir şeyle birlikte bir festivale dönüşüyor ve bu çok etkileyici. Herkesin iç dünyasını izliyorsun ve çok eğlenceli. Yani bisikletlerin üstünde sana heyecan verecek “o şeyi” arayan çocuklarız merak içinde. Çok müthiş bir deneyimdi.

 

Gümrah: Bu kadar spiritüel bir işten sonra ne yapacaksınız?

Milen: Meditasyon. Ben başka hiçbir şey yapamıyorum şu an. 

 

Gümrah: Ne yapıyorsunuz mesela şu an, üzerine çalıştığınız yeni bir proje var mı?

Deni: Yatış üzerine çok da güzel. (gülüyor)

 

Milen: Derinleşiyoruz. Böyle mi yatsam? Gerçekten neyin üzerine çalışıyoruz… “Echoes From Agartha” önemli bir proje bizim için ve uzun vadede onunla ilgili kurduğumuz hayaller var. Şu anda onunla ilgili bir şeyler de yapıyoruz bir yandan. Yani onun da adını geçirmek çok isterim çünkü benim için-  Deni için de öyle olduğunu düşünüyorum – bizim için hayallerimizi gerçekleştirebileceğimiz çok değerli bir yere evrildi. Orası da müthiş bir oyun alanı. Aşağı kalır yanı yok yani Burning Man deneyiminden. 

 

Gümrah: Peki size şehirden bir köşe ayıracak olsak nereyi ayıralım istersiniz, kamusal bir alan? 

Milen: Kamusal alan…

Ya ben Beyoğlu Anadolu Lisesi mezunuyum. Yani on bir yaşında İstiklal’e gidip gelmeye başladım. O yüzden benim için karşı konulmazdır İstiklal ve Taksim Meydanı. Ama tabii ki enerjisi çok değişmiş olmakla beraber ne zaman büyük kamusal alan desem ben Taksim Meydanına koyduğum kocaman bir sanat eseri düşünüyorum, başka hiçbir şey düşünemiyorum.

 

Deni: Gazhane olur.

 

Gümrah: Deni düşündü ve plan yaptı şu anda.

 

Milen: Ayakları yere basan bir insan o.

 

 

Gümrah: Çöl benim için çok etkileyici bir coğrafya. Hayatımın bir döneminde üstüste ziyaret edip kafa yormuştum bana neden böyle hissettirdiğine dair. Jean Baudrillard’ın Amerika kitabındaki “Çöl, bedenin iç sessizliğinin doğal bir uzantısıdır.” diye tarif ettiği çöl felsefesi ilham vermiştir hep bana. Sizin bu yolculuğunuzu dinlemek de içimdeki çölü uyandırdı bir kez daha. Teşekkür ederim bu güzel sohbet için. NAE’nin gelecek dönemde bize anlatacağı hikayeleri merakla bekliyorum. Başka eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Milen: Daha çoklarını yaratmak istiyorum ben. Burning Man’e gitmenin ötesinde ‘Burning Man like experiences’ peşinde olmamız gerektiğini düşünüyorum her yerde  – burada da ve her yerde! Çünkü aslında bu oyun alanlarına herkesin ruhunun acayip ihtiyacı var. Bu kadar karmaşık ve çelişkili hayatlar yaşarken, özellikle Ortadoğu’da bir yerdeyken ve İstanbul gibi, Türkiye gibi, bu kadar eklektik tarihi, inanılmaz sanatsal derinliği olan bir yerde bizim belli standartlara, belli beklentilere bağlı hayatlarımız olması bence en önemli ilham noktamız olmalı. Burning Man’e gitmek ile ilgili bir şey olmadığını aslında söyleyebilirim gittikten sonra. Zaten hevesimiz de şöyle bir yerdeydi bizim için; dünyanın farklı ve iyi festivallerinin hepsine gitmek istiyoruz, çünkü festival tasarlıyoruz ve bu bizim için önemli. Ama gerçekten esas motivasyon oraya gitmek değil de buralarda, her yerde, sürekli bir şekilde bu çocuksu duyguyu içimizden çıkartacak, bu şaşkınlık, hayranlık ve heyecan hissini yaratacak deneyimler yaratalım, önemli olan o.

 

Milen ve Deni Nae, Gökova

yazıyı oku

VAROLUŞUN USTA KURGUCUSU: JENNY HVAL

Röportaj: Ceren Kahveci

 

Oslo asıllı multidisipliner sanatçı Jenny Hval, sıradanlığa meydan okuyan kompozisyonlar, ütopik görünmekten çekinmeyen görseller ve var olmaya ilişik tartışma konularını ele alan eserleri ile senelerdir dinleyiciyi tutku dolu serüvenlere çıkarıyor. Sanatını sadece bir kutuya hapsetmeden müzik, şiir, yazı ve performans sanatlarıyla kendini sahnede bulan Hval, “sadece kendisi” olmanın tanımını ararken benliğini gözler önünde parçalara bölüyor, hikayelere döküyor. 4-5-6 Kasım’da gerçekleşecek olan Beats by Girlz Türkiye Festivali’nde çevrimiçi söyleşi ile katılımcılarla buluşacak olan sanatçıyla prodüksiyon süreci, sahne kimliği ve bir sanatçının kendini anlama arzusu üzerine konuştuk.

 

Öncelikle merhaba Jenny, seni burada ağırlamak çok özel. Son zamanlarda hayat nasıl gidiyor? 

Hayatım son zamanlarda biraz dramatik, ki normalde hiç böyle değildir! Köpeğim Salı günü çok hastalandı ve uzun bir süredir bunu yenebileceğinden emin değildik… ama şimdi evde ve gayet iyi görünüyor. Bundan dolayı son zamanlarda hiçbir şey yapmaya zamanım kalmadı! Aradığınız cevap büyük bir ihtimalle bu değildi, fakat hayat sürprizlerle dolu.

 

Sektörde farklı kalıplarda çıkardığı eserleri en pürüzsüz ve keyifli bir şekilde birleştiren multidisipliner sanatçılardan birisin. Bir hikaye, fikir, veya düşünceyi hangi formatta dünyaya aktaracağını nasıl seçiyorsun?

Teşekkür ederim. Çok da pürüzsüz bir duruşum olduğunu düşünmüyorum, ama başkalarının böyle düşünüyor olması hoşuma gidiyor. Bu bir şeyleri başardım, doğru yapıyorum demek. Genellikle bir şeye odaklanmayı planlıyorum, bundan dolayı bu daha çok pratikliğe bağlı bir seçim oluyor. Eğer prodüksiyon aygıtlarımı çıkarmışsam, ses kaydı üzerine çalışırım. Eğer yazmaya odaklandığım bir dönemdeysem, bilgisayarımı çıkarıp yazarım. Ama normalde birkaç proje üzerinde aynı anda çalışıyorum ve bunlar birbirini etkiliyor.

 

 

Beats by Girlz festivaline yazılı eserlerin üzerine konuşmak için katılıyorsun. Okuyucunun sesini duymadığı veya seni görmediği, tamamıyla kullandığın kelimelere odaklandığı bir formata olan yaklaşımını nasıl kuruyorsun? 

Senelerce “duyan” veya “duyulmayı isteyen” bir ses bulmaya çalıştım. Duyuların farkında olan bir sesti bu sanırım, tıpkı bir kayıt gibi. Ama müzik benim için yapması daha kolay bir şeydi –  böyle oldu. Müzik yaptığımda her zaman “zaten oradaydım”, anı yaşıyordum fakat kelimelerle çalışırken kendimi yakalamak için daha uzun ve karmaşık bir yol izlediğimi hissediyordum. Şimdi yazının, vücut bulmanın ve kağıttan dışarı adım atmanın hayalini kuran bir sanat biçimi olduğunu düşünüyorum. Müzik ise vücuttan dışarı çıkıp sayfaya dökülmeyi hayal eden, düşünmek için daha çok zaman harcanan bir sanat biçimi. Fakat belki de kağıt da bir vücuttur diyebilir miyiz? 

 

 

Eserlerin, cinsiyet konseptinin özüne inen her şeyi çerçeveliyor diyebiliriz: derin sözlerle aktarılmış, cinsellik, aşk, ve ‘sistem’ üzerine düşünceler. Varoluşa bu kadar sıkıca bağlanmış düşünceleri kelimelere dökebilme kabiliyetini nasıl keşfettin? 

Sanırım bu benim için çok doğal bir şekilde gelişti. Belki de hayatımın başlarında hep müzikle içli dışlı olduğum için. Babam Annette Peacock ve Diamanda Galás gibi sanatçılardan şarkılar dinletirdi. Sonrasında üniversite hayatımda performans ve tiyatroyla beraber şiir ve yazı okudum ve benim okulumda feminist performans sanatlarına çok yoğun bir ilgi vardı. Galiba sesimin doğal bir şekilde hakikati parçalara bölme, cinsiyet ve cinselliğin keşfi ve kendi yumuşak sesli iç monoloğum arasında bir kesişime dönüştüğünü hissettim.

 

Çok güçlü bir sanatçısın. Özellikle bir kadın olarak sektöre giriş yolunu nasıl çizdin?

Her ne kadar belki de hiçbir zaman müzik sektörünün eserlere profesyonel miksaj ve düzenleme ile “yüksek kalite ses” standardı getirmesini anlayamayacak olsam da, her zaman sohbet etmekten ve beraber çalışmaktan çok hoşlandım. Benim hayalimdeki dünyada, eseri yaratıyorsun ve daha doğrudan bir şekilde dinleyiciye iletiyorsun. Fakat müzik üzerine çalıştığımda bu olmuyor, bu şekilde bir etkileşimi en başlarda kendi CD-R’larımı yaptığım zamanlardan beri gerçekleştiremedim. Belki de canlı performans olduğunda bu oluyor diyebiliriz.

 

 

Çıkardığın her yeni eserlerle dinleyicilerini seninle kişisel bir yolculuğa çıkarıyorsun, bazen senin bile tam olarak cevaplayamadığın sorular soruyorsun. Kendini ve etrafını anlamak için çıktığın bu serüveni başkalarıyla paylaşıyorsun, onlar dokunmadan uzaktan izliyor. Bu da birinin bir şeyleri anlamak için verdiği mücadeleyi ihtişamlı bir gösteriye dönüştürüyor. Sen Jenny Hval’ı nasıl tanımlardın, hem kadın hem de sanatçı olarak?

Aslında eserlerimde dinleyicinin bir katılımı, etkisi olduğunu düşünüyorum. Sanatçı olan Jenny Hval, sahnede olan kişi, umuyorum ki hep beraber oynadığımız bir rol, bir yol kesişimi aslında. Belki onunla beraber ya da ona karşı oynadığımız bir rol. Kişi olarak Jenny Hval ise o sanatçı rolüne bürünen biri. Vücudunu, sesini ve oluşumunu ona adayan biri.

 

Eserlerin belli şeyler üzerine olan düşüncelerin üzerine dinleyiciye güçlü fikirler veriyor. Kışkırtıcı olmaktan çekinmiyorsun. Son albümün ‘Classic Objects’te fikirlerinin zamanla ve tecrübeyle değişmesinden bahsediyorsun, mesela evlilik üzerine olan düşüncelerinin. Hiç “belki de bundan bahsetmeye daha hazır değildim” dediğin bir zaman oldu mu? 

Konuştuğum, bahsettiğim şeylerin her zaman farkında olmuyorum. Yazarken yazdıklarımın alacağı tepkileri ya da eserlerimin beni bir birey olarak nasıl portreleyeceğini düşünmemeliyim, çünkü o zaman duygusal ve entelektüel korumacılığım beni yazmaktan alıkoyuyor. Düşündüğüm şeyler sorumluluğum, başkalarına karşı empatim oluyor, fakat tecrübelerim ve bunların nasıl görüneceği üzerine kafa yormuyorum. Bunları bir kenara koyuyorum. Kurgularken, onu yazarken, kelime ve dokularla eser yaratmanın sana teşhis koymaya çalışan terapistinle, seni anlamaya çalışan arkadaşınla, ya da seni korumaya çalışan günlüğünle konuşmakla benzer olmadığını unutmamak oldukça önemli. Dinleyici dilediği kadar farklı düşünce ve bakış açısı arasında gidip gelebilir. Bağlanmanın, anlaşılmanın milyonlarca yolu var. Sanat, etrafındakiler, yapılar ve dinleyici olmadan tanımlanamayacak bir ses ve vücudun keşfedilme alanı. Evlilikten bahsettiğimiz için de şunu soruyorum… gerçek hayatta bile, kim evliliğin onlar için ne anlama geldiğini kültürel, politik, sosyal yapılanmalardan etkilenmeden tanımlayabilir ki? Veya Tanrı? Ya da cinsellik?

 

Hval’ın 2022 çıkışlı albümü ‘Classic Objects’ kapağı

 

Eserlerinle etkileşenlerin senin dünyana kişisel bir kapı açacak olmaları düşüncesiyle rahat olma sürecini nasıl yönetiyorsun? Böyle bir süreç var mı, yoksa bu sana daha doğal mı geliyor? 

Sanırım bu hep gelişen bir süreç, ama eserlerimle etkileşenler gerçekten de benim kişisel dünyama giriyor olacaklar mı?

 

Toplum, dediğin şeylere nasıl tepki veriyor?

Bunu onlara sormalısın, bana değil!

 

Son soru: Şu an sektörde kendilerine yol açmak isteyen kadın sanatçılara önerin ne olurdu? 

Merakınızı kaybetmeyin ve kendinize zaman verin.

 

 

Jenny Hval, 4-5-6 Kasım tarihlerinde Yapı Kredi bomontiada’da gerçekleşecek olan Beats by Girlz festivali kapsamında katılımcılarla buluşuyor. Sanatçı, 5 Kasım Cumartesi günü 13.15-14.00 saatleri arasında Umami Kitap’tan Büşra Mutlu ile çevrimiçi söyleşi yapacak. Hval’ın söyleşisine ve festivalin geri kalan etkinliklerine ücretsiz katılabilirsiniz.

 

 

 

yazıyı oku

DİRENEN SAÇLAR VE BEDENLER: FATOŞ İRWEN

Röportaj: Ecem Arslanay

Fatoş İrwen ile çalkantılı, kimlikli ve ızdıraplı bir mücadele alanı olan kadın saçını, kendi sanatsal pratiği üzerinden, yaratıcı bir direniş biçimi olarak konuştuk. Çocukluğundan bugüne farklı tutsaklık tecrübelerini dinledik, uysal bedenler yaratmaya yönelik zapt etme politikalarına karşı geliştirdiği cevaplardan ilham aldık. Masha Amini’nin başörtüsünü takmadığı gerekçesiyle katledilmesinin ardından yükselen sesleri, molla rejimine biat etmeyen İran kadınlarını ve İran halkını konuştuk, dünya çapında etkili bir dayanışma için anlamlı eylemlilik alanları yaratmanın olasılıklarını düşündük. 

 

 

İnsanlık tarihi boyunca saç, farklı ideolojilerce sürekli zapt edildi. Usturalar, makaslar, saç maşaları, taraklar, fırçalar, tokalar, saç boyaları, şampuanlar, bakım kremleri, asker tıraşları, okul tıraşları, bit kontrolleri ve çeşitli örtünme biçimleri… Çeşit çeşit disiplin aracı var. Nedir dertleri bu üst deri ürünü ipliksi uzantı ile? Hayvanlığımızı hatırlatıyor diye mi bitimsizce terbiye ediliyor? Gözlemlediğim kadarıyla sen gümrah saçlarını en müdahalesiz hâliyle kullanıyorsun. Bunu yaparak içten içte (ya da bilerek ve doğrudan) bir şeylere direndiğini düşünüyor musun?

Kendimi bildim bileli düşünüyorum “nedir bu bitmez dert” diye. Özgürlüğü çağrıştırdığı, ifade ettiği için olduğunu düşünüyorum. Özgürlüğü ifade eden ve çağrıştıran her şeyden öldüresiye nefret ediyorlar. Çünkü özgürlük zapt edilmesi, baskılanması zor olanı çağrıştırır ve iktidarlar, patriyarka için bunlar daima tehdit olarak kabul edilir. 

 

Ben saçları yabani bitkiler gibi hayal ederdim hep. Hani zapt edilmesi o kadar imkânsız ki bu yabani bitkiler sürekli bahçelerden temizlenir ya da yerine göre üzerine beton dökerek yayılması engellenir. Saçla ilgili meseleyi de bu duruma benzetirim.

 

Muhafazakâr öğretilerin, anlatıların içinde büyüdüğüm için sorduğun sorunun cevabı o çocukluktan başlıyor. Kesmenin yasak olduğu upuzun saçlarım oldu hep. Tüm mahalleli, hatta babamın amcası bile bir tas içine koyduğu çaya tarağı daldırarak ıslatır, tarardı saçlarımı. Bu hem rahatlatıcı hem düşündürücü bir ritüeldi. Annemden aldığım bir hediyeydi saçlarım. Fakat annemden aldığım bu hediye, lanetli bir miras gibi yükü ağır bir dünyada olduğumu öğretiyordu her seferinde. Büyümekle ilgili, kadın olmakla ilgili tabii… Bir bebeğin doğar doğmaz her an büyümesine tanık olmak gibi anbean hissedip deneyimlediğim detaylarla yüklü bu saça dair her şey. Şeytani, şehvani olan her anlamın yüklendiği bir alan…  Ergenlik dönemlerimde saçlarımı savurarak gezdiğimde babam çok kızardı mesela. Ben 4-5 yaşlarımdayken saçı yüzünden kafası kırılan bir kadın yakınım bende derin yaradır hâlâ. Erillik ve ataerkillikle, din ile anlamı çeşitli boyutlar kazanan ve benim için de daima bunların ağırlığıyla yaşayıp yüz yüze kalmak zorunda olduğum, bazen çok sevdiğim bazen de nefret ettiğim parçam… O yüzden bırakın kesmeyi dökülen tellerini bile toplardım, atmazdım. Zira hâlâ öyle. Aslında saçlarımı o zamandan beri toplarken o olup bitenleri, tüm o yaraları topladım yıllarca. Kişisel hikâyemle ilgiliydi bu; kökleri derin, toplumsal bir meseleydi. Yıllardır topladıklarım, sanat üretimimin parçası olması, direnmenin bir yolu olarak sahip olduğum ve paylaştığım bir alana dönüştü. Eskiden kurtulmak istediğim bir parçam olan o şey, şimdi işimin bir parçası. Bu da direniş yöntemlerini, yaşamı dönüştürmek ve çoğaltmak ile ilgili. Ve çok etkili, özgürleştirici bir güç oldu benim için. O nedenle çok oynamaya bile ihtiyaç duymuyorum. Kesilince kanadı alınmış kuş gibi, hareket yetim azalıyor gibi hissediyorum.

 

Bu, yıllar içinde yaşamımdaki, coğrafyamdaki toplumsal meseleleri karşılama faaliyetine dönüştü. Bazen bir resmin yüzeyinde yerini alıyor, bazen çıplak teşhir edilen bir bedenin zırhında; bazense o hastalıklı toplumsallığın hastalıklı hafızasınının taşıyıcısı oluyor. Yıllardır topladığım saçları yiyip kustuğum videoda olduğu gibi.Bazen açlık grevi eylemlerinde cezaevinden dışarıya fırlatılan bir gülleye, bazen anıtsal bir anlatıya dönüşüyor. Bazen de tüm bu iktidar aygıtlarını simgeleyen ritüellere ve seslere sadece saçlarımı tarayarak, kendi bedensel ritüelimle, en yalın halimle karşılık veriyor, meydan okuyorum. “Ritüel” (2016) adlı video performansımda bu bahsettiğim unsurları izlemek, duymak mümkün. Bedenin parçası olan her şey bedendir ve her biri özgürlüğe dair ifadeleri kendinde doğal olarak taşıdığı için beden savaş alanıdır, bir direniş alanıdır.

 

Bedenin parçası olan her şey bedendir ve her biri özgürlüğe dair ifadeleri kendinde doğal olarak taşıdığı için beden savaş alanıdır, bir direniş alanıdır.

 

Fatoş İrwen, Şiryan (2012-2015)

 

Direniş gündelik pratiğine de sanatsal pratiğine de çok içkin- ki anladığım kadarıyla cezaevinde tüm bunların birbirine girdiği bir süreç yaşadın. Orada gündelik yaşantın şiirsel bir direnişten ibaretti. Diyarbakır E Tipi Hapishanesi’nin OHAL koşullarında senin sanatsal malzemelerin böcekler, saçlar, duvar katmanları ve bitkilerdi. Ve sonra bu topladığın tüm bu nesnelerin kriminal incelemeye tabi tutulması, senin “oyun”larının ne derece “ciddi” eylemler olduğunun bir göstergesi. Deleuze ve Guattari’nin kavramlarıyla, yargılayan ve yasa koyan “majör” yapılara karşı, yaratan ve icat eden “minör” eylemlilik alanları kuruyorsun. Aslında bu sende cezaevi öncesinde de var olan bir eğilim… 2012’de, parmak izlerini deforme ederek bedenini iktidar aygıtlarınca okunaksız kıldığın “Şiryan” (2012-2015) isimli bir performansın var. Bu süreçlerini biraz paylaşabilir misin? 

Dedim ya, tüm soruların beni çocukluğuma taşıyor yeniden. Çünkü işlerimin kökleri çocuklukta ve bir bütün olarak birer otoportre niteliği taşıyor aslında. Kendi bedensel yapısı içinde sürekli bir eylemsellik halinde. Hep bir hareket, bir çocuksuluk da var esasında. İzlenmesi çok zor olan bu işlerde bile… “Şiryan” temelde çocukluktan beri iğne iplikle elimin dokusunda yarattığım bir deformasyon sayesinde TEM’deki parmak izini kayda geçirmekle görevli olan kişilerin görevlerine engel olmadan görevlerini başaramamalarına neden olmuştum. Görevine engel olsanız ayrı bir ceza gerekçesi sayılabilecek bir veri sunmuş olursunuz, fakat ellerinde olmama rağmen beni okuyamama başarısızlıkları, bir iktidarı devirmekten daha güçlü bir şeye dönüşmüştü o an. Çünkü koşullar eşit değildi. Onun silahı, beni koyduğu hücresi, ellerimi bağladığı kelepçesi ve orada bu vaziyette tutacak keyfi kanunu vardı ama ben karşısında hiçbir şeye sahip değildim bedenimden başka. Bu kadar büyük, dolaysız bir güç birdenbire buharlaşmıştı. Gülümseyerek bakıyordum artık. Çocukluk, bir deneyimler patlamasını korkusuzca yaşadığımız kıymetli dönemimizdir. Korkunun da cahil cesaretinin de had safhasını yaşadığımız dönem… Kollarımızı kanat sanıp uçmaya kalkabiliriz… Sanırım bir yanım o çağımı hep diri tutmaya çalışıyor. Yetişkinliğin o her şeyi bildiğinden emin kibiriyle dalga geçme hâlini seviyorum. Bunu kaybetmek istemiyorum. Çünkü bunu kaybettiğiniz zaman hayal gücünüzü de iradenizi de yok sayıyorsunuz. Bu çok tehlikeli. Etrafımız bu insanlarla dolu zaten. Dünyanın en cahil insanları gözünüze bakarak, her şeyi o kadar bilerek konuşuyor ki… Ya da dünyanın en sahtekâr insanları toplumu dramlarıyla ağlatabiliyor veya en kötüler bile en iyilerin sözlerini, fikirlerini paylaşıyor mesela. Her biri birer iktidar alanı kurmakla ilgili derde sahip. Bu dertle alay ediyor, küçümsüyorum; bu yüzden de bu iktidar alanlarıyla oynamak, yarıklar açmak, şaşırtmak, dalga geçmek politik bir tavır olarak çok kıymetli. Yani elinin derisini diken bir çocuk sonrasında bedenin kodlarını bozan bir eylemsellik içindeki yetişkin bir bedene dönüşüyor. Bu beden hedef olabildiği gibi başlı başına bir silah aslında. Her şeyi ağzına götüren bir çocuk bütün zamanlara, olaylara, olgulara tanıklık eden saçlarını ağzına tıkıyor, kusuyor, eyliyor… Cezaevinde ise çok daha yakınsın kötülüğe çünkü fiziki ve psikolojik olarak artık son noktada olduğunu hissettiğin yerdesin. Ya bunu kabullenip dramını katlayarak cezanı doldururken içini bomboş hale getirirsin ya da zihinsel ve bedensel olarak yeni bir oyun kurma performatifliği içinde ilerlersin. Hep aynı gün döngüsünü dönüştürdüğünü hissedersin. Yani mapus yata yata bitmiyor deyip yeni sorular ve yeni nedenler yaratırsın. Tüm bunlar anlamaya ve özgürleşmeye, yani nefret ettikleri özgürlükle daha da yakınlaştıran eylemlilikler olarak yeniliyor insanı. Hep tetikte olmakla ve anlama çabasıyla geçiyor. Bu çabayla zamanını geçirirken bir öncekinden daha diri, daha zeki ve daha yaratıcı olabilir insan. Ciddi bir üretim sürecimin zaten var olması, oyun kafasında olma hâlim ve işin içine oyuna dair unsurları katmam, bu oyun meselesini daha fazla ciddiye alarak ilerlememi kolaylaştırdı. Oyun ciddi bir iştir yani.

 

Gülle (2017-2020/ Diyarbakır Cezaevi)

 

Kadınlar icin Güvenlik Ağı ve Gülleler, 5. Mardin Bienali 2022

 

İran’da Masha Amini’nin katledilmesinin ardından gerçekleşen eylemleri nasıl değerlendiriyorsun? Bunu feminist bir devrim olarak okuyabilir miyiz? Bu süreci nasıl destekleyebilir, nasıl etkili bir dayanışma sağlayabiliriz? Bir de ilginç bir şekilde, İranlı kadınlar başörtüsü takmama hakları için kanlı bir mücadele verirken, Hindistan’da bazı Müslüman kadın öğrenciler de başörtüsü takma hakları için çalışıyor. İki grubun de istediği şey aynı: seçme hakkı. Barbara Kruger’ın dediği gibi, bedenlerimiz hep bir “mücadele alanı” ve senin mücadele yöntemlerin çok ilham verici. Bu yüzden çok merak ediyoruz görüşlerini… 

Feminist bir eylem tarzı olarak tüm dünya kadınlarının çıkardığı ses müthiş heyecan verici, anlamlı ama devrim demek erken. Ancak, bir zamanların İslami Devrim’le gelen rejimleri ve baskıcı tüm rejimler sallantıda. Kadınlara yönelik saldırılar bu nedenle sertleşiyor, daha da sertleşebilir. Buna karşı tek yol sorgusuzca tüm bu baskılar karşısında tek beden olabilme iradesini göstermektir. Başka yolu yok. Hiçbir devlet, yasa bunlara engel olmayacak; bunun bilinciyle birlikte hareket etmek çok önemli. İranlı kadınların da Hindistan’daki kadınların da istediği şeydeki ortaklık şu: iki taraf da kendilerini engelleyen şeye karşı mücadele ediyor. Kadınların bedenlerine dair, yaşam tarzına dair tüm yaptırımlar eril düzenin yaratımıdır. Tüm mesele başkalarına bir yaşam tarzını dayatan zihniyete karşı birlikte hareket etme iradesini ve enerjisini göstermek olmalıdır. Yoksa dinin de bir erilliğin yaratımı konusuna girersek ve başörtüsünü özgürlük karşıtı bir yere koyarsak ve takmamayı gerekli görüp bu konuda zorbalık edersek tavuk-yumurta meselesinden öteye gidemeyiz. Zira, yıllardır Türkiye’de yapılan buydu. Modernlik travmaları yaşatıldı bazı insanlara. Yıllarca başörtüsü nedeniyle küçük düşürülen insan artık makbul, parlak dönemini yaşıyor. O dönemin birikmiş öfkesine sahip olanlarla yeni ve kindar nesil, başörtüsünü kazanılmış bir hak olarak görerek iktidarın kötülüğüne razı olabiliyor, pek çok haksızlığı ve hukuksuzluğu görmezden gelebiliyor. Kazandığı bu hakkı kaybetmemek için bu imkânı kendisine bahşeden iktidara sımsıkı sarılıyor, politikalarının yanlış olduğunu düşünse bile ve hatta eleştirse bile onu savunabiliyor. O nedenle mesele kişisel olarak başörtüsünden hoşlanıp hoşlanmama refleksleriyle değil, haklar ve iradeye saygı bilinciyle ele alınmalı. Yaşam tarzı dayatan kişi, kurum ve bunun üzerine inşa ettikleri baskı, mobing, doğrudan ve dolaylı şiddet unsurlarından ve mekanizmalarından oluşan sisteme karşı birlikte olmanın hayatiliğine odaklanılmalı. “Radikal demokrasi” dediğimiz şey bu. O zaman örtüyü isteyen ile takmak istemeyenin yan yanalığını mümkün kılan politik tavırla, örtüyü dayatana ve yasaklayana karşı çok daha güçlü durabiliriz. Zira kadın hareketine baktığımızda bu yan yanalığı görmemiz mümkün. 

 

Eylem tarzı olarak saç kesme meselesi bana uzak geliyor bu durum karşısında. Bu tamamen kişisel bir yerden tabii; yoksa, yapılan eylemi boşa çıkarmak gibi anlaşılmamalı. Çünkü kesersem kendimi cezalandırdığımı hissedeceğimi biliyorum. Genelde kesmek bir yas halinde gerçekleşir ya da sizi cezalandırmak isteyenin hedefinde olmuştur hep ve cezalandırmak için saç kesilir ya da kazıtılır. Hep bir cezai yaptırımı imler. Yukarıda bahsettiğim gibi; özgürlüğün, yaşamın sembolü olarak gördüğüm şeyi kesmeyi kendine dönük dramatik bir eylem olarak düşünüyorum. Daha çok dalgalanmasını istediğim şey çünkü. Ama bu da konuşuluyor: “O saç yüzünden biri katledildi, saç yoksa günah yok katliam da yok.” gibi argümanlarla hareket ediliyor. Unutulmamalı ki o günah unsurları hiç bitmeyecek; o nedenle kesmek yerine dalgalandırmayı tercih ediyorum. Kişisel olarak farklı bağlamlarda ele alıyor ve işime o minvalde yansıtıyorum. Çünkü bir eylem alanından bahsediyoruz. Bu alanı boş bırakmamayı tercih ediyorum.

 

Kesilince kanadı alınmış kuş gibi, hareket yetim azalıyor gibi hissediyorum.

 

Dalgalandırmak demişken, Edith Dekyndt’ın 2014 yılında ürettiği Ombre Indigène Part. 2 (Ile de la Martinique) [Yerli Gölge Bölüm 2 (Martinik Adası)] başlıklı eserinden bir kare, bu direnişin müşterek imgesi oldu. Sanatçı bu imge için Martinik kökenli bir Fransız yazar ve filozof olan Édouard Glissant’ın Martinik Karayipleri’nin kültürel ve dilsel kimliğindeki heterojenliğe vurgu yapan créolité fikrinden esinlenmiş. Eserdeki bu postkolonyal bağlamın İran’daki feminist hareketle ilişkisini nasıl değerlendiriyorsun? Sence sanatçı bu konuda nasıl hissediyordur? Sen bir sanatçı olarak aynı durumda ne hissederdin? Ayrıca bu imge senin için ne ifade ediyor? Onunla karşılaşma anını hatırlıyor musun? 

Özgürlüğe, sömürgeciliğe karşı pek çok imgeyi feminist hareketle ilişki içinde okuyorum. Çünkü her biri arasında dolaylı ya da dolaysız bağlar var. Bir zincirin halkaları olarak görmek gerek tüm bunları. Yaşanan haksızlıklar ve özgürlüklerin gasp edilmesiyle, beden sömürüsüyle; kültürel, bedensel, ekonomik sömürü ve kıyımların tarihsel birikiminin sonucu olarak kendini yeniden üretiyor ve her seferinde benzer ve farklı formlarda bu sorunlarla karşılaştığımız için aralarındaki bağı görmekte zaman zaman zorlanabiliyoruz. Oysa her bir mesele bir bedenin parçaları gibidir; ama aynı beden nihayetinde. Bu bakış dünyanın herhangi bir yerindeki bir hak meselesine, faşist bir uygulamaya, kadın, hayvan, doğa ya da bir sömürge meselesine, dünya meselelerine yabancılaşmamamızı sağlar. Birbirimizin yükünü paylaşmak, farkında olmak, anlamak için bu bakışa ihtiyaç var. “Yerli Gölge” işinde insanları ortaklaştıran şey bu bakıştı bence. Sanatçısına sormak gerek nasıl hissettiğini. Bir sanatçı olarak keşke bu sorunlar olmasaydı ve hiç bunları yapmaya ihtiyaç duymasaydık diyorum. Öyle derdim o işin sahibi ben olsaydım da. Çünkü kişisel olarak zorlandığımı hissediyorum bazen. Tüm olup bitenler insanın yaşadıklarıyla birleşince fazla geliyor. Çünkü pat diye “Aklıma şöyle bir şey geldi, hadi bu kez bunu yapayım.” diye çıkmıyor benden. Her bir iş uzun soluklu, yoğun gerçekliği üzerinden çıkıyor.

 

“Yerli Gölge” işi ile sanırım cezaevinden çıktıktan sonra sosyal medyada karşılaşmıştım ve bambaşka bir coğrafyayla kurulan ortak duyguyu hissetmiştim. Kendime yakın bulmuştum. Tüm iktidar yapılarının kanla, yok ettikleri hayatlarla kurdukları ve gururla dikip dalgalandırdıkları işgal bayrakları yerine benim için özgürlüğü hissettiren saçlar dalgalanıyordu. Bu işle ilk karşılaştığımda bunu hissetmiştim. Dediğim gibi mesele, özgürlükten korkma meselesi. Easy Rider filminde iki kişi arasında müthiş bir diyalog vardı hatırlarsanız; 


– Korktular.
+ Onlar senden korkmadı, ifade ettiğin şeyden korktu.
– Onlara ifade ettiğimiz şey saç tıraşı olmamız gerektiği.
+ Hayır, onlara ifade ettiğin şey… Özgürlük.

 

Fatoş İrwen’in işlerini 12 Şubat 2023 tarihine kadar Meşher’de toplam 44 sanatçının yer aldığı “Ben Kimse. Sen de mi Kimsesin?” sergisinde ziyaret edebilirsiniz.

 

yazıyı oku

YERYÜZÜNÜN YARALARININ YEŞİL BİR ÖRTÜYLE SARILMA İHTİMALİ*: 5.MARDİN BİENALİ

Fotoğraf: Ateş Alpar

Yazı: Deniz Tuncer

 

Bu bir sanat eleştirisi yazısı değil, tesadüfi bağlar ve diyaloglar üzerinden bir araya getirilmiş izlenimlerden subjektif bir yorumla 5.Mardin Bienali’ne kısa bir yolculuk.


* Küratör Adwait Singh’in bir röportajından alıntıdır.


Çimenin Vaadi, topraktan bir deniz gibi önümüzde uçsuz bucaksız uzanan Mezopotamya’nın geniş göğsüne yaslanıp içimizi döktüğümüz, paydaşı olduğumuz tüm dertlerimizin bir araya gelmesi gibi… Dertli bir varoluşsal kördüğüm değil, iç döküşten sonra gelen o ferahlama gibi bir his yaratıyor. Bir açmaz değil, bu açmazdan yeni bir düzen yaratma konusunda bir keşif yolculuğuna çıkarıyor. Dertler orada ve varlar ama paylaşmanın getirdiği bir huzur var, paydaşı olduğumuz kırılganlıklar üzerinden birleştiren bir huzur. Pek çok kültürün doğal olarak bir arada olduğu medeniyetler beşiği Mardin’de tüm bunlar da hiç zorlanmadan, harmoni içinde bir araya geliyor.

Dünyanın farklı yerlerinden gelen sanatçıların işlerinin hissettirdiği aşinalık, dertlerimizin ortaklığını ve çözümün birleşmekten geçtiğini hatırlatıyor ve her defasında “Yeni bir düzen ihtimali olabilir mi?” diye sorguluyor. Öte yandan bu birlik olma halinin yalnızca insan ırkının bir araya gelmesi değil bir parçası olduğu ekosistemdeki diğer sistemlerle hemhal olmakla olacağını nazikçe gösteriyor. Kendini üstün gören insanoğluna doğadaki diğer formlardan öğrenecek çok şeyi olduğunu işaret ederken farklı formlar bir arada sorunsuzca yaşayabilirken aynısını yapamayan insanoğluna gözünün önünde duranı gösterip öğrenmeye davet ediyor. Manifestosu okunduğunda biraz karmaşık gibi duran “Çimenin Vaadi” başlığı, deneyimlendikten sonra anlatmak istediği konusunda hiç soru işareti bırakmıyor. Ekoloji, göç, savaş, tarım politikaları (ve diğer politik ikiyüzlülükler), Feminizm gibi her biri yutulması zor lokmaları Çimenin Vaadi teması altında izleyiciye lezzetli bir yemek gibi sunuyor. 

Küratör Adwait Singh’in olağanüstü bir sanatçı ve eser seçimi var. Birbirinden farklı coğrafyaların sanatçıları arasında oluşan harmoni, eserler arasında kurulan tesadüfi bağlar ile temayı müthiş bir şekilde her alana yaymayı başarmış. Yirmi birinci yüzyılın pek çok derdini düşündüren bu başlık izleyiciyi bu bağlar ve harmoni sayesinde hiç yormuyor, ele alınan farklı konuları akılda birleştiriyor. 

Gerek eser yerleşimlerinde gerekse de yerli sanatçılardaki cesur seçimleriyle hissedilen ‘buraya ait bir şey yaratma’ çabasını takdir etmemek mümkün değil. ‘Küresel mülksüzleşme’ kavramını odağına alan bir bienalde ‘Buralılık ne demek?’, ‘Buralı olmak coğrafi ya da kültürel bağların ötesinde gönül bağından geçiyor olabilir mi?’ diye düşünmeden edemiyorum. Bu bağlamda Adwait’in buralı olduğu şüphe götürmez. 

Sizi, “Invited” ile birlikte toplamda dokuz farklı mekana yayılan sergiyi, mekanlar üzerinden aktarmak yerine birbiriyle alakası olmayan eserler arasında kurduğum tesadüfi bağlar ve diyaloglar üzerinden bir araya getirmeyi tercih ederek son derece subjektif bir yorumla Mardin Bienali’ne kısa bir yolculuğa çıkarmak isterim;

 

Romantik politik kalp köprüleri

5. Mardin Bienali’nin benim için en etkileyici işi Kathyayini Dash’ın “Pehram Des Visaal” eseri ve eser etrafında kurgulanan müzik performansıydı. İki mutasavvıf şair Yunus Emre ve Kabir Sahev arasında hayali bir karşılaşmayı görselleştiren sanatçı, zaman ve mekan olarak birbirinden ayrılan bu iki şairin şiirlerindeki benzer motif ve metaforlar üzerinden bir köprü kuruyor. Günümüzün savaş zamanın parçalanmışlığına başkaldırarak kelimelerin kabuğuna kodlanmış ortak anlamlar üzerinden romantik göründüğü kadar politik bir bağ kuruyor. Kumların üzerine sandallardan sarkan parşömen kağıtlarından oluşan yerleştirme, Develi Han’daki mekanında nişlere yerleştirilmiş minik figürlerdeki tütsüler yandığında ve Tarabya Kültür Akademisi desteğiyle gerçekleşen müzik performansıyla birleştiğinde kelimenin tam anlamıyla şairane bir deneyime dönüşüyor.

 

 

View this post on Instagram

 

A post shared by Mardin Bienali (@mardinbiennial)

 

Aralarında üç yüzyıl olan iki şairin hayali karşılaşmasının ardından aynı topraklarda doğmuş ve karşılaşma ihtimalleri pek de güç olmayan iki sanatçının işlerini bu kez saç teli üzerinden bağlamakta beis görmüyorum. Yakın zamanda kaybettiğimiz Selma Gürbüz’ün “Maske”leri ile Fatoş İrwen’in “Kadınlar için Güvenlik Ağı” hem Feminist bir sembol olarak hem de malzeme olarak saç tellerinden bir köprü oluşturuyor. Maskenin verdiği anonimlik armağanının ve bazıları için gerçek benliklerine girmenin tek yolu oluşunun özgürleştiriciliğini ele aldığı bu “Maske” serisinde de görüldüğü üzere saç, Selma Gürbüz’ün her zaman ilgi odağında olan bir unsur. Her ne kadar sanatçı maskeleri feminist cephaneliğin bir unsuru olarak görmüş olsa da bu noktada kendisini Fatoş İrwen’le hayali bir karşılaşmaya götürürken ben saç tellerinden yapılma bir köprüde yürümeyi tercih ediyorum. Mardin sokaklarında bir gece upuzun saçlarıyla karşıma çıkan Fatoş İrwen’in Diyarbakır cezaevinde kaldığı üç yıl boyunca kendi ve kadın arkadaşlarının saç tellerinden toplayarak yaptığı “Kadınlar için Güvenlik Ağı” işine bakarken fiziksel dayanıklılığıyla bilinen bir malzeme olan saçın kadınlara armağan ettiği manevi bir dayanıklık aracı olup olmadığını merak etmeden duramıyorum.

Kadınların hem fiziksel hem de manevi dayanıklılıklarından dem vurmuşken, Server Demirtaş’ın animatronik heykelinin attığı içgüdüsel çığlığın acıdaki mistik ve Sosyalist potansiyellerin keşfine çıkışına kulak veriyorum. Bir başka hayali karşılaşma misali Demirtaş’ın Ursula K. Le Guin’in kendini reprodüktif ve toplumsal zorunluluklardan kurtarmış acuze figürünü anımsatan bu heykeline bakarken kendimi, bilgeliğini temsil eden derin kırışıklıkları ve deforme olmuş bedeninin kadınlara dayatılan toplumsal güzellik algısıyla ilişkisini düşünürken buluyorum. Hiçbir alakası olmamasına karşın pandemi döneminde 65 yaş üstü kişilerin yalnızlıklarıyla bağdaştırılan bu heykelin aslında ana çıkış noktası Server Demirtaş’ın babasının hastalık dönemindeki hisleri olduğunu bilmeme karşın kadın bir izleyici olarak bende bıraktığı iz, ister istemez bu oluyor. Sanatçının kişisel acısı izleyicinin toplumsal acısıyla buluşuyor. ‘Kişisel olan politiktir.’ düsturuyla bir sonraki aşamada toplumsal olayların acısıyla şekillenmiş işlere geçiyorum.

 

Hakları elinden alınmış insanlar 

Nejbir Erkol’un çim eskizlerine bakıldığında önce yalnızca beyaz kağıt üzerinde zarif bitki desenleri gibi görünüyor hikayesini okuyunca ve şanslı olup performasına da tanık olunca bu bitkinin kökleri izleyiciyi çok daha derine götürüyor. Bu çim eskizleri aslında Nusaybin’deki evinin yalnızca 97 adım ötesine düşen roketin, bir önceki gün yağmurdan ıslanan bu çimler sayesinde tesadüfen patlamayışından yola çıkan bu iş, roketin ardında bıraktığı geniş çukurun içinde ters yüz olarak yerlerinden edilmiş çimlere itibarını iade ediyor. ‘Kanyaş’ denen, nerede çıkarsa çıksın sökülen, istenmeyen bu ayrık otu çimler ailesinin hayatını kurtarırken, Nejbir’in yaşadığı her yerde karşısına bir çukur çıkıyor, o da tüm bu çukurlardan edindiklerini hem gerçek hem de kurgusal hikayelerle performatif olarak izleyiciye aktarıyor. Kendi kişisel travmasını, eskizleri kadar zarif bir biçimde aktarırken gördüğümüz ve görmediğimiz toplumsal çukurlarımızı hatırlatıyor. 

Nejbir’in zerafetle aktardıklarını sindirmek için Mardin’in her köşesinde karşınıza çıkan Süryani çöreklerinden yerseniz bu çöreklerin arasından çıkan hurma sizi doğruca Michael Rakowitz’in işine götürüyor. Bienal’de kamusal mekan sınıfında sayılabilecek nadir işlerden biri Mardin’de bir “Topraktan Tabağa” isimli tarımsal kooperatif dükkanında sergileniyor. İçinde yer aldığı dünyayla da son derece uyumlu olan bu eserde Michael, büyük babasının izinden giderek bir dükkan açma işine soyunuyor ve o esnada Irak’a barış götürmekle meşgul Amerika’daki bu dükkana bir türlü çok sevgili Irak hurmasını ithal edemiyor. Bu esnada ülkeden çıkmak için çırpınan insanlar gibi hurmalar da bürokratik engellerden nasibini alıyor ve izlerken bile insanın ruhunu daraltan bu süreçlerde politik iki yüzlülüğü en yalın haliyle izleyicinin suratına çarpıyor. Ama başta da bahsettiğimiz gibi bizi açmazda bırakmak yerine sorular ve yeni dünya düzenleri ihtimalini araştıran bu temaya da paralel olarak hurmalar nihayet dükkana ulaşıyor ve ürünler ulaştığında bir yolculuk hikayesi sorgulama noktası haline gelen dükkan, ülkelerinden yıllardır uzakta yaşayan Iraklıların hikayelerini paylaşma ve yeni bağlantılar kurma noktasına dönüşmüş oluyor. Bu işi Mardin merkezde sahiden de ticaret yapılan bir mekanda izlemek hali hazırda çok etkileyici olan bu hikayeye ekstra bir katman sağlıyor. Rakowitz’in hurma için kullandığı “Soru soran bir meyve ve inanılmaz lezzetliydi’.”  cümlesi bu eser için hislerimi özetliyor. 

 

View this post on Instagram

 

A post shared by Mardin Bienali (@mardinbiennial)

Buna benzer olarak Mardin’in kahvaltı noktalarından ‘Marangozlar Kahvehanesi’nde sergilenen  Thukral&Tagra’nın işi “Ekmek, Sirkler ve Ben” neolibarelleşen Hindistan tarım politikaları eleştirisini ekmeği paylaşmak metaforunu bir oyun haline getirerek sunuyor.  Bu sunumun en çarpıcı yanını da oyun kurallarının yazdığı kağıtların üzerinde gerçekten de birlikte kahvaltı eden insanları seyrediyor olmak oluşturuyor. Kendi coğrafyamızda da son derece aşina olduğumuz gibi yönetimlerin varlığını güvence altına almak için vatandaşlarına ücretsiz ihtiyaç sağlaması stratejilerini son derece eğlenceli ve bir o kadar direkt bir şekilde eleştiren bu iş dünyanın çeşitli coğrafyalarında toplumların ortak dertlerini düşünmeye ve paylaştığımız ekmeğin coğrafi sınırları olmaksızın evrensel bir derdin parçası olduğuna işaret ediyor. 

 

Yükselmekte olan deniz seviyesi 

Elbette evrensel derdimiz yalnızca hükümetler tarafından uygulanan politikalardan öte hangi coğrafi ve sosyal sınıfta olduğumuzdan bağımsız olarak eşiğinde durduğumuz iklimsel felaket. Bu bölümde, gözümüzün önünde olan ama görmeyi mümkün mertebe reddettiğimiz bu gerçeklik son derece çıplak ama bir o kadar da estetik olarak izleyicinin karşısına konuyor. 

Almagul Menlibayeva, “Maveraünnehir Rüyaları” işinde yerlisi olduğu Kazakistan’ın Aral Gölü’nün 60 yıllık Sovyet işgali sırasında uygulanan sulama politikaları nedeniyle yerli halkın Aralkum Çölü’nde yaşamaya itilişini mitolojik bir hikaye ile birleştirerek aktarıyor. Bu son derece sert gerçeklik en yalın haliyle aktarılırken peşine düştüğümüz mitolojik hikayede daha umut dolu ve neredeyse moda filmlerini andıran bir estetikle sarmalanarak kendimizi yabancısı olmadığımız bir görsellikte buluyoruz. Tüm bu hikayeyi bu ekolojik felaket bölgesinde yaşayan küçük bir kızın hayali üzerinden izliyoruz. 

Menlibayeva’nın eserinde gerçekleşmiş bir çevre felaketinin mitolojik aktarımına tanık olurken İpek Hamzaoğlu’nun “Despina” filminde ise gerçeklik ile gelecek arasında geçen bir rüyaya dalıyoruz. Nükleer bir felaketten sağ kurtulan bir genç kızın gözünden ve rüyalarından tanık olduğumuz bu eser, tartışmalı nükleer santralin kurulmasının planlandığı sanatçının memleketi Sinop’ta geçiyor. ‘Düşünce suçu’ nedeniyle düzinelerce düşünür, şair ve yazarın hapsedildiği tarihi kale hapishanesinin bulunduğu Sinop’ta gerçekleştirilen sanatsal araştırma projesinin bir parçası olarak üretilen bu filmde genç kızın hafıza-rüyaları sayesinde bölge tarihini yeniden yazarak yeni umutlar yeşertmesine tanık oluyoruz. 

Başta da belirttiğim üzere bienal temasının en güzel yanlarından biri gündelik küresel dertlerimize ışık tutmasının yanı sıra bu açmazdan çıkabilmek adına bir takım düşünsel pratiklere de yer vererek yeni bir düzen ihtimaline de kapı aralıyor olması. Bu bağlamda küresel ölçekte kendi içimizde (kendi türümüzde) tartışageldiğimiz konuların alanını genişleterek cevabın tam da önümüzde ama bakmadığımız yerde olma olasılığını sorgulayan işlere de yer veriyor.

 

İnsanlardan ötesi 

Jonas Staal, “94 milyon Yıllık Kolektivizm” işinde 635 ila 541 milyon yıl önce karmaşık organizmaların aralarında herhangi bir yırtıcı ilişki olmadan yaşamalarını konu ediniyor. Kapitalist sistemin bize dayattığı güçlü olan kazanır anlayışına zıt olaran paylaşımın esas alındığı kollektivist ihtimalleri sorguluyor.

Deniz Üster ve Burcu Yağcıoğlu ise bu jeolojik dönem araştırmasını daha mikroskobik ölçeğe indirerek “Homo-Scylla” işinde bakteriler arasındaki davranış, sosyal koordinasyon ve iş birliğini inceleyerek hayali bir ihtimal anlatısı sunuyor. İnsanların ve bakterilerin birbirlerinin tabiatlarına karıştığı yeni bir simbiyogenez yoluyla Homo-Scylla’ya dönüştüğü olası bir evrimle insanlığı kendini üstün görme yanılgısından kurtulup diğer tür ve formlarla işbirliğine davet ediyor. 

Rakhi Peswani ise “Ayrılıklar ve Yeniden Birliktelikler” işi ile bizi medeniyetin en başına döndürüyor. İnsanlığı diğer türlerden ayrıştırdığına ‘‘üstünleştirdiğine’’ inandığımız kırılma noktasına; dile dönüyoruz. ‘Bizi üstün kıldığına inandığımız bu iletişim biçimimizin de yeni formları olabilir mi?’ sorusunu Rakhi Peswani,  “Ayrılıklar ve Yeniden Birliktelikler” eserinde son derece anıtsal bir biçimde önümüze seriyor. Birbiriyle alakası olmayacağını düşüneceğimiz form ve imgeler o kadar uyumlu ve bir o kadar büyüleyici bir biçimde sergileniyor ki izleyici incelerken bu yeni iletişim biçiminin ne kadar da olası ve aşina olduğunu hissediyor.  Ve bu noktada izleyici, bu çarpıcı işin tam ortasındayken yeni ihtimallerin varlığını rasyonel olarak anlamaktan öte ezoterik bir biçimde hissediyor.

5. Mardin Bienali, Çimenin Vaadi başlığıyla ele aldığı tüm konularda  içine düştüğümüz bu açmazdan kolektif bir biçimde çıkabileceğimiz umudunu ‘‘yeryüzünün yaralarını yeşil bir örtüyle sarılma ihtimaline dair büyük bir metafor’’ ile yeşertiyor. Tanık olan herkesi düşsel bir önermenin ihtimaline inandırıyor ve yeni bir dünya düzenini yaratmaya davet ediyor. Çokça ihtiyaç duyduğumuz bu umudu içi boş bir pembe çerçeveyle sunmak yerine her zaman her konuda olduğu gibi önce gerçeklikle yüzleştirerek önümüze sunuyor. Kişisel ölçekten küresel ölçeğe tüm dertlerimizle yüzleşmeye davet ediyor.

Siz de yeni bir düzen ihtimalinin peşine düşmek isterseniz bu daveti kaçırmayın, Bienal 20 Haziran’a kadar devam ediyor.

Dipnot: Gönül isterdi ki bu sergi daha fazla kamusal alana yayılarak kapsamını genişletebilse, içinde olduğu şehrin insanına daha fazla dokunabilseydi. Yine de bienalin şehirdeki varlığı pek çok yerel sanatçıya da ilham oluyor, bienal boyunca şehrin çeşitli yerlerinde paralel sergiler yer alıyor. Böylelikle daha fazla izleyici ile buluşma fırsatı yakalayan yerel sanatçıların sergilerini de ziyaret etme fırsatını kaçırmamanızı, sergilerin yanı sıra şehir içindeki ve dışındaki arkeolojik, kültürel, ticari yapıları da ziyaret ederek doya doya büyülenmenizi öneririm. 

Yeni bir dünya düzeni ihtimalinde buluşmak dileğimle,
Deniz

 

Bu büyüleyici deneyimi yaşamamızı sağlayan tüm Mardin Bienali ekibine teşekkürler.

 

 

 

yazıyı oku

SELİM SÜME VE EZGİ BAKÇAY'IN ALELADE DİYALOĞU

Fotoğraf: Can Görkem

Röportaj: Ezgi Bakçay

 

Sanatçı Selim Süme ve küratör, yazar ve akademisyen Ezgi Bakçay, Süme’nin Versus Art Project’te açılan “Transit” sergisi vesilesiyle sohbet etti. Seçkideki çalışmaların gündelik, sıradan ve samimi hâli ikilinin sohbetine de yansıdı.

 

S.S: Bekle, Ne?

E.B: Her gün üzerinde çalıştığım bir şey ama bütün duyularımla çalıştığım bir şey Karşı Sanat. Sanırım ben bu yüzden bununla mutlu oluyorum. Yani belki de neredeyse bir sanatçının kendi enstrümanını bulmuş olmasının verdiği gibi bir tatmin.

S.S: Son derece dürtüsel ve gündelik değil mi peki bu?

E.B: Karşı Sanat’ta geçen başarılı bir gün yani daha çok güldüğümüz, daha çok birbirimizi dinlediğimiz, daha çok anlaştığımız ya da tartıştığımız bir gün bana “iyi bir işmiş” gibi geliyor. O kadar gündeliğin içine batmış bir yerde ki tüm anlamını Leyla Abla’nın pişirdiği çorbada bulabiliyor.

S.S: Ya da ekipten biri geliyor ve etrafı ne kadar dağıtmışsınız diyor. Kaos!

E.B: Evet evet!  Hiçbir yerde yani ne evde ne de bir galeride ya da herhangi başka bir gündelik yaşam alanında olmayan bir tür duygusal ilişkimiz var. Çalışıyoruz birlikte ama bu çalışmaya benzemiyor, hatta bazen çalışmak için işe gitmiyorum. Karşı Sanat’ta sıradan bir gün onlarca misafirle sohbet etmekle geçiyor. O yüzden de tam da böyle. Ben de senin işlerinin bu hâle gelişini anlarken biraz kendi tecrübemi geri çağırarak düşündüm. Gündeliğin içinde parlayan mucizevi bir şey ama çok sıradan. Tonla işin ve ciddi tartışmanın arasında, en sevdiğimiz yemeğin kokusunun mutfaktan gelmesi kadar basit bir şey.

S.S: Bu çok kuvvetli. Anlaması hiç kolay değil ama bir yandan tanıdık geliyor aslında. Büyük ekstazi!

E.B: Bu görüntü denen şey ne? İmgeler boş zamanlarında ne yaparlar? Çalışmadıkları zaman işlevlerini görmedikleri zaman, tatile çıktıklarında, emekli olduklarında mesela. Hani böyle temel bir görevleri var ya, bir şeyi göstermek. Peki bu işlerinden azat edildikleri zaman aylaklık ettikleri zaman, özgür oldukları zaman nasıl bir şeyler yaparlar?

S.S: Yani yokluk, belki anlamsızlık… Hiçlik. Ne o bilmiyorum sanırım. Bir dönem bu sorulara uzun cevaplar vermeye çalıştım. Yüksek lisans tezim, yazdığım makaleler ve açmaya çalıştığım tartışmalar ile bu soruları defalarca kendime sordum. Şimdi sanatta yeterlik tezimde de kurcaladığım konular bunlar. Fotoğraf ve onun anlamlandırılması ilişki ağı. Temsil mekanizmaları. Ancak şu an da üzerinde çalıştığım ve sergilediğim iş bunların dışında daha dürtüsel bir yeri kaşıyor. Anı fotoğrafı. Balık çorbası gibi.

E.B: O kadar her şeyin bir manası varmış gibi ki, alelade şeyler görmek istiyorum mesela. Ahmet Güntan’dan bahsetmiştin geçenlerde. Onun işte o hamlık dediği şey, belki de birdenbire sizi buluşturmuş. Çünkü, hani…

S.S: İki şey var aslında. Bir tanesi Ahmet Güntan’ın kendine yazdığı manifesto diğeri de Anders Petersen’in röportajında söylediği bir cümle. Aslında bunlardan da öte onların şiirleri ve fotoğrafları. Anders ile bizi Halil Koyutürk tanıştırdı. Onların Stockholm’de kurdukları dünyaları çok aşırı ve etkileyiciydi. Eğlenceliydi. Dürtülere işaret ediyordu. Hamdı. Kışkırtıcıydı. Ahmet Güntan’ın şiirleri de aynı etkiyi yarattı bende. Tüm fotoğraf veya şiirler böyle olmalıdır değil bak. Bunu belirtmekte fayda var sanırım. Ayrıca 2013-2019 arası benim de fotoğrafın “oluşma ve temsil” şekillerini araştırdığım bir dönem oldu.

E.B: Yani ben sana bir şey söyleyeyim mi? O dönem olmasaydı bunlar bu şekilde çıkmazdı. Yani bu hamlığa ulaşabilmek için oradan geçmen gerekiyordu belki de. Yoksa şimdi hâlâ burada başka kompozisyonlar yapıyor falan olabilirdin.

S.S: Bunu ben de düşünüyorum. Gerçek bir şey sanırım. Ben de bütün fotoğraflar böyle olmalıdır demiyorum. Desem çok saçma olurdu zaten.  Ama ben şu anda o basitlikten, hamlıktan, alelade olandan daha çok heyecan duyuyorum. Fotoğraf bir sürü alanda kullanılıyor, yazı gibi. Vesikalık da oluyor savaş fotoğrafı da, selfie de. Bir sürü yerde karşımıza çıkıyor ama en temelde bana en yakın ve sıradan gelen anı fotoğrafları oluyor. Düzensizliğin rastlantının içinde bir estetik arayış. Ham olmaya çalışan bir görsel dil, yeni bir medya kurmaya çalışıyorum. Hani basit görüntü falan diyorum ama sen geçenlerde bana bir tane şey yolladın. Bir Instagram hesabı. Necla diye bir teyzenin. Ne kadar gerçek bir hesap bilemem ve ilgilenmiyorum aslında. Aşırı rafine.

 

View this post on Instagram

 

A post shared by Necla (@neclacanal)

E.B: Kadın aşmış durumda. Kelimeleri de işin içine dahil ediyor bu arada. İşte “detercan aldım” yazıyor ve domestosun fotoğrafını çekiyor mutfağın köşesinde ve gerçekten böyle sen buz kesiyorsun. Yani hiçbir şeyin olmadığı bir evrende ilk defa domestosla karşılaşmanın verdiği hazla korku karışık duygu. Necla Teyze rap yapıyormuş gibi…

S.S: Ben o anlamda kışkırtıcılığını çok sevdim. Kendi işimin içinde o kadar hamlığa daha ulaşmış değilim. Necla Teyze idolüm. Bak bu arada Ahmet Güntan’ın alt yazılar ve filmlerden sahneleri kurguladığı kısa video işlerini gördüm geçenlerde. Çok etkileyiciydi. Onlara bir bak Youtube’dan.

E.B: Yani evet, istediğim şey tam bu konuşmalardan sonra sergiye gidip bir fotoğraflarına baksam belki de konuştuğumuz şeyden farklı bir şey göreceğim gibi geliyor. Anı fotoğrafı diyorsun ama hani hiç kimse aslında işte teyzesini böyle hatırlamak istemez. Yani aslında tam olarak anı derken kastettiğin şeyi anlıyorum ama anı fotoğrafı dilinde de değiller. Hâlâ çağdaş sanatın dilini konuşuyorlar.

S.S: Neden biliyor musun? Şöyle yaptım çünkü, bunun bir sebebi var. Şimdi birkaç sene önce oğlum Kerem 4-5 yaşında falandı ve sonuçta ben fotoğraf makinesini elime aldığımda sürekli o da istiyordu makinayı. Bir oyuncak gibi küçük bir makina bu. Eğlenceli bir şey zaten fotoğraf çekmek. O makinayı aldığında neyi nasıl çektiğini gözlemledim uzun uzun. Çok basit ve kuralsız bakıyordu. Çok da düşünmüyordu. Ben de onun bakışını taklit etmeye çalıştım. Böyle söyleyince tabii kavramsallaşıyor ya iş, onu pek istemiyorum aslında. Onun baktığı gibi bakmaya çalıştım temelde. Çünkü onun dünyasında bir şeylerin güzel olması gerekmiyordu o zaman. Şeylerle kurduğu ilişkideki kurallar da tam oturmamıştı. Yani böyle bir dert yok. Mesela yukarıdan aşağı çekebiliyor böyle. Anladın mı? Bir şeyin dibine giriyor veya yere yatıyor oyuncağının fotoğrafını çekmek için. Senin güzel çıkmanla uğraşmadığı için. Bir şey çıksın yeter.

E.B: Ah, Evet! Bu arada şeyi konuşmamız lazım, Ahmet Güntan’ın sana cevabını.

S.S: Referansı açık açık vermek bana çok iyi geldi Ezgi.

E.B: Senin sanatçı özne olmaktan rahatsız olmana da cevap veriyor…

S.S: Evet, sanırım cevap veriyor. Bu sergi sırasında en gerçek tatmini sanırım Ahmet Güntan’ın bana yazdığı elektronik postada aldım.

E.B: İletişimine ulaşmış, ondan sonra sana cevap yazmış.

S.S: Evet, çok gerçek bir yaklaşım. Yaşadığımı hissettirdi. Bundan 17 yıl önce yazdığı bir şeyin birine bugün böyle bir kapı açması. Bundan dolayı iyi hissettiğini yazmış. Ne kadar samimi bir duygu yani bunu söyleyebilmek.

E.B: Ama hâlâ birine ilham verdiğini gördüğünde şaşırmış aynı zamanda da… Bir de hani onun o lafı da var ayrıca.  “Dinleyin bir zahmet” diyor. Duymakla ilgili de kaygısı olan bir yerde.

S.S: Ben de “bakın bir zahmet” diyorum o zaman.

yazıyı oku

EVET CANLI, HAYIR DEĞİL.

Röportaj: Gümrah Şengün


Fotoğraf: Can Görkem Erhan Tarlığ

 

“Canlı ve cansız ayrımının bulanık olduğunu ve canlılığın cansızlıktan meydana geldiğini söylemek mümkün mü?” Merve Morkoç’un 5. kişisel sergisi “Evet canlı, Hayır değil.” bu sisin içinde öğrenilmiş ve ezberlenmiş kavramları form ve madde ilişkisi içerisinde sorguluyor. Küçük Mustafa Paşa Hamamı’nda Up Art Project‘in ilk projesi olarak devam eden sergide, Merve’nin pop-sürrealist çizgilerinin kişisel hikayelerinden ve yaşam perspektifinden ilhamla dönüştüğü çok disiplinli üretimleri yer alıyor.

 

Seni uzun zamandır takip eden biri olarak serginin yer aldığı Küçük Mustafa Paşa Hamamı’na girdiğim andan beri “Evet Canlı, Hayır Değil.”in çıkış noktasının duygusal bir yerden geldiğini hissediyorum. Bu sergiye dair her şey nasıl başladı diye sorsam, biraz anlatmak ister misin?

Aslında ben bu sergiye, sergiye hazırlanmak için hazırlanmadım. Ben hali hazırda günlük çalışma rutinim içinde üretiyordum. Sonra Gözde ile bir pop-up sergi fikrine yükseldik. O pop-up sergi araya corona salgını yasaklar vs ile ötelendi ve sonunda bir ayı aşkın bir süreye yayılmış büyük bir sergiye evrildi.

 

Jacques Monod’un bir alıntısını kullanıyorsun: “Evrende var olan her şey rastlantı ve zorunluluk ürünüdür.” Peki senin çalışmalarında sürece ve rastlantıya ne kadar yer var?

Monod, kitabında her fırsatta insanı bir Yaratıcı’nın kaçınılmaz bir niyeti olarak yerleştiren her dini doktrinin esasen karşıtı olan bir fikir olan, insan varlığında şansın rolünü vurguluyor. Ben bu yaklaşımı hayatın her detayında gözlemliyorum. Yaşamdan ölüme, bir çiçek tohumun bir kültüre dönüşmesine oradan fikire ve oradan tekrar maddeye dönüşmesine kadar budaklanmış ve öngörülemez bu akış benim atölyede çalışma disiplinime de yoğun bir şekilde sirayet etti. Akışın ritmine ve yoldaki sürprizlere açık olarak üretiyorum artık. Neredeyse yolu yürümeyi bıraktım, beni bir yerden bir yere götürmesine teslim oldum. Bu anlamda “rastlantı ve zorunluluk” benim için sadece sergideki işleri değil, serginin üretim sürecinden, kişisel yaşantıma kadar her şeyin özeti diyebilirim.

 

 

Heykellerinin hepsi ileri dönüştürülebilir malzemelerden üretilmiş. Bir de sergide kendi yetiştirdiğin kristallerin yer aldığı bir oda var. Sürdürülebilir ve biyo-esaslı malzemelerle çalışmaya ne zaman başladın? Bu konuda seni en çok heyecanlandıran şey nedir?

Sergideki işlerin sadece bir kısmı bio ve ileri dönüştürülmüş malzemelerden ürettim. Bunların çoğunluğunu heykeller oluşturuyor. Birkaç sene önce kişisel yaşantımla sanatsal pratiğimi, kritik prensiplere konu gelince birbirinden ayırdığımı farkettim bu da beni oldukça düşündürdü. Hayatının her noktasında “zarar verme” ilkesiyle yaşayan biri olarak konu sanat olunca oldukça vurdumduymaz ve kelimenin tam anlamıyla toksik adımlar atıyor olmam, biraz kendimden uzaklaşıp gözlemlediğimde bende büyük bir rahatsızlık yarattı. Bu da devamında bir seri soruyu ve malzeme deneyini beraberinde getirdi. Sanatsal pratikte sürdürülebilirlikten bahsedebilir miyiz? Sanat malzemelerinde toksik olmayan alternatiflere geçebilir miyiz? Bir heykeli yapmak yerine bir heykeli yetiştirmem mümkün mü? Milyarlarca yıldır bu dünyada yaşayan canlıların ortam adaptasyonu ve teknik ustalık ve dayanıklılarından kendime pratik nasıl çözümler çıkarabilirim? Bu sorular oldukça uzun apayrı bir röportajın konusu fakat sergide tüm bu kafa karışıklığından meydana gelmiş yeni malzeme ve bu malzemelerle üretilmiş çalışmalarımı görebilirsiniz.

 

 

İşlerinin çoğunda at figürü öne çıkıyor. Heykel, resim, hatta çok öncelerde yaptığın AR filtreden de hatırlıyorum. Sergide de en arka odada bizi bekleyen bir at heykeli var, Lolipop. Bunun özel bir hikayesi var mı?

At sorusu bana çok geliyor, bu tabii oldukça normal. Bunun kontrolsüz bir durum olduğu söyleyerek açıklamaya başlamalıyım sanırım. Diğer bir yandan atlar konu olunca ben “düz dünyacılar” gibiyim. Atların doğada kendiliğinden var olan milyarlarca canlı türünden biri olmaları fikri bana çok garip geliyor. Mitolojik bir hikayeden fırlamış gibiler. Çok zeki, güçlü ve empatik bu hayvanların binlerce yıldır insan sömürüsü altında yaşamaları bana hep çok acı geliyor. İnsanların cehaletinin ve acımasızlığının nefes alan anıtları gibiler.

“Lolipop” heykeli de biraz bu yüzden lolipop ismini taşıyor. 1930’larda bir yarış atı olan Lolly Pop sahipleri gıda sektöründe ve bildiğimiz bu şeker türüne yarış atının ismini veriyorlar. Bu hikaye beni çok etkilemişti, eğlence için sömürülen bu hayvanın sonra çocuklara ucuz ve zararlı bir eğlence için tekrar pazarlanması baştan sona insan pisliği kokuyor.

 

 

Nadas, Köklenmeye dair, Durmaya dair heykellerinin hepsinin bir gecede ortaya çıktığından bahsetmiştin. Burada bir fikir mi yoksa malzeme miydi seni harekete geçiren?

O seri bir gecede çıktı evet. Fakat bir Picasso yapıştırması gibi özetlenebilir, aslında onlarca yılın sonucunda bir gecede çıkıyor. Yoksa hiç bir iş yoktan yere bir gecede patlak veremez. Beni harekete geçiren çok şey var aslında. Bunu; malzeme, ilham, fikir vs gibi bir çatıda toplayamam. Hepsi, her şey, her hangi bir anda bir araya geliyor, gezegenler hizalanıyor karnım da çok aç değilse ortaya böyle şeyler çıkabiliyor.

 

 

Önümüzdeki günlerde bir de canlı performans sergileyeceksin. “Evet Canlı, Hayır Değil.”e bu performansı dahil etme fikri nereden çıktı?

Bu performans bir sürpriz değil aslında. Aynı seriden video performanslarım ve fotoğraflarım var sergide. Bunu sonunda canlı bir performansa dönüştürmek için daha iyi bir ortam olamazdı sanırım.

 

İşlerinle yaymak istediğin hisler, düşünceler neler?

Aslında bir amacım, öyle ulvi bir hedefim yok. Ben de yaparak yaşıyorum, anlıyorum, öğreniyorum… Sanatçıları insanlar rasyonel olarak bir tanımlamaya oturtmak istiyor ama bu bir refleks bunu unutmamak lazım. Tüm canlı yavrularının oynayarak dünyayı anlaması, dünyaya hazırlanması gibi içgüdüsel bir eylem. Bunu çoğu canlı belli bir yaşa geldiğinde bırakıyor, sanatçılar bırakmıyor.

 

 

View this post on Instagram

 

A post shared by merve morkoç (@lakormis)


Instagram hesabında kendi kendine “Sanat pratiğinde sürdürülebilirlikten bahsedebilir miyiz?” diye sorduğunu hatırlıyorum. Hatta şöyle devam ediyorsun: “Yoksa sanat, ekolojik ve sosyal adaletin üzerinde mi?” Bu sergi ile sorularına cevap bulabildin mi?

Bu sadece sanat pratiğimde değil, günlük yaşamımda da bir büyük soru işareti. Ben bunun üzerine oldukça düşünüyorum okuyorum e tabi tüm bunlar atölyeye de yansıyor üzerine bir de üretiyorum. Fakat bu bir yerde sizi bekleyen bir cevabı olan sorulardan değil.

 

Tüm bu üretim süreci boyunca durdurmayı istediğin kötü bir yaratıcı alışkanlığın oldu mu?

Ummmm tansiyonum düşüp fena olmadan önce acıktığımı anlarsam süper olacak. Çalışırken çok heyecanlı oluyorum, çişimi tutuyorum falan çocuk gibi bunlar sayılır mı?

 

 

Peki şu anda hayatında neler olup bitiyor?

Şu an önümde bir kaç karma sergi var. Performans gününe kadar ona odaklıyım ama sonrasında kolları sıvamam gerekiyor diğer sergiler için.

 

“Evet canlı, Hayır değil.” UP Art Project’in ilk sergi projesi olarak geçmişi 15. yüzyıla uzanan Küçük Mustafa Paşa Hamamı’nda yer alıyor. Sergi 15 Ocak tarihine kadar, Salı-Cumartesi günleri, 11:00-18:30 arasında ziyaret edilebilir.

 

View this post on Instagram

 

A post shared by merve morkoç (@lakormis)

 

 

 

 

 

yazıyı oku

ATLAS

Fotoğraf: Burçin Ergunt

Röportaj: Gümrah Şengün

 

Ruhumuzu besleyen sanatçılar, insanlar ve dostlar komünitesinde en etkileyici ve yaratıcı isimlerden biri Ekin Bernay. Ekin Performistanbul sanatçısı, dans ve hareket psikoterapisti. Geçtiğimiz hafta Londra’nın en prestijli müzelerinden biri Victoria ve Albert Müzesi’nde “Friday Late” programı kapsamında uzun zamandır üzerinde çalıştığı 33 dakikalık “Atlas” performansını sergiledi. Müzenin içerisinde yer alan Raphael’in binlerce yıllık halı karikatürlerinin sergilendiği alanda gerçekleştirdiği performansın haberini aldığımız günden beri Ekin’in ne üreteceğini merakla bekliyorduk ve sonunda Atlas’ın hayata geçiş hikayesini Ekin’den dinliyoruz. Tabii performans öncesi buluştuğumuz Ekin tüm bunları anlatırken, “Atlas” henüz V&A Müzesi’nin Raphael Court alanında, Sistine Şapeli’nin neredeyse birebir replikası duvarları arasında hayat bulmamıştı. Ama Ekin bugüne kadarki en özel performanslarından biri olacağı konusunda oldukça emindi, biz de öyle…

 

Günün nasıl geçiyor? Bu şu an önemli bir soru çünkü çok yakında “Atlas” performansını gerçekleştireceksin. Öncesinde zamanını nasıl geçiriyorsun merak ediyorum. Böyle bir performansa hazırlık sürecinde neler oluyor?

Evet biraz kaotik diyebilirim şu an her şey. Sabah önce float terapisine gittim. Çünkü hakikaten omurgayla ilgili olduğu için bu performans, bu terapi için iyi bir zamanlama diye düşünüyorum yani ağırlığını hissetmemek vücudunun. Gerçekten 1 saat boyunca suyun içerisinde kalıyorsun ve sonunda çıktığında bütün ağırlığını tekrar hissediyorsun, hatırlıyorsun. O yüzden doğru bir zamanlama oldu. Biraz performans hazırlığı gibiydi. Oradan sonra eve geldim ve işte bir kasa ile bu Atlas’ın içerisine oturduğu mermerler geldi. Sonra gittim çekiç aldım. Çünkü kasayı açmam gerekiyordu. Bir yandan Burçin’le fotoğrafları konuştuk. Bir yandan Florence ve Abi ile görüşüyorum iki farklı yerde kıyafetler yapılıyor. Son detayları belirliyoruz. Sonra akşam da koro provasına gittim. Koro üyelerim ile birlikteydim böyle doğu Londra’da bir yerde. Stüdyoya girdim bir reggea şarkısı kaydediliyor falan…

 

 

Herkes seni performans öncesi bir ritüelde zannediyor olabilir ama öyle bir şey yok galiba sen çok yoğun bir tempodasın.

Evet keşke öyle olsa. Aslında olması gereken şu an benim baya böyle kapanıp bambaşka bir halde olmam. Ama her şeyi bir araya getirmeye çalışıyoruz. Çok imkansızlıklar içerisinde hazırlandığı için her şey ve V&A ne kadar büyük bir enstitü olursa olsun ben sürekli çıtayı ve beklentileri yükseltmeye çalışıyorum. Kendimle ilgili bir problem aslında. Daha minimal ve farklı performans da olabilirdi. Ama böyle olması gerekti. Yani bu sefer böyle olması gerekti. Çok geleneksel olarak yapılan bir şey değil aslında performansta bu kadar her objenin, alandaki her şeyin bu kadar detaylı bir şekilde önceden çalışılması. Bir sürü heykel diyebileceğin obje var mesela içerde, o çok klasik olan bir şey değil.

 

 

Bütün bu detaylara geçmeden önce şunu sormak istiyorum. V&A ile nasıl bir araya geldiniz?

Aslında iki sene önce konuşmaya başladık. Tate performansından önceydi. O zaman saçla ilgili bir şey sunmuştum onlara ama müzenin obje korunmasıyla ilgili kurallarından dolayı teknik sebeplerden o performansı orada yapamadık. Sonra iletişimde olalım demiştik. Sonra Tate’in hemen arkasından tekrar konuşup, yapabiliriz hadi hazırız gibi bir noktaya geldi. Belki hepsi bir taş, o onu o onu besliyor. İnsan böyle yaptıkça da bence daha çok alanlar açılıyor. Belki önceki film olmasa V&A yine olabilirdi ama belki Raphael Court içerisinde olmazdı. Oradaki en istediğim alana sahip oldum.

 

Peki “Atlas” fikri nasıl ortaya çıktı? Bu performans için ne kadar çok araştırma yaptığını biliyorum. Nasıl bi fikirle yola çıktın ve nereye evrildi bu fikirler de işler bu noktaya geldi?

Şubat ayında ben ilk bu performans üzerinde çalışmaya başladığımda aslında bir film olacaktı. Omurgaya bakıyordum. Omurga beni çekti. Her şey bütün bilgi oradan akıyor. Acaba bunun içerisindeki bu sinyaller bu kodlar ne? Nereden geliyor? Simülasyon muyuz? Gerçek miyiz? Ama biliyoruz ki orada bir sinyal var. Kafatasını taşıyan ve kafatası ile vücudun diğer taraflarını bağlayan, komutlar veren. Sanki bir elektrik sistemi gibi bir şey hayal ediyorum onun içerisinde. Özellikle bu hayatın daha simülasyon olduğunu düşündüğüm zamanlarda. Ama ben omurgayı araştırırken en son Eylül ayında buraya geldiğimde karantinada daha detaylı bakmaya başladım. Bu arada aylarca araştırdım farklı farklı yerlerden. Ama karantinada böyle beden, kemikler tek tek incelerken annemle konuşuyordum “vücuttaki en güzel kemik nedir?” diye. Annem ve babam doktor oldukları için onları biraz eşeledim bu süreçte. Annem atlasla axis kemiğinin omurganın ilk iki kemiği olduğunu ve tıp okurken masasında bu ikisinin durduğunu anlattı. Bütün omurgada özel isim sadece bu iki kemiğe verilmiş. Bunun bu romantik tarafı da beni çok çekti ve atlas fikrini oradan çekip çıkardım. 

 

 

Omurgaya bu kadar odaklanmanın sebebi neydi?

Sezgisel. Bedeni düşünüyorum. Hep böyle bir şeyi merak ediyorsun. Ben neredeyim, ne hissediyorum? Belki dans geçmişimden ötürü sürekli bedenle çalıştığım için. Sezgisel oldu diyebilirim. Ben ilk başlarda bu performansın ormanların içerisine girip oralarda kaybolacağını düşünüyordum ama beden hep kendine çekti beni. Şimdi fark ediyorum ki aslında pandemi sonrası bu süreçte benim kendi ölümümle yüzleşmemle ilgili bu performans. O içimdeki kemikleri görmek, dışına çıkarmaya çalışmak. Bu performansta bir çok an var. Doğum ve ölüm yolculuğum ve belki sonra neye dönüştüğüm var. Bir cenazeyi andıran bir bölümü var. Biraz hani ben de gideceğim ve bu da geçici hissi. İçimdeki şeyler dışıma çıkacak. Şimdiden içimdeki kemikleri bir parçam olarak sahipleneceğim. Herkes belki farklı yerlerde ve sıralarla hissedecek bu hisleri, bilemiyorum. 

 

Orman bilgeliği ve tasavvuftan ödünç aldım dediğin fikirler bunlar mıydı?

 Şöyle, ormandaki ağa bakıyordum. Dış kabuk fikrini düşünüyordum. Ağaçlara baktım. Karşı bahçede bir ağacı kestiler, ben kütüğü eve taşıdım falan. Sonra kendi röntgenimle onu kıyasladığımda ne kadar benzer olduğumuzu fark ettim. Ağaçlara ne kadar benzeriz? Ormana ne kadar benzeriz? Orman kendi içerisinde o kadar güzel çalışan bir sistem ki. Oralara ilerleyeceğimi düşünüyordum ama sonra insana bakmaya başladım. Bir ağacın bilgeliği ve bir insanın ilkelliği arasındaki ayrımı düşünürken yazın orman yangınları oldu. Sonra onlar öyle yanınca bunu ne kadar bedenimde hissettiğimi fark ettim. Şu an bunu direkt orman yangınlarıyla ilgili yapmayacağım çünkü bu çok taze bir yara. Ama biraz daha nasıl birbirimize bağlanabiliriz? Nasıl orman gibi çalışabiliriz? O zaman neyi fark etmeliyiz? Ben ve öteki çok da farklı değil. O kadar bölünmeye kodlandık ki, bu sistem o kadar öyle çalışıyor ki. Ben bunu biraz kırmak istedim. Özümüze bakarsak, içimizde bir kemik var ve bunlar dışarıya çıkacak. O yüzden sanırım ormandan çok insanlara odaklanmam bu şekilde geldi ve insanlardan tekrar bu atlas fikrine geçiş yaptım. Ama tasavvufla ilgili de hep konuştuğum arkadaşlarım var, fikir aldığım insanlar var. Onlar da bana işte aslında bunun içerisindeki bazı örgülerin ne kadar tasavvufla paralel olduğunu anlattılar. Onların söylediği güzel kelimelerle anlatamayacağım için anlatmaya çalışmak istemiyorum öyle ama yaptığım birkaç konuşmam içerisinde aslında öz, mana ve hakikatle ilgili bazı şeylerin olduğunu gördüklerini söylüyorlar. Ben de öyle inanıyorum. 

 

Senin de yazdığın bir dize var değil mi?

Evet var. Galiba orada da biraz saklı. Geçiciliğimle ve arayış içerisinde olmakla ilgili. Yani kabul etmeye çalışıyorum, geçecek bu. Maalesef.

 

“Aynaya bakıyorum ve geçicilikle yüzleşiyorum.
Verebileceğim tek şey dürüstlüğümdeki hayatım.
Yaşamak yalnız ama yine de sevgi dolu.
Bu benim, devam ediyor, arıyorum.”

 

Performansta kullandığın şarkı, en eski müzik kompozisyonlarından biri olan bilinen Seikilos Yazıtı’ndan geliyor. Bu fikire nasıl bağlandın?

İşte tamamen kazırken, o kazıma içerisinde, aslında direkt müzik arıyorum gibi bir arayışla çıkmadı. O da böyle yine bir keşif anıydı. Bazen ben böyle bir şeyi araştırırken çok başka şeylerin içerisinde kayboluyorum. Oradan da karşıma yine bambaşka bir şey çıkıyor. Merak ettim yani dünyanın en eski melodisi ne? Çünkü belki kendi geçiciliğime de bu paralel bir şey. Yani hepimizin. Dünyanın en eski melodisi Aydın’da bir mermere kazılı bir şekilde bulunmuş ve kimse bu melodiyi bilmiyor. Melodi ve sözleri olan o full kompozisyon, o beste bizim topraklarımızda bulunmuş bir şey ve bir ara böyle bir saksının altında falan duruyormuş. Gidip onu kurtarmışlar oradan. Bu melodi o notasyonlarıyla orada ve sanki herkes bunu bilmeli diye düşündüm ve biraz da o yüzden bu hikayeye onu da taşımak istedim. Hepimiz onu mırıldanabilmeliyiz gibi geliyor, eğer en eski melodi buysa orada da önemli bir bilgi var yani müzik bence çok önemli bir sanat formu ve ciddi bir kodlama, çok güzel bir kodlama. Her şey bedenimizde, böyle frekanslarımızı değiştirebilecek bir şey. O yüzden onu kendime bir mesaj olarak aldım ve bir mezar taşının üzerine yerleştirmek istedim. Bu melodi aslında Seiklos’un yazmış ve hediye etmiş olduğu bir şey. Başında başka bir bölüm daha var benim daha kullanmadığım ama bu Seikilos taşı ben bir imgeyim diyor. Geçici aslında bu değil. O yüzden sanırım bir yandan ileriye bakarken bir yandan da olduğumuz ana bakabildiğim bir şeyleri çekip çıkarıp performansa dahil etmek istedim.

 

“Yaşarken parla
Hiç korkma
Hayat sadece kısa bir süre için var
Ve zaman, hakkını talep ediyor”
Seikilos Epitaph

 

Ama sen bu melodiyi yeniden düzenliyorsun değil mi? 

Evet. Anna Lann benim daha önce çalışmış olduğum sanatçı bir arkadaşım, bunun için orijinal bir beste yaptı. Ama içerisinde Seikilos melodisi de var, melodi zaten çok kısa. Onu olduğu gibi duyuyoruz. Ama daha sonra performans anında canlı bir koro ile farklı insan seslerinin yorumlarını da duyuyoruz. Başka bedenlerden bunun çıkış anına şahit oluyoruz.

Bence bu da onu daha böyle gerçek yapan bir şey. Çünkü mermere kazılı hali zaten var. Seikilos yapıtından ilhamla bu mermerin aynısını “Atlas” performansı için yeniden ürettirdik. Design Elements Co. müthiş bir destekle bize Denizli’de bunları üretip, ne istersek sanki çok kolaymış gibi gerçekleştirip evime kadar yolladılar. O kadar güzeller ki. Ve ben onun üzerinde yatacağım. Böyle mermer bir yatak var. O yatakta olduğu haliyle bu yapıtı onore edeceğiz. Yani Seikilos’un bıraktığı haliyle. Ama bir yandan da bu melodiyi, şu anda yaşayan bedenlerle binlerce yıl sonra nasıl söylerdik, nasıl paylaşırdık diye düşünerek, kendimizden bir şeyler katarak tekrar söyleyeceğiz.

 

V&A’e tüm bu malzemeleri getirebilmek konusunda hiç zorluk yaşadınız mı?

V&A’in belirli kuralları var. Her şeyi çok ciddi bir şekilde inceliyorlar. Tabii ki, doğal olarak, yani orası belki de dünyanın en önemli koleksiyonlarından bir tanesine sahip olan bir müze ve Rafael Court’unun kendisi de öyle. Yani benim olduğum oda, Raphael’in 16. yüzyıl’dan kalan yedi büyük duvar halısı karikatürünün yer aldığı bir bölüm. Yani, o yüzden oraya koyduğumuz en ufak bir şeyi onaylatmamız gerekiyor. Bakteriler olur mu, bu alana yayılırlar mı, eserlere bir zararı olur mu gibi bir sürü detay düşünülüyor. Mesela şu an, her mermer parçası 12 kilo ve totalde 60 kilo ama ilk planımızda her biri 60 kilo böyle 300 kilo falan gibi bir şey olacaktı. O zorluyordu, o yüzden hafiflettik. Ya da belirli şeyler yaparken, mesela organik malzemelerin müzeye girmesiyle ilgili kurallar var. Yine güvenlikle ilgili bir sürü kurallar var. Kullanmak istediğimiz maskelerle iligili güvenlikle konuşmamız gerekti. Her şey böyle çok ileri geri ciddi bir çalışmayla ilerledi. Aslında Şubat ayından beri olsa da çok yoğun olan çalışma Eylül’den beri devam ediyor çünkü proje bir fiziksel performansa o zaman dönüştü. O yüzden oradan sonra tamamen form değiştirdi ve bütün kurallar değişti ve tekrar düşünmemiz gerekti. 

 

 

Peki V&A “Friday Late” kapsamındaki diğer performanslarda da bu kadar detaylı prodüksiyonlar hazırlanıyor mu?

Benim gördüğüm kadarıyla pek böyle olmuyor. Biraz daha anlık, “happening”ler şeklinde. Mesela bazı müzik performansları, workshoplar ya da daha dansa yakın bulduğum şeyler de gördüm orada. Ama biz bu alanı zor elde ettik. Yani böyle yerlere girmek, Türkiye’den gelip burada zor. O yüzden hiçbir zaman böyle hafif bakmadık konuya. Öyle olunca da bu alan bize eğer hayatta bir kere verilecekse, nasıl en iyi şekilde değerlendirebiliriz fikriyle ilerledik, yani benim için önemli olan oydu. Yani bu alanı işgal etmek. İşgal etmek için de çok daha kolay olacak olan şey belki bir ışık altında çok daha sade bir fikirle ilerlemekti ama en derin etkiyle nasıl yapabiliriz diye düşününce böyle bir şey çıktı ortaya bu sefer. Böyle olunca da biraz ciddi bir prodüksiyon gerekti. İşte bazen böyle çıkan iş bizim niyetlerimizin önünde ilerliyor, sonra biz onun peşinden koşuyoruz. Biz dediğim tabii ki ben ve projede benimle birlikte olan herkes. Bu eserde bana inanarak benimle birlikte çalışan çok insan oldu. O yüzden herkese çok minnettarım. Ama sonuçta böyle bir vizyon oluyor ve o da böyle bir ordu gerektiriyor. Şu durumda ordu gerektirdi. Bu yüzden biz de bir ordu olduk.

 

Bu kadar güzel ve yetenekli insan nasıl bir araya geldi bu proje için? 

Ekip şöyle bir araya geldi, hepsi benim birebir bu yolda beraber olduğum insanlar, farklı sebeplerle. Bazısı daha yeni hayatıma giren bazısı daha sonra hayatıma giren ama aynı şeye inanıp, uyumlandığım insanlar ve hepsi gerçekten işlerinde çok çok iyiler. İşte bazen böyle taşların yerine oturması gerektiğinde oturuyor. Yani çok duygusal. Güzel bir ekip. Sesten o enstelasyona, üzerime giyeceğim farklı farklı şeylere kadar. Yani şu an Whatsapp’ta on tane falan grup var sadece bunun için. Teke tek yazışmalar, gruplar, subgruplar falan böyle bir delilik. Kendi ufak ormanımız gibi olduk. Herkes kendisinden çok fazla vererek çalışıyor. Sanırım hepimiz için önemli. Bir de başka bir güzel tarafı herkes dünyanın farklı yerlerinden. Yani farklı ülkelerden olup böyle bir şeyi doğurmak böyle bir alanda, o da bence çok güzel bir şey. Performistanbul ile bunu gerçekleştirmek benim için gerçekten çok önemli. Aynı zamanda Faruk Sade’nin ismini oraya taşıyacak olmaktan da gurur duyuyorum.

 

 

Performansın sonlarına doğru giydiğin 3D omurga kıyafetin  yeni bir bedene mi çağrışım yapıyor yoksa şu anda içinde bulunduğun forma son bir övgü mü?

Şimdi çok güzel bir soru çünkü ben de tam olarak bilmiyorum. Belki de hepsi. Aslında bu belki zamanı biraz daha lineer olmaktan çıkarmak o an içerisinde. Çünkü çok aslında fütüristik bir görüntü bir yandan da hani böyle sanki eski kabilelerde insanların üzerilerine taktıkları emekler gibi de bir yandan. Sanırım içini dışına çıkarırken, hem biraz önce ve şu anda olanlar ve biraz da sonra olacaklarla ilgili. Üzerime taktığım 3D kemiğin üzerine bir şey kazıdık. ”An axis of this simulation” yazıyor. O da aslında performans esnasında görülemeyecek bir detay. Kimsenin göremeyeceği ama bizim yine de kendimize koyduğumuz küçük notlardan. Çok geçmiş ya da gelecek diyemem çünkü hepsi. O yüzden aslında ikisini de yakalamışsın. Hepsi olduğunu yakalamışsın. Çünkü bu çıkacak daha sonra dışarı. Ben gidince bu çıkacak dışarı. Ama şu anda da var ve o olan şey benim bütün bunları yapmamı sağlıyor. Benim o dikelmemle birlikte oluyor aslında. Fiziksel olarak bu bazı insanlar için mümkün değil ama bu demek değil ki herkes için geçerli çünkü içimizde o yapı yine de var. Fiziksel olarak herkes bedenini benim gibi hareket ettirmeyecek ama işte yapı taşlarımız aynı. O mikro dünya da beni çok ilgilendiriyor. En başında Atlas ile başlarken her şey küçük bir toz parçasıydı. Hepimiz öyleydik. Ve ona geri dönüyoruz. En küçük nokta da çok büyülü. Böyle çok içine girip çok dışına çıkan arada bir yerdeyiz. Varmış gibi.

 

 

Kostümlerini kimlerle beraber tasarladın? Nasıl bir fikirle ortaya çıktılar?

Kostüm üzerine iki kişiyle çalıştım. Biri giyilebilir teknoloji dediğim kısmı yani üzerine giyeceğim o kemikleri üreten Abi Sheng. Saçlarıma takacağım kemikleri üretebilmek için birisini arıyordum ve bir arkadaşım Abi’yi önerdi. Baktım ki Abi de meğer son birkaç senedir omurga üzerine araştırmalar yapıyormuş. O yüzden Abi ile biz hemen aynı şeyleri düşünmeye başladık. Eksoskeleton. İşte bedenin özü. Çok hızlı bir şekilde sanki böyle çok eskiden tanıdığım bir insanla çalışıyormuşum gibi üretmeye başladık. Ama aslında birkaç aydır hayatımda olan birisi. Çok yetenekli.

Florence King de mezar taşına doğru yürüdüğüm sahnedeki yedi metrelik kuyruğu olan elbisemi yapıyor. Daha önceki performansım için de birlikte çalışmıştık ve çok yakın bir arkadaşım. Buradaki kıyafetimin önüme doğru uzayan bir kuyruğu var. Bütün bedenimi tekrar uzatan, alana yayan ama bir yandan da iz bırakan bir tasarım. Ben geri geri yürürken önüme doğru uzayan o kuyruk, arkada bıraktığımız hayata ve yaşadıklarımıza bir referans yapıyor. İki yol ayrımı var orada, o yola bakarak geri geri yürüyüşümü biraz da olsa üç boyuta döken bir şey. Biraz da gelinliğe benziyor yalan söyleyemeyeceğim. Sanırım kendimle de biraz evleniyorum ölmeden önce.

 

 

Peki başındaki kemiklerin sembolize ettiği bir şey var mı?

Başımdaki kemikler aslında atlas, aksis ve diğerlerine bir teşekkür gibi. Şimdi yedi kemik var burada. Boynumuzdaki cervical spine aslında o boyun ve kafanın kaldırılması ve yine biraz daha insan olmakla ilgili. Ve yine Atlas’a referansla dünyanın bütün ağırlığını taşıyan şey o boyun ya. Dünyanın ağırlığı derken kafamızın içindeki dünyanın ağırlığı, aklımızın içindeki dünyadan bahsediyorum. O yüzden boynumuza bir teşekkür gibi. Biraz daha içgüdüsel. 

Bir diğer taraftan ben yıllardır saçımı bu şekilde çubuklarla topluyorum ve saçım da varoluşumun büyük bir parçası diyebilirim. Onlar benim uzantılarım oldu. Uzun saçlılar anlayacaktır nasıl hissettirdiğini. Bu yüzden bu çubuk meselesini de reforme etmek istiyordum. Bu performans için araştırmalarım devam ederken Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ne gitmiştim ve orada da gördüm ki aslında Anadolu’da da böyle bir toplama şekli var, Mısır’da da var. Tabii ki Çin’de de var. Bir sürü yerde zaten saç çubukları kullanılmış. O yüzden bunu geri getirmek, geçmiş kültürlere sorular sormak istedim. V&A dünyadaki en önemli tasarım koleksiyonlarına sahip müzelerden bir tanesi olduğu için bu soruyu burada sorabilmek de önemliydi aslında. “Güzellik adına ne diyoruz?” gibi…

 

Her şey çok fazla planlı, sen aslında bütün performanslarında içinden geldiği gibi, doğaçlama hareket eden birisin. Orada bütün bu planın dışında gerçekleştireceğin bir şey olur mu?

Yani aslında şöyle, habitat çok belirli ve aklımda bir fikir var. Başında az çok nasıl bir başlangıç, nasıl bir orta yapacağımı biliyorum, sonuna doğru da bir hayalim var ama öncesinde hiç bir prova alınmıyor. Sonuçta ben bu performansı ilk defa cuma günü orada yapacağım. O yüzden her şey ben o odaya girdiğimde ve iki yüz kişi bana yüzünde maskelerle bakıyorken yaşanacak. Ne olacağı tabii ki belli olmaz ama ne kadar dışına çıkarım? Mutlaka çıkarım biraz dışına diye düşünüyorum. Bu konuyu sonrasında tekrar konuşalım. 

 

Geçenlerde çok da bir şey değişmedi notuyla çocukluğundaki bir performans videosunu paylaştın, hareketlerindeki benzerliği görmek mümkün, sence doğduğundan beri ifade etmeye çalıştığın bir şey var mı?

Yani bilmiyorum belki var ama belki de bunu bilmiyorum. Çok da ne yaptığımı bilmiyorum. O kadar sezgilerimle ve duygularımla hareket ediyorum ki sonradan entellektüel bir şekilde konuya baktığımda özünde aslında sanatın iyileştirici olduğuna inanıyorum ve üretmenin de hayatımızdaki bütün diğer o korkunç şeyleri dengelediğini düşünüyorum. O yüzden benim hayata karşı sorumluluğum olabildiğince özgün bir şekilde, bir şeylere benzemeye çalışmadan olabilmek. Birincisi olabildiğince özgün olmak, kendime olabildiğince yakın olmak ikincisi ise bunu insanlara gösterebilmek ki ben bu metotla iyileşiyorum bakın bunu beraber yapabiliriz diyebilmek. Çok da yapılamayacak bir şey değil. Sadece benim yöntemim bu, bana yakın olan bu ama hepimizin içinde var olan bir şey. Yani hepimiz için daha özgür, daha sevgi dolu bir yaşam hayal ediyorum herhalde bu da benim için bir oyunun içerisinde oluyor. O bana göre çok iyi olan her şeyi bilerek yaşadığım ciddi bir oyun.

Mesela şimdi o video ile bugün arasında ne fark var? Yine orada da bembeyaz böyle altında siyah bir şey var bugün burda da bütün vücudumu saran çok benzer bir kıyafet giyiyorum. Neredeyse yirmi beş sene önce falan yani on yaşlarındayım. Ne fark var? Ciddiyetim çok aynı ve o tuhaf geliyor bana. Bu ciddiyeti nasıl hissetmişim orada, önemini anlamışım… Bu bir kanala bağlanmak gibi heralde. Hepimizin içinde bu kanal var, bana özel bir şey değil. Bu akışta olan sporcunun da, müzisyenin de, halı dokuyan bir insanın da girebileceği bir kanal. İşte oraya daha çok insanı çağırmak ve paylaşmak o alanı herhalde. 

 

Peki çok klişe bir soru soracağım ama bu performans senin için ne ifade ediyor?

Atlas özelinde yaşadığım, varolmam. V&A’in o alanına kendimi oradaki bir heykel ya da bir resim gibi koyabilmek. Biraz o sanırım. Belki fotoğraflarında, videolarında kalacak belki koleksiyonlarına girecek bir gün bilmiyorum ne kadarıyla oraya ait kalacak. Ama uzunca bir süre “yaşamış olduğum” korunmuş olacak belki. Böyle bencil bir his. Bir yandan da V&A gibi özel bir mekanda bunu böyle yapabiliyor olmak, yani geldiğim yerden Türkiye’den gelip yapabilmiş biri olmak. Hem kendim hem başkaları için. Mümkün olan şeyler uçsuz aslında. Benim için çok önemli olan bir şey bu. Hayalini kurduğum ve önceden hayranlıkla baktığım bir şeyi alıp kendi istediğim hale getirip yapabiliyorum. Herhalde geçen sene Tate olup bu sene V&A olması da kendi adıma, kendi alanında ilerliyorsun, devam et, bak oluyor gibi güzel duygular uyandırdı. Mutluyum. Bir yandan çok doğal geliyor bir yandan çok sürreal.

 

 

Performans sonrası Ekin’e söyleyeceğin bir şey var mı?

Mutlaka en iyisi olmuştur, diyeyim. Olabileceğinin en iyisi olmuştur.

 

 

View this post on Instagram

 

A post shared by Performistanbul (@performistanbul)


Atlas, Ekin Bernay, 2021
Performans | Performance
33 dak. | min.
Seans | Session 1: 19.30
Seans | Session 2: 21.00
Performistanbul işbirliğiyle | In collaboration with Performistanbul
V&A Friday Late Kapsamında | As Part of V&A Friday Late: 18:30 – 22:00

Giyilebilir Teknoloji ve Görsel Efektler | Wearable technology and Visual Effects: Abi Sheng
Elbise | Gown by: Florence King
Ses Tasarımı | Original Composition: Anna Lann
Mermer Üretimi | Marble Production: Sirmersan & Design Elements Co
Enstalasyon Tasarımı | Installation Design: Joseph Bond Studio
3D Saç Tokası Tasarımı | Hair Pins 3D Design: Ultra Mega Omega Ltd
Fotoğraf Dokümantasyonu | Photography Documentation: Burçin Ergunt
Film: Jerome Monnot, Sibling Studios

Faruk Sade Sanat Fonu 2021 tarafından desteklenmektedir. | Supported by Faruk Sade Art Fund 2021.

Sponsorlar | Sponsors:
Hitay Foundation, Sirmersan & Design Elements Co., Ömer Burhanoğlu, İrem Erim

Özel Teşekkür | With special thanks to:
Naz Balkaya, Melike Bayik, Ayda Bayram, Ferit Bernay, Simge Burhanoglu, Omer Burhanoglu, Banu Carmikli, Burcin Ergunt, Irem Erim, Burcu Ezer, Emin Hitay, Azra Ismen, Yamina Iyara, Dimitris Karagiannakis, Aylin Rana Kip, Goze Kocalmis, Ji Linfang, LEONN Meade, Jerome Monnot, Georgia Palmer, Joel Palmer, Fulya Sade, Sera Sade, Seikilos, Ali Sirkeci, Agah Ugur, Li Wejing, Simin Zhao.

 

yazıyı oku

RUTU MODAN İLE TAŞINAMAZ ŞEYLER ÜZERİNE: MÜLKLER VE ACI TATLI ANILAR

Röportaj: Ecem Arslanay

İsrailli çizgi roman sanatçısı Rutu Modan’a 2014’te prestjli Eisner ödülünü ve Angoulême’de Jüri Özel Ödülü’nü kazandıran çok katmanlı kitabı Mülk, Doğan Şima’nın Türkçe çevirisiyle Baobab Yayınları’ndan çıktı. Holokost, aile bağları, sırlar, aşk, para ve mülkiyet üzerine ağır bir malzemeyi temiz çizgileri ve muzip jestleriyle aktaran Rutu ile hafıza ve hatırlamak üzerine konuştuk. New York TimesNew Yorker, Le Monde gibi yayınlarla çalışan ve Bezalel Sanat ve Tasarım Akademisi’nde dersler veren sanatçının yaratıcı üretim sürecini tanıdık ve uluslararası alanda görünürlük kazanmayı dileyen sanatçılar için bazı tüyolar aldık.

 

Özel mülkiyet siyaset felsefesinin en tartışmalı konulardan biri oldu. Bu konudaki kişisel görüşlerinizi merak ediyorum. Grafik romanınız Mülk, özel mülkiyet ile nasıl ilişkileniyor?

Kavramın politik boyutu hakkında nasıl bir fikrim var bilmiyorum ama biliyorum ki kitabımda mülk, soyut şeylere tutunamadığımız için maddi şeylere tutunduğumuz gerçeğini temsil ediyor. Geçmişi geri almakla alakalı bir işlevi var. Mensubu olduğum Yahudi toplumu için soykırım hep onulmaz bir mesele olacak. Avrupa’daki Yahudi kültürünü bir anda ortadan kaldıran bir sarsıntı, bir deprem… Eski iyi zamanlara duyduğumuz kaçınılmaz bir hasret var. Bir geri dönme arzusu… Aslında bu sadece Yahudilerde ya da benim kitabımdaki karakterlerde değil, hepimizde var. Ve buna karşılık veren nesneler de var. İşlevsel nesnelerden bahsetmiyorum. Evimizde hatıra taşıyıcısı olarak yer alan nesnelerimiz var. Sevdiğimiz ve kaybettiğimiz şeyleri temsil eden nesneler bunlar. Ama o şeyin kendisi değiller ve bu çok asap bozucu. Kitapta da söz konusu “mülk”ü geri almanın her şeyi düzelteceğini düşünüyorlar; fakat –spoiler olacak ama— ana karakter, adaletin mülkü geri almakla sağlanamayacağını, onun ancak ölülerin hayata dönmesiyle sağlanabileceğini söylüyor. Ona bunu söyletirken sadece Yahudi Soykırımı’nı kastetmedim. Ölümün ta kendisini kastettim. Bence ölüm bir ceza. Fanilik bir adaletsizlik. Ve hiçbir şey bu sorunu çözemeyecek. Geçmiş geçmişte kalacak ve biz onu asla geri alamayacağız. Geçmişi taşıyan eşyalar derdimize deva olmayacak. Dağlar taşlar sonsuza dek var olabilir, ama insanlar kaybolur. Kitabın meselesi budur.

 

 

Kitabınızda hafızanın hem bireysel hem de kolektif boyutunu ele almışsınız.  Sizce toplumsal hafıza nasıl işler?

Kolektif hafıza ilginç bir konu. Ben Avrupa’da doğmadım, söz konusu savaşa ve soykırıma tanıklık etmedim; ama tanıklık edenlerin hafızasını taşıyorum. Aileden, okuldan, kitaplardan ve çeşitli kitle iletişim araçlarından bana aktarılan bir hikaye var. Kişisel hafıza ve toplumsal hafıza gerçekten keşfetmeye çalıştığım alanlar oldu. Polonya’ya gittiğimde bunu çok daha iyi anladım. Oraya kitabım için  gittim. İnsanlarıyla tanıştım ve onlarla röportajlar yaptım. Bu da kitabın hazırlık sürecinin bir parçasıydı –ön çalışmalarımda okumak ve araştırmak kadar insanlarla vakit geçirmek ve gözlem yapmak da önemlidir –.  İsrail’de büyüyen bir Yahudi olarak bu gezide çok şaşırtıcı bir şey keşfettim. Oradakilere aktarılan hikaye bana aktarılan hikayeden hayli farklıydı. Tamamen farklı değildi belki, ama benim için oldukça rahatsız edici bir farktı bu. Onlara “Size yalan söylemişler! Ben size gerçekleri anlatacağım!” demek istedim. Ama benim hikayemin “gerçek” olduğu ne malum? Bizzat tecrübe etmediğim, dış kaynaklardan edindiğim bir anlatı bu. Garip belki ama Yahudilerin Polonyalılara duyduğu öfke Almanlara duyduğundan çok daha fazla. Asıl suçlu Almanlardı evet, ama en azından onlarla aynı anlatıyı paylaşıyoruz, kimin zulmettiği ve kimin mağdur edildiği konusunda hemfikiriz. Böyle bir anlaşmaya sahipseniz barışabilirsiniz. Unutamazsınız belki ama affedebilirsiniz. Polonyalılarla hala aynı hikayeyi paylaşmıyoruz. Farklı anlatısı olan biriyle barışmak çok zor. Yahudiler ile Filistinliler arasındaki mesele de buradan ileri geliyor. Anlatabileceğimiz tek bir hikaye bulamıyoruz, hala ortak bir anlatı için savaşıyoruz. Yeni kitabımda da sormak istediğim soru şu: “İki farklı anlatıyı da kabul etmek mümkün mü?”. Duyulduğu kadar basit değil. Kendi hikayenizin mutlak hikaye olmadığını kabul etmek –kendi deneyimlerime dayanarak rahatlıkla söyleyebilirim ki – çok zor.

Mülk’te geçmişle yüzleşmenin ne derece karmaşık bir tecrübe olduğunu çok farklı şekillerde ele alıyorsunuz. Bazı hatırlama pratiklerine de eleştirel yaklaştığınızı görüyorum. Örneğin, Yaşayanların Son Yürüyüşü (The March of the Living) uygulaması ya da Yahudi Soykırımı turizmi ve onun bazı teatral canlandırmaları… Sizce toplumsal manada, hatırlamanın doğru bir pratiği var mı? Varsa bu nedir?

Bence bunun hiçbir yolu yok. Evet, sanırım bu pratiklere eleştirel bakıyorum. İronik buluyorum onları.  Önceleri Yahudi lise öğrencilerinin Polonya gezilerine gerçekten karşıydım. Bunu doktrinasyon olarak görüyordum.  Onları daha vatansever yapmanın bir yöntemi gibi algılıyordum. Daha sonra Polonya’da meselenin karmaşıklığına vakıf olabilen rehberler tanıyınca bu konudaki fikrimi biraz değiştirdim. Ben 55 yaşındayım, çocukluğumda çevremde tecrübelerini birinci elden dinlediğim soykırım kurbanları vardı. Genç neslinse böyle tecrübe edinme olasılığı yok, onlar için Yahudi Soykırımı Orta Çağ’da yaşanmış gibi. Hatırlama pratiklerine dair genel eleştirim ise maddi şeylere tutunma eğilimimize yönelik, ama buna olan ihtiyacımızı da gayet iyi anlıyorum. Ben de bazı eşyalarımdan ve fotoğraflarımdan vazgeçemem. Kötü bir şey de değil bu, sadece çaresiz bir şey. Çünkü geçmişi diriltmenin bir yolu yok. Kitabımdaki karakterler bunun farklı yollarını arıyorlar. Tekrar sahneleme (reenactment) var ya da daha kişisel bir örnek olarak, eski bir romantik ilişkinin sonlandığı koordinatlara geri dönme var. Her şeyi eskisinden daha güzel kılan nostaljik tipler var… Fakat nihayetinde bence hatırlamak önemli. Anılar olmadan biz neyiz? Onlardan ibaretiz.

 

Anılar demişken, kişisel hafızanız nasıl çalışır? Her gün hangi verilerden hangi veriler için vazgeçiyorsunuz?

Hafızamı tamamen kontrol edebildiğimi söyleyemem. Elbette hatırladığım şeyler önemli bulduğum şeyler oluyor. Klişe olacak ama, zamanın çok güçlü anlara etki etmediğini düşünüyorum. Mesela kocamla ilk tanıştığım günü ya da annemin vefat ettiği günü hala dün gibi hatırlıyorum. Böyle tecrübeler, zamanın ötesinde bir yerde duruyor. Benim hafızam iyidir. Yani en azından son birkaç yıl öncesine kadar iyiydi. Yine de çocukluğumu bile hala net bir şekilde hatırladığımı söyleyebilirim. Doğrusu her şeyi hatırlayabilmek isterdim. Birkaç yıl önce bir televizyon programında bir kadının her şeyi hatırlamak gibi bir hastalığa yakalandığını izlemiştim. Geçmişinden bir tarih ve saat verdiğinizde, o ana dair her ayrıntıyı anlatabiliyordu. Bunun taşıması zor bir yük olduğunu, bir kabus gibi hissettirdiğini söylemişti. Doğru, yeni şeyler almak için hafızamızı biraz boşaltabilmemiz gerekiyor. Ve tabii bu da ancak unutarak oluyor.

 

Türkiye de kara mizah için zengin malzeme sunan bir ülke.  Buradaki çizgi roman sanatçılarını biliyor musunuz?

Maalesef pek bilmiyorum. Ne yazı ki bir dil bariyeri var, ben sadece İngilizce okuyorum. Ama ilginç bir sahne olduğuna eminim.

 

Dil demişken, çizgi romanlarınızda metin ve imge nasıl anlaşıyor? Ortada herhangi bir hiyerarşi var mı? Mesela sinemada senaryo metni imgeleri yönlendiririr. Sizin üretim sürecinizin daha bağımsız ve esnek olduğunu tahmin ediyorum, öyle mi?

Çok esnek, çünkü her şeyi ben yapıyorum. Ama sürecim çok farklı olmayabilir. Ben de senaryo yazıyorum. Sonra tüm kitap için bir storyboard da çiziyorum, çünkü sayfa düzenini önceden planlamak gerekiyor. Çerçeve önemli bir parametre. Bunları önceden ayarlıyorum ki sonra çizime keyifle odaklanabileyim. Tabii son aşamalarda bile hala her şeyi değiştirme özgürlüğüm var. Ama genel olarak, her şeyi önceden yazma eğilimindeyim. Bunun önemli bir nedeni de metin için ne kadar boşluk bırakacağımı önceden bilmem gerekmesi. İbranice sağdan sola yazılması ve sesli harf barındırmaması –bu yüzden de kelimeler kısa– bakımından İngilizce’den çok farklı. Bu nüanslara dikkat etmek gerekiyor. Metin için tayin edeceğim boşluklar kompozisyonumu çok etkiliyor.

 

 

Öğrencisi olduğunuz üniversitede şimdi öğretim görevlisi olmak nasıl bir tecrübe? Pedagojik yaklaşımınız hocalarınızınkinden farklı mı? O zamandan bu zamana neler değişti?

Öncelikle, ders vermeyi çok seviyorum. Uzun zamandır da yaptığım bir iş. Eğitim hayatıma başladığım kurumda ders vermek harika çünkü hocalarımdan hep çok etkilendim, onların yöntemlerini ve değerlerini de devam ettirdiğimi söyleyebilirim. Sanat akademisinde okuduğum yıllar muhteşem yıllardı. Söz konusu tecrübemi öğrencilerime aktarmaya çalışıyorum. Akademi yıllar içinde çok genişledi. Ben öğrenciyken dönemimde 25-30 öğrenci vardı. Şimdiyse 125 öğrenci var. Tamamen farklı bir ölçek. Daha az samimi, herkesi tanımak mümkün değil. Bir de benim öğrencilik dönemimde hocalar çok sertti, öğrencilerin çalışmaları acımasızca eleştirilirdi. Ya bir dahiydiniz, ya da hiçbir işe yaramayan bir ezik. Ortası yoktu. Bize sektörün daha kötü olduğu söylediler, buna alışın dediler. Neyse ki biz şimdi hiçbir öğrenciyle bu tavırla konuşmuyoruz. Eleştirilerimiz olsa bile bunu kaldırabilecekleri bir üslupla söylemeye gayret ediyoruz. Onları dahiler ve ezikler olarak ayırmak yerine, her birinin farklı bir gelişim süreci olduğunu ve hocalar olarak her şeyi bilmeye muktedir olmadığımızı kabul ediyoruz. Öğrencinin sürecine saygı gösteriyoruz. Ayrıca dünya küçüldüğü için de akademide bir değişim var. Bilgi almak, farklı kültürleri tanımak çok daha kolay. Öğrenci dünyada olup biteni nereden öğreneceğini, diğer sahnelere nasıl karışacağını biliyor.  80’lerin sonu, 90’ların başında biz bir ada gibiydik. Ülkemdeki kitapçılarda bulduklarım veya yurt dışına çıkıp rastgele karşılaştığım kitaplar dışında hiçbir şey bilmiyordum. Öğrenciler artık sadece yerel sahnede değil, uluslararası sahnede de daha fazla yer alabileceklerini biliyorlar. Bu elbette onlarla çalışma şeklimizi farklılaştırıyor. Bilgi artık sadece akademide değil, her yerde. Biz ancak öğrencileri yönlendirebiliyoruz. Yanıtımı toparlayacak olursam, pek çok şey aslında aynı, çünkü sanat yapma süreci hiç değişmiyor. İçimizdeki acıyı ve sevinci dışarı çıkarmak, sanatsal bir biçimde ifade etmek hep aynı zorlukları taşıyor.

Peki uluslararası sahnenin bir parçası olmak isteyen çizgi roman sanatçılarına ne öneriyorsunuz?

Çizgi roman okumaya ve üretmeye devam etmelerini tavsiye ediyorum. Vazgeçmesinler. Tanınmak benim de uzun yıllarımı aldı. Bu işler bir gecede olmuyor. Pratik tavsiyem ise yurt dışına çıkmaları olacak. Etkinliklere katılsınlar, olan bitene bir yerden dahil olsunlar. Üstelik zor bir sahne de değil, insanları gerçekten çok iyi. Sahneyi bilmeden anlamlı bir iş üretmek de pek mümkün değil. Çizgi roman yeniliklere açık bir sanatsal mecra ama dünyada neler yapıldığına vakıf olmak da çok önemli.

 

Önceki çalışmalarınızla aranız nasıl?  Kariyerinizin başındaki üslubunuzun abartılı ve grotesk olduğunu görüyorum. Şimdiki sadeliğinizden çok uzak. Bu durumu nasıl açıklıyorsunuz?

Bir iş ürettikten sonra iki yıl mutlaka ondan nefret ediyorum. Öte yandan kariyerimin başındaki işlerimdeki kusurları çok net görebilsem de onlara daha sıcak duygularla bakabiliyorum çünkü bana o zaman nasıl biri olduğumu hatırlatıyorlar. Ve doğru, grotesktim ve aslında günün modasına uyuyordum. 80’lerin sonlarına doğru punktan etkilenen tasarım ve çizgi romanlar ortaya çıktı. Dünya karanlık bir yerdi. Ben yıllar içinde gündelik hayatın da yeterince “aşırı” olduğunu gördüm, özellikle de İsrail’de. Yaptığım şey gerçekliği daha incelikli hale getirmek oldu, çünkü gerçeklik çok fazlaydı. Bazen sanatçılar meselelere geçmişten gelen bir şefkatle bakıyorlar ve bu da hikayelerini daha gerçekçi kılıyor. Benim durumumda da böyle oldu. Hikayelerimdi çizgimi değiştiren.

 

Şu an nelerle meşgulsünüz?

Şu anda bir çizgi roman üzerinde çalışmıyorum. Bir süre ara verdim. Bu alanda sadece geçen yıl çıkan son kitabımın yabancı baskılarıyla uğraşıyorum. Onun dışında bir sulu boya sergisi için çalışıyorum. 20 yıl dijital olarak çalıştıktan sonra bu kendime tanıdığım yeni bir meydan okuma. Geçmişte sulu boya ile çalıştım ama yine de bu konuda gelişime çok açığım. Bunlara ek olarak, bir Fransız filmi için illüstrasyonlar yapıyorum. Bir de ders verdiğimi düşünürsek bence iş yüküm yeterli. Bir yandan da bir sonraki kitap fikrinin gelmesini bekliyorum…

 

yazıyı oku

BOŞ İSKEMLELER VE İMGENİN ARDINDAKİ HİKAYELER

Röportaj: Mina Aslan

 

Türkçede İsviçre çakısı dediğimiz türden bir sanatçı, tasarımcı, koleksiyoner, yayıncı, küratör ve akademisyen Erik Kessels. Bu yıl 212 Photography Istanbul’da jüri olmakla birlikte eserleri de program kapsamında sergilenen sanatçıyla kariyerinin başından bugüne bir yolculuğa çıktık. Kâh güldük, kâh hüzünlendik, yaratıcı sektörde dirsek çürütmüş büyüğümüzden tavsiye almadan da etmedik. Sizlere de bir boş iskemle ayırdık tabii, buyrun sohbete…

 

Bugün sizi  tıpkı Useful Photography mecmuanızın son sayısında işlediğiniz tür bir “zoom köşesi”nden selamlıyorum. İstanbul’daki sergileri bizzat ziyaret etme fırsatınız oldu mu, gelecek misiniz?

İstanbul’a daha evvel birkaç kez geldim fakat ne yazık ki bu yıl 212’deki etkinliklere katılamadım, Eylül ve Ekim ayları hep böyle yoğun oluyor. Sergi ve yarışmayı uzaktan yönetmem gerekti.

 

Ödüllerin sahipleri açıklandığına göre sormamda sakınca olmadığını düşünüyorum; aklınızda kalan, sizi diğerlerinden daha derinden etkileyen isimler var mıydı bu yıl?

Bu tip yarışmalarda bir ön eleme ve finalistler oluyor ve muhakkak favorileriniz oluyor ama 4-5 farklı kişiyi bir araya getirip seçmeye çalıştığınızda herkesin farklı görüşleri oluyor doğal olarak. O yüzden kazanan-kaybeden ayrımlarını çok da anlamlı bulmuyorum. Bir kalifikasyondan ziyade jürinin o günkü modunu yansıtıyor bence. Çok büyük bir gruptan o 10-11 adayı seçip çıkartmak değerli, 5 kişilik bir jüri söz konusu olduğunda hepsinin kazanma şansı oluyor. Benim de kesinlikle favorim olan bir kişi vardı mesela, ama kazanmadı. Demokratik bir süreç.

 

 

 

 

Biraz sizden bahsedelim, yaratıcı dilinizi oluşturma süreciniz nasıldı? Çocukken mağaza vitrini tasarlama hayaliniz olduğundan ve vitrin tasarlamak için Politeknik eğitim aldığınızı okumuştum. Peki sonrası?

Gençken sürekli bir şeyler çizer, tasarlardım. Bir yandan da kendimi dışa vurmak için buna mecburdum çünkü 11 yaşındayken kız kardeşimi bir araba kazasında kaybettim. Biri kırmızı ışıkta karşıdan karşıya geçerken ona çarptı, 9 yaşındaydı. Ergenliğim bu bağlamda zorluydu, yasta olan ebeveynlerle büyüdüm ve evdeki tek çocuk bendim. Çoğu zaman evde kalır; kafamı dağıtmak için bir şeyler yaratır, yazar çizerdim. 17-18 yaşlarına gelince bunu yapmaya devam etmek istemediğimi fark ettim. Yalnız ve izole edici bir iş çünkü. Sonrasında tasarım ve iletişim ajanslarıyla çalışma kararı verdim çünkü ana disiplinim grafik tasarım, o konuda daha eğitimliyim. Ajansta çalıştığım dönem sanat okuluna gitmeye başladım, ikisini birlikte ilerlettim. Bu da daha iş için daha ana akım ve reklam niteliğinde işler yaparken bir yandan da kendi otonom işlerimi üretmem için bana alan açtı. Reklam ve tasarım işlerinde başarılıydım ve 1996’da Johan’la tüm hobilerimizi değerlendirebileceğimiz kreatif ajansımız KesselsKramer’ı Amsterdam’da açtık. Reklam ve sanatın hiç ortak noktası yok değil tabii ki; fakat sanat kafa karışıklığı yaratmak için var, reklam ve tasarımın amacı ise iletişim sağlayarak kafa karışıklığını gidermek. Bir müşteri için çalışırken elbette bazı çizgiler çekip o limitlerin içinde çalışıyorsunuz, sanatta ise limitsiz olmak gerekiyor. Bu iki ayrı şeye saygı duyabiliyor, ikisi arasında bir denge yakalayabiliyorum. Elbette fikirlerimden taviz vermekten nefret ediyorum ve şirketi kurduğumuz 25 yıldan beri bir tasarımcı ve reklamcı olarak vizyonumdan hiç taviz vermedim, ki bu bizim sektörümüzde nadirdir çünkü tabiri caizse çok fırsatçı bir sektörde çalışıyoruz. Bir yandan da bir sanatçı olarak reklam ve tasarım sektöründeki hikaye anlatıcılığı yetisinden de besleniyorum, reklamdan bağımsız yaptığım işlerde de kullanabiliyorum bunu. Reklamcılığın da sanat dünyasındaki özgür düşünceden çok faydalanabileceğini düşünüyorum. Benim için ikisi de birbirini besleyen pratikler oldu, ama günün sonunda birbirleriyle epey alakasızlar. 

 

 

Bir gün işe tavuk kostümü ve Birdie Song çalan bir kasetçalarla gittiğiniz için işten atıldıktan sonra KesselsKramer’ı kurduğunuz doğru mu peki? Kimin fikriydi bu?

Pek de planlı bir şey değildi açıkçası. Belki tuhaf ama ben hiç plan yapmam. Bir gelecek planım da yok, hiç olmadı. İçimizden geldi. İş arkadaşım Johan Kramer’la Londra’da çalıştığımız şirketin biraz sıkıcı bir havası vardı. Bir ofise tıkışmış somurta somurta çalışan 40 kişi… Biz de sokağın karşısındaki kostüm dükkanının vitrininde duran tavuk kostümlerini kiralamaya karar verdik. O tavuk kostümü de epeydir gözümüze takılıyordu, hoşumuza gitmişti yani. Maksadımız insanları provoke etmek kadar keyif almaya da teşvik etmekti sanırım. “Madem hepimiz burdayız, niye kötü vakit geçirelim ki” gibi…

 

“Düşünce sürecindeki hatalardan bahsediyorum, ‘madem herkes böyle düşünüyor, ben de böyle düşüneyim’ diye kendinizi bir ‘doğruluk’ kervanında buluyorsunuz. Aynı fikirler için sıraya girenlerin trafiğinden sıyrılmak; hata yapmaktan ve dağınıklığı kucaklamaktan geçiyor.”

 

Sitenizdeki 12 kurallık inanç listenizde 10. sırada şu geliyor: “Kusurlar, kazalar, hatalar ve arada sırada ortaya çıkıveren “hay aksi”ler hayatı (ve işi) enteresan kılar.” Hatayı yaratıcılık için bir fırsat olarak konumlandırıyorsunuz. Saf veya rahat olmayan bir yaratıcı sürecin bahsi ve hatta kabulü, heves sahibi olsa da kendi ifadesini oluşturmakta güçlük çekenler için iç açıcı bir yaklaşım. Hata, başından beri yaratıcı sürecin doğal bir parçası olarak tanıdığınız bir şey miydi; yoksa bu sektörde yıllar boyu bu tarz şeylerin endişesini yaşadıktan sonra vardığınız bir tür aydınlanma mı bu?

Bu güzel bir soru. İlk defa “işte şimdi gerçekten heyecan verici ve anlamlı bir şey yarattım” dediğimde sanırım 28 yaşındaydım. Bu bana enteresan gelen bir mevzu çünkü çoğu zaman işin zanaatine, güzel görünmesine vesaire takılıyoruz ama artık sanatı icra etmek için gereken teknolojiyi öğrenmek 1, taş çatlasa 2 yıl sürüyor. Bu, süreci çok hızlandırıyor ve 18-19 yaşında medyumunda ustalaşmış insanlarla tanışabiliyorsunuz. Aynı madalyonun öbür yüzünde ise sadece 24-25 yaşında çeyrek hayat krizine girenler var çünkü çağımızda her şey çok çabuk akümüle oluyor. Erişim sahibi oldukları bilgi ve olasılıkların sonsuzluğu insanları boğmaya başlıyor. Bununla başa çıkabilmek için hata yapmak lazım. Özel hayattaki hatalardan bahsetmiyorum, onları hepimiz yapıyoruz. Düşünce sürecindeki hatalardan bahsediyorum, “madem herkes böyle düşünüyor, ben de böyle düşüneyim” diye kendinizi bir “doğruluk” kervanında buluyorsunuz. Aynı fikirler için sıraya girenlerin trafiğinden sıyrılmak; hata yapmaktan ve dağınıklığı kucaklamaktan geçiyor. Navigasyonun “yanlış döndün, geri dön” komutlarına kulak asmadığınızda kendinizi enteresan bir yerde bulabildiğiniz gibi. Bence insan böyle düşünmeli. Yanlış anlaşılmasın, ben de en az herkes kadar amatörüm. Yeni bir fikir ararken sık sık kendimden utanıyorum. Çünkü yıllardır bunu yapmama rağmen hala aklıma klişe fikirler geliyor. Belki de henüz kimsenin uğramadığı açık ve ferah bir alana varana kadar hepsini itip kakmam, kafamdan atmam gerekiyor. Bu açık alana varmak için düşünce sürecinizde “hatalar” yapmanız, bu hataları yapmak için de cesaret gerekiyor. Ben bunu hep bir evin ön bahçesi ve arkasındaki verandaya benzetiyorum. Evin önü galeri vitrininde sergilenen bitmiş işlerinizi sergilediğiniz yer, portfolyonuz. Ve orada her şey kusursuz. Günümüzde birçok genç sanatçı, yaratıcı, fotoğrafçı sadece ön bahçede takılıyor. Arka bahçe ise kimselerin görmediği, çimlerin biçilmediği, dağınıklığın içinde çok daha özgür olduğunuz stüdyonuz. Orada yeni formüller denemeye ve hata yapmaya alanınız var. Ben bu metafordaki arka bahçeyi yaratıcı olarak çok daha tatmin edici buluyorum.

 

 

 

 

Sık sık buluntu materyallerle çalışıyor, kürasyonlarınızı yayınlıyorsunuz. Daha önce fotoğrafını yayınladığınız iddiasıyla size ulaşan oldu mu hiç? Olduysa tepkileri nasıldı?

Hiç başıma gelmedi. Sık sık ailemden, dost ve yakınlarımdan fotoğraf topladığım oluyor. Bazen insanlar kendileri getirip veriyorlar. Bazen de bit pazarlarından buluyorum, ama çoğu zaman bu insanların kim olduğunu bilmiyorum. Bulmaya çalıştığım da oldu ama çoğu zaman sahibini bulamadığım fotoğraflarla çalışıyorum. Amacım da bu koleksiyonları ve gördüğümüz hayatları kutlamak oluyor. Mesela bir kitabımda bir adamın eşini 12 yıl boyunca çıktıkları tatillerde fotoğrafladığı bir koleksiyonu yayınlamıştım. Epey aramama rağmen kim olduklarını bulamadım ve en nihayetinde ikisinin de öldüğünü öğrendim, çocukları da yoktu. Ama 12 yıl boyunca öyle canlı bir koleksiyon oluşturmuşlar ki, yayınlanmasından çok gurur duyacaklarını düşünüyorum. Fotoğrafları sağduyulu bir şekilde kullanma sorumluluğu tabii ki üzerinizde oluyor. Daha az kişisel işlerim de oldu, mesela bu sene 212 aracılığıyla İstanbul’da da sergilenen boş iskemle temalı bir yayınım var. Bu koleksiyon için insanların fotoğraflarında arkada veya köşede atıl duran boş iskemlelere odaklanmıştım ve karede görünen insanlar projenin odağında dışındaydı. Fotoğrafları bu şekilde başka bir anlam yükleyerek her şeyi yapabilirsiniz ama söylediğim gibi etik sorumluluklarınız da var.

 

“Bir bağlamda editörlere dönüştük aslında. Yeni şeylere yer açmak için neyi sileceğimizi düşünüyoruz. Zamanımızın çoğu bir şeyler yapmaktansa silmekle geçiyor. Her gün neyi dinleyip neyi dinlemeyeceğimizi, hangi reklama tıklayıp hangisine tıklamayacağımızı, hangi “cookie”leri kabul edip hangilerini etmeyeceğimizi seçmek durumunda kalıyoruz. Sürekli atlamamız veya silmemiz gereken şeylerle muhattap oluyoruz ve bu bize bir şeyler yapıyor. Odağımız önümüzdekileri elemeye, silmeye kayıyor. Editör oluyoruz. ”

 

 

Bu bağlamda benim en enteresan bulduğum işiniz Fotoğraflarla 24 Saat* enstelasyonunuz olabilir. Sadece bir günde tufanına tutulduğumuz görselleri bir öbeğe yığılmış şekilde görmek işin fiziksel boyutunu da göz önüne çıkartıyor. Fakat bu maruz kaldığımız tufanın fotoğrafçılar için de bir tehdit oluşturduğunu düşünüyorum, bu kalabalığın ortasında bir değersizlik veya anlamsızlık hissine kapılmak kaçınılmaz gibi. Enstelasyon görsellerini topladığınız sosyal medya platformları genç yaratıcılara görünürlük sunuyor, ama bu da kendi bedeliyle geliyor. Sizin ne düşündüğünüzü merak ediyorum. 

Bu platformlarla ilgili çelişkili hislerim var. Bir yandan Instagram ve benzeri birçok platform yaratıcılık açısından bir klişe kataloğu gibi. Birçok insan da yeni ve orijinal bir şey yapıyormuş gibi birbirini kopyalıyor. Bir tür uzaylı popülasyonu gibi farklı bir iletişim dili geliştiriyoruz. Aynı zamanda bu online davranış motiflerini de epey ilgi çekici de buluyorum. Benim için bir tür açık bir kaynak, bit pazarındaki gibi etkileşime girebileceğim enteresan şeyler topluyorum oradan. Bir çok genç insan yeni bir fikir aradıklarında Pinterest’e, Tumblr’a, Instagram’a giriyor ama buralarda iyi fikir bulunmaz. Başkalarının fikirlerini bulursunuz, kendinizinkini değil. Yeni bir fikir için dışarı çıkmanız lazım. Kendinizi tuvalete kapatmanız, ya da her neyse. Ama aradığınızı o platformlarda bulamazsınız. Fotoğraflarla 24 Saat 2012’de yaptığım bir işti, ve o dönem sadece bir günde dahi karşılaştığım görsellerin fazlalığından yorulduğumu hatırlıyorum. İşi yaparken üzerinden yola çıktığım hissiyat buydu. Bunu elle tutulur, gözle görülür bir şekilde ortaya koymak istedim ve bir gün içinde Flickr’a yüklenen bütün görselleri bastırdım. Aslında eseri yapalı epey zaman geçti fakat hala öğle yemeğinden önce bir 18. yüzyıl insanın bütün hayatında göreceğinden daha fazla görsel gördüğümüz zamanlarda yaşıyoruz. Bir bağlamda editörlere dönüştük aslında. Yeni şeylere yer açmak için neyi sileceğimizi düşünüyoruz. Zamanımızın çoğu bir şeyler yapmaktansa silmekle geçiyor. Her gün neyi dinleyip neyi dinlemeyeceğimizi, hangi reklama tıklayıp hangisine tıklamayacağımızı, hangi “cookie”leri kabul edip hangilerini etmeyeceğimizi seçmek durumunda kalıyoruz. Sürekli atlamamız veya silmemiz gereken şeylerle muhattap oluyoruz ve bu bize bir şeyler yapıyor. Odağımız önümüzdekileri elemeye, silmeye kayıyor. Editör oluyoruz. 

 

Evet, artık üretilen -bu kelimeyi de pek sevmesem de- “içerik” tek başımıza düzenleyip kategorize edebileceğimizden çok çok daha fazla, dolayısıyla bu görevleri gerçekleştirecek algoritmalar eğitiyoruz. TikTok ve algoritmalar üzerine okuduğum bir makalede verdiğiniz bu 18. yüzyıl insanı örneğinin benzeri bir görüşle karşılaşmıştım: Algoritmalar insanları uygulamalarda daha uzun kalmaya teşvik edip daha çok etkileşim yaratmak için belli bir güzellik standardına uyan, belli geometrik oranlara sahip yüzleri yukarı taşıyor. Bunun sonucu olarak da gerçeklik algımızı bozacak kadar fazla “güzel yüz” ile karşılaşıyoruz. Gördüğümüz çoğu yüz konvansiyonel bir güzellik standardına uyduğundaysa, bu dismorfi gibi bozukluklar doğurmaya başlıyor. Algoritmalar hayatımıza girdiğinden beri gözlemlediğimiz estetik prosedürlerdeki sıçrama da bunun kanıtı niteliğinde görülebilir.  

Bu çok moral bozucu. Kadınlar ve erkekler çok tuhaf beklentiler altında büyüyorlar ve bu onları depresyona sevk ediyor. 16-17 yaşında bir kız, tüm gün benzemesi gereken suratların bombardımanına maruz kalıyor, ve bu büyük bir problem. Dudak dolguları ve yüz enjeksiyonları çok erken yaşlarda bile norm haline gelmiş durumda, ve bunu algoritmalara borçluyuz. Bedensel algı bozuklukları bir virüs gibi yayılıyor. 

 

 

Size vernaküler fotoğrafa olan özel ilginizin sebebini de sormak istiyorum. Ben de şahsen tasarlanmamış, spontane; monotonu ve daha çiğ şeyleri öne çıkaran fotoğrafçılıktan daha çok etkileniyorum. Sizi bu alanda etkileyen nedir?

Söylediğin gibi plansız olması sanırım. Çünkü mesela ben de fotoğraf çekebilirim, kariyerim boyunca birçok profesyonel fotoğrafçıyla çalıştım. Onları iyi tanıyorum ve estetiği çok iyi biliyorum. Bunu ben de yapabilirim. Resim ve tasarım yaparken de çok sık yapmacık olduğu hissine kapılıyordum. Bir şey yapmadan evvel muhakkak onu planlıyorsun, bir fotoğraf çekmiyorsun, bir fotoğraf yaratıyorsun. Adım adım inşa ediyorsun. Bu yüzden filmle pek ilgilenmiyorum, benim için çok planlı ve tertipli geliyor. Dolayısıyla bir amaç veya plan gütmeden çekilen fotoğraflarla karşılaştığımda çok içgüdüsel bir şekilde büyüleniyorum. Tabii ki hepsinin bir “amacı” oluyor, bulduğun 10 fotoğraftan 9’u aile gezilerinden veya tatil seyahatlerinden zaten. Bir sürü dağ fotoğrafı çekmiş olmaları çok sıkıcı ve kesinlikle bir amacı var. Ama burada çok insani bir davranış da görüyorum. Bir koca eşini yıllarca fotoğrafladıkça, aralarındaki mesafe artıyor ve kadının karede kapladığı yer küçülüyor. Bu tür hikayeler beni etkiliyor. Bir yandan da bir noktada bütün fotoğrafların çekildiğini düşünüyorum. Bunu Instagram’da da görebilirsin, o kadar çok var ki tamamen yeni bir fotoğraf çekmek neredeyse imkansız. Hepsi çoktan çekilmiş. Ama hala bir köşede atıl duran, hikayesi anlatılmamış fotoğraflar var. Bit pazarından bir albüm almanın heyecan verici yanı da bu bence. O kadar çok görsel görüyoruz ve o kadar çok görselle çalışıyoruz ki artık onları sindirmiyoruz. Sindirmek bir yana yutmuyoruz bile. O yüzden bir fotoğrafı çıkartıp hikayesini aramak bana enteresan geliyor ama sadece vernaküler veya vintage fotoğraf ile kısıtlı da değilim. Umrumda olan hikaye, nereden bulup çıkarttığımınsa pek bir önemi yok. Bir USB bellekte veya diskette de gelebilir. Benim için görselin kalitesinden veya nereden geldiğinden daha önemli olan orada bir hikaye olması. Söylediğim gibi, reklamda uzun yıllar çalıştım ve orada önemli olan da kusursuz bir görsel yaratmak. Benim için değil ama birçok insan için öyle, ve ben kusursuz görsellerden nefret ediyorum. Diğer yandan da… Sana kız kardeşimden bahsetmiştim. Ben gençken onu kaybettik ve ailem onun en son fotoğrafını aramaya koyuldu. Bulunca da onu fotoğrafın içinden keserek çıkartıp, siyah-beyaz yapıp iyice büyüttüler. Aslında baya erken bir yeniden anlamlandırma örneğiydi. Görselin kendisiyse pek de iyi değil. Odak dışı ve bulanık, kompozisyon kötü. Ama şu koca dünyada 3-4 kişi için inanılmaz kıymetli. Geriye kalanlar için ise hiç bir şey ifade etmiyor.  Bu benim çok enteresan bulduğum bir şey.

 

 

Bu soruyu yerli müzisyen ve akademisyen Nilipek.’e de sormuştum, size de sormak istiyorum çünkü epey üretkensiniz ve her işinizin altında irdelenen bir soru veya insani bir his veya tema oluyor. Yaratıcı bağlamda tükenmişlik hissiyle karşılaştığınız oluyor mu? Veya bu zihni kuraklık geldiğinde bununla nasıl başa çıkıyorsunuz?

Üretmek için bir baskı veya bir acele hissetmiyorum ama bir yandan da bir şeyler üretmek için çok fit olmak gerekiyor. Fiziksel olarak değil, mentalite olarak. Mesela ilham bana eşimle sabah kavga ettiysem uğramıyor, çünkü bütün gün kafamın içinde bunu nasıl düzelteceğimle dolu oluyor. Fikirler ise gelmek için tamamen boş ve meşgalesiz bir zihin istiyor. Hani kimileri der ya, bütün iyi fikirlerim tuvaletteyken geliyor diye. Bunun bir sebebi var. Tuvalete belli bir -veya iki- iş görmeye gidiyorsun, daha fazlasını değil. Kafanın içine dönmek için vaktin oluyor. Uçaklar için de aynısını söyleyebiliriz, çünkü biraz izole kalabilmek önemli. Yeni fikirler bulmak için güzel bir vakit bulduğumda hep biraz da buhranda hissediyorum. Kafamda hiç bir şey yerli yerinde değil gibi, daha da itip zorluyorum ve fikrin doğuş anı da böyle gelişiyor. Ama bir şey üretmek için dışarıdan gelen bir baskı hissetmiyorum. Bir şeyi bitirdiğimse ise büyük bir rahatlama hissi alıyor beni, planlamaya koyulmuyorum. İlhamla bir sonraki rastlaşmamı bekliyorum. Sonra en baştan bir şeyle karşılaşıyorum, tuhaf bir takıntı geliştiriyorum ve başa sarıyoruz. Bir sabah uyanıp “bugün bir şey yapacağım” dememle olmuyor hiçbir şey. Belki de işin güzelliği buradadır, çünkü komisyonlu bir işte ne zamana bitmesi gerektiği belli sınırlarla limitleniyor. Ama kendi işinizde ne zaman son çizgiyi çekeceğinizi söyleyen biri yok. 

 

Kariyerinizin başında vizyonunuzu etkileyen, sizi akıntının tersine yüzmeye teşvik eden; reklam, fotoğraf ve mizaha yaklaşımınızı etkileyen sanatçılar, yönetmenler, illüstratör veya fotoğrafçılar oldu mu? 

Evet, tabii ki. Baya hem de. İsimlerini kafamda toparlamaya çalışıyorum da şimdi, epey var. Reklamcılık dünyasından bir George Lois geçti mesela, eskilerden bir isim ama çok radikal bir vizyonu vardı. Tasarım için Tibor Kalman, Bruno Munari… Sanatçı olarak Christian Boltanski, Hans Peter-Feldmann… Hep seveceğim, ufkumu açacak şeylerin arayışındayım. Ailem çok negatif olduğumu düşünür mesela. Çünkü bir müzeye girerim başlarım söylenmeye: “Bu çok kötü, bunu da hiç sevmedim, bu da şöyleymiş…” Ama en nihayetinde gerçekten çok hoşuma giden 1-2 şey bulurum ve onları bir daha da kafamdan atamam. Yaratıcılık için de biraz siyah-beyaz olabilmek gerekiyor diye düşünüyorum. Fikirlerinle cüretli ve siyah-beyaz olman lazım. Müzeye gitmiş biriyle sohbet ediyorsam mesela, ve ona sorsam; “sahi sergi nasıldı?” ve karşımdaki de “fena değil ya, iyiydi” dese… Bu benim adıma gerçek bir kabus olurdu. Müze ya da sergi adına küçük düşürücü bir durum. Ya hayranlık, ya da nefret uyandıracak kadar radikal olmalı. “Geçen yıl hayatını kaybeden sanatçı Lawrence Weiner’ın bir sözünü duymuştum: Bir müzede bir sergim varsa ve sen öğleden sonranı sergimi gezmek için ayırmışsan, gününü mahvetmek ne haddime. Ben bu dünyaya hayatını kaydırmaya geldim.” Provokatif bir çıkış ama duygularda ve tepkilerde ekstremlere kaymanın önemli olduğunu düşünüyorum.

 

 

Vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederim, sizinle konuşmak bir zevkti.

Ben teşekkür ederim, görüşmek üzere.

*24HRS in Photos

yazıyı oku

SIRADAN VE BÜYÜLÜ DÜNYA

Röportaj: Ezgi Bakçay Fotoğraflar: Thomas Albdorf

Metalar dünyasının büyücüsü Thomas Albdorf sanatında plastiğin, plastisite (plasticity) değerini araştırıyor. Artık geri dönüşü olmayan bir deformasyonun birbirinden kopuk anları arasında güzelliği yakalıyor. Balenciaga’dan Louis Vuitton’a modern sonrası mitolojileri yazan markalarla çalışıyor. Lüks ve sefaletin iç içe geçtiği, topuklu ayakkabıları üzerinde uçurum kenarında duran toz pembe bir dünyanın atıkları içinde zarafeti buluyor.  Thomas Albdorf 212 Photography İstanbul‘da ilk kez İstanbul’un çağdaş sanat ortamına selam verirken, mikrofunu ona uzattık ve bütünüyle yapay olan fotoğrafik gerçeklik üzerine söyleştik.

 

Öncelikle söyleşi davetimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederiz. 1-11 Ekim 2021 tarihleri ​​arasında İstanbul’da 7 farklı noktada gerçekleştirilen uluslararası fotoğraf festivali 212 Photography İstanbul’da sizin de çalışmalarınızı izleme şansı bulduk. 212 Photography Istanbul, sergiler, atölyeler, film gösterimleri, konferanslar, paneller, portfolyo incelemeleri ve daha fazlasını içeren ve her yıl düzenlenen bir kültür ve eğitim buluşması. Bu festival vesileyle sizi daha yakından tanıma fırsatı bulduğumuz için çok mutluyuz. Biraz kişisel bir soruyla başlamak istiyoruz. Fotoğrafçılık yolculuğunuz nasıl başladı? Sizi ne etkiledi ya da teşvik etti? Röportajlarınızdan birinde, fotoğrafçılığın “hayatınızın belli bir noktasında başınıza gelen bir şey” olduğunu söylemişsiniz. Bugünden geriye dönüp baktığınızda hikayenizi nasıl inşa ediyorsunuz ya da anlatıyorsunuz”?

Sanat okumaya başladığımda, belirli bir alana özel bir ilgim yoktu – o zamanlar sadece heykel, video yerleştirme, yazılımla oluşturulmuş sanat vb. ile ilgili çalışmalar yapıyordum. Temelde iki nedenden dolayı fotoğrafla tanıştım: Birincisi, kendi çalışmalarımı internette kolayca oluşturup geniş bir kitleyle paylaşabildiğim gibi aynı anda birçok farklı sanatçının çalışmalarıyla da karşılaşabiliyordum (2009, 2010 yıllarında Flickr ve Tumblr gibi platformlar üzerinden). Fotoğraf hızlıydı, fotoğraf paylaşılabilirdi, erişilebilir ve uygun fiyatlıydı. İkinci sebep -o zamanlar bunun farkında değildim- fotoğraf ve videonun daha sonra sosyal medya üzerinden herkesin kendini göstermesi için en önemli ortam haline gelmesiydi. Bunun önemli olduğunu ve bu konuyla ilgilenmem gerektiğini hissettim.

 

Fotoğrafçılık ana alanınız olmasına rağmen, fotoğrafa yeni olasılıklar getiren ve imge üzerine tartışmalar açmanıza imkan veren diğer sanat türlerini, özellikle heykel ve mimariyi çalışmalarınızda kullanıyorsunuz. Sizce çağımızda bir imge yaratmak ne anlama geliyor?

Benim için çoğunlukla uzun bir imge üretim süreci söz konusu; Nadiren belirli bir anda çekilmiş tek bir fotoğraftan oluşan bir görüntü üretirim. Araştırma, stüdyo dışında çekimler, stüdyo aşaması ve bir de post prodüksiyon süreci var. Bu aslında her görüntü üreticisi için geçerli bir durum. Telefonunuzla fotoğraf çekseniz bile, imgenin içinde o andan çok daha fazlası var. Daha önce gördüğünüz ve bilinçaltınızda yeniden oluşturmaya çalıştığınız görüntüler var. Telefonunuz yazılım işlemlerini yapıyor, siz filtreler uyguluyorsunuz, sonra görüntü sosyal medyada dolaşıyor … artık önemli olan an değil. Bugünlerde bir görüntü oluşturmak hızlı da olsa uzun bir işlemdir ve sensöre ışık kaydetmek bunun sadece küçük bir kısmıdır.

 

Fransız yönetmen Jean-Luc Godard, “Fotoğraf gerçektir. Sinema saniyede 24 kez gerçektir” demişti. Siz de işlerinizde yapaylık ve gerçeklik kavramları ile oynuyor ve gerçekliğin olasılığını sorguluyorsunuz. Üretim sürecinizde gerçeklikle olan ilişkinizi nasıl tanımlarsınız?

Godard’ın bu düşünceye nereden geldiğini bir şekilde anlıyorum, ama şimdi 2021’deyiz ve fotoğrafçılık – ya da fotoğrafik görüntüler üretimi olarak tanımladığımız şey – belirli bir noktada fiziksel bir merceğin önünde olan şeye çok daha az bağlı. Bu yüzden ben fotoğrafçılık ile gerçeklik arasındaki doğrudan bağa karşı mücadele ediyorum. Bu iş dijital manipülasyon ve resimsel 3D’lerden önce de hileliydi ve her geçen gün daha da hileli hale geliyor. Bu nedenle, sürekli olarak bunu tartışan – izleyiciyi belirli bir şekilde kandıran ve umarım her gün fotoğrafla ilgilenmelerini ve sorgulamalarını sağlayan görüntüler yaratmaya çalışıyorum.

 

İşlerinizde dikkat çeken bir “aralık” duygusu var. “İçeride” veya “dışarıda” olmak size ne ifade ediyor? İlk çalışmalarınızdan başlayarak doğal olarak kabul edilenle yapay olan; dış ile iç arasındaki ayrımları flu hale getiriyor gibisiniz? Bu doğallaştırma veya gerçekleştirme süreci sizin için nasıl işliyor ve bunun fotoğrafa yansımaları neler?

Bu günlerde projelerime genellikle stüdyo dışında çekim yaparak başlasam da, fotoğraflarımı çoğunlukla stüdyo içinde – genellikle dışarıda çektiğim fotoğrafları kullanarak – bitiriyorum. Ve bazen tam tersi de olabiliyor. Kişisel olarak, benim için görüntünün nerede yaratıldığı önemli değil; önemli olan bir akış halinde olması ve çalışmalarıma bakıldığında anlamın yerinin kolayca belirlenememesi.

 

Fotoğraflarınızda neredeyse hiç insan olmamasına rağmen, pandemiden sadece birkaç ay önce New York’ta oluşturduğunuz “Five Days” seriniz pandemi sonrasında başka bir anlam kazanmış gibi görünüyor. Pandemi sırasında dünyanın en büyük ve en kalabalık şehirlerinin boş meydan ve sokaklarının fotoğraflarını gördük. Farklı bir “gerçeklik” bizi etkiledi ve dünyayı hiç görmediğimiz şekillerde görmemizi sağladı. Siz pandemi sırasında zamanınızı nasıl geçirdiniz? Sizce bu deneyimin sanat ve hayat ilişkisi üzerinde nasıl etkileri olacak?

Pandeminin ilk yarısında gündüzleri çoğunlukla çocuklarımla vakit geçirdim ve akşamları stüdyoda çalışmalar yaptım. Projeleri erteledim ve mümkün olduğunca üretmeye ve öğrenmeye çalıştım. Bence genel olarak karantinalar, evden çalışma, seyahat kısıtlamaları yaşam-iş-deneyimimizin sanallaştırılmasını hızlandırdı. Bunun, fotoğrafın nasıl geliştiğine dair daha önce bahsettiğim yönlerle yakından ilişkili olduğunu hissediyorum.

 

Sanatın teknolojideki gelişmelerle birlikte izleyeceği yol hakkında ne düşünüyorsunuz? Yazılımlar olağanüstü bir hız kazanmış görüntü üretiminin büyük bir parçası oldu, NFT’ler küresel bir piyasa içinde değer kazanıyor. Bu teknolojileri görüntü üretiminde de kullanan bir sanatçı olarak, bugün ve gelecekte teknoloji ve sanat ilişkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Teknoloji ve sanat hiçbir zaman birbirinden ayrılamaz – temel bir ideolojiye sahip olmayan hiçbir kod veya medya bulunmamaktadır; 20. yüzyılın ortalarında renkli film yapımı bile ırksal olarak önyargılıydı. Ancak günümüzde bu ilişkiler giderek daha da karmaşıklaşmakta ve kullandığımız medyanın yüzeyinde daha görünür hale gelmektedir. Sanatın nasıl tüketildiği, nasıl dolaştığı ve dağıtıldığını dikkate almayan, dijitalin fiziksel olanla ilişki üzerine düşünmeyen ve üretim ve algılamaya bilinçli olarak hitap etmeyen sanat, başarısız olmaya mahkumdur.

 

Sanatsal solo projelerinizin ve işlerinizin yanı sıra ticari amaçlarla da dünyaca ünlü markalarla işbirliği yapıyorsunuz. Bu ortaklıklar, gerçekliği görme, düşünme veya inşa etme şeklinizi besliyor mu yoksa bunları sadece iş olarak mı görüyorsunuz? Sanat ve sermaye arasındaki ilişki ya da daha incelikli bir şekilde, bu ilişkinin sanatsal pratiklere yansımaları ve etkileri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Kişisel olarak ticari alanda çalışmayı seviyorum. Böylece işlerimi satarak hayatımı finanse etmek zorunda olmadığım için sanatsal pratiğim için bağımsız bir alan yaratabiliyorum. Komisyonlarda normalde açıkça belirlenmiş bir hedef vardır. Herkes riskleri ve ne yapılması gerektiğini bilir. Yine de, çoğu zaman sınırları zorlamak ve yeni yaklaşımlar yaratmak için deneyler yapma olanağına sahibim, ki bu inanılmaz. Çoğu durumda, genellikle deneysel yaklaşımımın geleneksel fotoğrafçılık çevrelerinden ziyade komisyonlarda daha çok kabul gördüğünü hissediyorum. Bu elbette her durum için doğru değil ancak fotoğraf sergilerini düşününce, daha riskli ve daha zorlu çalışmaları satmak, potansiyel bir alıcıya güven veren ticari amaçla üretilmiş görüntülerden daha zor olabiliyor.

yazıyı oku