“ADAPTASYON”: SÜMÜK SALGILAMAK MI, YOKSA BOYUN FITIĞI MI?

İllüstrasyon: Caner Yılmaz

Bonkis dizisindeki Deniz karakteri evlenmeyi düşünmüyor, bekar olmasına rağmen çapkınlık veya seks peşinde koşturmuyor. Bir sevgilim olsun derdi yok, bir kariyerim olsun derdi yok! Ailesiyle arası bok gibi, arkadaşlık ilişkileri bir enteresan. Kendisi adapte olmayan bir kadın. Peki ya diziyi yazan ve ana karakteri canlandıran Deniz Tezuysal hiç öyle mi?

Yazı: Deniz Tezuysal | 5 Nisan 2021

Adapte olmak; uyumlanmak; ayak uydurmak olarak da açıklanabilecek şu Fransızca kökenli kelimenin, benim için ne anlama geldiğini düşünüp duruyorum günlerdir. Kelimelere spesifik duygu veya durumlar atamadan rahat edemiyorum ben. Tam bir memur çocuğu kafası. İlla her şeyin anlamsal, net bir karşılığı olsun istiyorum, ak’a ak, kara’ya kara diyemediğim yerde huzurum kalmıyor. Adaptasyon kelimesine de, kaktüsün dikenli olması, bukalemunun renk değiştirmesi, zehir veya sümük salgılayan canlılar gibi, basitlik derecesi ilkokul fen bilgisi seviyesinde olan bir tanımlama yapmaya gönlüm elvermeyecek. Daha derin ama bir o kadar da net bir tanım bulmalıyım bu kelimeye, hem güncel olsun istiyorum, hem de 2021’de bize “adapte olmanın” ne hissettirdiğini anlatsın. Sanki TDK’nın omzuma yüklediği ağır bir yük bu, ya da karantinada kafayı yemenin bir göstergesi, bilemiyorum. Sonuç olarak bir beyin jimnastiği olsun niyetiyle günlerdir kendime soruyorum: “Hayatında çok iyi adapte olduğunu düşündüğün ne var Deniz?”

İçimi kaplayan derin bir his, anında bana diyor ki; bu sorunun cevabı, terapistinin banka hesabında artı dört bin lira olarak vücut bulabilir. Çünkü nelere adapte olmadın ki annem? Şu an sokağa maskesiz çıkınca donsuz gibi hissettiğin bir dönemden geçerken bu soru gerçekten iş görür mü? Ki bir çoğunuzun şu an “Donsuzlukta ne var ya, donsuz çıkarsın, maskesiz olmaz,” diye düşündüğüne kalıbımı bile basarım. Çünkü ben de sizden biriyim. Don ne ya, don mu kaldı arkadaşlar? Maske diye bir şey var artık hayatımda, her gün sabunlayıp, çitileyip güzelce kaloriferin üzerine asıyorum, utanmasam ütüleyeceğim bile, hangi don bununla yarışabilir? Üstelik bunu yaparken bir gün olsun sorgulamadım “Ne yaşıyorum ben niye maske sabunluyorum şu an?” demedim. Bırakın sorgulamayı bu konuda ne kadar pratikleşip geliştiğimi düşünüp, hafif gururlandığım anlarım bile var. Şimdi bu noktada soruyorum, ben acaba daha nelere böyle jet hızıyla adapte oldum da hiç ruhum bile duymadı? Terapistin hesabına geçen ekstra dört bin liranın “gönderildi” sesini duydum şu an…

Aklımdan sayısız şey geçiyor; yediğim yiyecekler, yiyemediğim yiyecekler, giydiklerim, giyemediklerim, olur deyip birkaç sene sonra hiç olur mu öyle şey dediğim tüm durumlar. Tereyağı, margarin, Kadıköy’deki kedi maması yiyen martılar, alkolsüz bira, sigara içme yasağı, akşam 22.00’dan sonra alkol satış yasağı, desteksiz sütyenler, düşük belli kot pantolon, ocak ayında havanın 20 derece olması, sansür, televizyonda rakı içilemeyen diziler, yasaklar, korkular ve tekrar yumurta, her gün yumurta yemek kolesterol yapmıyormuş meğer ama kolesterol hapları hasta ediyormuş, biz gene de sarısını az beyazını çok yiyelim. Beynimin içinden acılı bir cızırtı geliyor, hemen midede bir yanma. Terapi seansıyla yırtsak iyiyiz dedirten bir endişe. Allah’ın Fransız’ı, ne kelime bulmuş görüyor musun…

Sessiz sedasız, anlamadan, sinsice adapte olduğum şeyleri düşünmek belli ki bana iyi gelmeyecek. Adapte olmayı reddettiklerime odaklanmak belki kendimi daha iyi hissettirebilir. İyi hissetmeye her zaman ihtiyacımız olur. Çünkü neden? Adı üstünde “iyi hissetmek” kötü değildir. Basit düşünmek lazım. “Ülser kötüdür, iyi hissetmek iyidir,” şeklinde bir basitlik kolay adapte olmanızı ve hayatta kalmanızı sağlar(!). Hemen ikna oldum. Düşünüyorum… Ve çok çok az şey bulabiliyorum. O kadar az ki neredeyse glütensiz beslenme yapmadığım için kendimle gurur duyacağım, öyle bir noktadayım. İnsan falafeli lavaşa sarıp yediği için farklı hisseder mi ya? Nasıl geldik bu noktaya? Vegan kokoreç yedim ben dün! Bu nasıl bir adapte olma halidir? Bir an kokorecin içine et suyu attığımızı hatırlıyorum, neyse bu da bir şeydir diye düşünüp kendimi rahatlatıyorum ama, sırtımdan soğuk terlerin indiğini de hissedebiliyorum. Çabuk Deniz, adapte olmadığın bir durum söyle bana! (Sessizlik…)
Olduk annem, her modaya, her akıma, gelene, gidene, hepsine adapte olduk. Ne kaldı olmadığımız? Derken Bonkis Deniz geliyor aklıma, en çaresiz ve umutsuz hissettiği anlarından birinde “dönüyorum ben ya, ne varsa hepsine, her şeye dönüyorum,” deyişi kulağımda çınlıyor. Asla adapte olamayan bir kadının, adapte olmaya en çok yaklaştığı anın, diğer herkesten farklı olmanın yükünü taşımaktan yorulduğu ve pes etmeye yeltendiği bir “teslim olma” anı olduğunu fark ediyorum.

Deniz’in (Burada belki diziyi henüz izlememiş olanlar için bir parantez açmak gerekecek. “Bonkis” hikayesini ve senaryosunu benim kaleme aldığım, BluTV’de yayınlanan bir kara komedi dizisi. Ana karakter de adaşım Deniz. Her ne kadar şöyle bir bakınca kendi hayatımı anlatmışım gibi dursa da aslında Deniz’le aramızdaki isim benzerliği dışında çok da ortak noktamız bulunmuyor. Ya da ben öyle zannediyorum…) uyum sağlamakla olan ilişkisini düşününce, bu konuda ne kadar başarısız olduğunu kabul etmek yaklaşık iki saniyemizi alır en fazla. Mimar olmuş, mimarlık yapmıyor. Uzun süreli bir ilişkisi olmuş, sevgilisini aldattığı için terk edilmiş. Evlenmeyi düşünmüyor, bekar olmasına rağmen çapkınlık veya seks peşinde koşturmuyor. Bir sevgilim olsun derdi yok, bir kariyerim olsun derdi yok! Ailesiyle arası bok gibi, arkadaşlık ilişkileri bir enteresan. Canı ne isterse yiyip içiyor. Bu Deniz gerçek olsa ona nasıl maske taktırırdık acaba diye düşünmeden edemiyor insan.

Hiçbir kalıba sığmayan bir karakter yazdığımı düşününce, adaptasyonla ilgili derin soru işaretlerim olduğunu fark ediyorum. Hayalimdeki “Deniz”i karakteristik özellikleri haricinde kendimin tam zıttı bir şekilde yaratmış olmam bilinçsiz bir tercih olamaz. İçimde bir yerde o “adapte olmaya direnen, özgür kadın” olma hayalini taşıyorum her zaman. Yapamadığımı hissedip sıkıştığım bir noktada, bunu hayali bir karakter olarak hayata geçirebilmiş olmanın aslında ne kadar büyük bir lüks olduğunu anlıyorum.

Bonkis’in isyanı çok gerçek bir yerde. Bir sevgili bulup hayatına devam etmesi gerektiğini söyleyen annesine: “Ben öldüm mü? Sevgilisiz yaşanmıyor mu bu hayatta?” diye gerçekten merak ederek soruyor. Bunu gerçekten böyle mi düşünüyorsunuz diye sorguluyor. Kendime dönüyorum; toplumun bana uygun gördüğü tüm görevleri yerine getirmiş, 8 senelik evli bir kadın ve 6 yaşında bir çocuk annesi olarak, kendimi Bonkis Deniz’den çok daha geride hissediyorum sorgulama konusunda. Çünkü ben hiç böyle şeyleri düşünmedim, direkt kabul ederek yaşadım. Burada “ben” derken herhalde milyonlardan bahsettiğimi hepimiz biliyoruz.

Biz hesabın yanlış olduğunu bildiği halde “Şunu bir kontrol eder misiniz?” demeye çekinen bir kültürün son kalıntılarıyız arkadaşlar. “Tuvaletinizi kullanabilir miyim?” diye soracağına, bir buçuk saat çişini tutmayı tercih eden insanlarız. 28 yaşında evlenip, 30 yaşında doğurup, ömür boyu masa başında mouse tutmaktan boyun fıtığı olan, ama bununla yaşamayı öğrenen, iş çıkışı fizik tedaviye giden bir nesiliz. Fıtık bizim neslin göbek adı olmuş, sen neden bahsediyorsun ya? Geç bunları, Fransızcaymış da adaptasyonmuş falanmış. Öyle bir adapte oluruz ki kelimenin anlamı yetersiz kalır. Yeni kelime türetmek zorunda kalırsınız. (Bkz. yazarın burada koyu milliyetçilik ekolüne nasıl adapte olduğunu görüyoruz.)

Yazdıkça ve saydıkça görüyorum ki, ne yazık ki bunun sonu yok kızlar. Her eklediğim satırın üzerine, bir yenisini zor tutuyorum. Karanlık bir tünelde, her gördüğü ışığı çıkış zannedip, kör kuytulara dalan bir meczup gibi hissediyorum kendimi. Artık bu mevzuyu bir sonuca bağlamanın zamanı geldi. Zurnanın zırt dediği yere gelelim ve “Adaptasyon”un bizde bıraktığı tüm hislere istinaden, ona uygun bir tanım bulalım. Duyduğumuzda hepimizin net bir şekilde, sorgusuz sualsiz anlayacağı bir şey olmalı bu. Senin, benim, Deniz’in…

İtiraf ediyorum; yazının başında aklımdan ilk geçen cümle “Ya bu deveyi güdersin ya da bu diyardan gidersin,” olmuştu. Bunun da sebebi büyük ihtimalle, adapte olmanın karşısına hep, “adapte olamamayı” koyuyor olmamız. Arada yazdığım bin kelimenin sonunda, adapte OLAMAMAnın, negatif bir anlam taşımadığına inanır oldum. Asıl negatif olan belki de deveyi gütmektir. Deniz olsa “Deveyi de gütmüyorum, hiçbir yere de gitmiyorum, sen hayırdır?” derdi kesin. O zaman biz de onun izinden gidip, adaptasyon kelimesine bugün ters bir yerden bakalım ve adaptasyonu “boyun eğmek” olarak tanımlayalım. Ne dersiniz?

Bazı “boyun eğmeyen” hayali karakterlerimizi kendi hayatımıza adapte edebildiğimiz ve seslerini dinlediğimiz zaman kelimelerin, durumların, hatta belki bakış açılarının değiştiğini görebilmek çok keyifli. Herkese tavsiyemdir!

Nº3 Adaptasyon Sayısını Okumaya Devam Et