ATEŞ ALPAR İLE “TAŞ KABUK SESSİZ” ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ:

Röportaj: Burak Diken

Fotoğraf: Can Görkem

 

Sanatçı Ateş Alpar, Hasankeyf’in yok edilişini ilk kişisel sergisi “Taş Kabuk Sessiz” ile kayıt altına aldı. Politik yolculuğunun sanatını da içerdiğini ifade eden Alpar’ın yıllardır üzerine çalıştığı sergi, 15 Temmuz’a dek Merdiven Art Space’te olacak.

 

Selam Ateş! Nasıl gidiyor? Her şey yolunda mı?

Selam! Sergi nedeniyle epey yoğun bir süreç geçiriyorum. Bu yoğunluk sergi açılışıyla başlamadı tabii. Bir sergi hazırlığı bazen yılları içine alan zaman dilimini kapsıyor. “Taş Kabuk Sessiz” sergisi de uzun zamandır üzerinde çalıştığım bir serinin sonucu.  Nihayetinde bir sergi ortaya çıktı. Şu an her şey yolunda gidiyor.

 

 

Sergi 6 Haziran’da açıldı ve bu senin ilk kişisel sergin. Öncelikle çok tebrik ederiz! Nasıl geçiyor?

Çok teşekkür ederim. Açılış da ilk hafta da gayet güzel geçti. Hasankeyf’in yok edilişine dair birikimimi paylaşmanın zamanı gelmişti. Kendimi biraz hafiflemiş ama çokça yeni yükler edinmiş hissediyorum. Çünkü “Taş Kabuk Sessiz” ile Hasankeyf’e bakarken diğer taraftan bu bölgenin istisna olmadığını biliyorum. Seriye başladığım tarihten bu yana Türkiye’nin ve dünyanın farklı yerlerinde yeni yıkımlar meydana geldi. Bu süreç maalesef önümüzdeki dönemlerde de devam edecek gibi görünüyor. Sergiye gelenlerle, günümüzde artık olmayan görüntüler karşısında dururken zaman zaman sohbet ediyoruz. Sanki çok ama çok eski zamanlardan konuşuyoruz. Her görüntü elbette biricik fakat bu görüntüler serginin bütününü de izleyebileceğimiz bir çerçeve oluşturuyor. Kısacası ilk hafta bolca sohbet ve tartışmayla geçti. 

 

“Kültürel miras yok edildi, insanlar ve insan olmayanlar göçe zorlandı.”

 

 

Hasankeyf’te neler olduğundan bahsedebilir misin?

Hasankeyf binlerce yıllık geçmişi olan bir yaşam alanıydı. Ilısu Barajı’nın inşaatı başladıktan bu yana bölge peyderpey su altına gömüldü. Çok önemli bir biyoçeşitliliğe sahip bu alanın tahribatı hem çevresel hem de sosyo-kültürel olarak hissedildi. Binlerce yıldır devam eden yaşam, ömrü süreli (ortalama 50 yıl olduğu söyleniyor) bir baraj uğruna yok edildi. Barajda sular çekildikten sonra ortaya çıkacak olan şey elbette eskisi gibi olmayacak. Kültürel miras yok edildi, insanlar ve insan olmayanlar göçe zorlandı. Bütün bu süreci enerji ve güvenlik politikalarıyla da okumak mümkün. Sonuçta sosyo-kültürel yapıya zarar veren müthiş bir ekolojik yıkımla karşı karşıya kaldık. Maalesef Hasankeyf istisnai bir durum değil. 

 

 

Bir süredir bölgeyle alakalı sesler de maalesef yeterince yankılanmıyor gibi bir yandan. Seni bu süreçte bu sergiye götüren şey ne oldu? Nasıl çıktı Taş Kabuk Sessiz?

Az önce söylediğim gibi bir süredir bölgeyle ilgili çalışıyorum. 2018 yılında ilk görüntüleri almaya başladım ve bu yılın başında son çekimleri gerçekleştirdim. Konuya dikkat çeken çok sayıda yazı yazıldı, bölgenin önemi tartışıldı, kültür-sanat alanından da sesler çıktı. Ama o kadar fazla mücadele edilecek alan var ki doğal yılgınlık çöküyor bir noktada. İşte dediğin gibi sesler de yeterince yankılanmıyor, yankılanamıyor o zaman. Ben deneyimlerimi sanat pratiğimden ayrı tutmayan bir sanatçıyım. Dolayısıyla kişisel tarihimin kesiştiği bu coğrafyayla ilgili yaşananlara kayıtsız kalamazdım. Kendi dilimce “Taş Kabuk Sessiz”de yaşananları anlatmaya çalıştım.

 

“Yaraların kabuk bağlamasına iyileşmesine izin verilmeden yeniden kanatılıyor…” 

 

Taş Kabuk Sessiz. Üç kelimeyi de bölgeyle aynı bağlamda düşünmek mümkün gibi. Biraz serginin isminden bahsedebilir misin?

Bölgeye gidenler bilir. Burada taş, mimariden coğrafyaya bölgeyi baştan sona saran bir imge. Kabuk ile ölüme dair bir anlatı kurmaya çalıştım. Sergideki fotoğraflarda da görüldüğü gibi, hayatını kaybedenler mezarlarından çıkarılmak ve ikinci kez defnedilmek zorunda kaldı. Yaraların kabuk bağlamasına iyileşmesine izin verilmeden yeniden kanatılıyor… Sessiz ise, bölgenin susturulmaya ve hafızasızlaştırılmaya çalışılması ile alakalı bir kavram.

 

 

Serginin ilk katında bizi karşılayan fotoğraflar, özellikle ‘Hasankeyf’e Hoşgeldiniz’ enstalasyonu ile birlikte geleni oraya ışınlıyor gibi. Bir yandan sular altında kalmış olan yol, onun kalanını nasıl ilerleyeceğimiz hakkında bir foreshadow gibi de hissettirebiliyor. Seyircinin durumla empati kurmasını istedin mi? Nasıl değerlendirirsin bunu?

Elimde yüzlerce kare varken bir anlatı çerçevesinde sergiye hazırlanmak epey zordu. Bu süreçte Ekmel Ertan’la serginin küratöryal anlatısı için çok çalıştık, günlerce tartıştık. Hem fotoğrafların seçiminde, hem de genel anlatı üzerine kafa yorduk. Sergiye gelenlere orada olup biteni anlatmak zor. Çünkü karelerin dışında kalan bu sergi anlatısına sığmayanlar da var. O tabela bence artık ikonikleşti. Su altında kalan yol artık gidilecek bir yerin olmadığına da işaret ediyor, yani hoş gelinecek bir yer yok. Ama tabela, kısa zaman öncesine kadar burada hayatın devam ettiğini söylüyor, hafızasızlaştırılmaya karşı direnen bir hatırlama imgesi oluyor. Görüntülerin izleyiciyi içine çekmesini isterim elbette. 

 

“Bölgedeki baraj meselesini insansızlaştırma, hafıza kıyım ve güvenlik politikaları çerçevesinde de ele almak gerekiyor. Bu sergi hepsinin ortasında duruyor bence.”

 

Osman Kavala’nın yıllar sonra Beyoğlu’nda, en sevdiği sokaklarda -bir şekilde- dolaşabilmesini sağladın. Tüm Sular Çatlağını Bulana Kadar’da 19 Ocak’larla alakalı bir yüzleşme önerdin. Taş Kabuk Sessiz’deyse bu kez yerinden edilen insanların yaşadıklarını ve yaşayamadıklarını gözler önüne seriyorsun. Bu sergi diğer üretimlerinin arasında nasıl bir yerde duracak sence? 

Toplumsal mücadeleler pratiğimi etkiliyor. Sarmal bir durum söz konusu, hayatta dert ettiklerim üzerine çalışıyorum doğal olarak. “Taş Kabuk Sessiz”i güncel bir eko-sanat pratiği olarak değerlendirebiliriz. Ekolojik yıkımlar günümüz kapitalizminin işleyişinde can alıcı bir noktada duruyor. Dolayısıyla yıkımlara karşı verilen mücadeleleri demokratik taleplerden, emek mücadelesinden ya da etnik ayrımcılıklardan ayırmak mümkün değil. Az önce söylediğim gibi bölgedeki baraj meselesini insansızlaştırma, hafıza kıyım ve güvenlik politikaları çerçevesinde de ele almak gerekiyor. Bu sergi hepsinin ortasında duruyor bence.

 

 

Senin için diğerlerinden daha farklı bir yeri olan bir fotoğraf var mı sergide?

Bu çalışma bir seri olduğundan benim için farklı bir fotoğraf yok. Hepsinin ayrı hafızası var ama bütün içinde de anlamlılar. Hepsi bir taraftan biricik bir taraftan da bütünün bir parçası. 

 

Üretimi sırasında özellikle zorluk yaşadığın bir kare var mı?

Bütün süreç zorluydu. Su altında kalan bir ev, su yüzeyine çıkmış ayakkabı, ineğiyle birlikte yürüyen bir insan, bölgeye son kez bakanlar, ikinci kez defin için yapılan hazırlıklar, yıkanan halılar… Tüm bunları yıllarca kayıt altına almak zordu. 

 

Fotoğraflar bir yandan bölgenin haberini çarpıcı bir şekilde veriyor. Sence bu bir fotomuhabirlik sergisi de diyebilir miyiz?

Belki pek çok şey denebilir. Etnografik bir çalışma da denilebilir belki. Ama nihayetinde bu sergi bir güncel sanat sergisi. Sergiye dahil edil(e)meyen çokça görüntü de var. Ben serginin küratöryal sınırları kapsamında olan biteni bu şekilde yansıttım. Sosyo-politik bağları kuvvetli bir meseleyi estetik alanın araçlarını kullanarak tartışmaya açtım diyebilirim. 

 

Üretimlerin senin kişisel politik yolculuğunu nasıl etkiliyor?

Üretimlerim kişisel politik tercihlerimle şekilleniyor. İki alanı birbirinden ayırmam mümkün değil.  Dert edindiklerim yani politik yolculuğum sanatımı da içeriyor. Sanat aracılığıyla bu yolculuğu ifade ediyorum.

 

Küratör Ekmel Ertan, Barthes’ın punctum kavramından bahsederek öncesizlik ve sonrasızlığa dair bakışıyla Hasankeyf’in şimdiye dek -hiç- olup olmadığını ve/ya olmayacağını sorguluyor. Sen bu konuda nasıl düşünüyorsun? Fotoğrafların Hasankeyf’in belirsiz geleceğinde nasıl bir yer tutacaktır sence? 

Aslında Hasankeyf’in geleceği bir taraftan da belirlendi. Binlerce yıllık tarih, kültürel miras, yaşamsal izler silindi. Yok edilen her şeyin üzerine zorla başka bir yaşam kuruldu. Bundan sonra ne benim kayıt altına aldığım görüntüleri ne de ondan öncesini görebileceğiz. Bu yüzden şimdi ve geleceği birbirine bağlayan görüntüler olarak değerlendiriyorum bu fotoğrafları. Unutmaya karşı hatırlamayı ve hatırlatmayı canlı tutacak fotoğraflar diye düşünüyorum.

 

“Nasıl bir uygarlık istiyoruz? Bu sorunun cevabına verdiğimiz yanıt oldukça yaşamsal, bunu her an hatırlamak gerekiyor.”

 

Bu ‘uygarlaştırma’yı doğadan bağımsız düşünmek elbette imkansız. Doğa ve insan dikotomisi geçiyor metinlerinizde de. Bu ikilik ve -kapışma- gelecek endişesi ve korkusunun artmasına katkıda bulunuyor mu sence?

Ekolojik yıkımlar sanki insanlardan azade bir durummuş gibi lanse ediliyor. Hatta insanların yararına bir şeyler yapılıyormuş algısı yaratılıyor. Baraj yaptık, medeni bir şekilde elektrik üretilecek ya da başka bir bölgede altın arıyoruz bu iyi bir şey niye karşı çıkıyorsunuz ki diye düşünülüyor. Yılda şu kadar enerji üretilecek, toplam enerji üretimine bu kadar katkı sağlayacak diye konuşuluyor. Gayet teknokratik değerlendirmeler yapılıyor. Ama tarihin-kültürün-doğanın tahribatından ya da altın arama örneğinde olduğu gibi siyanürün toprağa verdiği zarardan, tarım ürünlerinin ve suyun zehirlenmesinden söz eden yok. Ekoloji mücadeleleri tam da bu ikilikleri aşmaya çalışan bir yerde konumlanıyor. Gelecek endişesi değil şimdinin şu anın endişesi bunlar. Bu süreç devam ederse zaten gelecekten de söz etmemiz mümkün olmayacak. Nasıl bir uygarlık istiyoruz? Bu sorunun cevabına verdiğimiz yanıt oldukça yaşamsal, bunu her an hatırlamak gerekiyor. 

 

Amerikalı fotoğrafçı Richard Avedon, “Tüm fotoğraflar doğru. Hiçbiri gerçek değil,” demiş. Sen de küratör Ekmel Ertan da gerçekliği bir kavram olarak sorguluyorsunuz belli ki. Taş Kabuk Sessiz’e nasıl yansıdı bu?

Richard Avedon’ın bu söylemini birkaç farklı açıdan ele alabiliriz. Fotoğraflar estetik-politik açıdan ya da var olanın belirli bir anda kayıt altına alınması açısından doğru kavramıyla ele alınabilir. Bununla birlikte kadraja girmeyenler/kadrajın dışında bırakılanlar ile ortamın manipüle edilmesi söz konusu olabilir.  Bu açıdan gerçeklik tartışmaya açılır. Bir başka mesele de kimin için doğru ve gerçek olduğu sorusudur. “Taş Kabuk Sessiz”de ele aldığım konunun içeriği, iktidarın yarattığı gerçekliğin sorgulanması açısından Avedon’ın gerçeklik tartışmasıyla bağ kurabilir.

 

Ateş Alpar’ın Taş Kabuk Sessiz sergisi 15 Temmuz’a kadar Merdiven Art Space‘te ziyaret edilebilir.

#komünitecalling Sayısını Okumaya Devam Et