BABY ON BOARD: MELİH ÇEBİ, BABY VE VAROLUŞUN İRONİSİ

Röportaj: Ceren Kahveci 

Fotoğraf: Can Görkem

Melih Çebi’nin kişisel yolculuğuna tercüman olma amacıyla hayata gelen Baby, dergi kapaklarından bize keyifle göz kırpıyor, masum gülücükler atıyor ve sergi alanında bulunduğumuz süre boyunca odak noktamız olmaktan oldukça memnun gözüküyor. İnternet çağının tohumlarının ekildiği dönemde büyüyen Çebi, içsel değişimleri ve ikilemlerini teknoloji kuşağına ayak uydurmanın gerektirdiği görsel kılıflara giydirerek tüketilebilir hale getiriyor. Baby on Board’un yapım sürecini sanatçıdan dinlerken onun zihninde dolanıyoruz ve Baby‘nin renkli varoluşunun çocukluk hikayelerine dökülen sahne perdelerini aralıyoruz.

 

Ace of Spades

 

Baby on Board çok keyifli bir sergi, görsel olarak ziyaretçi içinde canlılık ve neşe uyandıran bir alana dönüşmüş burası. İşlerinin arkasındaki hikayelere inmeden önce, ilk bakışta izleyicilerle bu çizgiler ve renklerle ilişki kurmanın ve üretimlerine bu perspektiften yaklaşmanın arkasındaki nedenlerin nedir?

“Canlılık ve neşe uyandıran bir alan” tanımından yola çıkarak bir şeyler anlatmayı deneyebilirim. Biraz süpermarketleri hatırlattı bana ifaden ve doğru yerdeyiz bence. Pilot Galeri ile birlikte gerçekleştirdiğimiz ilk kişisel sergimde, dijital çağ ve tüketim toplumunun el ele vermesiyle git gide daha da hızlı dönmeye başlayan dünyaya ve bu dünyada hisleri ve düşünceleri yerleştirdiğimiz raflara odaklanıyorum. Tüketim toplumunun içine doğup internetle büyüyen ve kariyerine ilk adımlarını reklam sektöründe atan bir sanatçı olarak, bu trend odaklı dünyada hem kişinin düştüğü boşluk hissini hem de sanatçının ve sanatın yerini sorguluyorum aslında. Bunu yapmak için de kendimi bir markaya veya bir maskota, kimlik arayışıma ait her şeyi de yüzümle birlikte raflarda yerini alan ürünlere dönüştürüyorum diyebilirim. İzleyiciyle arasındaki ilk temasın tıpkı bir markette, satın alınmayı bekleyen ürünlerle olan ilişkisi gibi olmasını istedim. Her şey renkli ve sana gülümsüyor fakat biraz yakınlaşıp içeriğine baktığında “Beni al” diye bağıran çoğu gülen yüzün arkasında her zaman renkli bir dünya olmadığının farkına varıyorsun.

 

Baby on Board

 

Baby on Board sergisi senin yaklaşık beş senedir yaşattığın bir karakterin farklı durumlardaki halinin resmedilişi üzerinden ilerliyor. Bu karakter ile senin arandaki ilişki bu senelerde nasıl gelişti? Sergideki eserlerin oluşumu sürecinde aranızda bir olgunlaşma veya başka farkındalıklar gelişti mi?

Başında bu yolda tamamen kendi kişisel yolculuğumu bir karakter üzerinden resmettiğimi düşünerek ilerliyordum. Kendi çocukluk anılarımı tarihsel referanslarla birleştirerek hikayeleştiriyordum bir nevi. Daha sonra bu surat üzerinden aslında sadece kendimi değil, daha genel bir çerçeve üzerinden insan olmanın doğasındaki tüm absürt halleri, varoluşsal  krizleri veya toplumun birey üzerindeki etkilerini oluşturduğum bu sarkastik dille ifade etmeye çalıştığımı farkettim. “Ben” diye başlayan her yolun sonu gibi bu yolculuk da beni daha toplumsal bir hisse doğru götürdü sanırım.

 

 

“Ayrıcalıklı bir dünyadan gelmeyen sanatçıların çoğunun paylaştığı bir ikilem aslında bu his. İşlerimizle kurduğumuz bağı, sosyal medya paylaşımlarımızla kurduğumuz ağ üzerinden değerlendirme yanılsamasına düşebiliyoruz. Bu konuda yalnız olmadığımı biliyorum.” 

 

 

Birkaç sene önce Instagram’da @kithandkid isimli hesabından var olan fotoğraflar üzerinden yarattığın yüzleri, karakterleri paylaşıyordun. Üretimlerinin buradan Baby on Board’a evrilişi nasıl gelişti?

Kith&Kid’in oluşumu 2016’da reklam sektöründeki sanat yönetmeni pozisyonumdan ayrılarak yoluma sadece kendi üretimlerimle devam etme girişimimle başladı. O dönem tüm işlerimi dijital araçlarla, ekranlar üzerinden üretiyordum ve bu beni bir şekilde tatminsiz bırakıyordu. Bence dijital ve analog arasındaki bu fark benim gibi ikisinin arasına doğup büyümüş bir kuşağa ait insanlar için hep bir boşluk ve arada kalmışlık hissi yaratmaya devam edecek. Ben de bu histen yola çıkarak pazarlardan, antikacılardan topladığım, tanımadığım insanlara ait eski fotoğrafların üzerinde çalışmaya başladım. Bu fotoğraflar üzerinden uzun süredir bağımı kopardığım o analog hisle ve başka insanların hayatlarıyla kurduğum bağ tekrar güçlendi ve bu da kendi dilimi oluşturmamda bana önayak oldu sanırım. Böylece fotoğraflar üzerinden kurmaca hikayeler yarattığım yolculuğum kanvaslara ve kendi hikayelerime evrildi. 

 

Kendi hayatından tecrübeleri bu karakter aracılığıyla tüketilebilir bir hale getiriyorsun. Bu tecrübelerin anlatımında, önüne bir “tüketici” koyacağını bildiğin için feragat ettiğin hisler ya da unsurlar oluyor mu? Bir sanatçı olarak bu tüketilebilir hikaye anlatımına nasıl yaklaşmayı seçiyorsun? 

Bağımsız bir sanatçı olarak, kendimi var etmek ve varlığımı sürdürebilmek için tamamen duygusal bir yerden ürettiğim işlerimi, tamamen duygusal olmayan bir yerden pazarlamakla yükümlü olduğumun farkındaydım. Bu farklı duygularla, kimlik arayışlarıyla, krizlerle dolu hisleri bir yandan resmederken bir yandan da mantıklı bir plan ile geçimimi sağlamam gerekiyordu. Haliyle bu da insana kendini Instagram üzerinden pazarlanan kırışık önleyici kremler gibi hissettiriyor bazen. Ayrıcalıklı bir dünyadan gelmeyen sanatçıların çoğunun paylaştığı bir ikilem aslında bu his. İşlerimizle kurduğumuz bağı, sosyal medya paylaşımlarımızla kurduğumuz ağ üzerinden değerlendirme yanılsamasına düşebiliyoruz. Bu konuda yalnız olmadığımı biliyorum. 

 

 

View this post on Instagram

 

A post shared by Melih Çebi (@melihcebi)


A moodboard for my future therapist 

 

Sergide gördüklerimiz arasından senin için en özel olan ya da sergiye dahil ederken diğerlerine kıyasla sende farklı hisler uyandıran eser hangisi? 

Sergi dahilindeki tüm işlerden ilk görüşte kendini ayırdığını düşündüğüm bir işim var, bunu sen de fark ettin sanırım. İsmi A moodboard for my future therapist. Diğer işlerden farklı olarak bu işte karakter yüzünü gizliyor, tam olarak ne hissettiğini bilmiyoruz. Kullandığım semboller diğerlerinden farklı olarak ben ve kanvas arasında. Anlaşılmamayı hedeflediğim bir iş olarak diğerlerinden ayrılıyor sanırım.

 

Eyvah!

 

Eyvah! isimli eserin arkasındaki hikaye aslında sergide ele aldığın bireyselliğin marka temsiline dönüşmesi konusunu senin tecrübelerin üzerinden farklı bir şekilde ele alıyor. Hikayesini dinleyebilir miyiz?

Evet söylediğin gibi Eyvah! isimli iş aslında oluşturmaya çalıştığım temanın temeli niteliğinde. Hislerini kapitalizm ve tüketim toplumunun tatminsiz doğası üzerinden ifade eden bir çocukluk anısı gibi. Aynı zamanda sergi dahilindeki en eski iş. Resmin genelinde de oldukça çocuksu bir perspektif hakim. Hikayesi 1998 yılına dayanıyor, sekiz yaşındayım. O dönem hızlı gelişen ve sanayileşen bir şehirden ayrılıp taşındığımız sahil kasabası diyebileceğim şehir ile ilgili abim ile dışavurabildiğimiz en büyük mutsuzluk, şehirde henüz varolmayan fast food zincir restoranlarıydı. Popüler kültürü çizgi filmler, sinemalar, video oyunları ve televizyon üzerinden takip ettiğimiz o zamanların beni en heyecanlandıran sonuç ürünü, McDonalds’ın gündemle paralel olarak menüleri beraberinde gülümseyen evler şeklinde kutular içinde sunduğu Happy Meal oyuncaklarıydı. Bu duruma bizimle birlikte canı sıkılan annemin bizi mutlu etmek adına araştırıp bulduğu, yine o zamanlar yeni yeni çoğalan,  telefonla sipariş verilen bir pizza restoranıyla gelen bir anı… İsmi de ironik bir şekilde “Rüya Pizza”. Yeni evimize dönemin yaygınlaşan ilk popüler cep telefonlarından biri olan Nokia 3210’umuz ile ilk kez pizza söylüyoruz ve heyecanlıyız. Bu lokal restoran, üzerinde Raphael’in ikonik tablosu “Angels of the Sistine Madonna”nın kırmızı mürekkep ile grafik baskısını barındıran bir kutu içinde pizzayı kapımıza getiriyor. Biz de oyuncaksız gelen bu pizzanın kutusunu kendimize oyuncak yapıyoruz. Eyvah! işinde de Raphael’in meleklerini abim ve ben olarak, Happy Meal kutularından oluşan yanan bir bir şehri izleyen iki şeytan olarak resmediyorum.

 

“Kimlik arayışı birey için de kurumlar için de hiç bitmeyen, sürekli değişen ve uçsuz bucaksız bir süreç. Zamanla birlikte arayış da evrimleşiyor gibi.”

 

Eyvah! eserinde de gördüğümüz gibi bazı eserlerde ikili figür mevcut. Üzerinden kendi hikayelerini aktardığın bu karakter çoğaldığında, iki tane olduğunda olaylar nereden işliyor, nasıl değişiyor?

Ürettiğim kanvasların bir çoğunda ikiz veya birbirinin yansıması olan karakterler mevcut. Burada oluşturmaya çalıştığım ayna görüntüsü çoğu zaman “gölge” tarafımızı simgeliyor. Sergi alanının merkezinde bulunan halı formundaki  The Ace of Spades isimli iş de bunlardan biri olarak bireyin kendi gölgesiyle içinde bulunduğu hesaplaşmayı resmediyor.

 

Pelike
Masculine Urge to Suppress

 

Pandemi senin için tasarımcı kimliğini bir kenara koyduğun ve sanatçı kimliğine odaklandığın bir dönem oldu. Üretimlerinle toplum ve dünya görüşüne eleştirel yorumlar getiriyorsun. Bunu artık tamamıyla sanatçı kimliğiyle yapıyor olmak sana başka düşünce kapıları açtı mı, bu açıdan seni karşılayan değişimler oldu mu hayatında? 

Benim akademik hayatım sanatsal bir altyapıdan gelmiyor aslında. Eğitim hayatıma ilkokuldan itibaren yabancı diller üzerine yoğunlaşarak devam ettim, çok küçük yaşlardan itibaren hem Türkçe’ye hem de diğer yabancı dillere her zaman bir eğilimim oldu. Yaptığım sanatı da aslında bu yaşlarda kendimi ifade etmek amaçlı yarattığım başka bir dil olarak görüyorum. İlerleyen yaşlarda tasarımcı kimliğimle başladığım kariyerimde başka insanların, kurumların ve markaların dili olmaya odaklandığım bir dünyadan, yine aynı dili kullanarak bu dünyayı  bireysel olarak ele aldığım ve eleştirdiğim bir tarafa geçmek benim için dönüştürücü bir his. Kimlik arayışı birey için de kurumlar için de hiç bitmeyen, sürekli değişen ve uçsuz bucaksız bir süreç. Zamanla birlikte arayış da evrimleşiyor gibi.

 

“Baby on Board” sergisi 28 Nisan 2023’e kadar Pilot Galeri’de ziyaretçilere açık. 

 

#komünitecalling Sayısını Okumaya Devam Et