DİRENEN SAÇLAR VE BEDENLER: FATOŞ İRWEN

Röportaj: Ecem Arslanay

Fatoş İrwen ile çalkantılı, kimlikli ve ızdıraplı bir mücadele alanı olan kadın saçını, kendi sanatsal pratiği üzerinden, yaratıcı bir direniş biçimi olarak konuştuk. Çocukluğundan bugüne farklı tutsaklık tecrübelerini dinledik, uysal bedenler yaratmaya yönelik zapt etme politikalarına karşı geliştirdiği cevaplardan ilham aldık. Masha Amini’nin başörtüsünü takmadığı gerekçesiyle katledilmesinin ardından yükselen sesleri, molla rejimine biat etmeyen İran kadınlarını ve İran halkını konuştuk, dünya çapında etkili bir dayanışma için anlamlı eylemlilik alanları yaratmanın olasılıklarını düşündük. 

 

 

İnsanlık tarihi boyunca saç, farklı ideolojilerce sürekli zapt edildi. Usturalar, makaslar, saç maşaları, taraklar, fırçalar, tokalar, saç boyaları, şampuanlar, bakım kremleri, asker tıraşları, okul tıraşları, bit kontrolleri ve çeşitli örtünme biçimleri… Çeşit çeşit disiplin aracı var. Nedir dertleri bu üst deri ürünü ipliksi uzantı ile? Hayvanlığımızı hatırlatıyor diye mi bitimsizce terbiye ediliyor? Gözlemlediğim kadarıyla sen gümrah saçlarını en müdahalesiz hâliyle kullanıyorsun. Bunu yaparak içten içte (ya da bilerek ve doğrudan) bir şeylere direndiğini düşünüyor musun?

Kendimi bildim bileli düşünüyorum “nedir bu bitmez dert” diye. Özgürlüğü çağrıştırdığı, ifade ettiği için olduğunu düşünüyorum. Özgürlüğü ifade eden ve çağrıştıran her şeyden öldüresiye nefret ediyorlar. Çünkü özgürlük zapt edilmesi, baskılanması zor olanı çağrıştırır ve iktidarlar, patriyarka için bunlar daima tehdit olarak kabul edilir. 

 

Ben saçları yabani bitkiler gibi hayal ederdim hep. Hani zapt edilmesi o kadar imkânsız ki bu yabani bitkiler sürekli bahçelerden temizlenir ya da yerine göre üzerine beton dökerek yayılması engellenir. Saçla ilgili meseleyi de bu duruma benzetirim.

 

Muhafazakâr öğretilerin, anlatıların içinde büyüdüğüm için sorduğun sorunun cevabı o çocukluktan başlıyor. Kesmenin yasak olduğu upuzun saçlarım oldu hep. Tüm mahalleli, hatta babamın amcası bile bir tas içine koyduğu çaya tarağı daldırarak ıslatır, tarardı saçlarımı. Bu hem rahatlatıcı hem düşündürücü bir ritüeldi. Annemden aldığım bir hediyeydi saçlarım. Fakat annemden aldığım bu hediye, lanetli bir miras gibi yükü ağır bir dünyada olduğumu öğretiyordu her seferinde. Büyümekle ilgili, kadın olmakla ilgili tabii… Bir bebeğin doğar doğmaz her an büyümesine tanık olmak gibi anbean hissedip deneyimlediğim detaylarla yüklü bu saça dair her şey. Şeytani, şehvani olan her anlamın yüklendiği bir alan…  Ergenlik dönemlerimde saçlarımı savurarak gezdiğimde babam çok kızardı mesela. Ben 4-5 yaşlarımdayken saçı yüzünden kafası kırılan bir kadın yakınım bende derin yaradır hâlâ. Erillik ve ataerkillikle, din ile anlamı çeşitli boyutlar kazanan ve benim için de daima bunların ağırlığıyla yaşayıp yüz yüze kalmak zorunda olduğum, bazen çok sevdiğim bazen de nefret ettiğim parçam… O yüzden bırakın kesmeyi dökülen tellerini bile toplardım, atmazdım. Zira hâlâ öyle. Aslında saçlarımı o zamandan beri toplarken o olup bitenleri, tüm o yaraları topladım yıllarca. Kişisel hikâyemle ilgiliydi bu; kökleri derin, toplumsal bir meseleydi. Yıllardır topladıklarım, sanat üretimimin parçası olması, direnmenin bir yolu olarak sahip olduğum ve paylaştığım bir alana dönüştü. Eskiden kurtulmak istediğim bir parçam olan o şey, şimdi işimin bir parçası. Bu da direniş yöntemlerini, yaşamı dönüştürmek ve çoğaltmak ile ilgili. Ve çok etkili, özgürleştirici bir güç oldu benim için. O nedenle çok oynamaya bile ihtiyaç duymuyorum. Kesilince kanadı alınmış kuş gibi, hareket yetim azalıyor gibi hissediyorum.

 

Bu, yıllar içinde yaşamımdaki, coğrafyamdaki toplumsal meseleleri karşılama faaliyetine dönüştü. Bazen bir resmin yüzeyinde yerini alıyor, bazen çıplak teşhir edilen bir bedenin zırhında; bazense o hastalıklı toplumsallığın hastalıklı hafızasınının taşıyıcısı oluyor. Yıllardır topladığım saçları yiyip kustuğum videoda olduğu gibi.Bazen açlık grevi eylemlerinde cezaevinden dışarıya fırlatılan bir gülleye, bazen anıtsal bir anlatıya dönüşüyor. Bazen de tüm bu iktidar aygıtlarını simgeleyen ritüellere ve seslere sadece saçlarımı tarayarak, kendi bedensel ritüelimle, en yalın halimle karşılık veriyor, meydan okuyorum. “Ritüel” (2016) adlı video performansımda bu bahsettiğim unsurları izlemek, duymak mümkün. Bedenin parçası olan her şey bedendir ve her biri özgürlüğe dair ifadeleri kendinde doğal olarak taşıdığı için beden savaş alanıdır, bir direniş alanıdır.

 

Bedenin parçası olan her şey bedendir ve her biri özgürlüğe dair ifadeleri kendinde doğal olarak taşıdığı için beden savaş alanıdır, bir direniş alanıdır.

 

Fatoş İrwen, Şiryan (2012-2015)

 

Direniş gündelik pratiğine de sanatsal pratiğine de çok içkin- ki anladığım kadarıyla cezaevinde tüm bunların birbirine girdiği bir süreç yaşadın. Orada gündelik yaşantın şiirsel bir direnişten ibaretti. Diyarbakır E Tipi Hapishanesi’nin OHAL koşullarında senin sanatsal malzemelerin böcekler, saçlar, duvar katmanları ve bitkilerdi. Ve sonra bu topladığın tüm bu nesnelerin kriminal incelemeye tabi tutulması, senin “oyun”larının ne derece “ciddi” eylemler olduğunun bir göstergesi. Deleuze ve Guattari’nin kavramlarıyla, yargılayan ve yasa koyan “majör” yapılara karşı, yaratan ve icat eden “minör” eylemlilik alanları kuruyorsun. Aslında bu sende cezaevi öncesinde de var olan bir eğilim… 2012’de, parmak izlerini deforme ederek bedenini iktidar aygıtlarınca okunaksız kıldığın “Şiryan” (2012-2015) isimli bir performansın var. Bu süreçlerini biraz paylaşabilir misin? 

Dedim ya, tüm soruların beni çocukluğuma taşıyor yeniden. Çünkü işlerimin kökleri çocuklukta ve bir bütün olarak birer otoportre niteliği taşıyor aslında. Kendi bedensel yapısı içinde sürekli bir eylemsellik halinde. Hep bir hareket, bir çocuksuluk da var esasında. İzlenmesi çok zor olan bu işlerde bile… “Şiryan” temelde çocukluktan beri iğne iplikle elimin dokusunda yarattığım bir deformasyon sayesinde TEM’deki parmak izini kayda geçirmekle görevli olan kişilerin görevlerine engel olmadan görevlerini başaramamalarına neden olmuştum. Görevine engel olsanız ayrı bir ceza gerekçesi sayılabilecek bir veri sunmuş olursunuz, fakat ellerinde olmama rağmen beni okuyamama başarısızlıkları, bir iktidarı devirmekten daha güçlü bir şeye dönüşmüştü o an. Çünkü koşullar eşit değildi. Onun silahı, beni koyduğu hücresi, ellerimi bağladığı kelepçesi ve orada bu vaziyette tutacak keyfi kanunu vardı ama ben karşısında hiçbir şeye sahip değildim bedenimden başka. Bu kadar büyük, dolaysız bir güç birdenbire buharlaşmıştı. Gülümseyerek bakıyordum artık. Çocukluk, bir deneyimler patlamasını korkusuzca yaşadığımız kıymetli dönemimizdir. Korkunun da cahil cesaretinin de had safhasını yaşadığımız dönem… Kollarımızı kanat sanıp uçmaya kalkabiliriz… Sanırım bir yanım o çağımı hep diri tutmaya çalışıyor. Yetişkinliğin o her şeyi bildiğinden emin kibiriyle dalga geçme hâlini seviyorum. Bunu kaybetmek istemiyorum. Çünkü bunu kaybettiğiniz zaman hayal gücünüzü de iradenizi de yok sayıyorsunuz. Bu çok tehlikeli. Etrafımız bu insanlarla dolu zaten. Dünyanın en cahil insanları gözünüze bakarak, her şeyi o kadar bilerek konuşuyor ki… Ya da dünyanın en sahtekâr insanları toplumu dramlarıyla ağlatabiliyor veya en kötüler bile en iyilerin sözlerini, fikirlerini paylaşıyor mesela. Her biri birer iktidar alanı kurmakla ilgili derde sahip. Bu dertle alay ediyor, küçümsüyorum; bu yüzden de bu iktidar alanlarıyla oynamak, yarıklar açmak, şaşırtmak, dalga geçmek politik bir tavır olarak çok kıymetli. Yani elinin derisini diken bir çocuk sonrasında bedenin kodlarını bozan bir eylemsellik içindeki yetişkin bir bedene dönüşüyor. Bu beden hedef olabildiği gibi başlı başına bir silah aslında. Her şeyi ağzına götüren bir çocuk bütün zamanlara, olaylara, olgulara tanıklık eden saçlarını ağzına tıkıyor, kusuyor, eyliyor… Cezaevinde ise çok daha yakınsın kötülüğe çünkü fiziki ve psikolojik olarak artık son noktada olduğunu hissettiğin yerdesin. Ya bunu kabullenip dramını katlayarak cezanı doldururken içini bomboş hale getirirsin ya da zihinsel ve bedensel olarak yeni bir oyun kurma performatifliği içinde ilerlersin. Hep aynı gün döngüsünü dönüştürdüğünü hissedersin. Yani mapus yata yata bitmiyor deyip yeni sorular ve yeni nedenler yaratırsın. Tüm bunlar anlamaya ve özgürleşmeye, yani nefret ettikleri özgürlükle daha da yakınlaştıran eylemlilikler olarak yeniliyor insanı. Hep tetikte olmakla ve anlama çabasıyla geçiyor. Bu çabayla zamanını geçirirken bir öncekinden daha diri, daha zeki ve daha yaratıcı olabilir insan. Ciddi bir üretim sürecimin zaten var olması, oyun kafasında olma hâlim ve işin içine oyuna dair unsurları katmam, bu oyun meselesini daha fazla ciddiye alarak ilerlememi kolaylaştırdı. Oyun ciddi bir iştir yani.

 

Gülle (2017-2020/ Diyarbakır Cezaevi)

 

Kadınlar icin Güvenlik Ağı ve Gülleler, 5. Mardin Bienali 2022

 

İran’da Masha Amini’nin katledilmesinin ardından gerçekleşen eylemleri nasıl değerlendiriyorsun? Bunu feminist bir devrim olarak okuyabilir miyiz? Bu süreci nasıl destekleyebilir, nasıl etkili bir dayanışma sağlayabiliriz? Bir de ilginç bir şekilde, İranlı kadınlar başörtüsü takmama hakları için kanlı bir mücadele verirken, Hindistan’da bazı Müslüman kadın öğrenciler de başörtüsü takma hakları için çalışıyor. İki grubun de istediği şey aynı: seçme hakkı. Barbara Kruger’ın dediği gibi, bedenlerimiz hep bir “mücadele alanı” ve senin mücadele yöntemlerin çok ilham verici. Bu yüzden çok merak ediyoruz görüşlerini… 

Feminist bir eylem tarzı olarak tüm dünya kadınlarının çıkardığı ses müthiş heyecan verici, anlamlı ama devrim demek erken. Ancak, bir zamanların İslami Devrim’le gelen rejimleri ve baskıcı tüm rejimler sallantıda. Kadınlara yönelik saldırılar bu nedenle sertleşiyor, daha da sertleşebilir. Buna karşı tek yol sorgusuzca tüm bu baskılar karşısında tek beden olabilme iradesini göstermektir. Başka yolu yok. Hiçbir devlet, yasa bunlara engel olmayacak; bunun bilinciyle birlikte hareket etmek çok önemli. İranlı kadınların da Hindistan’daki kadınların da istediği şeydeki ortaklık şu: iki taraf da kendilerini engelleyen şeye karşı mücadele ediyor. Kadınların bedenlerine dair, yaşam tarzına dair tüm yaptırımlar eril düzenin yaratımıdır. Tüm mesele başkalarına bir yaşam tarzını dayatan zihniyete karşı birlikte hareket etme iradesini ve enerjisini göstermek olmalıdır. Yoksa dinin de bir erilliğin yaratımı konusuna girersek ve başörtüsünü özgürlük karşıtı bir yere koyarsak ve takmamayı gerekli görüp bu konuda zorbalık edersek tavuk-yumurta meselesinden öteye gidemeyiz. Zira, yıllardır Türkiye’de yapılan buydu. Modernlik travmaları yaşatıldı bazı insanlara. Yıllarca başörtüsü nedeniyle küçük düşürülen insan artık makbul, parlak dönemini yaşıyor. O dönemin birikmiş öfkesine sahip olanlarla yeni ve kindar nesil, başörtüsünü kazanılmış bir hak olarak görerek iktidarın kötülüğüne razı olabiliyor, pek çok haksızlığı ve hukuksuzluğu görmezden gelebiliyor. Kazandığı bu hakkı kaybetmemek için bu imkânı kendisine bahşeden iktidara sımsıkı sarılıyor, politikalarının yanlış olduğunu düşünse bile ve hatta eleştirse bile onu savunabiliyor. O nedenle mesele kişisel olarak başörtüsünden hoşlanıp hoşlanmama refleksleriyle değil, haklar ve iradeye saygı bilinciyle ele alınmalı. Yaşam tarzı dayatan kişi, kurum ve bunun üzerine inşa ettikleri baskı, mobing, doğrudan ve dolaylı şiddet unsurlarından ve mekanizmalarından oluşan sisteme karşı birlikte olmanın hayatiliğine odaklanılmalı. “Radikal demokrasi” dediğimiz şey bu. O zaman örtüyü isteyen ile takmak istemeyenin yan yanalığını mümkün kılan politik tavırla, örtüyü dayatana ve yasaklayana karşı çok daha güçlü durabiliriz. Zira kadın hareketine baktığımızda bu yan yanalığı görmemiz mümkün. 

 

Eylem tarzı olarak saç kesme meselesi bana uzak geliyor bu durum karşısında. Bu tamamen kişisel bir yerden tabii; yoksa, yapılan eylemi boşa çıkarmak gibi anlaşılmamalı. Çünkü kesersem kendimi cezalandırdığımı hissedeceğimi biliyorum. Genelde kesmek bir yas halinde gerçekleşir ya da sizi cezalandırmak isteyenin hedefinde olmuştur hep ve cezalandırmak için saç kesilir ya da kazıtılır. Hep bir cezai yaptırımı imler. Yukarıda bahsettiğim gibi; özgürlüğün, yaşamın sembolü olarak gördüğüm şeyi kesmeyi kendine dönük dramatik bir eylem olarak düşünüyorum. Daha çok dalgalanmasını istediğim şey çünkü. Ama bu da konuşuluyor: “O saç yüzünden biri katledildi, saç yoksa günah yok katliam da yok.” gibi argümanlarla hareket ediliyor. Unutulmamalı ki o günah unsurları hiç bitmeyecek; o nedenle kesmek yerine dalgalandırmayı tercih ediyorum. Kişisel olarak farklı bağlamlarda ele alıyor ve işime o minvalde yansıtıyorum. Çünkü bir eylem alanından bahsediyoruz. Bu alanı boş bırakmamayı tercih ediyorum.

 

Kesilince kanadı alınmış kuş gibi, hareket yetim azalıyor gibi hissediyorum.

 

Dalgalandırmak demişken, Edith Dekyndt’ın 2014 yılında ürettiği Ombre Indigène Part. 2 (Ile de la Martinique) [Yerli Gölge Bölüm 2 (Martinik Adası)] başlıklı eserinden bir kare, bu direnişin müşterek imgesi oldu. Sanatçı bu imge için Martinik kökenli bir Fransız yazar ve filozof olan Édouard Glissant’ın Martinik Karayipleri’nin kültürel ve dilsel kimliğindeki heterojenliğe vurgu yapan créolité fikrinden esinlenmiş. Eserdeki bu postkolonyal bağlamın İran’daki feminist hareketle ilişkisini nasıl değerlendiriyorsun? Sence sanatçı bu konuda nasıl hissediyordur? Sen bir sanatçı olarak aynı durumda ne hissederdin? Ayrıca bu imge senin için ne ifade ediyor? Onunla karşılaşma anını hatırlıyor musun? 

Özgürlüğe, sömürgeciliğe karşı pek çok imgeyi feminist hareketle ilişki içinde okuyorum. Çünkü her biri arasında dolaylı ya da dolaysız bağlar var. Bir zincirin halkaları olarak görmek gerek tüm bunları. Yaşanan haksızlıklar ve özgürlüklerin gasp edilmesiyle, beden sömürüsüyle; kültürel, bedensel, ekonomik sömürü ve kıyımların tarihsel birikiminin sonucu olarak kendini yeniden üretiyor ve her seferinde benzer ve farklı formlarda bu sorunlarla karşılaştığımız için aralarındaki bağı görmekte zaman zaman zorlanabiliyoruz. Oysa her bir mesele bir bedenin parçaları gibidir; ama aynı beden nihayetinde. Bu bakış dünyanın herhangi bir yerindeki bir hak meselesine, faşist bir uygulamaya, kadın, hayvan, doğa ya da bir sömürge meselesine, dünya meselelerine yabancılaşmamamızı sağlar. Birbirimizin yükünü paylaşmak, farkında olmak, anlamak için bu bakışa ihtiyaç var. “Yerli Gölge” işinde insanları ortaklaştıran şey bu bakıştı bence. Sanatçısına sormak gerek nasıl hissettiğini. Bir sanatçı olarak keşke bu sorunlar olmasaydı ve hiç bunları yapmaya ihtiyaç duymasaydık diyorum. Öyle derdim o işin sahibi ben olsaydım da. Çünkü kişisel olarak zorlandığımı hissediyorum bazen. Tüm olup bitenler insanın yaşadıklarıyla birleşince fazla geliyor. Çünkü pat diye “Aklıma şöyle bir şey geldi, hadi bu kez bunu yapayım.” diye çıkmıyor benden. Her bir iş uzun soluklu, yoğun gerçekliği üzerinden çıkıyor.

 

“Yerli Gölge” işi ile sanırım cezaevinden çıktıktan sonra sosyal medyada karşılaşmıştım ve bambaşka bir coğrafyayla kurulan ortak duyguyu hissetmiştim. Kendime yakın bulmuştum. Tüm iktidar yapılarının kanla, yok ettikleri hayatlarla kurdukları ve gururla dikip dalgalandırdıkları işgal bayrakları yerine benim için özgürlüğü hissettiren saçlar dalgalanıyordu. Bu işle ilk karşılaştığımda bunu hissetmiştim. Dediğim gibi mesele, özgürlükten korkma meselesi. Easy Rider filminde iki kişi arasında müthiş bir diyalog vardı hatırlarsanız; 


– Korktular.
+ Onlar senden korkmadı, ifade ettiğin şeyden korktu.
– Onlara ifade ettiğimiz şey saç tıraşı olmamız gerektiği.
+ Hayır, onlara ifade ettiğin şey… Özgürlük.

 

Fatoş İrwen’in işlerini 12 Şubat 2023 tarihine kadar Meşher’de toplam 44 sanatçının yer aldığı “Ben Kimse. Sen de mi Kimsesin?” sergisinde ziyaret edebilirsiniz.

 

#komünitecalling Sayısını Okumaya Devam Et