FOTOĞRAF SANATÇISI, BOUNCER VE İKON: SVEN MARQUARDT

Röportaj: Heja Bozyel

Fotoğraf: Can Görkem

 

O dünyanın en ünlü gece kulübü fedaisi. Aynı zamanda çok başarılı bir fotoğrafçı. 26 Kasım’a kadar Yapı Kredi bomontiada’da yer alacak sergisi Nachtblende açılışında bir araya geldiğimizde beyninin içine girip anılarını film gibi izlemek istedim.

 

Bir sergi hazırlığı sırasında hangi galeriye girerseniz girin, havada yoğun, sis gibi bir stres bulutu hissedersiniz. “Nachtblende” sergisinin açılışından bir gün önce bomontiada’ya gittiğimde o stres bulutu tüm alanı kaplamıştı. Boş duvarlarda hangi eserin nereye yerleştirileceği işaretlenmiş, Sven Marquardt, gözünde hiç çıkarmadığı Balenciaga gözlüğü, dövmeleri ve parmaklarını kaplayan kuru kafa şekilli yüzükleri ile hepsini kontrol ediyordu. “Şu an baktığından bir şey anlamayacaksın, güzel görünmeyecek o yüzden bakma ama bütün fotoğraflar duvara mıknatıs ile yapışacak ve çok güzel görünecek” diyerek beni galeriden dışarı aldı. İçeri girmiştim ama dışarı çıkarılmıştım. En azından burada içeri girebilmiştim çünkü Berghain’dan içeri girmeyi hiç denemedim bile! (Evet reddedilme korkum var) Berlin’in dünyaca ünlü gece kulübü Berghain’in “bouncer”ı Sven, tüm dünyanın en ünlü gece kulübü fedaisi denebilir. Çünkü hiçbir gece kulübünün kapısından geçmek bu kadar zor değil, işini lâyıkıyla yapan biri kendisi. Hatta öyle ki “Berghain’dan içeri nasıl girilir” rehberleri var internette. Dahası, “Berghain’a giriş” oyunu bile yapılmıştı bir ara! O uzun, karanlık kuyrukta bekleyip içeri girerken en cool halinle davranman gerekiyordu -oyunda bile. Yoksa bouncer seni geri fırlatıyordu.

 

Böyle bir efsaneden bahsediyoruz. Bir nevi “insan eleme makinası.” Ama onunla ilk kez geldiği İstanbul’da buluşma amacımız Berghain değil. Burada fotoğrafçı kimliği ile bulunuyor. Haftada 2 geceyi bouncer olarak geçirse de o aslında ilk gençliğinden beri bir fotoğrafçı. Doğu Berlin’de, o dönemin ağır şartlarında çevresindeki insanları, punk kültüründen gençleri fotoğraflayarak başladığı sanatını Levi’s, G-Star gibi markalar ve Numero, I-D gibi dergilerle çalışarak tamamen profesyonel boyuta taşımış. Onun fotoğraf yeteneğini, henüz Berlin duvarı yıkılmadan önce, bir arkadaşının annesi, dönemin Doğu Berlin’in ünlü fotoğrafçılarından Helga Paris keşfetmiş aslında. Hatta Sven, Helga’nın yanında çıraklık yapmış. Ama duvarın yıkılması ile fotoğrafa ara vermiş ve Berlin’in en özgürlük dolu yıllarının tadını çıkartmış. 

 

Film gibi bir hayat süren Sven’in 3 fotoğraf kitabı ve bir de anılarını yazdığı kitabı bulunuyor. Brezilya’dan New York’a farklı yerlerde sergilerinin ardından eserleri Goethe-Institut Istanbul desteği ile ilk kez İstanbul’da. Sergi “Nachtblende” adı ile bir kelime oyunu yapıyor ve yorumu izleyiciye bırakıyor. “Gecenin körü” gibi bir anlam taşırken gecelerin insanlarını, Sven’in temiz, keskin siyah-beyaz fotoğraflarına yansıtıyor. 

 

 

 

 

 

Serginin açılışında mini bir Berlin gece hayatı hissi vardı. Bunda sadece gelen kişilerin tarzları etkili değildi, sergiyi tamamlayan audiovisual bir proje olan Slide bizi Berlin’e taşıdı. Slide; Sven, ışık tasarımcısı Lars Murasch ve Berghain resident DJ’lerinden Marcel Dettmann‘ın eserlerini içeren bir performans. Sven’e göre, ‘müzik, fotoğrafçılık ve görsel sanatı birleştirerek, bu ilişkinin ve sanatçı işbirliğinin tarihini sunacak bir yolculuk.’

 

Dettmann ve Sven’in ilk işbirliği değil bu; daha önce sesli görsel sergi Black Box çok konuşulan bir iş olmuştu. Black Box, Lagos, Nijerya’dan Vancouver, Kanada’ya kadar dünyanın dört bir yanında sergilenmişti ama İstanbul’a yeni bir işle gelerek Berlin gece hayatındaki 25 yılına bir bakış sunmak istemiş. 

 

 

 

52 yaşındaki Sven, sadece Berlin gece hayatının ikonu ve başarılı bir fotoğrafçı değil; yaşayan bir tarih aslında. O nedenle kendisinden dinlemek isteyeceğim çok fazla şey var. Konuştukça yüzündeki kırışıklıklarla birlikte şekil değiştiren dövmeleri, ellerindeki yüzükler ve yaşanmışlık, gözlerindeki hafif kibirli ve mesafeli ama sevecen hınzırlık, dişlerinin çarpıklığı ve anlatırken kendi yaşamından -ya da şu an olduğu noktadan- duyduğu keyfi hissetmeye o kadar odaklandım ki aklımdan Sven’in anlatımı ile yapılabilecek onlarca belgesel ve video fikri geçti. Maalesef zaman kısıtlı, bulunduğumuz nokta gürültülü ve serginin yetişmesi gerekliydi. O yüzden biraz yarım yamalak kalmış gibi hissettiğim bir sohbet bu. “En azından bir dahaki Berlin ziyaretimde Berghain kapısından çevrilmeyeceğim kesin” demek isterdim ama karşımdaki Sven olunca röportajdan geri çevrilmediğim için sevinebiliyorum sadece ve yüzündeki dövmeler arasında okunan “Tranen” (Alm. gözyaşlarına boğulmak, yüzünü gözyaşları ile yıkamak) kelimesine bakıp o kapıda neler yaşamış olabileceğini düşünüyorum… 

 

Not: Sohbetimiz sırasında genç bir adam gelip “Ben sizin büyük hayranınızım, bir fotoğraf çekmemiz mümkün mü” diye sordu. Önce gülümsedi Sven. Sonra “Burada röportajdayız ve konuşuyoruz görüyorsun, yeri değil” dedi, takım elbiseli gencin kendine güveni ve gülümsemesi yüzünde dondu, başını eğip gitti. 

 

İstanbul’a ilk gelişin değil diye tahmin ediyorum…

İkinci gelişim. Sergi hazırlıkları için 2 geceliğine gelmiştim daha önce. 

 

Bütün dünyayı gezmiş biri olarak İstanbul’a daha önce gelmemene çok şaşırdım!

Evet seyahat etmeyi çok seviyorum ama hiç denk gelmedi. Şimdi şehri tanımak istiyorum. 

 

Daha güzel zamanlarını görmemiş olmana üzüldüm. Sergi fikri nasıl çıktı ortaya?

Bu bir işbirliği projesi aslında. Sadece benim yaptığım bir şey değil. Marcel’e yeni bir şeyler yapmak istediğimden bahsettim, ortaya yeni bir işbirliği çıktı. Bu Marcel ile ikinci çalışmamız. 

 

“Çok şey değişse de Berlin farklı ülkelerden ve kültürlerden gelen herkese kapısını açan, önyargısız bir yer. Berlin’le ilgili en sevdiğim şey bu.”

 

İlki Black Box’tı yanlış hatırlamıyorsam. O nasıldı, farkı ne?

Evet 2015’te Black Box’ı yapmıştık. Adı üstünde, siyah bir kutunun içinde son 15 yılın gece hayatının albüm kapaklarından fotoğraflara her şeyin görseli müzik ve video olarak vardı. Tekil bir enstalasyondu. O müzik ile benim çektiğim fotoğraflar ekseninde, sabir enstalasyondu. Şimdi yaptığımız ikinci proje tamamen farklı. Marcel’in 1 saatlik DJ performansı var ve video sanatçısı Lars Murasch’ın işi müziğe eşlik ediyor. Bunu hazırlarken Lars ve Marcel Berlin’de birkaç kez buluştular. Ama çok kolay olmadı çünkü herkes çok meşguldü. Sonuçta ortaya analog çekiliş fotoğraflara eşlike den müzik, canlı performans ve video çıktı. 

 

Analog fotoğraflara dijital dünyayı eklemek senin için ne ifade ediyor?

Bu benim için bir anlatım tarzı. Geleneksel ve dijitali buluşturmak bir nevi Zeitgeist (Alm. Zamanın ruhu). Canlı müzik de bunu tamamlıyor. Aslında bu bir sergi ve tek gecelik bir performans. İki işin ortak noktası, Berlin gece hayatı ruhunu başka bir şehre taşımak aslında. Benim fotoğraflarım geleneksel diyebileceğimizin tam tersi. Çünkü bouncerları gece, iş başındayken fotoğraflamıyorum. Müzisyenleri de öyle. Gündüz buluşuyoruz. Gün ışığını kullanarak fotoğrafladığım için bu çok önemli. Bazen gün ışığı çok az oluyor ve işimi zorlaştırıyor. 

 

Peki gündüz fotoğraflayacakların için ilhamı geceden mi alıyorsun?

Evet, ilham gece gördüğüm yüzlerden ve müzikten geliyor. Gece klüpte canlı çalarken dinlemediğim bir DJ’yi fotoğraflamamın ne anlamı olur ki?

 

O zaman kapıda çalıştığın gecelerde bir nevi cast çalışması yapıyorsun diyebilir miyiz?

Hem evet hem hayır çünkü klüp kültürü ile ilgisi olmayan da çok fazla projem var. İşlerimin başrolü olan insanlar bir şekilde gece hayatının, klüp dünyasının içinde olan ya da yolu kesişen kişiler. Bu arada eski işlerimden birinde doğma büyüme İstanbullu biriyle de çalışmıştım mesela. Ama kapıda durup “şunu fotoğraflarım” diye bakmıyorum insanlara. Genellikle projeye özel olarak yaklaşıp seçiyorum kişileri. Her projenin anlattığı konu farklı. Günün sonunda asıl ilhamı hayattan alıyorum. Moda, zaman, ruh ve hikayeler, yüzler, stiller… Bir belgesel fotoğrafçısı değilim nihayetinde o yüzden kişilerin kim olduklarından, hikayelerindense fotoğrafçı-model arasındaki etkileşimin önemli olduğunu düşünüyorum. 

 

Bir belgeselci değilsin ama geçmişten bugüne işlerine bakınca bir belgesel izler gibi Berlin klüp kültürünü izliyoruz. Bu kültürün şu an geldiği nokta hakkında ne hissediyorsun? 

Tabii ki çok şey değişti. Ama bu çok doğal değil mi? Biz olduğumuz gibi yaşayabildiğimiz için çok şanslıyız. Çok şey değişse de Berlin farklı ülkelerden ve kültürlerden gelen herkese kapısını açan, önyargısız bir yer. Berlin’le ilgili en sevdiğim şey bu. Öte yandan alt kültür dediğin şey de çok fazla özgürlüğün olmamasından doğuyor. Berlin klüp kültürü de öyle doğmuştu. O yüzden şu an vardığımız özgürlük noktası, alt kültürlerin gelişimi için bir çatışma yaratabilir, tam tersi de olabilir… Bunu izlemek çok keyifli. 

 

 

“Ben duvar yıkıldıktan sonra kendimi o dönemin özgürlüğüne ve kutlamalarına verdim,  fotoğraf çekmeyi bıraktım. Sanırım kimliğimin bir parçasını kaybettiğim bir dönemdi.”

 

Doğu Berlin’de çocukken yaşadıkların bunlar mıydı?  Yani özgürlükler kısıtlı olduğu için alt kültürlerin büyümesine mi şahit oldun?

Evet, Doğu Berlin’de bir diktatörlük sistemi vardı. Bu da bir yeraltı kültürünün oluşmasını sağladı, çok büyük bir kitle olmasa da etkisi oldu. İstedikleri hayatları kendileri yaratan bir alt kültürdü bu. 

 

Duvar yıkıldığında ne hissetmiştin?

Of, çok zaman oldu… Çok çok uzun zaman… Olabilecek en güzel şeydi. Ennn güzel şey. Dünyada olabilecek en güzel şey. Bana gelince… Ben duvar yıkıldıktan sonra kendimi o dönemin özgrlüğüne ve kutlamlarına verdim, fotoğraf çekmeyi bıraktım. Sanırım kimliğimin bir parçasını kaybettiğim bir dönemdi. Zor bir dönemdi. Zor olduğunu o zaman anlamıyordum ama nefes alır gibi hissediyordum. Şimdi dönüp bakınca o dönem fotoğrafa ara vermem ve bunları yaşamam gerekliymiş kendimi yeniden bulabilmek için. 

 

Şehrin ruhu nasıldı o dönemde?

Berlin kültürü doğmaya başlamıştı. Doğu ve Batı’daki gizli, yeraltı mekanları birleşmeye, insanlar bir noktada buluşmaya başlamışlardı. Hep birlikte yaşadığımız bir partiydi o günler, yeniden bir araya gelme partisi. Adım adım birleştik, küçük adımlarla. O anları yaşamak çok keyifliydi. Enerji, kendini ifade ve isyan dönemleriydi. Değişim için savaşan punk gençlerdik. Doğu Berlin’in polisinin elinde kaybolan çok fazla punk vardı. Şimdi bakınca Mohikan saçlarımızın ve asi ruhumuzun aksine, çok masum çocuklardık.

 

O dönemleri bir şarkı ile tanımlamanı istesem?

Çok zor ve iyi soru… Yarın Marcel’e o dönemlerde neler çaldığını sormam gerekir! Bir şarkı var ama adını hatırlamıyorum, Marcel hatırlar. O dönem kulüplerde çalan bazı şarkılar var ki arada sırada bugün onları duyduğumda geçmişe gidiyorum. Çok şey anlatıyorlar. 

 

Sen neler dinliyordun o zamanlar?

Daha çok techno. 90’ların başında genelde techno olsa da 80’lerde Patti Smith, Joy Division tabii herkes onları dinlerdi o zaman. Queen. Freddie Mercury hayranıydım. Bohemian Rhapsody, o ses! Olağanüstüydü. 

 

   “Aber ich hoffe, dass Berlin die Reibepflächen behält von… aber wird schon.”*

 

Bunları anlatırken hafızana girip anılarını izlemek isterdim! Peki bugünün Berlin’i hakkında ne düşünüyorsun?

Kaldığımız ev Beyoğlu’nda. O bölge bana ‘90’ların Berlin’ini hatırlatıyor. O ara sokaklar. Augustsrasse o zamanlar tam olarak aynıydı. Şimdi hepsi kayboldu, kentsel dönüşümle kayboldular. Çok pahalı ordaki evler. Şimdi o bölgede Fotoğraf Müzesi var, çok güzel ama fazla steril. Her şey aynı oldu. Karmaşası kayboldu. En azından İstanbul’da o hala var. Berlin’i parça parça kaybettim. Kreuzberg, Neukölln gibi bölgeler duruyor tabii, onlar hala güzel. Yani bunları söylerken eskiyi özlüyorum diyemem çünkü yeni güzel şeyler de oluyor. *Yine de umarım Berlin tüm karmaşasını kaybetmez, kaybetmeyecek. Yüzeysel bir şeyden bahsetmiyorum, anlıyorsun değil mi?

 

Evet tabii anlıyorum. Ama son 20 senede dünyanın bütün büyük şehirleri çok değişti…

Evet bütün metropoller değişti. Her şey artık daha pahalı. New York değişti, İstanbul değişiyor… 

 

Peki biraz da Berghain’dan bahsedelim mi? O macera nasıl başladı?

Bouncer olarak ilk işim kardeşim Oliver’ın DJ’lik yaptığı bir klübün kapısındaydı. O teklif etmişti, biri gerekliydi, kabul ettim. Hemen ardından o dönem çok ünlü olan Ostgut’ta çalışmaya başladım. Aslında Ostgut, Berghain’in öncüsüydü diyebiliriz. Ostgut kapanınca artık bu işi yapmam diye düşünüyordum ama Berghain ile fikrim değişti. Bir film seti gibi, gerçek olmayan bir yer gibiydi. Stalinist bir beton binada yanıp sönen ışıklar, dans eden fetiş giysili insanlar… Hepsi başka bir dünyaydı. 

 

Berghain’da çalışma şekliniz nasıl? 

Biz herkesin kendini güvende hissedebileceği, sağlam bir yer yaratmaya çalışıyoruz. İçeride herkes özgür ve güvende olmalı. Bunun için de çok iyi bir ekiple çalışıyorum. Hepimiz yaptığımız işin bilincindeyiz ve sorumluluk duyuyoruz. Bunu anlamayan insanlar benim sadece kapıda durduğumu sanıyorlar. Oysa dünya çok değişti, biz de değiştik tabii. 

 

Sven, “bouncer” kelimesini çok sevmese de çeviride bu kelimeyi bouncer olarak bırakmayı tercih ettim. Tam anlamı “geri zıplatan” olduğu için “fedai” ya da Almanca “Türsteher” demek yerine, şanından dolayı bouncerı tercih ettim. Ama günün sonunda bu sergiye, sergide yine Berghain’dan arkadaşları ile çalışmasına ve çalışma şekline bakınca Sven için bir “küratör” demenin daha doğru olacağını anlıyorum. Her yaştan, ırktan, dinden, cinsiyetten, tercihten insanı ortak bir noktada buluşturan bir küratör… 

 

 

Bu sergi ile birlikte Berlin ruhunu İstanbul’a getiren Goethe-Institute Istanbul ve Metin İlktekin’e sonsuz teşekkürler. Nachtblende 26 Kasım’a kadar Yapı Kredi bomontiada’da ziyaret edilebilir.

 

 

 

 

 

#komünitecalling Sayısını Okumaya Devam Et