HAYATTA KALAN İNSANLIK

Röportaj: Zeynep Erekli

Fotoğraf: Dilan Bozyel

 

Çiler İlhan, son romanı Hayattayız Madem’de, hem ruhsal hem de fiziksel olarak yurtsuz olan insanların dünyalarına dalıyor. Yazar, 1940’larda Nazi kamplarından sağ çıkmış ve önce Amsterdam ardından İstanbul’da hayat kurmuş bir aile ile 2018’de Suriye savaşından kaçıp sınırdan Türkiye’ye giriş yapmış ve mülteci olmuş bir kadını buluşturuyor. Ve biz okur olarak 300 sayfa içinde duygudan duyguya sürükleniyoruz. Son dönemin dikkate değer romanlarından Hayattayız Madem’in yazarıyla romanın yolculuğunu ve yazarı gezindirdiği yeni haritaları konuştuk. 

Kurgu mu, gerçek mi?” 

İzlediğimiz filmlerde, dizilerde; okuduğumuz romanlarda, öykülerde, bu soruyu sık sık sorarız. Merak ederiz. Bunlar yaşandı mı, yoksa yazarın hayalgücü mü? Çünkü eğer yaşandıysa, belki içimiz daha çok cız edecek. Ya da daha fazla bağ kuracağız olanlarla. Anlamaya çalışacağız, bunlar nasıl olabildi? 

Çiler İlhan’ın son romanı Hayattayız Madem (Everest Yayınları), yaşanmış, hatta insanlık tarihine utançla, yılgınlıkla yazılmış büyük yıkımları temel alıyor. Bu yıkımlar üzerine kurgusal bir hikaye örüyor. Yazılması yedi koca seneye yayılan romanın ele aldığı konuların başında savaştan kaçan, ve kendine yeni bir yurt arayan insanlık var. Birkaç karakterin izinde anlatılması güç acılardan geçip hayatta kalan ve nefes alıp verdikçe ümide tutunan insanın gerçeğini görüyoruz. Daha da buruk olan, bu romanın piyasaya çıktığı hafta yaşananlar.  “2023 Hamas – İsrail Savaşı” olarak adlandırılan ve hala devam eden cinnet, romanı okurken bir an bile aklınızdan çıkmayacak.  

Göçü bizzat yaşamış, İstanbul’dan Gouda’ya taşınmış Çiler İlhan, şimdiye kadar yayınlanan tüm kitaplarında ezilen azınlıkların, çatışmaların, sürülmenin, kendi kaderini ellerinde tutamamanın sularında yüzdü; bu kez en zoruna kalkışmış ve altından kalkmış. 2000’lerin başından beri tanıdığım; beraber dergilerde çalıştığım, edebiyat üzerine sohbet ettiğim, bugüne kadar çıkan tüm kitaplarını hevesle okuyup gurur duyduğum; yer yer hararetli tartışmalara girdiğim arkadaşımla, bu ilk “büyük roman”ını konuşuyorum…

 

Hayattayız Madem’in tohumları içine ne zaman, nerede düştü? 

2015 yılıydı… Nişantaşı, Galata, Taksim, nereye gitsem öbek öbek, kaldırımda oturan ailelerle karşılaşıyordum. Suriye’den göçlerin hızlandığı zamanlardı. Müthiş üzülüyordum. O zamanlar düştü içime bir fikir.

 

Peki Hollandalı-Türkiyeli aile, toplama kampı geçmişi… Bunlar nasıl girdi romana?

Çıkış noktam Suriyeli mülteciler olmasına rağmen, romanın elle tutulur ilk karakteri Cos oldu. Geldi kuruldu resmen… Kurgu zaman içinde değişti. Epey evrim geçirdi kitap.

 

Bu romanı ne kadar sürede, nerelerde yazdın?

İlk fikirden son taslağa, yedi yıl sürdü diyebilirim. İstanbul’da başladım. Çoğunu, şu an ailemle yaşadığım kent, Gouda’da yazdım. Kütüphane, kafeler, çalışma odam… Birkaç kez yakınlarda, Krimpen aan den IJssel’da bir airbnb’ye kapandım. Bir ara Amsterdam’da bir workspace’e gidip geldim çalışmak için. İsveç’in Gotland adasındaki Baltic Center for Writers and Translators’da toparladım romanı ve Gouda’da bitirdim.

 

 

Duyduğum anda hayran olduğum, etrafımdaki herkesin çok beğendiği bir ismi var romanın. Bu ismi nasıl buldun?

Teşekkür ederim… Bunu duyduğuma çok sevindim çünkü romanın yazılma süreci gibi isminin doğumu da sancılı oldu. Artık her şey hazır, son pdf kontrol ediyoruz, hâlâ hepimizin içine sinen bir isim yok… 

 

Gökten mi indi?

Gerçekten de öyle oldu Zep! Gün içinde çok yorulunca yirmi dakikalık-yarım saatlik yarı meditatif bir uykuya yatarım. O gün de hayattan azıcık bezmiş, uzandım yatağa ve dedim ki; hadi artık, güzel bir isimle uyanayım. O yarı uyku-yarı uyanıklık halinde birden bu isim düştü aklıma. Yataktan fırlayıp hemen editörüm Devrim Çakır’a yazdım. İlk defa, “güzel bu” dedi ki Devrim’e bir şey beğendirmek zordur! 

 

Suriye’deki iç savaş, IŞİD ve sınırdan kaçış; Auschwitz’te yaşananlar, sonrasında bir Yahudi ailenin kaderini belirleyen yol ayrımları… Bunları detaylı bir şekilde resmediyorsun romanda. Nasıl hazırlandın, nasıl araştırmalar yaptın?

Başak burcu titizliğiyle, obsesifçe… İki alanda da çok okuma yaptım bir kere. Film, belgesel, video, ne bulduysam izledim. Sorularımla Yahudi arkadaşlarımı bıktırdım. Hollanda’daki müzeye çevrilmiş eski toplama kamplarına ve Auschwitz-Birkenau’ya gittim. Sonra… Suriye’den Hollanda’ya göçen mültecilerle görüştüm…

 

Onlarla nasıl temas kurdun?

Çoğuna sivil toplum kuruluşları aracılığıyla ulaştım. Yüz yüze, onlarca görüşme yaptım. Paranoyalar içinde yazdım, tutarlı mı, doğru bilgiler üstünden mi ilerliyorum… Biraz deli cesareti olmuş böyle iki zor konuyu aynı kitapta toplamak.

 

“Hayatta kalmak çok güçlü bir güdü, kadın veya erkek. Fakat şunu şahsi tecrübeyle söyleyebilirim: Bir çocuğu içinden doğurunca anne olarak şöyle oluyorsun; “Peki. Ben artık ölemem.””

 

Romanda çok güçlü karakterler var, ama şüphesiz en güçlüsü Meryem. Katlanması zor acılardan, travmalardan geçiyor, örgütten kaçıyor, “bunu da atlatamaz” dediğimiz noktada kendini Türkiye’ye atıyor, bir süre sonra da insani sıcaklıklar ve yardımlarla küllerinden doğup kendine yeni bir hayat inşa edecek dirayeti buluyor. Sence bir insanın bu kadar güçlü olabilmesi mümkün mü? Bunun kadın olmakla, taşımak, doğurmak, büyütmekle bir ilgisi var mı?

Meryem gibi kadınlar tanıyorum. Ayrıca araştırmam sırasında savaşlarda, savaş benzeri kaotik ortamlarda “sıradan” insanların nelere katlanıp nelere rağmen yaşama tutunduğunu okudum. Dinledim… Hayatta kalmak çok güçlü bir güdü, kadın veya erkek. Fakat şunu şahsi tecrübeyle söyleyebilirim: Bir çocuğu içinden doğurunca anne olarak şöyle oluyorsun; “Peki. Ben artık ölemem.”

 

O halde, Meryem karakterini yazarken, dirayet konusunda kendi içindeki dişil güce de yaslandın… 

Evet sanırım… Elbette mesela baktığında, Meryem ile benzer yaşantılarımız yok. Ahuva ve Batya’nın kökleri, aile yapısı da farklı… Fakat büyürken neredeyse herkes gibi kendi çapımda, özellikle duygusal zorluklar yaşadım. Bu karakterlerle özdeşleşebildiğim duygu durumları var. Hele ki kızım doğduktan sonra kadın olmanın, bir anlamda direnmek olduğunu kavradım. Annelik, ev kadınlığı, eşlik, sevgililik, iş insanlığı gibi, bir arada yürütmek durumunda kaldığımız, hepsi kendi içinde kocaman pek çok rolle nasıl başa çıkabileceğimi öğrendim.

 

Yine romanın temel taşlarından Ahuva karakteri, eşine rastlamanın güç olacağı bir iyi kalplilikte. Çağımızda, Nişantaşı’nın göbeğinde, çok korunaklı bir çevrede, ananaslı ve chia tohumlu smoothie içerek hayatını sürdürüyor, ama birden mülteci bir kadın ve bebeğine, maddi manevi tüm kapılarını, açabileceği kadar geniş açıyor. Etrafındaki herkesin sürekli olarak iyiliğini istiyor. Evet, belki aile geçmişinden yaralı, Gezi’de etkin olamamaktan üzgün, kendini eleştiriyor. Ama yine de dikkat çekici, insanı düşündüren bir iyilik. Ahuva karakterinin kesintisiz iyiliği nereden geliyor?

Ahuva bazen iyilik yapma niyetinde olmadan iyilik yapıyor. Bunu, o kötü biri diye söylemiyorum fakat bazı davranışlarının sebebi kendini bu kadar geriye atması, isteklerine, arzularına kulaklarını böyle kuvvetle tıkaması… İyiliğin kaynağı insanın özünde nereye denk gelir bunu bilmiyorum ama mesela kızım Eva’ya ben işteyken bakıcılık yapan Saniye, hayatımda gördüğüm en iyi kalpli insandır. Var öyle insanlar….

 

Ve görünen o ki sende iz bırakıyorlar… İyilik senin için şaşırtıcı bir şey mi? 

Aslında pek de değil galiba… Bugünlerde, dünyada bunca bölgesel savaş, bunca zulüm varken bile iyiliğin varlığına inanıyorum. Eva (Kızı) doğunca bende bir dönüşüm oldu. Şöyle hissettim: Ben bir insanı böyle koşulsuzca ve bu kadar çok sevebildiğime göre, yaradılış dediğimiz ne ise, onun kaynağı sevgi olmalı. Sevgi ve iyilik, kötülükten büyük olmalı. Bunu bütün hücrelerimde hissettim.

 

Romanın bana göre bir diğer özelliği de, ‘karanlık taraf’ta olmayan hemen herkesle empati yapabiliyor olmak. Sonradan katı kalpli diye anlatılacak olan Cos, “Bir yabancıyı evimize mi alalım?” dediğinde onla aynı fikirde olabiliyoruz. Gezi’de kimseye yardım edemediğinden dolayı şimdi bir şeyler yapmak isteyen Ahuva’yla, yer yer saçmalasa bile empati kuruyoruz. Empati sadece okurda değil, romanda da dile geliyor, Ahuva ofiste toplantıda ona “horozlanmaya” çalışan iş arkadaşını “anlamaya çalışıyor” ve diğer iş arkadaşına karşı savunuyor. Empati sence gerçekten de kurtuluşun altın anahtarı mı?

Kurtuluş farkındalık ise, evet. 

 

Farkındalık senin için ne demek? 

Her duyduğuna, okuduğuna prim vermeden konuyu özünden kavramaya çalışmak… Atıp tutmamak, bilmeden ahkam kesmemek… Tarafsız olmaya çalışmak. Başına neyin neden geldiğini anlamaya çalışmak. Neyi neden hissettiğini, o duygular hangi yaralarına, hangi korkularına, hangi yaşanmamışlıklarına denk geliyor da öyle tepki veriyorsun, onu kavramaya çalışmak… Karşına çıkan kişi veya durumları suçlamak yerine aynayı kendine çevirip “ben bunu neden yaşıyorum, bundan ne alabilirim, ne öğrenebilirim?” diye sormak… Hayat diye adlandırdığımız gizemli görünen ama belki açık bir şuurla matematiği çözülebilecek sürece daha geniş, daha sevgi dolu bir gözle bakmaya çalışmak… Çok mu mistik oldu?

 

Çok olmadı. Senin böyle ruhsal bir tarafın var zaten. Daha İstanbul’da yoganın y’si moda değilken yoga ve meditasyon yapardın sen…

Evet haklısın… Yogayla 1994’te tanıştım. Hayatıma giren en güzel şeylerden biri.

 

 

Bir önceki romanın Nişan Evi, ondan önceki öykü kitabın Sürgün; her ikisi de ezilen azınlıkların, çatışmaların, sürülmenin, kendi kaderini ellerinde tutamamanın sularında geziniyordu. Hayattayız Madem de aynı konu üzerine inşa oluyor. Bu konular senin için ezelden beri hassas konular, öyle anlaşılıyor. Kendini tüm bunlardan apayrı, bambaşka konularda yazarken hayal edebiliyor musun?

Türkiye’de büyüdüm. Malum, çocukluğumdan bu yana gündemi, günlük hayatı dolayısıyla aklımı, kalbimi meşgul eden konular bunlar. Belli ki benim de özellikle içsel anlamda kendimi iyileştirmeye, oldurmaya, bütünleştirmeye çabaladığım alanlara paralel… Ve fakat kendimi bambaşka konularda yazarken tabii ki hayal ediyorum. Seninle izlemiştik hatta, Ae Fond Kiss… Ve demiştik ki “Ken Loach âşık olmuş!” Kaygısız bir aşk değildi, yine toplumsal meselelerle sıkıca örülmüş bir Loach filmiydi ama baskın duygu, aşktı. Baskın duyguları farklı başka kitaplar yazacağımı biliyorum.

 

Çiler İlhan’ın kitapları arasında Hayattayız Madem nasıl bir yerde duruyor senin için?

Zor sordun yine! Şimdi… Bir kere, ilk uzun romanım. O açıdan özel, hani ilk öpücük, ilk aşk gibi, kalbimde hep ayrı bir yeri olacak filan… Sürgün de biraz böyleydi. O kitabın yazım sürecinde, içim büyümüştü. Hayattayız Madem de hem içsel hem dünyevi anlamda olgunlaşmama katkı sağladı diyebilirim.

 

Bir yazar olarak yetmiyor yetmiyor yetmiyor…

 

Konu kimlik olduğunda belki de en önemli konulardan biri “dil”. Romanda Meryem’in Türkçe öğrenmeye gönüllü olması, çaba sarf etmesi kimsenin gözünden kaçmıyor. Senin dille ilişkin nasıl? Dil ve kimlik arasındaki ilişkiyi biraz açabilir misin?

Ben de Meryem gibiyim! Geldiğimden beri Hollandaca öğrenmeye çalışıyorum. Bir yazar olarak yetmiyor yetmiyor yetmiyor… Romanda Batya “dil vatanmış meğer!” diyor ya, sadece sınırlardan değil içsel bir vatandan bahsediyor tabii ki çünkü bu gezegende kendimizi ifade etmek diye bir derdimiz var. O da günlük hayatta, kelimelerle. Kelimelerin yoksa, o 50 yaş aklınla çocuk gibi kalıyorsun.

 

Günlük hayat dediğin, nasıl bir şey? Hollanda’da nasıl geçiyor günlük hayat?

Hem hızlı hem sakin… Bu ülkenin kendine has bir ritmi var. Yaşadığımız kent 70 bin nüfuslu, küçük bir yer. Gün içinde pek çok şeye yetişebiliyorum. Zaman daha yavaş akıyor gibi, bu anlamda. Ama tabii ki hep meşgulüm ben. Kendimi meşgul etme uzmanıyım.

 

Nasıl meşgul ediyorsun kendini?

Hafta içleri genelde altı buçuk-yedide uyanıyorum. Çigong veya Tai Chi yapıyorum, on beş dakika filan, çok değil… Kızım Eva ile kahvaltı, o okula, ben masama. Artık neyle meşgulsem… Çalışıyorum, yemek, ev işleri arada… Spor salonu, fitness da hayatımın bir parçası. Akşamları yine ailece yaptığımız şeyler dışında okuma, yazma, film… Amsterdam’a, Den Haag’a, izlemek olsun katılmak olsun festivallere, sergilere, konserlere gitmediğim, arkadaşlarımla buluşmadığım zamanlar dışında günlük rutin bu. 

 

Geçtiğimiz haftalarda, 40. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’na katıldın ve kitabını imzaladın? Nasıl geçti? Beklentine göre nasıldı? 

Şu anlamda çok güzel geçti: Everest Yayınları ekibiyle harika vakit geçirdik. Sevdiğim yazar, yayıncı, editör arkadaşlarımı gördüm. Yenileriyle tanışıp anlaştık. Oralar çok güzeldi. Yoksa ben fuarları sevmiyorum pek. Çok kalabalık oluyor.

 

Peki sıradaki kitap nasıl bir şey?

Aslında Hollandaca yazmak istediğim bir kitap var… Yaklaşık bir buçuk yıldır bekliyor tepemde. 

 

Hollandacan o kadar iyi mi?

Değil! Yani Türkçe yazdığım gibi yazamam, öyle bir beklentim yok. Olduğu kadarıyla… Başlamaya çekiniyorum, ya hiç çıkmazsa diye. Öte yandan içimden kopmaya çalışan bir novella ve roman da var. Bilmiyorum kısacası.

 

Kitaplarını birkaç defa okuduğun yazarlar var mı?

Üniversitede dönüp dönüp Borges okurdum. Çok severdim. Küçük yaşta okuyup da hiçbir şey anlamadığımı sonradan anladığım klasikleri tekrar okuduğum da oldu. Dostoyevski, Orwell, Conrad mesela… Ama okumak istediğim o kadar çok kitap var ki!

 

Kitap okurken cümlelerin altını çizenlerden misin yoksa sayfaların tertemiz mi kalır?

Bir arkadaşım, beni kitap okurken görüp “senden kitap ödünç alınmaz” demişti. 

 

Fena çizersin…

Hem de nasıl! Bir de yıllardır kitap yazısı yazıyorum, oradan da bir alışkanlık kaldı. Kitap yazılarım genelde tek bir kitap üstüne olmuyor. Birbiriyle etkileşim içinde olduğunu düşündüğüm kitaplarla filmleri harmanlayıp yazıyorum. Altlarını çizmek çok işe yarıyor o yüzden.

 

Demin bahsettiğin şu çalışma masanın üzerinde neler var?

Condé Nast Traveller’da çalıştığım zamanlarda Paris’ten aldığım metal kutu; içinde post-it, bant, zımba gibi şeyler var. Kalemlerin olduğu kocaman bir kahve fincanı. Minik bir Berlin haritası. Ucuz bir çerçeve içinde İstanbul kabartması; Boğaziçi köprüsü ve dev, çirkin bir cruise gemisi görünüyor. Aşırı turistik bir şey, son dakika havalimanından almıştım. Sevimli bir ganesha biblosu, Yeni Delhi’den. Bergman’ın adası Fårö’den getirdiğim ortası boş, muhteşem taş. 

 

Kitap saymadın…

Ne üstünde çalışıyorsam onun için lazım olan kitaplar gün veya gece sonunda, odamdaki özel raflarına kaldırılırlar. Fakat günlük, haftalık, aylık programlar yapıp hedefler koyduğum, notlar aldığım, üstünde kafamı derleyip topladığım defterim hep sol köşede. 

 

 

 

#komünitecalling Sayısını Okumaya Devam Et