HAYVANLARA SUFLE VERMEK

İllüstrasyon: Simay Bahçıvan

Bir insan “sesini” hiç duymadığı bir hayvanın sesini edebiyatla duyurabilir mi ? Bir kez giyinmiş ve böylece artık “çıplaklık” duygusuna sahip olan insan, bir hayvanın beden algısını hissedebilir mi?

Yazı: Elif Bereketli | 18 Ağustos 2020

Bir süredir pandeminin çıkış noktası olduğu iddia edilen yarasalarla ilgili söylemler hakkında düşünüyorum. Yarasalar neden yapmak istemişti bunu insanoğluna? Belki öc almak istemişlerdi. Ya da şeytani bir tarafları vardı, insanları aciz görmekten hoşlandılar. Belki bize bir ders vermek istediler; ya da tahmin bile edemezlerdi işlerin bu noktaya geleceğini. Hayvanları anlama ve anlatma çabası internet meme’lerinden okkalı düşünce yazılarına kadar belirginleşti. Ama nasıl bir anlama çabası bu? Düşüncelerimizi, varsayımlarımızı antroposentrik bir biçimde hayvanlara empoze mi ettik, yoksa biz insanlar hayvanları gerçekten anlayabilir miyiz? Aynı dili konuşmadığımız, dünyayı aynı biçimde deneyimlemediğimiz canlıları anlamak ne kadar mümkün olabilir?

İnsan ve hayvan ayrımı başlı başına bir konu. Hem hayvanlar dünyasının parçası olduğumuzu kabul ediyoruz hem de kendimizi onlardan tümüyle ayırıp egemenliğimizi ilan ediyoruz. Hayvan-insan ikiliği tarih boyunca sömürgeciliği de meşrulaştırmak için kullanıldı ve aslında yeniden parlatıldı. Aydınlanma projesinin biraz da kirli bir parçası oldu. İnsan odaklı bakış, hayvan-insan ikilemini ekseriyetle hayvanların konuşamazlığı üzerinden kurdu. Oysa çoğu hayvan hakkı düşünürüne göre hayvanların “konuşamazlığına” bu kadar odaklanmak belki de problemin ta kendisi. Hayvanlar insanlar etrafında dönmeyen bir dünyanın parçası ve insanlar hayvanların “konuşamazlığının” altını bu kadar çizerken belki de hayvanların yetersizliğinden ziyade içten içe kendi yetersizliklerinin farkında. Alman yazar Tobias Menely, The Animal Claim (Hayvan İddiası) isimli kitabında, insanların “hayvanların konuşamazlığı” meselesinde bu kadar takılı kalmalarının, hayvanların aslında anlamlı pek çok şekilde iletişim kurabildikleri gerçeğine vurgu yaptığını söyler. Bu durumda bir hayvanı anlamak acaba her şeyden önce insan hayvanını, yani Aristoteles’e göre politik bir hayvan olan insanı anlayabilmek ile ne kadar ilişkili? Derrida kült metni “The Animal That Therefore I am”de (O Hayvan [Var] Öyleyse Varım) şöyle diyor: “Sınırları ya da insanın bittiği yeri geçerek hayvana ulaştım ya da teslim oldum, hayvanın kendisine, içimdeki hayvana ve kendi içinde huzursuz olan hayvana.”[1] Yani insanın, insan ötesinde düşünebilmesi, belki de en temeline, kendi hayvanlarına dönüşebilmesiyle mümkün sadece.

Edebiyat metinlerinde böyle dönüşümleri görüyoruz. Kafka’nın Dönüşüm’ü kuşkusuz en ünlü örneklerden. Gregor Samsa’nın kendini bir sabah böcek olarak bulması acaba insan olmayan canlıları anlamak yolunda yazarın attığı bir adım mıdır, yoksa böcek hicivsel bir simgeye mi indirgenmiştir? Modern insanının dönüşümünü ve yabancılaşmasını anlatmanın bir “aracı” olmuştur demek herhalde yanlış olmayacaktır. “Hayvana dönüşüm” pek çok kez modernizm eleştirisi bağlamında edebiyatta bir simge olarak kullanılmıştır.

Hiciv türünde hayvanlara ya da hayvan özelliklerine başvurmak da sık kullanılan bir yöntem. Geri dönüp baktığımızda La Fontaine’de bunu görebiliyoruz; insan gibi konuşup insan gibi davranan ayılar, tilkiler, eşekler, aslanlar… Mitlerde, destanlarda, fıkralarda, türkülerde, masallarda, fabllarda hayvan-insan türevlerini bulmak işten değil. Hayvanlar ekseriyetle insanın dünyayla hesaplaşmasında bir simge, alegorik bir unsur. Bu yirminci yüzyıla geldiğimizde de sürüyor, George Orwell’in Hayvan Çiftliği Stalin Rusya’sını hicveder. Bir diğer Sovyet hicvi de Mikhail Bulgakov’un Köpek Kalbi adlı romanıdır. Şarik adlı köpeğin iç organlarının bir insanınkilerle değiştirilmesi sonrası köpeğin insanlaştığı bu hikaye hep alegori olarak okunmuştur. Bulgakov’un ünlü Üstat ile Margarita’sında konuşan bir kedidir. Yine hiciv ve yine bir kişileştirme örneği. Kemal Varol’un Haw’ının baş kahramanı sadece “haw” diyen bir köpektir örneğin. Mikasa adlı bu köpek 90’lar Türkiye’sinin sert atmosferini etnik olarak tarafsız bir bölgeden anlatabilmek için romancı tarafından seslendirilmiştir. Haw der roman boyunca. Köpek, sesine indirgenmiştir. Roman, “90’lardaki Türkiye’den bir hikaye insan yerine köpek tarafından anlatıldığında neden daha güvenilir olur?” gibi önemli bir soruyu gündeme getirir. Diğer yandan bir köpeğe haw (ya da hav) dedirtmek insanın hayvanların konuşabilmesi potansiyeline neden bu kadar odaklandığı konusunda düşündürüyor. İnsan meselelerini anlatmak için hayvanlara insani özellikler atfediyoruz. Hayvanları bizim dilimizle “konuşturuyoruz”. Bu hayvanları meselelerimize alet etmek midir? Kimi düşünürler bu yöntemlerin spekülatif de olsa hayvan bilincine dair bir bakış sunabileceğini iddia ederler.

Hayvanlara kendi sesini verebilmek için girişimler de oldu elbette mesela Anna Sewell’ın Siyah İnci’si, Virginia Woolf’un Flush’ı gibi hayvan otobiyografileri… 1877 tarihli Siyah İnci, bir atın ağzından, Viktoryen dönemde atlara yapılan kötü muameleye dikkat çekmek için yazılmıştır. Bir at tüm atları temsil eder romanda; atlara insani özellikler atfedilir. Bu anlamıyla insan-merkezli bakışı devam ettirmiştir denebilir. Öte yandan hayvan-insan ayrımını silikleştirdiği de söylenebilir. Flush ise bir köpeğin hikayesini kendi “dilinden” anlatır, fakat Woolf’un derdi modern dünyanın insani olmayan yaşam şartlarını eleştirmektir. Yoksa sosyal sınıfları tanıyan bir köpekten nasıl bahsedebilirdik ki?

Bu ana hatlarıyla edebiyat metinleri hayvanlara sufle veriyor gibi. Hayvanlaşabilmenin yöntemlerini araştırmanın, içimizdeki hayvanları dinlemenin ya da hayvanların sessizliğinin sunduğu potansiyele teslim olmanın edebiyata ve insan bilincine ne katabileceğini düşünmek çok heyecan verici. Peki nasıl yapmalı bunu? Bir insan “sesini” hiç duymadığı bir hayvanın sesini edebiyatla duyurabilir mi gerçekten? Bir kez giyinmiş ve böylece artık “çıplaklık” duygusuna sahip olan insan, bir hayvanın beden algısını hissedebilir mi? Dilin sınırlarıyla şekillenmiş bilincini özgürleştirip hayvanlaşabilir mi? Deleuze ve Guattari öyle güzel söylemiş ki: “Çokluğun çekiciliğine kapılmadan hayvanlaşamayız. Dışarının çekiciliğine… Ya da bizi çeken çokluk zaten içimizdeki çoklukla ilişkilidir.”[2]


[1] Çeviri Fransızca orjinal metnin David Wills tarafından yapılan İngilizce çevirisinden yapıldı: “I move from “the ends of man,” that is the confines of man, to “the crossing of borders” between man and animal. Crossing borders or the ends of man I come or surrender to the animal-to the animal in itself, to the animal in me and the animal at unease with itself”.

[2] Gilles Deleuze ve Felix Guattari, Anti Ödipus, Kapitalizm ve Şizofreni 1 (1972), Çeviri: Fahrettin Ege, Hakan Erdoğan, Mustafa Yiğitalp, Bilim ve Sosyalizm Yayınları

 

Nº1 Şimdi ve Sonrası Sayısını Okumaya Devam Et