KARŞINIZDA BIRTHING AİLESİ

Röportaj: Mina Aslan

Fotoğraf: Can Görkem

Son zamanlarda şık şıkırdım yaratıklarıyla her yerde gözümüze çarpan moda tasarımcısı Eda Yorulmazoğlu ile çocukluğundan, anılarından ve rüyalarından ilhamla yarattığı Alien Couture tarzı ve calling Pop-up x Dane’de gerçekleştirdiği performansı üzerine sohbet ettik. Birthing ailesi, ilham, dayanışma ve performans aşkı ile dolu. Karşınızda rengarenk üretimleriyle neşe ve hayranlık uyandıran Eda ve drag çocukları Bibidi ve Boo ile Birthing ailesi.

 

Selam Eda, uzun zamandır işlerini çevrede görüp kim yapmış bu kostümleri diye merak ettiğim bir insandın. Seninle tanışmak çok güzel. Bana modaya, ya da spesifik olarak bu Alien Couture tarzına yolculuğundan kısaca bahsedebilir misin?

Her zaman sanata ilgim vardı ama bu ilginin nereye gideceğini pek kestiremiyordum. Ben küçükken ananemin sürekli dikiş diktiğini hatırlıyorum. Ben de onun yanına oturur elle dikiş yapardım. Hep bir şekilde aklımda olsa da dikişe ciddi ciddi başlamam ortaokulu buldu. Kalıp çıkartmayı ve makineyi kullanmayı kendi kendime öğrendim. Orta okulda hafta sonu kurslarına başladım, tasarım ve kalıp çıkartma üzerine. Ardından yazları Çeşme’de ders almaya başladım. Her gün gidebildiğim kadar gidiyordum çünkü öğrenmeyi çok istiyordum. Bir şey yapacaksam kendimi tamamen adamayı seviyorum. Ardından sanat okuluna gittim ve gerçekten ne yapmak istediğimi burada keşfetmeye başladım. O dönem bazı yaratıklar tasarladım ama epey karanlık yaratıklardı. Siyah, koyu kırmızı, bej… Şu an yaptıklarımla pek benzer sayılmasalar da ortada hep bir yaratık vardı. Sadece bana ne ifade ettiklerini veya onlarla ne yapabileceğimi pek de bilmiyordum. Üniversitenin ikinci yılında bir yaratık yaratmıştım ve gerçekten çok kasvetli ve iç karartıcıydı. Birçok insan yaratığımdan rahatsızlık duydu. Çünkü bir şey içinizde kasvet ve huzursuzluk yaratıyorsa ona çok da bakmak istemiyorsunuz. Sonrasında insanları bu şekilde rahatsız etmek istemediğime karar verdim. Üzgünlük, huzursuzluk ve rahatsızlık, insanlara bunları deneyimletecek şeyler yaratmak istemedim. Ama bir yaratık yaratmak istediğimi biliyordum ve sonunda üslubumu değiştirdim. Renklere yöneldim. Okuldaki diğer öğrenciler ‘high fashion’ tasarımlar yapıyorlardı. Benim de bu yoldan gitmem gerektiği hissiyatı olsa da hiç ilgimi çekmiyordu. Bir noktada “Siktir et, artık umrumda değil. Sadece kendi dünyamı yaratacağım. Kendi tasarımlarımı yapacağım, kendi modellerimi kullanacağım” dedim. Yaratık modeller kullandım. Her şeyi çok daha renkli yapmaya ve farklı kumaşlar kullanmaya başladım. Bu noktada “moda dünyası”nda daha fazla kalmaya niyetim olmadığını anladım, trendleri takip etmeye, defileleri izlemeye… Kendi dünyamı yaratırsam kimse beni hiçbir şeyle kıyaslayamaz diye düşündüm. Trendlere ayak uydurup uydurmadığına kanaat getiremez. Aynı zamanda izleyenlerin de kendilerini yargılayamadığı bir şey üretmek istedim. Bir defile izlediğiniz zaman anında kendinizi yargılamaya başlıyorsunuz. “Benden daha iyiler” ya da “Buna param yetmez”… Benim yaratıklarıma baktığınızda ise sadece bakıyorsunuz ve keyif alıyorsunuz. İyi bir şey hissediyorsunuz ya da kafanız karışıyor -ki bu da gayet normal. Kısacası yolumu değiştirdim ve arkama bakmadım.

 

 

Hiç bu şekilde düşünmemiştim. Bir iş ortaya koyduğun zaman ortada elbet izleyicinin algısı ve getirdiği yargılar oluyor, “Bu iyi”, “Bu moda” ya da “Değil” gibi. Ama bir yandan da sürekli değişen modayı takip etmeye çalıştıkça insan kendini demode ve noksan hissetmeye başlıyor. Aynı zamanda Chicago’da da çalışıyorsun sanırım. Orada mı okudun?

Amerika’da doğdum ve büyüdüm. Yıllarca orada yaşadım. Şu an 28 yaşındayım. Tasarımlarıma orada başladım. Eskisi kadar geri dönmemeye çalışıyorum çünkü burada olmayı seviyorum. İşlerimin üretimi burada gerçekleşiyor dolayısıyla süreci yönetmek için burada olmam gerekiyor. 

 

Yarattığın şeylere bakınca beynine girmek istiyorum. İlham kaynakların neler? En sevdiğin film nedir? Veya sevdiğin, üretimini etkileyen bir sanat hareketi var mı? 

Sanmıyorum. Spesifik bir sanat hareketi veya filmden ilham almıyorum. Daha çok anılarımdan, hayatımda yaşadığım şeylerden, gördüğüm rüyalardan… Bir şeyi çocukluğumda gördüysem mesela, tasarımlarımda ortaya çıkabiliyor. İçgüdüsel olarak oraya doğru çekiliyorum ve ardından “Aa ne enteresan, bu benim çocukluğumdan geliyor” diyebiliyorum. Ama kendi sanatımı üretirken başkalarının sanatını pek tüketmiyorum. Daha çok o an hissettiğim şeylerden veya düşündüğüm kişilerden yola çıkarak tasarım yapıyorum. Birisi için tasarım yapıyorsam mesela, konuşma ve hareket etme şekillerinden yola çıkıyorum. Onların rengini, aurasını düşünüyorum. Bazen tuhaf veya komik bir şey olduysa, ya da trajik bir şey bunları alıp bu anılardan güzel bir şey üretmeye çalışıyorum. Daha çok bir terapi aracı olarak kullanıyorum diyebilirim. Fiziksel bir ilham kaynağına odaklanmasam da -filmler, resimler gibi- daha çok o an içinde bulunduğum yerler ve bana hissettirdikleri şeylerden yola çıkıyorum.

 

 

 

 

Çocukluğunda gördüğün şeylerin ilhamı gerçekten işlerden okunuyor gibi. O çocuksu hayalgücü, çizgifilmvari formlar ve renkler. Hepsi bir araya gelince cidden masalsı bir evren yaratıyor. Kostümlerine baktığımda inanılmaz detaylı, alengirli işler görüyorum, bu çok büyük bir iş yükü. Şimdiye kadar birçok çeşit çeşit kostüm yapmışsın hem de. Bize üretim sürecinden bahsedebilir misin? 

Üretim sürecim değişiyor. Sipariş üzerine çalışıyorsam ve sipariş veren kişiyi tanıyorsam onlar için bir şey tasarlamak kolay oluyor. Çünkü neyi sevip sevmediklerini biliyorum. Vücutlarına da karakterlerine de aşina oluyorum. Onları tanımıyorsam Instagram’larına bakıp stillerini ve zevklerini çözmeye çalışıyorum. Performans yapıyorlarsa nasıl performanslar yaptıklarına bakıyorum çünkü hareketlerini limitleyecek bir şey üretmek istemem. Kişiyi göze alarak tasarımı tamamlıyorum ve eğer kalıbını çıkartması kolaysa projeyi teslim edebileceğim iki terzim var. Türkiye’ye bu yüzden taşındım bu arada, yardım almak için. Kolay bir tasarımsa onlara veriyorum, zorsa kalıbı kendim çıkarıyorum. Bir defileye hazırlanıyorsam hikaye farklı oluyor tabii, çok daha stresli bir süreç. Tasarımları vaktinde hazırlamaya çalışıyorum. Koleksiyonlarımda tüm renkleri kullanmaya çalışıyorum ama bir rengi veya şekli tekrar tekrar kullanmamaya özen göstermem gerekiyor. Bir şekilde hepsi birbirinden farklı ama aynı zamanda bir uyum içinde oluyorlar. Normal defilelerde bir-iki renk ve şekil kullanılır, karıştırıp farklı kombinler oluşturulur. Benimkilerde hepsi birbirinden farklı olsa da bir şekilde uyum yakalanıyor. Sonradan dikiş etabına geliyoruz, ki materyalleri toplama kısmı her zaman en meşakkatli kısım oluyor. Kalıplama, kesme, biçme, süsleme… aylar sürebiliyor.  

 

Epey zorlu duruyor, büyük bir iş yükü gerçekten. 

Buraya taşınmadan önce hepsini tek başıma yapıyordum. Bir keresinde 16 kostümlü bir koleksiyonu tamamen kendi başıma üretmiştim ve adeta stüdyoda yaşıyordum. Günlerce dışarı çıkmadan çalıştığımı hatırlıyorum. Çok sağlıksızdı, bir yandan da diğer işlerde çalışıyordum ama bir şekilde altından kalktım işte. 

 

Kostümleri üretmekle kalmıyorsun, aynı zamanda onları giyip performans da yapıyorsun. Sen de özünde bir multidisiplinersin. Kullandığın, kendini ifade ettiğin veya amatörce olsa da denediğin başka bir disiplin var mı? 

Herhangi el işi… bir aralar seramik yapmaya merak sarmıştım. Pole dance yapıyorum. Sanata yönelik her şeyi bir noktada denedim. Çok meraklı biriyimdir. Hâlâ çizmek, dikmek veya boyamak dışında iletişim kanalları arıyorum. Şimdi bunları yapmak için daha fazla zamanım da var. Şu sıralar çoğunlukla buradaki dünyam ve pole dancing ile meşgulüm. 

 

 

Türkiye’de ve Amerika’da LGBTİ+ topluluklarla, özellikle drag camiasıyla iç içe bir üretim içindesin. Kostümlerinden birini de ilk bu şovlardan birine ait storyleri izlerken görmüştüm. Birkaç kez geri sarıp nasıl dikmişler ki bunu diye düşündüğümü hatırlıyorum. Bu topluluklardaki simbiyotik üretim ilişkilerinden bahsetmek ister misin?

Queer komünite benim potansiyelimi görmemde çok yardımcı oldu. Üniversitedeyken gerçekten ne yapacağımı bilmiyordum. Sınıfımda da biraz yabancı hissediyordum. Chicago’da Berlin isimli queer gece kulübüne gecenin moda tasarımcısı olmak için davet edildim. Bir drag show vardı ve o gece performans yapan herkesi ben giydirecektim. İlk kez böyle bir şey yapıyordum çünkü okuldayken pek heyecanlı bir hayatım yoktu. Ooo, burda böyle güzel etkinlikler de yapılıyormuş diye heyecanlandığımı hatırlıyorum. Gece boyunca herkesi dilediğimce giydirdim. Değişiklik yapabilir miyiz diye sordular, ben de istediklerini yapabileceklerini söyledim. Gece boyunca kombinlerimle kendilerince oynamaya ve yorumlamaya devam ettiler. Bir noktada arkadaşım Bon Bon yanımdaki pazar arabasını bir bluz gibi üstüne geçirmişti. Çok içtenlerdi, o noktada bulunmam gereken yer burası diye düşündüm. Çünkü işlerimi beğenmeyip farklı şeyler üretmemi isteyen insanlarla çalışmak istemiyorum. ”İşlerini beğendim, haydi birlikte çalışalım” tavrı çok daha hoşuma gidiyor. Belki bu konuda biraz inatçıyım ama bir vizyonum ve dünyam var ve bunu kabul eden insanlarla çalışmak istiyorum. Sipariş aldığımda çoğu zaman insanlar “haydi bana bir şeyler yap” diye geliyorlar. Bana büyüme ve yaratma alanını sunan insanlarla çalışmak beni büyüttü. Onlar olmasa ne yapardım bilmiyorum. 

 

 

View this post on Instagram

 

A post shared by Eda Yorulmazoğlu (@eda_birthing)

 

Kostümlerinden birini en çok kimin üzerinde görmek heyecanlandırırdı seni?

Bilmiyorum, çalıştığım herkes hâlihazırda rüya gibi insanlar. Ben buralara kadar gelebileceğimi hiç düşünmemiştim. Eğer ünlü insanlardan soruyorsan, mesela… Miley Cyrus’ı giydirmeyi isterdim, tam çılgın. Umrunda değil, ona bayılıyorum. Doja Cat de öyle, kafadan çatlak ve umursamıyor.

 

Kostümlerini çok iyi taşırlardı bence. Stilini ve yaptığın şeyi de anlarlardı diye düşünüyorum. Bugüne kadar sergilediğin performanslar arasında öne çıkan, senin için ayrı bir yeri olan hangisi?

Buraya taşınmadan hemen önce yaptığım bir performansım vardı, bir yumurtaydım. Barbra Streisand’in bir şarkısına lipsync yapıyordum. Şarkının adı Papa Can You Hear Me, favori şarkım. Kafamda da sarı bir şapka vardı, yumurtanın içinde süzülüyordum. Sonra müzik değişti, yumurtanın içine geri girdim ve Born This Way çalarken yumurtanın içinden dönüşmüş bir yaratık olarak çıktım. Çok eğlenceli bir performanstı. Son yaptığım performans Birthing Magical Birth’tü. Benim tarzımda bir defileydi. Ben bir cadıydım ve koca bir kazanda iksirler karıştırıyordum. Malzemeleri toplamam gerekiyordu, geze geze topluyordum. Sesleri de ben tasarladım. Malzemelerden biri de direğin tepesindeydi, Uma Thurman’ın bir fotoğrafı. Hepsini bir araya getirdim ve iki drag çocuğumu doğurdum. Kazandan çıkıverdiler. Daha yüksek prodüksiyon bir performanstı.

 

Peki drag çocukların kimler?

Bibidi ve Boo Birthing.

 

Gökova ile olan bağın nedir diye sorsak? Seni ve Birthing ailesini buraya hangi rüzgar attı?

Geçen yıl Akyaka’ya ilk gidişimdi. Türkiye’yi hala istediğim kadar gezemesem de Akyaka’ya aşık oldum. Akyaka da bana aşık oldu bence. Taycan arkadaşımdı ve calling Pop-upxDane’de çaldığını öğrendim. Oradan calling ailesi ile tanıştım ve bu partiyi düzenledik. O noktada burada da çalışabileceğim insanları tanımaya başladım. Türkiye’ye dönerken aklımdaki sorulardan biri buydu çünkü; “Birlikte çalışabileceğim insanlar bulabilecek miyim?” En baştan başlamak gibiydi benim için çünkü. Chicago’da çok sağlam bir network’üm vardı ve buraya taşınınca her şeye en baştan başlamış oldum. Böyle bir parti yapmak iyi geldi, iyi şeyler olabileceğini gördüm. Yeni insanlarla tanıştım, herkesle çalışmak çok keyifliydi.

#komünitecalling Sayısını Okumaya Devam Et