NAE İLE GÖKOVA’DAN BURNING MAN’E

Röportaj: Gümrah Şengün

Fotoğraf:Can Görkem ve NAE

 

Kozmik vizyonlarıyla ürettikleri büyük ölçekli enstalasyonlarıyla tanıdığımız bir ikili, Deni ve Milen Nae. Echoes From Agartha, Big Burn, Klein, Suma Beach gibi eğlence sektörünün hatırı sayılır bir kısmında izlerini sürebileceğiniz sahne tasarımları ve enstalasyonları ile zihninizde yeni kapılar açabiliyorlar. Kendi içlerine dönerek zaman zaman sanata, bazen realistliğe yeltenen özlerini ustalıkla birleştiren ikili, ortaya koydukları eserlerini bir kutuya koymayı reddediyor. NAE Design Studio, yaratıcı kimliklerinin sesini dinleyerek hep değişiyor, derinleşiyor ve öğreniyor. İnsanın göremediğini hissederek ürettikleriyle kurgulayan Milen ve Deni Nae ile tasarım yolculuklarına bakış açılarını konuşurken, bir yandan da Burning Man’e götürdükleri “The Face”in hikayesini dinliyoruz.

 

 

 

Milen ve Deni Nae

 

Gümrah: Öncelikle şunu sormak istiyorum. Uzun bir yolculuktan çıktınız. Nasıl hissediyorsunuz?

Milen: Dinlenmiş hissediyorum ben, günde 15 saat uyuyorum son iki haftadır. Bitmeyen bir uyku var, ama keyfim yerinde. İyi bir noktadayız şu anda. Her şeyin paketlendiği sonbahar “vibes”.

Deni: Yani ben de, bayağı yorucuydu. Yaşadığımız şehirlerden, köylerden uzakta geçen, biri gerçekten ekstrem iki proje sonucunda geri dönüp böyle güzel bir boşlukta olma hali, nefes alma, dinlenme zamanı. Gerçekten fiziksel olarak yorgunluğun günbegün çıktığı bir dinlenme dönemi geçirebilmek, başka bir şeylere koşturmak zorunda olmamak güzel.

Milen: Bitmek üzere zaten, hemen bu hafta koşturmaya başlayacağız yine. O yüzden dinlendik, hazırız. 

 

Gümrah: Eve döndünüz, her şeyi bitirdiniz ve bu esnada mevsim bile değişti. Çok güzel bir tamamlanma hissiyatı var sanki değil mi?

Deni: Kesinlikle. Sadece biraz yazı kaçırdık.

Milen: Kaçırdık, bayağı kaçırdık yani.

Deni: Ama sağolsun Muğlamız bize Kasım’a kadar yazı yaşatıyor.

 

 

Gümrah: NAE ile Klein, Big Burn, Echoes From Agartha gibi eğlence sektörünün hatırı sayılır bir kısmında yarattığınız kozmik enstalasyonlarınızla tanınıyorsunuz. Müzik dünyasından Islandman, Melike Şahin gibi isimler için sahne tasarımları, styling yaparken bir yandan da mimari tasarım projelerinizle karşımıza çıkıyorsunuz. calling’in geçen sene Zülfaris’ta gerçekleşen sinagogun her tarafını kalplerle donattığımız aşk projesinde beraberdik. Bir de üzerine Gökova’nın güzel coğrafyasını paylaştık, yaşadık, dost olduk. Ama şimdi bütün bunları bir kenara bırakıp en başa dönmek ve sizi tanımayanlar için bu soruyu sormak istiyorum. NAE ne yapar, kimlerden oluşur? 

Milen: NAE biziz özetle, Deni ve Milen Nae. Soyadımızdan ilham aldık ve söylemesi çok zor bir kelime olarak kendimize bu ismi seçtik.

 

 

View this post on Instagram

 

A post shared by NAE (@naedesignstudio)

 

Gümrah: Ama görüntüsü ve sesiyle tam olarak tasarım dünyasına ait bir kelime. Sanki siz en başından beri bu tasarım işine girmek zorundaymışsınız gibi.

Milen: Biz de tam olarak bu yüzden seçtik, sanki üç harfli olduğu için kaçamadık. NAE biziz ama çok değişken, yaratıcı insanların da içinde bulunduğu, bizimle her projede yeniden şekil alan, eklektik bir ekip algımız var. Hem çok yakın olduğumuz hem de birlikte çalışmayı sevdiğimiz insanlardan oluşan, yeni tanıştıklarımızla sürekli şekil değiştiren ama özetle ikimizin yaratıcı bakış açısından beslenen bir kreatif stüdyo. Ben enstalasyon sanatçısıyım, o yüzden bazen daha mimari, bazen daha sanatsal olmak üzere arada geçişler yapan farklı farklı projeler yapıyoruz.

Deni: Mimariyle enstalasyonun ve sanatın birleştiği bir yer NAE. Hem ayakta durması gereken büyük yapılar, hem de kreatif, estetik olarak hepsinin bir arada olabildiği strüktürler ve ortamlar yaratabilmeye sebep oluyor bu ikili.

Milen: Aslında şöyle bir tarafı var; geçici işler yaparak başladık. Daha ağırlıklı festival alanları gibi, ilk başta yaptığımız yerler daha kısa süreli işlerdi. Şimdi daha çok mimariye ağırlık verdiğimiz bir tarafa doğru yöneldik, ikisini birlikte kullanıyoruz ve gayet güzel gidiyor. 

 

Şöyle sınırlar var mesela; sanat dediğimiz zaman o deneyim galerilerle veya bir sergi kapsamında ilerliyor, mimari dediğimiz zaman yapılar ve mekânlarla bir yere gidiyor. Biz, ikisini buluşturma peşinde olup ikisini de bir nebze reddediyoruz. Böyle büyük bir reddediş gibi algılanmasın ama o standartların içine girmenin peşinde değiliz, biz yaratıcı olanı beklenmeyen yere getirmenin peşindeyiz.

 

Gümrah: İkinizden de ayrı zamanlarda duyduğum bir cümle hatırlıyorum: “Biz aslında birbirimize zıt karakterleriz”. Bu durum nasıl etkiliyor tasarım sürecinizi?

Deni: Milen işin daha sanatsal ruhunu koruyan, gerçekçilikten uzak ama yaratıcılığa özgürce ulaşabilen tarafta duruyor. Bense daha onun ayaklarını yere bastıran ve işi yapılabilir kılan, gerçekçi tarafındayım. Aslında ikimizin kişisel karakterleri de böyle. Birimiz biraz daha hayalperest, diğeri daha gerçekçi gibi. Bu bir sürü farklı şekilde tanımlanabilir ama kreatif süreçte bu ikisinin dengesi, ikisinin de kuvvetli bir şekilde orada olması hem bir şeyleri hayal edebilmemizi hem de yapılabilmesini sağlıyor. 

Milen: Yani hem uçuyoruz, hem de ayaklarımız yere basıyor. Çünkü işin gerektirdiği denge biraz o zaten.

 

 

Gümrah: Tasarım anlamında nelerden besleniyorsunuz? Şehir haricinde Gökova’da bir hayatınız var mesela. Bu toprakların doğası üretimlerinize nasıl yansıdı, bir şeyler değişti mi? 

Milen: Aslında her şeye İstanbul’da başladık ama o sıralar Deni Norveç’teydi. Bir gün “Deni n’olur gel, acil yardım lazım” dedim. Öyle başladı her şey. Çünkü ben boyumdan büyük işlere karışmaya başlamıştım. Deni de zaten dönmeyi düşündüğü bir zamandaydı. O aslında zaten yoldaydı, doğa içinde zaman geçiriyordu ve onu tercih ettiği bir dönemdeydi. Ben buna çok önem veriyorum hayatta, çok uzun süre ben de öyle yollarda ve doğa içinde yaşadım ama İstanbul’da buluştuk ve burada kurduk her şeyi, zaten İstanbulluyuz. O yüzden birçok anlamda, ilk başta motivasyonumuz şehirdi çünkü eventler, festivaller, markalar her şey burada. Böyle bir hareketin içindeydi kurduğumuz şey. 

Deni: Başlamak için iyi, ama varmak için iyi bir yer değildi. Yani varmak istediğimiz yer orası değildi. Kesinlikle insanın, şehrin ve kültürün kafamızda hayal ettiğimiz projelerin parçası olması gerek. İnsan faktörü çok kritik tabii ki. Ama bunun doğal alanlarda ya da doğal etkenlerle şekillendiği, o ikisinin bir arada bulunduğu projeler aslında en hayallerimizde olan.

Milen: Bizim işlerimizin çoğu boşlukta kuruluyor. Bir ormanda, Kapadokya’da bir vadide, bir beach’te… Açık alan enstalasyonları özellikle en yoğun yaptığımız ve yapmayı sevdiğimiz iş. Onun sebebi de aslında içinde bulunduğu koşullar; hem çalışma şartları hem de işi oraya koyduğunuzdaki o zıtlık. Şehrin içinde aslında buna çok fazla yer yok. Yani evet şehirde bu projeler çok etkileyici bir formatta da sunulabiliyor. Mesela gece kulüpleri de yaptık, yapıyoruz da hâlâ, bundan da çok keyif alıyoruz. Ya da mekanlar yapıyoruz ama doğadaki o boşluğun yarattığı bir kafa boşluğu da var ya hani, burada üretiyor olmanın öyle bir tarafı var. Daha fazla hayal kurma alanı yaratıyor o kafa boşluğu. O da gerçekten şehirde çok olan bir şey değil.

Deni: Şehirde her şey daha gri, çerçeveleri belli, bazı dolulukların arasındaki boşluklara bir şey tasarladığın bir ortamda iken doğada gerçekten hiçbir şeyin olmadığı, sadece doğal elementlerin olduğu bir yere insan faktörünü getiriyor olmak gibi bir şey var. Benim aslında kendi başıma olan yolculuğumda da öyle. Daha önce, Milen ile çalışmadan önce Norveç’e gitmem, Norveç’te sürdürülebilir mimarlık üzerine master yapmam, sonra bu konuda orada çalışmam… Bütün isteğim, aslında kafamda hep hayal ettiğim şey; o mimariyi veya tasarımı, şehrin sıkıştırdığı ya da belirlediği mekanlarda, alanlarda değil; daha açık alanlarda, daha  doğal faktörlere uyumlayarak, o doğal faktörleri öğrenip ona göre tasarım yapmaktı. O tasarım sürecini, doğada ve doğal faktörlerle çalışmayı sevdiğim için yönelmiştim aslında. Şehre dönmem, yani İstanbul’a dönmem, benim için o konuda kafa karıştırıcı oldu ama aslında zaten biliyorduk ki ikimiz de başka bir yere doğru gitmek istiyoruz. Şimdi de ufak ufak, yapmakta olduğumuz iş de bizi aslında o tarafa doğru götürüyor belki de. Milen’in dediği gibi daha açık alanlarda, işte beachler, çöller oldu şimdi, vadiler, dağlar, ormanlar… Oralara gitmek zaten istiyorduk ve NAE’deki yaratıcı beraberliğimiz de aslında bunu mümkün kılıyor gibi.

 

Gümrah: Genellikle ütopik alanlarda deneyimler kurguluyorsunuz, acaba işleriniz daha kamusal bir alanda herkese sunulabilseydi nasıl olurdu?

Milen: Aslında şehirde kamusal alan, benim de her zaman çok ilgimi çeken bir konuydu. Sosyal konularla da çok ilgileniyordum. Kamusal alanlarda üretebilme ihtimalinden keyif alıyoruz ama Türkiye’de şehirler ne yazık ki çok fazla buna alan açan yerler değil. Oldukça ilgileniyoruz ama gerçekten de dediğin gibi bir şekilde, bu tip deneyimlere daha çok alan açan yerlere, haliyle biraz daha eğlence sektörüne yönelmek durumunda kalıyoruz. Şöyle sınırlar var mesela; sanat dediğimiz zaman o deneyim galerilerle veya bir sergi kapsamında ilerliyor, mimari dediğimiz zaman yapılar ve mekânlarla bir yere gidiyor. Biz, ikisini buluşturma peşinde olup ikisini de bir nebze reddediyoruz. Böyle büyük bir reddediş gibi algılanmasın ama o standartların içine girmenin peşinde değiliz, biz yaratıcı olanı beklenmeyen yere getirmenin peşindeyiz. Yani insanlara beklenmedik deneyimler yaşatmak, kalabalıklara bunu deneyimletmek istiyoruz. Kamusal alan bunun için çok uygun ve şehir ölçeğinde işler yapmak çok isteriz, ama şimdilik daha çok eğlence sektörü bize bu fırsatı verebildi.

 

The Face Project, Burning Man 2022

 

Gümrah: Peki esas konumuz The Face projesine gelecek olursak. Her şey nasıl başladı?

Milen: Bu işi ilk defa Suma Beach’te yapmıştım. Aslında üç ölçekte gerçekleştirildi: Suma Beach, Bonjuk Bay ve son olarak da Burning Man. Hiçbiri tam olarak aynı değil ama yüzün öğeleri aynı. Gözler, ağız ve burun sabitken içerdiği öğeler değişti.

 

Gümrah: Suma’dan Burning Man’e nasıl bir geçiş oldu da buralardan çöllere gitti bu iş? 

Milen: İlk başta – ben hiç unutmuyorum – Beşiktaş’ta böyle -1 bir evim vardı. Orada oturup tasarladığım bir işti Face, bayağı tam tersi bir gerçeklikte. Ben çöle koymak istiyordum zaten; bomboş bir alanın içinde olmasını isteyerek, hayal ederek tasarladım. O tasarımın ilk sürecinde de o eklektik şeyin peşindeydim. Sanatta, özellikle her anlamda her türlü yüzün, gözleri olan her şeyin doğrudan insanlarla çok net bir ilişki kurduğunu düşünüyorum. O zaman da buna böyle düşünerek oturdum aslında. İnsanın içine bakan, bir muhataba dönüşen etkinin peşindeydim. Çok sevdiğim arkadaşım Ali’nin gözlerinin fotoğrafını çekmiştik. Kullandığım benim ağzım ve burnum bu arada, böyle bir kompozisyon vardı. Onunla böyle denemeler yapıyordum ve oradan çıktı. İllüstrastonlar Ernst Haeckel’a ait. Ernst Haeckel zamanında Darwin ile beraber çalışmış, ilk kez mikroskobik canlıların resmini yapan bir biyolog ve filozof. İşleri her zaman çok ilgimi çekti, hatta bir dövmem bile var. Haeckel’in çizimlerinden bir deniz anası.

 

Deni: Ernst Haeckel biyolog ama hayalinden mikroorganizmalar çizmeye başladığı noktada artık orada bilim insanından sanatçıya dönüşüyor. Orası da enteresan. Yani, çok böyle hikayeler yoktur diye düşünüyorum.

 

Milen: İlkinde, Suma Beach için yaptığımızda, gerçekten eser bir araya geldiğinde hepimiz çok etkilenmiştik. Yani ben de hayal etmiş olmama rağmen o etkisinin ne kadar güçlü olacağını hiç düşünememiştim. Ve ağaçlara asmıştık, bir dans pistinin içinde yüksekteydi. Sonrasında çok fazla insandan onunla yaşadıkları maceraları dinleyince etkisi daha da kalıcı oldu. Ben Suma’da yıllarca bir sürü farklı iş yaptım, hiçbirinin etkisi bu kadar güçlü değildi. Face ile samimi, içten bir ilişkimiz vardı zaten. Sonra, seneler sonra, Bonjuk Bay’deki boş alanın, yani oradaki denizin, dağın etkisini güçlendireceğini düşündüğümüz için Face’i tekrar oraya kurduk. Yeniden tasarladık, ölçeğini değiştirdik, farklı öğeler ekledik ama en baştan beri bir Burning Man hevesiyle aslında tasarlanmış ve çölün boşluğuna göre kurgulanmış bir işti. Sonra kısmet oldu ve gerçekten de Burning Man’e gitti.

 

 

 

 

 

 

 

Gümrah: Burning Man’de kum fırtınası yüzünden insanlar günlerini sürekli gözlük takarak geçirmek durumda kalıyor. İletişimin en güçlü yollarından biri olan göz temasının bu kadar eksik olduğu bir yerde, sana dimdik bakan bu gözlerle, Face ile karşılaşmak çok etkileyici olmalı. İnsanların tepkilerinin ne olduğunu çok merak ediyorum. Uzaktan durup izlediniz mi ne yapıyorlar, ne oluyor?

Milen: Tabii. Onunla zaman geçirdik çok. Yani evet, insanlar etkileniyorlar. Enstalasyonun ilginç bir durumu var. Fotoğrafta çok iyi anlaşılmıyor çünkü iki boyutlu elementlerden yaratılmış bir iş. Aslında illüzyon deneyiminde çok net anlaşılıyor çünkü her açıdan farklı gözüküyor ve hareket ediyor. Zaten parçalar havada asılı oldukları için rüzgarla etkileşime giriyor. Doğayla etkileşiyor olması bizim için önemli bir kısım çünkü interaktif olmak her zaman dijital bir şey gibi algılanıyor, ama aslında öyle değil. Bir sürü farklı şekilde interaktif şeyler yaratılabiliyor. Yani insanla, doğayla etkileşebilen, suya da tepki verebilir. Farklı bir tasarım… Havayla, rüzgarla ilişkili bir iş aslında ve rüzgarın esintisine göre -ki çok basit bir esinti bile minik minik hareket etmesini sağlıyor- bu da o iki boyutlu baskı olan, el yapımı olmayan o imgeleri bir anda canlı hale getiriyor. O hareketten dolayı, insanın onu yaşıyor gibi algılamasına sebep oluyor. Bir de perspektifle çok şekil değiştiriyor. Yani dümdüz karşısından baktığın zaman bütün resmi algılayabiliyorsunuz gerçekten de ama çaprazdan bakınca ve tüm katmanlarıyla görünce, derinliğiyle bambaşka bir şeye dönüşüyor.

 

Deni: Bir varlığa dönüşüyor yani. Etrafından dolaşıp farklı açılardan bakmaya başladığın an, iki boyutlu bir imajdan  bir varlığa dönüşüyor.

 

Milen: İçine girdiğin zaman da çok farklı ve o yüzden de insanlar gerçekten ona çok çekildiler. Büyük de bir iş olduğu için çok fazla insanın orada durmadan geçemediği bir etkisi oldu, bu çok hoşuma gitti benim. Burning Man’de her yer sanatla dolu olduğu için hepsine bakamıyorsun, yakınına gidemiyorsun, uzaktan deneyimleyip devam ediyorsun ancak. Ben insanların ona çekildiğini görmekten çok keyif aldım, çünkü her açıdan farklı ve “Ne bu şimdi?” dedirten bir etkisi oldu. 

 

Deni: Bir de şöyle bir detayı var: Burning Man’deki eserler genelde çok büyük bir boşluğun içinde yaratılmış enstalasyonlar olduğu için belli bir mesafeden, çok yakınına gidip dibinden bakmadan da aşağı yukarı anlaşılan ve hissedilen, etkisi uzak bir mesafeden de yaşanılan parçalar oluyor. Ama burada özellikle Face’in üzerinde yer alan Ernest Haeckel’ın illüstrasyonlarının detaylılığı insanda merak uyandırıyor ve kendine çağırıyor, yakından bakma isteği uyandırıyor. “Nasıl bir şey bu?”, “İki boyutlu mu, üç boyutlu mu?”, “Oradaki o ufak renk detayları ne?” diye sorgulatma etkisi bence bayağı farklıydı diğerlerinden. 

 

Milen: Bu yüzden de fotoğraftan çok videoda anlaşılıyor aslında hissi. Fotoğrafta bütün eseri algılamak çok zor. Tek bir imge görüyorsun ve üç boyut algısı iki boyutlu olduğu için hep aynı imgeyi görüyorsun aslında. O yüzden de fotoğraflarla çok da tarif edemediğimiz bir hissiyatı var.

 

“Karşında heybetli bir yüz var. Muhatap o. Neyin muhatabı olduğunu tanımlamak çok zor tabii ama bir muhatap yani. Kendinle iletişiminde aslında kendi yüzünü göremediğin ama iç sesinle iletişim kurduğun bir muhatap. İç sesle bir olmanın aslında ne kadar değerli olduğunu ortaya koymak istedik.”

 

Gümrah: Bir de bu esere özel tasarlarnmış bir ses var arkasında değil mi? Gün doğumu ve batımında Rumi’nin sözleriyle seni çağırıyor. 

Milen: Aslıhan Kabukçu tasarladı sesi. Sadece çağırması değil, bir yandan da 12 saat boyunca orada olan bir ses tasarladı. Hatta 12 saat bile değil, Aslı onu 24 saatlik tasarladı ve bence inanılır gibi değil böyle bir iş yapmış olması. Çok sihirli bir dokunuştu. Doğadan seslerle ve ritimlerle birleştirdiği bir arkaplan sesi oldu. Face’in yaptığı çağrının yanında bir de sesin tamamının bir etkisi var.

 

Hiçbir şeyin yaşamadığı bu kuraklığın içinde yüzün içindeki öğeler tamamen doğadan, canlı varlıklar. Bir böcek gördüğümüz zaman hep birbirimize gösteriyorduk çünkü hiçbir şeyin yaşamadığı ve yaşamanın zor olduğu bir yer. Biz bu ses tasarımı ile oraya canlılığı getirmeye niyet ettik. Face’in etkisinin önemli bir kısmı yaşıyor oluşu. Rüzgarın da hareketleriyle o imgelerin hareketlendiği bir esere niyet ettik ve o canlılığı ses çok güzel bir şekilde destekledi. Su, hayvan, böcek ve kuş sesleri gibi dünyanın farklı yerlerinden gelen ve kaydedilmiş birçok sesi oraya getirmek güzel bir histi. Bütün bu hareketi başlatan şey de o çağrıydı. Rumi’nin “Gel, kim olursan ol gel” sözünün “Come whoever you are” tercümesi olan çok güzel bir ses.

 

Bir besteyi yorumladı Aslı, vokallerini de o yaptı. Gün doğumu ve batımında sesin yükseltilmiş bir şekilde kendine doğru çağıran bir etkisi olmasını istedik.  Karşında heybetli bir yüz var. Muhatap o. Neyin muhatabı olduğunu tanımlamak çok zor tabii ama bir muhatap yani. Kendinle iletişiminde aslında kendi yüzünü göremediğin ama iç sesinle iletişim kurduğun bir muhatap. İç sesle bir olmanın aslında ne kadar değerli olduğunu ortaya koymak istedik. Çünkü içimizden kendimizle konuşmamızın çok değerli olduğunu ve en önemli iletişimin orada olduğunu düşünüyorum. Bunun aslında tanrıyla konuşmak gibi bir tarafı var. Ama çok zor ve birbirimizle konuşmak, yüzeysel sohbetler etmek çok daha kolay. Gerçekten ne dediğini anlamak, kendi kendime söylediğim bir sürü şeyi duymak çok zor. Ona bunun için bir tür meditasyonla insanların kendilerini eğiterek duyabildikleri bir yere doğru gidiyor. Ama gerçekten bir muhatap olsa, bir ayna olsa. İşte orada yine kendi yüzümüzü görüyor olduğumuz için bir yabancılaşma başlıyor, çünkü kendine baktığın zaman daha yüzeysel şeyler düşünmeye başlıyorsun. “Ağzım, gözüm nasıl gözüküyor?” gibi düşünceler başlıyor. Ama aslında iç sesin bir naifliği var ve  karşında doğadan parçalarla birleşerek oluşmuş, hem paramparça hem bir bütün olan bir yüz olunca konuşmak istiyorsun. Zaten Rumi’nin de yaptığı çağrı o: “Gel, kim olursan ol gel. Ne günah işlediysen hepsiyle beraber gel.” diyor. Yani hislerin ne olursa olsun o suçlulukla, içindeki o yüzleşmedeki bütün takışmaların hepsinin kabul gördüğü bir yer burası. Havada asılı olmasından kaynaklanan, sanki oraya ait değilmiş gibi, bir obje gibi olmayan bir şey -ne olduğu da tam belli değil- ve o hisle bir bütünleşti. Gerçekten de çok güzel bir deneyime dönüştü, sesle çok bütünlendi. O ses olmadan çok eksikti bence, imge tek başına yeterli değildi, sesle birlikte çok müthiş bir şey oldu.

 

Deni: Bir de bence en çok alınan geri dönüşlerden biri, Burning Man’in sürreal bir deneyim oluşuna uyumlu olmasıydı. Bayağı sürreal bir imaj çünkü karşındaki.

 

Milen: Bu sene Burning Man’in konsepti “Waking Dreams”. Festivalde yer alacak eserlerin bu konsepte sırtını yaslamasını istiyorlardı. Rüyanın içinde uyanmak aslında kendini fark etmekle ilgili – Waking Life filminde de hatırlarsınız belki – lucid dreaming gibi, kendini fark etmek ve rüyada olmak aynı anda olan bir deneyim. Face de buna çok yakıştı. Tam olarak bundan bahsediyoruz biz de çünkü. 

 

Deni: Çöl için tasarlanmış gibi hissedilmesinin, yani “Doğru, buraya çok uydu bu eser” denmesinin en önemli sebeplerinden biri boşluğu kullanış şekli. Yani doluluğu var, bir sürü parçası var ama aslında genel kompozisyonunun çoğu boşluk. O boşluk da aslında çölün arka planda olduğu ve oradan bir sürü soyut anlam çıkabilecek bir parçası onun. Çünkü yer var, ufuk çizgisi  ve gökyüzü var ve dünyadayız ama tamamen bir boşluktayız. Kafanın içi gibi düşünülebilir o. Bir sürü anlamda soyut referansı olan birleştirici bir öğeydi. Sadece çöl, çölün arkada olması, parçaların bir duruşu oluşu değil; bir de boşluğun da o parçalarla birlikte orada olması… Konu Yin Yang’e kadar bir sürü yere gider.

 

Gümrah: Şu an hem Burning Man’in etkisindesiniz hem de bu işi oraya taşımış olmanın… Durduramıyorum sizi akıyorsunuz anlatırken hikayenizi.

Milen: İşle de böyle bir romantik bir bağımız gerçekten var. Burning Man’e gitmemiş olsa da aslında işin üzerimizdeki etkisi böyleydi hep başından beri. Şu anda yerine oturmuş olmasının bir tatmini var tabii ki. 

 

 

 

 

 

Gümrah: Bu yolculuğun en büyük zorluğu ve mutluluğunu duymak istiyorum sizden, ikinizden de ayrı ayrı. 

Milen:  En büyük zorluluğu… hepsi.

Çok ilginç bir şekilde her yeri çok zorlayıcıydı. Biz çok uyumlu ve zorlu durumlara dirençli bir ekibiz. Problem çözmeyi aşırı seviyoruz ikimiz de. Bu arada birbirimizden çok farklı olmamızla beraber çok fazla ortak noktamız da var. Ben o soruda bunları söylemek istiyordum şimdi kısmet oldu. Çok aşırı benzediğimiz bazı alanlar var, tasarımı yaparken de o oluyor. Tasarım dilinde aradığımız şey ortak. Hayattan beklentilerimiz çok benziyor, problem çözmeye yani hayatın bize gelişi ile baş etme şeklimiz de çok benziyor. O aslında bizim mercek altında bununla ilgilenmemize sebep oldu. O kadar çok problemle karşılaştık ki, gerçekten saymakla bitmez. Şaşırtıcı derecede çok fazla. Her adımda olabilecek her sıkıntı çıktı. O yüzden bir tanesini diğerinden ayırmak istemiyorum, hepsini çok seviyorum. (gülüyor)

Bütün sıkıntılarımızdan hepsini bir paket olarak, tek bir şey olarak bahsetmek istiyorum çünkü olacak iş değildi hiçbiri. “Bu diğerinden daha çoktu” desek diğerine ayıp olacak. (daha çok gülüyor)

 

Deni: Hani bir işi diyeyim, ya da herhangi bir şeyle ilgili bir motivasyonun ararken o işi yapmak veya yapmamak, ya da ona doğru ilerlemek ile ilgili biraz gerçekçi ya da biraz elverişli tarafları olmasını bekler insan. Mesela ilk defa Burning Man’e gidiyorsun, dolayısıyla enstalasyon hiç gitmediğin bir yerde. Hiç gitmediğin, çok zor şartların olduğu bir yerde o enstalasyonu oraya kurma cesaretini gösterme, o yola baş koyma motivasyonunu edinmek için. En azından gideceğin yerle aynı ülkede ya da aynı kıtada olsan belki bir yerden tutunursun; ama o kadar bilmediğimiz bir ortam, hiç bilmediğimiz bir ülke…  Orada tutunabilecek tek şey herhalde bu işi daha önce yapmış olmamız ve o tür bir yapıyı kurmayı biliyor olmamızdı -yani sadece biliyor olmamız, kafamızda! Çünkü sonuçta bizim bir ekibimiz var ve o ekiple birlikte bu işi yapıyoruz. Bence kesinlikle en zoru; farklı bir ülkeye gidip orada bir şey üretmek, sonra o ürettiğin şeyin bütün lojistiğini planlamak, hiç bilmediğin şartlarda hiç bilmediğin bir yere onu götürüp kurmaya çalışmaktı. Evet, hepsi ama belki de en zorlayıcı yeri kendi elimizle yapmış olmamız.

 

Milen:  Ölçek, elimizle kurmaya alışık olduğumuz ölçeğin ötesindeydi. İkimiz de el işine zaten çok yatkınız, zaten bunu yapıyoruz ve yıllarca da yaptık ama…

 

 

 

Gümrah: Boyutları neydi tam olarak eserin?

Deni: Yüksekliği 4.5 metre. Genişliği de aşağı yukarı 12’ye 10, 12’ye 9 gibi.

 

Milen: Ölçek büyük, detayları çok fazla ve ekibimizden bir kişiyi mutlaka götürecektik ama Amerika vizesi mevzusu çıktı. Pandemi sonrasında bir sene sonrasına vize tarihi veriyorlardı ve bizim kendi vizemiz olduğu için biz ikimiz Evrim’le beraber gidebildik. Evrim daha teknik kısımlarla ilgili olduğu için aslında kurulum kısmının %90’ı, belki daha da fazlası, bize kaldı. O da gerçekten sınırlı bir zamanda. 2 ay önceden gidip kurmaya başlasak, zamanımız olsa falan tamam ama biz sınırlı bir zamanda, sınırlı bir bütçeyle -yani gerçekten sınırlı bir bütçeyle- kendi şartlarımızla elimizden geleni yaptık. Tabii ki bu süreçte bize inanılmaz destek olan iki tane çok kilit insan var, onlardan bahsetmek istiyorum. Biri Alper Nakri, diğeri de Blue Nectar Selin Çamlı. Selin de Alper de Los Angeles’ta. Selin çok uzun süre Los Angeles’ta yaşadı, şimdi Akyaka’da zaman zaman beraberiz; Alper de benim yuvadan arkadaşım, o da Los Angeles’ta yaşayan bir sanat yönetmeni, bayağı çocukluk arkadaşım yani. O ikisi olmasa zaten yapamazdık, kesinlikle mümkün olmazdı. Onların bize sağladıkları koşullar, verdikleri rahatlık zaten bizim bu cesareti göstermemizi sağladı. Yoksa “biz bu işi yapamıyoruz” deme noktasına da geldik gitmeden. Yani “Nasıl yapılacak? Gerçekten ekibimizden birilerini götürmeden mümkün değil” dediğimiz bir yere geldik bazen. Çok ciddi anlamda sevdiğimiz insanların desteğiyle aslında yapabildik bu işi, ama eninde sonunda bunu yaparken ikimiz baş başaydık. Yani işin kendisini, ucunu tutarken ikimizdik. Oranın fiziksel olarak sıkıntısı çok büyük. Zaman olsa rahatlayabileceğimiz veya destek olsa rahatlayabilecek bir projeydi ve ikisi de yoktu. Biz gerçekten uykusuz ve sakatlanmış bir halde,  ben el-kol sakatlığı, Deni’de bel-sırt sakatlıkları şeklinde geri döndük ama hâlâ bir nebze sağlamız, %90 tek parçayız.

 

 

 

 

Gümrah: Sadece iki kişilik bir dev kadroydunuz yani…

Milen: Evrim Tüfekçioğlu’nu da özellikle söylemek istiyorum. Üç kişi gittik. kesinlikle Evrim’in gelmesi de inanılmaz önemli bir destekti. Gerçekten bizim hiç anlamadığımız ve anlamaya çalışsak da anlayamayacağımız konuda destekti. Malzemeden biz çok iyi anlıyoruz – yapısal fizik, fizik kuralları bizim en rahat ettiğimiz konular- ama jeneratör, elektrik, ışık, ses… hakim olduğumuz alanlar değil. Evrim de Suma Beach’in, Big Burn’ün yaratıcısı, benim eski patronum ve çok sevdiğim bir insan. Bizi bütün teknik detaylarda o kurtardı. Bize üç kişi daha lazımdı, biz böyle üçümüz bir şekilde altından kalktık.

 

Gümrah: Söyleseydiniz ben gelirdim.

Milen: Valla önümüzde projeler var Gümrah, bekliyoruz.

 

Gümrah: Peki The Face’ten başka Türkiye’den gelen bir artwork var mıydı?

Milen: Aslında bu Türkiye’den giden ilk sanat eseri Burning Man tarihinde. Türkiye’den katılan ilk sanatçı – yani Türk – Alper, daha önceden bir proje yaptı Burning Man’de. Los Angeles’ta yaşayan o da honorary almış bir Türk sanatçı. Ama Alper’in yaptığı şey daha çok kurulan bir görsel, enstalasyon değildi, daha deneyimsel bir şeydi. Ama evet, Türkiye’den giden ilk işti. Yani aslında iş zaten kendini Burning Man’e götürmek çok istiyordu. Bir de bir yerden sonra Face’in kendisinin bağımsız biri olduğuna kesin karar verdik. O bizden bağımsız hareket ediyor, biz de ona uyuyoruz; yani Face gitmek istiyor, biz tamam diyoruz, elimizden geleni yapıyoruz.  Ya da Face diyor ki “Şu şekilde kurulması lazım”, tamam diyoruz… Öyle bir diyaloğa dönüştü zaten ve iş kendisi çok gitmek istedi. Biz de elimizden geleni yaptık açıkçası.

 

Gümrah: Şu an bir yerlerde uyuyor The Face herhalde?

Milen: Büyük bir kısmı uyuyor. Eserin büyük parçalarının çoğu aslında bağış yapan insanlara hediye edildi. Parça parça olmasının da öyle bir güzelliği var, çünkü her parçanın kendisi zaten bir eser gibi. Yani tek parça olarak alıp onu duvara astığınız zaman zaten çok etkileyici bir güzelliği var. Projenin başında üretim için bir bağış toplama kampanyası başlattık ve aslında bütçenin büyük bir kısmı bu şekilde sağlandı ve şu anda parçaların çoğu bize destek olan insanlarla beraber.

 

Bu parça parça olma hali, genelin birliğiyle ilgili de bir tarafı olduğu için hepimizin birbirimizden ayrışık ama bir arada olduğumuza dair bir çağrıyı da beraberinde getiriyor. Biz onu birleştirdik ve sonra parçalarıyla dünyaya, insanlara dağıldı. Çok farklı yerlerde şu anda parçaları. Onun da sembolik bir tamamlanması oluyor iş bittikten sonra. Yani her parçanın biriyle beraber evine gitmiş olması ve dağınık bir şekilde farklı yerlerde de var olmaya devam ediyor olması sanırım en doğru hali – yani onu kurmaktan çok. Çünkü, dediğim gibi, işlerin bir nebze geçici olması bizim işimizin bir parçası. Her zaman olmasa da çoğunlukla. Kaldırıldıktan sonra dağılıp hâlâ bir yerde o etkisine devam ediyor olması bence çok önemli.

 

Gümrah: The Face’ten kalan zamanda bir Burning Man deneyimi yaşayabildiniz mi?

Milen: Elimizden geleni yaptık, çok yorgun olmanın dışında. Gerçekten koşulları çok zor bir seneydi bu sene. Yani daha önceki senelere göre çok ciddi kum fırtınalarının olduğu -insanların paylaştığı bilgiler bunlar tabii, biz buna çok hakim değiliz ama- çok sıcak hava dalgalarının olduğu bir zamandı. Los Angeles’ta dükkanlar kapatılıyordu sıcaklardan dolayı, biz çöldeydik o sırada. Yani inanılmaz bir sıcak ve üstüne kum fırtınaları ile beraber…

 

Deni: Bir de üzerine çok fazla fiziksel iş. Ama şu andan bahsetmek belki güzel olur. Biz kurmaya başladık, artık dördüncü gün festival başladı ve akşam oldu. Kafamızı bir kaldırdık… 

 

Milen: Ve devam ediyoruz bu arada. Yetişemedik, yani birçok eser yetişemedi. 

 

Deni: Aynen. Yani festival başladıktan iki gün sonra tam olarak bitmişti aslında ama o festival başladığı gün biz de bayağı bir yol aldığımız bir anda, kafamızı akşamın bir saatinde kaldırdığımızda etrafımızda gördüğümüz o görsel şölen! Yani çok çok etkileyici görselliği olan bir ortam. O kadar çok stimülasyon var ki etrafta, orada herhalde bir tür hayatta kalma savaşı, adrenalin durumu da var. O kadar yorgunluğa ve zorluğa rağmen merak daha ağır bastı diyeyim. Dolayısıyla evet, işimiz bittiği andan itibaren aslında sanki hiç yorulmamış, hiçbir şey yapmamışız gibi en azından beş gün bayağı içine girdik ve yaşadık Burning Man’i.

 

Milen: Yani zaten Burning Man’in iddiası içimizdeki çocuğa hitap ediyor olması, herkesin o çocuksu halini dışarı çıkarması için bir fırsat yaratması. Çocuklar için bir şehir gibi ama her yaştan insan var. Tabii herkesin kendi hayal dünyasını getirdiği bir yer. Normalde festivaller bir prodüksiyon tasarımı ile kuruluyor – biz de bu işi yapıyoruz – insanların ne deneyimleyeceğini tasarlıyorsunuz. Burada öyle bir durum yok. Burada herkes katılımcı. Yani aslında kamp kuran veya sahne getiren insanlar da Burning Man’e katılan insanlar. O yüzden herkesin getirdiği bir şeyle birlikte bir festivale dönüşüyor ve bu çok etkileyici. Herkesin iç dünyasını izliyorsun ve çok eğlenceli. Yani bisikletlerin üstünde sana heyecan verecek “o şeyi” arayan çocuklarız merak içinde. Çok müthiş bir deneyimdi.

 

Gümrah: Bu kadar spiritüel bir işten sonra ne yapacaksınız?

Milen: Meditasyon. Ben başka hiçbir şey yapamıyorum şu an. 

 

Gümrah: Ne yapıyorsunuz mesela şu an, üzerine çalıştığınız yeni bir proje var mı?

Deni: Yatış üzerine çok da güzel. (gülüyor)

 

Milen: Derinleşiyoruz. Böyle mi yatsam? Gerçekten neyin üzerine çalışıyoruz… “Echoes From Agartha” önemli bir proje bizim için ve uzun vadede onunla ilgili kurduğumuz hayaller var. Şu anda onunla ilgili bir şeyler de yapıyoruz bir yandan. Yani onun da adını geçirmek çok isterim çünkü benim için-  Deni için de öyle olduğunu düşünüyorum – bizim için hayallerimizi gerçekleştirebileceğimiz çok değerli bir yere evrildi. Orası da müthiş bir oyun alanı. Aşağı kalır yanı yok yani Burning Man deneyiminden. 

 

Gümrah: Peki size şehirden bir köşe ayıracak olsak nereyi ayıralım istersiniz, kamusal bir alan? 

Milen: Kamusal alan…

Ya ben Beyoğlu Anadolu Lisesi mezunuyum. Yani on bir yaşında İstiklal’e gidip gelmeye başladım. O yüzden benim için karşı konulmazdır İstiklal ve Taksim Meydanı. Ama tabii ki enerjisi çok değişmiş olmakla beraber ne zaman büyük kamusal alan desem ben Taksim Meydanına koyduğum kocaman bir sanat eseri düşünüyorum, başka hiçbir şey düşünemiyorum.

 

Deni: Gazhane olur.

 

Gümrah: Deni düşündü ve plan yaptı şu anda.

 

Milen: Ayakları yere basan bir insan o.

 

 

Gümrah: Çöl benim için çok etkileyici bir coğrafya. Hayatımın bir döneminde üstüste ziyaret edip kafa yormuştum bana neden böyle hissettirdiğine dair. Jean Baudrillard’ın Amerika kitabındaki “Çöl, bedenin iç sessizliğinin doğal bir uzantısıdır.” diye tarif ettiği çöl felsefesi ilham vermiştir hep bana. Sizin bu yolculuğunuzu dinlemek de içimdeki çölü uyandırdı bir kez daha. Teşekkür ederim bu güzel sohbet için. NAE’nin gelecek dönemde bize anlatacağı hikayeleri merakla bekliyorum. Başka eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Milen: Daha çoklarını yaratmak istiyorum ben. Burning Man’e gitmenin ötesinde ‘Burning Man like experiences’ peşinde olmamız gerektiğini düşünüyorum her yerde  – burada da ve her yerde! Çünkü aslında bu oyun alanlarına herkesin ruhunun acayip ihtiyacı var. Bu kadar karmaşık ve çelişkili hayatlar yaşarken, özellikle Ortadoğu’da bir yerdeyken ve İstanbul gibi, Türkiye gibi, bu kadar eklektik tarihi, inanılmaz sanatsal derinliği olan bir yerde bizim belli standartlara, belli beklentilere bağlı hayatlarımız olması bence en önemli ilham noktamız olmalı. Burning Man’e gitmek ile ilgili bir şey olmadığını aslında söyleyebilirim gittikten sonra. Zaten hevesimiz de şöyle bir yerdeydi bizim için; dünyanın farklı ve iyi festivallerinin hepsine gitmek istiyoruz, çünkü festival tasarlıyoruz ve bu bizim için önemli. Ama gerçekten esas motivasyon oraya gitmek değil de buralarda, her yerde, sürekli bir şekilde bu çocuksu duyguyu içimizden çıkartacak, bu şaşkınlık, hayranlık ve heyecan hissini yaratacak deneyimler yaratalım, önemli olan o.

 

Milen ve Deni Nae, Gökova

#komünitecalling Sayısını Okumaya Devam Et