ÖĞRENCİLER DİRENİYOR, REKTÖR METALLICA DİNLİYOR

Fotoğraf: Hazar Kolancalı

Kendi kültürünü hakim kılamayan yöneticiler, rakip gördükleri kültüre müdahale etmeyi tercih ettiler ve Boğaziçi Üniversitesi’ni hedef aldılar. Üstelik bunu her iki gençten birinin mutsuz, yüzde 76’sının ise yurt dışında yaşamak istediği bir ülkede yaptılar.

Yazı: Beril Eski | 22 Ocak 2021

“Ben hard rock dinleyen, Metallica dinleyen bir rektörüm.”

Bunlar Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör olarak atanan Melih Bulu’nun sözleri. Daha doğrusu 1980’den bu yana ilk defa üniversite dışından bir rektör olarak atanan, seçimle değil Cumhurbaşkanı atamasıyla göreve gelen Melih Bulu’nun savunması.

3 Ocak’ta Melih Bulu’nun Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör olarak atanması üzerine üniversitenin öğrencileri ve öğretim görevlileri, tüm teammüllerin ve rektör seçimlerinin yok sayılmasına isyan etmişti. Protestolarda öğrencilerin üniversiteye girişleri engellenmiş, gösterilere katılan, ikisi Boğaziçili, toplam 22 kişi gözaltına alınmıştı. Protestoya katılanlar siyasiler nezdinde kriminalize edilmiş, terör örgütleriyle ilişkili oldukları söylenecek kadar ileri gidilmişti. Gözaltına alınan öğrencilerden biri kendisine çıplak arama dayatıldığını, kabul etmediğindeyse darbedildiğini söyledi. Diğer öğrenciyse hakaret ve küfre maruz kaldığını, tecavüzle tehdit edildiğini, sosyal medyada “terörist” yaftalamasıyla hedef gösterildiğini ifade etti.

Gözaltına alınan öğrenciler serbest bırakıldı, medyanın protestolara ilgisi azalıyor ancak Boğaziçi kampusünde hiçbir şey eskisi gibi değil. Öğrenciler, finalleri olmasına rağmen, nöbet sistemiyle rektörlük binası önündeki protestolarına devam ediyorlar. Kumpir festivali, kayyum meditasyonu… İçlerinden gelen her şekil ve şemalde Melih Bulu’yu protesto etmeyi sürdürüyorlar. Öğretim görevlileri cübbelerini giyerek ve rektör binasına sırtlarını vererek sessiz protestolarını sürdürüyor. Bir grup öğrenci de, BounSergi için 200 sanatçıdan topladıkları 500 eseri sergilemeye hazırlanıyor.

Melih Bulu ise, tepeden inme göreve geldiği üniversitenin ahalisine “Ben hard rock dinleyen, Metallica dinleyen bir rektörüm” diyerek aslında “Ben de sizlerden biriyim” diyor, “Ben de bu yollardan geçtim, şimdi açılın, yine geçeyim”. Kendisine makul bir muhaliflik yüklüyor, kimseye zararı olmayacak kadar, Netflix’te “fight the system” etiketi altında izlenecek kadar (evet, böyle bir etiket var), üzerine her medyaya çıkıp her soruyu, yanıtlayamasa bile, yanıtlıyor, sonra da öğrencilerin karşılarına çıkarak onları tavlamaya çalışıyor.

Popülist siyaset böyledir, siyasetçi onu dinleyeni “kimliğiyle” tavlamaya çalışır. Karşı çıktığı, çiğnediği tüm değerleri kimlik savunmasının bir parçası yapar. Melih Bulu da, tıpkı popülist siyasetçiler gibi, Boğaziçi’nde yaşadığı direncin bir değerler sorunu olduğunu görmezden gelerek, kimlik meselesi üzerinden çözmeye çalışıyor. Oysa Bulu’nun ne Boğaziçi Üniversitesi’ne ne de Boğaziçili kimliğine aidiyeti, haksız bir şekilde göreve geldiği ve bu kuruma adaletsizliği bulaştırdığı hakikatini değiştirmiyor.

Boğaziçili olmayan biri olarak Boğaziçililiğin ne ifade ettiğini düşünüyorum da, üniversite sınavı sonuçları açıklandığında babam Boğaziçi’nde kazandığım bölümleri yazmamı istemişti. Ben yazmamayı tercih ettim ama konu her açıldığında Boğaziçi’nde bazı bölümlere puanımın yettiğinden bir onur nişanesi gibi bahsettim. Bugün Boğaziçi Üniversitesi’nde okuyan binlerce öğrenci, yıllarca çalışıp, pek çok şeyden feragat edip, bileklerinin hakkıyla kazandıkları bu üniversiteyle övünememekten, ellerindeki bu değeri kaybetmekten korkuyorlar.

Boğaziçi Üniversitesi’nde yaşanan, aslında Türkiye’de yaşanan kültür savaşının bir uzantısı. Kültür-sanat faaliyetlerine hakim kesimi “seküler çeteler” olarak gören ve Batılılaşmış her değer ve topluluğa karşı çıkanlar, bir kültürel üstünlük kurma mücadelesi veriyorlar. Kültürlü olmanın yollarını kapatarak bu üstünlüğü sağlamaya çalışıyorlar. Ama kültür dediğimiz bir resimden, bir şarkıdan ibaret değil. Eli sopalıların sergi açılışı basarak yok edebilecekleri, muktedirlerin sansürle ekranlardan silebilecekleri bir şey değil. Kültür dediğimiz, üretiminden tüketime neyi nerede yaşadığımız, ortamımız, geçmişimiz, bugünümüz ve yarınımız, bir anlamda hayat tarzımız. Ve bu kültür, tepeden inme rektörlerle, akla mantığa sığmayan yasaklarla, peşkeş çekilen yapılarla, soylulaştırılan semtlerle, erişim engelleriyle ve susturulan kalemlerle parça parça yok ediliyor.

Gezi Parkı protestoları öncesinde, hükümete yakınlığıyla bilinen bir yazar hükümetin “AVM’ler, kalkınma, büyüme, liberal ekonomi, dindar bir hayat tarzı dışında gençlere ne vaat ettiğini” sormuştu. Gezi Parkı protestolarıyla birlikte bu tartışmalar rafa kaldırıldı, saflar sıklaştı, bedeller ödendi. Aradan geçen yıllar içinde, bu yazarın sorusunun cevabı hala meçhul. Kim bilir, belki de Boğaziçi’ni ele geçirme hevesi, yıllardır cevapsız kalan bu soruya bir yanıt verebilmekti.

Kendi kültürünü hakim kılamayan yöneticiler, rakip gördükleri kültüre müdahale etmeyi tercih ettiler ve Boğaziçi Üniversitesi’ni hedef aldılar. Üstelik bunu her iki gençten birinin mutsuz, yüzde 76’sının ise yurt dışında yaşamak istediği bir ülkede yaptılar. Boğaziçi’ndeki gençlerin pek çoğu da belki yarın, belki üniversiteyi bitirdiklerinde göçmek isteyecek, kendilerinden çalınan kültürel ortamı başka yerlerde arayacaklar. Ancak bu gençler, yarın gideceklerini bile bile, üniversiteleri için sonuna kadar mücadele ediyorlar. Bu dayatmayı kabul etmiyorlar. Nihayetinde bir gün kışın biteceğini, karların eriyeceğini, kayyum rektörlerin gidip kendilerinin ya da kendileri gibilerin kalacağını biliyorlar.

Nº2 Empati Sayısını Okumaya Devam Et