SELİM SÜME VE EZGİ BAKÇAY’IN ALELADE DİYALOĞU

Fotoğraf: Can Görkem

Röportaj: Ezgi Bakçay

 

Sanatçı Selim Süme ve küratör, yazar ve akademisyen Ezgi Bakçay, Süme’nin Versus Art Project’te açılan “Transit” sergisi vesilesiyle sohbet etti. Seçkideki çalışmaların gündelik, sıradan ve samimi hâli ikilinin sohbetine de yansıdı.

 

S.S: Bekle, Ne?

E.B: Her gün üzerinde çalıştığım bir şey ama bütün duyularımla çalıştığım bir şey Karşı Sanat. Sanırım ben bu yüzden bununla mutlu oluyorum. Yani belki de neredeyse bir sanatçının kendi enstrümanını bulmuş olmasının verdiği gibi bir tatmin.

S.S: Son derece dürtüsel ve gündelik değil mi peki bu?

E.B: Karşı Sanat’ta geçen başarılı bir gün yani daha çok güldüğümüz, daha çok birbirimizi dinlediğimiz, daha çok anlaştığımız ya da tartıştığımız bir gün bana “iyi bir işmiş” gibi geliyor. O kadar gündeliğin içine batmış bir yerde ki tüm anlamını Leyla Abla’nın pişirdiği çorbada bulabiliyor.

S.S: Ya da ekipten biri geliyor ve etrafı ne kadar dağıtmışsınız diyor. Kaos!

E.B: Evet evet!  Hiçbir yerde yani ne evde ne de bir galeride ya da herhangi başka bir gündelik yaşam alanında olmayan bir tür duygusal ilişkimiz var. Çalışıyoruz birlikte ama bu çalışmaya benzemiyor, hatta bazen çalışmak için işe gitmiyorum. Karşı Sanat’ta sıradan bir gün onlarca misafirle sohbet etmekle geçiyor. O yüzden de tam da böyle. Ben de senin işlerinin bu hâle gelişini anlarken biraz kendi tecrübemi geri çağırarak düşündüm. Gündeliğin içinde parlayan mucizevi bir şey ama çok sıradan. Tonla işin ve ciddi tartışmanın arasında, en sevdiğimiz yemeğin kokusunun mutfaktan gelmesi kadar basit bir şey.

S.S: Bu çok kuvvetli. Anlaması hiç kolay değil ama bir yandan tanıdık geliyor aslında. Büyük ekstazi!

E.B: Bu görüntü denen şey ne? İmgeler boş zamanlarında ne yaparlar? Çalışmadıkları zaman işlevlerini görmedikleri zaman, tatile çıktıklarında, emekli olduklarında mesela. Hani böyle temel bir görevleri var ya, bir şeyi göstermek. Peki bu işlerinden azat edildikleri zaman aylaklık ettikleri zaman, özgür oldukları zaman nasıl bir şeyler yaparlar?

S.S: Yani yokluk, belki anlamsızlık… Hiçlik. Ne o bilmiyorum sanırım. Bir dönem bu sorulara uzun cevaplar vermeye çalıştım. Yüksek lisans tezim, yazdığım makaleler ve açmaya çalıştığım tartışmalar ile bu soruları defalarca kendime sordum. Şimdi sanatta yeterlik tezimde de kurcaladığım konular bunlar. Fotoğraf ve onun anlamlandırılması ilişki ağı. Temsil mekanizmaları. Ancak şu an da üzerinde çalıştığım ve sergilediğim iş bunların dışında daha dürtüsel bir yeri kaşıyor. Anı fotoğrafı. Balık çorbası gibi.

E.B: O kadar her şeyin bir manası varmış gibi ki, alelade şeyler görmek istiyorum mesela. Ahmet Güntan’dan bahsetmiştin geçenlerde. Onun işte o hamlık dediği şey, belki de birdenbire sizi buluşturmuş. Çünkü, hani…

S.S: İki şey var aslında. Bir tanesi Ahmet Güntan’ın kendine yazdığı manifesto diğeri de Anders Petersen’in röportajında söylediği bir cümle. Aslında bunlardan da öte onların şiirleri ve fotoğrafları. Anders ile bizi Halil Koyutürk tanıştırdı. Onların Stockholm’de kurdukları dünyaları çok aşırı ve etkileyiciydi. Eğlenceliydi. Dürtülere işaret ediyordu. Hamdı. Kışkırtıcıydı. Ahmet Güntan’ın şiirleri de aynı etkiyi yarattı bende. Tüm fotoğraf veya şiirler böyle olmalıdır değil bak. Bunu belirtmekte fayda var sanırım. Ayrıca 2013-2019 arası benim de fotoğrafın “oluşma ve temsil” şekillerini araştırdığım bir dönem oldu.

E.B: Yani ben sana bir şey söyleyeyim mi? O dönem olmasaydı bunlar bu şekilde çıkmazdı. Yani bu hamlığa ulaşabilmek için oradan geçmen gerekiyordu belki de. Yoksa şimdi hâlâ burada başka kompozisyonlar yapıyor falan olabilirdin.

S.S: Bunu ben de düşünüyorum. Gerçek bir şey sanırım. Ben de bütün fotoğraflar böyle olmalıdır demiyorum. Desem çok saçma olurdu zaten.  Ama ben şu anda o basitlikten, hamlıktan, alelade olandan daha çok heyecan duyuyorum. Fotoğraf bir sürü alanda kullanılıyor, yazı gibi. Vesikalık da oluyor savaş fotoğrafı da, selfie de. Bir sürü yerde karşımıza çıkıyor ama en temelde bana en yakın ve sıradan gelen anı fotoğrafları oluyor. Düzensizliğin rastlantının içinde bir estetik arayış. Ham olmaya çalışan bir görsel dil, yeni bir medya kurmaya çalışıyorum. Hani basit görüntü falan diyorum ama sen geçenlerde bana bir tane şey yolladın. Bir Instagram hesabı. Necla diye bir teyzenin. Ne kadar gerçek bir hesap bilemem ve ilgilenmiyorum aslında. Aşırı rafine.

 

View this post on Instagram

 

A post shared by Necla (@neclacanal)

E.B: Kadın aşmış durumda. Kelimeleri de işin içine dahil ediyor bu arada. İşte “detercan aldım” yazıyor ve domestosun fotoğrafını çekiyor mutfağın köşesinde ve gerçekten böyle sen buz kesiyorsun. Yani hiçbir şeyin olmadığı bir evrende ilk defa domestosla karşılaşmanın verdiği hazla korku karışık duygu. Necla Teyze rap yapıyormuş gibi…

S.S: Ben o anlamda kışkırtıcılığını çok sevdim. Kendi işimin içinde o kadar hamlığa daha ulaşmış değilim. Necla Teyze idolüm. Bak bu arada Ahmet Güntan’ın alt yazılar ve filmlerden sahneleri kurguladığı kısa video işlerini gördüm geçenlerde. Çok etkileyiciydi. Onlara bir bak Youtube’dan.

E.B: Yani evet, istediğim şey tam bu konuşmalardan sonra sergiye gidip bir fotoğraflarına baksam belki de konuştuğumuz şeyden farklı bir şey göreceğim gibi geliyor. Anı fotoğrafı diyorsun ama hani hiç kimse aslında işte teyzesini böyle hatırlamak istemez. Yani aslında tam olarak anı derken kastettiğin şeyi anlıyorum ama anı fotoğrafı dilinde de değiller. Hâlâ çağdaş sanatın dilini konuşuyorlar.

S.S: Neden biliyor musun? Şöyle yaptım çünkü, bunun bir sebebi var. Şimdi birkaç sene önce oğlum Kerem 4-5 yaşında falandı ve sonuçta ben fotoğraf makinesini elime aldığımda sürekli o da istiyordu makinayı. Bir oyuncak gibi küçük bir makina bu. Eğlenceli bir şey zaten fotoğraf çekmek. O makinayı aldığında neyi nasıl çektiğini gözlemledim uzun uzun. Çok basit ve kuralsız bakıyordu. Çok da düşünmüyordu. Ben de onun bakışını taklit etmeye çalıştım. Böyle söyleyince tabii kavramsallaşıyor ya iş, onu pek istemiyorum aslında. Onun baktığı gibi bakmaya çalıştım temelde. Çünkü onun dünyasında bir şeylerin güzel olması gerekmiyordu o zaman. Şeylerle kurduğu ilişkideki kurallar da tam oturmamıştı. Yani böyle bir dert yok. Mesela yukarıdan aşağı çekebiliyor böyle. Anladın mı? Bir şeyin dibine giriyor veya yere yatıyor oyuncağının fotoğrafını çekmek için. Senin güzel çıkmanla uğraşmadığı için. Bir şey çıksın yeter.

E.B: Ah, Evet! Bu arada şeyi konuşmamız lazım, Ahmet Güntan’ın sana cevabını.

S.S: Referansı açık açık vermek bana çok iyi geldi Ezgi.

E.B: Senin sanatçı özne olmaktan rahatsız olmana da cevap veriyor…

S.S: Evet, sanırım cevap veriyor. Bu sergi sırasında en gerçek tatmini sanırım Ahmet Güntan’ın bana yazdığı elektronik postada aldım.

E.B: İletişimine ulaşmış, ondan sonra sana cevap yazmış.

S.S: Evet, çok gerçek bir yaklaşım. Yaşadığımı hissettirdi. Bundan 17 yıl önce yazdığı bir şeyin birine bugün böyle bir kapı açması. Bundan dolayı iyi hissettiğini yazmış. Ne kadar samimi bir duygu yani bunu söyleyebilmek.

E.B: Ama hâlâ birine ilham verdiğini gördüğünde şaşırmış aynı zamanda da… Bir de hani onun o lafı da var ayrıca.  “Dinleyin bir zahmet” diyor. Duymakla ilgili de kaygısı olan bir yerde.

S.S: Ben de “bakın bir zahmet” diyorum o zaman.

Nº3 Adaptasyon Sayısını Okumaya Devam Et