TAKİP EDİLMESİ GEREKEN BİR MÜZİK GRUBU: ENGİN

Röportaj: Heja Bozyel

Fotoğraf: İKSV izniyle

 

Muhtemelen Instagram’da “keşfet”te önünüze düşmüştür ENGIN videoları. Ya da sizinle aynı müzik zevkine sahip bir arkadaşınız gönderdi. Yola Almanya’da Almanca müzik yaparak çıkan Engin, Jonas ve David, Instagram sayesinde bir anda Türkiye’de meşhur oldu. Hatta öyle ki; Salon İKSV’de tek gece olarak açıklanan konserleri önce 2 geceye sonra 3 geceye çıkartıldı!

 

Gruba adını veren Engin Devekıran yarı İstanbullu yarı Alman. Anadolu rock müzikle tanışması Cem Karaca ile olmuş. Kendi deyimleri ile “Alman Alman” (Jonas ve David)  ve “Türk-Alman” (Engin) müzisyenleri yakalamışken konu müzikten Almanya’daki yeni ve eski nesil Türkiyeli göçmenlere uzadı. İyisi mi siz grubun ilk albümünü (Nacht) dinleyerek başlayın bu sohbeti okumaya. Sonra zaten fanlarından biri olacaksınız.

*Konser sonrası gelen edit: Sahnede beklediğimizden bile iyi 3 müzisyen vardı ve seyirci ile iletişimleri de mükemmeldi. Bir şarkıda baslar ne kadar iyi (David) derken sonraki şarkıda bateriyi (Jonas) delice alkışladık. Gitarda ve vokalde Engin, sahnede olmak için doğmuş gibiydi. Üçü de çocuk gibi eğlenerek, mutlulukları okunarak çalıyorlardı ki sanırım sırları da bu, tüm iyi müzik gruplarında olduğu gibi. Engin’i çok kez izleyeceğimiz, adını çok sık duyacağımız kesin! Yani kaçırdıysanız üzülmeyin, çok yakında eminim ki festivallerde de headliner isimlerden olmaya başlayacaklar.

 

İstanbul’a ilk gelişiniz mi? Engin, senin değil tabii…

David: Evet, ilk gelişimiz. 

Jonas: İlk gelişimiz ve sindirmesi zor bir deneyim. Çok fazla insan, çok fazla otomobil var. Gerçi Engin bize şu ara İstanbul’un en sakin zamanlarından biri olduğunu, turist mevsiminde daha hareketli olduğunu söyledi… Ama yani yine de aşırı kalabalık! Buraya otomobil ile geldik, Pazartesi günüydü. Sınırdan geçtiğimizde sokaklarda neredeyse hiç kimse yoktu. Sonra İstanbul’a girdik ve bir anda her şey değişti. 

 

Nasıl yani, Almanya’dan buraya arabayla mı geldiniz? Gerçek bir “Almancı” deneyimi mi yaşamak istediniz?

Engin: Biraz öyle oldu, evet. Tam bir Almancı deneyimi yaşadık! 

 

Nasıldı peki?

Jonas: İyiydi, yani her Türkiye konserine arabayla gelmeyiz tabii ama ilk Türkiye konserimiz için iyi bir deneyim ve maceraydı. Trafik yoktu, sınırlarda sorun yaşamadık…

 

Aslında tek konser olarak açıklanmıştı program ama sonra yoğun talep nedeniyle ikinci konser eklendi. Türkiyeli müzikseverlerin ilgisini nasıl buluyorsunuz? Beklediğiniz bir şey miydi?

Engin: Hayır, pek beklemiyorduk. Yani kendi adıma söylüyorum ama biz müzik yapmaya başladığımızda aklımızda Türk dinleyiciye ulaşmak yoktu. Almanya’da Türkiye kökenli çok fazla insan var ve bu yüzden de Alman müziğinin Türk elementleri taşıması gerektiğini düşünüyorduk. Sonuçta 70 yıldır birlikte yaşayan bir toplum ve doğal olarak kültürel yansımalar oluyor. Aslında Alman hip-hop müzikte Türk müziğinin etkileri görülüyor fazlasıyla ama rock veya indie pop dünyasında buna rastlamak pek mümkün değil. Bu yüzden “Almanya’da Almanca müzik yapacağız ve içinde Türkiye ezgilerinin olması da çok normal” dedik. Bunun üstüne sosyal medyada kayıtlarımızı paylaşmaya ve her hafta bir şarkı paylaşabilmek için eski Türkçe şarkıları araştırmaya başladık. Yine aklımızda hep Alman dinleyici olduğu için Almanca çeviri yapıyorduk. Araştırırken gördük ki çok fazla çok iyi Türkçe şarkı var ve hepsi de öyle egzotik, bize uzak şarkılar değil. Hatta aksine, bize oldukça yakın yeni Türkçe şarkılar var. Bu arada Instagram algoritması devreye girdi ve içeriğimizi Türkiye’deki kullanıcılara göstermeye başladı. Bu da bizi bugüne yani İstanbul’daki ilk konserimize getirdi. Hem de ilk albümümüzün yayınlanmasından çok kısa bir süre sonra. 

Şarkılarla tarihi olan insanlar var ve bu da bir ‘Alman Alman’ olarak benim ilk kez deneyimlediğim bir şey.

 

 

Doğrusu ben bu ilgiyi bekliyordum. Sizi yaklaşık 4 ay önce keşfette izlemiş ve seveceğini bildiğim herkesle paylaşmıştım. Ama doğrusu talep nedeniyle konser sayınızın ikiye çıkacağını yani bu kadar tanındığınızı bilmiyordum… Peki Almanya’da, Almanlar’dan beklediğiniz ilgiyi görebildiniz mi?

Engin: Konserlerimizde çok iyi bir karışım olduğunu söyleyebilirim. Yani izleyicinin yarısının Türkiye kökenli yarısının Alman olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Konserlerde bu kadar çeşitli izleyicinin olması çok özel bence. Başka yerde kolaylıkla görülemiyecek bir şey. Bu genelde bizim gibi küçük, yeni grupların başına gelen bir durum da değil. Çünkü Almanya’da Türkçe müzik yapan gruplar genelde tipik düğün müziği yapıyorlar. Genelde de sadece Türk dinleyicileri var. Biz böyle karışık bir dinleyici kitlesine sahip olduğumuz, bu insnaları bir araya getirdiğimiz için çok mutluyuz. Bu konuda herkes çok pozitif. Bizim tarzımızı dinlediklerinde, bizim yaptığımız şarkıları dinlediklerinde, insanlar genellikle alışık olmadıkları bir şeyler olduğunu hissediyorlar, ancak heyecan verici olduğunu da düşünüyorlar. Ayrıca, eski şarkılara yeniden yorum kattığımızda ve kendi versiyonlarımızı çaldığımızda, onları repertuvarımıza dahil ettiğimizde “Vay canına, Türkiyeliler bu şarkıyla eşlik ediyor, duygulanıyor, neden şarkı bu kadar önemli ve nereden dinleyebilirim?” diye soruyorlar. Ve ilgilenmeye başlıyorlar. Bu, insanlar arasında bağlantı kurma süreci ve bu deneyimin gerçekten güzel olduğunu düşünüyorum. Elbette, biraz yavaş ilerliyor

Jonas: Aynı zamanda çok güzel duygusal bir içgörü elde ediyoruz izleyicilerin tepkilerini görünce. 

 

Müzisyen olarak mı bir Alman olarak mı?

Jonas: İkisi de. Muhtemelen David için de aynısı geçerli. Mesela Özdemir Erdoğan’ın Gurbet şarkısını çaldığımızda ya da dinlediğimizde bizim için sadece müzikal anlamda çok iyi bir şarkı var ortada. Ama şarkının duygusal yanını bilmiyoruz. Şarkıları canlı çaldığımızda insanları ağlarken gördüm, yaşlı insanlar da dahil olmak üzere… Şarkıyla tarihi olan insanlar var ve bu da bir “Alman Alman” olarak benim ilk kez deneyimlediğim bir şey. Sahnenin üzerindeki rastgele bir adam olarak, bir Alman olarak o müziğin ne anlama geldiğini anladım… O şarkılar Almanya’ya uzun zaman önce gelen insanlar için ne anlama geliyor? Beraberlerinde hangi tür kültürü getirebildiler? Türkler geleneklerini çocuklarına aktardıkları için çocuklarının da bu kültürle, şarkılarıyla bağları oluştu. Şimdi Alman izleyiciler de o duygulara şahit oluyor, deneyimliyor ve bu sayede Almanların aklındaki stereotipler değişiyor, siliniyor. Benim için en şaşırtıcı şey bunu görmek oldu.

 

Almanya’da yaşayan Türkler Türkiyelilerden daha çok “Türk” ve bahsettiğiniz stereotipler bu nedenle oluştu. Önyargılar oluştu. Ama görüyorum ki siz müziğin kültürleri birleştiren ve birbirimizi anlamamızı sağlayan bir araç olabileceğini düşünüyorsunuz…

Engin: Elbette. Yani, her şey müzikte saklı, çünkü insanlar geldiklerinde hemen müzik yapmaya başladılar ve yeni ülkede yaşadıkları duyguları ve deneyimleri müziğe yansıttılar. Bu yüzden Cem Kaya’nın Aşk, Mark ve Ölüm adlı harika bir belgeseli var. İnsanların gurbetle nasıl başa çıktıklarını ve hangi tür acılar yaşadıklarını, nasıl yönettiklerini anlattıkları harika bir belgesel. Bu kadar zengin bir kültürel miras… Filmin giderek daha fazla ilgi görmesi gerçekten harika çünkü insanların durumlarına empati getiriyor. 

 

Senin ailenin hikâyesi nedir?

Engin: Annem Alman. Babam İstanbul’dan çocukken Almanya’ya geldi ve ben Türk kökenli olarak yetiştirilmedim. Kültürel etkiler vardı ve dil öğretildi, ama evimizde düzenli olarak konuşulmuyordu, bu yüzden biraz asimile olmuşum tabii ki, ama bu benim için kişisel bir yolculuk. Tamam, kültürel köklerim var ama bunları yeterince değerlendiremediğimi görüyorum çünkü uzun bir süre kimliğimin o kısmını gizledim. Bu benim için kötü bir durum değildi, sadece odağım orada değildi. Eski şarkılara odaklanmaya başladığımda çok duygusal hissettim. Sonra bu güçlü duyguları hissettiğimde, bunun daha fazlası var ve bunu keşfetmeliyim dedim. Ayrıca, stereotipik değilim, “adım Engin” dediğimde insanlar “Ne tür bir isim bu” diyorlar, Türk olduğumu düşünmüyorlar. Türkiye kökenli insanların nasıl görünmesi gerektiği, nasıl davranması gerektiği, hangi tür müzik dinlemesi gerektiği ve ne yapması gerektiği hakkında insanların stereotipik bir görüşü olması tüm hayatımı etkiledi. Biz bu müziği yapıyorsak, birçok stereotipi ortadan kaldırıyoruz. Olması gereken de bu. İnsanları stereotipleştirmek artık demode değil mi? Toplum olarak bundan daha iyisi olmalıyız. Ve evet, müziğin gerçekten bu konuda yardımcı olduğunu düşünüyorum.

 

Anadolu rock ya da Anadolu saykedelik rock müzikle tanışmanız nasıl oldu?

Engin: Babam Türk müziği dinlerdi, ama daha çok Türk sanat müziğiydi dinlediği. Bu yüzden çocukken Türkçe müziği sindirmem gerçekten zordu çünkü çok dramatik ve üzücü bir müzikti. “Baba, bu ne tür bir müzik?” diye sorardım. Neden her zaman bu kadar depresif? Bu nedenle d ebir bağ kuramamıştım. Ama birkaç yıl önce müzik okumaya karar verdiğimde, bir arkadaşımın Türk eşi bana “Gaye Su Akyol’u dinlemelisin. Harika Türk müziği yapıyor” dedi. Onu dinlemeye başladım ve “Tamam, bu yeni ve heyecan verici” dedim  ve o noktadan geriye giderek önce Cem Karaca’yı keşfettim. Resimdeki Gözyaşları’nı ilk kez dinlediğimde inanamadım. Aradığım buydu. “Sadece gitarla söyleyeceğim ve sonra nasıl ses çıkaracağıma bakacağım diye düşündüm”. Bir süredir Türkçe konuşmuyordum, o yüzden tereddütlüydüm söyleme konusunda. Türkçe ile yeniden bağ kurmaya başladım. Güzel sonuç çıktı, içinden geçip deneyimlemem gereken bir şeydi. Sonra, Cem Karaca’dan Erkin Koray’a geçtim, oradan Anadolu Rock gruplarına doğru hareket etmeye başladım. Ve sonra ilk EP’mizi yaptığımız dönemde bu şarkılara David’e gösterdim.

David: Ben o sayede tanıştım ve çok sevdim. 

Jonas: Kızkardeşim evde dinliyordu Türkçe şarkılar, bana da dinletti. Gurbet şarkısını (Özdemir Erdoğan) dinlettiğinde aklım uçtu. Dinler dinlemez sevdim ve çok şaşırdım ama kızkardeşim aynı şarkıyı durmadan yüzlerce kez dinliyordu, sevmek zorundaydım!

 

Kızkardeşin nasıl tanışmış Anadolu Rock müzikle?

Jonas: Kardeşim dünyayı gezdiği bir iş yapıyor. Bir NGO’da çalışıyor. 2011’de de Türkiye’de öğrenci olarak bir dönem geçirmişti. Ama 2020’ye kadar bu şarkıları dinlediğini duymamıştım. 2020’de aynı evde yaşıyorduk, evden çıkamıyorduk pandemi nedneiyle ve dinlemeye mecbur kaldım! Kaçmam mümkün değildi. Ama şikayetçi değilim. Bence yapılmış en iyi şarkılardan biri Gurbet. 

 

Biz Alman müziği yapıyoruz” desek de müzik ne kadar Alman olabilir ki? Sözler Almanca olabilir en fazla…

 

Genelde arabesk, hip-hop ve hatta Cartel sayesinde Türkçe müzikle tanışıyor Almanya’da insanlar…

Engin: Cartel’i duyduk ama şarkılarını bilmiyoruz.

Jonas: Hiç bilmiyorum. 

Engin: Hip-hop kültürü gerçekten bizden çok uzak, ama ona önem vermediğimiz anlamına gelmiyor, sadece onunla büyümedik. Mannheim çok küçük bir yer. Üçümüz de Almanya’daki küçük köylerden geliyoruz. Bu bölgelerde şöyle bir şey var: Ya rockçı çocuk olursun ya da hip-hop etkisiyle büyürsün. Bu yüzden Anadolu rock’u köklerimiz olarak keşfettiğimiz için bize gerçekten uzak değil. Çünkü 60’ların ve 70’lerin ABD ve Büyük Britanya’da yapılan rock müzik ve de tüm o gruplar bizim üzerimizde büyük etkiye sahip. O dönemin Türk grupları üzerinde de etkisi olmuş belli ki. Bu yüzden bu bizim için gerçekten güçlü bir bağlantı var arada. 

Jonas: Örneğin, Erkin Koray’ın ilk albümü adını taşıyan albüm, Erkin Koray’ı çok dinliyorum. Aynı zamanda Led Zeppelin’i dinleyerek büyüdüm. Tabii Pink Floyd da öyle. Erkin Koray’ın tarzı da bunlarla aynı. Türk Anadolu rock müziğine adım attığım ilk albümdü ve müzikal anlamda hiç yabancılık çekmedim.

 

Anadolu rock demek aynı zamanda çok duygusal bir tarih demek aslında. Sizin de söylediğiniz gibi insanları ağlatan duygular, gurbet, acı, emekçilik, işçilik, yoğun aşk gibi konular var şarkıların sözlerinde. Oysa bugün şarkı sözlerindeki temalar çok farklı. Siz bu müziğin yeni temsilcileri olarak bambaşka temaları getirmekle ilgili ne düşünüyorsunuz?

Engin: Bu büyük bir müzik mirasını taşıdığımız için onur duyuyoruz tabii ki. Olağanüstü bir müzik tarihi bu. Ama biz sadece çalmak istiyoruz, çocuklar gibi, sadece müzik yapmak istiyoruz ve yani biraz safça, hiçbir şey düşünmeden, iyi bir müzik olduğunu bilerek. Anadolu Rock müziğin muhteşem bir titreşimi var. Duygusallaştırıyor bizi. İyi hissettiriyor, dans ettiriyor ama içinde aynı zamanda bir tür sertlik barındırıyor. Yani sevdiğimiz her şey var içinde. Ham ve gerçekçi. Plastik, elektronik seslerle üretilmiş müzik sevmiyoruz. Kötü demiyoruz ama biz analog müziğe ve gerçek enstrümanlara ilgi duyuyoruz ve bunu da Anadolu Rock döneminde buluyoruz. Ama tabii ki o dönemle bugünün yaşam koşulları tamamen farklı. Müzik her zaman değişiyor. Şu anda müzik hiç olmadığı kadar çeşitli diyebilirim. Afrika müziği ezgilerini pop müzikte daha çok duyuyoruz mesela. Her yerde popüler olan Afro-pop var, Latin Amerika müziği de hip-hop’a doğru güçlü bir şekilde ilerliyor ve dinleme alışkanlıkları değiştiriyor. Bu yüzden çeşitlilik çağında olduğumuzu söyleyebilirim. İlham her yerden alınabilir bu da kullanılan sesi, yapılan müziği daha global hale getiriyor. Yani “Biz Alman müziği yapıyoruz” desek de müzik ne kadar Alman olabilir ki? Sözler Almanca olabilir en fazla… İlham ve haliyle müzik küresel. Sınırlar azalıyor. Bu çok heyecan verici ve böyle bir dönemde yaşamak harika!

 

Bugünün müzik sahnesinden dinlediğiniz Türkiyeli müzisyenler kimler?

Engin: Gaye Su Akyol’un çok büyük bir etkisi var. Adamlar’ı çok seviyorum. Taze bir rock soundları var. Tabii ki Duman… İnnaılmazlar. İnanılmaz şarkılar yapmışlar. Geçen sene Harbiye Açıkhava’da izledim, deliceydi. Punk tavrıları, saf rock şarkıları… İstanbul’da hala çok fazla insanın rock müzik dinlemesi çok hoşuma gidiyor. Kadıköy’de yürürken insanların rock gruplarının tişörtlerini giydiğini görünce sevindik. Evde gibi hissettik, aynı kültüre ve zevke sahip insanlar arasında.

Jonas: Almanya’da bu müziği dinleyenler azalıyor gibi geliyor bazen. Hip-hop ve trap müzik öne geçti. Rock çok niş kalıyor.

 

Peki şarkı sözlerinizle ilgili hiç olumsuz tepki aldınız mı? Mesela en sevdiğim iki şarkınızdan biri Dönermann ve onun sözleri çok eğlenceli olsa da tepki çekebilirdi… 

Engin: Şarkı sözleri hakkında hiç tepki almadığımızı söyleyebilirim. Yani bunu söylerken şaşırdığımı da belirtmem gerekli çünkü Internet çok vahşi bir yer olabiliyor. Konserlerde de her şey çok pozitif, çok hoşnutuz bu duurmdan. Şarkı sözleriyle ilgili terslik yok ama cover şarkılar için bazen olumsuz şeyler söylenebiliyor; “Bu adam Türk mü, Türkçe mi konuşuyor, bu nasıl Türkçe” deniyor. Ama bu da yorumların %1’i denebilir. Yani, ben yarı Alman yarı Türk biri olarak, evde Türkçe konuşulmadığı için bazen zorlanabiliyorum. Yarı Türk olduğum için “Almancı” komünitesinin içinde değildim. Türk arkadaşlarım elbette var ama Türkçe’yle çok fazla bir bağım yoktu. Ama sonunda dedim ki “Türkçem mükemmel ya da değil ama ben elimden geleni yapıyorum.” Bunu güzel karşılayanlar da var, kendi dillerinde kendi kültürlerinde “hoşgeldin” diyor insanlar. Türkiye’de çok fazla insan aksanını önemsemiyor. Almanya’da düzgün Almanca konuşmazsan farklı davranırlar sana, burada öyle değil. O yüzden neden bunca zaman strese sokmuşum ki kendimi anlamıyorum… Bu bir yolculuk dediğim noktada rahatladım. 

 

Bence aksanın çok tatlı ve çok yumuşak bir Türkçen var! 

Engin: Babam İstanbul Türkçesi konuştuğu için doğru şekilde öğrendim. Bir de dediğim gibi yıllarca aslında evde en temiz Türkçe ile sanat müziği vardı. Kulaklarım bunu kapmıştır. Türkçe çok melodik bir dil. Almanya’daki insanlar bizim Türkçe şarkılarımızı duyunca “Türkçe bu kadar melodik ve güzel miydi” diye soruyorlar. Yani kahretsin ki evet, Türkçe bile yanlış biliniyor, yanlış konuşuluyor ama bu da bir nevi streotipleştipleştirme. 

Birisi ağladığında, çığlık attığında ya da dans ettiğinde o kişinin aslında hangi dili konuştuğunun bir önemi kalmıyor.

 

Stereotiplerden ve Almanya’ya işçi olarak gelen Türkler ile ailelerinden bahsediyoruz ve çok doğal oluşan bir tektipleştirme var… Mesela bana “Hiç Türk’e benzemiyorsun” dendiğinde bu bir iltifat mı hakaret mi karar veremiyorum… Öte yandan son senelerde yeni nesil eğitimli, yaratıcı sektörlerden göç yaşandı Türkiye’den Avrupa’ya. Bu “yeni Türkler” sizce önyargıları değiştiriyor mu? 

Engin: Çok iyi anlıyorum bunu. Kendi adıma yeni gelen Türkiyelilerle daha fazla anlaşabiliyorum. Genelde büyük şehirlerden geldikleri için farklı bir kafa yapıları var. Mesela albüm kapağı tasarımımızı yapan Gizem Erdem de 2010’ların ortasında İstanbul’dan Köln’e taşınan bir Türkiyeli. Aslen Ankaralı. Dev bir mural yapmıştı, o sayede tanıdım ve Instagram’da takip etmeye başladım. Hatta mural yaparken o binanın tepesindeyken aşağıdan seslenmiştim “Heyy, senin işlerine bayılıyorum, bizimle çalışır mısın, albüm artworkümüzü yapar mısın”… O zamandan beri birlikte çalışıyoruz, bütün tasarımlarımızı o yapıyor. Çok yetenekli insnalar geliyor Almanya’ya. 

Jonas: Heidelberg’de bir konser vermiştik, İstanbul’dan gelen tıp öğrencileri vardı. Neredeyse 20-30 kişi. Hiç az bir rakam değil! “Türkiye’yi özlüyoruz ve şarkılarınız bize evde hissettiriyor” dediler. Birbirimizden öğreneceğimiz çok şey var. Herkes yeni bir perspektif getiriyor. Alman toplumu için çok önemli bir katkı bu bence. Geçmişi değiştiremeyiz ama mütevazı olup bundan sonrası için empati ile yaklaşabiliriz. Karşılıklı empati… Sonuçta Almanlar yeni bir savaştan çıkmıştı, zor zamanlardı. Türkiyeli işçiler yuvalarını bırakıp bu ülkeye gelmişti. Kimse için kolay değildi. Tabii ki kötü şeyler de yaşandı ama bundan sonrasının sevgi ile anlayışla, önyargısız olması gerekli. 

Engin: Müzik bu noktada devreye giriyor. Hippie düşüncesi gibi gelebilir amamüziğin insanları birleştirme gücünü unutmamak gerekli. Konserde dinleyicilerin çeşitliliğine bakınca görüyorsun bunu. Gençler ebeveynleriyle geliyor konserlerimize mesela. Yaşlılar ağlıyor, takdir ediyor, bu bizi çok duygulandırıyor. Bu sayede çok fazla insana ulaşıyoruz. Müzik sayesinde umut, neşe, anlayış ve iletişim sağlanıyor. Küçük topluluklar belki ama bu da önemli. 

Jonas: Birisi ağladığında, çığlık attığında ya da dans ettiğinde o kişinin aslında hangi dili konuştuğunun bir önemi kalmıyor. O noktada tek önemli olan müzik. 

 

Evet aslında müzisyenler politikacılar kadar güçlü olabiliyor. Konserlerinizi kaydediyor musunuz? Bir gün güzel bir belgesel olabilir!

Engin: Hayır ama İstanbul konserlerimizi kaydedeceğiz, bu bizim için büyük bri dönüm noktası çünkü. Ama Almanya’daki konserlerde sadece sesimizi kaydediyoruz. O da kendimizi cezalandırmak ve geliştirmek için! Konser çıkışı eve giderken dinliyoruz, nereler iyi, nereleri geliştirebiliriz bakıyoruz. Bir rutin oldu bu. Spor kulüplerinin yaptığı gibi. 

 

Bana Kiosk Yüksel şarkınızın hikâyesini anlatabilir misiniz? Klibi de çok güzel! Gerçek bir kiosk mu bu?

Engin: Evet! Mannheim’da yaşadığımız bölgede olan bir kiosk. Son zamanlarda daha popüler olan bir mahalle bu. 20 sene kadar önce fakir bir bölgeydi. Şimdi barlarla, restoranlarla dolu. Değişim güzel ama bu kiosk orada oldukça oranın hala evimiz olduğunu bileceğiz. Yüksel Abi de çok orijinal bir karakter. Çok tatlı ve kapısı herkese açık. Yanında mutlu oluyor herkes. Düşündük ki bu kadar sevdiğimiz bir yer, yıllardır müşteriyiz ve bir şarkısı olmalı. Şu an İstanbul’da olduğumuz için o da bizim gibi heyecanlı. Aylar önce bize İstanbul’da bile çalabileceğğimizi söylemişti. O yüzden çok gerçek bir şarkı Kiosk Yüksel!

 

E o zaman baklava götürürsünüz Yüksel Abi’ye buradan… 

Engin: Mannheim’da yoğun bir Türk komünitesi var. Küçük İstanbul deniyor hatta. O yüzden çok fazla Türk pastanesi, restoranı var. Baklava bulmamız kolay yani. Gerçi İstanbul baklavası kadar iyi olmayabilir ama baklavayla etkileyemeyiz Yüksel abi’yi. 

 

Sona geldik ama sohbet o kadar güzel ki nasıl tanıştığınızı, grubu nasıl kurduğunuzu sormadım! 

Engin: Jonas ve ben 20 yıldır arkadaşız. Aynı okula gittik, ilk kez Jonasların evinin deposunda müzik yapmaya başladık. Farklı müzik gruplarımız oldu. Üniversitede yollarımız ayrıldı. Ben psikoloji okumaya başladım. Ama fark ettim ki psikoloji bana göre değil. Bu aland açalışmak istemiyorum. Müzik yapmak istediğimi anladım, yoksa bu şansı sonsuza kadar kaybedebilirdim. Mannheim’a dönüp üniversitede müzik okumaya başladım. Okulda David ile tanıştım. Başka iyi müzisyenlerle tanışmaya başladık. Birbirimizi bulduğumuz için çok şanslıyız. Evin oturma odasında demo kayıtlarıyla başladık işe. Stüdyoya geçince gerçek bir müzik grubu gibi hissetmeye başladık. O noktadan sınrada aile gibi olduk. Sürekli didişen, birbirine sataşan ve birlikte harika zaman geçiren bir aile. 

 

 

#komünitecalling Sayısını Okumaya Devam Et