BOŞ İSKEMLELER VE İMGENİN ARDINDAKİ HİKAYELER

Röportaj: Mina Aslan

 

Türkçede İsviçre çakısı dediğimiz türden bir sanatçı, tasarımcı, koleksiyoner, yayıncı, küratör ve akademisyen Erik Kessels. Bu yıl 212 Photography Istanbul’da jüri olmakla birlikte eserleri de program kapsamında sergilenen sanatçıyla kariyerinin başından bugüne bir yolculuğa çıktık. Kâh güldük, kâh hüzünlendik, yaratıcı sektörde dirsek çürütmüş büyüğümüzden tavsiye almadan da etmedik. Sizlere de bir boş iskemle ayırdık tabii, buyrun sohbete…

 

Bugün sizi  tıpkı Useful Photography mecmuanızın son sayısında işlediğiniz tür bir “zoom köşesi”nden selamlıyorum. İstanbul’daki sergileri bizzat ziyaret etme fırsatınız oldu mu, gelecek misiniz?

İstanbul’a daha evvel birkaç kez geldim fakat ne yazık ki bu yıl 212’deki etkinliklere katılamadım, Eylül ve Ekim ayları hep böyle yoğun oluyor. Sergi ve yarışmayı uzaktan yönetmem gerekti.

 

Ödüllerin sahipleri açıklandığına göre sormamda sakınca olmadığını düşünüyorum; aklınızda kalan, sizi diğerlerinden daha derinden etkileyen isimler var mıydı bu yıl?

Bu tip yarışmalarda bir ön eleme ve finalistler oluyor ve muhakkak favorileriniz oluyor ama 4-5 farklı kişiyi bir araya getirip seçmeye çalıştığınızda herkesin farklı görüşleri oluyor doğal olarak. O yüzden kazanan-kaybeden ayrımlarını çok da anlamlı bulmuyorum. Bir kalifikasyondan ziyade jürinin o günkü modunu yansıtıyor bence. Çok büyük bir gruptan o 10-11 adayı seçip çıkartmak değerli, 5 kişilik bir jüri söz konusu olduğunda hepsinin kazanma şansı oluyor. Benim de kesinlikle favorim olan bir kişi vardı mesela, ama kazanmadı. Demokratik bir süreç.

 

 

 

 

Biraz sizden bahsedelim, yaratıcı dilinizi oluşturma süreciniz nasıldı? Çocukken mağaza vitrini tasarlama hayaliniz olduğundan ve vitrin tasarlamak için Politeknik eğitim aldığınızı okumuştum. Peki sonrası?

Gençken sürekli bir şeyler çizer, tasarlardım. Bir yandan da kendimi dışa vurmak için buna mecburdum çünkü 11 yaşındayken kız kardeşimi bir araba kazasında kaybettim. Biri kırmızı ışıkta karşıdan karşıya geçerken ona çarptı, 9 yaşındaydı. Ergenliğim bu bağlamda zorluydu, yasta olan ebeveynlerle büyüdüm ve evdeki tek çocuk bendim. Çoğu zaman evde kalır; kafamı dağıtmak için bir şeyler yaratır, yazar çizerdim. 17-18 yaşlarına gelince bunu yapmaya devam etmek istemediğimi fark ettim. Yalnız ve izole edici bir iş çünkü. Sonrasında tasarım ve iletişim ajanslarıyla çalışma kararı verdim çünkü ana disiplinim grafik tasarım, o konuda daha eğitimliyim. Ajansta çalıştığım dönem sanat okuluna gitmeye başladım, ikisini birlikte ilerlettim. Bu da daha iş için daha ana akım ve reklam niteliğinde işler yaparken bir yandan da kendi otonom işlerimi üretmem için bana alan açtı. Reklam ve tasarım işlerinde başarılıydım ve 1996’da Johan’la tüm hobilerimizi değerlendirebileceğimiz kreatif ajansımız KesselsKramer’ı Amsterdam’da açtık. Reklam ve sanatın hiç ortak noktası yok değil tabii ki; fakat sanat kafa karışıklığı yaratmak için var, reklam ve tasarımın amacı ise iletişim sağlayarak kafa karışıklığını gidermek. Bir müşteri için çalışırken elbette bazı çizgiler çekip o limitlerin içinde çalışıyorsunuz, sanatta ise limitsiz olmak gerekiyor. Bu iki ayrı şeye saygı duyabiliyor, ikisi arasında bir denge yakalayabiliyorum. Elbette fikirlerimden taviz vermekten nefret ediyorum ve şirketi kurduğumuz 25 yıldan beri bir tasarımcı ve reklamcı olarak vizyonumdan hiç taviz vermedim, ki bu bizim sektörümüzde nadirdir çünkü tabiri caizse çok fırsatçı bir sektörde çalışıyoruz. Bir yandan da bir sanatçı olarak reklam ve tasarım sektöründeki hikaye anlatıcılığı yetisinden de besleniyorum, reklamdan bağımsız yaptığım işlerde de kullanabiliyorum bunu. Reklamcılığın da sanat dünyasındaki özgür düşünceden çok faydalanabileceğini düşünüyorum. Benim için ikisi de birbirini besleyen pratikler oldu, ama günün sonunda birbirleriyle epey alakasızlar. 

 

 

Bir gün işe tavuk kostümü ve Birdie Song çalan bir kasetçalarla gittiğiniz için işten atıldıktan sonra KesselsKramer’ı kurduğunuz doğru mu peki? Kimin fikriydi bu?

Pek de planlı bir şey değildi açıkçası. Belki tuhaf ama ben hiç plan yapmam. Bir gelecek planım da yok, hiç olmadı. İçimizden geldi. İş arkadaşım Johan Kramer’la Londra’da çalıştığımız şirketin biraz sıkıcı bir havası vardı. Bir ofise tıkışmış somurta somurta çalışan 40 kişi… Biz de sokağın karşısındaki kostüm dükkanının vitrininde duran tavuk kostümlerini kiralamaya karar verdik. O tavuk kostümü de epeydir gözümüze takılıyordu, hoşumuza gitmişti yani. Maksadımız insanları provoke etmek kadar keyif almaya da teşvik etmekti sanırım. “Madem hepimiz burdayız, niye kötü vakit geçirelim ki” gibi…

 

“Düşünce sürecindeki hatalardan bahsediyorum, ‘madem herkes böyle düşünüyor, ben de böyle düşüneyim’ diye kendinizi bir ‘doğruluk’ kervanında buluyorsunuz. Aynı fikirler için sıraya girenlerin trafiğinden sıyrılmak; hata yapmaktan ve dağınıklığı kucaklamaktan geçiyor.”

 

Sitenizdeki 12 kurallık inanç listenizde 10. sırada şu geliyor: “Kusurlar, kazalar, hatalar ve arada sırada ortaya çıkıveren “hay aksi”ler hayatı (ve işi) enteresan kılar.” Hatayı yaratıcılık için bir fırsat olarak konumlandırıyorsunuz. Saf veya rahat olmayan bir yaratıcı sürecin bahsi ve hatta kabulü, heves sahibi olsa da kendi ifadesini oluşturmakta güçlük çekenler için iç açıcı bir yaklaşım. Hata, başından beri yaratıcı sürecin doğal bir parçası olarak tanıdığınız bir şey miydi; yoksa bu sektörde yıllar boyu bu tarz şeylerin endişesini yaşadıktan sonra vardığınız bir tür aydınlanma mı bu?

Bu güzel bir soru. İlk defa “işte şimdi gerçekten heyecan verici ve anlamlı bir şey yarattım” dediğimde sanırım 28 yaşındaydım. Bu bana enteresan gelen bir mevzu çünkü çoğu zaman işin zanaatine, güzel görünmesine vesaire takılıyoruz ama artık sanatı icra etmek için gereken teknolojiyi öğrenmek 1, taş çatlasa 2 yıl sürüyor. Bu, süreci çok hızlandırıyor ve 18-19 yaşında medyumunda ustalaşmış insanlarla tanışabiliyorsunuz. Aynı madalyonun öbür yüzünde ise sadece 24-25 yaşında çeyrek hayat krizine girenler var çünkü çağımızda her şey çok çabuk akümüle oluyor. Erişim sahibi oldukları bilgi ve olasılıkların sonsuzluğu insanları boğmaya başlıyor. Bununla başa çıkabilmek için hata yapmak lazım. Özel hayattaki hatalardan bahsetmiyorum, onları hepimiz yapıyoruz. Düşünce sürecindeki hatalardan bahsediyorum, “madem herkes böyle düşünüyor, ben de böyle düşüneyim” diye kendinizi bir “doğruluk” kervanında buluyorsunuz. Aynı fikirler için sıraya girenlerin trafiğinden sıyrılmak; hata yapmaktan ve dağınıklığı kucaklamaktan geçiyor. Navigasyonun “yanlış döndün, geri dön” komutlarına kulak asmadığınızda kendinizi enteresan bir yerde bulabildiğiniz gibi. Bence insan böyle düşünmeli. Yanlış anlaşılmasın, ben de en az herkes kadar amatörüm. Yeni bir fikir ararken sık sık kendimden utanıyorum. Çünkü yıllardır bunu yapmama rağmen hala aklıma klişe fikirler geliyor. Belki de henüz kimsenin uğramadığı açık ve ferah bir alana varana kadar hepsini itip kakmam, kafamdan atmam gerekiyor. Bu açık alana varmak için düşünce sürecinizde “hatalar” yapmanız, bu hataları yapmak için de cesaret gerekiyor. Ben bunu hep bir evin ön bahçesi ve arkasındaki verandaya benzetiyorum. Evin önü galeri vitrininde sergilenen bitmiş işlerinizi sergilediğiniz yer, portfolyonuz. Ve orada her şey kusursuz. Günümüzde birçok genç sanatçı, yaratıcı, fotoğrafçı sadece ön bahçede takılıyor. Arka bahçe ise kimselerin görmediği, çimlerin biçilmediği, dağınıklığın içinde çok daha özgür olduğunuz stüdyonuz. Orada yeni formüller denemeye ve hata yapmaya alanınız var. Ben bu metafordaki arka bahçeyi yaratıcı olarak çok daha tatmin edici buluyorum.

 

 

 

 

Sık sık buluntu materyallerle çalışıyor, kürasyonlarınızı yayınlıyorsunuz. Daha önce fotoğrafını yayınladığınız iddiasıyla size ulaşan oldu mu hiç? Olduysa tepkileri nasıldı?

Hiç başıma gelmedi. Sık sık ailemden, dost ve yakınlarımdan fotoğraf topladığım oluyor. Bazen insanlar kendileri getirip veriyorlar. Bazen de bit pazarlarından buluyorum, ama çoğu zaman bu insanların kim olduğunu bilmiyorum. Bulmaya çalıştığım da oldu ama çoğu zaman sahibini bulamadığım fotoğraflarla çalışıyorum. Amacım da bu koleksiyonları ve gördüğümüz hayatları kutlamak oluyor. Mesela bir kitabımda bir adamın eşini 12 yıl boyunca çıktıkları tatillerde fotoğrafladığı bir koleksiyonu yayınlamıştım. Epey aramama rağmen kim olduklarını bulamadım ve en nihayetinde ikisinin de öldüğünü öğrendim, çocukları da yoktu. Ama 12 yıl boyunca öyle canlı bir koleksiyon oluşturmuşlar ki, yayınlanmasından çok gurur duyacaklarını düşünüyorum. Fotoğrafları sağduyulu bir şekilde kullanma sorumluluğu tabii ki üzerinizde oluyor. Daha az kişisel işlerim de oldu, mesela bu sene 212 aracılığıyla İstanbul’da da sergilenen boş iskemle temalı bir yayınım var. Bu koleksiyon için insanların fotoğraflarında arkada veya köşede atıl duran boş iskemlelere odaklanmıştım ve karede görünen insanlar projenin odağında dışındaydı. Fotoğrafları bu şekilde başka bir anlam yükleyerek her şeyi yapabilirsiniz ama söylediğim gibi etik sorumluluklarınız da var.

 

“Bir bağlamda editörlere dönüştük aslında. Yeni şeylere yer açmak için neyi sileceğimizi düşünüyoruz. Zamanımızın çoğu bir şeyler yapmaktansa silmekle geçiyor. Her gün neyi dinleyip neyi dinlemeyeceğimizi, hangi reklama tıklayıp hangisine tıklamayacağımızı, hangi “cookie”leri kabul edip hangilerini etmeyeceğimizi seçmek durumunda kalıyoruz. Sürekli atlamamız veya silmemiz gereken şeylerle muhattap oluyoruz ve bu bize bir şeyler yapıyor. Odağımız önümüzdekileri elemeye, silmeye kayıyor. Editör oluyoruz. ”

 

 

Bu bağlamda benim en enteresan bulduğum işiniz Fotoğraflarla 24 Saat* enstelasyonunuz olabilir. Sadece bir günde tufanına tutulduğumuz görselleri bir öbeğe yığılmış şekilde görmek işin fiziksel boyutunu da göz önüne çıkartıyor. Fakat bu maruz kaldığımız tufanın fotoğrafçılar için de bir tehdit oluşturduğunu düşünüyorum, bu kalabalığın ortasında bir değersizlik veya anlamsızlık hissine kapılmak kaçınılmaz gibi. Enstelasyon görsellerini topladığınız sosyal medya platformları genç yaratıcılara görünürlük sunuyor, ama bu da kendi bedeliyle geliyor. Sizin ne düşündüğünüzü merak ediyorum. 

Bu platformlarla ilgili çelişkili hislerim var. Bir yandan Instagram ve benzeri birçok platform yaratıcılık açısından bir klişe kataloğu gibi. Birçok insan da yeni ve orijinal bir şey yapıyormuş gibi birbirini kopyalıyor. Bir tür uzaylı popülasyonu gibi farklı bir iletişim dili geliştiriyoruz. Aynı zamanda bu online davranış motiflerini de epey ilgi çekici de buluyorum. Benim için bir tür açık bir kaynak, bit pazarındaki gibi etkileşime girebileceğim enteresan şeyler topluyorum oradan. Bir çok genç insan yeni bir fikir aradıklarında Pinterest’e, Tumblr’a, Instagram’a giriyor ama buralarda iyi fikir bulunmaz. Başkalarının fikirlerini bulursunuz, kendinizinkini değil. Yeni bir fikir için dışarı çıkmanız lazım. Kendinizi tuvalete kapatmanız, ya da her neyse. Ama aradığınızı o platformlarda bulamazsınız. Fotoğraflarla 24 Saat 2012’de yaptığım bir işti, ve o dönem sadece bir günde dahi karşılaştığım görsellerin fazlalığından yorulduğumu hatırlıyorum. İşi yaparken üzerinden yola çıktığım hissiyat buydu. Bunu elle tutulur, gözle görülür bir şekilde ortaya koymak istedim ve bir gün içinde Flickr’a yüklenen bütün görselleri bastırdım. Aslında eseri yapalı epey zaman geçti fakat hala öğle yemeğinden önce bir 18. yüzyıl insanın bütün hayatında göreceğinden daha fazla görsel gördüğümüz zamanlarda yaşıyoruz. Bir bağlamda editörlere dönüştük aslında. Yeni şeylere yer açmak için neyi sileceğimizi düşünüyoruz. Zamanımızın çoğu bir şeyler yapmaktansa silmekle geçiyor. Her gün neyi dinleyip neyi dinlemeyeceğimizi, hangi reklama tıklayıp hangisine tıklamayacağımızı, hangi “cookie”leri kabul edip hangilerini etmeyeceğimizi seçmek durumunda kalıyoruz. Sürekli atlamamız veya silmemiz gereken şeylerle muhattap oluyoruz ve bu bize bir şeyler yapıyor. Odağımız önümüzdekileri elemeye, silmeye kayıyor. Editör oluyoruz. 

 

Evet, artık üretilen -bu kelimeyi de pek sevmesem de- “içerik” tek başımıza düzenleyip kategorize edebileceğimizden çok çok daha fazla, dolayısıyla bu görevleri gerçekleştirecek algoritmalar eğitiyoruz. TikTok ve algoritmalar üzerine okuduğum bir makalede verdiğiniz bu 18. yüzyıl insanı örneğinin benzeri bir görüşle karşılaşmıştım: Algoritmalar insanları uygulamalarda daha uzun kalmaya teşvik edip daha çok etkileşim yaratmak için belli bir güzellik standardına uyan, belli geometrik oranlara sahip yüzleri yukarı taşıyor. Bunun sonucu olarak da gerçeklik algımızı bozacak kadar fazla “güzel yüz” ile karşılaşıyoruz. Gördüğümüz çoğu yüz konvansiyonel bir güzellik standardına uyduğundaysa, bu dismorfi gibi bozukluklar doğurmaya başlıyor. Algoritmalar hayatımıza girdiğinden beri gözlemlediğimiz estetik prosedürlerdeki sıçrama da bunun kanıtı niteliğinde görülebilir.  

Bu çok moral bozucu. Kadınlar ve erkekler çok tuhaf beklentiler altında büyüyorlar ve bu onları depresyona sevk ediyor. 16-17 yaşında bir kız, tüm gün benzemesi gereken suratların bombardımanına maruz kalıyor, ve bu büyük bir problem. Dudak dolguları ve yüz enjeksiyonları çok erken yaşlarda bile norm haline gelmiş durumda, ve bunu algoritmalara borçluyuz. Bedensel algı bozuklukları bir virüs gibi yayılıyor. 

 

 

Size vernaküler fotoğrafa olan özel ilginizin sebebini de sormak istiyorum. Ben de şahsen tasarlanmamış, spontane; monotonu ve daha çiğ şeyleri öne çıkaran fotoğrafçılıktan daha çok etkileniyorum. Sizi bu alanda etkileyen nedir?

Söylediğin gibi plansız olması sanırım. Çünkü mesela ben de fotoğraf çekebilirim, kariyerim boyunca birçok profesyonel fotoğrafçıyla çalıştım. Onları iyi tanıyorum ve estetiği çok iyi biliyorum. Bunu ben de yapabilirim. Resim ve tasarım yaparken de çok sık yapmacık olduğu hissine kapılıyordum. Bir şey yapmadan evvel muhakkak onu planlıyorsun, bir fotoğraf çekmiyorsun, bir fotoğraf yaratıyorsun. Adım adım inşa ediyorsun. Bu yüzden filmle pek ilgilenmiyorum, benim için çok planlı ve tertipli geliyor. Dolayısıyla bir amaç veya plan gütmeden çekilen fotoğraflarla karşılaştığımda çok içgüdüsel bir şekilde büyüleniyorum. Tabii ki hepsinin bir “amacı” oluyor, bulduğun 10 fotoğraftan 9’u aile gezilerinden veya tatil seyahatlerinden zaten. Bir sürü dağ fotoğrafı çekmiş olmaları çok sıkıcı ve kesinlikle bir amacı var. Ama burada çok insani bir davranış da görüyorum. Bir koca eşini yıllarca fotoğrafladıkça, aralarındaki mesafe artıyor ve kadının karede kapladığı yer küçülüyor. Bu tür hikayeler beni etkiliyor. Bir yandan da bir noktada bütün fotoğrafların çekildiğini düşünüyorum. Bunu Instagram’da da görebilirsin, o kadar çok var ki tamamen yeni bir fotoğraf çekmek neredeyse imkansız. Hepsi çoktan çekilmiş. Ama hala bir köşede atıl duran, hikayesi anlatılmamış fotoğraflar var. Bit pazarından bir albüm almanın heyecan verici yanı da bu bence. O kadar çok görsel görüyoruz ve o kadar çok görselle çalışıyoruz ki artık onları sindirmiyoruz. Sindirmek bir yana yutmuyoruz bile. O yüzden bir fotoğrafı çıkartıp hikayesini aramak bana enteresan geliyor ama sadece vernaküler veya vintage fotoğraf ile kısıtlı da değilim. Umrumda olan hikaye, nereden bulup çıkarttığımınsa pek bir önemi yok. Bir USB bellekte veya diskette de gelebilir. Benim için görselin kalitesinden veya nereden geldiğinden daha önemli olan orada bir hikaye olması. Söylediğim gibi, reklamda uzun yıllar çalıştım ve orada önemli olan da kusursuz bir görsel yaratmak. Benim için değil ama birçok insan için öyle, ve ben kusursuz görsellerden nefret ediyorum. Diğer yandan da… Sana kız kardeşimden bahsetmiştim. Ben gençken onu kaybettik ve ailem onun en son fotoğrafını aramaya koyuldu. Bulunca da onu fotoğrafın içinden keserek çıkartıp, siyah-beyaz yapıp iyice büyüttüler. Aslında baya erken bir yeniden anlamlandırma örneğiydi. Görselin kendisiyse pek de iyi değil. Odak dışı ve bulanık, kompozisyon kötü. Ama şu koca dünyada 3-4 kişi için inanılmaz kıymetli. Geriye kalanlar için ise hiç bir şey ifade etmiyor.  Bu benim çok enteresan bulduğum bir şey.

 

 

Bu soruyu yerli müzisyen ve akademisyen Nilipek.’e de sormuştum, size de sormak istiyorum çünkü epey üretkensiniz ve her işinizin altında irdelenen bir soru veya insani bir his veya tema oluyor. Yaratıcı bağlamda tükenmişlik hissiyle karşılaştığınız oluyor mu? Veya bu zihni kuraklık geldiğinde bununla nasıl başa çıkıyorsunuz?

Üretmek için bir baskı veya bir acele hissetmiyorum ama bir yandan da bir şeyler üretmek için çok fit olmak gerekiyor. Fiziksel olarak değil, mentalite olarak. Mesela ilham bana eşimle sabah kavga ettiysem uğramıyor, çünkü bütün gün kafamın içinde bunu nasıl düzelteceğimle dolu oluyor. Fikirler ise gelmek için tamamen boş ve meşgalesiz bir zihin istiyor. Hani kimileri der ya, bütün iyi fikirlerim tuvaletteyken geliyor diye. Bunun bir sebebi var. Tuvalete belli bir -veya iki- iş görmeye gidiyorsun, daha fazlasını değil. Kafanın içine dönmek için vaktin oluyor. Uçaklar için de aynısını söyleyebiliriz, çünkü biraz izole kalabilmek önemli. Yeni fikirler bulmak için güzel bir vakit bulduğumda hep biraz da buhranda hissediyorum. Kafamda hiç bir şey yerli yerinde değil gibi, daha da itip zorluyorum ve fikrin doğuş anı da böyle gelişiyor. Ama bir şey üretmek için dışarıdan gelen bir baskı hissetmiyorum. Bir şeyi bitirdiğimse ise büyük bir rahatlama hissi alıyor beni, planlamaya koyulmuyorum. İlhamla bir sonraki rastlaşmamı bekliyorum. Sonra en baştan bir şeyle karşılaşıyorum, tuhaf bir takıntı geliştiriyorum ve başa sarıyoruz. Bir sabah uyanıp “bugün bir şey yapacağım” dememle olmuyor hiçbir şey. Belki de işin güzelliği buradadır, çünkü komisyonlu bir işte ne zamana bitmesi gerektiği belli sınırlarla limitleniyor. Ama kendi işinizde ne zaman son çizgiyi çekeceğinizi söyleyen biri yok. 

 

Kariyerinizin başında vizyonunuzu etkileyen, sizi akıntının tersine yüzmeye teşvik eden; reklam, fotoğraf ve mizaha yaklaşımınızı etkileyen sanatçılar, yönetmenler, illüstratör veya fotoğrafçılar oldu mu? 

Evet, tabii ki. Baya hem de. İsimlerini kafamda toparlamaya çalışıyorum da şimdi, epey var. Reklamcılık dünyasından bir George Lois geçti mesela, eskilerden bir isim ama çok radikal bir vizyonu vardı. Tasarım için Tibor Kalman, Bruno Munari… Sanatçı olarak Christian Boltanski, Hans Peter-Feldmann… Hep seveceğim, ufkumu açacak şeylerin arayışındayım. Ailem çok negatif olduğumu düşünür mesela. Çünkü bir müzeye girerim başlarım söylenmeye: “Bu çok kötü, bunu da hiç sevmedim, bu da şöyleymiş…” Ama en nihayetinde gerçekten çok hoşuma giden 1-2 şey bulurum ve onları bir daha da kafamdan atamam. Yaratıcılık için de biraz siyah-beyaz olabilmek gerekiyor diye düşünüyorum. Fikirlerinle cüretli ve siyah-beyaz olman lazım. Müzeye gitmiş biriyle sohbet ediyorsam mesela, ve ona sorsam; “sahi sergi nasıldı?” ve karşımdaki de “fena değil ya, iyiydi” dese… Bu benim adıma gerçek bir kabus olurdu. Müze ya da sergi adına küçük düşürücü bir durum. Ya hayranlık, ya da nefret uyandıracak kadar radikal olmalı. “Geçen yıl hayatını kaybeden sanatçı Lawrence Weiner’ın bir sözünü duymuştum: Bir müzede bir sergim varsa ve sen öğleden sonranı sergimi gezmek için ayırmışsan, gününü mahvetmek ne haddime. Ben bu dünyaya hayatını kaydırmaya geldim.” Provokatif bir çıkış ama duygularda ve tepkilerde ekstremlere kaymanın önemli olduğunu düşünüyorum.

 

 

Vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederim, sizinle konuşmak bir zevkti.

Ben teşekkür ederim, görüşmek üzere.

*24HRS in Photos

#komünitecalling Sayısını Okumaya Devam Et