Cİ DEMİ VE TUHAF BİR “ŞEHİR FİKRİ”

Röportaj: Ceren Kahveci 

Fotoğraf: Emirkan Cörüt

 

Ne zaman şehri çözdüğümüzü düşünsek aslında daha yeni başladığımızı fark ediyoruz İstanbullular olarak. Şehrin kişisel psiko-coğrafyasını işleyen kareleri aracılığıyla şehirle uzlaşmaya çalışan Ci Demi ise, her köşesinde geçmişinden bir hatıra bulunduran İstanbul’u kendi hikayesinin kaotik başlangıç noktası olarak kullanıyor. Melankoli ve bilinmezliğin getirdiği duygu durumuyla şehri irdeleyen Ci, Onagöre’nin Tefrika İstanbul serisinin parçası olarak çıkan Şehir Fikri kitabıyla bize cevaplayamayacağımız bir soru soruyor: Burası neresi?

 

Birkaç ay önce Unutursan Darılmam sergisi üzerine kendisiyle kısaca sohbet ettiğim Ci’nin şehre olan bakış açısı bende izler bırakmıştı. Bir dönem metin yazarlığı ve foto muhabirlik yapan sanatçının kamerasıyla gözler önüne serdiği İstanbul ilişkisini sözlere dökme şeklini sürükleyici bulmuş, daha fazla soru soramadığım için bir eksiklik bile hissetmiştim. Şehir Fikri üzerine konuşmadan önce Taksim’de çıktığımız yürüyüşte Ci’nin kamera arkasında değilken şehirle nasıl etkileştiğini görme şansı yakalıyorum, bu tuhaf şehir üzerine konuşmaya devam ettikçe de buranın gerçekten neresi olduğunu asla anlayamayacağımı hissediyorum.

 

Basit bir soruyla başlayalım: Neden fotoğraf? 

Ben hayatım boyunca yazar oldum. On bir yıl metin yazarlığı yaptım, birincil mesleğim buydu. Fotoğraf çok esaslı bir kaçış aracı oldu benim için. Sessiz, sakin, kelimesiz. Zaten yirmi sekiz yaşımdayken keşfettim fotoğrafı, şu an otuz altı yaşındayım. Bir şey görüyorsun, çekiyorsun ve onu uzun uzadıya anlatmana gerek yok. Kafamdaki sesleri durdurdu gibi bir şey çünkü hep açıklıyorum, hep anlatıyorum, hep cümleler kuruyorum. Bundan iyi bir kaçış aracı oldu, o yüzden sevdim, tutundum fotoğrafa. 

 

Ben yazarken bir şeyleri anlıyorum, kafamda çok ses olunca onu kâğıda dökerek sakinleşip bir anlam verebildiğimi düşünüyorum. Sen İstanbul’u çektikçe onunla ilişkin nasıl değişiyor? İstanbul’la hikayen olgunlaşıyor mu, sakinleşiyor mu? 

İlişki yeni katmanlar kazanıyor herhangi bir sosyal ilişki gibi. Mesela İstanbul’la en iyi arkadaşlık dönemim de vardı, sevgililik dönemim de vardı, boşanma dönemim de. İlişki katmanlanıyor, tabii olgunlaşıyor da doğal olarak. İlk foto muhabirliğe başladığımda amaçladığım şey olanları çekerek kendi yaşantımda olup bitene mesafe koymaktı. Ama şimdi kendime yaklaşmak için çekiyorum, şehrin sahnelerini kendi hikayemi anlatmak için kullanıyorum. Çok başkalaştırıyor şehri, herhangi bir insan gibi bu şehirde yaşamadığımın farkındayım. Bence tuhaf bir bakış açısı. Daha iyi ya da daha kötü değil, sadece tuhaf bir bakış açısı kattı bana şehirde yaşamakla ilgili olarak. 

 

 

Anladığım kadarıyla fotoğraf çekmek için dışarı çıktığında belli bir planın olmuyor.  

Çoğu zaman bir plan olmuyor, gidiyorum. Bir “flaneur”lük hali var. Gidiyorum sadece ama planlı gittiğim de oluyor. Bazen rota planlıyorum, mesela Bakırköy’de lunapark var orayı bir görmem lazım düşüncesiyle gittiğim oluyor. Rastgele dışarı çıkışlarda rastgele karşılaşmalar her zaman daha ödüllendirici oluyor ama benim için, bunu seviyorum.  

 

Daha demin İstiklal’de yürürken bir yerin önünde durup “Burayı kesin çekerdim ama kullanmazdım” dedin. Senin çektiklerinle bizim gördüklerimiz arasındaki ayrım nereden geliyor?  

Estetik olarak yeterince bağlam, yeterince hikaye olmadığını düşündüğüm için kullanmazdım. Yeterince materyali olmadığını düşündüğüm için. Gene de çekerdim çünkü aynı zamanda benim İstanbul’la etkileşime geçme yöntemim o fotoğrafı çekmek. “İstanbul” bir kare, “İstanbul” bir detay çekeyim ve hard diskte dursun. Öylesine çektiğim çok fotoğraf var. 

 

“Korku filmleri […] çünkü İstanbul korkunç bir yer. İstanbul’dan korkmamız gerektiğini düşündüğüm için ya da ben İstanbul’dan korktuğum için bunu söylemiyorum ama burası korkunç bir yer.”

 

Fotoğraflarını hiç görmemiş biri için kullandığın renkler en ayrıştırıcı özellik oluyor. İtalya’nın 70’li yıllara özgü giallo korku filmlerinde kullanılan renklerden ilham aldığını söylüyorsun. Neden korku?  

Şahane soru ve hevesle yanıtlayacağım bir soru, çünkü neden korku? Yani onca şey vardı, daha farklı estetikler de denenebilirdi. Ben fotoğraftan çok resme bakmayı seviyorum. İlhamım, kadrajım, renklerim, bütün fotoğrafın bileşenlerinde belirleyici etken resimler oluyor. Tıpkı bunun gibi korku filmleri – korku filmlerini seviyorum, zaten İtalyan dili ve edebiyatı okudum sırf bu yüzden- çünkü İstanbul korkunç bir yer. İstanbul’dan korkmamız gerektiğini düşündüğüm için ya da ben İstanbul’dan korktuğum için bunu söylemiyorum ama burası korkunç bir yer. Bu tansiyonu vermek, bu tansiyonu yaşatmak için ve birazcık da estetik olarak benim diğer İstanbul anlatımlarından farklılaşabilmem için böyle bir şey gerekliydi. Benim fotoğraflarımda renkler bahane veya tesadüf değildir, hepsi hesaplanmış, seçilmiş şeyler. Yani anlatının ayrılmaz bir parçası. Dediğim gibi korku filmi estetiği çünkü beni ben yapan şeylerden biri o estetik zaten. Fotoğrafıma da böyle yansıyor.  

 

Bir tane adamın deniz kenarında oturduğu bir fotoğrafın var. Çok sakin bir fotoğraf, etrafta hiçbir şey olmuyor ama gerçekten bir korku filmi sahnesi gibi. İstanbul uzak ve anlaşılmaz olmasının getirdiği hafif bir korku vardır, ben senin fotoğraflarına bakarken bu hislerle bakıyorum. Senin korku ve sakinlik konseptlerini birleştirme nedenlerini merak ediyorum.  

Bir keresinde biri -kimdi hatırlamıyorum- şöyle bir şey dedi: Fotoğrafların sanki bir şey olmadan önce ya da bir şey olduktan sonrasının fotoğraflarıymış gibi. Hep bir şey olurken çekersin, foto muhabirlikte mesela belgesel değerinde bir olay çekersin. Olayı öngörmek veya izini sürmek gibi. Adamın deniz kenarında oturduğu o fotoğrafı çekerken İstanbul’un korkunç bir yer olduğu ön kabulüyle, o filtreyle çekmiştim. Gene de o korkunçluğun ortasında kendimize böyle sakin bir an yaratabiliyoruz ve onun ortasına uzanıp oturtabiliyoruz, bize o nefes aralığını veriyor hâlâ.  

 

Unutursan Darılmam, Il giornale

 

Bir kıyamet günü düşüncesiyle de hareket ediyorsun fotoğraf çekerken. Foto muhabirlikte toplumsal hikayelere odaklanırken şimdi kişisel hikayelerle ilerliyorsun. Fotoğraflarındaki kıyamet günü hissi, toplumsal yaşanacak bir son üzerine mi yoksa senin kişisel tecrübene odaklı olarak mı ilerliyor? 

Her ikisi de. The Smiths bir şarkısında “Will the world end in the daytime / I do not know / Will the world end in the nighttime / I do not know” diyor. O bana çok ilham verir. Ve bu soruya yanıtım da galiba öyle: toplumsal bir sahne mi bilmiyorum, kendimle ilgili mi bilmiyorum. Bu çok spesifik bir takıntıdan kaynaklanıyor: Dünya sona erdiğinde neredeydin? Ben İstanbul’da olacağım büyük ihtimalle, böyle bir fikir yürütmemden ortaya çıkıyor aslında. 

 

Foto muhabirlikten kişisel hikaye anlatımına geçişi de konuşmak isterim.  

Beni yazı yazmaya yönelten şey hikâye anlatma hevesi oldu. Fotoğrafa yönelten şey de oydu. Ben hikayeler anlatmak istiyordum ama başkalarının hikayeleriyle yeterince ehil, yeterince anlamlı şeyler anlatamadığını fark ettim. Bir savaş muhabiri, belgesel fotoğrafçı vardır ve işini layıkıyla, bütün gazetecilik ilkelerini takip ederek yapar. Hatta belki bazen şefkatle orada olanları anlatabilen insanlar var. Ben onlardan biri değilmişim, bunu fark ettim. Kendimle ilgili bir şey fark etmeme neden oldu fotoğraf. Ben savaşa bile gittim-  

Hangi savaş?

Bunu cevaplamak istemiyorum çünkü cevapladığımda insanlar kafalarından o savaşla ilgili bir hüküm veriyor. “Bu adam gidip geldiğine göre…” diye. Yani bir savaş, herhangi bir savaş, boş ver. Benim çok sevdiğim arkadaşlarımdan savaş muhabirliği yapanlar da var, yapmışlar zamanında. Onlar yapabildi, ben yapamadım. Oradan bana göre anlamlı bir hikaye çıkaramadım. Bu bir başarısızlık mıydı? Bilmiyorum ama kendimi keşfetme neden oldu. 

 

“Sokaklar, insanların yüzleri, yapılar birazcık anonimleşiyor benim fotoğraflarımda çünkü aslında o camiyle, o yapıyla, o insanla ilgili değil tamamıyla benimle ilgili bir hikaye.”

 

Fotoğraflarınla İstanbul’u anlatıyorsun ama bu şehri bir yabancının gözünde İstanbul yapanları kadraja almıyorsun. İnsanlara, hayvanlara veya tabelalara Ci’nin yarattığı evrende yer yok. Yol gösterecek bu unsurlar olmadığında İstanbul’da nasıl hareket ediyorsun?  

Bence ben İstanbul’un fotoğraflarını çekmiyorum da İstanbul’da fotoğraf çekiyorum. İstanbul’un ögelerini, sahnelerini kullanıyorum ki kendimle ilgili bir şey anlatayım. Sokaklar, insanların yüzleri, yapılar birazcık anonimleşiyor benim fotoğraflarımda çünkü aslında o camiyle, o yapıyla, o insanla ilgili değil tamamıyla benimle ilgili bir hikaye. Şehir Fikri’ni hazırlarken benim arşivimi aldık ve bir eleye döktük. Bu seçkide insan yok, hayvan yok, dil yok. Neden bunu yaptık? Fotoğrafı çekerken bilinçaltından gelen bir dürtüyle çekiyorum, anonimleştiriyorum. Bu sefer şehirden bir şey almak istedim. Gerçekten bir hınç ile, bir hırs ile koparmak istedim, şehri niyeti bozmuş bir şekilde azaltmak istedim. Sebebi oydu Şehir Fikri’nde öyle bir şey yapmamızın. Ortaya anonimleşmiş, spesifik öğelerden ayrılmış bir şey çıktı. Kitapta sadece bir-iki fotoğrafta bir şeyi silmek zorunda kaldım ama onun dışında seçtiğimiz fotoğrafların tamamı gerçekten yazı, insan veya hayvan içermiyor.  

 

 

Bu senin ilk kitabın. Ne oldu da artık fotoğrafları derleyip kitap çıkarmaya hazır olduğun o dönem geldi?  

Aslında bu kitabın çok ulvi bir amacı yoktu benim için. Böyle bir sürü çektim ve artık bir taşma noktasına geldi, bunun kitap olması gerekti gibi değil. Orada anlattığım hikâyeyi kitap formatında insanların evlerine, ofislerine koyabilmesini isterim. O hikâyeyi alsınlar, kendi fiziksel dünyalarının bir parçası olsun istedim çünkü öyle bir noktaya gelmiştim. İnsanlar işlerimi Instagram’dan görebiliyorlar, web sayfamdan görebiliyorlar, dergilerde görüyorlar. Şehir Fikri’ni yapmamızdaki amaç o fiziksel dünyaya dahil olmak istememdi. Bir hevesti bu. Heveslendim, yaptım. 

 

Şimdi Pera Müzesi’nde  Zamane İstanbulları karma sergi açılıyor, sen de Her Şeyin Kötü Gittiğine Dair Emareler seçkin ile oradasın. Sergilerinle buluştuğumuzda seninle ilgili daha kişisel şeyler söyleyen açıklamalarla karşılaşıyoruz: Unutursan DarılmamKıyamet Gündüz Mü Gelecek? vesaire. Şehir Fikri’nde fiziksel bir mekâna göre bir şey kurmuyorsun, ne de olsa insanların evine girecek bir kitap. O bakımdan sergilere kıyasla daha kollarını açan, ucu açık bir başlık gibi.  

Kıyamet Gündüz Mü Gelecek? zaten benim ilk hikayem, şehri kullanarak kişisel bir şey anlatmayı keşfettiğim alandı o. Unutursan Darılmam benim şehirle etkileşime geçiş metotlarını gösteren bir toplam, hâlâ devam ediyor zaten. Şehir Fikri ise hepsini kapsayan bir toplama oldu. Ama örneğin Pera’daki Her Şeyin Kötü Gittiğine Dair Emareler daha büyük bir çatı. 2016-2022 arası tüm fotoğraflarımı gönderdim ve on iki fotoğraflık, özet bir şey hayal ediyordum. Nitekim onlar da öyle yaptı. On üç fotoğraf var ve 2010’dan beri her şeyi kapsıyor. Zor bir iş yaptılar, bence aşırı zor bir iş. 

 

Daha kümülatif sanki Şehir Fikri’ndeki İstanbul hisleri.  

Kümülatif bir yanı var ama aynı zamanda evin yolunu kaybetmeye benzetiyorum ben Şehir Fikri’ni. Sanki bir yan yola sapmışız, kaybolmuşuz, sonra bununla karşılaşmışız gibi bir yanı var. İnsanların aklına bir şehir fikri koyduktan sonra, onlar kendi şehir fikirlerini düşünürken bir çıkış noktası, bir yan anlatı veya bir ilham olabilir Şehir Fikri. Çünkü kitap başlıyor, bitiyor ve “daha” diyor insan. 

 

Şehir Fikri seçkisinden 

 

“Unutursan darılmam” İstanbul’la birbirinize söylediğiniz bir şey. Bir önceki konuşmamızda gitme planların olduğunu söylemiştin, önümüzdeki aylarda Yeni Zelanda’ya gidiyor olacaksın bir süreliğine. Gerçekten unutabilir misin, buradan öyle bir uzaklaşma mümkün mü sence?  

Bu sorunun yanıtını galiba benim maceramın bir sonraki bölümünde göreceğiz çünkü Wellington’a gittiğimde orada da bir hikâye çekmeyi düşünüyorum. Ben on bin fotoğraf çektiysem bunların yüzde doksan dokuzu İstanbul’da çekildi. İstanbul dışında fotoğraf çekmedim gibi bir şey. İlk defa deneyeceğim Wellington’da böyle bir şey yapmayı. Unutursan Darılmam’ın anlamı o zaman şekillenecek birazcık da. Belki ben Wellington’ı çok seveceğim, hatta İstanbul’dan daha çok seveceğim. Senin [bir önceki konuşmamızda] dediğin gibi en uzun ilişkim olan İstanbul ilişkime kıyasla, kısa süreli bir ilişkim olacak olan yerde daha büyük bir anlam bulacağım belki, bilmiyorum. “Unutursan darılmam” o yüzden çok ilginç bir laf. O ismi bulduğum için birazcık da gurur duyuyorum kendimle çünkü gerçekten benim var oluşumu, benim sanatımın var oluşumu özetleyen bir laf oldu. İstanbul’u unutmam imkânsız. Otuz yıldır içime işleyen bir şey, herhangi bir bağımlılıktan farklı değil. Yirmi yıldır sigara içen birinin yirmi günde hiç sigara içmemiş gibi olmasını bekleyemezsiniz. Bir de şimdi aklıma geldi, İstanbul’la törpülenmiş ve bu şehir üzerinde bu denli kafa yormuş bir insan başka bir şehirle nasıl etkileşime geçer? Bunu deneyeceğim.  

 

Ben büyürken üst üste kötü dönemleri olmuştu İstanbul’un: HSBC patlaması, Gezi protestoları, o karamsar 2016 terör dönemi. Sanıyordum ki başka yerlere gidersem burayı  tamamen unutacağım ama öyle olmuyor. Başka şehirlerden gelenlerde böyle bir bağ ve içselleştirme gözlemlediğimi hiç hatırlamıyorum açıkçası. Garip geliyor İstanbul’la kurduğumuz o melankolik, inişli çıkışlı ilişki.  

İstanbul bir travma. O yüzden anlatmadan duramıyoruz, içimizi dökmemiz gerekiyor. Uluslararası arkadaşlarıma, yabancı arkadaşlarıma açıklayamıyorum. Şöyle bir anım var: kız arkadaşım İstanbul’daydı ve bana bir şey gösterdi. “Neden her yerde bu yazıyor?” dedi. Neymiş diye baktım, gösterdiği şey “İstanbul Büyükşehir Belediyesi” yazısı. Açıkladım, “ama neden?” dedi. Ben de cevap olarak kitap yazmak istemediğimi söyledim, bunun açıklaması öyle gidecek çünkü.  

 

Hiç ilgimi çekmeyen bir detay ama düşününce evet, o hatırlatmayla beraber yaşıyoruz daima.  

Sorduğu iki tuhaf sorudan biriydi bu, benim asla dikkat edemeyeceğim bir şey. İkinci soru da şuydu: Bu şehirde neden bütün deniz anaları paramparça? Evet, sahil kenarında bütün deniz anaları paramparça çünkü vapurlar geçiyor. Demiyorum ki yabancıların dikkatini çeken şeyler ne kadar ilginç, derdim o değil. Öyle bir yaraya parmak bastı ki… Ben belgesel fotoğrafçılık yaptıktan sonra politik tansiyondan arındırmaya çalıştım bütün üretimlerimi. Geçen Açık Radyo’da konuşurken de bence fotoğraflarımın politik olmadığını söyledim. Sunucu arkadaşımız “Katılmıyorum, çok politik” dedi. Aslında buralarda nefes almak bile politik olduğu için, evet, belki de öyle.  

 

 

Şehir Fikri’ni Onagöre websitesinden alabilirsiniz. Zamane İstanbulları karma sergisi ise Nisan 2023’e kadar Pera Müzesi’nde ziyaretçiye açık. 

#komünitecalling Sayısını Okumaya Devam Et