YERYÜZÜNÜN YARALARININ YEŞİL BİR ÖRTÜYLE SARILMA İHTİMALİ*: 5.MARDİN BİENALİ

Fotoğraf: Ateş Alpar

Yazı: Deniz Tuncer

 

Bu bir sanat eleştirisi yazısı değil, tesadüfi bağlar ve diyaloglar üzerinden bir araya getirilmiş izlenimlerden subjektif bir yorumla 5.Mardin Bienali’ne kısa bir yolculuk.


* Küratör Adwait Singh’in bir röportajından alıntıdır.


Çimenin Vaadi, topraktan bir deniz gibi önümüzde uçsuz bucaksız uzanan Mezopotamya’nın geniş göğsüne yaslanıp içimizi döktüğümüz, paydaşı olduğumuz tüm dertlerimizin bir araya gelmesi gibi… Dertli bir varoluşsal kördüğüm değil, iç döküşten sonra gelen o ferahlama gibi bir his yaratıyor. Bir açmaz değil, bu açmazdan yeni bir düzen yaratma konusunda bir keşif yolculuğuna çıkarıyor. Dertler orada ve varlar ama paylaşmanın getirdiği bir huzur var, paydaşı olduğumuz kırılganlıklar üzerinden birleştiren bir huzur. Pek çok kültürün doğal olarak bir arada olduğu medeniyetler beşiği Mardin’de tüm bunlar da hiç zorlanmadan, harmoni içinde bir araya geliyor.

Dünyanın farklı yerlerinden gelen sanatçıların işlerinin hissettirdiği aşinalık, dertlerimizin ortaklığını ve çözümün birleşmekten geçtiğini hatırlatıyor ve her defasında “Yeni bir düzen ihtimali olabilir mi?” diye sorguluyor. Öte yandan bu birlik olma halinin yalnızca insan ırkının bir araya gelmesi değil bir parçası olduğu ekosistemdeki diğer sistemlerle hemhal olmakla olacağını nazikçe gösteriyor. Kendini üstün gören insanoğluna doğadaki diğer formlardan öğrenecek çok şeyi olduğunu işaret ederken farklı formlar bir arada sorunsuzca yaşayabilirken aynısını yapamayan insanoğluna gözünün önünde duranı gösterip öğrenmeye davet ediyor. Manifestosu okunduğunda biraz karmaşık gibi duran “Çimenin Vaadi” başlığı, deneyimlendikten sonra anlatmak istediği konusunda hiç soru işareti bırakmıyor. Ekoloji, göç, savaş, tarım politikaları (ve diğer politik ikiyüzlülükler), Feminizm gibi her biri yutulması zor lokmaları Çimenin Vaadi teması altında izleyiciye lezzetli bir yemek gibi sunuyor. 

Küratör Adwait Singh’in olağanüstü bir sanatçı ve eser seçimi var. Birbirinden farklı coğrafyaların sanatçıları arasında oluşan harmoni, eserler arasında kurulan tesadüfi bağlar ile temayı müthiş bir şekilde her alana yaymayı başarmış. Yirmi birinci yüzyılın pek çok derdini düşündüren bu başlık izleyiciyi bu bağlar ve harmoni sayesinde hiç yormuyor, ele alınan farklı konuları akılda birleştiriyor. 

Gerek eser yerleşimlerinde gerekse de yerli sanatçılardaki cesur seçimleriyle hissedilen ‘buraya ait bir şey yaratma’ çabasını takdir etmemek mümkün değil. ‘Küresel mülksüzleşme’ kavramını odağına alan bir bienalde ‘Buralılık ne demek?’, ‘Buralı olmak coğrafi ya da kültürel bağların ötesinde gönül bağından geçiyor olabilir mi?’ diye düşünmeden edemiyorum. Bu bağlamda Adwait’in buralı olduğu şüphe götürmez. 

Sizi, “Invited” ile birlikte toplamda dokuz farklı mekana yayılan sergiyi, mekanlar üzerinden aktarmak yerine birbiriyle alakası olmayan eserler arasında kurduğum tesadüfi bağlar ve diyaloglar üzerinden bir araya getirmeyi tercih ederek son derece subjektif bir yorumla Mardin Bienali’ne kısa bir yolculuğa çıkarmak isterim;

 

Romantik politik kalp köprüleri

5. Mardin Bienali’nin benim için en etkileyici işi Kathyayini Dash’ın “Pehram Des Visaal” eseri ve eser etrafında kurgulanan müzik performansıydı. İki mutasavvıf şair Yunus Emre ve Kabir Sahev arasında hayali bir karşılaşmayı görselleştiren sanatçı, zaman ve mekan olarak birbirinden ayrılan bu iki şairin şiirlerindeki benzer motif ve metaforlar üzerinden bir köprü kuruyor. Günümüzün savaş zamanın parçalanmışlığına başkaldırarak kelimelerin kabuğuna kodlanmış ortak anlamlar üzerinden romantik göründüğü kadar politik bir bağ kuruyor. Kumların üzerine sandallardan sarkan parşömen kağıtlarından oluşan yerleştirme, Develi Han’daki mekanında nişlere yerleştirilmiş minik figürlerdeki tütsüler yandığında ve Tarabya Kültür Akademisi desteğiyle gerçekleşen müzik performansıyla birleştiğinde kelimenin tam anlamıyla şairane bir deneyime dönüşüyor.

 

 

View this post on Instagram

 

A post shared by Mardin Bienali (@mardinbiennial)

 

Aralarında üç yüzyıl olan iki şairin hayali karşılaşmasının ardından aynı topraklarda doğmuş ve karşılaşma ihtimalleri pek de güç olmayan iki sanatçının işlerini bu kez saç teli üzerinden bağlamakta beis görmüyorum. Yakın zamanda kaybettiğimiz Selma Gürbüz’ün “Maske”leri ile Fatoş İrwen’in “Kadınlar için Güvenlik Ağı” hem Feminist bir sembol olarak hem de malzeme olarak saç tellerinden bir köprü oluşturuyor. Maskenin verdiği anonimlik armağanının ve bazıları için gerçek benliklerine girmenin tek yolu oluşunun özgürleştiriciliğini ele aldığı bu “Maske” serisinde de görüldüğü üzere saç, Selma Gürbüz’ün her zaman ilgi odağında olan bir unsur. Her ne kadar sanatçı maskeleri feminist cephaneliğin bir unsuru olarak görmüş olsa da bu noktada kendisini Fatoş İrwen’le hayali bir karşılaşmaya götürürken ben saç tellerinden yapılma bir köprüde yürümeyi tercih ediyorum. Mardin sokaklarında bir gece upuzun saçlarıyla karşıma çıkan Fatoş İrwen’in Diyarbakır cezaevinde kaldığı üç yıl boyunca kendi ve kadın arkadaşlarının saç tellerinden toplayarak yaptığı “Kadınlar için Güvenlik Ağı” işine bakarken fiziksel dayanıklılığıyla bilinen bir malzeme olan saçın kadınlara armağan ettiği manevi bir dayanıklık aracı olup olmadığını merak etmeden duramıyorum.

Kadınların hem fiziksel hem de manevi dayanıklılıklarından dem vurmuşken, Server Demirtaş’ın animatronik heykelinin attığı içgüdüsel çığlığın acıdaki mistik ve Sosyalist potansiyellerin keşfine çıkışına kulak veriyorum. Bir başka hayali karşılaşma misali Demirtaş’ın Ursula K. Le Guin’in kendini reprodüktif ve toplumsal zorunluluklardan kurtarmış acuze figürünü anımsatan bu heykeline bakarken kendimi, bilgeliğini temsil eden derin kırışıklıkları ve deforme olmuş bedeninin kadınlara dayatılan toplumsal güzellik algısıyla ilişkisini düşünürken buluyorum. Hiçbir alakası olmamasına karşın pandemi döneminde 65 yaş üstü kişilerin yalnızlıklarıyla bağdaştırılan bu heykelin aslında ana çıkış noktası Server Demirtaş’ın babasının hastalık dönemindeki hisleri olduğunu bilmeme karşın kadın bir izleyici olarak bende bıraktığı iz, ister istemez bu oluyor. Sanatçının kişisel acısı izleyicinin toplumsal acısıyla buluşuyor. ‘Kişisel olan politiktir.’ düsturuyla bir sonraki aşamada toplumsal olayların acısıyla şekillenmiş işlere geçiyorum.

 

Hakları elinden alınmış insanlar 

Nejbir Erkol’un çim eskizlerine bakıldığında önce yalnızca beyaz kağıt üzerinde zarif bitki desenleri gibi görünüyor hikayesini okuyunca ve şanslı olup performasına da tanık olunca bu bitkinin kökleri izleyiciyi çok daha derine götürüyor. Bu çim eskizleri aslında Nusaybin’deki evinin yalnızca 97 adım ötesine düşen roketin, bir önceki gün yağmurdan ıslanan bu çimler sayesinde tesadüfen patlamayışından yola çıkan bu iş, roketin ardında bıraktığı geniş çukurun içinde ters yüz olarak yerlerinden edilmiş çimlere itibarını iade ediyor. ‘Kanyaş’ denen, nerede çıkarsa çıksın sökülen, istenmeyen bu ayrık otu çimler ailesinin hayatını kurtarırken, Nejbir’in yaşadığı her yerde karşısına bir çukur çıkıyor, o da tüm bu çukurlardan edindiklerini hem gerçek hem de kurgusal hikayelerle performatif olarak izleyiciye aktarıyor. Kendi kişisel travmasını, eskizleri kadar zarif bir biçimde aktarırken gördüğümüz ve görmediğimiz toplumsal çukurlarımızı hatırlatıyor. 

Nejbir’in zerafetle aktardıklarını sindirmek için Mardin’in her köşesinde karşınıza çıkan Süryani çöreklerinden yerseniz bu çöreklerin arasından çıkan hurma sizi doğruca Michael Rakowitz’in işine götürüyor. Bienal’de kamusal mekan sınıfında sayılabilecek nadir işlerden biri Mardin’de bir “Topraktan Tabağa” isimli tarımsal kooperatif dükkanında sergileniyor. İçinde yer aldığı dünyayla da son derece uyumlu olan bu eserde Michael, büyük babasının izinden giderek bir dükkan açma işine soyunuyor ve o esnada Irak’a barış götürmekle meşgul Amerika’daki bu dükkana bir türlü çok sevgili Irak hurmasını ithal edemiyor. Bu esnada ülkeden çıkmak için çırpınan insanlar gibi hurmalar da bürokratik engellerden nasibini alıyor ve izlerken bile insanın ruhunu daraltan bu süreçlerde politik iki yüzlülüğü en yalın haliyle izleyicinin suratına çarpıyor. Ama başta da bahsettiğimiz gibi bizi açmazda bırakmak yerine sorular ve yeni dünya düzenleri ihtimalini araştıran bu temaya da paralel olarak hurmalar nihayet dükkana ulaşıyor ve ürünler ulaştığında bir yolculuk hikayesi sorgulama noktası haline gelen dükkan, ülkelerinden yıllardır uzakta yaşayan Iraklıların hikayelerini paylaşma ve yeni bağlantılar kurma noktasına dönüşmüş oluyor. Bu işi Mardin merkezde sahiden de ticaret yapılan bir mekanda izlemek hali hazırda çok etkileyici olan bu hikayeye ekstra bir katman sağlıyor. Rakowitz’in hurma için kullandığı “Soru soran bir meyve ve inanılmaz lezzetliydi’.”  cümlesi bu eser için hislerimi özetliyor. 

 

View this post on Instagram

 

A post shared by Mardin Bienali (@mardinbiennial)

Buna benzer olarak Mardin’in kahvaltı noktalarından ‘Marangozlar Kahvehanesi’nde sergilenen  Thukral&Tagra’nın işi “Ekmek, Sirkler ve Ben” neolibarelleşen Hindistan tarım politikaları eleştirisini ekmeği paylaşmak metaforunu bir oyun haline getirerek sunuyor.  Bu sunumun en çarpıcı yanını da oyun kurallarının yazdığı kağıtların üzerinde gerçekten de birlikte kahvaltı eden insanları seyrediyor olmak oluşturuyor. Kendi coğrafyamızda da son derece aşina olduğumuz gibi yönetimlerin varlığını güvence altına almak için vatandaşlarına ücretsiz ihtiyaç sağlaması stratejilerini son derece eğlenceli ve bir o kadar direkt bir şekilde eleştiren bu iş dünyanın çeşitli coğrafyalarında toplumların ortak dertlerini düşünmeye ve paylaştığımız ekmeğin coğrafi sınırları olmaksızın evrensel bir derdin parçası olduğuna işaret ediyor. 

 

Yükselmekte olan deniz seviyesi 

Elbette evrensel derdimiz yalnızca hükümetler tarafından uygulanan politikalardan öte hangi coğrafi ve sosyal sınıfta olduğumuzdan bağımsız olarak eşiğinde durduğumuz iklimsel felaket. Bu bölümde, gözümüzün önünde olan ama görmeyi mümkün mertebe reddettiğimiz bu gerçeklik son derece çıplak ama bir o kadar da estetik olarak izleyicinin karşısına konuyor. 

Almagul Menlibayeva, “Maveraünnehir Rüyaları” işinde yerlisi olduğu Kazakistan’ın Aral Gölü’nün 60 yıllık Sovyet işgali sırasında uygulanan sulama politikaları nedeniyle yerli halkın Aralkum Çölü’nde yaşamaya itilişini mitolojik bir hikaye ile birleştirerek aktarıyor. Bu son derece sert gerçeklik en yalın haliyle aktarılırken peşine düştüğümüz mitolojik hikayede daha umut dolu ve neredeyse moda filmlerini andıran bir estetikle sarmalanarak kendimizi yabancısı olmadığımız bir görsellikte buluyoruz. Tüm bu hikayeyi bu ekolojik felaket bölgesinde yaşayan küçük bir kızın hayali üzerinden izliyoruz. 

Menlibayeva’nın eserinde gerçekleşmiş bir çevre felaketinin mitolojik aktarımına tanık olurken İpek Hamzaoğlu’nun “Despina” filminde ise gerçeklik ile gelecek arasında geçen bir rüyaya dalıyoruz. Nükleer bir felaketten sağ kurtulan bir genç kızın gözünden ve rüyalarından tanık olduğumuz bu eser, tartışmalı nükleer santralin kurulmasının planlandığı sanatçının memleketi Sinop’ta geçiyor. ‘Düşünce suçu’ nedeniyle düzinelerce düşünür, şair ve yazarın hapsedildiği tarihi kale hapishanesinin bulunduğu Sinop’ta gerçekleştirilen sanatsal araştırma projesinin bir parçası olarak üretilen bu filmde genç kızın hafıza-rüyaları sayesinde bölge tarihini yeniden yazarak yeni umutlar yeşertmesine tanık oluyoruz. 

Başta da belirttiğim üzere bienal temasının en güzel yanlarından biri gündelik küresel dertlerimize ışık tutmasının yanı sıra bu açmazdan çıkabilmek adına bir takım düşünsel pratiklere de yer vererek yeni bir düzen ihtimaline de kapı aralıyor olması. Bu bağlamda küresel ölçekte kendi içimizde (kendi türümüzde) tartışageldiğimiz konuların alanını genişleterek cevabın tam da önümüzde ama bakmadığımız yerde olma olasılığını sorgulayan işlere de yer veriyor.

 

İnsanlardan ötesi 

Jonas Staal, “94 milyon Yıllık Kolektivizm” işinde 635 ila 541 milyon yıl önce karmaşık organizmaların aralarında herhangi bir yırtıcı ilişki olmadan yaşamalarını konu ediniyor. Kapitalist sistemin bize dayattığı güçlü olan kazanır anlayışına zıt olaran paylaşımın esas alındığı kollektivist ihtimalleri sorguluyor.

Deniz Üster ve Burcu Yağcıoğlu ise bu jeolojik dönem araştırmasını daha mikroskobik ölçeğe indirerek “Homo-Scylla” işinde bakteriler arasındaki davranış, sosyal koordinasyon ve iş birliğini inceleyerek hayali bir ihtimal anlatısı sunuyor. İnsanların ve bakterilerin birbirlerinin tabiatlarına karıştığı yeni bir simbiyogenez yoluyla Homo-Scylla’ya dönüştüğü olası bir evrimle insanlığı kendini üstün görme yanılgısından kurtulup diğer tür ve formlarla işbirliğine davet ediyor. 

Rakhi Peswani ise “Ayrılıklar ve Yeniden Birliktelikler” işi ile bizi medeniyetin en başına döndürüyor. İnsanlığı diğer türlerden ayrıştırdığına ‘‘üstünleştirdiğine’’ inandığımız kırılma noktasına; dile dönüyoruz. ‘Bizi üstün kıldığına inandığımız bu iletişim biçimimizin de yeni formları olabilir mi?’ sorusunu Rakhi Peswani,  “Ayrılıklar ve Yeniden Birliktelikler” eserinde son derece anıtsal bir biçimde önümüze seriyor. Birbiriyle alakası olmayacağını düşüneceğimiz form ve imgeler o kadar uyumlu ve bir o kadar büyüleyici bir biçimde sergileniyor ki izleyici incelerken bu yeni iletişim biçiminin ne kadar da olası ve aşina olduğunu hissediyor.  Ve bu noktada izleyici, bu çarpıcı işin tam ortasındayken yeni ihtimallerin varlığını rasyonel olarak anlamaktan öte ezoterik bir biçimde hissediyor.

5. Mardin Bienali, Çimenin Vaadi başlığıyla ele aldığı tüm konularda  içine düştüğümüz bu açmazdan kolektif bir biçimde çıkabileceğimiz umudunu ‘‘yeryüzünün yaralarını yeşil bir örtüyle sarılma ihtimaline dair büyük bir metafor’’ ile yeşertiyor. Tanık olan herkesi düşsel bir önermenin ihtimaline inandırıyor ve yeni bir dünya düzenini yaratmaya davet ediyor. Çokça ihtiyaç duyduğumuz bu umudu içi boş bir pembe çerçeveyle sunmak yerine her zaman her konuda olduğu gibi önce gerçeklikle yüzleştirerek önümüze sunuyor. Kişisel ölçekten küresel ölçeğe tüm dertlerimizle yüzleşmeye davet ediyor.

Siz de yeni bir düzen ihtimalinin peşine düşmek isterseniz bu daveti kaçırmayın, Bienal 20 Haziran’a kadar devam ediyor.

Dipnot: Gönül isterdi ki bu sergi daha fazla kamusal alana yayılarak kapsamını genişletebilse, içinde olduğu şehrin insanına daha fazla dokunabilseydi. Yine de bienalin şehirdeki varlığı pek çok yerel sanatçıya da ilham oluyor, bienal boyunca şehrin çeşitli yerlerinde paralel sergiler yer alıyor. Böylelikle daha fazla izleyici ile buluşma fırsatı yakalayan yerel sanatçıların sergilerini de ziyaret etme fırsatını kaçırmamanızı, sergilerin yanı sıra şehir içindeki ve dışındaki arkeolojik, kültürel, ticari yapıları da ziyaret ederek doya doya büyülenmenizi öneririm. 

Yeni bir dünya düzeni ihtimalinde buluşmak dileğimle,
Deniz

 

Bu büyüleyici deneyimi yaşamamızı sağlayan tüm Mardin Bienali ekibine teşekkürler.

 

 

 

YERYÜZÜNÜN YARALARININ YEŞİL BİR ÖRTÜYLE SARILMA İHTİMALİ*: 5.MARDİN BİENALİ Sayısını Okumaya Devam Et