RUTU MODAN İLE TAŞINAMAZ ŞEYLER ÜZERİNE: MÜLKLER VE ACI TATLI ANILAR

Röportaj: Ecem Arslanay

İsrailli çizgi roman sanatçısı Rutu Modan’a 2014’te prestjli Eisner ödülünü ve Angoulême’de Jüri Özel Ödülü’nü kazandıran çok katmanlı kitabı Mülk, Doğan Şima’nın Türkçe çevirisiyle Baobab Yayınları’ndan çıktı. Holokost, aile bağları, sırlar, aşk, para ve mülkiyet üzerine ağır bir malzemeyi temiz çizgileri ve muzip jestleriyle aktaran Rutu ile hafıza ve hatırlamak üzerine konuştuk. New York TimesNew Yorker, Le Monde gibi yayınlarla çalışan ve Bezalel Sanat ve Tasarım Akademisi’nde dersler veren sanatçının yaratıcı üretim sürecini tanıdık ve uluslararası alanda görünürlük kazanmayı dileyen sanatçılar için bazı tüyolar aldık.

 

Özel mülkiyet siyaset felsefesinin en tartışmalı konulardan biri oldu. Bu konudaki kişisel görüşlerinizi merak ediyorum. Grafik romanınız Mülk, özel mülkiyet ile nasıl ilişkileniyor?

Kavramın politik boyutu hakkında nasıl bir fikrim var bilmiyorum ama biliyorum ki kitabımda mülk, soyut şeylere tutunamadığımız için maddi şeylere tutunduğumuz gerçeğini temsil ediyor. Geçmişi geri almakla alakalı bir işlevi var. Mensubu olduğum Yahudi toplumu için soykırım hep onulmaz bir mesele olacak. Avrupa’daki Yahudi kültürünü bir anda ortadan kaldıran bir sarsıntı, bir deprem… Eski iyi zamanlara duyduğumuz kaçınılmaz bir hasret var. Bir geri dönme arzusu… Aslında bu sadece Yahudilerde ya da benim kitabımdaki karakterlerde değil, hepimizde var. Ve buna karşılık veren nesneler de var. İşlevsel nesnelerden bahsetmiyorum. Evimizde hatıra taşıyıcısı olarak yer alan nesnelerimiz var. Sevdiğimiz ve kaybettiğimiz şeyleri temsil eden nesneler bunlar. Ama o şeyin kendisi değiller ve bu çok asap bozucu. Kitapta da söz konusu “mülk”ü geri almanın her şeyi düzelteceğini düşünüyorlar; fakat –spoiler olacak ama— ana karakter, adaletin mülkü geri almakla sağlanamayacağını, onun ancak ölülerin hayata dönmesiyle sağlanabileceğini söylüyor. Ona bunu söyletirken sadece Yahudi Soykırımı’nı kastetmedim. Ölümün ta kendisini kastettim. Bence ölüm bir ceza. Fanilik bir adaletsizlik. Ve hiçbir şey bu sorunu çözemeyecek. Geçmiş geçmişte kalacak ve biz onu asla geri alamayacağız. Geçmişi taşıyan eşyalar derdimize deva olmayacak. Dağlar taşlar sonsuza dek var olabilir, ama insanlar kaybolur. Kitabın meselesi budur.

 

 

Kitabınızda hafızanın hem bireysel hem de kolektif boyutunu ele almışsınız.  Sizce toplumsal hafıza nasıl işler?

Kolektif hafıza ilginç bir konu. Ben Avrupa’da doğmadım, söz konusu savaşa ve soykırıma tanıklık etmedim; ama tanıklık edenlerin hafızasını taşıyorum. Aileden, okuldan, kitaplardan ve çeşitli kitle iletişim araçlarından bana aktarılan bir hikaye var. Kişisel hafıza ve toplumsal hafıza gerçekten keşfetmeye çalıştığım alanlar oldu. Polonya’ya gittiğimde bunu çok daha iyi anladım. Oraya kitabım için  gittim. İnsanlarıyla tanıştım ve onlarla röportajlar yaptım. Bu da kitabın hazırlık sürecinin bir parçasıydı –ön çalışmalarımda okumak ve araştırmak kadar insanlarla vakit geçirmek ve gözlem yapmak da önemlidir –.  İsrail’de büyüyen bir Yahudi olarak bu gezide çok şaşırtıcı bir şey keşfettim. Oradakilere aktarılan hikaye bana aktarılan hikayeden hayli farklıydı. Tamamen farklı değildi belki, ama benim için oldukça rahatsız edici bir farktı bu. Onlara “Size yalan söylemişler! Ben size gerçekleri anlatacağım!” demek istedim. Ama benim hikayemin “gerçek” olduğu ne malum? Bizzat tecrübe etmediğim, dış kaynaklardan edindiğim bir anlatı bu. Garip belki ama Yahudilerin Polonyalılara duyduğu öfke Almanlara duyduğundan çok daha fazla. Asıl suçlu Almanlardı evet, ama en azından onlarla aynı anlatıyı paylaşıyoruz, kimin zulmettiği ve kimin mağdur edildiği konusunda hemfikiriz. Böyle bir anlaşmaya sahipseniz barışabilirsiniz. Unutamazsınız belki ama affedebilirsiniz. Polonyalılarla hala aynı hikayeyi paylaşmıyoruz. Farklı anlatısı olan biriyle barışmak çok zor. Yahudiler ile Filistinliler arasındaki mesele de buradan ileri geliyor. Anlatabileceğimiz tek bir hikaye bulamıyoruz, hala ortak bir anlatı için savaşıyoruz. Yeni kitabımda da sormak istediğim soru şu: “İki farklı anlatıyı da kabul etmek mümkün mü?”. Duyulduğu kadar basit değil. Kendi hikayenizin mutlak hikaye olmadığını kabul etmek –kendi deneyimlerime dayanarak rahatlıkla söyleyebilirim ki – çok zor.

Mülk’te geçmişle yüzleşmenin ne derece karmaşık bir tecrübe olduğunu çok farklı şekillerde ele alıyorsunuz. Bazı hatırlama pratiklerine de eleştirel yaklaştığınızı görüyorum. Örneğin, Yaşayanların Son Yürüyüşü (The March of the Living) uygulaması ya da Yahudi Soykırımı turizmi ve onun bazı teatral canlandırmaları… Sizce toplumsal manada, hatırlamanın doğru bir pratiği var mı? Varsa bu nedir?

Bence bunun hiçbir yolu yok. Evet, sanırım bu pratiklere eleştirel bakıyorum. İronik buluyorum onları.  Önceleri Yahudi lise öğrencilerinin Polonya gezilerine gerçekten karşıydım. Bunu doktrinasyon olarak görüyordum.  Onları daha vatansever yapmanın bir yöntemi gibi algılıyordum. Daha sonra Polonya’da meselenin karmaşıklığına vakıf olabilen rehberler tanıyınca bu konudaki fikrimi biraz değiştirdim. Ben 55 yaşındayım, çocukluğumda çevremde tecrübelerini birinci elden dinlediğim soykırım kurbanları vardı. Genç neslinse böyle tecrübe edinme olasılığı yok, onlar için Yahudi Soykırımı Orta Çağ’da yaşanmış gibi. Hatırlama pratiklerine dair genel eleştirim ise maddi şeylere tutunma eğilimimize yönelik, ama buna olan ihtiyacımızı da gayet iyi anlıyorum. Ben de bazı eşyalarımdan ve fotoğraflarımdan vazgeçemem. Kötü bir şey de değil bu, sadece çaresiz bir şey. Çünkü geçmişi diriltmenin bir yolu yok. Kitabımdaki karakterler bunun farklı yollarını arıyorlar. Tekrar sahneleme (reenactment) var ya da daha kişisel bir örnek olarak, eski bir romantik ilişkinin sonlandığı koordinatlara geri dönme var. Her şeyi eskisinden daha güzel kılan nostaljik tipler var… Fakat nihayetinde bence hatırlamak önemli. Anılar olmadan biz neyiz? Onlardan ibaretiz.

 

Anılar demişken, kişisel hafızanız nasıl çalışır? Her gün hangi verilerden hangi veriler için vazgeçiyorsunuz?

Hafızamı tamamen kontrol edebildiğimi söyleyemem. Elbette hatırladığım şeyler önemli bulduğum şeyler oluyor. Klişe olacak ama, zamanın çok güçlü anlara etki etmediğini düşünüyorum. Mesela kocamla ilk tanıştığım günü ya da annemin vefat ettiği günü hala dün gibi hatırlıyorum. Böyle tecrübeler, zamanın ötesinde bir yerde duruyor. Benim hafızam iyidir. Yani en azından son birkaç yıl öncesine kadar iyiydi. Yine de çocukluğumu bile hala net bir şekilde hatırladığımı söyleyebilirim. Doğrusu her şeyi hatırlayabilmek isterdim. Birkaç yıl önce bir televizyon programında bir kadının her şeyi hatırlamak gibi bir hastalığa yakalandığını izlemiştim. Geçmişinden bir tarih ve saat verdiğinizde, o ana dair her ayrıntıyı anlatabiliyordu. Bunun taşıması zor bir yük olduğunu, bir kabus gibi hissettirdiğini söylemişti. Doğru, yeni şeyler almak için hafızamızı biraz boşaltabilmemiz gerekiyor. Ve tabii bu da ancak unutarak oluyor.

 

Türkiye de kara mizah için zengin malzeme sunan bir ülke.  Buradaki çizgi roman sanatçılarını biliyor musunuz?

Maalesef pek bilmiyorum. Ne yazı ki bir dil bariyeri var, ben sadece İngilizce okuyorum. Ama ilginç bir sahne olduğuna eminim.

 

Dil demişken, çizgi romanlarınızda metin ve imge nasıl anlaşıyor? Ortada herhangi bir hiyerarşi var mı? Mesela sinemada senaryo metni imgeleri yönlendiririr. Sizin üretim sürecinizin daha bağımsız ve esnek olduğunu tahmin ediyorum, öyle mi?

Çok esnek, çünkü her şeyi ben yapıyorum. Ama sürecim çok farklı olmayabilir. Ben de senaryo yazıyorum. Sonra tüm kitap için bir storyboard da çiziyorum, çünkü sayfa düzenini önceden planlamak gerekiyor. Çerçeve önemli bir parametre. Bunları önceden ayarlıyorum ki sonra çizime keyifle odaklanabileyim. Tabii son aşamalarda bile hala her şeyi değiştirme özgürlüğüm var. Ama genel olarak, her şeyi önceden yazma eğilimindeyim. Bunun önemli bir nedeni de metin için ne kadar boşluk bırakacağımı önceden bilmem gerekmesi. İbranice sağdan sola yazılması ve sesli harf barındırmaması –bu yüzden de kelimeler kısa– bakımından İngilizce’den çok farklı. Bu nüanslara dikkat etmek gerekiyor. Metin için tayin edeceğim boşluklar kompozisyonumu çok etkiliyor.

 

 

Öğrencisi olduğunuz üniversitede şimdi öğretim görevlisi olmak nasıl bir tecrübe? Pedagojik yaklaşımınız hocalarınızınkinden farklı mı? O zamandan bu zamana neler değişti?

Öncelikle, ders vermeyi çok seviyorum. Uzun zamandır da yaptığım bir iş. Eğitim hayatıma başladığım kurumda ders vermek harika çünkü hocalarımdan hep çok etkilendim, onların yöntemlerini ve değerlerini de devam ettirdiğimi söyleyebilirim. Sanat akademisinde okuduğum yıllar muhteşem yıllardı. Söz konusu tecrübemi öğrencilerime aktarmaya çalışıyorum. Akademi yıllar içinde çok genişledi. Ben öğrenciyken dönemimde 25-30 öğrenci vardı. Şimdiyse 125 öğrenci var. Tamamen farklı bir ölçek. Daha az samimi, herkesi tanımak mümkün değil. Bir de benim öğrencilik dönemimde hocalar çok sertti, öğrencilerin çalışmaları acımasızca eleştirilirdi. Ya bir dahiydiniz, ya da hiçbir işe yaramayan bir ezik. Ortası yoktu. Bize sektörün daha kötü olduğu söylediler, buna alışın dediler. Neyse ki biz şimdi hiçbir öğrenciyle bu tavırla konuşmuyoruz. Eleştirilerimiz olsa bile bunu kaldırabilecekleri bir üslupla söylemeye gayret ediyoruz. Onları dahiler ve ezikler olarak ayırmak yerine, her birinin farklı bir gelişim süreci olduğunu ve hocalar olarak her şeyi bilmeye muktedir olmadığımızı kabul ediyoruz. Öğrencinin sürecine saygı gösteriyoruz. Ayrıca dünya küçüldüğü için de akademide bir değişim var. Bilgi almak, farklı kültürleri tanımak çok daha kolay. Öğrenci dünyada olup biteni nereden öğreneceğini, diğer sahnelere nasıl karışacağını biliyor.  80’lerin sonu, 90’ların başında biz bir ada gibiydik. Ülkemdeki kitapçılarda bulduklarım veya yurt dışına çıkıp rastgele karşılaştığım kitaplar dışında hiçbir şey bilmiyordum. Öğrenciler artık sadece yerel sahnede değil, uluslararası sahnede de daha fazla yer alabileceklerini biliyorlar. Bu elbette onlarla çalışma şeklimizi farklılaştırıyor. Bilgi artık sadece akademide değil, her yerde. Biz ancak öğrencileri yönlendirebiliyoruz. Yanıtımı toparlayacak olursam, pek çok şey aslında aynı, çünkü sanat yapma süreci hiç değişmiyor. İçimizdeki acıyı ve sevinci dışarı çıkarmak, sanatsal bir biçimde ifade etmek hep aynı zorlukları taşıyor.

Peki uluslararası sahnenin bir parçası olmak isteyen çizgi roman sanatçılarına ne öneriyorsunuz?

Çizgi roman okumaya ve üretmeye devam etmelerini tavsiye ediyorum. Vazgeçmesinler. Tanınmak benim de uzun yıllarımı aldı. Bu işler bir gecede olmuyor. Pratik tavsiyem ise yurt dışına çıkmaları olacak. Etkinliklere katılsınlar, olan bitene bir yerden dahil olsunlar. Üstelik zor bir sahne de değil, insanları gerçekten çok iyi. Sahneyi bilmeden anlamlı bir iş üretmek de pek mümkün değil. Çizgi roman yeniliklere açık bir sanatsal mecra ama dünyada neler yapıldığına vakıf olmak da çok önemli.

 

Önceki çalışmalarınızla aranız nasıl?  Kariyerinizin başındaki üslubunuzun abartılı ve grotesk olduğunu görüyorum. Şimdiki sadeliğinizden çok uzak. Bu durumu nasıl açıklıyorsunuz?

Bir iş ürettikten sonra iki yıl mutlaka ondan nefret ediyorum. Öte yandan kariyerimin başındaki işlerimdeki kusurları çok net görebilsem de onlara daha sıcak duygularla bakabiliyorum çünkü bana o zaman nasıl biri olduğumu hatırlatıyorlar. Ve doğru, grotesktim ve aslında günün modasına uyuyordum. 80’lerin sonlarına doğru punktan etkilenen tasarım ve çizgi romanlar ortaya çıktı. Dünya karanlık bir yerdi. Ben yıllar içinde gündelik hayatın da yeterince “aşırı” olduğunu gördüm, özellikle de İsrail’de. Yaptığım şey gerçekliği daha incelikli hale getirmek oldu, çünkü gerçeklik çok fazlaydı. Bazen sanatçılar meselelere geçmişten gelen bir şefkatle bakıyorlar ve bu da hikayelerini daha gerçekçi kılıyor. Benim durumumda da böyle oldu. Hikayelerimdi çizgimi değiştiren.

 

Şu an nelerle meşgulsünüz?

Şu anda bir çizgi roman üzerinde çalışmıyorum. Bir süre ara verdim. Bu alanda sadece geçen yıl çıkan son kitabımın yabancı baskılarıyla uğraşıyorum. Onun dışında bir sulu boya sergisi için çalışıyorum. 20 yıl dijital olarak çalıştıktan sonra bu kendime tanıdığım yeni bir meydan okuma. Geçmişte sulu boya ile çalıştım ama yine de bu konuda gelişime çok açığım. Bunlara ek olarak, bir Fransız filmi için illüstrasyonlar yapıyorum. Bir de ders verdiğimi düşünürsek bence iş yüküm yeterli. Bir yandan da bir sonraki kitap fikrinin gelmesini bekliyorum…

 

RUTU MODAN İLE TAŞINAMAZ ŞEYLER ÜZERİNE: MÜLKLER VE ACI TATLI ANILAR Sayısını Okumaya Devam Et